17-İSRA SÛRESİ

Mekke’de inmiştir.

111 ayettir.

İniş sebebi

Cumhûrun görüşüne göre Mekki’dir, ancak bazıları: Onda Medeni âyetler de vardır, demiştir.

İbn Abbâs’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: O, Mekki’dir, ancak sekiz âyet bundan hariç. Onlar da:

"Vein kâdu leyeftinuneke

"den başlar, nasira’ya kadar devam eder (İsra: 73 - 75). Bu da Katâde’nin görüşüdür.

Mukâtil de şöyle demiştir: Onda Medeni olan âyetler (diğer âyetler) şunlardır:

"Ve kurrabbi edhilni mudhala sıdkın” (İsra: 80);

"innellezine utul ilme min kablihi” (İsra: 107);

"İnne rabbeke ehata binnasi” (İsra: 160);

"ve in kâdu leyeftinuneke” (İsra: 73):

"Ve inkâdu leyestefizzunuke” (İsra: 76);

"Velevla en sebbetnake” ve arkasındaki âyet (İsra: 74, 75).

Bismillahirrahmanirrahim

1

Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, kendisine âyetlerimizden göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten Allah münezzehtir. Şüphesiz O, hakkıyla işiten, her şeyi görendir.

"Sübhane": Rivayete göre Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e: "Sübhanallahi"nin tefsirini sordular, o da:

"Allahü teâlâ’yı bütün kötülüklerden tenzih etmektir” dedi. Biz de bu manayı Bakara: 32’de zikretmiş bulunuyoruz.

Zeccâc şöyle demiştir:

"Esra": Kulunu yürüttü demektir. Esreytü ve sereytü denir ki: Geceleyin yürümektir. Her iki lügat de Kur’ân’da gelmiştir; Allahü teâlâ şöyle:

"Velleyli iza yesri” demiştir (Fecr: 4).

Buradaki tesbihin manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Araplar acayip bir şey gördükleri zaman tesbih eder (sübhanallah) derler; sanki Allahü teâlâ da Resul’üne verdiği nimetten dolayı kullarının dikkatini çekmiştir.

İkincisi: Bunun onları reddetme mahiyetinde söylenmiş olmasıdır; çünkü onlara İsra’dan bahsedince, onu yalanladılar. O zaman mana: Allah yalancı bir peygamber edinmekten münezzehtir, şeklinde olur. Burada kulundan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in murat edildiğinde ise ihtilaf yoktur.

"Mescid-i Haram’dan":

Kavli üzerinde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, bizzat Mescit’ten yürüyüşe çıkarılmıştır; bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir. Bu da Malik b. Sa’saa’dan senediyle rivayet edilen hadisle sabittir. Bu da Buhârî ile Müslim’de şöyle geçmektedir: 1

1 - Dürrü'l - Mensur'da şunlar da gösterilmişitir: İmam Ahmed, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir ve İbn Merduye.

Ben Hatim’de idim - bazı raviler de - Hicr’de idim - demiştir...

İkincisi: O, Ümmü Hani’nin evinden gece yürüyüşüne çıkarılmıştır ki, bu, müfessirlerden çoğunluğun görüşüdür. Buna göre Mescid-i Haram’dan, Harem bölgesi kastedilmiş olur. Harem’in de hepsi mescit’tir. Bunu da Kadı Ebû Ya’lâ ile diğerleri demişlerdir.

"Mescid-i Aksa": Bu da Beytü'l-Mukaddes’ Buna Aksa, denilmesi, iki mescidin arasının uzak olmasındandır.

"Çevresini mübarek kıldığımız” cümlesinin manası ise şudur: Allahü teâlâ onun etrafında nehirler akıtmış ve meyveler bitirmiştir. Peygamberlerin merkezi ve meleklerin iniş yeri olduğu için de, denilmiştir.

Âlimler: Peygamberimizin Mescid-i Aksa'ya girip girmediğinde ihtilaf etmişlerdir; Ebû Hureyre, onun Beytü’l - Mukaddes’e girdiğini, sonra da peygamberlere namaz kıldırdığını, sonra da göğe yükseltildiğini rivayet etmiştir. Huzeyfe b. el - Yeman da: Beytü’l - Mukaddes’e girmediğini, orada namaz kılmadığını ve miraca çıkıncaya kadar Burak’tan inmediğini söylemiştir.

Eğer: "Göğe çıktı ise, Mescid-i Aksa’ya” gelmesinin manası nedir?” denilirse.

Cevap şöyledir: İsra oraya olmuştu, miraç ise oradan (göklere) olmuştu.

Şöyle de denilmiştir: Bunu zikretmedeki hikmet, şudur; eğer sözün başında göğe çıkmasından bahsedilse idi, bunu daha çok reddederlerdi; Beytü’l - Mukaddes'ten bahsedip de verdiği açık işaretlerle doğruluğu meydana çıkınca, miracından bahsetti.

"Ona âyetlerimizden göstermek için": Yani o gece görüp de insanlara haber verdiği âyetlerimizden demektir. "Şüphesiz O, hakkıyla işitendir": Kureyş’in dediklerini.

"Her şeyi görendir": Onların yaptıklarını. Biz de

"el - Hadaik” adlı kitabımızda miraç hadislerini zikretmiş bulunuyoruz. O nedenle burada uzatmak istemedik.

2

Mûsa’ya o kitabı verdik ve onu,

"benden başka bir vekil edinmeyin” diye İsrâil oğullarına bir rehber kıldık.

"Mûsa’ya da o kitabı verdik": Birinci âyette Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e ikramından bahsedince, bu âyette de Mûsa’ya ikramından bahsetti.

"Kitap” ise: Tevrat’tır.

"Onu İsrâil oğullarına bir rehber kıldık": Yani onun sayesinde onları doğru yola hidayet ettik.

"Ella tettehizu": Ebû Amr, ye ile:

"Yettehizu” okumuştur.

Mana da şöyledir: Onları hidayet ettik ki, benden başka vekil tutmasınlar. Diğerleri de te ile okumuşlardır.

Ebû Ali şöyle demiştir: Bu da gaipten hitaba geçiştir; meselâ

"elhamdülillahi “dedikten sonra, "iyyake na’büdü” demesi gibi.

"Vekil":

Mücâhid: Ortaktır, demiştir.

Zeccâc da: Rab, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Rabbe vekil denilmesi, kuluna yetmesi ve işlerini görmesinden dolayıdır. Çünkü insanlara göre vekil, arkadaşlarının işlerini görür ve onların durumuyla ilgilenir. Rab da bu açıdan vekildir; yoksa müvekkilin derecesi ondan üstündür, vekil ondan geridir, demek, değildir.

3

Ey Nûh ile taşıdığımız kimselerin soyu, şüphesiz o, çok şükreden bir kul idi.

"Ey Nûh ile taşıdığımız kimselerin soyu":

Mücâhid bunun nida olduğunu söylemiş ve: Ey taşıdığımız kimselerin soyu, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Kim te ile:

"Ella tettehizu” okursa, yukarıda geçtiğini nazar-ı dikkate alarak zürriyetten sonra bir kelime gizlemiş olur, özeti de şöyledir: Ey Nûh ile beraber taşıdıklarımızın soyları, benden başka vekil tutmayın.

"O çok şükreden bir kul idi” sözünü dikkate alarak da böyle bir şey gizlemeye gerek de kalmaz. Çünkü bu da: Onun gibi bana şükredin, demektir. Kim de ye ile:

"Ellayettehizu” okursa, nidayı hitaba bitiştirmiş ve "zürriyete"yi de nasbetmiş olur. Onun ittehaze fi’linin ikinci mef'ulu olarak mensûb olması da câizdir, Kelâmın özeti şöyle olur: Nûh ile beraber taşıdığımız kimselerin zürriyetlerini vekil edinmesinler.

Katâde şöyle demiştir: Bütün insanlar Allahü teâlâ’nın o gemide kurtardığının soyundandır.

Âlimler şöyle demişlerdir: Bu şekilde insanlara minnet edilmesi, onların gemide kurtulanların sulbünden gelmelerindendir.

"Şüphesiz o, çok şükreden bir kul idi": Selman Farisi şöyle demiştir: Nûh yemek yediği zaman:

"Elhamdü lillâh” derdi. Su içtiği zaman:

"Elhamdü lillâh” derdi. Başkası da şöyle demiştir: O, elbise giydiği zaman:

"Elhamdü lillâh” derdi; Allahü teâlâ da ona: Şükreden kul, demiştir.

4

Kitapta İsrâil oğullarına şöyle hükmettik:

"Elbette yeryüzünde iki defa fesat çıkaracak ve mutlaka büyük bir taşkınlık edeceksiniz".

"İsrâil oğullarına hükmettik":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlara haber verdik, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Aleyhlerine hüküm verdik. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş;

Katâde de böyle demiştir. Birinciye göre

"ilâ” aslı üzere kalmış olur, kitap da Tevrat olur. İkinciye göre ise:

"İla” “alâ” manasına olur, kitap da birinci va’t olmuş olur.

"Yeryüzünde mutlaka fesat çıkaracaksınız": Yani Mısır toprağında demektir.

"İki defa": İsyanlarla ve Tevrat’a muhalefet etmekle.

