ZÂDÜ'L-MESÎR FÎ İLMİ'T-TEFSÎR

Ebu’l-Ferac İbn el-Cevzî

Abdurrahman b. Ebi’l-Hasen Ali b. Muhammed

et-Teymî el-Bekrî el-Kuraşî

Hanbelî (ö. 597/1201)

Bismillahirrahmanirrahim

Hamd, Allahü teâlâ’ya mahsustur ki, bizi Kur’ân-ı Kerim’le bütün ümmetlere karşı şereflendirdi, bizi hikmetlere muvaffak kılmakla doğru şeylere davet etti ve nefislerimizi onun sayesinde vaat ve tehditler arasında doğrulttu ve onu (Kur’ân-ı Kerim’i) cahillerin değiştirmesinden ve inatçıların bozmasından korudu. Bâtıll ona ne önünden ne de arkasından gelebilir, o övgüye layık himmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.

Bizi hamde muvaffak kıldığı için O’na hamd eder, tevhidi gerçekleştirdiği için O’na şükrederim. Şahadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur, birdir, ortağı yoktur. Bu şahitliğin azığı ebediyete kadar kalacaktır. Yine şahadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve Resul’üdür, onu yakına ve uzağa göndermiştir. Bütün mahlukat için müjdeci ve uyarıcıdır, kainatı aydınlatan kandilidir. Ona kendi lütfünden çok hayır bağışlamış ve onu bir büyük olarak herkesin önüne geçirmiştir. Ona kendi cinsi içinde bir benzer kalmamıştır. Saygı ve hürmet icabı ismi ile çağırmayı men etmiştir. Ona öyle bir kelâm indirmiştir ki, doğru söylediğini şu sözü ile meydan okuyarak ispat etmiş ve şöyle demiştir:

"De ki: Eğer insanlar ve cinler bu Kur’ân'ın benzerini meydana getirmek için toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar bunu meydana getiremezler.” (İsra: 88)

Allah; ona, âline, ashabına, tabilerine, zevcelerine ve taraftarlarına salat ve selam etsin, çok çok da selam etsin.

Kur’ân-ı Kerim ilimlerin en şereflisi olduğu için manalarını anlamak da anlayışların en mükemmeli olmuştur. Çünkü ilmin şerefi konusunun şerefi iledir. Ben tefsir kitaplarına baktım; onların kimisini öyle büyük gördüm ki, onları ezberlemek mümkün değildir, kimilerini de öyle küçük gördüm ki, maksadı ifa etmez. Orta halli olanların da faydası azdır, düzensizdir. Çoğu zaman müşküller ihmal edilmiş, garip olmayan kelimeler izah edilmiştir. Ben de içine bol ilimler koyarak bu muhtasar tefsiri ortaya koydum, ona:

Zadü’l - Mesir fi îlmi’t- Tefsir ismini verdim. Onu gayet kısa tuttum, artık sen de onu anlamak için uğraş, onu ezberlemek için Allah seni muvaffak kılsın. Allah bunu gerçekleştirmek için yardımcıdır, tevfikini hiçbir zaman eksik etmez.

Tefsir İlminin Fazileti

Abdurrahman es - Sülemi,

İbn Mes’ûd’dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Biz Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den onar âyet öğrenirdik; içindeki ilim ve ameli iyice öğrenmedikçe diğerlerine geçmezdik.

Katâde de Hasen Basri’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah bir âyet indirdi ise ben ne için indirilmiş ve onunla ne kastedilmişse onu öğrenmek istedim.

İyas b. Muaviye de şöyle demiştir: Kur’ân okuyanla tefsirini bilen ve bilmeyen şuna benzer: Bir topluma bir gece tanıdıklarından bir mektup geldi, yanlarında da lamba yoktu, bu mektubun gelmesi ile içlerine bir korku düştü, çünkü içinde ne olduğunu bilmiyorlardı. Sabah olunca içinde ne olduğunu anladılar.

