19

"Yahut onların hâli gökten boşalan yağmur (a tutulmuş kimselerin hâli) gibidir ki onda (içinde) yoğun karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşekler vardır. Yıldırımdan ölüm korkusu ile kulaklarını parmaklarıyla tıkarlar. Allah kâfirleri çepe çevre kuşatmıştır (muhit)."

A- "Yahut onların hâli gökten boşalan yağmura (tutulmuş kimselerin hâli) gibidir ki onda (içinde) yoğun karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşekler vardır."

Bu âyet, münafıkların hâline ilişkin ikinci bir temsildir ve bu temsil onların büyük küçük bütün özelliklerini şâmil olup onları korkutmak ve rezil-rüsva etmek için tam bir açıklamadır. Her nevi küfür ve dalâlette at yarıştıran münafıkların içinde bulundukları hâl bu suretle tafsil edilmiştir. İki âyet arasında "ev / yahut" kelimesinin bulunması, her iki temsilin, benzerlik ciheti ve sıhhati bakımından birbirinden bağımsız ve eşit olduklarını bildirmek içindir.

Burada "sema"dan maksat, çadır misali başımızın üstünde yükselen gök kubbedir. Semâ, lügatte çatı ve benzeri şeylere denir. Ünlü Tabiî âlimlerinden Hasen Basrî (el-Hasen b. ebi'l-Hasen-ı Basrî 642-728) diyor ki:

"Sema, Allah'ın kudretiyle (bıkudreti'llâh) akmaktan (seyelân) men edilmiş bir dalgadır (mevc-i melifûf)."

Sema kelimesinin harf-i tarifle (el) (e's -semai) biçiminde vârid olması bu yağmurun yalnız bir ufuktan (ufk-ı vâhid) değil, fakat birçok ufuktan birden sağnak seklinde boşandığını belirtir. Çünkü her ufak kendi başına bir semâdır; nasıl ki göklerin her katı ayrı bir semâ sayılmaktadır. Nitekim bir âyet-ı kerîmede meâlen:

"Allah yedi semâyı iki günde yarattı ve her semâya (göğe) görevini vahyetti." buyrulur.

O hâlde bu sağanak umumî olup bütün ufukları kaplayan bir buluttan inmektedir. Zaten bir görüşe göre burada semâdan maksat buluttur.

Âyetteki kat kat karanlıklardan (zulmet-i mütekâsif veya zulümat) maksat, yağmurun yoğunluğu ve sürekliliği sonucu meydana gelen karanlık, ay karanlığı (zulmeti'l-hilâl), ufukları kaplayan bulutların karanlığı (zulmetü l-ğamam) ve gece karanlığıdır (zulmetü'l-leyl). Bulut ve gece karanlığı gibi bazı karanlıkların, yağmur karanlıkları olmadığı hâlde "fîhi zulümâtün / onun içinde karanlıklar" denmek suretiyle yağmurun bütün karanlıkların kaynağı olarak gösterilmesi, yağmurun şiddet ve korkunçluğundan dolayı diğer karanlıkların bu karanlığa bağlı kılındığını ve bu karanlığın, gece ve bulut karanlıklarını bastirdığını bildirmek içindir. Zulmetler; gök gürültüsü, şimşekler ve yıldırım gibi olayların aslı değil zarfıdır. Bütün bu olaylar kat kat karanlıklar ortamında gerçekleşmektedir. Ama eğer âyetteki mevcut ifade yerine "içinde sağanak yağmur, gök gürültüsü, şimşek bulunan karanlıklar..." şeklinde bir beyan olsaydı, o sağanak yağmurun, diğer karanlıkları bastıran özel bir karanlığı olduğu ifade edilmiş olmazdı.

Ra'd / gök gürültüsü, buluttan işitilen sestir. Yaygın olan görüşe göre bu ses, rüzgârların pek şiddetli bir şekilde bulutları sevk etmesi sırasında bulutların birbiri ile sürtüşmesinden veya hareket hâlindeki bulutların birbirinden kopmasından meydana gelmektedir.

Berk / şimşek, buluttan parlayan ışıktır. Gök gürültüsü ve şimşeğin, sağanak yağmurun içinde gösterilmesi, bunların etkilerinin yağmura ulaşması ve yağmurun karanlıkları içinde gelişmekte olmasındandır.

Zulümat / karanlıklar; ra'd / gök gürültüsü ve berk - şimşek kelimelerinin sonunda tenvin (Arapça telâffuzda nûn olarak okunan hareke) bulunması, o karanlıkların, gök gürültüsünün ve şimşeğin pek büyük ve korkunç olduklarını ifade etmek amacına yöneliktir.

