4

"Onlar (takva sahibi olanlar) sana indirilene ve senden öne indirilenlere de inanırlar. Âhirete de iman ederler."

Takva sahibi olanların vasıfları

Bu âyette açıklanan vasıfları taşıyanlar hem suret, hem de mânâ olarak, yahut yalnız mânâ olarak takva sahibleri zümresine dahildirler. Bu, bundan önceki âyetle beraber iki hâssın (özelin), bir âmma (genele) dahil olması kabilindendir. Çünkü bundan evvelki âyette bildirilen mü'minlerden murat, şirkten veya İslâm'dan önceki semavî dinlerin hükümlerine gafletten sonra imân edenlerdir. Nitekim imân konusunun gayb olarak ifade edilmesi de bunu açıklar. Bu âyette bildirilen mü'minlerden murat ise, (önceleri Yahudi âlimlerinden iken sonra Müslüman olan ünlü Sahabi) Abdullah b. Selâm gibi, daha önce indirilmiş kitaplara inandıktan sonra Kur’ân'a imân edenlerdir.

Yahut bu âyet, müttakıîler üzerine matuftur ve müttakîlerden murat ondan önceki âyette zikredilen o gayba imân edenlerdir. Bu takdirde takva vasfının, yalnız gayba imân edenlere tahsis edilmesi, onların ilk hâllerinden tamamen arındıklarını bildirmek içindir. Çünkü o müşriklerin ilk hallerindeki çirkinlikler ve şer'î hükümlere aykırılıklar, onlardan müttakî olmayı (sakınmayı) gerektirmektedir. Fakat Kitab Ehli'nden Müslüman olanlar, böyle olmayıp onlar, müktesebatlarını bir anda terk edemezler; zamanla değışmeyen ana hükümlere bağlı kalırlar.

Bu âyet ile bundan önceki âyeti, müttakıîler bakımından bir küll olarak düşünnek de mümkündür. Bu takdirde işaret edilmek istenen gerçek şu olur:

Gaybî varlıklara inanmakla o gaybî varlıkların gerçek olduklarına şahadet eden semâvî kitaplara imân etmek, her biri başlı başına yüksek birer vasıftır. Birçok hüküm bunlara bağlıdır. İşte bundan dolayı bu iki vakıa biri diğerinin mütemmimi değilmiş gibi birer müstakil cümle ile zikredilmiştir.

Birincisine namaz ve sadakanın edası da ilâve edilmiştir ki bunlar imân konusuna dahil hükümler cümlesindendir. Zira ilmin kemali, amel ile olur.

İkincisine de (Kur’ân'a ve ondan önceki kitaplara imân) - birincisine dahil olduğu hâlde- âhiret gününe iykan eksiz, şüphesiz, kesin imân ve itaat) ilâve edilmiştir ki, bu da, Kur’ân'da bildirilen imânın son derece sıhhatli olduğuna ve ileride anlatılacağı gibi, Kitab Ehli'nin inançlarında sakatlıklar bulunduğuna işarettir.

Bu âyetler için şu tevcihler de yapılmıştır:

Takva sahibleri o kimselerdir ki, hem akıl ile idrâk edilen şeylere imânı ve bu imânın gereği bedenî ve malî ibâdetleri ifayı, hem de kalbî duyumdan başka yolu olmayan imânı kendilerinde toplamışlardır.

Bütün ehl-i imân, gayba imân edenler de dahil olduğu hâlde bu âyette Kitab ehli mü'minler ayrıca zikre değer görülmüştür. Tıpkı bazı âyetlerde meleklerden sonra Cebrâîl ve Mikâil'in (aleyhisselâm) zikredilmeleri gibi. Buna göre bu tahsis, melekler örneğinde ta'zim için, mü'minler örneğinde de, bu özel fırkaya mensub kimselerdeki kemali elde etmeye teşvik için yapılmış olur.