Âlimler tefsir ve tevil kelimeleri üzerinde aynı manaya mıdırlar yoksa farklı mıdırlar diye ihtilaf ettiler. Arapçaya ağırlık verenler bunların aynı manaya olduğunu söylediler, eski müfessirlerin çoğu bu görüştedirler. Fıkha ağırlık verenler de ayrı olduğunu söylediler ve: Tefsir, bir şeyi karanlıktan aydınlığa çıkarmaktır. Tevil ise sözü bir delil dolayısıyla esas manasından çıkarmaktır, eğer o delil olmasa idi dış manası terk edilmezdi, dediler. Bu evi kökünden gelir ki, dönüşmek manasınadır.

Kur’ân'ın İniş Süresi

İkrime,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kur’ân Kadir gecesinde Levh'i Mahfuz’dan Beytü’l - İzzet’e toplu olarak indi. Sonra da yirmi yıl içerisinde inişi devam etti.

Şa’bî de şöyle demiştir: Allah Kur’ân’ı parça parça indirdi; başı ile sonu arasında yirmi yıl vardır.

Hasen Basri de şöyle demiştir: Bize anlatıldığına göre Kur’ân’ın başı ile sonu arasında yirmi yıl vardır; Mekke'de ona sekiz sene vahiy indirildi.

Kur’ân’dan İlk İnenler

Kur’ân’dan ilk inenler hususunda da ihtilaf ettiler; şu naklen sabittir ki, ilk inen:

"îkra bismi rabbikellezi halak"tır. (Alak: 1)

Cabir b. Abdullah’tan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: ilk inen:

"Ya eyyühel müddessir"dir. (Müddessir: 1)

Doğrusu şudur ki, ona

"ikra bismi rabbikellezi halak” âyeti inince eve döndü, üzerine bir örtü çekti, bunun üzerine: Ey örtüsüne bürünen âyeti indi. Buhârî ile Müslim’de Cabir’den yapılan rivayet de bunu göstermektedir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den vahiy fetretinden bahsederken şöyle dediğini işittim: Ben yolda yürürken gökten bir ses işittim; başımı kaldırdım, baktım bana Hira’da gelen melek gökle yer arasında oturmaktadır. Ondan korktum; eve dönüp üzerimi kapatın, üzerimi kapatın, dedim. Allahü teâlâ da: Ey örtüsüne sarınan âyetini indirdi.1 Hadis metninde geçen cesestü kelimesi korkmak manasınadır. Bazıları bunu yanlışlıkla cebentü okumuşlardır ki, aynı manayadır.

Hasen ile İkrime’den de: ilk inenin: Bismillahirrahmanirrahim olduğu rivayet edilmiştir.

Kur’ân'dan Son İnenler

Son inen âyet hakkında da ihtilaf ettiler; Buhârî tek başına İbn Abbâs’tan rivayet ettiği hadiste şöyle demiştir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e en son inen faiz âyetidir. Müslim’in de ondan tek başına rivâyetinde de şöyle denilmiştir: Toplu olarak son inen sûre

"iza cae nasrullahi velfeth"tir. (Nasr: 1)

1 - Buhârî, tefsirü sûre 74, bab, 1, 2 ve 4, tefsirü sûre 96, bab, 1; Müslim, İman, hadis no, 255 ve 257. Bunu Urve, Hazret-i Âişe’den rivayet etmiştir. Katâde ve Ebû Salih de böyle demişlerdir.

Dahhâk da

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Son inen âyet,

"Allah’a döndüreleceğiniz o günden korkun” (Bakara: 281) âyetidir. Said b. Cübeyr ile Ebû Salih de bu görüştedirler. Ebû İshak da Bera’dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Son inen âyet:

"Sana kelale hakkında sorarlar” (Nisa: 176) âyetidir, son inen sûre de Beraet suresidir.2

2 - Buhârî, Telsirü suretit - Tevbe.

Übey b. Ka’b’ten de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Son inen âyet:

"Size kendi içinizden bir Resul geldi” (Tevbe: 138) âyetidir.3

3 - Hakim, Müstedrek, 2/338.

