285"Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene (Risâlet ve Kur’ân) imân etti. Mü'minler de imân ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitablarma ve Resullerine imân ettiler. Biz Allah'ın Resulleri arasından hiçbirini ayırmayız; işittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Senden bağışlamanı dileriz. Dönüş ancak Sanadır; dediler." A- "Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene (Risâlet ve Kur’ân) imân etti . Mü'minler de imân ettiler ." 37 37 Ebî Mes'ûddan (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur. "el-Ayetani min âhiri sûreti'l-bakarati men karaahüma fî leyletin kefatehu / Bakara sûresinin sonunda öyle iki âyet vardır ki kim onları bir gecede okursa ona yeter." (Tecrıd—i Sarili Tercemesi ve Şerhi, Diyanet İşleri Bask. İkinci Baskı, Ankara 1972, Cilt: 10, Sayfa: 159-160, Hadîs No: 1572) Ayni hadîs Sahih—i Müslimde de yer almıştir. (Sahih—i Müslim Tercemesi ve Şerhi, Ahmed Dâvudoğlu, Sönmez Yayınları, Cilt: 4, Sayfa: 277-378, Hadîs No: 255, 256) Bu konuda Ebû Zerr el-Gıfarîden (radıyallahü anh) rivâyet edilen bir hadis daha vardır ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allahü teâlâ Bakara sûresini öyle iki âyetle bitirdi kı, bu âyetleri bana Arşin altındaki bir hazineden verdi! Bunları öğrenin. Kadınlarınıza, oğullarınızı da öğretin. Çünkü bunlar hem namaz, hem Kur’ân, hem de duadır." (Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, Cilt: 4, Sayfa: 379) Abdullah b. Mes'ûd'a (radıyallahü anh) dayanan bir rivâyete göre de "Mirac'ta Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) üç şey verilmiştir: 1- Beş vakit namaz, 2- Bakara sûresinin son âyetleri, 3— Ümmetinden şirk koşmayanların büyük günahlarının affolunması (Sünenü'n—Nesâî Tercemesi, Kalem Yayıncılık, İstanbul 1981, Cilt: 1-2, Sayfa: 285) Bakara (2) sûresinin başında, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) indirilen şânı yüce Kur’ân-ı Kerîmin takva sahipleri için bir hidâyet olduğu belirtildikten sonra takva sahipleri de üstün vasıflar taşıyan ve ezcümle Allah'a (celle celâlühü) ve O'nun daha önce indirdiği Kitablara imân eden, hidâyete ve felâha eren kullar olarak tarif edilmişti. Ancak orada, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmeti için özellikle bir tâyin ve tahsis yapılmamış ve onların bu sıfatları taşıdıkları da sarahatle belirtilmemişti. Çünkü orada bu konuda bifki bir hüküm mevcut değildi. Ve onun Yani Bakara sûresinin ilk 5 âyetinden sonra da, açıkça kâfirlerle münafıkların hâlleri beyân edilmişti. Bundan sonra da çeşitli şeriatler, hükümler, öğütler, hikmetler, eski ümmetlerin haberleri ve ilâhî hikmetin gerektirdiği diğer konular zikredilmişti, işte bütün bunlardan sonra bu sûrenin sonunda bu üstün imân ehli açıklanıyor ve Allah (celle celâlühü) tarafından onların imânının kemâline ve itaatlerinin güzelliğine şahadet ediliyor. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu sûrenin başında (îman bölümünde) muhatab olarak, burada ise gıyaben zikredilmiştir. Çünkü asırlar boyu baki olan bir şahadete uygun üslub, kendisi için şahadet edilenin muhatab alınmamasıdır. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), burada, şanlı şerefli bir Kitab ve yeni bir şeriat sahibi olduğunu belirten risâlet (Resul) unvanıyla zikredilmesi, "bima ünzile ileyhi / kendisine indirilene.." ifâdesine bir hazırlık ve ilâve bir izah sayılır. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de, kendilerine imân edilen Peygamberlere dahildir. