3Onlar gaybe îman ederler, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar. "Onlar gaybe îman ederler". Ellezîne ism-i mevsûlü ya müttekine'ye bağlıdır, onu kayıtlayan bir sıfattır, eğer takva; tahliye (boşaltmak) tahliyeden (süslemekten) evladır kuralına göre yaraşmayan şeyleri terk etmek ve şekillendirme parlatmaktan evladır kuralına göre tefsir edilirse böyle olur. Ya da ism-i mevsûl iyilikleri yapmak ve kötülükleri terk etmekle tefsir edilirse böyle olur. Çünkü îman, namaz ve zekât gibi amellerin asıllarını içine almaktadır. Zira bunlar psikolojik amellerin, bedenî ve malî ibâdetlerin aslıdır ki, bunların sonucunda genellikle diğer ameller yapılır ve birçok kötülüklerden uzak durulur. Baksanıza, Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz namaz çirkin ve kötü şeylerden men eder” (Ankebut: 45). Efendimiz de şöyle buyurmuştur: "Namaz dinin direğidir, zekât İslâm'ın köprüsüdür." Ya da ism-i mevsûl medih için getirilmiştir; çünkü içinde bunu barındırmaktadır, îmanın gayple, namaz kılma ve zekât verme ile tahsis edilmesi, bunların takvanın kapsamına giren diğer şeylerden üstün olduğunu göstermek içindir. Ya da Ellezîne medih olmak üzere mensûb veyahut merfû’dur. Bunların da takdiri a'ni fiili ve hümüllezine'dir. Ya da müttekine'ye bağlı değildir, mübteda olarak merfû’dur, haberi de ülâike ale hüden kavlidir. O zaman müttakine üzerinde tam vakıfla durulur. Îman lügatte bir şeyi tasdik etmekten ibarettir, emn'den gelmektedir. Sanki bir şeyi tasdik eden tasdik edilen şeyi yalandan ve muhalefetten emin kılmıştır. Be edâtı ile müteaddi (geçişli) kılınması, itiraf manasını içerdiği içindir. Bazen îman vüsuk (güven) manasına da kullanılır; şöyle ki, güvenen kimse ondan emniyette olmuştur. Mâ amentü en ecide sahabeten (yol arkadaşı bulmaktan emin olmadığım için seyahate çıkmadım) sözü de bundan gelir. Her iki anlayış da gaybe îman edenler için güzeldir. Şerâitte ise îman Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in dîninden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyleri tasdik etmektir; Meselâ tevhid, neveamberlik. veniden dirilme ve ceza gibi. Yahut da bu üç şeyin toplamına hak olarak itikat edip onları ikrar etmek ve gereği ile amel etmektir. Bu da cumhura, hadisçilere, mutezililere ve haricilere göredir. Binâenaleyh kim bunlardan yalnız itikadı ihlal ederse o münâfıktır. Kim ikrarı ihlal ederse o kafirdir. Kim ameli ihlal ederse o fasıktır. Bunda da ittifak vardır. Haricilere göre de kafirdir, îmandan çıkmıştır, mutezililere göre de küfre dahil değildir. Onun yalnız tasdik olduğuna şu delâlet eder ki, Allahü teâlâ îmanı kalbe nispet etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah onların kalplerine îmanı yazdı” (Mücadele: 22). "Kalbi îmanla tatmin olan” (Nahl: 106). "Kalpleri îman etmedi” (Maide: 41). "Îman henüz kalplerine girmedi” (Hucurat: 14). Ameli de sayısız yerlerde ona atfetmiş ve onu isyanlarla birlikte zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Eğer mü'minlerden iki grup savaşırsa” (Hucurat: 9). "Ey îman edenler, adam öldürmede size kısas yazıldı” (Bakara: 178). "Onlar ki, îman ettiler îmanlarını zulümle örtmediler” (En'âm: 82). Bu manada daha az değiştirme vardır, zira bu, esasa daha yakındır. O da Âyette irâdenin belirtilmiş