12"Andolsun ki Allah, İsrâioğullarından mîsak (kesin söz) almıştı. İçlerinden on iki nakib seçmiştik. Ve Allah şöyle buyurmuştu: "- Ben muhakkak sizinle beraberim. Eğer Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, Peygamberlerime îmân eder, onları desteklerseniz ve Allah'a güzel bir borç verirseniz günahlarınızı mutlaka örter ve sizi, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Fakat bundan sonra sizden kim inkâr ederse dümdüz bir yolda sapmış olur." A- "Andolsun ki Allah, Isrâiloğullarından mîsak (kesin söz) almıştı ." Bu istinafî kelâm, Isrâiloğullarının hıyanetleri, verdikleri sözden caymak, kesin ahdi bozmak gibi hataları ile bu yüzden uğradıkları sıkıntıları ihtiva eder. Bunun zikrinden amaç, mü'minlerin; Allahü teâlâ'nın nimetlerini her zaman hatırlamalarını, kendilerinden aldığı ahde riayet etmelerini sağlamak, ve onları ahdi bozmaktan sakmdırmaktır. Eğer bundan önceki âyet, zikredilen rivâyette anlatıldığı gibi, Benî Kureyza'nın Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)e yapmayı düşündükleri suikasta işaret ediyorsa, bu kelâm, ahde vefasızlık ve hiyanetin Yahudilerin eski bir âdeti olup seleflerinden kendilerine miras kaldığını belirtmek suretiyle konuya açıklama getirmek amacına yöneliktir. Burada da zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi, mehabeti arttırmak, misâkı ağırlaştırmak, nakz-ı mîsakın korkunçluğuna işaret etmek ve istinaf cümlesinin gereği olan makablinden bağımsızlık durumunu gözetmek içindir. B- "İçlerinden on iki nakıîb seçmiştik" Burada "bea'sna / seçtik" buyrulmak suretiyle fiil kipinde "Biz" haline geçilmesi; ya ifadede azamet ve ululuk belirtmek, ya da nakîblerin seçilmesi, Mûsâ (aleyhisselâm) vasıtasıyla gerçekleştiği içindir. "Nakıîb" kelimesi, "nekabe-" araştırmak, incelemek, teftiş etmek" ten müştaktır ve müfettiş, reis, müdür demektir. Nitekim Kaf (50) sûresinin 36. âyetinde: "Fenakkabû fı'l-bılâdi / memleketleri araştırmışlar" cümlesinde teftiş anlamında kullanılır. Rivâyet olunduğuna göre Allahü teâlâ Fir’avun’un helakinin ardından İsrâiloğullarına Şam topraklarında bulunan Eriha'ya gitmelerini emretti. O zamanlar orada Ken'anlı Cebabire (Amalika'nın zorba kavimleri) oturuyorlardı. Allahü teâlâ, Mûsâ (aleyhisselâm) vâsıtasiyle İsrâiloğullarına: "- Ben o toprakları yurt ve vatan olarak size yazdım (İnnî ketebtüha leküm daran ve kararan); siz artık oraya çıkın (fahrucû ileyha) ve o topraklarda bulunanlara karşı savasın (ve câhidû men fîha); şüphesiz Ben size yardım edeceğim (ve innî nâsıiruküm)" buyurdu. Ve Allah (celle celâlühü), Mûsa'ya emirlerine bağlı kalmalarını sağlamak için Isrâiloğullarının her sıbtından, onlara kefil olacak emin bir nakib seçmesini emretti. Mûsâ (aleyhisselâm) da, onlardan nakîbler seçti. Isrâiloğullarından mîsak aldı ve nakîbleri de kefil gösterdi. Sonra onları alıp yola çıktı. Nihayet Mûsâ İsrâiloğulları ile birlikte Ken'an bölgesine yaklaşınca, düşman hakkında istıhbarî bilgi toplamak için nakîbleri düşman toprağına gönderdi. Onlar da düşman topraklarında çok iriyarı, güçlü kuvvetli