İlk fesatta (kargaşada) öldürdükleri kimseler hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Zekeriyya’dır, bunu Süddi, şeyhlerinden demiştir.

İkincisi: Eşiya’dır, bunu da İbn İshak, demiştir. İkinci bozgunculukta öldürülen peygamber ise: Yahya b. Zekeriyya’dır.

Mukâtil şöyle demiştir: İki ayaklanma arasında yüz yirmi sene vardır. Zekeriyya’yı öldürmelerinin sebebi şudur: Onlar onu Meryem’le itham ettiler ve: Ondan hamile kaldı, dediler. O da onlardan kaçtı; bir ağaç yarıldı; içine girdi. Pelerinin ucu dışarıda kaldı. Şeytan onlara gelip bunu gösterdi. Onlar da o içinde iken ağacı testere ile kestiler. Eşiya’yı öldürmelerinin sebebi de şudur: O onların arasında peygamber olarak ayağa kalktı ve onları günahlardan men etti. Onlardan kaçıp da ağacın içine giren ve kestiklerinin de o olduğu da söylenmiştir. Zekeriyya ise eceliyle ölmüştür.

Yahya’yı öldürmelerinin sebebinde iki görüş vardır:

Birincisi: Kralları kendine helâl olmayan bir kadınla evlenmek istedi; Yahya da onu bu hareketten men etti.

Sonra bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O kadın kralın erkek kardeşinin kızı idi, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Kızı idi, bunu da Abdullah b. Zübeyr, demiştir.

Üçüncüsü: Erkek kardeşinin karısı idi, o zamanlar onlara göre bu uygunsuz idi. Bunu da Hüseyn b. Ali radıyallahu anhuma demiştir.

Dördüncüsü: Karısının kızı idi, bunu da Süddi, şeyhlerinden demiştir. Şöyle bir sebep de anlatılmıştır: İsrâil oğullarının kralı bir kadına aşık oldu, Yahya’dan bunu sordu; o da buna müsaade etmedi. Kadının annesi kızının evlenmesine mani olduğu için Yahya’ya kin besledi; kızını hazırladı onu krala gönderdi. Kral içki masasında idi. Kızına ona içki içirmesini ve ona yaklaşmasını; eğer kral onunla olmak isterse, Yahya’nın başını bir tepside getirmedikçe olmaz, demesini söyledi. Kız da bunu yaptı. Kral da: Yazıklar olsun sana, bundan başka bir şey iste, dedi. O da: Bundan başka bir şey istemiyorum, dedi. O da emretti; Yahya’nın başı bir tepsi içinde getirildi: Sana helâl değildir, sana helâl değildir, diyordu.

İkinci görüş: Kralın karısı Yalıya aleyhisselam’ı gördü, ona güzellik ve cemal verilmişti; ondan murat almak istedi; o da kabul etmedi. Kadın, kızına: Babandan Yahya’nın başını iste, dedi. O da istediğini verdi. Bunu da Rebi’ b. Enes, demiştir. Siyer Âlimleri şöyle demişlerdir: İsrâil oğullarından yetmiş b. kişi öldürülünceye kadar Yahya’nın kanı kaynadı, ancak o zaman durdu. Katili gelip de: Onu ben öldürdüm, deyinceye kadar durmadığı, ancak o zaman durduğu da söylenir.

"Mutlaka büyük bir taşkınlıkla taşkınlık edeceksiniz": Yani itâatten çıkacak ve azgınlık edeceksiniz, demektir.

5

O ikiden birincisinin va’desi geldiği zaman üzerinize çetin bir kuvvet sahibi kullarımızı gönderdik de evlerin arasında (sizi) araştırdılar. Bu da yerine getirilmiş bir va’d idi.

"O ikisinden birincisinin va'desi geldiği zaman": Yani iki seferden ilkinin cezası geldiği zaman, demektir.

"Baasna": Gönderdik, demektir.

"Kullarımızı gönderdik":

Bunların hakkında da beş görüş vardır:

Birincisi: Onlar Câlut ve ordularıdır, bunu da İbn Abbâs ile Katâde, demişlerdir.

İkincisi: Buhtunassar’dır, bunu da Said b. Müseyyeb , demiş, Ferrâ’ ile Zeccâc da tercih etmiştir.

Üçüncüsü: Amalikalılardır, bunlar kâfir idiler, bunu da Hasen, demiştir.

Dördüncüsü: Sanharip’dir, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Beşincisi: İranlılardan bir kavimdir, bunu da Mücâhid, demiştir.

İbn Zeyd de: Allah onlara Pers Krallarından Zülektaf (belkıran) denen Sabur’u gönderdi, demiştir.

"Çetin bir kuvvet sahibi": Yani savaşta kalabalık ve kuvvetli kimseler, demektir.

"Evlerin arasında araştırdılar":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onların evlerinin arasında dolaştılar, demektir, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’dan, demiştir.

Mücâhid şöyle demiştir: Onlar haber topluyorlardı, savaş yoktu.

Zeccâc da şöyle demiştir: Evlerin aralarında dolaştılar; öldürmedikleri kimse kaldı mı diye bakıyorlardı.

"Cevs": Bir şeyi ince noktasına kadar araştırmaktır.

İkincisi: Onları evlerinin arasında öldürdüler, bunu da Ferrâ’ ile Ebû Ubeyde, demişlerdir.

Üçüncüsü: Bozgunculuk yaptılar, fesat çıkardılar. Casu ve hasu, fehüm yecusune ve yehusune derler ki, bunu yapmaktır. Bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

Hilal: Halel'in çoğuludur, o da iki şey arasındaki mesafedir. Ebû Rezin, Hasen, İbn Cübeyr ve Ebû'l - Mütevekkil, hının ve “Lâm” ın fethi ile elifsiz olarak: Haleleddiyar, okumuşlardır.

"Bu da yerine getirilmiş bir va’ttir": Yani mutlaka olması gereken bir şeydir.

6

Sonra onlara karşı size devlet verdik ve size mallarla oğullarla imdat ettik. Sizi sayıca daha çok kıldık.

"Sonra onlara karşı size devlet verdik": Yani sizi onlara karşı muzaffer kıldık. Kerre’nin manası: Dönüş ve devlettir. Bu da Dâvud’un Câlut’u öldürmesi ve mülkün onlara dönmesiyle olmuştur.

Ferrâ’ şöyle anlatmıştır: Bir adam Buhtunassar’a beddua etti; Allah da onu öldürdü. Böylece mülklerini onlara iade etti. Babil kralı ile savaşıp ellerindeki malı ve esirleri geri aldıkları da söylenmiştir.

"Sizi sayıca daha çok kıldık": Yani sayınızı ve yardımcınızı artırdık, demektir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Nefir ile nafir birdir; kadir ve kadir gibi. Aslı bir kişiyle beraber savaşa giden aşireti ve ev halkıdır.

7

Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş ve eğer kötülük ederseniz yine kendiniz için etmiş olursunuz, ötekisinin va’desi gelince, yüzlerinizi kötülesin, ilk seferde girdikleri gibi Mescid’e girsinler ve galebe ettiklerini bir helak ile helak etsinler, diye (başınıza yine düşman Mûsallat ettik).

"Eğer iyilik ederseniz": Yani size: Eğer iyilik eder ve Allah’a itâat ederseniz, dedik.

"Kendiniz için iyilik edersiniz": Yani itâatin sonucu sizin lehinizedir.

"Eğer kötülük ederseniz": Bozgunculuk ve isyanlarla

"Yine kendiniz içindir (feleha)":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Feileyha (lehine) manasınadır.

İkincisi: Fealeyha (aleyhine) manasınadır.

"Feiza cae va’dül ahireti": "Feiza"nın cevabı mahzuftur; takdiri şöyledir: Öteki bozgunluğunuzun ceza va’desi geldiği zaman üzerinize adamlar göndeririz ki, yüzlerinizi kötülesinler (üzsün, kara çıkarsınlar). Bu ikinci bozgunculuk da Yahya’yı öldürmeleri ve İsa’yı öldürmeye kastetmeleridir. İsa göğe çıkarıldı, Allah da onlara İran ve Roma krallarını Mûsallat etti; onları öldürüp esir ettiler. İşte:

"Liyesuu vucuheküm": kavli bu dur.

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve Âsım da Hafs’tan rivayet ederek çoğul sigasıyla ve iki vav arasında hemze ile "liyesuu” okumuşlardır ki, gönderilen kimselere işarettir.

İbn Âmir, Hamze ve Ebû Bekir de Âsım'dan rivayet ederek, tekil sigasıyla: "Liyesue vücuhekum” okumuşlardır.

Ebû Ali: Bunda iki mülahaza vardır, demiştir:

Birincisi: Aziz ve celil olan Allah yüzünüzü kara çıkarsın, diye.

İkincisi: öldükten sonra dirilmek yüzünüzü kara çıkarsın diye. Kisâi de nun ile "linesue” okumuştur ki, gizli zamir Allahü teâlâ’ya râcîdir.

İkinci seferde onların üzerine gönderilenler hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: Buhtunassar’dır, bunu Mücâhid ile Katâde, demişlerdir. Ravilerden çoğu bunu kabul etmez ve: Buhtunassar’ın Beyt-i Makdis’i harap etmesiyle Zekeriyya oğlu Yahya’nın doğumu arasında uzun zaman vardır, derler.