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Rabbi tarafından kendisine indirikne imânından murad, Kur’ân-ı Kerîm'de bulunan bütün şeriatlere, hükümlere, kıssalara, öğütlere, diğer Peygamberlerin hâkerine, ilâhî Kitablara ve şâir konulara ilişkin tafsik bir imândır. Kur’ân'ın ihtiva ettiği hükümlerin hakkaniyetine, verdiği haberlerin doğruluğuna ve benzeri hususlara imân etmekse, bu tafsıili imânın şubelerindendir. Burada icmali ifâde kullanılması "Âmene'r- resulü bimâ ünzile ileyhi / Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene imân etti" denmesi, onun makamını yüceltmek içindir. Fakat bu aynı zamanda Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) imânının, kendisine geien vahyin bütün tafsilât ve muhtevasını içerdiğinin bir başka suretle beyânıdır. ".. İleyhi min rabbihi / Rabbinden kendisine" ifadesiyle rubûbiyet unvanının zikri ve Rabb kelimesinin, Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yerini tutan zamire izafesi (Rabbinden denmesi), Peygamberimiz için büyük bir teşrif ve aynı zamanda Kur’ân'ın, kendisine vahyedilmesinin onun için ilâhî bir terbiye ve kemâle erdirme olduğuna dikkat çekmek içindir. B- "Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitablarına ve Resullerine imân ettiler ." Mü'minlerden maksad, bu isimle mâruf olan fırkadır. "Âmene / imân etti" fiilinin zamiri, mü'minlere râci'dir ve tekil vârıd olmuştur. Çünkü burada, "Hepsi boyunları bükük olarak O'na gelirler.)" (Neml 27/87) mealindeki âyette olduğu gibi maksud, toplanma mânâsına itibâr edilmeksizin, mü'minlerin her ferdinin imân etmiş olmasıdır. Bu cümlede üslubun, makablinden farklı oluşu, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) müşahede ve görgüye dayanan imânı ile mü'minlerin hüccet ve delilden doğan imânı arasındaki açık farkı te'kid ile bildirmek içindir. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) imânı ile mü'minlerin imânı, her yönden birbirinden farklıdır. Hattâ onları ifâde eden teritib biçimleri de birbirinden farklıdır. Burada isnad tekrarlanmış (Allah'a, meleklerine... îmân, hem mü'minlere, hem de hepsine); mü'minlerin her ferdinin, imânına hükmedilmiştir. Ama takviye ve te'kide muhtaç bir nevi kapalılık vardır. Daha açık bir deyişle mü'minlerin imânının anlam ve kapsamı şudur: Allah (celle celâlühü) birdir, O'nun ilâh ve mâbûd olarak eşi, ortağı yoktur. Melekler, Allah'ın ikramına mazhar olmuş (mükrem) kullarıdır. Allah Kitablarını insanlara melekler vâsıtası ile indirmiş ve Peygamberlerine onlar aracılığı ile vahyetmiştir. Ancak meleklere olan imânın mâhiyeti, onların kendi varlıklarının zâti hususiyetlerinden değil, fakat Allah'a olan izafetleri (aidiyetleri) itibariyledir. Nitekim bu husus, âyetin nazmındaki tertipten de anlaşılır. Allah (celle celâlühü), vaz'ettiği dinin emir ve nehiylerine kullarını, insanları irşad için Kitablar ve Resuller göndermiştir. Ancak mü'minlerin, Allah'ın (celle celâlühü) Kitablarına ve Resullerine olan bu imânı mutlak değildir. Burada o ilâhî Kitabların her birinin, Allah (celle celâlühü) katından belli bir Peygambere indirildiğine imân söz konusudur. Nitekim, "Deyin ki: - Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrâhîm'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve onların esbat (torunlar)ma indirilenlere, Mûsa ve İsâ'ya verilenlere ve Rabblerinden diğer nebilere verilenlere imân ettik. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız." (Bakara 2/136) mealindeki âyette de bu husus dile getirilir.38 38 Ebû Hüreyre tarafından rivâyet edildiğine göre Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice okuyup Müslümanlara Arapça açıklıyorlardı. Bu nedenle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):, "Lâ tüsaddekuu ehle'l-kitabi velâ tükezzibûhüm ve kuulû: Amenna billahi vemâ ünzile ileyna.. / Ehl-i Kitab'ı ne doğrulayın ne de yalanlayın; Allah'a inandık, bize indirilene de, İbrâhîm'e, İsmail'e, İshaak'a, Yakuub'a ve torunlarına indirilenlere; Mûsa'ya, İsâ'ya verilenlere ve bütün Peygamberlere Rabblerinden verilenlere imân ettik. Onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız. Biz Allah'a teslim olmuş Müslümanlarız; deyiniz, " buyurdu. (Tecridi Sarih Tercemesi ve Şerhi, Diyanet İşlen Başk. İkinci Baskı, Ankara 1972, Cilt: 11, Sayfa: 51) Mü'minlerin imânı, esasta belli bir ilâhî kitaba veya belli bir Peygambere mahsus ve münhasır değil fakat hepsine Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ona indirilmiş olan Kitaba da şâmildir. Nitekim zikredilen âyet-i kerîme (Bakara 2/136) de bu hakikati ifâde eder. Ancak bu imân, eski ilâhî kitabların hüküm ve şeriatlerınin hâlen tamamen veya kısmen geçerli ve bu geçerliliğin o kitablara izafetle, o kitablara müstenid olmasından değildir. Çünkü eski semavî kitabların her birinin kapsadığı hükümler, başka bir semavî kitab gelip onu neshedinceye (geçersiz kalıncaya) kadar hak ve sabittir. Eğer bu kitabların şeriat ve hükümlerinden şimdiye kadar neshedilmemiş bazı kısımlar kalmışsa bunların, kıyamete kadar neshten masun ve mahfuz bulunan Kur’ân'ın hükümlerinden madût olmasındandır. Daha önce geçen; "Yüzlerinizi doğu ve batı yönlerine çevirmeniz birr (hayır, erginlik) değildir. Fakat asıl birre (hayr) erenler; Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitablara, Peygamberlere imân ederler..." (Bakara 2/177) mealindeki âyette görüldüğü gibi, burada âhiret gününe imân zikredilmemiştir. Çünkü bu imân da, Allah'ın Kitablarına olan imânın şümulü içindedir. "Kütübihi / O'nun Kitabları" kelimesi, bir kırâete göre "Kitabini / O'nun Kitabı" şeklinde de okunmuştur. Buna göre kitabtan murad ya Kur’ân-ı Kerîm'dır ya da; "İnsanlar (evvelce) bir tek ümmet (ümmet-i vahide) idi. Sonra Allah, mübeşşir (müjdeleyici) ve Münzir (korkutucu, uyarıcı, inzar edici) olarak Peygamberler gönderdi. Onlarla beraber ihtilâfa düştükleri konularda insanlar arasında hülmıetmek üzere hak olarak Kitab da indirdi." (2/213) mealindeki âyet-i kerîmede betirtildiği gibi kitab cinsinden bir tebliğdir. Cins ile çoğul arasındaki fark şudur: Cins, daha çok cinsin fertleri için, çoğul ise cinsin çoğulları için kullanılır. Bundan dolayı "kitabın cinsî, kitabın çoğulundan daha kapsamlıdır" denir. "Ve kütübihi ve rusulihi / Kitablarına ve Peygamberlerine" ifâdesi, daha önce geçen "Bima ünzile ileyhi min rabbihi // Rabbinden kendisine indirilene" ifâdesindeki icmale bir nevi açıklamadır. Mü'minlerin imânı konusunda âyette zikredilen unsurlarla iktifa edilmesi mü'minlerin her birinde mevcud icmâlî imân için bunun yeterli olduğunu, bildirmek içindir. Fakat bu asgarî imânın hiçbir zaman ziyâdeleşmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü tafsili imân mertebelerinde mü'minlerin, imân seviyeleri ve dereceleri arasında zorunlu olarak büyük farklar vardır. Zira hikâyedeki (mü'minlerin imânının anlatimındaki) icmal, hikâye edilen o imânın da icmali olmasını gerektirmez. Nitekim bu âyette, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) imâm hikâye edilirken, "Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene imân etti." buyrulmak suretiyle icmal yapılır. Oysa Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) îmânı, Rabbinden kendisine indirilen şeylerin büyüklerinin de, küçüklerinin de tafsilatına taallûk ettiği açık bir gerçektir. Bu âyette imânın unsurları olarak zikredilenler, ancak Alîm (her şeyi bilen) ve Habîr (her şeyden haberdar) Allah'ın vaakıf olduğu gaaib şeylerdendir. Bunlara imân, bu sûrenin başında zikredilen gaybe imânı tasdik için birer kıstas olmuştur. Bu âyette söz konusu olan Allah'ın (celle celâlühü) kitablarına imân, sûrenin