54

"Yoksa onlar, Allah'ın fadlın (lutfun)dan insanlara verdiklerine hased mi ediyorlar? Oysa Biz İbrâhîm hanedanına Kitab ve hikmet vermiştik ve onlara pek büyük bir mülk de vermiştik."

A- "Yoksa onlar, Allah'ın fadlın (lütfün)dan insanlara verdiklerine hased mi ediyorlar."

Bundan önce Yahudiler zikredilen o kötü vasıflarından dolayı kınanmışlardı. Şimdi burada da hasedleri sebebiyle kınanıyorlar.

Hased, sıfatların en kötüsü ve en çirkinidir. Özellikle Yahudilerin lâyık olmaktan uzak oldukları nimetleri kıskanmaları daha da kötüdür.

"Nâs/ insanlar" dan murad, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minlerdir. Ancak bundan yalnız "kemâlât-ı beşeriyeye sâhib olmaları hasebiyle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minler insandır; başkası değildir" anlamını çıkarmak elbette doğru değildir. Böyle bir yorum bundan sonra gelecek Al-i İbrâhîm kelâmı ile de bağdaştırılamaz. Bu kelâmın zikredilmesi, İlâhî lütfa liyakatta her iki fırkanın da ortaklığını belirten ilgiyi hatırlatmak içindir.

Âyetteki istifham, vakti inkâr ve takbih içindir. Zira Yahudiler, Tevrat'ta gönderileceği va'dedilen son Peygamberin, kendi içlerinden çıkacağını umuyorlardı. Sonra Allah (celle celâlühü) bu şerefi başkalarına tahsis buyurunca, Yahudiler onlara hased etmeye başladılar.

Bu soru daha açık bir ifâdeyle şöyle de sorulabilir:

"- Yoksa o Yahudiler, Allah'ın (celle celâlühü) insanlardan, bir zaman bir topluma bir zaman da diğer bir topluma (yevmen fe yevmen) lütfün dan Peygamberdi:, Kitab, fazla izzet ve nusret verdiği için mı onlara hased ediyorlar?"

B- "Oysa Biz, İbrâhîm hanedanına Kitab ve hikmet vermiştik ve onlara pek büyük bir mülk de vermiştik."

Bu ifâdeler, inkâr ve takbihin sebebini açıklamakta, kendilerince müsellem olan bir hakikat ile onları ilzam etmekte ve onların hased ve yadırgama maddesini tamamen kesip atmaktadır. Çünkü onların hased ve yadırgamaları, kıskandıkları kimselerin, kendilerine verilen fazilete lâyık olmadığını vehmetmelerinden kaynaklanıyordu, ilâhî lütfa mazhar olanların, büyükten büyüğe veraset yoluyla buna lâyık oldukları beyân edilmek sûredyle, vehimlerinin tamamen yersiz olduğu isbat edilmiş oluyor.

"Âteyna / vermiştik" fiilinde, daha önce kullanılan gaaib sıygası terk edilerek büyük hakanların ifâde tarzının (Biz zamirinin) kullanılması, bu hususa son derece ilgi gösterildiğini bildirmek içindir. Bu cümle ile anlatılmak istenen gerçek şudur:

"Onların hasedleri, son derece çirkin ve bâtıldır. Çünkü bundan önce Biz, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in selefleri veya amca çocukları olan İbrâhîm hanedanına da Kitab ve Peygamberlik vermiştik ve bunların yanı sıra onlara son derece büyük bir hükümranlık da bahsetmiştik. O hâlde onlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in nübüvvetini nasıl yadırgıyor ve kıskanıyorlar?"

Vermek fiilinin mükerrer olarak kullanılması lütuf ve ihsan makamının gereğidir. Bir de, nübüvvet ile hükümdarlığın farklı şeyler olduğunu zımnen bildirmek içindir.

1- Eğer vermek fiilinden, bizzat vermek maksûd ise Al-i İbrâhîm'den gelen Peygamberler söz konusu olur ve ikinci verme fiilinin "onlara" zamirinden de onlardan bazıları kasdedilmiş bulunur. Çünkü hükümranlık hepsine verilmemiştir.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki:

"Âl-i İbrâhîm'e verilen mülkten murad, Yûsuf (aleyhisselâm), Davud ve Süleyman (aleyhisselâm) ın hükümdarlıklarıdır."

2- Eğer vermek fiilinden maksûd, gerek bizzat gerek bilvasıta vermeyi kapsayan genel bir mânâ ise- ki bu makama ve mâkabkne en uygun olan da budur; çünkü mâkablinde, insanlara lütûfta bulunulduğu belirtilmektedir- o takdirde Al-i İbrâhîm'den murad, hepsidir. Çünkü nübüvvet ve hükümranlık verilmek suretiyle bazılarının şereflendirilmesi, hepsinin şereflendirilmesi demektir. Çünkü hepsi hükümranlık eserleriyle ilgilenmiş ve nübüvvet nurundan faydalanmıştır.

54 ﴿