İkincisi: Roma Kralı Antiochus’tur, bunu da Mukâtil, demiştir.

"Yüzlerinizi kötülesinler"in manası da şöyledir:

Sizi öldürmek ve esir etmekle üzerinize saldırıp sizi üzsünler, demektir. Üzülmek için yüzün gösterilmesi, yüzün sahipleri demektir; çünkü üzüntü ve keder onların üzerinde görülür.

"Mescide girsinler diye": Yani Beyt-i Makdis’e, demektir.

"Girdikleri gibi": İlk seferde.

"Helak etsinler diye (liyütebbiru)": Yok ve harap etsinler diye:

Zeccâc şöyle demiştir: Cam, demir ve altın gibi şeylerin kırıklarına: Tibr denir.

"Ma alev": Üstlerine çıkıp harap etsinler demektir.

8

Rabbinizin size merhamet etmesi umulur. Eğer (tekrar bozgunculuğa) dönerseniz biz de (cezalandırmaya) döneriz. Cehennemi kâfirler için bir zindan kıldık.

"Rabbinizin size merhamet etmesi umulur": Bu, onlara Tevrat’ta edilen vaatlerdendir.

"Asâ = umulur ki,” Allah’tan olan umuda bağlanmak vaciptir. Allah onlardan intikam aldıktan sonra onlara merhamet etti; ülkelerini imar etti ve onları yetmiş sene sonra nimetini geri verdi.

"Eğer dönerseniz": Yani bize isyan etmeye,

"biz de döneriz": Size ceza vermeye.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Sonra onlar tekrar isyan ettiler, Allah üzerlerine İran ve Roma Krallarını gönderdi.

Katâde şöyle demiştir: Sonra bunların sonunda Allah onlara Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i gönderdi. Onlar artık kıyamet gününe kadar azaptadırlar; küçülerek cizyeyi elleriyle verirler.

"Cehennemi kâfirler için zindan kıldık":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Zindan kıldık, bunu İbn Abbâs, Dahhâk ve Katâde, demişlerdir.

Mücâhid de: Orada mahsur kalırlar, demiştir. Ebû Ubeyde ile

İbn Kuteybe de: Tutuk evi, demişlerdir.

Zeccâc da:

"Haşir": Hapistir; hasartürrecüle kavlinden alınmıştır ki, hapsetmektir, o da mahsurdur. Haza hasiruhu denir ki: Onun tutuklandığı ev, demektir. Yere serilen hasıra da böyle denilmesi: Saplarının üst üste getirilmesindendir. Yan’a haşir denilmesi de, eğelerin üst üste gelmesindendir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Haşir, hâsıra manasınadır; hâsıra’dan hasir’a geçilmiştir; mü’lim (acı verici)den de elim’e geçildiği gibi (sıfat-ı müşebbehe kalıbı ism-i fail manasına kullanılmıştır, demek istiyor. Mütercim).

İkincisi: Döşek ve yatak demektir, bunu da Hasen, demiştir.

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Cehennemin onlar için hasır gibi olması câizdir ki, hasır da küçük yaygı demektir.

9

Şüphesiz ki, bu Kur’ân, en doğru şeye iletir. İyi işler yapan mü’minlere de kendileri için mutlaka büyük bir mükafat olduğunu müjdeler.

"Şüphesiz bu Kur’ân en doğru şeye iletir":

İbn Enbari:

"Elleti” çoğul için sıfattır, Mana da şöyledir, demiştir: O, hasletlerin en doğrusuna iletir.

Müfessirler: Onlar da Allah’ın birliği, O’na ve peygamberlerine imandır, buyruğuyla amel etmektir, demişlerdir.

"İyi şeyler yapan mü’minleri de müjdeler": Onlar için var diye,

"bir mükafat": O da cennettir.

10

Şüphesiz ahirete iman etmeyenler için de acıklı bir azap hazırladık.

"Ahirete iman etmeyenleri de müjdeler": Yani Allah’ın düşmanlarını da azapla müjdeler. Şöyle ki, mü'minler müşriklerden eziyet gördükleri için Allah da kâfirlere azap ederek mü’minlerin müjdesini peşin vermiştir.

11

İnsan hayra duası gibi şerre de dua eder. İnsan pek acelecidir.

"İnsan hayra duası gibi şerre de dua eder": Şöyle ki, insan sıkıldığı ve kendine ve ailesine kızdığı zaman hayırla dua ettiği gibi kabul olunmasını istemediği şey ile de dua (beddua) eder.

"İnsan pek acelecidir": Kızdığı ve sıkıldığı zaman hayır duası gibi şerre de dua eder.

Burada insandan kim kastedildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, insan için cins ismidir ki, bütün insanlar, demektir. Bunu da Zeccâc vd. demişlerdir.

İkincisi: Âdem’dir, onu zikretmekle evlatlarına gerek kalmamıştır. Bunu da İbn Enbari, demiştir.

Üçüncüsü: O, Nadr b. Haris’tir, çünkü:

"Üzerimize gökten taş yağdır” (Enfal: 32) demişti. Bunu da Mukâtil, demiştir. Selman Farisi de şöyle demiştir: Allah ilk olarak Âdem’in başını yarattı; o da cesedinin nasıl yaratıldığına bakıyordu; ayakları kaldı: Ya Rabbi, acele et, dedi. İşte:

"İnsan pek acelecidir” dediği budur.

12

Gece ile gündüzü iki âyet kıldık. Gecenin âyetini sildik, gündüzün âyetini de Rabbinizden lütuf aramanız ve yılların sayısını bilmeniz için gösterici / aydınlık kıldık. Her şeyi bir açıklama ile açıkladık.

"Gece ile gündüzü iki âyet kıldık": Yani Yaratıcılarının kudretini gösteren iki alâmet kıldık, demektir. "Gecenin âyetini sildik":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Gecenin âyeti aydır, silinmesi de ayın yüzeyindeki siyahlıktır. Hazret-i Ali radıyallahu anh, İbn Abbâs vd. bu manaya kail olmuşlardır.

İkincisi: Gecenin âyeti ondan ayrılmayan karanlıkla silinmiştir. Silinmenin karanlığa nisbet edilmesi nurları silip onları iptal etmesindendir. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. Ay ile güneşin nûr ve parlaklıkta eşit oldukları; Allahü teâlâ’nın Cebrâil’i gönderdiği, kanadını ayın yüzeyine sürmesiyle ışığı silindiği de rivayet edilmiştir.

"Gündüzün âyetini kıldık": Yani güneşi,

"gösterici": Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Aydınlık, bunu da Katâde, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Ayete gösterici niteliğinin verilmesi mecazidir, nitekim: Zaman falanca oğullarıyla oynadı denir ki, bu da mecazidir.

İkincisi:

"Gösterici"nin manası: Görünen, aydınlık, demektir. Bunu da İbn Kuteybe, demiştir.

Üçüncüsü:

"Mubsıraten"in manası, mubassıraten demektir ki,

"müfil” kalıbı, "müfe’il” yerine kullanılmıştır.

Mana da: Eşyayı insanlara gösterir, demektir. Bunu da İbn Enbari, demiştir. Görüşlerin manaları birbirine yakındır.

"Rabbinizden lütuf aramanız için": Yani görüp de işlerinizi nasıl yapacağınızı ve gündüzün rızkınızı nasıl arayacağınızı bilmeniz için, demektir. Bir de gecenin alâmetini sildik ki,

"yılların sayısını ve hesabı bilesiniz". Eğer bu olmasa idi gece gündüzden ayrılmaz, sayılar da meydana çıkmazdı.

"Her şeyi": Yani ihtiyaç duyulan her şeyi,

"bir açıklama ile açıkladık": Onu başkasıyla karışmayacak şekilde adam akıllı beyan ettik.

13

Her insanın amelini boynuna astık. Kıyamet günü de onun için açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız.

"Ve külle insanin": İbn Ebi Able, “Lâm” ın refi ile "ve küllü” okumuştur. İbn Mes’ûd, Übey ve Hasen de, sakin ye ile elifsiz olarak

"elzemnahu tayrahu” okumuşlardır.

Tair’de de dört görüş vardır:

Birincisi: Onun bedbahtlık ve mutluluğudur, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

Mücâhid de şöyle demiştir: Her doğan çocuğun boynunda bir kağıt vardır; içinde de onun mutlu veya mutsuz olduğu yazılıdır.

İkincisi: Amelidir, bunu da Ferrâ’, demiştir. Hasen’den de iki görüşün benzeri rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: O, başına gelecek şeylerdir, bunu da Husayf, demiştir.

Ebû Ubeyde de: Şansıdır, demiştir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Bana göre mana - Allah bilir ya - şöyledir: Her kişinin Allahü teâlâ’nın takdir ettiği hayır ve şerden nasibi boynuna asılıdır. Araplar insandan ayrılmayan her şey için: Boynuna asıldı; bunu benim üzerimdedir, boynumdadır, onu yerine getireceğim, derler. Hayır ve şer şansa

"tair = kuş” denilmesi, Arapların hayır kuşu uçtu, şer kuşu uçtu demelerindendir. Bunu fal ve uğursuzluk olarak yaparlardı (kuşkulanmak). Allahü teâlâ da onlara kullandıkları şey ile hitap etti ve kuşa nisbet edip ondan bildikleri şeyin boyunlarına asılı olduğunu bildirdi.