Ben müfessirlerin çoğunun kitaplarına baktım, neredeyse hiçbirinin maksadı ifa etmediğini gördüm, bir âyet için birçok kitaba bakmak ihtiyacı hasıl oluyor. Öyle tefsirler vardır ki, içinde nasih ve mensuh ilmi yoktur yahutta az bir şey vardır. Eğer o varsa, sebeb-i nüzul yoktur, eğer o varsa Mekki veya Medeni olduğu açıklanmamıştır, eğer o varsa âyetin hükmüne işaret edilmemiştir, eğer o varsa âyette geçen müşkül bir şeye cevap verilmemiştir. Daha buna benzer birçok lüzumlu fenlere temas edilmemiştir.

Ben bu kitaba bu saydığım fenlerin gerekli olanlarını aldım, umarım ki, bu tefsirim diğer benzerlerine ihtiyaç bırakmayacaktır.

Daha önce tefsirini yaptığım kelimeyi tekrar etmekten sakındım, küçük bir işaretle yetindim. Bildiğim görüşlerden de sağlam olanlarını terk etmemeye gayret gösterdim, bunu da gayet muhtasar olarak yaptım. Eğer âyetlerin hükümlerinde bir şeyin açıklanmadığını görürsen, bu iki şey dolayısıyla olmuştur; ya mesele yukarıda geçmiştir yahutta tefsire ihtiyaç duymayacak kadar açıktır.

Bu çalışma daha önceki tefsirlerden seçmedir, onlardan en sağlam, en güzel ve en mazbut olanlar alınmış, kısa bir ibare ile anlatılmıştır.

İşte şimdi konuya başlıyoruz, Tevfik Allah’tandır.

İsti’âze (Eûzü)

Allahü teâlâ Kur’ân okuyacağımız zaman eûzü çekmemizi emretmiş ve şöyle demiştir:

"Kur’ân okuduğun zaman eûzü çekerek kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.” (Nahl: 98) Bunun manası: Okumak istediğin zaman demektir. Eûzü de sığınırım ve iltica ederim demektir.

1-FATİHA SÛRESİ

7 Ayettir. Mekkidir.

Ebû Hureyre şöyle rivayet etmiştir: Übey b. Ka’b, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e Kur’ân’ın anası olan Fatiha’yı okuyunca: Ruhumu elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ne Tevrat’ta ne İncil’de ne Zebur’da ne de Kur’ân'da bunun gibisi indirilmedi. O seb-i mesanidir ve bana verilen Kur’ân-ı azimdir, dedi. 1

1 - İmam Ahmed, Müsned, 2/357

Onun bazı isimleri: Fatiha, çünkü kitap okunur ve yazılırken onunla başlanılır. Ümmü’l - Kur’ân, Ümmü’l - Kitap, çünkü kitabın başında bulunmaktadır. Seb-i mesani, buna niçin bu ad verildiği inşallah Hicr suresinde şerh edilecektir.

Ulema bunun nüzulü hususunda iki görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: O Mekki’dir, bu Ali b. Ebû Talib, Hasen Basri, Ebû’l - Âliyye, Katâde ve Ebû Meysere’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: Medenidir, bu da Ebû Hureyre, Mücâhid, Ubeyd b. Umeyr, Atâ el - Horasani’den rivayet edilmiştir. İbn Abbâs’tan da bu iki görüşün benzeri rivayet edilmiştir.

1

Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle,

İbn Ömer: Besmele her surede inmiştir, demiştir. Âlimler onun tam bir âyet olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir, bu hususta İmam Ahmed’ten iki rivayet vardır. Fatiha’dan olup olmadığında da ihtilaf etmişlerdir; bu hususta da İmam Ahmed’ten iki rivayet vardır. Fatiha’dandır, namazda Fatiha okumak vaciptir, diyenler onu namazda okumayı vacip kılmışlardır. Fatiha’dan değildir diyenler de onu namazda okumayı sünnet görmüşlerdir. Bu hususta İmam Malik ayrıcalık gösterip onu namazda okumak müstehap değildir, demiştir.

Açık okunan namazlarda onu açık okumada da ihtilaf etmişlerdir; bir grup, İmam Ahmed’ten, onu açıktan okumak sünnet değildir, dediğini nakletmiştir.

Bu; Ebû Bekir, Osman, Ali, İbn Mes’ûd, Ammar b. Yasir, İbn Muğaffel, İbn Zübeyr ve İbn Abbâs’ın da görüşleridir. Tabiinin büyükleri de böyle demişlerdir.

