26"Şüphesiz Allah, bir sivrisineği hattâ onun daha üstünde olanı misâl vermekten çekinmez (istihya etmez). Bu durumda imân edenler, bunun Rabblerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Fakat küfredenler: "- Allah bu misâl ile neyi murad etti?" derler. Allah, onunla birçoklarını saptırır (idlâl eder); birçoklarını da hidâyete erdirir. Allah onunla fâsiklardan başkasını saptırmaz." A- "Şüphesiz Allah bir sivrisineği hattâ onun daha üstünde olanı misâl vermekten çekinmez." Daha önceki âyetlerde kâfirlere meydan okumak, onlara taş yutturmak, şehir halkından ve göçebelerden (min ehli'l-mederi ve'l-bever) bütün belagat üstatlarını susturmak suretiyle Kuran-ı Kerîm hakkında kâfirlerin kafasında mevcut şüpheleri gideren Allahü teâlâ şimdi bu âyetle orada verilen misallerin hikmetini beyana, hak ve hakikati ortaya koymağa girişiyor. Ebû Saklı el-Semmanin rivâyetine göre Abdullah b. Abbas şöyle demiştir: "Münafıklar, Kur’ân'da ateş (e'n-nâr) karanlıklar (e'z-zulümât), gök gürültüsü (e'r-ra'd) ve şimşek (el-berk) ile örnek verilmeyi ta'rı (ayıplama) konusu yaptılar ve dediler ki: "- Allah, darb-ı mesel vermekten yüce ve münezzehdir (ecel ve a'la)." Atâ'nın beyanına göre "Bu ta'n, müşrikler tarafından yapılmıştır." Yine Atâ'ya (radıyallahü anh) göre: "Ey insanlar bir misal verildi; şimdi onu dinleyin!" (Hacc 22/73) âyetiyle "Allah'tan başka dost edinenlerin durumu, kendisine ev yapan örümceğin, durumu gibidir" (Ankebut 29/41) âyeti nazil olunca, Yahudiler dediler ki: "- Sineğin ve örümceğin ne değeri var ki Allahü teâlâ onları misal versin?" Yahudiler bunu, Kur’ân'ın Allah katından indirildiğini inkâr için bir vesile yapıyorlardı. Oysa temyiz (yanlış ile doğruyu, iyi ile kötüyü ayırt etme) kudretine sahip herkes, bunun değil inkâra, tereddüde dahi mahal vermeyeceğini anlar. Hattâ Kur’ân'da verilen bu kabil örnekler, Kur’ân'ın beşer takatinin dışında (haricen a'n tavki'l-beşer) bir Kitab olduğunun, bütün kuvvet ve kudretlerin yaratıcısı Allah katından indirildiğinin (nâzilen min ı'ndi hallâku'l-kuva ve'l-kadr) en açık delilleridir. Elbette öyledir. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi temsil, gözlemlenen şeyler ortamında maksadı ortaya koymaktan, akıl ile idrâk edilen şeyleri duyular yoluyla idrak edilen şeylerle ziynetlendirmekten ve garip kavramları munis şeylerle tasvir etmekten ibarettir. Bundan amaç, gizli hakikatlerin ve dikkatten kaçan gerçeklerin idrakinde vehmi ve akla karşı koymayı (muaraza), isyan mertebesinden aşağı indirmektir. Ta ki vehim, aldın gereği doğrularda ona uysun, aldın razı olduğu faydalarda o da akla ortak olsun. İşte bundan dolayıdır ki bu kabil temsiller, ilâhî Kitaplarda, peygamberlerin sözlerinde, belagat üstatlarının ifadelerinde ve hikmet pirlerinin işaretlerinde pek yaygındır. Ve iki şey arasındaki temsilde büyüğü büyükle, hakıîri de hakıîrle temsil etmek bu sanatın mutlak bir gereğidir. Nitekim İncil'de kalbteki kin ve haset köpekle; sefihlerle uğraşmak da arıları kışkırtmayla temsil edilir. Belagat üstatlarının ifadelerinde de "karıncadan daha toplayıcı (çalışkan), sinekten daha cür'etkâr, keneden