Ezheri de şöyle demiştir: Bunun aslı şudur: Allahü teâlâ Âdem’i yarattığı zaman zürriyetleri içinden O'na itâat edeceklerle asileri bildi; onların hepsinden bildiği şeyleri yazdı; mutlu olacağını bildiğini muti, asi olacağını bildiğini de asi olarak yazdı. Böylece henüz yaratılırken ve var edilirken nereye varacağını bildiği şey belli oldu. İşte

"İşte kuşunu / fermanın boynuna astık” dediği budur.

Dördüncüsü: O amelinden kuşkulandığı şeydir; boyundan bahsetmesi ondan ayrılmaması nedeniyledir, tıpkı giysiler içinde gerdanlığın boyundan ayrılmaması gibi. Bu da Zeccâc’ın görüşüdür.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Amele tair (kuş) demelerinin aslı onların bazı amellerden kuşku duymalarındandır.

"Ve nuhricu lehu": Ebû Cafer, mazmum ye ve meftuh ra ile

"yuhracu okumuştur. Ya’kûb ile Abdülvaris, meftuh ye ve mazmum ra ile okumuştur.

Katâde ile Ebû’l - Mütevekkil, merfu ye ve meksur ra ile

"yuhricu” okumuşlardır. Ebû’l - Cevza ile A'rec de, meftuh te ve merfu ra ile "tuhrecu” okumuşlardır.

"Yevmel kıyameti kitaben": İbn Abbâs, İkrime ve Dahhâk, ref ile "kitabun” okumuşlardır.

"Yelkahu": İbn Âmir ile Ebû Cafer yenin zammesi ve kafin şeddesi ile

"yulakkahu” okumuşlardır. Hamze ile Kisâi de kafi imale etmişlerdir (yelkayhi).

Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu, amelinin yazıldığı kitaptır. Ebussevvar el - Adevi bu âyeti okuduğu zaman şöyle derdi: İki açılma, bir dürülme vardır: Ey âdemoğlu, hayatta olduğun sürece amel defterin açıktır; ona istediğini yazdır. Öldüğün zaman dürülür; sonra yerliden dirildiğin zaman açılır.

14

Kitabını oku. Bugün nefsin sana hesap görücü olarak yeter.

"İkra’ kitabek": Ebû Cafer, şeddesiz hemze ile: "îkra” okumuştur. Bunda da izmar vardır, takdiri şöyledir: Ona: Kitabını oku, denir.

Hasen de şöyle demiştir: Ümmi olan da okuryazar olan da onu okur (film şeridi gibi). Kendi hesabını görmek için kendi nefsini seçen Allah sana adil davranmıştır (beyan usulü).

"Hasiben":

Bunun manasında da üç görüş vardır:

Birincisi: Hesap gören demektir.

İkincisi: Şahit demektir.

Üçüncüsü: Yeterli demektir.

Mana da şöyledir: Hesabı insana bırakılır ki, Allah’ın kulları arasında ne kadar adil olduğunu görsün, Allah’ın delili karşısında diyecek bir şeyi kalmasın ve azabı hak ettiğini bilsin. Ve bilsin ki, cennete girerse, Allah’ın lütfü iledir, ameli ile değildir, eğer cehenneme girerse, günahı iledir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Neden nefis müennes olduğu halde

"hasiben” dedi; çünkü nefisten şahıs kastedilmiştir. Yahutta nefsin lâfzında müenneslik alâmeti olmadığı için; sema ve arz lâfızlarına benzemiştir. Allahü teâlâ

"essemau munfatırun bih” (Müzzemmil: 18) demiştir. Şair de şöyle demiştir:

Ne de bir yer onun gibi çayır bitirir.

(Vela arda ebkale demiş, ebkalet, dememiştir. Mütercim).

15

Kim doğru yolu buldu ise ancak kendi nefsi için bulur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Biz bir peygamber gönderinceye kadar azap ediciler değiliz.

"Kim doğru yolu buldu ise ancak kendi nefsi için bulur": Yani doğru yolu bulma sevabı kendi lehinedir, sapmanın cezası de kendi aleyhinedir, demektir.

"Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez": Yani günahkâr bir nefis demektir.

"Başka birisinin günahını yüklenmez":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Velid b. Muğire: Bana tabi olun, ben de günahlarınızı yükleneyim, dedi; Allahü teâlâ da:

"Kimse kimsenin günahını yüklenmez” buyurdu. Ebû Ubeyde de, mana şöyledir, demiştir: Kimse kimsenin yerine günah işlemez.

Zeccâc şöyle demiştir: Vezere, yezirü, fehüve vazirün, vezren, ve vizren ve vizreten, denir ki, manası: Günah işlemek demektir.

Bu âyetin tevilinde de iki yorum vardır:

Birincisi: Bir günahkâr başkasının günahıyla sorumlu tutulmaz.

İkincisi: İnsan başkası da yapıyor diye günah işlememelidir; nitekim kâfirler:

"Gerçekten bizler atalarımızı bir din üzerinde bulduk” (Zuhruf: 22) demişlerdi.

"Bir peygamber gönderinceye kadar": Bunun manası da: Ne ile azap edeceğimizi ve ne için cennete girdireceğimizi bildirinceye kadar, demektir.

Hüküm:

Kadı Ebû Ya’lâ şöyle demiştir: Bu âyette Allahü teâlâ’nın akılla değil, ancak şeriat (din) ile bilinmesinin vacip olduğuna delil vardır, din de peygamberlerin gönderilmesidir. Şöyle ki, bir insan bundan önce ölse, kesin cehenneme gideceğine hüküm verilmez. Şöyle de demiştir: Bunun manası şöyledir, diyenler de olmuştur: İşitmeye bağlı olan şey bir peygamberden işitilmedikçe azap olunmaz, bunun içindir ki, şöyle demişlerdir: Ehliharp bir kimse darıharpte Müslüman olsa da namaz, zekât vb. şeyleri işitmese, bunlardan hiçbirini kaza etmesi lâzım gelmez. Çünkü ancak işittikten sonra sorumlu olur. Bunun da aslı şudur: Küba halkı (Mescid-i Aksa’dan) Ka’be’ye döndükleri zaman eskilerini kaza etmediler. Bir kimse İslâm memleketinde Müslüman olsa da namazın farz olduğunu bilmese, kaza etmesi vacip olur. Çünkü o, insanların ezan ve ikamet ile mescitlerde namaz kıldıklarını görmüştür. Bu da onun için davet sayılır.

16

Bir kenti helak etmek istediğimiz zaman, varlıkla şımaranlarına emrederiz de orada fasıklık ederler; böylece ona söz / azap hak olur. Artık biz de onu bir helak ile helak ederiz.

"Bir kenti helak etmek istediğimiz zaman":

Bunu isteme sebebinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Geçmiş kazasında onların bedbaht olmalarına hüküm vermesidir.

İkincisi: Peygamberlere inat edip onları yalanlamalarıdır.

"Emerna mütrefiha": Çoğunluk, "fealna” vezninde şeddesiz olarak

"emerna” okumuşlardır;

bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, emirdendir, kelâmda söylenmemiş kelimeler vardır; takdiri şöyledir: Orada şımaranlara itâat etmelerini emrederiz; onlar da fasıklık ederler. Bu, Said b. Cübeyr’in görüşüdür.

Zeccâc da şöyle demiştir: Bu, konuşurken: Sana emrettim, sen de bana isyan ettin demeye benzer. Bundan masiyetin emre muhalefet olduğu anlaşılmıştır.

İkincisi: "Kesserna = çoğaltırız” demektir. Emertüşşey’e ve amertuhu: Çoğalttım, demektir. Mühretün me’muretün de: Doğurgan kısrak demektir. Emire benu fülanin ye’merune emren denir ki: Çoğaldılar, demektir. Bu da Ebû Ubeyde ile İbn Kuteybe’nin görüşleridir.

Üçüncüsü:

"emerna” "emmerna” manasınadır; emertürrecüle: Emmertuhu demektir ki, manası: Orada şımaranlara emirlik veririz, demektir. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. Harice de Nâfi’den, medli şekilde "âmenne” gibi "âmerna” rivayet etmiştir. Hammad b. Seleme de İbn Kesir’den böyle rivayet etmiştir. İbn Abbâs, Ebudderda, Ebû Rezin, Hasen, Dahhâk ve Ya’kûb kıraatları da böyledir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Bu, yüksek ve meşhur bir lehçedir, manası da yine: Çoğalttık, demektir. Mücâhid de Ebû Amr’in mimin şeddesiyle

"emmerna” okuduğunu rivayet etmiştir. Eban’ın Âsım’dan rivâyeti de böyledir. Bu aynı zamanda Ebû’l - Âliyye, Nehaî ve Cahderi’nin de kıraatidir.

İbn Kuteybe de, mana: Onları Emirler yaptık, demiştir. Ebû'l - Mütevekkil, Ebû’l - Cevza ve İbn Ya’mur da hemzenin fethi ve mimin kesri ile şeddesiz olarak

"emirna” okumuşlardır. Mütrefun ise: Nimetin ve bol geçimin onları şımarttığı kimseler, demektir.

