75

"Şimdi siz bunların size inanacaklarını umuyorsunuz (tama' ediyorsunuz)? Oysa onlardan öyle bir fırka vardır ki Allah'ın kelâmını dinlerler ve onu düşünüp anladıktan (taalikul) sonra bile bile tahrif ederler."

A- "Şimdi sız (ey mü'minler!) bunların size inanacaklarını umuyorsunuz?"

Bu âyette ilâhî hitabın yöneldiği muhatablar değişmiştir. İsrâioğullarının işledikleri suçlar, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minlere anlatıldıktan sonra ilâhî hitab, mü'minlere yönelmiştir. Başka bir ifadeyle şöyle denmektedir:

"- Şimdi siz ey mü'minler! Isrâiloğullarının yaptıklarını işittikten, onların hâllerini, hiç de umut vermeyen, davranışlarını tafsilatıyla öğrendikten sonra yine de Yahudilerin size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Sizin çağdaşınız Yahudiler de serkeşlikte, kötü ahlâkta, ataları gibidir; haleller, ancak seleflerinin yaptıklarını yaparlar."

B- "Oysa onlardan öyle bir fırka vardır ki Allah'ın kelâmını dinlerler ve onu düşünüp anladıktan sonra, bile bile tahrif ederler."

"Fark, fenik" kökünden gelen "fırka", bölünmüşlük, ayrılık demektir ve çoğul mânâsı ifade eden bir isimdir. Kendi lafzından tekili yoktur.’Tıpkı reht (grup, topluluk, cemaat) ve kavm (hısım, akraba, kabile, millet) kelimeleri gibi. Bu cümle, İsrâiloğullarının imân etmeyeceklerini zımnen ifade eden birinci cümleyi teldd eder. Bu da, onların imân umudunu tamamen ortadan kaldırır. Âyetin bu ikinci cümlesi;

"Oysa onlar sizin düşmanınızdır" cümlesinin;

"Şimdi siz Beni bırakıp da onu (İblis'i) ve onun zürriyetini mi dost ediniyorsunuz?" cümlesinden sonra zikredilmesi kabilindendir.

İbn Abbâs diyor ki:

"Burada bahse konu fırka, Mûsâ ile beraber Tûr'a gitmek üzere seçilen yetmiş ki, siden (nakih) ibaret bir cemaat idi. Bunlar, Allah, Tûr'da Mûsâ ile konuşurken, ona emir ve nehiyler (yasak) bildirirken, Allah'ın (celle celâlühü) kelâmını dinlediler sonra onları tahrif ettiler kelimeleri yerlerinden kaydırdılar. Onlar bu işleri ilâhî hitab makamının ululuğunun haşyet ve mehabet havasının kendilerini kaplamasından; anlayışlarının yetersiz kalmasından değil, fakat akılları ile işittiklerini kavradıktan ve o sözlerin gerek mânâda gerekse tekellümde Rabbül-Izzet Allah'ın kelâmı olduğunda asla şüpheleri kalmadıktan sonra yaptılar."

Mûsâ ile Tûr'a giden bu yetmiş kişiden doğru (sâdık) olanlar, kavimleri nezdine döndüklerinde dinlediklerini olduğu gibi aktardılar. Sâdık olmayanlar da şöyle dediler:

"- Biz, Allah'ı dinledik. O, kelâmının sonunda şöyle buyurdu:

- Eğer siz bunları yapabilirseniz, yapın; isterseniz yapmayabilirsiniz; eğer yapmazsanız bunda bir sakınca yoktur."

Kaffal Abdullah el-Mervezî diyor:

"Onlar, Allah'ın kelâmını dinlediler, O'nun muradını da anladılar fakat sonra Allah'ın kelâmını fasit bir tevil ile tevil ettiler."

Bir görüşe göre de âyette zikredilen fırka, onların seleflerinin reisleri (Rüesâ-ı Benî İsrail) idiler. Bunlar Tevrat'ın muhtevasını iyice kavradıktan sonra onları tahrife yöneldiler.

Bir başka görüşe göre ise bunlar, Peygamberimiz asrında onun Tevrat'taki vasıflarında değişildik yapan ve recim (taşlama) âyetini de değiştiren Yahudîlerdir. Ancak âyette, bu hâdise anlatılırken önce mazi sonra istikbal (gelecek) kipinin kullanılması (oysa onlardan bir fırka vardı ki, , Allah'ın kelâmını dinlerlerdi... Sonra onu bile bile tahrif ederlerdi) denmesi, bu olayda dinlemek ve tahrifin her ikisinin de Peygamberimiz zamanından önce vuku bulduğuna delâlet ettiğinden bu tevcihe geçit (mesağ) yoktur. Ancak bu sakıncayı bertaraf etmek konusunda denilebilir ki; onların bu yaptıkları, Peygamberimizin asrından önce olmayıp fakat bu âyet-i kerîmenin nüzulünden önce idi.

Bu âyetin tefsirinde ileri sürülen görüşlerden birincisi (Mûsâ ile beraber Tûr'a giden nakiblerden bir kısınının bunu yapmış olması), âyette geçen "Allah'ın kelâmını dinlerler" mefhûmuna en uygun olanıdır. Çünkü Tevrat, her ne kadar Allah'ın kelâmı ise de "el-Kıtab" ismiyle söylenişi daha meşhurdur. Bu olayda ise Tevrat'tan "el-Kitab" olarak değil fakat "Allah'ın kelâmı / Kelâmu'llah" olarak bahsedilmektedir.

Bundan başka Tevrat'ın tahrif edilmiş olduğu da açık bir gerçektir ve Yahudiler, Tevrat'ı dinlemekten çok tilâvet etmekle vasıflandırılmışlardır. Özellikle tahrifat yapan Yahudi reislerinin vazifesi, Tevrat'ı dinlemek değil fakat onu tilâvet etmekti. Şu hâlde kast edilen mânâya uygun olan tevcih şu olmalıdır:

"- Siz ey mü'minler! Bu Yahudilerin sizin vâsıtanızla imân etmelerini, sizin davetinize icabet etmelerini mi umuyorsunuz? Oysa kötülük illetinde tıpkı kendileri gibi olan selefleri, Allah'ın kelâmını vasıtasız olarak dinliyor, onun hakkında yakînen bilgi sahibi oluyor, üzerinde düşünüp anlıyor fakat davete icabet etmiyor ve ardından onu tahrif ediyorlardı. Heyhat!..."

Onlar bu tahrifatları bir hata ve yanılgı eseri değil hakikatleri bile bile yapmışlardı.

75 ﴿