başında vârıcl olan, "Onlar (takva sahibi olanlar), sana indirilene ve senden önce indirilenlere de inanırlar." (2/4) mealindeki âyette zikredilen imâna işaret eder. Bu izah şekli, Kur’ân'ın yüce şânına lâyık olan ve ona yaraşan yorumdur. Bunun dışında, "ve'l-mü'minûne / mü'minler de" kelimesini, âyetin başındaki "c'r- Resulü / Resul" kelimesine atfetmek de caiz sayılmıştır. Buna göre âyeti okurken "ve'l-mü'minûn / mü'minler de" kelimesi sonunda vakıf yapılır (kelimenin sonundaki hareke okunmayarak biraz durulur). O takdirde mânâ şöyle olur: "Peygamber ve mü'minler, Rabbinden kendisine indirilene imân ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitablarına, Peygamberlerine imân ettiler." Ancak bu tefsire göre, imân konusunun (Rabbinden kendisine indirilen), matuftan (mü'minler kelimesinden) önce zikredilmiş olması, imânın şânına olan ilgiden ve bu imânda, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) imânının asıl olduğunu zımnen bildirmek istenmiş olmasındandır. Ancak bu ikinci tefsir şeklinde, birıncisindeki kemâl ve Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) şânını yüceltmek, imânını tâzîm etmek anlamı olmadığı gibi, âyetin nazm-i kerîminin mükemmeliyeti de ihlâl edilmiş olur. Çünkü eğer âyette zikredilen her iki imân gerek bizatihi imân olarak, gerekse tafsilata taallûku itibarıyla, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şânına lâyık bir imân olarak alınırsa, bu imânın, Peygamberimiz'den (sallallahü aleyhi ve sellem) başkasına isnadı imkânsız olur ve böylece imânın tekrar zikredilmesinin bir anlamı kalmaz. Yok eğer bu iki imân, ümmetin bütün fertlerinin şânına lâyık (herkesin seviyesinde) bir imân anlamında alınırsa, o zaman da, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce kadri tenzil edilmiş olur. Bu ıkı imân, zât olarak da tafsilata taallûk eden imân olarak da, nisbet edildikleri her şahsın seviyesine uygun bir imân olarak alınırsa; başka bir deyişle bu iki imân, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) nisbetle, bütün tafsıilî ve ayanı (açık) bir imân; ümmetin fertlerine nisbetle, onların hâline uygun icmali veya tafsıilî bir imân olarak alınırsa, bu apaçık bir zorlama yorum olur ki, Kur’ân sahasını benzerlerinden temizlemek gerekir. C- "Biz Allah'ın Resulleri arasından hiçbirini ayırmayız ." Gerçek imân sahibi mü'minler şunu derler: "- Biz bir kısmına imân, bir kısmını da inkâr etmek suretiyle peygamberler arasında ayırım yapmayız; fakat her birinin risaletinin doğruluğuna inanırız." Mü'minlerin, imânlarını bu suretle takyid ve tahsis etmeleri, hakkı ortaya koymak ve iki Ehl-i Kitab'ın (Yahudiler ile Hıristiyanların) hatâlarını açıklamak içindir. Nitekim her iki Ehl-i Kitab da, Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) inkâr noktasında birleşmişlerdir. Ayrıca Yahudiler, İsa'yı (aleyhisselâm) da inkâr etmişlerdir. Kaldı ki, mü'minlerin bundan asıl maksadları, onların inkâr ettikleri Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) risâletine olan imânlarını açıklamaktır; yoksa Ehl-i Kitab'ın inandıkları hususlarda onlara muvafakatlerini belirtmek değildir. İşte gördüğün gibi, âyetin anılan kısmını söyleyenler, Peygamberler arasında ayırım yapmayız" diyenler özellikle mü'minlerdir. Çünkü bu sözlerin Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) isnad edilmesi, yani onun: "-Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız" diyerek bununla, imânını açıklamak ve dâvasında kendini onaylamak istemesi mümkün değildir. Mü'minlerin, ilâhî kitablar arasında da bir ayırım yapmadıklarından söz edilmemiştir. Çünkü zikredilen husus, bunu zaten içermektedir. Bu gerekirlik iki taraflı, olduğuna göre bunun aksi zuhur etmemiştir. Çünkü