15

"Kim hidâyet yolunu seçerse, ancak kendisi için seçmiş olur; kim de yoldan saparsa, yine ancak kendi aleyhine sapmış olur.

Zaten hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez. Biz bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz."

A- Kim hidâyet yolunu seçerse, ancak kendisi için seçmiş olur; kim de yoldan saparsa, yine ancak kendi aleyhine sapmış olur."

Bu kelâm, daha önce geçen Kur’ânin en doğru yola hidâyet edici olmasının ve amellerin sahiplerinden ayrılmayacağı beyanının fezlekesidir. Yani her kim, Kur’ânin hidâyetiyle hidâyet olur da, içerdiği hükümleri uygularsa ve yasakladıklarından da vazgeçerse, bu hidâyetinin menfaati yalnız kendi nefsine döner, kendine yarar sağlar; hidâyet buknayan başkasına sirayet etmez. Kim de Kur’ânin hidâyet ettiği yoldan saparsa, onun dalâletinin vebak de yalnız kendisine aittir; dalâlete düşen başkasına ait değildir. İşte bunun için amel sahibinden ayrılmaz.

B- " Zaten hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez."

Bu da ikinci cümlenin tekididir. Yani kendi günahlarının vebalini taşıyan bir kimse, başkasının günahının vebalini taşımaz ki, ikinci şahıs, kendi vebalinden kurtulabilsin ve günahkârla günah arasındaki bağlılığa halel gelebilsin. Sonuç olarak herkes, ancak kendi günahını yüklenir.

İşte "her insanın amelini onun boynuna doladık" âyetinin tahkiki budur. "Kim iyi bir işe aracılık ederse, onun da ondan nasibi olur. Kim de kötü bir işe aracılık ederse, onun da ondan nasibi olur." (Nisa 4/85) ve "Kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak taşımaları ve cehaletle saptırdıkları kimselerin günahlarından da bir kısmını yüklenmeleri için..." (Nahl 16/25) âyetlerinin, başkasının iyiliğinden faydalanmak ve onun kötülüğün dan zarar görmek hususu ise, hakikatte kendi iyiliğinden faydalanmak ve kendi kötülüğünden zarar görmektir.

Zira amel sahibinin yaptığı iyilik ve kötülüğün karşılığı kendisine aittir. Aracıya erişen ise, onun aracılığının karşılığıdır; yoksa asıl iyilik ve kötülüğün karşılığı değildir. Keza, dalâletin karşılığı da sapkınlara mahsustur. Saptıranlarin yüklendikleri ise, saptırmanın karşılığıdır; yoksa dalâletin karşılığı değildir.

Bu konuda (yukarıda belirtildiği gibi) tekidin ikinci cümleye tahsis edilmiş olması, onların boş umutlarını kesmek içindir. Zira onlar, iddia ediyorlardı ki, eğer kendileri hak üzerinde değiller ise, bunun sorumluluğu, taklit ettikleri seleflerine aittir.

B- "Biz bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz."

Bundan önce hidâyetle dalâletin sonuçlarının sahiplerine mahsus olduğu, hidâyet bulan kimsenin kendi hidâyetinin semerelerinden mahrum kalmayacağı ve hiç kimsenin başkasının cinÂyetinden sorumlu tutulmayacağı beyan edildikten sonra, burada da ilâhî inayet beyan edilmektedir.

Yani üstün hikmetlere bina edilmiş olan sünnetimizde, yahut geçmiş hüküm ve takdirimizde, sadece akıl ıdrakiyle iktifa ederek, indirilmiş kitapta beyan edildiği veçhile, kendilerine hakkı gösterecek, onları dalâletten alıkoyacak, hüccetleri ikame edecek ve prensipleri ortaya koyacak bir peygamber göndermedikçe, dalâlet ve azap ehline azap etmek diye bîr şey asla olamaz.

Şeyh Ebû Mansur el-Mâtürîdî'nin de dediği gibi, bu azaptan murat, onları tamamıyle yok etme cezasıdır. Ondan sonra gelen cümleye uygun anlam da budur. Yahut dünyevî azabı da, uhrevî azabı da kapsayan ve tamamiyle yok etme azabının çeşitlerinden biri olan azap cinsi murat edilmektedir.

Azaptan murat ne olursa olsun, "bir peygamber göndermedikçe" ifadesi, azabın mutlak olarak hiç olmayacağını bildirmek için değil, bunun tahakkukundan önce olmayacağını bildirmek içindir. Yoksa uhrevî azabın Peygamber geldikten sonra hemen vaki olması mümkün olmadığı gibi, dünyevî azab da, onu gerektiren ahlâksızlık ve isyandan sonra ancak hâsıl olur. Nitekim malûm olduğu üzere bu azap, Nûh kavmine, bin seneye yakın bir zaman gecikmek olarak gelmiştir.

15 ﴿