11"Mûsâ'nın haberi sana ulaştı mı? O, bir ateş görmüştü de, ailesine: «Durun, ben bir ateş gördüm, ya ondan size bir kor getirir, ya da ateşin yanında bir yol gösteren bulurum» demişti. Musa ateşin yanına gelince: «Ey Musa!» diye seslenildi." Abdurrezzâk, Abd b. Humeyd ve İbn Ebî Hâtim'in bildirdiğine göre Katâde: (.....) âyetini: "Gözüme bir ateş ilişti" şeklinde açıklamıştır, (.....) âyetini da: "Bana yolu gösterecek birini bulurum" şeklinde açıklamıştır. İbn Ebî Hâtim'in bildirdiğine göre İbn Abbâs: (.....) âyetini açıklarken şöyle demiştir: "Belki orada yolu bana gösterecek birini bulurum, anlamındadır. Zira kıştı ve yollarını kaybetmişlerdi." İbnu'l-Münzir'in bildirdiğine göre İbn Abbâs: (.....) âyetini: "Bana yolu gösterecek birini bulurum" şeklinde açıklamıştır. İbn Ebî Şeybe, Abd b. Humeyd ve İbnu'l-Münzir'in bildirdiğine göre Mücâhid: (.....) âyetini: "Bana yolu gösterecek birini bulurum" şeklinde açıklamıştır. Abd b. Humeyd'in bildirdiğine göre İkrime: (.....) âyetini: "Bana suyun yerini gösterecek birini bulurum" şeklinde açıklamıştır. Ahmed Zühd'de, Abd b. Humeyd, İbnu'l-Münzir ve İbn Ebî Hâtim, Vehb b. Münebbih'ten bildirir: Hazret-i Mûsa uzaktan ateşi görünce ona doğru yöneldi. Ona yakın bir yerde durunca çok büyük bir ateş olduğunu gördü. Bu ateş Ullayk (böğürtlen) denilen ve yemyeşil olan bir ağaçtan çıkıyordu. Gördüğü kadarıyla da bu ateş gittikte alevlenip çoğalıyordu. Ateşler içinde bu şekilde yanmasına rağmen de ağaç giderek yeşillenip güzelleşiyordu. Durup izlemeye başladı ki ağacın bu durumunu neye yoracağını da bilmiyordu. Daha sonra ağacın bir şekilde yandığını veya ona değen bir ateş sonucunda bu şekilde tutuştuğunu, tamamen yanıp kül olmasına engel olan şeyin de aşırı yeşilliği, suyunun çokluğu, yapraklarının yoğunluğu ve gövdesinin kalınlığı olduğunu düşündü. Ağacın durumunu bu şekilde kendine izah etti. Ağacın yanında durdu ve almak için bir ateş parçasının düşmesini bekledi. Ancak uzun bir süre durup da ağacın üzerinden yere hiç ateş düşmeyince eline aldığı bir tutam otu ağaca yaklaştırıp ateşten bir parça almak istedi. Hazret-i Mûsa bir tutam otu ağaca yaklaştırınca ağaç da onu yakacak gibi üzerine doğru eğildi. Hazret-i Mûsa korku içinde geri çekildi. Sonra bir daha yaklaşıp az bir ateş alabilmek için ağacın çevresinde dolaşmaya başladı. Ancak o, ağaçtan ateş almak istedikçe ağaç da onu yakacak gibi üzerine doğru eğiliyordu. Hazret-i Mûsa bu şekilde uğraşırken bir anda ateş söndü. O anda onun bu durumuna şaşırdı ve ağacın bu halini düşünmeye başladı. "Başta yanına yaklaşılamayacak kadar büyük bir ateşti. Ancak bir ağacın içinde yanmasına rağmen bu ağacı yakmıyordu ve böyle büyük bir ateşken bir anda sönüverdi. Bunda bir iş var" diye düşünmeye başladı. Ateşin bu durumunu, ateşin buna memur olduğuna veya sahte olduğuna, onu memur kılanın kim olduğunun, ona verilen emrin ne olduğunun veya onu sahte bir şekilde yapanın kim olduğunun bilinmediğine yordu. Şaşkın bir