ayırımda asıl olan Peygamberlerdir. Ayırımı yapanların kitabları inkâr etmeleri, Peygamberleri inkâr etmelerindendir. Âyetteki külliyet (hepsi) mânâsına nefirden (ayırım yapmayizdan) sonra itibâr edilmek, bunun aksi olmamalıdır. Çünkü burada maksad, nefyin şâmil olması (hepsini kapsamasi)dır, yoksa şümulü (kapsamın hepsini) nefyetmek değildir. "- Biz, Allah'ın Resulleri arasından hiçbirini ayırmayız." ifâdesinde, hangisi olursa olsun Peygamberlerden biri ile diğerleri arasında ayırım yapmamak gereğine sarahatle delâlet vardır. Ama "ahad / hiçbiri" kelimesi olmaksızın yalnız, "- Allah'ın Peygamberleri arasında ayırım yapmayız." mealinde bir ifâde vârid olsaydı, söz konusu mânâya bu kadar sarih delâlet olmazdı. Bu âyete benzedik arz eden; "Biz Allah'a; bize indirilene; İbrâhîm'e, İsmail'e, İshaak'a, Yakuub'a ve onların esbat (torunlar)ına indirilenlere; Mûsa ve İsa'ya verilenlere ve Rabblerinden diğer nebilere verilenlere imân ettik. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız ve biz O'na teslim olmuş Müslümanlarız." (Bakara 2/136) mealindeki âyette, Peygamberler, "minhüm / onlardan" zamiri ile ifâde edilmiş iken, burada "ve kütübihi ve rusulihi"den sonra zamir kullanılmayıp "min rusulihi / O'nun Resullerinden" ifâdesinin tercih edilmesi, 1- ya meleklerin de bu hükme dahil olduğu vehmini bertaraf etmek (çünkü daha önce âyette meleklerin de zikri geçtiği için, zamir kullanılması hâlinde zamirin melekleri de kapsadığı vehmi doğabilirdi), 2- ya aralarında ayırım yapmamanın sebebini zımnen bildirmek (çünkü Resuller kelimesi kullanıldığından, hepsi de Resul olduğu için aralarında ayırım yapmayız, anlamı ifâde edilmiş olur), 3- ya da ayırım konusuna imada bulunmak içindir. Çünkü esas olan, Peygamberler arasında peygamberlik (risâlet) bakımından hiçbir ayırma yapmamaktır fakat bu Peygamberlerin şahsiyet ve nübüvvette bazı özel farklılıklarla temayüz etmedikleri anlamına gelmez. Ç- "İşittik ve itaat ettik ." Bu cümle, daha önce geçen "âmene / imân etti" cümlesi üzerine atıftır. ("İman etti" ifadesinde tekil kipi kullanıldığı hâlde) burada çoğul kipinin kullanılması, (lâfız değil, ) mânâ ciheti gözetildiği içindir. (Yani imân etti fiilinin de, dediler fiilinin de faili küll — hepsi'dir; birinci fiilde lâfız, ikincisinde ise mânâ ciheti gözetilmiştir. Çünkü küll / hepsi, mânâ itibariyle çoğuldur.) önce mü'minlerin imânı, daha sonra bu cümlede de onların ilâhî emirlere uygun hareketleri anlatılmıştır. Mü'minler, ilâhî buyruklara uyduklarını ifâde etmek üzere şöyle demişlerdir: "- Biz, gelen hak vahyi anladık, onun doğruluğuna yakînen imân ve bu vahyin içerdiği emirlere ve yasaklara itaat ettik." Bir görüşe göre de bu cümle, "- Biz, senin dâvetine icabet ve emrine itaat ettik." demektir. D- "Ey Rabbimiz! Senden bağışlamanı dileriz. Dönüş ancak Sanadır; dediler." Daha açık bir deyişle: "- Ey Rabbimiz! Sonsuz mağfiretinle bizleri bağışla yahut daha önceki, geçmiş günahlarımızı (mütekaddim zünûbumuzu) ve beşer olarak tamamen arınamayacağımız taksiratımızı mağfiret eyle." diye duâ ettiler. "Semi'na ve ata'na / işittik ve itaat ettik" ifâdesi, mağfiret talebinden önce zikredilmiştir. Çünkü, vesileyi meskilden (istenen, taleb edilenden) önce zikretmek, icabet ve kabul için daha uygundur. "Rabbena / Ey Rabbimiz" hitabiyle rubûbiyet unvanının zikredilmesi ve bunun mü'minlerin yerini tutan zamire izafe edilmesi, yalvarıp yakarmayı mübalağa ile ifâde etmek içindir. Önünde sonunda ölümle ve ondan sonra yeniden dirilme ile nihaî dönüş yalnız Allah'adır. Bu cümle, makabli için bir zeyl olup kulların ilâhî mağfirete olan ihtiyaçlarını açıklar. Çünkü Allah'a dönüş, hesap ve ceza (karşılık bulmak) için olacaktır. |
﴾ 285 ﴿