daha çok işiten, sivrisinekten daha zayıf v.s." diye sayısız örnekler yer alır. Haya, ayıplanma veya kınanmayı gerektiren haller karşısında insan nefsinin bozulması (tağayyürü'n-nefs) ve canının sıkılmasıdır (inkıbaz, darlanma). "Haya" hayât, kökünden gelmektedir. Sanki haya eden kimsenin, hayât gücü zedelenmiş ve eksilmiş olur. Peygamberimizin: "Şüphesiz Allah, saçı sakalı ağarmış bir müslümana azap vermekten haya eder" ve "Allah, haya sahibidir, Kerim'dir; kul, ellerini O'na doğru kaldırırsa, ellerine hayır koymadan onları boş çevirmekten haya eder" hadîslerinde olduğu gibi haya, Allahü teâlâ'ya İsbat (olumlu olarak izafe) edildiği zaman, temsil yolu ile özel bir terk mânâsı anlaşılır. Nitekim yukardaki hadîslerde belirtildiği gibi Allahü teâlâ'nın, saçı sakalı ağarmış yaşlıya azab etmekten ve kulunu mağfiretinden mahrum kılmaktan vazgeçmesi, bir şeyi yapmaktan utanarak terk eden kimsenin davranışına benzetilmiştir. Diğer bâzı hallerde de haya, Allahü teâlâ'dan nefye (olumsuz olarak izafe) edilir. Meselâ Ahzab (33) sûresinin, "Allah, halikı açıklamaktan haya etmez (Va'llahü lâyestahyî mîne'l-halik)" mealindeki 53. âyetinde böyledir. "Allah, halikı açıklamaktan haya etmez" demek haya, Allah'ın halikı açıklamasına engel olmaz; Allah, haya hissiyle halikı açıklamaktan, geri durmaz; halikı açıklamayı haya sebebiyle terk etmez demektir. Burada açıkça görüldüğü gibi istihya etmek özel olarak terk etmek anlamında kullanılmıştır. "Allah, haya ile vasıflan dırılamaz" ifadesinde olduğu gibi haya vasfını doğrudan doğruya Allahü teâlâ'dan çekip almak anlamında değildir. Çünkü selbi (olumsuzluğu, nefyi) bazı belli konulara tahsis etmek, bazı konularda bunun olabileceğini akla getirir. Bu itibarla âyette maksud olan mânâ, misal getirmekten haya eden kimsenin bunu terk etmesine benzer bir durum değildir. Âyet bu mânâsı ile bu kabil darbı mesellerin çok kuvvetli gerekçeleri ve halik sebepleri bulunduğuna işaret eder. Çünkü haya etmek, ancak nefsin kabul edip hoşnut olduğu hareketler için tasavvur edilebilir. Bir de, "Şüphesiz Allah... misal vermekten çekinmez (istihya etmez)." ifadesi, kâfirlerin sözlerine benzerlik olması için de kullanılmış olabilir. Çünkü kâfirler: "- Muhammed'in Rabbi, bu değersiz şeylerle misal vermekten utanmıyor mu?" diyorlardı. Nitekim muhatabın beyanına benzer bir ifade kullanılması şu şiirde de görülmektedir: ......... Darb-ı mesel, misali yerinde kullanıp tatbik etmektir, yeniden inşa etmek değildir. Yaygın misallerin yerinde inşasıyla darb-ı mesel oluşur. Darb-ı mesel; 1- Mührü tam olarak darb etmek mânâsından alınmış olabilir. Mührün darbı, onun kalıbını tatbik etmek olduğuna göre darb-ı meselleri yerinde kullanmak da onları tatbik etmek demektir. Sanki darb-ı meseller bir çeşit kalıptır. Meseller, onların biçimiyle uygulanır. Bunun anlamı mesellerin, kalıplara uygun olarak kullanıldığıdır. 