Onlardan sonra Hasen, Şa’bî, Said b. Cübeyr, İbrahim, Katâde, Ömer b. Abdülaziz, A’meş, Süfyan Sevri, İmam Malik, Ebû Hanife, Ebû Ubeyd vd. de böyle demişlerdir.

İmam Şâfiî de onu açıktan okumanın sünnet olduğunu söylemiştir. Bu; Muaviye b. Ebû Süfyan, Atâ, Tâvûs ve Mücâhid’ten de rivayet edilmiştir.

Besmelenin tefsiri: Bismillah'ta kısaltma vardır, sanki: Allah’ın ismiyle başlarım veyahut Allah’ın ismiyle başladım, demiştir. İsim kelimesinde beş lügat vardır: İsm, üsm, sim, süm, süma. Şair şöyle demiştir:

Allah sana mübarek bir süm (isim) vermiştir,

Allah o isimle seni tercih etmiştir.

Şöyle bir beyit de nakletmişlerdir:

Her surede süm’ü (ismi) geçen Allah'ın ismiyle.

Ferrâ’ şöyle demiştir; Bazı Kaysliler: sümüh deyip ismi kasdederler. Bazı Kudaalılar da, sümüh, derler. Biri bana şöyle bir beyit nakletti:

Yılımızın başı hoştur;

O, cömertliğin babası diye çağırılır ve ona, Kırdab, derler.

Kırdab, keskin kılıç demektir.

Âlimler, Allah’ın

"Allah” isminde de ihtilaf etmişlerdir; bazıları, türemiş, demişlerdir. Diğerleri de: O özel isimdir, türemiş değildir, demişlerdir.

Bu hususta İmam Halil'den iki rivayet vardır:

Birincisi: O türemiş değildir, o nedenle Rahman’dan atıldığı gibi başındaki elif lâm atılmaz.

İkincisi: O türemiştir. Bunu ondan Sibeveyh rivayet etmiştir. Ebû Süleyman Hattâbî de bazı Âlimlerden, onun aslının elihe kökünden geldiğini rivayet etmişlerdir ki, başına bir şey gelenin, birine sığınması, onun da koruyup güvence vermesi manasınadır. Bu nedenle O’na İlâh denmiştir, tıpkı bir kimseye imam denildiği gibi. Başkası da aslının vİlâh olduğunu söylemiştir, vav hemzeye tebdil edilip ilâh denilmiştir, tıpkı visade ve isade, vişah ve işah denildiği gibi.

Bu durumda veleh kökünden gelir, çünkü kulların kalpleri O’na yönelmiştir, tıpkı:

"Sonra size zarar dokunduğu zaman O’na yakarırsınız” (Nahl: 53) âyetinde olduğu gibi. Ancak bunlar âlem (özel isim) olması için kalıbında değişiklik yapmışlar, tıpkı yazılı şeye kitap, hesap edilen şeye hesap denildiği gibi. Bazıları da bunun yine elihe kökünden geldiğini söylemişlerdir ki, şaşırmak manasınadır. Çünkü kalpler O’nun büyüklüğünü düşündüğü zaman şaşar. Bazı lügatçilerden de, bunun ibadet manasına olduğu rivayet edilmiştir.

İbn Abbâs’tan da:

"Seni ve ilâhlarını bırakır” (A’raf: 127) âyetinde geçtiği üzere ibadet manasınadır, dediği rivayet edilmiştir. Teellüh ise taabbüd manasınadır. Şair Ru’be şöyle demiştir:

Allah’ı öven o kusursuz güzellere aferin ki,

İbadet ederken tesbih çekip inna lillâh okudular.

Burada geçtiği gibi ilâh mabut manasınadır.

Rahman kelimesine gelince cumhûr onun rahmetten türediğini söylemişlerdir, bunda mübalağa manası vardır. Manası: Eşsiz merhamet eden demektir. Fa’lan kalıbı mübalağa içindir. Çünkü onlar çok dolu olana mel'an, çok tok olana da şeb’an, derler.