şekilde kalayım mı, geri mi döneyim diye düşünürken gözü ağacın dallarına ilişti. Dalları olabildiğince taze ve yeşildi. Bu yeşillik göğe doğru uzanıyordu ve gecenin karanlığını yırtıyordu. Bu yeşillik bazen sarı, bazen beyaz bir şekilde uzayıp durdu. Sonunda yerden göğe kadar nurdan bir sütun gibi oldu. Bu sütunun başucunda da güneş gibi parlayan, bakanın gözlerini alan bir ışık vardı. Hazret-i Mûsa ne zaman ona bakacak olsa gözleri kamaşıyordu. Hazret-i Mûsa bu durumu görünce endişesi ve korkusu arttı. Elleriyle gözlerini kapattı ve yere kapandı. Yerde iken yakınlarda bir yerden bir ses işitti. Ancak bu ses daha önce hiç kimsenin duymadığı türden bir sesti. Hazret-i Mûsa bu şekilde sıkıntı ve endişe içindeyken ağacın yanından biri: "Ey Mûsa!" diye seslendi. Hazret-i Mûsa hemen: "Buyur!" karşılığını verdi. Sesin kimden geldiğini bilmiyordu, ancak bir insanla karşılaşmış olmanın rahatlığını hissetmek için bu sese hemen cevap verdi. Bunun için birkaç defa: "Buyur!" dedi ve: "Senini duyuyor, seni hissediyorum, ancak nerede olduğunu bilmiyorum. Neredesin?" diye sordu. Sesin sahibi: "Ben senin üstündeyim, seninle beraberim! Önündeyim, arkandayım ve sana kendinden daha yakınım!" karşılığını verdi. Hazret-i Mûsa bunları duyunca ses sahibinin ancak Rabbi olabileceğini anladı ve ona olan imanı daha da arttı. "Rabbim! Sen dediğin gibisin. Ama senin sesini mi işitiyorum, yoksa elçinin sesini mi?" deyince, Allah: "Seninle konuşan benim! Yanıma yaklaş!" karşılığını verdi. Hazret-i Mûsa ellerini asasında birleştirdi ve ona dayanarak ayağa kalktı. Ancak ayağa kalkar kalkmaz korkudan tir tir titremeye başladı. Ayaklan tutmaz oldu, dili tutuldu, kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Sanki her bir kemiği diğerinden ayrılmıştı. Hâlâ hayat belirtisi gösteren bir ölü gibi olmuştu. Bu korku içinde sürüne sürüne sesin geldiği ağacın yanına kadar yaklaşabildi. Ağacın yanına gelince, Allah: "Ey Mûsa! Şu sağ elindeki ne?" diye sordu. Hazret-i Mûsa: "Bu benim âsam" dedi. Allah, cevabını ondan daha iyi bilmesine rağmen: "Bu âsayla ne yapıyorsun?" diye sordu. Hazret-i Mûsa: "Bunu dayanmak için, koyunlarıma yaprak silkelemek için bir de senin de bildiğin diğer ihtiyaçlarımı görmek için kullanıyorum" dedi. Hazret-i Mûsa âsasını birçok şey için kullanırdı. Âsanın ucuna yakın yeri çatal gibiydi. En ucu da kanca gibi eğriydi. Yüksek bir dal olduğu zaman bu kanca gibi olan ucuyla onu çekip eğerdi. Dalı kırmak istediği zaman çatal olan kısmıyla sıkıştırır ve çevirip kırardı. Âsayı yaslanmak ve koyunlarını sürmek için de kullanırdı. İstediği zaman da âsayı omzuna atar, ucuna yayını, sapanını, heybesini ve varsa azığını asardı. Koyunlarını gölgenin olmadığı bir yere otlatmaya çıkardığı zaman bu âsayı yere diker, çatalın her bir ucundan yere kadar bir tel çeker ve giysisini üzerine atıp gölgelik yapardı. İpi kısa olan bir kuyuya geldiği zaman da âsasını ipe ekleyerek suyunu çekerdi. Bunun yanında âsayı, koyunlarını vahşi