2- Çamuru duvara iyice yapıştırmak için onu duvara vurmak anlamından gelmiş olabilir. Sanki darb-ı mesel kullanan, onu kullanma yerine, ayrılmayacak şekilde bir darbe ile yapıştırıyor. Çünkü darb-ı mesel ile kullanıldığı yer arasında çok kuvvetli bir bağ vardır. Âyette geçen "mâ / ne" istifham için de olabilir. Bu takdirde kâfirlerin, darb-ı meseli garipsemeleri reddedilmiş olur ve şöyle bir mânâ çıkarılabilir: Sivrisinek nedir? Onda ne engel var ki, darbı mesel konusu olmasın? Allah, değil sivrisinek ondan daha küçük ve değersiz bir şeyi de misal verebilir. Sivrisineğin kanadı gibi. Nitekim rivâyet olunur ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer dünyanın (âhirete göre), Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar değeri olsaydı, dünyada kâfire bir yudum su içirmezdi" buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmedeki "hattâ daha üstünde olanı / femâ fevkafı a" ifadesi bir tayin ve tahsis değil fakat bir misâldir. Bu itibarla burada sivrisineğin zikredilmesi, diğer varlıkların da darb-ı mesel konusu olmalarına halel getirmez. Fakat bunu öncelikle tespit ve teyit eder. Sivrisineğin üstünde olmak anlamı itibariyle ya temsilden kastedilen mânâda olur; yani sivrisinekten daha küçük ve daha değersiz bir varlık kastedilmiş olur ya da bu üstünlük, cisim ve cüssede tezahür eder. Ancak bu cüsse, neye varırsa varsın demek değildir. Büyüklükte belli bir ölçü söz konusudur. Sinek ve örümcek gibi. O halde Allahü teâlâ, dilediği her şeyle misal verebilir. Sivrisinekten üstünlük anılan şekilde iki mânâya gelebileceği gibi, şu hadîs de iki mânâda yorumlanabilir: Rivâyet olunduğuna göre Mina'da bir adanı çadırın ipi üzerine düştü. Olay Hazret-i Âişe'ye anlatılınca dedi ki: "Resûlüllah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) dinledim; o buyurdu ki: "- Bir Müslüman'ın ayağına bir diken veya onun fevkinde (üstünde) bir şey batsa, mutlaka ona bir derece yazılır ve bir hatası silinir." İşte bu da iki mânâya muhtemildir: a) Azlıkta dikenin ötesinde olan bir şey. Meselâ karınca ısırması gibi. Nitekim Peygamberimiz: "Mü'minin karşılaştığı her nahoş olay, onun hatalarına kefarettir; hattâ karınca ısırması bile..." b) Acı verme bakımından onun ötesinde. Nitekim şiddetli sıcakların dahi Müslümanların hatalarına keffaret olduğuna dâir rivâyetler vardır. B- "Bu durumda imân edenler..." Anılan darb-ı mesellerin, Allahü teâlâ katından doğru olarak verildiği açıklandıktan sonra burada da o darb-ı mesellerden kaynaklanan hükümlerin izahına başlanmaktadır. Yani Allahü teâlâ, bu misalleri verince, onları duyan mü'minler, misallerin Allah katından doğru olarak verildiğini bilirler. Önce mü'minlerin sonra kâfirlerin hâlinin anlatılmasının, sebebini izaha gerek yoktur. Mü'mınlerden ve kâfirlerden bahsederken her iki cümlenin başında da "amma" kelimesinin gelmesinde (amma böylece Allah'a imân etmiş olanlar) mü'minler için övme, kâfirler için ise yergi mânâsı vardır. Burada mü'minlerden maksat, bütün mü'minler; kâfirlerden maksat da bütün kâfirler topluluğudur. Âyette verilen misallere imân edenler ile imân etmeyenler değildir. Yani bütün mü'minler bunu bilirler. C- ".. .Bunun Rabblerinden gelen bir hak olduğunu bilirler" Yani imân edenler bu misallerin de diğerleri gibi Allah katından gelen bir hak veya gerçek olduğunu bılırler. Hak, öyle bir sabittir, öyle