Müfessirler: Onlar zorbalar, Mûsallatlar ve krallardır, demişlerdir. Neden sadece varlıkla şımaranlar zikredilmiştir; çünkü onlar reislerdir, ötekiler ise onlara tabi olanlardır.

"Onlar da orada fasıklık ettiler": Yani küfürlerinde inat ettiler, demektir. Çünkü küfürde fasıklık onun daha çirkinidir. Biz de fışkın manasını Bakara: 26 ve 197’de şerh etmiş bulunuyoruz.

"Onlara söz vacip oldu":

Mukâtil: Onlara azap vacip oldu demiştir. Biz de

"tedmir’in manasını A’raf: 137’de zikretmiş bulunuyoruz.

17

Nûh’tan sonra nice nesiller helak ettik. Rabbin kullarının günahlarını bilici ve görücü olarak yeter.

"Ve kem ehlekna minel kuruni": O, karn’ın çoğuludur. Biz de insanların ondakı ihtilaflarını En’am: 6’da zikretmiştik.

"Habîr” ile basîr in manasını da Bakara’da şerh ettik.

Mukâtil: Bu âyet, Mekkeliler için korkutmadır, demiştir.

18

Kim dünyayı isterse, istediğimiz kimse için ona orada dilediğimizi çabucak veririz. Sonra da ona cehennemi kılarız / belirleriz. Ona kınanmış, kovulmuş olarak girer.

"Kim dünyayı isterse": Yani ameliyle dünyâyı isterse, demektir. Burada acile demekle sıfat isim yerine kullanılmıştır.

"Orada dilediğimize çabucak veririz": Dünya malından, demektir. Bol ve dar olarak diyenler de olmuştur.

"Dilediğimiz kimseye":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Helakini dilediğimiz kimseye, demektir. Bunu da Ebû İshak el - Fezari, demiştir.

İkincisi: Kendisine acele ile bir şeyler vermek istediğimiz kimseye demektir. Bunda ameliyle dünyayı isteyene. kınama ve eline de kendisi için takdir edilenden başka bir şey -geçmeyeceğine delalet vardır. Sonra da ahirette cehenneme girer. İbni Cerir: Bu âyet öteki dünyaya kesin inanmayanlar hakkındadır, demiştir. Biz de

“cebennem"in manasını Bakara: 206'da,

"yeslaha"nın manasını da Nisa suresi 10’da ve

"mezmumen medhuren’in manasını da A’raf: 18’de zikretmiş bulunuyoruz.

19

Kim de mü’min olarak ahireti ister ve çalışmasını onun için yaparsa, işte onların gayretleri makbuldür.

"Kim de ahireti isterse": Yani cenneti, demektir.

"Çalışmasını onun için yaparsa": Yani ona uygun amel işlerse, demektir. Neden:

"Mü’min olarak” demiştir? Çünkü amelin sahih olması için iman şarttır,

"işte onların gayretleri meşkurdur": Yani makbuldür. Aziz ve celil olan Allah’ın onlara teşekkürü, onlara sevap vermesi ve onları övmesidir.

20

Her birine, onlara da bunlara da Rabbinin vergisinden veririz. Rabbinin vergisi menedilmiş değildir.

"Küllen nümiddü”

Zeccâc şöyle demiştir: "Küllen", "nümiddü” ile mensubtur.

"Haulai” de "kül"den bedeldir.

Mana: Onlara da bunlara da Rabbinin ihsanından veririz, demektir.

Müfessirler şöyle demişler: Hepsine, iyiye de kötüye de dünyadan veririz. Burada vergi (atâ): Rızıktır, mahzur da: Yasak kılınmış demektir.

Mana da: Rızık mü’min ve kâfir için geneldir, ahirette ise özellikle mü’minleredir.

21

Bak, onların bazılarını bazılarına nasıl üstün kıldık? Gerçekten ahiretin dereceleri daha büyüktür ve üstün kılına bakımından da daha büyüktür.

"Bak": Ey Muhammed,

"bazılarını bazılarına nasıl üstün kıldık":

Üstün kılındıkları şeyde de iki görüş vardır:

Birincisi: Kimisinin rızkı az, kimisinin de çoktur.

İkincisi: Rızık ile ameldir; binaenaleyh onlardan kimi iyi amele muvaffaktır, kimi de bundan engellenmiştir.

22

Allah'lâ beraber başka bir İlâh kılma. Sonra kınanmış, kendi başına bırakılmış olarak oturursun.

"Allah’lâ beraber başka bir İlâh kılma": Hitap, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e ise de mana bütün mükellefler için geneldir. Mahzul da: Yardımcısı olmayandır. Hizlan: Birine yardım etmemektir.

Mukâtil şöyle demiştir: Bu âyet, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’i atalarının dinine davet etmeleri üzerine inmiştir.

23

Rabbin: "Kendisinden başkasına ibadet etmeyin, anaya babaya iyilik edin” diye hükmetti. Eğer bunlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlılığa erişirse, onlara

"of” deme. Onları azarlama. Onlara yumuşak söz söyle.

"Ve kada rabbuk": İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan: Rabbin emretti, dediğini rivayet etmiştir. Dahhâk da ondan ancak, "vevassa rabbuk” dediğini, iki vavdan birinin "sad"a bitiştiğini nakletmiştir. Übey b. Ka’b, Ebû’l - Mütevekkil ve

Said b. Cübeyr de: "Ve vessa” okumuşlardır. Bu, icmaa aykırıdır; ona iltifat edilmez. Ebû İmran, Âsım Cahderi ve Muaz el - Kari, kaf, dad, med, hemze ve ref ile (kadâu), rab ismini de cer ile (rabbike) okumuşlardır.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Bu kaza (hüküm) kesin ve vacip cinsinden değil, ancak emir ve farz cinsindendir. Kazanın aslı lügatte: Bir şeyi muhkem ve sağlam şekilde kesmektir. (Hazret-i) Ömer’e ağıt yakan şair de şöyle demiştir:

Birtakım işleri hükme bağladın, sonra da öyle gadrettin ki,

Örtüsü açılmamış (gün yüzü görmemiş) felaketler bıraktın.

Yani onları muhkem vaziyette kesip attın demek istemiştir.

"Ve büvalideyni ihsana": Ana babaya iyiliği emretmiştir, demektir. İhsan iyilik ve ikram demektir. Biz de bunu Bakara: 83’te zikretmiş bulunuyoruz.

"İmma yebluğanne": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir müfret olarak:

"Yebluğanne” okumuşlardır. Hamze, Kisâi ve Ya’kûb ise tesniye kalıbıyla:

"Yebluğanni” okumuşlardır.

Ferrâ’ şöyle demiştir:

"Yebluğanne” birine fiil kılınmış, "kİlâhuma” ise ikisine râci olmuştur. Kim

"yebluğanni” okursa, tesniye etmiştir; çünkü daha önce valideyn zikredilmiştir. O zaman fül sayılarına göre olmuştur. Sonra da yeni başlayarak:

"Ahadühüme ev kİlâhuma” demiştir; tıpkı:

"Fe amu ve sammu” (Maide: 71) kavlinde olduğu gibi. Sonra yeniden söze başlamış ve: "Kesirün minhüm” demiştir.

"Felatekul lehüma üffin":

Ebû Amr, Hamze, Kisâi, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayetle tenvinsiz olarak kesre ile "üffin” okumuşlardır.

İbn Kesir, İbn Âmir, Ya’kûb ve Mufaddal da feth ile tenvinsiz olarak "üffe” okumuşlardır.

Nâfi, Hafs da Âsım’dan, kesr ve tenvin ile: "Üffin” okumuşlardır. Ebû’l - Cevza ile İbn Yamur de ref, tenvin ve fenin de şeddesi ile "üffün” okumuşlardır. Muaz el - Kari, Âsım, Cahderi ve Humeyd b. Kays de

"ta’sen” gibi "efen” okumuşlardır. Ebû İmran el - Cevni ile Ebussimak el - Adevi de ref, tenvinsiz ve fenin şeddesiyle "üffü” okumuşlardır. Bu da Esmaî’nin Ebû Amr’dan rivâyetidir. İkrime, Ebû’l - Mütevekkil, Ebû Recâ’ ve Ebû’l - Cevza da, fe sakin ve şeddesiz olarak "üf” okumuşlardır.

Ahfeş şöyle demiştir: Çünkü bazı Araplar, hikaye tarzında: Üf lek, derler. Ref ise çirkindir; çünkü arkasından lâm gelmemiştir. Ebû’l - Âliyye ile Ebû Husayn el - Esedi ise fenin şeddesi ve ye ile "üffi” okumuşlardır. İbn Enbari de, bazılarının onu hemzenin kesri ile

"if” okuduğunu rivayet etmiştir. Zeccâc da onda yedi lügat vardır, demiştir: Tenvinli tenvinsiz kesr; tenvinli ve tenvinsiz zam; tenvinli ve tenvinsiz feth; yedincisi de kıraatta câiz olmayandır ki, o da ye ile "üfi"dir. Zeccâc da böyle demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: "Üff’de on çeşit vardır: Feth ile

"üffe lek"; kesr ile "üffi", "üff", beddua tarzında "veylen lilkafirin gibi

üffen"; ref ve tenvin ile

"veylün lilmutaffifin” (Mutaffifin: 1) gibi; cer ve tenvin ile "şahin” ve

"mehin” seslerine benzeterek

"efhin"; yine beddua tarzında

"efhenlek"; nefse izafetle "üffi” lek; kem, hel ve bel edatlarına benzeterek fenin sükunu ile "üf"; hemzenin kesri ile

"if” lek gibi. Ben şeyhimiz Ali Ebû Mansur el - Lügavi’den şöyle okudum:

Şöyle diyebilirsin: "Üfi” minhu, "üfü", "üfin", "üfen", muzaf olarak "üffi", "üfhen", elifle "üfen". Ye ile "üfi” deme ki, o yanlıştır.

