259Yahut o kimse gibisini görmedin mi ki, çatıları üzerine çökmüş bir kasabaya uğradı; "Allah bunu ölümünden sonra nasıl diriltecek?” dedi. Allah da onu yüz sene öldürdü, sonra da diriltti. Ona: "Ne kadar eğlendin?” dedi. O da: "Bir gün yahut bir kısmı” dedi. Allah: "Hayır, yüz sene ölü kaldın; yiyeceğine ve içeceğine bak; bozulmamış. Eşeğine de bak; seni insanlara ibret yapmak istiyoruz. Kemiklere bak; onları nasıl birleştiriyor, sonra da onlara et giydiriyoruz” dedi. Durum kendisi için belli olunca: "Artık biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir” dedi. "Yahut kasabaya uğrayan kimse gibisini?": Zeccâc şöyle demiştir: Bu, kendisinden önceki sözün üzerine ma’tûftur, manası şöyledir: İbrahim’le tartışanı gördün mü? Yahut o kente uğrayanı gördün mü? Kasabadan neresi kastedildiğine dair iki görüş vardır: Birincisi: O Beytü’l - Mukaddes'tir, onu Butunassar harap etmişti. Bunu Vehb, Katâde ve Rebi’ b. Enes demişlerdir. İkincisi: O binlerce kişinin ölüm korkusu ile çıktığı kenttir, bunu da İbn Zeyd demiştir. Oradan geçen hakkında da üç görüş vardır: Birincisi: O, Üzeyr’dir, bunu Ali b. Ebû Talip, Ebû’l - Âliyye, İkrime, Said b. Cübeyr, Neaciye b. Ka’b, Katâde, Dahhâk, Süddi ve Mukâtil, demişlerdir. İkincisi: O Ermiya’dır, bunu da Vehb, Mücâhid, Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr, demişlerdir. Üçüncüsü: O öldükten sonra dirilmede şüphesi olan bir kâfir idi. Bu da yine Mücâhid’ten nakledilmiştir. Haviye, boş ve ıssız demektir, bunu Zeccâc, demiştir. İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Haviye: Harap demektir. Uruş da: Çatılardır. Bunun aslı şudur: önce çatılar çöker, sonra da duvarlar onun üzerine düşer. "Allah bunu nereden diriltir, dedi?": Yani nasıl diriltir, dedi. Eğer: Bu adam bir peygamber idi dersek, bu, ölülerin nasıl diriltildiğini görmek isteyen ve bunu gözünde büyüten kimsenin sözüdür ki, Allah’ın kudretini tazim ediyordur. Eğer: Bu, kâfir bir kimsenin sözü idi, dersek, bu da şüphe eden bir kimsenin sözüdür. Birincisi daha doğrudur. "Allah da onu yüz sene öldürdü, sonra da onu diriltti": Onun Kıssasına İşaret Naciye b. Ka’b, Hazret-i Ali radıyallahu anh’ten şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah’ın nebisi Uzeyr kendi şehrinden çıktı, o genç bir adam idi. Bir kente uğradı, o çatıları üzerine çökmüştü: "Allah bunu ölümünden sonra nasıl diriltir?” dedi. Allah da onu yüz sene öldürdü, sonra da onu diriltti. Allah’ın ondan ilk dirilttiği gözleri idi, kemiklerine bakmağa başladı; birbirine ekleniyordu. Sonra et giydirildi, ona ruh üfürüldü. Hasen şöyle demiştir: Allah onun ruhunu gündüzün ilk vaktinde kabzetti, yüz sene sonra da gündüzün son vaktinde diriltti. Mukâtil şöyle demiştir: Gökten: "Ne kadar kaldın?” diye bir ses geldi, o da: Bir gün, dedi, sonra güneşin daha batmadığını görünce, yahut günün bir kısmı, dedi. Bu da o kimsenin Uzeyr olduğunu gösterir. Vehb b. Münebbih de şöyle demiştir: Ermiya Mısır toprağında ikamet