sabit olan bi şeydir ki, sübûtunu kabul etmekten başka çare yoktur ve aklen inkârı mümkün değildir. Hak kelimesinin harfi tarifle "el-haliku" şeklinde zikredilmesi mezkûr misallerin gerçekliğinin gözlemlenmiş olduğuna ve birçok hikmet ve maslahat ifade ettiklerine işarettir. "Rabblerinden / min rabbihim" buyrulmak suretiyle, müminlerin Rabb'a izafe edilmesi mü'minlere şeref kazandırmak, darb-ı mesellerin mü'minler için aynı zamanda bir nevi terbiye olduğunu bildirmek, mü'minleri layık oldukları kemal mertebesine erdirmek için bir irşaddır. Mü'minlerin, bu misallerin gereği ikrarlarını anlatmak yerine, onların bilgilerini ifadeyle yetinilmesi bu bilgi ile ikrar arasındaki bağın kuvvetini ve izaha gerek olmayacak kadar açık bir gerçek olduğunu bildirmek İçindir. Nitekim aşağıda mealini bulacağınız Al-i İmran sûresinin 7. âyeti de bu neviçleridir: İlimde derinleşmiş olanlar ise: - Biz ona imân ettik, hepsi de Rabbimizin katındandır; derler." Ç- "Fakat küfredenler: - Allah bu misâl ile neyi murad etti? Derler" Karinenin zahiri burada da aynı ifadenin kullanılmasını gerektirdiği, başka bir deyişle bundan önce mü'minler için "bılırler" buyrulduğu halde burada "derler" ifadesinin tercih edilmesi, o kâfirlerin küfürde çok aşırı olduklarını ve küfürlerinin taşkınca bir serkeşlik ve kibir derecesine vardığını bildirmek içindir. Çünkü Kur’ân'ın hak olduğunu bilmemek, inkâr ve alay etmek demek değildir. Bir de bu ifadenin tercihi, onların dalâlet, fisli ve nakz-ı ahd gibi bazı çirkin hallerinin sayılmasına bir ön açıklama olduğu içindir. Kaldı ki, anılan misallerin hak olduğunu bilmemek, kâfirlerin hepsini kapsamamaktadır. Çünkü onların bir kısmı, hak olduğunu biliyorlardı. Bununla beraber kibir ve inat yüzünden yine o söylediklerini söylüyorlardı. Mü'minler için kullanılan "ya'lemûne / bilirler" teshiline karşı kâfirler için "lâya'lemûne / bilmezler" kullanılmış olsaydı ve bu kelimeye cehalet ve inadı da kapsayan iz'ansızlık ve kabûlsüzlük mânâları da yüklenseydi bu apaçık bir zorlama olurdu. Kimi müfessırler de diyorlar ki "onlar bilmiyorlar..." denseydi zahiren karşı ifadeye uygun olurdu. Ancak onların bu sözleri bilgisizliklerinin açık bir delili sayılacağından bu kinayek ifade kullanılmıştır ki onlar hakkında hüccet olsun. Hakikate ermek için gereği gibi düşün ve apaçık hak üzere ol! İrade, nefsi fiile sürükleyen bir çekim ve eğilimdir ya da fiilin başlangıcı olan kuvvettir. Birinci mânâya göre irade fiil ile beraberdir; ikinciye göre ise irade fiilden öncedir. Bu insanlar için böyledir. Fakat Allahü teâlâ'nın iradesi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir, İşte bundan dolayıdır ki, , islâm âlimleri, Allahü teâlâ'nın iradesi hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir; Bazıları der ki Allahü teâlâ'nın, kendi fiilleri için iradesi yanılmazdır ve icbar edici değildir. Başkasının fiilleri için iradesi ise sadece emredici olmaktır. Bu itibarla günâhlar, Allahü teâlâ'nın iradesi ile işleniyor değildir. Bazıları da der ki Allahü teâlâ'nın iradesi, emrin en mükemmel nizamı ve en faydalı şekli kapsadığını bilir. Çünkü Allahü teâlâ muktedir olanları emirlerini gerçekleştirmeye davet eder, Hak olan görüşe göre irade, ilâhî kudret dahilinde olan iki şeyden birinin tercihi, iki vecih ten birinin tafdili veya bir mânâya tahsisidir. İrade, ihtiyardan (seçmek) daha genel bir mânâyı ifade eder. Çünkü ihtiyar, tercih mânâsı ile beraber tafdîl (daha üstün görme) mânâsını da kapsar. Kâfirlerin söz konusu beyanları, verilmiş olan misalleri, değersiz ve önemsiz buldukları anlamını taşır. Onların bu sözlerden maksadları, darb-ı mesellerdeki hikmeti sorgulamak veya içerdikleri faydaları reddetmek değildir. Fakat onların gerçek maksadları, bu darb-ı mesellerin, Allahü teâlâ'nın iradesine bağlı herhangi bir emrin sonucu olamayacak kadar değersiz ve önemsiz olduklarına ve bu kabil değersiz şeylerle verilen misallerin Allah katından gelmesinin imkânsızlığına dikkat çekmektir. D- "Allah onunla birçoklarını saptırır (idlâl eder); birçoklarını da hidâyete erdirir" Bu cümleler, kâfirlerin bâtıl sözlerine bir cevap olduğu gibi verilen misalin de hikmetini ve amacını beyan eder. Bu misaller öyle gerçeklerdir ki hidâyete isti'dadı olan kimselere (hidâyete'l-müstai'dîn) hidâyet; azgınlıkta inat ve ısrar edenlere de (idlâk'l-münhemekîn) dalâlet vesilesi olur. Böylece âyetteki bir istifhâm "mâzâ erade / neyi irade etti?" fiiline "yüdıllü — saptırır ve yehdî — doğru yola iletir fiilleri" ile cevap verilmiştir. Bunda güdülen amaç her iki fiilin tahakkukuna kuvvetli bir delâlet olması içindir. Çünkü bu iki fiil yerine istifhamda olduğu gibi sadece "erade-yürîdü-irade" fiili kullanılmış olsaydı, idlâl ve hidâyetin Bi-lfiil gerçekleştiğine delâlet etmezdi. Çünkü irade, Bilfiil vukudan aşağı bir derecedir. Bir de, darb-ı meselden murad, Haşr (59) sûresinin; "Bu misâlleri tefekkür etsinler diye insanlara veriyoruz" mealindeki 21. ve benzeri âyetlerde açıklandığı gibi o misâl üzerinde düşünmektir (tezekkür, tefekkür etmek). Doğru yoldan, haktan ayrılma; sapma, hata, yanılgı anlamına gelen "dalâl" kökünden türeyen "idlâl, tadlil" yanıltmak, yanlış yola sürüklemek, yolunu kaybettirmek, saptırmak, sapıklıkta bırakmak demektir. İdlâl, kötü bir tercihe (su-i ihtiyar) terettüb eden arızî bir iştir. Dalâlet ve hidâyet bildiren fiillerin gelecek (istikbal) siğasiyla vârid olmaları bunların yenilenerek sürdüklerini (bi't-teceddüt ve'l-istimrar) bildirir. Bundan önce hidâyete ermiş olanların hâli, dalâlettekilerin hâlinden önce zikredildıği halde burada idlâlin hidâyetten önce zikredilmesi, onların kulaklarına gelen ilk şeyin, kendilerini üzecek ve bedenlerini sarsacak rezaletlerini duymaları içindir. Âyette, darb-ı meselin faydasının yalnız bu zikre tahsis edilmesinin sırrı da budur. Bazı müfessirler de derler ki âyetin bu cümlesi, kendisinden önceki iki cümle için açıklama mahiyetindedir ve aynı zamanda şu gerçeği tescil eder: Allahü teâlâ tarafından verilen misâlin hak olduğunu bilmek hidâyetin; onun hikmetini bilmemek ve güzelliğini inkâr etmek de dalâletin ta kendisidir. "Allah onunla birçoklarını saptırır, birçoklarını da hidâyete erdirir" ifadesi iki tarafın kendileri itibariyle çokluğunu belirtir. Bu