"Üf"ün manasında da beş görüş vardır:

Birincisi: O, tırnak kiridir, bunu da îmam Halil, demiştir.

İkincisi: Kulak kiridir, bunu da Esmaî, demiştir.

Üçüncüsü: Tırnak kesintisidir, bunu da Sa’leb demiştir.

Dördüncüsü: "Üf” hor ve küçük görmedir,

"efef’ten gelir ki, efef de Araplarda: Azlık manasınadır. Bunu da İbn Enbari, demiştir.

Beşincisi: "Üf", yerden kaldırdığın çöp veya kamış parçasıdır. Bunu da Dilci İbn Fâris nakletmiştir. Ben şeyhimiz Ebû Mansur’dan şöyle okudum: "Üf” kötü koku ve rahatsızlıktır. Aslı, üzerine düşen toprak veya külü, tüf diyerek uzaklaştırmaktır. Rahatsız edici şeyi ondan uzaklaştırmak istediğin mekana ve her ağır kabul edilen şeye denir. Mûsannif şöyle demiştir:

"Tüf” sözcüğünü bazıları "üf” manasına kullanmışlardır. Ebû Ubeyd’den: "Üf’ün aslının

"tüf” olup parmak arasından çıkan fitil şeklindeki kir, dediği rivayet edilmiştir. İbn Enbari de bir fark göstermiş, dilcilerin şöyle dediklerini söylemiştir: "Üf ’ lügatte kulak kiridir,

"tüf” ise tırnak kiridir. Araplar onu hoşa gitmeyen, tiksindirici ve rahatsız edici şey için kullanmışlardır. Zeccâc da başka bir fark göstermiştir: Şöyle denilmiştir: "Üf' tırnak kiridir,

"tüf” ise kulak kiri veya yerden alınan kıymık gibi değersiz şeydir. "Üff’ün manası, pis kokudur, âyetin manası da şöyledir: Onlara yaşlandıkları zaman bıktığını gösteren bir söz söyleme. Onlar sen küçükken sana ne gibi hizmetler ettilerse, sen de şimdi onlara aynısını yap, işlerini ve hizmetlerini gör.

"Onları azarlama": Yani onlara sıkılarak yüzlerine karşı bağırarak konuşma. Atâ’ b. Ebi Rebah da: Onlara karşı ellerini silkme demiştir. Nehertuhu enheruhu nehren ile intehertuhu intiharen aynı manayadır.

İbn Fâris de şöyle demiştir: Nehertürrecüle ventehertuhu: Zecertü gibidir ki, azarlamak manasınadır.

Müfessirler şöyle demişler: Neden yaşlı iken onlara eziyet etmeyi men etti, hâlbuki o her zaman yasaktır; çünkü yaşlılıkta bıkkınlık ve rahatsızlık verecek halleri çok görülür, onlara daha çok hizmet etme ihtiyacı duyulur.

"Onlara yumuşak söz söyle": Yani olabildiğince en hoş söz söyle, demektir. Said b. Müseyyeb de: Kölenin, sert efendisine karşı sözü gibi, demiştir.

24

Onlara acımaktan tevazu kanadını indir. "Rabbim, beni çocukken nasıl büyüttülerse, sen de onlara öyle merhamet et!” de.

"Onlara acımaktan tevazu kanadını indir": Yani onlara acıdığın için yumuşak ve mütevazı davran, demektir. Kanat indirmenin manasını da Hicr: 88’de şerh etmiş bulunuyoruz.

Atâ’ şöyle demiştir: Kanadın, ellerin demektir; onları ebeveynine kaldırma. Kurraların çoğunluğu zalm zammesiyle "zül” okumuşlar; Ebû Rezin, Hasen, Said b. Cübeyr, Katâde, Âsım Cahderi ve İbn Ebi Able de zalm kesresiyle okumuşlardır.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Zül onlara karşı tezellül göstermedir ki, zilletten gelir. Zül ise: Zelil (hor) olmadığın halde hizmette zillet göstermektir. Zül ile zillet, zelilin mastarıdır, kesre ile zil ise zelul'un mastarıdır,

İbn Enbari şöyle demiştir: Kim kesre ile "zil” okursa, onu zalm zammesiyle zül manasına almıştır. Büyük dilcilerin kabul ettiği odur ki, zül, zelil, yani hor adamdır, zil ise uysallaşmış hayvandır.

"De ki: Rabbim, beni çocukken nasıl büyüttülerse, sen de onlara öyle merhamet et": Yani Beni küçükken büyütünceye kadar bana merhamet ettikleri gibi sen de onlara öyle merhamet et, demektir.

Bazıları, bu mutlak duadan müşriklere yapılan duanın

"Peygamber ve mü’minler için müşriklere istiğfar etmeleri yoktur” (Tevbe: 113) kavliyle neshedildiğine kail olmuşlardır. Bu mana İbn Abbâs, Hasen Basri, İkrime ve Mukâtil’den nakledilmiştir. Mûsannif (İbn Cevzi) şöyle demiştir: Ben bunda fakihler adına bir nesih görmüyorum, çünkü bu, tahsis edilmiş bir genel hükümdür. Benim dediğime yakınını da İbn Cerir Taberî zikretmiş bulunuyor.

25

Rabbiniz nefislerinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz iyi kimseler olursanız, şüphesiz O, kendine dönenler için çok bağışlayıcıdır.

"Rabbiniz nefislerinizdekini daha iyi bilir": Yani içinizde onlara karşı gizlediğiniz itâat ve isyan gibi şeyleri, demektir. Kim de isyan niyeti taşımadan ağzından bir şey kaçırırsa, o da bağışlanır ki, bu da

"eğer iyi kimseler olursanız” kavli ile bildirilmiştir. İyi kimseler, Allah’a itâat edenler, demektir. Ana babaya iyilik edenler de, denilmiştir. Tevbe edenler de denilmiştir.

"Şüphesiz O, kendine dönenler (evvabin) için çok bağışlayandır":

Evvab üzerinde de on görüş vardır:

Birincisi: O, Müslüman’dır, bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: O, çok Tevbe edendir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid, Said b. Cübeyr, Dahhâk ve Ebû Ubeyde de böyle demişlerdir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: O; Tevbe üstüne Tevbe edendir.

Zeccâc da şöyle demiştir: O, Allah’ın yasak ettiği her şeyi söküp atan Tevbekârdır. Âbe yeubu evben denir ki: Dönmek manasınadır.

Üçüncüsü: O, Tesbih edendir, bunu da Said b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan, demiştir.

Dördüncüsü: O, Allahü teâlâ'ya itâat edendir, bunu da Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Beşincisi: O, yalnız kaldığı zaman günahını hatırlayıp da Allah’tan bağış dileyendir. Bunu da Ubeyd b. Umeyr, demiştir.

Altıncısı: O, kalbi ve ameli ile Allahü teâlâ’ya yönelendir, bunu da Hasen, demiştir.

Yedincisi: O, namaz kılandır, bunu da Katâde, demiştir.

Sekizincisi: O, akşamla yatsı arasında namaz kılandır, bunu da İbn Münkedir, demiştir.

Dokuzuncusu: O, kuşluk namazını kılandır, bunu da Avn el - Ukayli, demiştir.

Onuncusu: O, gizlice günah işleyip gizlice Tevbe edendir, bunu da Süddi, demiştir.

26

Akrabaya, yoksula, yolda kalana hakkını ver, saçıp savurma.

"Akrabaya hakkını ver":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, bir kişinin babası ve annesi tarafından akrabasıdır, bunu da İbn Abbâs ile Hasen, demişlerdir.

Buna göre onların hakkı hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Ondan maksat, onlara iyilik etmek ve sıla-i rahim yapmaktır.

İkincisi: ihtiyaç anında vacip olan nafakadır.

Üçüncüsü: Ölüm anında onlara vasiyettir.

İkincisi: Onlar, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in akrabalarıdır, bunu da Ali b. Hüseyn radıyallahu anhuma ile Süddi, demişlerdir. Buna göre onların hakkı: Onlara ganimetin beşte birinden gerekli hisselerini vermektir. Hitap da idarecileredir.

"Yoksula ve yolda kalana": Kadı Ebû Ya'lâ şöyle demiştir: Bundan farz olan sadakanın, yani zekatın murat edilmesi de câizdir, zaruret halinde verilmesi gereken hak olması da câizdir. Buna: Yoksulun sadaka, yolcunun da konukluk hakkı diyenler de olmuştur.

"Saçıp savurma":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, malı haksız yere harcamaktır, bunu da İbn Mes’ûd ile İbn Abbâs, demişlerdir.