insanlar gördüler ve korkuya kapılarak geri döndüler. Gördüklerini de kendi kavimlerine anlattılar. Oysa Mûsâ (aleyhisselâm), bunu yasaklamıştı. Böylece mîsakı bozmuş oldular. Yalnız Yahûzâ Sıbtının nakîbi Kâleb b. Yukna ile Efrayım b. Yusuf el-Sıddîk Söâ Sıbtımn nakîbi Yûşa b. Nûn, iltisaklarını bozmadılar. C- "Ve Allah şöyle buyurmuştu:"- Ben muhakkak sizinle beraberim ." Allahü teâlâ, o zaman yalnız İsrâiloğullarına hitab etti. Çünkü teşvik ve uyarıya muhtaç olan onlardı. Nitekim âyetteki iltifat da bunu gösterir. İsm-i celılin zahir olarak zikredilmesi, mehabeti arttırmak ve bu kelâmın zımnen ifade ettiği va'di tekid etmek içindir. Cenab-ı Allah onlara dedi ki: "- Ben şüphesiz, yalnız nusretimle değil, fakat ilmim ve kudretimle de sizinle beraberim. Sizin sözlerinizi işitirim; yaptıklarınızı görürüm ve kalblerinizdeki sırları da bilirim; onun için hepsinin karşılığını size vereceğim." Diğer bir görüşe göre, Allahü teâlâ'nın Isrâiloğullarından aldığı mis âk, îmân ve tevhid mis âkı dır ve nakîblerden de maksat, İsrâiloğullarının hallerini gözeten, emirler, yasaklar ve adaleti sağlamak suretiyle onları yöneten İsrail hükümdarlarıdır. Âyetin bundan sonraki bölümüne en münasip düşen mânâ da budur. Ç- "Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı, verir, Peygamberlerime îmân eder, onları desteklerseniz ve Allah'a güzel bir borç verirseniz günahlarınızı mutlaka örter ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere koyarım." Burada peygamberlerden maksad, bütün peygamberlerdir. Namaz kılmak ve zekât vermek, îmâna terettüp eden fer'î ameller oldukları halde âyette îmân, onlardan sonra zikredilmiştir. Çünkü onlar, bazı Peygamberleri tekzib ettikleri halde namaz ve zekâtın vücûbunu kabul ediyorlardı. Bir de, Peygamberlere îmân ile onları desteklemenin bir arada ifadesi için îmân onlardan sonra zikredilmiştir. "Ta'zîr" kelimesinin asıl mânâsı, savunmaktır. Bir görüşe göre de, tazim ve hayır ile anmaktır. Allahü teâlâ için güzel borç (karz-ı hasen) vermek, hiçbir dünyevî menfaat gözetmeksizin hayır yolunda harcamalarda bulunmaktır. D- "Fakat bundan sonra sizden kim inkâr ederse dümdüz bir yolda sapmış olur." Kesin olarak îmânı gerektiren o büyük va'de bağlanmış tekıdli şarttan sonra sizden kim, Peygamberlerimi veya şart cümlesi içinde sayılanlardan birini inkâr ederse, o apaçık ve dümdüz bir yolda sapmış, asla özür kabul etnıeyen fahiş bir hataya düşmüş olur. Ondan önce inkâr edenler ise böyle değildir; çünkü onların şüphesi olabilir ve özürleri vehmedilebilir. Küfürden maksad, îmândan sonra küfrü ihdas etmek (Müslüman iken kâfir olmak) değil, fakat kâfir olanın küfrü sürdürmesi anlamını da kapsayan genel bir mânâdır. Yani ondan sonra sizden kim, küfür vasfını taşırsa... Şu var ki, âyetin, ycni bir küfre delâlet eden ifadesinden, onların küfürde ileri gitmeleri halinin kasdedıldiği anlaşılmaktadır. Zira bir vasfı tamamen ortadan kaldırmayı gerektiren bir durum hasıl olduktan sonra o vasfı taşımak, her ne kadar eskiyi sürdürmek ise de, isim olarak yeni bir fiil ve taze bir iştir. |
﴾ 12 ﴿