255

"Allah'tan başka ilâh yoktur. O, ezelî ve ebedî olarak Diri (el-Hayy)dir, yarattıklarını her an gözetip Duran (el-Kayyûm)dır. O'nu ne uyuklama tutar ne de uyku. Göklerde ve yerele ne varsa hepsi O'nundur. O'nun izni olmadan huzurunda kim şefaat edebilir? O, onlar (yaratıklar)in önlerinde olanı da arkalarında olanı da bilir. Onlar O'nun ilminden dilediğinden başkasını kavrayamaz (ihata edemez)lar. O'nun kürsî'si gökleri ve yeri kuşatmış (ihata etmiş)tır. Her ikisini de koruyup gözetmek (hıfzetmek) kendisine ağır gelmez. O, çok yüce (el-A'iiyy)dir, çok büyük (el-A'zıîm) tür."

A- "Allah'tan başka ilâh yoktur."

Yegâne mâbûd Allah'tır (celle celâlühü); ibâdet ancak O'na yaraşır.

B- "O, ezelî ve ebedî olarak Diri'dir, yarattıklarını her an gözetip Duran (el- Hayyü'l-Kayyûm)dır."

Allah (celle celâlühü) ezelî ve ebedî hayât ile diridir. O, her zaman Bâkıîdin O'nun için ölüm ve fena (yok olma) asla yoktur.

Allah (celle celâlühü), yarattığı bütün varlıkları sürekli olarak yöneten ve gözetendir.

Bir görüşe göre de, yani Allah (celle celâlühü) Kendi Zâtiyla kaaimdir; var olması ve varlığının devamı Kendi Zâtiyladır; başkasına muhtaç değildir; başkalarını da ayakta tutan (mûkıîm)dır. Allah'ın (celle celâlühü) dışındaki butun varlıklar varlıklarının devamında O'na muhtaçtır.

C- "O'nu ne uyuklama tutar ne de uyku."

Allah (celle celâlühü) hakkında, ne uyuklama denen gevşeklik hâli ne de uyku söz konusu olabilir. Uyku bilindiği gibi zahirî hislerin (beş duyunun) kendi kendine belli bir zaman için veya geçici olarak durması, atalete uğramasıdır. Allah (celle celâlühü), bu hâllerden münezzehtir. Çünkü bu hâller Allah'ın (celle celâlühü) şânından değildir; yoksa uyuklama ve uykunun ilâhî kuvvete göre etkisiz oldukları için değil. Çünkü bu, tenzih makamı ile ilgili değildir (kudret makamı ile ilgili olabilir). Bu itibârla âyeti, mübalağa ve terakki nüktesi ile yorumlamak, yani "uyuklamanın önüne geçebilen, bazen daha kuvvetli olan uykunun önüne geçemez" diye bir izah getirmek mümkün değildir. Uyuklamadan sonra uykunun zikredilmesi, bu iki hâlin gerçekleşme sırasına riâyet içindir.

Uyuklama ve uyku hâllerinin gerçekleşmesinin, "ehaze / tutmak" kelimesiyle ifâde edilmesi, gerçek duruma riâyet içindir. Çünkü canlılarda uyuklama ve uyku, bu hâllerin onları tutması veya istilâ etmesiyle gerçekleşmektedir.

Bir görüşe göre de bu ifâde, mükemmeliyeti amaçlamaktadır.

"Lâ te'huzühü sinetün velâ nevm — O'nu ne uyuklama tutar ne de uyku." cümlesi, Hayy ve Kayyûm anlamlarını da te'kid eder. Çünkü kendisini uyuklama veya uyku hâlleri istilâ eden bir varlığın hayâtı, o hâllerde atalete uğradığından onun o esnada başkalarını koruması, kollaması, yönetmesi mümkün değildir.

Bir görüşe göre de, bu cümle, istinaf cümlesi (mukadder bir sualin cevabı) olup daha önceki beyânları te'kid eder.

Ç- "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur."

Bu cümle de, Allah'ın (celle celâlühü) Kayyûm vasfının izahı ve yegâne ilâh olduğunun hüccetidir. "Göklerde ve yerde ne varsa" ifâdesi, göklerin ve yerin bütün kısımlarını, bu kısımların dışında olup da onların içindeki akıl sahibi olan ve olmayan varlıkları da kapsar.

D- "O'nun izni olmadan huzurunda kim şefaat edebilir?"

