3"Onlar (takva sahibleri), gayba inanırlar. Namazı ikame ve kendlilerini rızıklandırdığımız şeylerden başkalarını da infak ederler." A- "Onlar gayba inanırlar." Eğer takvâ, yalnız, günahların terki olarak tefsir edilirse, bu cümle, müttakiler için takyit edici (kayda ve şarta bağlayıcı) bir sıfat olur ve tezyin ve donatmanın (tehliyenin) boşaltmaya (tahliyeye) terettübü gibi bu sıfat ona lerettüp eder. (Yani insanin manevî ortamı önce günahların terki ile boşaltılır, sonra da âyette belirtilen güzellikler ile süslenir). Yok eğer takva, şeriat örfündeki ve akla ilk gelen mânâsı olan hem dinî emirlerin ifası, hem de günahların terki olarak tefsir edilirse, o takdirde bu cümle, müttakiler için açıklayıcı bir sıfat olur. Çünkü bu takdirde "O müttakiler ki gayba inanırlar" cümlesi, mevsûfun (müttakiler kelimesinin) icmalî olarak içerdiği mânâya tafsil olur. Bu âyetlerde takva sahiplerinin özellikle imân, namaz ve sadaka ile vasıflandırmaları, bunların İslâm dininin direği ve temeli durumunda olduklarından dolayıdır. Çünkü bu ameller, genellikle' günahlardan sakınmayı sağlayan diğer ibâdetleri de arlıalarından getiren ruhî, bedenî ve malî ibâdetlerin ana esasları durumundadır. Nitekim âyet-i kerîmede: Kitab'tan sana vahyolunanı oku, namazı da kıl. Çünkü namaz çirkinlik ve kötülüklerden alıkoyar." (Ankebût 29/45) buyrulur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de buyuruyor ki "Namaz, elinin direğidir ve zekât da, Islâmın köprüsüdür." Yahut anılan sıfat cümlesi, dinî emirlerin ifası ve günahların terki olarak tefsir edilen o takva vasfını taşıyanları methetme mahiyetindedir. İmanın mahiyeti İmân, emn (emniyet) kökünden gelmektedir. Sonra tasdik mânâsında Kullanılmıştır. Çünkü tasdik eden kimse, tasdik edileni, tekzib ve muhalefetten emin kılmaktadır. Bu kelime "b" harfi ile beraber kullanıldığı zaman itiraf mânâsını da içerir. Bazen imân, itimat mânâsında da kullanılır. Çünkü itimat ederi kimse, emniyet ve istikrar içinde olur. Burada her iki mânâ da güzeldir. İslâm şeriatindeki imân ise ancak tevhid, nübüvvet, ölümden sonra dirilme (ba'sü ba'de'l-mevt), mükâfat ile mücazât ve benzerleri, gibi Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) dininden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyleri tasdik ile gerçekleşir. İmânda kalben tasdik ve dille ikrar İmânda kalben tasdik yeterli midir, yoksa dil ile ikrar da gerekir mi? Bu konuda değişik görüşler vardır. Şöyle ki: Ehl-i Sünnetin itikada ait görüşlerini sistemleştiren ve Eş'arî mektebini kuran üstat Ebû'l-Hasen el-Eş'arî ve ona tâbi olanlara göre; Kalben tasdik yeterlidir. Çünkü dil ile ikrar, ancak hükümleri uygulamanın kaynağıdır. Hanefî mezhebinin müessisi İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe ve ona tâbi olanlara göre: İmân için sadece kalben tasdik yeterli olmayıp dil ile ikrar da gereklidir, Hak olan da Ebû Hanîfe'nin yorumudur. Çünkü Ebû Hanîfe, kalben tasdik ve dil ile ikrarı imânın iki parçası olarak kabul etmiştir. Ancak Ebû Hanîfe'ye göre ikrar, mücbir sebep karşısında zorunluluğu kalkabilen bir şarttır. Hadîsçilerin çoğuna, Mu'tezile ile Haricîlere göre: İmân; üç şeyin toplamıdır: 1) Halika inanmak, 2) Halikı dil ile ikrar etmek, 3) Gereğince amel etmek. Şu anılan görüşlerin ittifakı ile itikada halel getiren kimse münafık; ikrara halel getiren kimse kâfir; amele halel getiren kimse fâsık olur. (Büyük günah işlemek suretiyle) amele halel getiren kimse, Haricîlere göre kâfir