hayvanlara karşı korumak için de kullanırdı. Rabbi ona: "Ey Mûsa! Âsayı at!" deyince, Hazret-i Mûsa bunu, "Bu âsayı at ve artık kullanma" gibi anladı ve bu niyetle de onu attı. Bir ara âsaya bakınca benzeri görülmemiş büyük bir yılana dönüştüğünü gördü. Yılan bir şeyi arıyor gibi dolanıyordu. Deve kadar olan bir kayayın yanına gidip onu yutuyor, ağacın gövdesine dişlerini geçirince kökünden onu söküyordu. Yılanın gözlerinden ateş çıkıyordu. Âsanın kanca gibi olan ucu yılanın yelesi olmuştu ve her bir kılı mızrak gibiydi. Âsanın çatal olan kısmı da her biri su kanalını andıran ve ıslık çalan dişlere dönüşmüştü. Hazret-i Mûsa yılanı bu şekilde görünce arkasına bakmadan kaçmaya başladı. Yılanın kendisine yetişemeyeceğine kanaat getirinceye kadar uzaklaştı. Sonra Rabbi aklına gelince mahçup bir şekilde durdu. Sonrasında kendisine: "Ey Mûsa! Buraya geri dön!" diye seslenildi. Hazret-i Mûsa korku içinde geriye döndü. Rabbi ona: "Âsayı sağ elinle al! Korkma onu eski haline getireceğiz" dedi. Hazret-i Mûsa'nın üzerinde önü açık kolları bol, yünden bir giysi vardı. Bu giysi de dal ve dikenlerden dolayı yırtılıp delinmişti. Hazret-i Mûsa âsayı giysisinin bir ucuyla tutmak isteyince, bir melek: "Ey Mûsa! Şayet Yüce Allah bu sakındığın şeyi yapması için yılana izin verecek olsa bu giysinin sana bir faydası olacak mı?" dedi. Hazret-i Mûsa: "Olmayacak ama zayıfım ve zayıf olarak yaratıldım" karşılığını verdi. Sonrasında giysiyi bıraktı ve elini yılanın ağzına doğru uzattı. Yılanın dişlerinin sesini duyuyordu. Elini kapatıp tutunca yılan yere attığı âsa olmuştu. Tuttuğu yer de yaslanırken elini koyduğu o çatal olan kısma dönüştü. Rabbi ona: "Yaklaş!" dedi. Hazret-i Mûsa bu şekilde yaklaşa yaklaşa sonunda sırtını o ağacın gövdesine dayayıp durdu. Ellerini âsasında birleştirdi, başını da önüne eğdi. Rabbi ona şöyle dedi: "Bu gün sen öyle bir makamda durdun ki senden sonra hiçbir insan böylesi bir makama gelemez. Sesimi duyacak kadar seni yaklaştırıp yakın tuttum. Bana olabilecek en yakın bir yerde durdun. Sana vereceğim bu mesajı yerine ulaştır. Gözüm kulağım üzerinde, yardımım ve desteğim yanında olacak. Sana hükümranlığımdan bir giysi giydiriyorum, onunla emrimi uygularken gücüne güç katasın. Güç bakımından ordularımdan büyük bir ordu gibisin. Seni kullarımdan zayıf birine gönderiyorum. Bu kişi verdiğim nimetlerle şımardı ve kibirlendi. Cezamdan yana kendini güven içinde hissetti. Dünya onu aldattı ki bundan dolayı hakkım olanı da Rabliğimi de inkar etti. Benden başkasına kul oldu, ona taptı. Beni de tanımadığını söyledi. İzzetime yemin olsun ki kullarım ile arama koymuş olduğum söz ile süre olmasaydı onu öyle bir yere çalardım ki gökler, yer, dağlar ve denizler benim bu öfkemle birlikte ona öfke duyardı. Göğe emretsem üzerine taş yağdırır, yere emretsem onu içine alıp yutar, denizlere emretsem onu boğar, dağlara da emretsem onu ezer darmadağın ederdi. Ancak benim için artık bir değeri kalmadı ve gözümden