olmasıdır (bunların toplamı değildir). Zira Âyette be ile geçişli kılman tasdiktir, bunda da ittifak vardır. Sonra şunda ihtilâf edilmiştir: Kalp ile tasdik, esas olduğu için yeterli midir? Yoksa imkanı olanın aynı zamanda dille ikrar etmesi de lâzım mıdır? Belki de hak olan ikincisidir. Çünkü Allahü teâlâ muannidi kusurlu cahilden daha çok kınamıştır. Tasdike ikrarı eklemeyi gerekli görmeyenin kınamayı İnkâra değil de imkanı olanın bunu yapmamasına döndürme hakkı vardır. Gayb mastardır, mübalağa için sıfat olarak kullanılmıştır; Meselâ Allahü teâlâ’nın: "Gaybi de görüneni de bilendir” (En'âm: 73) âyetinde olduğu gibi. Araplar çukur ve düz olan yere gayb derler, böbreğin ortasındaki küçük çukurluğa da gayb derler. Yahut da gayb fey'il veznindedir, hafifletilmiştir, Meselâ kayl gibi (aslı kayyildir). Bundan maksat hislerle idrak edilmeyen ve akılla hemen anlaşılmayan şeylerdir. O da iki kısımdır: Bir kısmı delille bilinmez, Meselâ "gaybin anahtarları onun yanındadır” (En'âm: 59) âyeti bu manayadır. Bir kısmı da delille bilinir; Meselâ Allah'ın varlığı, âhiret günü ve âhiret hâlleri gibi. Bu Âyette kastedilen de odur. Bu mana onu îmana bağlayıp ona mefu'lunbih yaptığın takdirdedir. Eğer onu gayb durumunda manasına hâl yaparsan gizlilik ve kapalılık manasına olur. Mana da: Siz yokken gaybe îman ederler, yoksa münâfıklar gibi "îman ettik, derler de şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zaman: Şüphesiz biz sizinleyiz, biz onlarla alay ediyoruz, derler” (Bakara: 14) ayetindeki münâfıklar gibi yanmazlar. Yahut da inanılacak şeyler gâipken demektir, çünkü rivâyete göre İbn Mes'ud radıyallahü anh: Kendinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, gaybe îman edenden daha faziletlisi yoktur, buyurmuş sonra da bu âyeti okumuştur. Şöyle de denilmiştir: Onlar kalpleriyle îman ederler, kalplerinde olmayan şeyi diyenler gibi değildirler. Be edâtı birinciye göre tadiye (geçişlilik) ikinciye göre de musahabet (birliktelik) içindir, üçüncüye göre de alet içindir. "Namazı dosdoğru kılarlar". Yani rükünlerini sapasağlam yaparlar, onu eğip bükmekten muhafaza ederler. Yukimune, ekamel ude'den gelir ki, dalı ve sopayı doğrultmak demektir. Ya da ona devam ederler manasınadır. O zaman kametis suk'tan gelir ki, piyasa işlek olmak manasınadır. Şâir şöyle demiştir: Gazale kılıç çalma pazarını kurdu, Iraklılara, tam iki yıl sürdü. Buna göre namaz muhafaza edilirse (arı kovanı gibi) işleyen pazar gibi devam eder. Zâyi edilirse de durgun piyasa gibi olur. Ya da yukimune onu bıkıp usanmadan yapmak için kolları sıvamak demektir, bu da karne bilemri ve ekamehu deyiminden gelir ki, bir şeyi ciddiyetle yerine getirmektir, zıddı da bir işten yan gelip yatmaktır. Ya da onu (namazı) eda ederler demektir ki, eda yerine ikameti (doğru yapmayı) zikretmiştir, çünkü namazda kıyam vardır. Nitekim ondan kunut, rüku, sücud ve tesbih ile de tabir edilir. Birinci mana daha açıktır, çünkü daha meşhurdur ve daha faydalıdır. İçinde şöyle bir ikaz vardır: Gerçek övgüye lâyık olan o kimsedir ki, namazın farzları ve sünnetleri gibi dış hudutlarına ve huşu ve her şeyi ile Allah'a yönelme gibi iç haklarına riayet ederek kılar; Allahü teâlâ’nın: "Onlar ki, namazlarından gafildirler” (Maun: 5) dediği gibi kılmazlar. Bunun içindir