Kitabî inzalin mânâsı

İnzal, yukarıdan aşağıya nakletmektir. Kur’ân dışındaki ilâhî kitapların, peygamberlere inmesi -Yüce Allah cümleden iyi bilir- vahiy meleğinin, onu Cenâb-ı Allah'tan ruhanî bir üslûbla telâkki etmesiyle gerçekleşir; yahut melek, onu Levh-ı Mahfûz'dan hıfzettikten sonra peygamberlere (aleyhisselâm) indirir ve onlara öğretir.

Bima ünzile ileyke / sana indirilen"den maksat, Kur’ân'ın tamamı ve özellikle İslâmî hükümlerdir.

Bu ayetler indiği sırada Kur’ân'ın nüzulü henüz tamamlanmamıştı. Daha inmesi beklenen birçok âyet varken, inzal fiilinin mazi sığası ile kullanılması, mukadder nüzulün gerçekleşmiş gibi sayılması kabilindendir. Nitekim bir âyet-i kerîmede de meal olarak şöyle denir: "(O cinler):

"- Ey kavmimiz; dediler. Gerçekten biz, Mûsa'dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, halika ve doğru yola hidâyet eden bir Kitab dinledik!" (Ahkaaf 46/30).

Oysa o cinler, ilâhî Kitabın tamamını dinlememişlerdi ve zaten tamamı henüz inmemişti.

"Vemâ ünzile min kablik / Senden önce indirilen "den maksat, Tevrat, İncil ve diğer geçmiş semavî kitaplardır. Âyette, kitap indirilen peygamberlerin (aleyhisselâm) zikredilimemesi, ifadenin vecîz olması içindir. Kaldı ki, burada maksat tafsilat değildir. Ama;

"Biz, Allah'a ve bize indirilene (Kur’ân); İbrâhîm'e, İsmail'e, İshaak'a, Ya'kub'a ve onun torunlarına indirilenlere, (sahife) Mûsâ ve İsa'ya ve Rabbleri tarafından diğer peygamberlere verilmiş olanlara (Kitap) imân ederiz. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız. Biz O'na teslim olanlarız; deyin" (Bakara 2/136) mealindeki âyette ise maksat, tafsilattır.

Bütün semavî kitaplara muamelen imân etmek farzdır; Kur’ân'a -tafsilatı ile ibadet ettiğimiz cihetle- mufassalan imân etmek ise farz-ı kifayedir (farz sorumluluğunun kalkması için bir kısım insanların yapması kifayet eder). Zira bunun bütün insanlara "farz-ı ayn" olmasında açık bir sıkıntı ve yaşama düzenini ihlâl vardır. (Zira Kur’ân'a tafsilatı ile imân etmek, Kur’ân'ın içerdiği tafsilatlı bilgilere vâkıf olmak ile mümkün olur.)

Ahirete iykan etmenin mânâsı

"Yükünün" şeklinde geniş zaman kipi ile zikredilen "iykan", şüphe ve tereddüdü kaldırmak suretiyle bilgiyi sağlamlaştırmaktır. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah'ın bilgisine "yakîn bilgi" denmez (Zira Allah'ın bilgisinde şüphe ve kuşkuya mahal yoktur). Yani takva sahipleri, âhiret gününün geleceğini kesin olarak bilirler; onların âhirete ilişkin bilgilerinde, şüphe ve tereddüde yer yoktur. Oysa Kitab Ehli böyle değildir. Zira Kitab Ehli'nin iddiasına göre, Yahudî yahut Hristiyan olmadıkça kimse cennete giremez (Bakara 2/111); cehennem ateşi, ancak sayılı günler (eyyâmen ma'dûdât) onlara kunur (Âl-i İmran 3/24). Cennet nimetlerinin dünya nimetleri cinsinden olup olmadığı ve bu nimetlerin sürekli olup olmadıkları konusunda da Kitab Ehli'nin farklı görüşleri vardır.

4 ﴿