düştü. Hoşgörüm onu da kapsadı. Ona da ihtiyacım yok, zira asıl varlıklı olan benim, benden başka da varlıklı olan kimse yoktur. Ona bu mesajımı ulaştır. Onu, bana kul olmaya, ihlas içinde tek ilah olarak beni kabul etmeye davet et. Ona günlerimi hatırlat. Öfkem ve cezamdan yana onu ikaz et. Öfkemin karşısında hiçbir şeyin duramayacağını ona bildir. Bunları söylerken de ona karşı yumuşak bir dil kullan ki belki kendine gelir benden sakınır. Affetme ve bağışlamaya öfke ve cezalandırmadan daha yakın durduğumu ona ilet. Dünyalık olarak ona verdiğim şeyler de seni ürkütmesin. Kontrolü tümden elimdedir ve iznim olmadan ne göz kırpabilir ne konuşabilir ne de nefes alabilir. Ona şöyle de: "Rabbinin bu çağrısına icabet et! Zira mağfireti geniştir. Sana dört yüz yıl mühlet veriyor. Bu süre içinde hep ona karşı bir savaş ve mücadele içinde olacaksın. Bu süre içinde hep kendini onun yerine koyup rab olduğunu söyleyeceksin. Kullarını onun yolundan çevireceksin. Oysa o senin için gökten yağmuru indirecek, yerden bitkileri bitirecektir. Bu süre içinde sakatlanmayacak, ihtiyarlamayacak, fakir düşmeyecek ve yenilgiye uğramayacaksın. Bunu yapmayı dilese veya bunları tümden elinde almayı istese buna muktedirdir. Ancak hilim sahibidir ve çok büyük bir hoşgörüye sahiptir." Kardeşinle birlikte ona karşı mücadele edin, zira ona karşı mücadeleden sorumlusunuz. Şayet istesem ona karşı koyamayacağı ordular gönderirdim. Ancak kendini beğenen ve askerlerine güvenen o zayıf kul bilsin ki az bir topluluk -ki benim yanımda az yoktur- iznimle çok kalabalık bir topluluğu yener. İçinde bulunduğu güzellikler ile nimetlere gıpta etmeyin. Bu tür şeylerde de gözünüz olmasın. Zira bu tür şeyler dünya hayatının güzelliği, servet sahiplerinin süsüdür. Yoksa sizleri de bu tür şeylerle süslemek istesem Firavun size baktığı zaman ne kadar aciz olduğunu ve size verilen şeylere sahip olmaya asla güç yetiremeyeceğini anlardı. Bu tür şeyleri sizden uzak tutuyorum ki ben dostlarıma öyle yapar öyle davranırım. Daha önceki dostlarıma da bunu seçmişimdir. Çobanın koyunlarını tehlikeden uzak tutması gibi ben de dostlarımı dünya nimetlerinden ve rahatlıktan uzak tutarım. Çobanın develerini pis yerlerden uzak tutması gibi ben de dostlarımı dünya nimetleri içinde refah içinde yaşamaktan uzak tutarım. Bunu yapmam onların yanımdaki değersizliğinden değildir. Aksine dünya tarafından her hangi bir yara almadan, nefsi arzulara bulaşmadan keremimden nasiplerini tam ve yeteri düzeyde almaları içindir. Bilmelisin ki kullarım bana karşı zühdden daha iyi bir süsle süslenemezler. Zira zühd takva sahibi olanların süsüdür. Bunların üzerinde sükûnet ve haşyetten bir giysi olur. Secde izlerinden dolayı yüzlerinden tanınırlar. İşte benim gerçek dostlarım bunlardır. Bunlarla karşılaştığın zaman onları himaye et, kalbini onlara aç, dilinle gönüllerini al. Bil ki dostlarımdan birini küçük düşüren veya onu korkutan kişi bana karşı savaş açmış, bana meydan okumuş ve canını