B- "Yıldırımdan ölüm korkusu ile kulaklarını parmaklarıyla tıkarlar."

Saa'ka kökünden gelen saika, şiddetli ses veya yıldırım demektir. Çoğulu "savai'k"tir. Yıldırım, şiddetli bir gök gürültüsü ile gerçekleşmekte ve o sesle beraber gölde yer arasında beliren ateş temas ettiği her şeyi yakmaktadır. Saika kelimesi, işitilen ve görülen her korkunç felâket için kullanılabilir,

Mevt (ölüm), hayatin sona ermesidir.

Bir görüşe göre ölüm, hayatin zıddı olan bir haldir. Nitekim âyet-ı kerîmede meâlen:

"O Allah'tır ki hanginizin ameli daha güzel olacak diye sizi sınamak için ölümü ve hayatı yarattı." buyrulur.

Burada halketmek, takdir etmek anlamını da kapsamaktadır.

Âyette "Sağnağa tutulmuş kimselerin" karşılığı bulunmamakta, fakat bu karşılık için muzaf (tamlamanın birinci parçası) takdir edilmekte, var kabul edilmektedir. İşte anılan cümledeki zamirler de o muzafa racidir. Nitekim A'raf (7) sûresinin 4. âyeti de bu kabildendir:

"Ve Biz karyelerden (kasaba) nicelerini helâk ettik ki onlara azabımız gece yatarken (beyâten) veya gündüz istirahat (kaylûle) ederken gelmişti."

Cea'le / yapmak, yaratmak, yerine koymak, yerleştirmek, sebep olmak, hâsıl etmek, vs... kökünden gelen "yec'alûne" fiilinde devamlılık, süreklilik mânâsı olduğundan münafıkların bu kulak tıkama işini her zaman yaptıkları anlaşılır. Yine âyette "parmak uçları yerine" parmakların zikredilmesi zaman itibariyle olduğu kadar zât itibariyle de kulak tıkama işini mübalağa ile yaptıkları ifade edilmiş olmaktadır. Yani onlar, mutatları olduğu üzere parmak uçlarını değil, fakat parmaklarının tamamını kulaklarına tıkıyorlardı. Parmak uçları yerine parmakların zikredilmesi, onların uğradıkları şaşkınlık ve dehşetteden vücutlarındaki organları mutat veçhile kullanamayacak duruma geldiklerini gösterir. Yine o işlevi gören parmağın tayin edilmemesi, yani "şehâdet parmağı" denmemesi de bunu belirtir.

Bir görüşe göre ise, edebi gözetmek için böyle denmiştir. Bu âyet de, gizli bir soruya cevap mahiyetindedir. Sanki onların korkunç hâlleri açıklandiktan sonra "Peki onlar, bunca sıkıntılı durumda ne yapıyorlar?" diye sorulmuş ve bu yolda cevap verilmiştir.

C- "Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır."

Kuşatılmış olan şey nasıl kuşatandan kurtulamazsa kâfirler de Yüce Allah'ın kudretinden kurtulamazlar. Böylece Yüce Allah'ın kudretinin şümulü ve sonsuz hakimiyeti, O'ndan kurtuluşun imkânsızlığı, bir şeyi kuşatanın kuşatmasına teşbih edilmiş, kapalı bir istiare yapılmıştır. Onların kulaklarını parmakları ile tıkamalarının da kendilerine hiçbir faydası yoktur. Çünkü sakınmak, kaderin önüne geçemez; hileler yüce Allah'ın azabını geri çeviremez.

Yağmura tutulmuş kimselere raci olacak zamir yerine "kâfirin / kâfirler" buyrulması, onların başlarına gelen korkunç felâketlerin kendi küfürleri sebebiyle olduğunu bildirir. Nitekim;

"Onların bu dünya hayatında yapmakta oldukları infakın (harcamalar) durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgârın misâlidir." mealindeki âyet-i kerîmede de aynı sebepten dolayı zamir yerine zahir isim kullanılmıştır. Çünkü buğz ve öfkeden ileri gelen ihlâk (helâk etme), daha şiddetli olur.

Bir görüşe göre de söz konusu cümlede müşebbeh (teşbih edilen — benzetilen) münafıklardır ve kâfirlerden maksat, onlardır. Delâleten anlaşıldığına göre münafıklar ne yaparlarsa yapsınlar, onları dünyada ve âhirette Yüce Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir kuvvet yoktur. Bu mânâya göre bu cümlenin daha (temsillerden) önce zikredilmesi gerekirken, temsillerden sonra zikredilmesi münafıkların durumunun pek önemli olduğuna işaret eder.

19 ﴿