Hattâbî de şöyle demiştir: Rahman, yaratılanlara rızık veren ve onların menfaatini temin eden geniş merhametli demektir, mü’mini de kâfiri de içine alır.

Rahim ise mü’minlere hastır, Allahü teâlâ:

"O, mü’minlere rahimdir” demiştir. (Ahzab: 43) Rahim; rahim (merhametli) demektir.

2

Hamd (övgü) âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

Tefsiri: el - Hamdü, mübteda olarak merfudur, lillahi haberdir. Manası: Övgü Allah’a aittir ve onun için kararlaştmlmıştır.

Cumhûr (müfessirlerin çoğunluğu) lamı meksur (lillahi) okur. İbn Able ise merfu (lüllahi) okumuştur. Bazı Rebialıların lügati (şivesi) dir. Semeyfa’ ise daim nasbi ile alhamde ve “Lâm” ın kesri ile lillahi okumuştur. Ebû Nehik ise hem dalın hem de “Lâm” ın kesri ile okumuştur.

Bil ki, hamd, methedilen kimseyi övmektir, şükür de ona yakındır. Ancak aralarında şöyle bir fark vardır: Hamd, direkt övmeye denir. Şükür ise ancak nimete karşı yapılır. Bunun haber şeklinde emir manasına olduğu da söylenmiştir ki, Allah’a hamd olsun, deyin demektir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Hamd, bir adamı kerem veya soy veya yiğitlik vb. bir sebepten dolayı övmektir. Şükür ise onu sana yaptığı bir iyilikten dolayı övmektir. Bazen hamd şükür yerine kullanılır. Onu bana yaptığı bir iyilikten dolayı övdüm, denir, tıpkı yiğitliğinden dolayı ona teşekkür ettiğim gibi.

Rab kelimesi ise mülk sahibi demektir. Bu mahluklar için ancak izafet şeklinde kullanılır; meselâ ev sahibi, köle sahibi gibi. Bunun terbiye kökünden türetilmiş olduğu söylenmiştir.

Şeyhimiz Ebû Mansur Lügavi de şöyle demiştir: Bir kimse bir şeyi tamamlayıp düzelttiği zaman rabbehu denir. Rab ve Râb aynı manayadır.

Şair de şöyle demiştir:

Yaptığı hayrı ıslah eder,

İyilik istendiği zaman onu artırır ve tamamlar.

Rab üç manaya kullanılır:

Birincisi: Mülk sahibi demektir; meselâ ev sahibi gibi.

İkincisi: Islahatçı manasınadır, meselâ: Bir şeyi ıslah etti, denir.

Üçüncüsü: Emrine itâat edilen efendi demektir. Allahü teâlâ:

"Rabbine içki sunar” demiştir ki, (Yûsuf: 41) efendi manasınadır. Cumhûr ba’nın kesresi ile rabbi; Ebû’l-Âliyye, İbn Semeyfa’ ve İsa b. Ömer de nasbi ile rabbe okumuştur. Ebû Rezin el - Ukayli, Rebi’ b. Haysem ve Ebû İmran el - Cuni de refi ile rabbu okumuşlardır.

El - âlemin: Bu âlem’in çoğuludur, gramercilere göre baştan sona kadar mahlukatın ismidir. İçinde bulunulan zaman halkına âlem, denilmiştir. Şair Hutay’a şöyle demiştir:

Ey kadın, geri çekil ve otur, benden uzak dur,

Allah âlemleri senden rahatlatsın.

Gökbilimcilere göre ise âlem; felek, gök, yer ve bunların arasında yaratılan her şeye denir.

Âlemin türevi hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: Onun ilimden geldiğidir ki, bu, dilcilerin görüşünü kuvvetlendirir.

İkincisi: Alâmet manasınadır ki, bu da gökbilimcilerin görüşünü kuvvetlendirir. Onlara göre ona âlem denilmesi, sanki onun Yaratan’a delalet etmesindendir.

Âlemlerden ne kastedildiğine dair müfessirlerin beş görüşü vardır:

Birincisi: Bütün mahlukat, gökler, yerler, bunların içindekiler ve arasındakiler buna dahildir. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Yeryüzünde hareket eden bütün canlılar. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Bunlar cinlerle insanlardır. Yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir. Mücâhid ile Mukatil de böyle demişlerdir.