Mücâhid de şöyle demiştir: Bir adam malının tamamını hak yere harcasa savurmuş olmaz. Eğer bir avuç malmı da haksız yere harcasa, saçıp savurmuş olur.

Zeccâc da şöyle demiştir: Saçıp savurma: Allah’a isyan hususunda harcamadır. Cahiliye halkı deveyi keser, malı da saçıp savururdu; bundan da şan ve şöhret beklerdi. Allahü teâlâ malı kendine yaklaştıracak hayır yollarına harcamayı emretti.

İkincisi: O malı telef eden israftır; bunu da Maverdi, zikretmiştir.

Ebû Ubeyde de: Saçıp savuran: Bozgunculuk eden ve malını boş yere harcayandır, demiştir.

27

Şüphesiz saçıp savuranlar şeytanların kardeşleri oldular. Şeytanlar da Rabbine çok nankördür.

"Şüphesiz saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir": Çünkü onlar onun davetine uyarlar, Allah’a isyan hususunda ona katılırlar.

"Şeytan da Rabbine çok nankördür": Yani nimetlerini inkâr eder. Bu da müsrifin nimete karşı nankör olduğunu içerir.

28

Eğer Rabbinden umduğun bir rahmet aramak için onlardan yüz çevirirsen, onlara yumuşak / kolay söz söyle.

"Eğer onlardan yüz çevirirsen":

Burada işaret edilenler hakkında da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar adları geçen akrabalar, yoksullar ve yolculardır. Bunu da çoğunluk, demiştir.

Buna göre bu yüz çevirmenin sebebinde iki görüş vardır:

Birincisi: El darlığıdır, bunu da cumhûr, demiştir.

İkincisi: Yapılan infakı Allah’a isyanda harcamaları korkusudur. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Buna göre umulan rahmet hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Rızıktır, bunu da çoğunluk, demiştir.

İkincisi: O, iyi hal ve Tevbedir, bu da İbn Zeyd’in görüşünden çıkarılmıştır.

İkincisi: Onlar müşriklerdir,

Mana da şöyledir: Yalanlamalarından dolayı onlardan yüz çevirmektir. Bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

O zaman rahmetin iki manaya gelme ihtimali vardır:

Birincisi: Onlara karşı zaferi beklemedir.

İkincisi: Onların hidayete ermeleridir.

Üçüncüsü: Onlar Müzeyne kabilesinden birtakım insanlardı, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip savaş için binit istediler; o da: "Size verecek binitim yoktur” dedi. Onlar da ağladılar; bu âyet de onun üzerine indi. Bunu da Atâ’ el - Horasani, demiştir.

Dördüncüsü: O; Habbab, Bilal, Ammar, Mihca’ ve onlar gibi fakirler hakkında indi. Onlar Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'den bir şeyler isterlerdi; o da verecek bir şey bulamaz; onlardan yüzünü çevirir ve susardı. Bunu da Mukâtil, demiştir. Buna ve bundan önceki görüşe göre rahmet rızık manasına olur.

"Onlara yumuşak söz söyle":

Ebû Ubeyde: Yumuşak ve uygun söz demiştir ki, yüsr (kolaylık) kökünden gelir.

Müfessirlerin de bunun üzerinde üç görüşleri vardır:

Birincisi: O, güzel vaattir, bunu da İbn Abbâs, Hasen ve Mücâhid, demişlerdir.

İkincisi: O güzel sözdür, meselâ: Allah (bize de size de rızık) versin, demek gibi. Bunu da İbn Zeyd, demiştir. Bu da onun yukarıda geçen görüşüne göredir.

Üçüncüsü: O, müdara (yüze gülme) dir, bu da onlar müşriklerdir, diyenlere göredir. Bunu da Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir. Bu görüşe göre âyetin neshe ihtimali vardır.

29

Elini boynuna bağlanmış kılma, onu tamamen de açma; sonra kınanmış, eli boş kalmış olarak oturursun.

"Ellerini boynuna bağlanmış kılma":

İniş sebebi şöyledir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e bir genç geldi: Annem senden şunu şunu istiyor, dedi. O da: Bugün yanımızda verecek bir şey yoktur, dedi. O da: Bana gömleğini versin, diyor, dedi. O da gömleğini çıkarıp ona verdi, kendisi de evde çıplak kaldı. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Mes’ûd, demiştir. Cabir b. Abdullah da benzerini rivayet etmiştir. Birileri yanına girdi, onu çıplak gördü; bunun üzerine bu âyet indi.

Mana şöyledir: Ellerini boynuna bağlı gibi tamamen sıkma (vermezlik etme).

"Onları tamamen de açma": Verme ve harcama hususunda.

"Sonra kınanmış olarak oturursun": Kendini kınarsın, insanlar da seni kınar.

"Eli boş olarak":

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Sana gerekli şeyleri verdiğinden dolayı bitkin düşersin, tıpkı yolculuktan yorgun düşen deve gibi kala kalırsın.

Zeccâc şöyle demiştir: Mahsur: Aşırı yorgun ve bitkin düşene denir.

Mana da şöyledir: O zaman oturur kalırsın, üzerine çöken yükü taşıyamazsın, yorgun düşen kimse gibi olursun.

Kadı Ebû Ya’lâ da şöyle demiştir: Bu hitaptan Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den başkası kastedilmiştir; çünkü o, yarın için hiçbir şey saklamazdı; o kadar acıkırdı ki, karnına taş bağlardı. İleri gelen ashabından bazıları da bütün varlıklarını Allah yolunda harcarlardı; Allah da onları men etmedi; çünkü inançları sağlam idi. Ancak elinden çıkana özlem duyan bundan men edilmiştir; ama Allahü teâlâ'nın va'dine güvenen, bunun dışındadır.

30

Şüphesiz Rabbin dilediği kimse için rızkı genişletir de daraltır da. Çünkü O, kullarından haberdar ve onları iyi görendir.

"Şüphesiz Rabbin dilediği kimse için rızkı genişletir de daraltır da": Yani dilediğine daraltır ve genişletir.

"Çünkü O, kullarından haberdar ve onları iyi görendir": Öyle ki, onlara rızkı hallerine uygun olacak şekilde verir.

31

Çocuklarınızı fakirlik korkusu ile öldürmeyin. Onlara da size de biz rızık veriyoruz. Şüphesiz onları öldürmek büyük bir günahtır.

"Çocuklarınızı fakirlik korkusu ile öldürmeyin": Bunu da En’am: 151’de tefsir etmiş bulunuyoruz.

"Kâne hıt’en kebira": Nafî, Ebû Amr, Âsım, Hamze ve Kisâi, hı meksur, tı sakin hemze de maksura olarak

"hıt’en” okumuşlardır; İbn Kesir ile Atâ’ da hı meksur, hemze de memdude olarak

"hıtâen” okumuşlar; İbn Âmir de hı ve tı mensûb, hemze de medsiz olarak

"hataen” okumuştur. Ebû Rezin de böyle okumuş; ancak o med etmiştir. Hasen ile Katâde de hinin fethi, tının sükunu ve hemze de maksur olarak okumuşlardır. Zührî ile Humeyd b. Kays de, hinin kesri, tının tenvini ile hemzesiz ve medsiz olarak

"hitan” okumuşlardır.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Hıt’: Günahtır, bazen de

"hata’” manasında olur; tıpkı kıtb ve kateb, hizr ve hazer, nics ve neces gibi. Hıt’, hitâ’ ve hata’ med ile lügattir. Ebû Ubeyd şöyle demiştir: Hatı’tü ve ahta’tü iki lügattir.

Ebû Ali de şöyle demiştir: İbn Kesir’in

"hitaun” okuyuşu, hatae’nin mastarı olabilir; gerçi bu Araplardan duyulmamıştır, ancak buna işaret eden şey gelmiştir;

Ebû Ubeyde: Hıt', hat' ve hatâ’ rivâyetini aktarmıştır.

Ahfeş de şöyle demiştir: Hatıe yahtau

"eznebe” (günah işledi) manasınadır;

"ahtae” (hata etti) manasına değildir. Çünkü

"ahtae"de yaptığı şeyde kasıt yoktur; kasıtlı olarak yaptığın şeyde:

"Hatı’tü” dersin; kasıtlı olmayarak yaptığın şeyde de

"ahta’tü” dersin.

İbn Enbari:

"Hıt’” günahtır, demiştir. Hatıe yahtau denir ki, günah işlemektir. Ahtae yuhtıu denir ki, doğrudan ayrılmaktır. Biz de bunu Yûsuf suresi, âyet 91'de "ve in künna lehatıin” kavlinde şerh etmiş bulunuyoruz.

32

Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, bir edepsizliktir, kötü bir yoldur.

"Vela takrubuzzina": Ebû Rezin, Ebû’l - Cevza ve Hasen med ile okumuşlardır.

Ebû Ubeyde şöyle demiştir:

"Zina” kelimesi Necit lehçesinde med edilir, Ferazdak şöyle demiştir:

Ey Ebû Hazır, kim zinâ ederse, zinası bilinir,

Kim de keskin şarap içerse, sabahleyin mahmur kalkar.

Yine şöyle demiştir:

Zinâ yapmak için saçını boyadın,

Savaş günü kahramanlarla karşılaşmak için ise boyamazsın.