Bu cümle de, Allah'ın şânının yüceliğini beyân eder. Ne inat ve düşmanlıkla ne de şefaat ve reca yoluyla Allah'ın (celle celâlühü) iradesi, ne değiştirilebilir ne de engellenebilir. Hiç kimse O'nun huzuruna yaklaşmaya muktedir olamaz.

E- "O, onlar (yaratıklar)ın önlerinde olanı da arkalarında olanı da bilir."

Bu cümlenin anlamı konusunda değişik tevcihler yapılabilir. Şöyle ki:

Allah (celle celâlühü), kullarından öncekileri de, sonrakileri de bilir. Çünkü Allah bütün geleceğin geleceği (müstakbilü'l-müstakbel / ebedî) ve geçmişin geçmişi (müstedbirü'l-mâzıî / yüzünü maziye çeviren, ezelî) dır.

Allah (celle celâlühü) dünya işlerini de bilir, âhiret işlerini de.

Allah insanların hissettiklerini de bilir, akıllarıyla düşündüklerini de.

Allah (celle celâlühü) insanların idrâk ettiklerini de bilir, idrâk etmediklerini de.

"Onların / him ve hüm" zamiri, göklerde ve yerde olanlara râcidir. Bunun akıl sahipleri için kullanılan zamir cinsinden olması ise, tağlib veya diğerlerine üstün saymak kabilindendir. Söz konusu zamir, daha önce geçen "Men zellezî yeş'feu' / kim şefaat edebilir?" cümlesinden anlaşıldığı gibi meleklere ve Peygamberlere râci de olabilir.

F- "Onlar O'nun ilminden dilediğinden başkasını kavrayamazlar."

Bu cümle de, bir önceki cümleye matuftur. Her iki cümle de, Allah'ın vahdaniyetine ve tam olan zâti ilmin yalnız Allah'a mahsus olduğuna delil teşkil eder.

G- "O'nun kürsî'si gökleri ve yeri kuşatmıştır."

"Kürsî", hükümdarların oturdukları taht (mak'a'dı'l-kaaı'd) demektir. Aslında ülûhiyet (tanrıhk) makamında ne kürsî, ne oturan (kaaid), ne de oturma (kuû'd) vardır. Bu ancak Azîz (pek kudretli) ve Celîl (pek yüce) Allah'ın şânının azametini, hükümranlığının genişliğini ve ilminin her şeyi kuşattığını belirten temsilden başka bir şey değildir. Bu da;

"Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler/ tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun kabzasında / tasarrufu altıdadır. Gökler de O'nun kudret elinde dürülmüşlerdir" (Zümer 39/67) âyeti kabilindendir.

Kürsînin ne ve nasıl olduğu konusunda değişik görüşler vardır. Şöyle ki:

1- Kürsî, mecazî bir kavramdır; Allah'ın ilmi veya Allah'ın hâkimiyeti, hükümdarlığı veya hükümranlığı demektir.

Bu anlayış hükümdarlık kürsüsünden esinlenmiş olabilir. Bilindiği gibi kürsü ne kadar büyük olursa, onun üstüne oturan hükümdarın azameti de o derece büyük olur. Böylece Allah'ın ilintinin şümulü veya hüküm ve saltanatının genişliği, kürsînin her şeyi kuşatan azametiyle ifâde edilmiştir.

2- Kürsî, Arş’ın önünde yedi semâyı kuşatmış bir cisimdir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) meâlen şöyle buyurmuştur:

"Yedi kat göğün ve yedi kat yerin, Kürsi'ye göre büyüklüğü, ancak uçsuz bucaksız çöle atılmış bir yüzük halkası gibidir. Arş'in Kürsî'den büyüklüğü de, çölün o halkadan büyüklüğü kadardır."

3- Belki de Kürsî, (sabit yıldızların bulunduğu, yedi feleği kuşatan) sekizinci felektir.

4- Hasen-ı Basrî'ye göre Kürsî, Arş'tır.

Ğ- "Her ikisini de koruyup gözetmek (hıfzetmek) kendisine ağır gelmez."

Gökleri ve yeri koruyup gözetmek Allah'ın "S- sonsuz kudreti için asla zor ve ağır bir iş değildir. Âyette, göklerde ve yerde bulunanların korunmasından ve gözetilmesinden söz edilmemiştir. Çünkü onların korunup gözetilmesi, onlarda bulunan varlıkların da korunmasını ve gözetilmesini gerektirir.

H- "O, çok yüce, çok büyüktür."

Allah (celle celâlühü), zâti itibariyle her türlü benzerlerden ve ortaklardan münezzehtir. O'nu azameti karşısında bütün mâsivâ (O'ndan başka her şey) pek önemsizdir.

Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîme, Cenab-ı Allah in yüce zâti ve nurlu sıfatları (bizâtil-a'liyye ve sıfâtil-celiyye) ile ilgili ana meseleleri kapsar ve şunları belirtir:

1- Tek (ehad) ve gerçek varlık (mevcûd-ü müteferrid) yalnız Allah'tır.

2- Allah, ilâhiyet (tanrılık), ezelî ve ebedî hayât sıfatlarıyla muttasıftır.

3- O, vâcibü'l - vücûddur; varlığı bir başkasından değil kendi zâtındandır.

4- O'nun vücûdu vâcib yani zorunludur. Bütün mâsivânın mucidi O'dur.

5- O, Kayyûm'dur veya zâtiyle kaim (bizâ tihi'-mukıim)dir. Başkası tarafından ikame edilmekten münezzeh olduğu gibi bütün mükevvenatı ayakta tutan (mukıim liğayrıhi) da O'dur.

6- O, mekân tutmak (tahayyüz) ve bir cisimde görünmek (hulul)den münezzehtir.

7- Değişikliğe ve za'fiyete uğramak (tağayyür ve fütur)dan beri, uzak (müberra)dır.

8- O'nunla hiçbir şey arasında münasebet ve benzerlik yoktur.

9- Eşyanın zâtına ve ruhlara arız olan hâller O'na arız olmaz.

10- Mülk ile melekût (zahir ile bâtın, madde ile ruh, insanlarla melekler) âleminin yegâne mâlikidir.

11- Asılları ve ferleri (dalları, kolları) yoktan var eden O'dur.

12- Yakalaması pek şiddetli olan da O'dur.

13- İzin verdiklerinden başka hiç kimse O'nun katında şefaat edemez.

14- Bütün her şeyin açığını, gizlisini, küllisini, cüzisini bilen yalnız O'dur.

15- O'nun mülkü (hâkimiyeti, hükümranlığı) ve kudreti, her şeyi kuşatmıştır.

16- Hiçbir iş O'na zor gelmez; hiçbir iş, O'nu başka şeylerle de meşgul olmaktan alıkoymaz.

17- Tasavvur ve tahayyül edilebilen her şekilden münezzehtir; anlayışlar O'nun azametini asla kavrayamaz.

İşte bu zengin muhtevasından dolayıdır ki, diğer âyetlerde olmayan faziletler ve üstün özellikler yalnız Ayete'l-Kürsî'de vardır.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

1- "Kur’ân-ı Kerîmin en büyük âyeti, Ayete'l-Kürsî'dir. Her kim, onu hakkıyla okursa, Allah (celle celâlühü) ona bir melek gönderir; melek, o saatten itibaren ertesi gün o saate kadar ona sevablar yazar ve günahlarını siler."

2- "Ayete'l-Kürsî hangi evde hakkıyla okunursa, muhakkak şeytanlar o evi terk ederler ve otuz gün müddetle o eve giremezler; büyücü erkek ve kadınlar da kırk gün müddetle o eve giremezler."

3- "Ya Ali! (Ali (radıyallahü anh)) Âyete'l-Kürsî'yi evlâdına, ailene ve komşularına öğret; zira ondan daha büyük âyet inmedi."

4- "Her kim Ayetel-Kürsî'yi bütün farz namazlardan sonra okursa, cennete girmesine, ölüm öncesi dünya hayâtından başka engel kalmaz. Bu âyeti okumaya müdavim olan kimse, muhakkak sıddîkler ve âbıdler zümresine dahil olur. Her kim de, yatağına yattığında Âyete'l-Kürsî'yi okursa, Allah (celle celâlühü) onun nefsine, komşusuna, koşusunun komşusuna ve çevresindeki evlere emniyet ve güven bahşeder."

5- "Beşerin (insanların) efendisi Âdem'dir. Arapların efendisi Muham-med'dır. Bunu iftihar için söylemiyorum, harsların efendisi Selman'dır. Rumların efendisi Suheyb'dır. Habeslerin (Habeşî zencilerin) efendisi Bilâl'dır. Dağların efendisi Tûr'dur. Günlerin efendisi Cuma günüdür. Kur’ân'ın efendisi Bakara süresidir. Bakara sûresinin efendisi de Ayete'l-Kürsî'dır."

Bu hadiste özel efendilikler sayılırken Peygamberdin yalnız Araplara efendiliğinin zikredilmesi, çok sayıda hadislerle bildirilen ve icmâ ile de sabit olan bütün beşeriyetin efendisi olduğu gerçeğine halel getirmez.

255 ﴿