itibarla: "Kullarımdan şükredenler azdır." mealindeki âyet ve benzerlerinde olduğu gibi, bu, dalâlet ehline nisbetle hidâyet ehlinin azlıkta olması ile eleştirilemez. Burada hidâyet ehlinin dalalet ehline göre izafî azlıkları değil bizzat kendi çoklukları nazarı itibara alınmıştır. Bunun da amacı, darb-ı meselin faydasını çoğaltmak ve tamamlamaktır. Dalâlet ehlinin çokluğu ve hidâyet ehlinin azlığı sayı itibariyle; dalâlet ehlinin azlığı ve hidâyet ehlinin çokluğu da fazilet ve şeref itibariyle yorumlanabilir. Nitekim şâir der ki: "Şerefli insanlar bu ülkede çoktur. Eğer onlar sayıca diğerleri onlardan çoksa yine de sayılırlar. " Âyette idlâlin, yani dalâleti yaratmanın (halku'd-dalâl) Allahü teâlâ'ya isnad edilmesi, her şeyi (cemîı'l-eşya) yaratanın Allahü teâlâ olduğu gerçeğini ifade etmek içindir. Ancak kulların fiilleri (ef â'lü'l-ı'bâd) kesb (kazanma) cihetinden onlara isnad edilir.29 E- "Allah onunla fâsıklardan başkasını saptırmaz" Bu cümle de kendisinden önceki cevabî cümlenin devamı ve kâfirlerin iddialarının reddi olup o kâfirlerin çirkin sıfatlarını beyan; kimliklerini tayin ve içinde bulundukları dalâletlere işaret eder. Fisk lügatte, çıkmak (huruç) anlamındadır. Şer'î bir terim veya ıstılah olarak fisli büyük günâh (kebîre) işlemek veya küçük günahlarda (sağîre) ısrar etmek suretiyle Allah'ın taatinden çıkmaktır (el-hurucü a'n taa'ta'llah). Fiskın da üç derecesi vardır: 1) Gaflet: Bu, büyük günâhları çirkin görmekle beraber zaman zaman bunları işlemektir. 2) Büyük günâhlarda ısrar etmek. 3) Devamlı olarak büyük günâh işlemekle beraber onların çirkin şeyler olduklarını da kabul etmemek. Fışkın bu son derecesi, küfrün mertebelerindedir. Fâsik insan bu dereceye gelmediği sürece mü'min ismini kaybetmiş olmaz. Çünkü imânın mihveri olan tasdik vasfını taşımış olur. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen: "Eğer mü'minlerden iki topluluk (taife) birbirlerini öldürürlerse (mukatele eder) aralarını ıslah edin!" (Hucurat 49/9) buyrulur. Demek ki adam öldürmekle mü'min vasfı kaybedilmiş olmuyor. Mu'tezile'ye göre ise imân; tasdik, ikrar ve amelin mecmuudur. Küfür ise, halikı tekzip ve inkârdan ibarettir. Mu'tezile kendi tanımına göre fâsıkı bu iki gruptan birine sokamayınca onu mü'min ile kâfir arasında üçüncü bir grup saymıştır. Çünkü fâsık, bazı hükümlerde iki gruptan her birine de benzemektedir. Âyetteki fâsıklardan maksat, küfürde aşıp taşmak, Allah'ın kelâmını inkâr ve onunla istihza etmek gibi daha önce anlatılan halleriyle küfrün son sınırını zorlayanlardır. Fisli sıfatı ve o kâfirlerin sayılan çirkinliklerinden sonra idlâlin onlara tahsisi (Allah, fâsıklardan başkasını saptırmaz, sözündeki tahsis), o kâfirleri dalâlete götüren, onları bu idlâle hazırlayan sebeplerin bunlar olduklarını bildirmek içindir. Çünkü onların küfrü, haktan yüz çevirmeleri ve bâtılda ısrar etmeleri, onların yüzünü, mezkûr meselin hikmetini düşünmekten mesel konusu şeyin değersizliğine yöneltmiştir. Nihayet bu gerçek karşısında onların cehaleti köldeşmiş ve dalâletleri artmıştır. Bu yüzden de onu inkâr etmişler ve o sözleri söylemişlerdir. |
﴾ 26 ﴿