etti, Allah ona İlya toprağına geçmesini vahyetti, o da merkebine bindi, yanına bir sepet üzüm ve incir aldı. Yanında da yeni bir su kırbası vardı, içi su dolu idi. Beytü’l - Mukaddes’in karaltısını, çevresindeki kasabaları ve mescitleri görünce, öyle bir harabe gördü ki, tarif edilmez. Beytü’l - Mukaddes’in ulu bir dağ gibi harabesini görünce: "Allah bunu ölümünden sonra nasıl diriltecek?” dedi. Sonra orada bir yere konakladı. Merkebini bağladı ve su kırbasını astı. Allah ona bir uyku verdi. Ruhunu yüz sene aldı. Yetmiş yıl geçince, Allah Fürs krallarından büyük birine bir melek gönderdi, Melek ona: Allah sana kavminle gidip Beytü’l - Mukaddes’i, İlya’yı ve toprağını eski haline dönünceye kadar tamir etmeni buyuruyor, dedi. Kıral da: Bana üç gün süre ver, bu iş için hazırlanayım, gerekli malzemeleri temin edeyim, dedi. Ona üç gün süre verdi, o da üç yüz ustabaşı hazırladı. Her bir ustabaşıya b. işçi ile gerekli malzemeleri verdi. Ustabaşılar yanlarında üç yüz b. işçi ile oraya yürüdüler. Allahü teâlâ da Ermiya’nın gözlerine hayat verdi, cesedinin diğer kısımları ölü idi. Şehir tamir edilirken ona baktı. Otuz sene geçince, Allah ona ruhunu iade etti. O da yiyeceğine ve içeceğine baktı, bozulmamıştı; merkebine baktı, bağladığı günkü gibi duruyordu, yememiş, içmemişti. Merkebin boynundaki ipe baktı, değişmemişti, yepyeniydi. Halbuki üzerinden yüz senenin rüzgarı, yüz senenin soğuğu ve yüz senenin sıcağı geçmişti. Değişmemiş ve hiçbir şeyi eksilmemişti. Ermiya’nın vücudu ise yıpranmaktan incelmişti. Allah ona yeniden et verdi, Kemiklerini dizdi, o da buna bakıyordu. Allah ona: Yiyeceğine ve içeceğine bak, bozulmamış; merkebine de bak, seni insanlara ibret kılmak istiyoruz. Kemiklere bak, onları nasıl terkip edecek, sonra da onlara et giydireceğiz, dedi. Durum meydana çıkınca: Biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi. Mukâtil, bu olayın İsa aleyhisselam'ın göğe çekilmesinden sonra vuku bulduğunu iddia etmiştir. "Kem lebiste": İbn Kesir, Nâfi ve Âsım, Kur’ân'ın her yerinde te ayn olarak "lebiste” ve "libistüm” okumuşlardır. Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, idgam ile "lebitte” okumuşlardır. Ebû Ali el - Farisi şöyle demiştir: Kim ayn okur da idgam etmezse, harflerin mahreçlerinin ayrı olduğunu dikkate alır, çünkü zı, zal ve se bir yerden; tı, te ve dal da bir yerden çıkar. Mahreçler ve yerler ayrı olunca idgam edilmez. İdgam eden de onları misleyn kabul eder, çünkü her iki harf de dilin ucundan ve ön dişlerin köklerinden çıkmada, fısıltılı olmada birdirler. Aralarındaki fark azdır, onları misleyn kabul eder. Yiyeceğine ve içeceğine gelince, Vehb: Bir sepet içinde üzüm ve incirden ibaretti. Bir de su kırbası vardı, demiştir. Süddi de şöyle demiştir: Yanında incir ve üzüm vardı. İçeceği de üzüm şırası idi. İncir ile üzüm ekşimemiş, şıra da mayalanmamıştı. "Lem yetesenneh": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir; vasi halinde heyi isbat ederek "yetesenneh", ma ağna anni maliyeh", "sultaniyeh” ve "mahiyeh” şeklinde okumuşlardır. Hamze ise vasi halinde onları atardı. Kisâi de iki yerde hazf te ona uymuştur: "yetesenneh” ve "iktedih". Hepsi he üzerinde durur. "Kitabiyeh” ve "hisabiyeh"in vaslda da vakıfta da he ile olduğunda ihtilaf etmemişlerdir. "Lemyetesenneh"in manasında İbn Abbâs, Hasen, Katâde ve diğerleri: Bozulmamıştır, demişler. İbn Kuteybe de: Üzerinden senelerin geçmesine rağmen bozulmamıştır, demiştir. Lâfız sene’den alınmıştır: Sanehetin nahletü denir ki, hurma bir sene ürün verdi, bir sene vermedi, demektir. "Merkebine bak": Mukâtil ona bak, kemikleri kaval gibi olmuş, organları ayrılmıştır, Allahü teâlâ onu yeniden yarattı, demiştir. "Velirıecaleke ayeten linnasi": Lâm gizli bir fi'le mütealliktir, takdiri şöyledir: Fealna bike zalike linüriyeke kudretena ve linecaleke ayeten Ikınası: Yani seni kudretimize bir işaret kılmak istiyoruz, demektir. Mana açık olduğu için fiil gizlenmiştir. İbn Abbâs şöyle demiştir: O, kırk yaşında öldü, oğlu ise yirmi yaşında idi. Sonra Allah onu kırk yaşında diriltti, oğlu ise yüz yirmi yaşında idi. Sonra o dönüp Beytü'l - Makdis’teki kavmine geldi, onlara: Ben Üzeyr’im, dedi. Onlar da: Bize babalarımız Üzeyr’in Babil toprağında öldüğünü anlattılar, dediler. O da: Size Tevrat’ınızı yenilemek için beni Allah gönderdi, dedi. Tevrat yok olmuştu, içlerinde onu okuyan kimse yoktu. O da Tevrat’ı onlara yazdırdı. "Kemiklere bak": Bunun kendi kemikleri olduğu söylenmiştir. Merkebinin kemikleridir, diyenler de olmuştur. Her ikisidir, diyenler de vardır. "Keyfe nünşizüha": İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr, ilk nunun zammesi, “sîn” in kesri ve ranın zammesi ile "nünşirüha” okumuşlardır. Manası da: Onları diriltiyoruz, demektir. Enşezallahülmeyyite denir ki, Allah ölüleri kaldırdı, demektir. Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, nunun ve zenin zammı ile "nünşizüha” okumuşlardır ki, yükseklik manasına gelen neşz’dendir. Mana: Onları diriltmek için birbirinin yanına kaldırıyoruz, demektir. A’meş ise, nunun fethi ve şinin ref’i ile ze ile "nenşüzüha” okumuşlardır. Hasen ile Eban da Âsım'dan rivayetle, nunun ve ranın fethi ile "nenşürüha” okumuşlardır ki, bu dürülü bir şeyi açmaktır, sanki ölüm onu dürmüş, diriltme de onu açmıştır. "Ona belli olunca": ölülerin diriltilmesi onun için meydana çıkınca, demektir. "A’lemü": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir, hemze-i katı’lâ mîm mazmum olarak, "a’lemü” okumuşlardır. Mana da: Gayb olarak bildiğimi şimdi gözümle görerek bildim, demektir. Hamze ile Kisâi de hemze-i vasi ve mimin sükunu ile emir şeklinde "i’lem” okumuşlardır. Arkasından inne de cümle başı olmak üzere meksur okunur. Kelâmın zahirine göre bu Allah’ın emridir. Ebû Ali ise: Kendi nefsini başkasının yerine koymuş ve ona emrederek hitap etmiştir, demiştir. Cu’fi de Ebû Bekir’den rivayetle: "A’lim” okumuştur ki, başkalarına bildir, demektir. |
﴾ 259 ﴿