Dördüncüsü: Bunlar cinler, insanlar ve meleklerdir. Bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

İbn Kuteybe de bunu tercih etmiştir.

Beşincisi: Bunlar meleklerdir, bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

3

Rahmandır, Rahimdir.

Rahman’dır, Rahîm’dir. Ebû’l - Âliyye, İbn Semeyfa’ ve İsa b. Ömer bunları nasb ile okumuştur. Ebû Rezin el - Ukayli, Rebi’ b. Haysem ve Ebû İmran el - Cuni de bunları ref ile okumuşlardır.

4

Ceza gününün sahibidir.

Maliki yevmiddin; Âsım, Kisâi, Halef ve Ya’kûb elifle mâliki okumuşlardır. İbn Semeyfa’ ile İbn Ebi Able de böyle okumuşlar, ancak onlar kâfi nasb etmişlerdir. Ebû Hureyre ile Âsım el - Cuhderi de kâfi meksur, elifsiz ve lâm’ı sakin (melki) okumuşlardır. Ebû Osman en - Nehdi ile Şa’bî de lâm’ın kesri ve kâfın nasbi ile elifsiz olarak melike okumuşlardır. Sa’d b. Ebi Vakkas, Hazret-i Âişe ve Muvarrak el - İdi de bu şekilde melikü okumuşlar, ancak onlar kâfi merfu okumuşlardır. Übey b. Ka’b, Ebû Recâ’ el - Utaridi elifsiz olarak meliki okumuşlardır. Amr b. As da böyle okumuş, ancak o zammelemiştir. Ebû Hanife ile Ebû Hayve de fiil-i mazi formatmda melike ve yevme şeklinde okumuşlardır.

Abdulvaris, Ebû Amr’dan lâm’ın sükununu rivayet etmiştir, Ebû Amr ile cumhûr-ı kurradan gelen meşhur rivayet, melik şeklindedir. Bu da daha çok övgü ifade eder. Çünkü her melik mâliktir, ama her mâlik melik değildir.

Din üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Hesap demektir. Bunu İbn Mes’ûd demiştir.

İkincisi: Ceza demektir, bunu da İbn Abbâs demiştir.

Allahü teâlâ "âlemlerin Rabb’idir” diyerek dünyanın sahibi olduğunu tesbit edince,

"ceza gününün sahibidir” demekle de ahiretin de hakimi olduğunu göstermiştir. Ceza gününün tahsis edilmesinin de o gün hükmün yalnız O’na ait olmasından dolayıdır, denilmiştir.

5

Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.

İyyake nabüdü; Hasen, Ebû’l - Müttevekkil ve Ebû Miclez yanın zammesi ve banın fethası ile yu’bedü okumuşlardır.

İbn Enbari: O zaman mana, yalnız sana ibadet edilir, şeklinde olur, demiştir.

Araplar gaipten hitaba, hitaptan da gaibe geçerler, meselâ şu âyetlerde olduğu gibi:

"Gemide olduğunuz ve gemi onları yüzdürdüğü zaman.” (Yûnus: 22)

"Rableri onlara temiz bir şarap içirdi, bu da sizin için bir karşılıktır.” (Dehr: 21, 22)

Şair Lebid de şöyle demiştir:

Nefis hüngür hüngür ağlayarak bana şikayete başladı:

Ben seni yetmiş yedi sene taşıdım, dedi.

Bu ibadetten ne kastedildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Tevhid manasınadır. Bu da Hazret-i Ali, İbn Abbâs ve diğerlerinden rivayet edilmiştir.

İkincisi: İtâat manasınadır, tıpkı:

"Şeytana tapmayın” (Yasin: 60) âyetinde olduğu gibi.

Üçüncüsü: Dua manasınadır, tıpkı:

"Bana ibadetten kibirlenenler... “(Ğafir: 60) âyetinde olduğu gibi.

6

Bizi doğru yola hidayet et;

Bize hidayet et. Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Bize sebat ver, demektir. Bunu Hazret-i Ali ile Übey b. Ka’b demişlerdir.

İkincisi: Bizi irşat et, demektir.