ki, "namazı kılanlar” (Nisa: 162) metih sadedinde; "yazıklar olsun o namaz kılanlara ki,” (Maun: 4) de kınama sadedinde zikredilmiştir. Salât (namaz) kelimesi faale veznindedir (saleve), salla kökünden gelir ki, dua etmektir, Meselâ zekâtın zekka'dan gelmesi gibi. İkisi de vâv ile yazılmıştır, elif vâv sesine yaklaştırılarak tefhîm ile okunur. Belli hareketlerle eda edilen namaza böyle (salât) denilmesi içinde dua olmasındandır. Şöyle de denilmiştir: Salla'nın aslı salveyn'i (kalçaları) hareket ettirmektir. Çünkü namaz kılan rüku ve secdesinde böyle yapar. Bu lâfzın birinci manada meşhur olmayıp da ikinci manada meşhur olması ondan nakline bir zarar vermez. Dua edene namaz kılıyor denilmesi, rüku ve huşuunda ona benzediği içindir. "Ve kendilerine nzık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar". Rızk lügatte nasip demektir. Allahü teâlâ: "Rızkınızı onu yalanlamak mı yaptınız?” (Vaha: 82) buyurmuştur. Örf ise onu canlının yararlandığı ve yararlanmasına imkân verilen şey larak tarif etmiştir. Mu'tezile ise Allahü teâlâ’nın haram ettiği şeye imkân vermesini imkânsız gördüklerinden - çünkü ondan yararlanmayı men etmiş ve onu yasaklamıştır - haram rızık değildir, demişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ burada rızkı kendine isnat etmiş, sırf helalden harcadıklarını bildirmek istemiştir. Müşrikleri de Allah'ın rızık ettiği şeylerden bazısıni harâm etmekle şu âyetinde kınamıştır: "De ki: Söyleyin bana, niçin Allah'ın indirdiği rızıktan bazısını helâl, bazısını da haram ediyorsunuz?” (Yûnus:59). Arkadaşlarımız (ehl-i sünnet) de burada rızkın Allah'a isnat edilmesinin ta'zîm ve harcamaya teşvik için olduğunu söylerler. Müşriklerin kınanmaları ise haram edilmeyen şeyi harâm etmelerindendir. Burada rızkın helale tahsis edilmesi bir karineden dolayıdır (yoksa rızkın ille de helâl olmasından değildir). Arkadaşlarımız rızkın geniş manada kullanılmasına şu hadisi delil getirmişlerdir, Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Amr bin Kurra'ya: "Allah sana temiz rızık vermişti, sen ise helalin yerine haramı tercih ettin” buyurmuştur. Bir de şu var ki, eğer haram rızık olmasa idi, ömür boyu onunla geçinen rızık yememiş olurdu, halbuki öyle değildir. Çünkü Allahü teâlâ: "Yeryüzünde ne kadar canlı varsa rızkı Allah'ın üzerinedir” (Hûd: 6) buyurmuştur. Enfeka ile enfede kardeş iki kelimedir, eğer başı nûn ve ortası fe olan kelimeleri araştırırsan, gitmek ve çıkmak manasına geldiğini görürsün. Öyle anlaşılıyor ki, Allah'ın rızık ettiği şeyden harcamak malı farz olsun nafile olsun hayır yoluna sarf etmektir. Kim onu zekât ile tefsir ederse, en üstün çeşidini ve o hususta esas olanını dile getirmiş olur. Ya da onunla tahsis etmiş olur, çünkü o ikisi öz kardeştirler. Mef'ûlun başa alınması (ve mimma razaknahum) ona önem vermek ve âyet sonlarına riayet etmek içindir. Ona min edatının getirilmesi mükellefi men edilen israftan uzak tutmak içindir. Bundan Allah'ın onlara yardım için verdiği bütün nimetleri kastetmek de ihtimal dahilindedir. Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'in: "Dile getirilmeyen ilim ondan harcama yapılmayan hazine gibidir” sözü de bunu teyit eder. Onlara tahsis ettiğimiz marifet nurlarım saçarlar, diyenler de buna kail olmuşlardır. |
﴾ 3 ﴿