olur. Mu'tezileye göre ise imândan çıkmış, fakat küfre girmemiş (ikisinin arasında bir mertebede kalmış) olur. Gayba inanmak Âyetteki "gayb" kelimesi, mastar olup mübalağa için gaibin vasfı olarak kullanılmıştır. Onun karşıtı da şahadettir. Nitekim Zümer (39) sûresinin 46. âyetinde şöyle buyrulur: "De ki: Ey gökleri ve yeri yaratan, gaybı ve şahadeti bilen Allah'ım!" Yahut "gayb" kelimesi, mastar olmayıp sıfat isimdir. Gayb kelimesi mânâ olarak, his ve akıl ile idrâk edilmeyen gerçekleri ifade eder. Bu gerçekler de iki kısma ayrılır: 1) Hiç delil ve belgesi olmayan gayb. "Gaybin anahtarları Allah batındadır." mealindeki âyette bu mânâ kastedilir. 2) Delili ve belgesi olan gayb. Yaratan ile sıfatları, nübüvvet ve ona bağlı hükümler ve şeriatlar, kıyamet günü öldükten sonra dirilme, Allah'a dönüş, toplanma, hesap, ceza ve mükâfat gibi kıyamet hâlleri ve bu nevi gayb haberleridir. "Onlar gayba inanırlar." (Bakara 2/3) cümlesinde kastedilen mânâ da budur. "Ellezîne yü'minûne bi'l-gaybi..." âyetinde "âmene / imân etmek veya inanmak" fiili (yü'minûne kipi şeklinde) "b" harfi ile kullanıldığından itiraf yahut mecazen itimat mânâsını da kapsar ya da bu âyette "gayb" kelimesi, mastar olup kendi asıl mânâsı ile kullanılmış olabilir. Tıpkı, "Onlar (o takva sahipleri) görmedikleri hâlde (gıyaben) Rabblerinden korkarlar". Ve Yûsuf dedi ki: - Bu, azizin yolduğunda (gıyabında) ona ihanet etmediğimi bilmesi içindir" (Yûsuf 12/52) mealindeki âyetlerde olduğu gibi gıyaben, görmedikleri, huzurda olmadıkları hâlde imân ederler, demektir. Buna göre "Onlar gayba inanırlar" cümlesi iki mânâya gelir: 1) Peygamberin gıyabında, ondaki peygamberlik kanıtlarını görmeden ona imân ederler. Nitekim rivâyet olunur ki, Sahabı Abdullah b. Mesûd'un yaranı, Resülullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Ashab'ını ve onların imânını gıpta ile anlattılar. Bunun üzerine İbn-i Mesut (radıyallahü anh) dedi ki: "- Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamberliği onu görenler için apaçık bir hakikat idi. Kendisinden başka gerçek ilâh olmayan Rabbime yemin ederim ki hiç bir imân ehlinin imânı, gıyabî imândan daha üstün değildir." "Sonra İbn-i Mesut, (Onlar gayba inanırlar) âyetini okudu." 2) Onlar, gerçekten, içten, gönülden ve kalbden inanırlar. Onların içleri başka dışları başka değildir. Onlar, hem mü'minlerin yüzlerine karşı, hem de gıyablarında imân ederler ve: "Onlar, mü'minlerle karşılaştıkları zaman (ve izâ leku'llezîne âmenu "- Biz de imân ettik (kaalû âmenna)"! derler. Şeytanları ile baş başa kaldıklarında, "- Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz!" derler mealindeki âyette anlatılan münafıklar gibi değildir. 3) Burada gayb'tan maksat kalbtir. Çünkü kalbler gizlidir. Yani o takva sahibleri, kalbleri ile imân ederler. Onlar, "Ağızları ile, kalblerinde olmayanı söylüyorlardı" (Al-i İmrân 3/167) mealindeki âyette anlatılan münafıklar gibi değildir. Onların kalblerıyle dilleri aynıdır. Onlar kalblerinde olanı dilleriyle de söylerler. B- "Namazı dosdoğru kılarlar." Salâtı ikame etmek veya namazı dosdoğru kılmak; namazın tâdil-ı erkanına, farzlarına, sünnetlerine, usul ve âdabına riayet etmek; alaca değil devamlı olmak, tembellik ve gevşeklik göstermeden edâ etmek demektir. Namazın edasına "ikame" denilmesi namazda ayakta (kıyamda) durmaktan dolayıdır. Çünkü ikame ile kıyam kelimeleri "kaame, yekuumü" kökünden gelir. Nitekim namaza, kunut, rükû, sücût ve tesbih de denir. Açıklanan