Üçüncüsü: Bizi muvaffak kıl, demektir.

Dördüncüsü: Bize ilham et, demektir. Bu üç görüş İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Sırat; bunun aslının sin ile sirat olduğu söylenmiştir. Çünkü bu istirat kökünden gelir ki, yutmak demektir. Zira yol yolcuları yutar. Mücâhid, İbn Muhaysın ve Ya’kûb gibi sinle okuyanlar kelimenin aslına bakarlar. Ebû Amr ve cumhûr gibi şadla okuyanlar da dile daha kolay geldiği için derler. Esmaî ile Ebû Amr’dan rivayet edildiği üzere zirat okuyanlar da Arapların çakır kuşuna Sekar ve Zekar demelerindendir. Hamze’den de ze ile sin arası okuduğu rivayet edilmiştir. Ondan sıratı da sad ile ze arasında telaffuz ettiği de rivayet edilmiştir.

Ferrâ’; Sırat daha iyi lehçedir ve ilk Kureyş’in dilidir, demiştir. Genel Araplar ise sirat derler. Bazı Kaysliler sine sad kokusu verir, sad ile sin arasında okurlar. Hamze de ze ile zirat okurdu. Bu Üzre, Kelb ve Kayn oğulları lehçesidir. Onlar esdak yerine, ezdak, derler.

Sırat/Yoldan ne kastedildiğine dair dört görüş vardır:

Birincisi: Allah'ın kitabıdır, bu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilmiştir.

İkincisi: İslâm dinidir, bunu da İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Hasen, Ebû’l - Âliyye vd. demişlerdir.

Üçüncüsü: Allah'ın dinine götüren yoldur, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Mücâhid de böyle demiştir.

Dördüncüsü: Cennet yoludur, İbn Abbâs’tan da böyle rivayet edilmiştir.

Eğer:

"Müslümanlar hidayette olduğu halde hidayet istemelerinin manası nedir?” denirse, bunda üç cevap vardır:

Birincisi: Bizi yola devama hidayet et demektir. Burada muzaf olan devam hazfedilmiştir. Bunu İbnu’l - Enbari söylemiştir.

İkincisi: Bizi hidayette sabit kıl demektir. Araplar, ayakta durana: Ben gelinceye kadar dur derler ki, o halinde devam et, demektir.

Üçüncüsü: Bunun manası, hidâyetimizi arttır demektir.

7

Nimet verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların, (haktan) sapıkların yoluna değil.

Nimet verdiğin kimseler; İbn Abbâs, bunlar peygamberler, sıddıklar, şehitler ve iyi kimselerdir, demiştir.

Çokları he’nin kesresiyle aleyhim şeklinde okumuşlardır. Ledeyhim ve ileyhim kelimeleri de böyledir. Hamze he’nin zammesiyle okumuştur.

İbn Kesir zammeli mimden sonra bir vav eklerdi. İbnü’l-Enbari: Aleyhim’de on lügat vardır, demiştir, çoğu he’nin zammesi ve mimin sükunu ile aleyhüm; he’nin kesresi ve mimin sükunu ile aleyhim; lıenin kesresi ve kesreden sonra ye ile aleyhimi, mimin zammesi ve vav ilavesiyle aleyhimû, henin zammesi ve vav ile aleyhumû, vavsız aleyhümü şeklinde okumuşlardır. Bu altı şekil kurralardan nakledilmiştir. Dört şekil de Araplardan nakledilmiştir: Henin zammesi, mimin kesri ve ye ile aleyhümî, henin zammesi ve yesiz aleyhümi; henin kesresi mimin zammı ve vavsız olarak aleyhimü, henin ve mimin kesresi ile mimden sonra yesiz olarak aleyhimi.

Gazaba uğrayanlar: Bunlar Yahudilerdir. Sapıklar da Hıristiyanlardır. Bunu Adiy b. Hatim, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir.2

2 - imam Ahmed, Müsned, 4/378.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Dalâlet: Şaşkınlık ve haktan sapıklıktır.

