96"Kendi katından dereceler, mağfiret ve rahmet vermiştir. Allah, bağışlaması bol (Gafur)dur, çok merhamet edici (Rahîym)dir." Buradaki "derecât — dereceler" kelimesi, bundan önce zikredilen pek büyük mükâfatı ve üstün kılmanın kemiyetini açıklar. "Mınhü - Kendi katından" ifâdesi de, bu derecelerin azametine ve şânının yüceliğine delâlet eder. İbni Muhayriz (radıyallahü anh) diyor ki: "Bu dereceler yetmiş basamaktır ve her iki derece arasındaki mesafe en yürük atın süratiyle yetmiş senedir." Tabiînden Süddî'ye göre: "Bu dereceler, yedi yüz basamaktır." Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) den rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allahü teâlâ, kendi yolunda cihad edenler için cennette yüz derece hazırlamıştır. Eler iki derece arasındald uzaklık, yer ile gök arası kadardır." "Derecât / dereceler" kelimesi, fiilin mânâsını pekiştiren mas dar olarak da (onları oldukça üstün kılmıştır, anlamında) kabul edilebilir. "Mağfiret / bağışlama" kelimesi de bu mükâfatın bedeli veya karşılığı olarak yer alan bir açıklamadır. Ancak bu, bir kısmın, bütünün (küllün) bedeli olması kabilindendir. Çünkü bu mükâfatın diğer bir kısmı da, mağfiret babından değildir. (Bu itibârla mükâfat, mağfiretten ibaret değildir.) Yani onların işledikleri öyle günahlar mağfiret olunur ki, bu günahlar, savaşa katılmayanların kazandıkları sevapların kefaret olabildiği günahlar değildir. Zira mücâhidlerin hususiyetlerinden olan mağfiretin böyle olması gerekir. "Rahmet" kelimesi de, tıpkı anılan "derecât /dereceler" gibi, mükâfata bedel bir açıklamadır. Mağfiret ve rahmet kelimelerinin, kendi köklerinden mukadder (gizli) birer fiilin mef'ûlü (tümleci) oknaları da caizdir. Bunun anlamı şudur: "O, onları mağfireüyle mağfiret ve onlara ralımeüyle rahmet buyurmuştur." Bundan önceki âyette, "tafdîl / üstün kılma" fiilinin, - birbirine atıf yoluyla tekrar -ki atıf yoluyla tekrar, mutlaka farklı olmalarını gerektirir- edilmesi, - kelâmın ve nazmın güzelliğinin gereği olarak, "üstün, kılınan / mufaddal" ile "kendilerinden üstün kılınan / mufaddal aleyh" değişmediği hâlde; - birinci tafdîlde sadece "derece", - ikinci tafdîlde ise "derecât / dereceler" kelimesinin kullanılmasının sırrı şudur: - Ya bu iki tafdîl fiili, derece ile derecât kelimeleri arasındaki vasfı farklılık, zatî farklılık gibi kabul edilmiştk ve mânâya daha fazla vuzuh vermek için önce ibhâm, sonra tefsir uygulanmıştır. Nitekim: "Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla beraber îmân edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık; onları ağır bir azabtan kurtardık." (Hûd 11/ 58) meâlindeki âyette de, ibhâmdan sonra tefsir uygulaması vardır. Sanki şöyle denmiştir: Allah, mücâhıdleri, evlerinde oturanlardan, takdiri ve mâhiyetinin kavranması imkânsız bir derece ile üstün kılmıştır. Ve iki fırka arasındaki büyük fark, evlerinde oturanların tamamen mahrumiyetlerini vehmettirince, "Hepsine de cennet va'detmiştir — Ve küllen vaa'de-llâhüi-hüsna" cümlesi ilâve edilmiştir. Sonra da derece kelimesinin nekire olmasından kaynaklanan ibhamın tefsiri cihetine gidilmiştir. Ve mübarek ne de güzel açıklık getirmiştir. - Ya da anılan iki tafdîl fiili, derece ve derecât kelimeleri, farklı anlamlara gelmektedir. Bu takdirde: 1- Birinci tafdîlden (üstün kılmaktan) murad, Allahü teâlâ'nın dünyada mücâhıdlere bahşettiği ganimet, zafer ve güzel bir şöhret olur ki bunlar gerçekten bir derece sayılmaya lâyıktır. 2- İkinci tafdîlden murad da Allahü teâlâ'nın âhirette mücâhidlere bahşedeceği sayısız yüksek derecelerdir. Nitekim birincinin takdimi, ikincinin tehiri ve ikisinin arasında cennet va'dmin zikredilmesi de, bunu zımnen bildirir niteliktedir. Özetle: Allahü teâlâ, mücâhidleri, evlerinde oturanlardan dünyada bir derece, âhirette ise sayısız derecelerle üstün kılmıştır. Ve ikisinin arasında da cennet va'dedilmıştir. Böylece her iki fırkanın da hâlleri açıklığa kavuşturulmuş ve üstün kılınmayan fırkaya acele bir teselli getirilmiştir. "Allah, cümle ilim sahiplerinden çok daha iyi bilir." İşte bu, mücâhidlerle mazeretleri olmadan evlerinde oturup cihada çıkmayanlar arasındaki farktır. Bu sıfatın mefhûm-i muhalifinden hareketle nefyden (olumsuzluktan) gelen istisnanın isbat olduğunu söyleyenlere göre ise özür sâhıbı olanlar mücâhidlere eşittir. Bu kanıda olmayanlara göre, nass ibaresinin buna delâleti yoktur. Ancak rivâyet olunduğuna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) mücâhidlere şöyle buyurmuştur: "Siz arkanızda Medine'de öyle topluluklar bıraktınız ki, nereye vardıysanız, hangi vadiyi geçtiyseniz, onlar muhakkak sizinle beraber idiler." Onlar, iyi niyetli, güvenlik ve gönülden cihadı arzuladıkları hâlde sefere manı mazeretleri olan kimselerdi. Söz konusu bu hadis diğer bir ibare ile şöyledir: "Medine'de öyle topluluklar var ki, yolda siz nereye vardıysanız ve hangi vadiyi geçtiyseniz, onlar da muhakkak orada sizinle beraber idiler." Ashâb sordular: "- Ya Resûlallah! Onlar Medine'de oldukları hâlde mi ?" Resûlüllah da: "Evet onlar Medine'dedir ; fakat özürleri, onları bahsetmiştir."buyurdu. Müfessirler derler ki: Bu eşitliğin, mazeretten başka bir şartı daha vardır; o da Tevbe (9) sûresinin 91. âyetinde zikredikr: "Allah ve Resulü için insanlara öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve harcayacak bir şey bulamayanlara (cihaddan geri kalmaları sebebiyle) günah yoktur." (Tevbe 9/ 91) Diğer bir görüşe göre ise, âyette geçen birinci oturanlar, mazeret sahibleri, ikinci oturanlar da başkalarıdır. Ancak bu tefsir âyetin nazmında açık bir dağınıklığa yol açar. Hiç şüphesiz mazeretleri olanlar, diğerlerinden bir derece üstündür. Ama dünyevî dereceye göre onların mücâhidlerin derecesinden aşağı olduklarında da hiç şüphe yoktur. (Zira onlara ganimetten pay verilmez.) Allah'ın bağışlaması bol (Gafur) ve çok merhametli (Rahîym) olduğu cümlesi açıklayıcı bir zeyl mahiyetindedir. |
﴾ 96 ﴿