bu mânâlar içinde birincisi, eh meşhur ve hakikate en yakın olanıdır, Salât, aslında duâ demektir. Bu özel hareketlere salât denmesi, duâ içerdiği içindir. Bir görüşe göre de salât, salat kökündendir ki bu, uyluğun bitimindeki kemiğin adıdır. Aradaki münasebet, musallinin (namaz kılan) rüku ve sücûdda bu kemikleri hareket ettirmesidir. Bu mânâya göre duâ eden kimseye "musalli" denmesi, kendini alçak tutup haya ve edeb üzere olmak hususunda rükû ve secdedeki kimseye benzetmek içindir. C- "Kendilerini rızıklandırdığimız şeylerden infak ederler." Rızk lugatte, verme (a'tâ) demektir. Verilen nasibe de (hazzı'l-mu'tâ) rızk denir rızkın örfteki mânâsı ise, canlıların yararlandığı şeylerdir. Mu'tezile, yüce Allah'ın, harama yol vermesini imkânsız görür. Çünkü Allah haramdan yararlanmayı yasaklamış ve ondan sakınmayı emretmiştir. Bundan dolayı Mu'tezile'ye göre rızk, haramı kapsamaz. Nitekim âyette görüldüğü üzere, Yüce Allah onların sırf helâlden harcadıklarını bildirmek için rızkı zâtına izafe etmiştir (Bizim verdiğimiz rızk, demiştir, ) Çünkü haramı harcamak övünmeyi gerektirmez kî Cenâb-ı Allah, onu kendi zâtına isnat etsin, Bir de Cenâb-ı Allah, Yunus (10) suresinin 59. âyetinde şöyle buyurur: (Resûlüm o müşriklere) de ki: "Söyler misiniz, Allah size rızık olarak ne indirdi de siz ondan bir kısınını helâk bir kısınını da haram saydınız?" De ki: "Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" (Yûnus 10/59) Görüldüğü gibi bu âyette Allah, onlara verdiği rızktan bir kısınını haram saymalarından dolayı müşrikleri zemmetmektedir. Bizım yaranımız Ehl-i Sünnet ulemâsına göre, âyetteki isnad, tazim ve infaka teşvik için; anılan âyette müşrikleri zemm, aslında haram olmayan bir rı içindir, Bakara 2/3'te geçen "Onları rızıklandırdığımız şeylerdir. (ve mimma razaknahüm)" sözü de helâle münhasırdır. Bununla beraber Ehl-i Sünnet âlimleri rızkın, helâle de, harama da şamil olduğuna şu hadîsi delil göstermişlerdir Rıvayete göre Amr b. Kurre, Peygamberimize gelmiş ve: "Ya Resûlallah, Allah beni bedbaht olarak yazmış; ben rızkımı ancak defimi elimle çalmakla çıkarıyorum; edebe aykırı bir şey söylememek şartı ile şarkı türkü söylememe izin ver!" demiş. Peygamberimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle cevap vermiş; - Senin gözünün hatırı için sana bunu iliram etmem. Ey Allah'ın düşmanı, yalan söyledin. Vallahi, Allah sana temiz ve helâlden rızk verdi ama sen Allah'ın sana helâl kıldığı rızık yerine O'nun haram kıldığı rızkı seçtin." Bir de, eğer haram rızk sayılmazsa, hayati boyunca haramdan gıdalanan kimse, rızıklandırılmamış olur. Oysa Cenâb-ı Allah buyuruyor ki: "Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki onun rızkı Allah'a ait olmasın " (Hûd 11/6). Âyette geçen infaktan maksat, farz veya nafile olsun, hayır yolunda yapılan harcamalardır. Burada infaktan maksât olarak tefsir edenler, infakın yüksek ve temel kısınını zikretmiş oluyorlar; yahut infakı zekâta tahsis et meleri, burada intakın zekâtın öz kardeşi kabul edilen namaz ile beraber zik redilmesinden dolayıdır. Âyette geçen infaktan, Allah'ın bahşettiği zahirî ve batınî nimetlerden bütün ilâhî inayetler kastedilebilir. Nitekim Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) "İstifade edilmeyen bir ilim, infak edilmeyen servet gibidir." hadisi de bunu teyid etmektedir. Bu âyeti "özel olarak onlara bahşettiğimiz mârifet nurlarından saçarlar" şeklinde tefsir edenler de, bu yorumu tercih etmişlerdi |
﴾ 3 ﴿