Fatiha okuyanın sonunda

"âmin” demesi sünnettir. Şeyhimiz Ebû’l - Hasen Ali b. Ubeydullah: İster namaz dışında olsun ister namaz içinde olsun, demiştir. Çünkü Ebû Hureyre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir:

İmâm

"gayril mağdubi aleyhim veladdallin” der de arkasındaki de amin, der ve bu da göktekilerin sözüne denk gelirse, onun geçmiş günahları bağışlanır.3

Amin'in manasında da üç görüş vardır:

Birincisi: Amin’in manası, öyle olsun, demektir. Bunu İbnü’l - Enbari, İbn Abbâs ile Hasen'den rivayet etmiştir.

İkincisi: Allah’ım, kabul et manasınadır.

Üçüncüsü: O, Allah’ın isimlerinden bir isimdir. Bunu Mücâhid, Hilal b. Yesaf ve Cafer b. Muhammed demişlerdir.

İbn Kuteybe de: Onun manası ey emin, duamızı kabul et, demektir, ey edatı düşmüştür, tıpkı:

"Yûsuf, sen bundan yüzünü çevir” (Yûsuf: 29) âyetinde olduğu gibi. Bazıları da elifi uzatarak, âmin, der, nida (ünlem) elifini emin’in elifine girdirir. Nitekim: E Zeyd, ey Zeyd, bana bak, demektir.

İbnü’l - Enbari şöyle demiştir: Bu görüş bütün nahivcilerce yanlıştır, çünkü Emin’in üzerine ya gelirse, müfret münada olur ki, ahiri merfu olur. Araplarsa âmine diye nunun fethası üzerinde icma edince onun münada olmadığı meydana çıkar.

Amin’in nunu neden meftuh olmuştur? Çünkü nun ve ondan önceki ye sakindir, nitekim Araplar bu gibi durumlarda leyte ve lealle, derler.

Aminde de kasırla amin ve med ile âmin şeklinde iki lügat vardır, nun ikisinde de meftuhtur.

Ebû’l - Abbas, İbnü’l - A’rabi’den şöyle bir şiir nakletmiştir:

Allah, Sara ile Hima arasındaki,

Yani çok yağmur alan Fyd himası arasındaki kabileye yağmur versin.

Amin, Allah onlara bir kervan göndersin,

Onlara hayır versin ve onları kötü kaderden korusun.

Yine Ebû’l - Abbas bize şöyle bir şiir söyledi:

Kuhtul ile annesinin oğlu benden uzak olsun,

Amin, Allah aramızdaki mesafeyi uzak eylesin.

3 - Buhârî, Ezan, bab, 112; Bed’ü’l- Halk, bab, 7; Müslim, Salat, hadis no, 74, 75; İmam Ahmed, Müsned, 2/312.

Yine Ebû’l - Abbas bize şöyle bir şiir söyledi:

Ya Rabbi, onların sevgisini benden hiçbir zaman alma,

Buna, amin diyen kuldan Allah razı olsun.

Babam bana şöyle bir şiir söyledi:

Amin, kim benden taraf sana şefkat gösterirse,

Allah elini kolunu felç etsin, elleri ayakları kasılsın.

Babam bana şöyle bir şiir söyledi:

Ben de ona: Benim aşk potuklarımı uyandırdın,

En az sevgi duyanlarımıza ölüm gelsin.

Amin, aşk onu yerinden kalkamayacak şekilde çökertsin,

Amin, şiddetli şevk ateşleri ile karşılaşsın.

Hükümler: Birçokları İmam Ahmed’ten namazda Fatiha okumanın şart olduğunu nakletmişlerdir. Kim okuyabildiği halde onu terk ederse, namazı sahih olmaz. Bu; Malik ile Şâfiî’nin de mezhebidir.

Ebû Hanife rahmetullahi aleyh ise: Fatiha okumak şart değildir, demiştir.

İmam Ahmed’ten de böyle bir rivayet vardır. Buhârî ve Müslim’de Ubade b. Samit’in Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den: "Fatiha okumayanın namazı yoktur"4 hadisi ise birinci görüşü destekler.

Doğrusunu Allah bilir.

4 - Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî ve Nesâî. Beyhakî de Sünen-i Kübra’da rivayet etmiştir, 2/38, 61, 64.

0 ﴿