ellerime vermiş olur. Ben de dostlarıma yardımı geciktirmem. Bana karşı savaş açan kişi karşımda durabileceğini mi zannediyor? Bana düşman kesilip meydan okuyan kişi beni aciz bırakabileceğini mi zannediyor? Bana karşı çıkan kişi benden kaçabileceğini mi zannediyor? Dünyada da, âhirette de dostlarımın intikamını alıp bunu başka kimselere bırakmazken bunu nasıl yapabilirler?" Sonrasında Hazret-i Mûsa, Firavun'un bulunduğu şehre gitti. Firavun şehrin etrafını kendi ektirdiği ormanlarla çevirmişti. İçinde terbiyecileriyle birlikte aslanlar vardı. Bu aslanları birilerinin üzerine bıraktıkları zaman onları yer bitirirlerdi. Ormanlardan şehre açılan dört tane kapı vardı. Hazret-i Mûsa, Firavun'un da görebileceği en büyük ve geniş yoldan şehre girdi. Aslanlar onu gördüklerinde tilki gibi bağırmaya başladılar. Terbiyecileri onların bu haline şaşırdılar ve Firavun'un duymasından da korktular. Hazret-i Mûsa, Firavun'un ardından bulunduğu kapıya varınca asasıyla kapıya vurdu. Üzerinde de yünden bir giysi ve şalvar vardı. Kapıcı onu görünce onun bu cesaretini beğendi, ancak yine de içeri almadı. Ona: "Kimin kapısını çaldığını biliyor musun? Efendin olan kişinin kapısını çalıyorsun" deyince, Hazret-i Mûsa: "Sen de ben de Firavun da Rabbimin kullarıyız. Ona yardım için geldim" karşılığını verdi. Birinci kapıda duran kapıcı bunu diğer kapıcılara bildirdi ki bu şekilde yetmiş tane kapı vardı. Her kapıcının elinin altında da kalabalık bir ordu bulunuyordu. Haber Firavun'a kadar ulaşınca: "Onu yanıma sokun" dedi. Görevliler Hazret-i Musa'yı içeri sokunca Firavun ona: "Seni tanıyor muyum?" diye sordu. Hazret-i Mûsa: "Evet!" karşılığını verdi. Firavun: "Çocukken beslediğimiz kişi sen değil misin?" diye sorunca Hazret-i Mûsa aynı şekilde cevap verip onu onayladı. Bunun üzerine Firavun, askerlerine: "Bunu yakalayın!" dedi. Ancak Hazret-i Mûsa asasını yere bırakınca büyük bir yılana dönüştü. Orada bulunanlara saldırınca hepsi kaçışmaya başladı. Bu saldırıda onlardan yirmibeş bin kişi öldü. Çoğu da kaçışırken ezilerek öldü. Firavun da kaçıp odasına girdi. Oradan: "Ey Mûsa! Bana zaman tanı bu zaman içinde düşüneyim sonra tekrar görüşelim" deyince, Hazret-i Mûsa: "Bana bu yönde bir emir verilmedi. Bana verilen emir seninle mücadele etmemdir. Onun için şayet sen dışarı çıkmazsan ben içeri yanına gireceğim!" karşılığını verdi. Ancak Yüce Allah, Hazret-i Mûsa'ya: "Ona istediği süreyi ver. Süreyi de kendisinin belirlemesini söyle" diye vahyetti. Hazret-i Mûsa bunu bildirince Firavun: "Bana kırk gün süre ver, bu süre sonunda tekrar görüşelim" dedi. Hazret-i Mûsa da bunu kabul etti. Önceleri Firavun helâya kırk günde bir çıkardı. Bu olaydan sonra artık günde kırk defa helâya çıkmaya başladı. Bu olanlardan sonra Hazret-i Mûsa şehirden çıktı. Aslanların yanında geçerken kuyruklarını bacak aralarına aldılar ve ona eşlik ettiler. Şehir dışına çıkana kadar ne aslanlar ne de İsrail oğullarından biri kendisine dokunabildi. |
﴾ 11 ﴿