Başkası da şöyle demiştir:

Dediğinin cezası o oldu;

Tıpkı recimin de zinanın cezası olduğu gibi.

33

Allah’ın haram ettiği canı haksız yere öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse, velisine gerçekten bir yetki vermişizdir. Artık o da öldürmede ileri gitmesin. Çünkü o, yardımlanmıştır.

"Allah’ın haram ettiği canı öldürmeyin": Biz de bunu En'am: 151’de zikretmiş bulunuyoruz.

"Fekad cealna”

Zeccâc şöyle demiştir: En iyisi, dalı cime idgam etmektir (fekaccealna). Ayrı okumak da gayet güzeldir, ancak cim dilin ortasından, dal ise düin ucundan çıkar; o nedenle idgam etmek câizdir; çünkü dilin ortasından çıkan harfler, dilin ucundan çıkan harflere yakındır.

"Onun velisi": Kan davasında bulunacak kadar yakın akrabasıdır. Eğer velisi olmazsa, onun velisi hükümdardır.

Müfessirler sultan üzerinde iki görüş beyan etmişlerdir:

Birincisi: O, delildir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Validir, mana da:

"Onun velisine bir yetki verdik” şeklindedir; ona yardım eder, hakkını almada insaflı davranır. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

"Fela yüsrif filkatl": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve Âsım, ye ile

"yüsrif” okumuşlar; İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, te ile (fela tüsrif) okumuşlardır.

İşaret edilen kimse hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, maktulün velisidir, ileri gitmesinden murat edilen şey üzerinde de beş görüş vardır:

Birincisi: Katilden başkasını öldürmektir, bunu da İbn Abbâs ile Hasen, demişlerdir.

İkincisi: Bire karşı iki kişi öldürmektir, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Üçüncüsü:

Öldürülenden daha şereflisini öldürmektir, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Dördüncüsü: İşkence etmektir, bunu Katâde, demiştir.

Beşincisi: Katilin öldürülmesini devlete bırakmayıp kendi gerçekleştirmektir, bunu da Zeccâc, zikretmiştir.

İkincisi: İşaret ilk katiledir,

Mana da şöyledir: Katili zulüm ve tecavüz ederek öldürmede ileri gitmesin, bunu da Mücâhid, demiştir.

"Çünkü o yardımlanmıştır (innehu kâne mansura)": Ona destek verilmiştir.

Hu zamirinde de dört görüş vardır:

Birincisi: O, veliye râcîdir,

Mana da şöyledir: Ona kısas imkanı verilmekle yardım görmüştür. Bunu da Katâde ile cumhûr, demişlerdir.

İkincisi: O, maktule râcîdir,

Mana şöyledir: Katilini öldürmede ona yardım edilmiştir. Bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: O, kana râcîdir, mana da: Maktulün kanı yardım görmüştür, yani istenmiştir (yerde kalmamıştır).

Dördüncüsü: O, öldürmeye râcîdir, son iki görüşü Ferrâ’ zikretmiştir.

34

Yetim malına ancak en güzel şeyle yaklaşın, rüşdüne erişinceye kadar. Sözü yerine getirin. Çünkü söz sorumludur.

"Yetim malına yaklaşmayın": Bunu da En’am: 152’de şerh etmiş bulunuyoruz.

"Sözü yerine getirin": Bu da kulla Allah arasında ve kulların kendi aralarındakiler için geneldir.

Zeccâc şöyle demiştir: Allah’ın emrettiği ve yasakladığı her şey sözün kapsamına girer.

"Mesuldür":

İbn Kuteybe: Sahibi ondan sorumludur, demiştir.

35

Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu daha hayırlıdır ve sonuç itibarı ile daha güzeldir.

"Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın": Yani tamam yapın, eksik yapmayın, demektir.

"Vezinu bil-kıstas": Bunda da beş okunuş vardır:

Birincisi: Kafin zammesi ve iki sinle "kustas"tır.

Bu da İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Ebû Bekir'in de Âsım’dan kıraatidir. Bunlar burada ve Şuara 182’de de böyle okurlar.

İkincisi: Yine böyledir, ancak kaf meksurdur. Bu da Hamze, Kisâi ve Hafs’ın da Âsım’dan kıraatidir.

Ferrâ’: İkisi de iyi lügattir, demiştir.

Üçüncüsü: İki sad ile "kıstas"tır.

Dördüncüsü: Tıdan önce sad ve ondan sonra sin ile "kıstas"tır. Bu ikisi de Hamze’den rivayet edilmiştir.

Beşincisi: Nun ile "kıtsan"dır. Ben şeyhimiz Ebû Mansur Lügavi’den, İbn Düreyd’in: Kıstas, terazidir, Rumcadır, Arapçalaşmıştır, dediğini okudum. Kustas ve kıstas, denir.

"Bu daha hayırlıdır": Yani bunu yerine getirmek Allah katında daha hayırlı ve ona daha yakındır. "Sonuç itibarı ile daha güzeldir": Yani karşılığı daha güzeldir, demektir.

36

Bilgin olmayan şeyin arkasına düşme. Şüphesiz kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.

"Vela takfü maleyse leke bihi ilm":

Ferrâ’ şöyle demiştir:

"Takfü": Kıyafet kökünden gelir, o da iz sürmektir. Bunda da: Kafa yakfu ve kafe yekufu şeklinde iki kıraat vardır. Kurraların çoğu onu kafevtüden getirirler ki, vavdan önce feyi harekeler ve kafi da cezimlerler, tıpkı: Lâ ted’u dediğin gibi. Muaz el - Kari de, tekul gibi tekuf okumuştur. Araplar: Kuftu eserehu ve kafevtü, derler, âse ve asâ (bozgunculuk etmek) de böyledir. Kaal cemelü ennakate ve kaaha derler ki, o da bunun gibidir, erkek deve dişiye aşmak manasınadır.

Zeccâc şöyle demiştir: Kim feyi sakin ve mimi mazmum okursa, onu: Kafe yekufudan getirmiş olur ki, kafa yakfunun maklubudur (tersidir), mana da birdir: Kafavtüşşey’e akfuhu kafven dersin ki: Bir şeyin izini sürmektir.

İbn Kuteybe şöyle demiştir:

"Latakfu": Zan ve tahminin arkasına düşme, demektir. Bu da kafadan gelir ki, işlerin arkasına düşmek, onları arkadan takip etmektir. Kafi de izleri süren ve takip eden izciye denir. Sanki o, kafî’nin tersidir.

Bundan ne murat edildiği hususunda da müfessirlerin dört görüşü vardır:

Birincisi: Kimseye bilmediğin şeyi atma, demektir, bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Görmediğin şeye gördüm, duymadığın şeye de duydum, deme, bunu da Osman b. Atâ’, babasından, o da İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Katâde de böyle demiştir.

Üçüncüsü: Hiçbir şeyi Allah’a şirk koşma, yine bunu da Atâ’, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Yalancı şahitliği etme, bunu da Muhammed b. Hanefiyye, demiştir.

"Şüphesiz kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur (küllü ulaike)":

Zeccâc şöyle demiştir: Önce "küllü” dedi, sonra da "kâne” dedi; çünkü "küllü” lafzen tekildir. İnsanlardan başkaları için de "ulaike” demesi de şundan dolayıdır; çünkü bütün insanlara ve cansızlara irşat ederken "ulaike” diye edebilirsin.

Şair Cerir şöyle demiştir:

Leva yurdundan başka yurtları kına,

Onlardan sonraki yaşam ve günleri de (kına).

Müfessirler şöyle demişlerdir: "Ulaike = onlar” diye işaret edilenler, adları geçen organlardır; kul kıyamet gününde onları nerelerde kullandığından sorguya çekilecektir. Bunda da helâl olmayan şeye bakma, haram olan sözü dinleme ve câiz olmayan şeye azmetme hususunda azarlama ve tekdir vardır.

37

Yeryüzünde şımararak yürüme. Şüphesiz sen yeri asla delemezsin ve yükseklikçe dağlara asla ulaşamazsın.

"Vela temşi filardı mereha": İbn Ya’mur ranın kesri ile

"meriha” okumuştur.

Ahfeş şöyle demiştir: Kesr en iyi lügattir, çünkü

"Merih” ism-i faildir.

Zeccâc da şöyle demiştir: İyilikte ikisi de eşittir, ancak mastar daha pekiştirici olarak kullanılır: Cae Zeydün rakdan ve cae Zeydün rakıdan denir ise de rakdan kullanımda daha pekiştiriridir; çünkü o fi’lin tekidini gösterir. Âyetin yorumu şöyledir: Yeryüzünde kibirli ve gururlu yürüme. Merih kibirlilik ve mağrurluktur. İbn Fâris de: Merih: Şımarmadır, demiştir.

"Yeri asla delemezsin":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onu kat edip sonuna varamazsın.

İkincisi: Onu delip geçemezsin.

İbn Abbâs da şöyle demiştir: Sen kibrinle yeri delemezsin, azametinle de yüksek dağlara erişemezsin.

İbn Kuteybe de: Bir acizin kibir ve gurur göstermesi yaraşmaz, demiştir.

38

Bütün bu (anlatılan yirmi beş maddenin) kötüsü Rabbinin katında sevilmeyen şeylerdir.

"Küllü zalike kâne seyyiuhu”

İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr tenvinli ve muzaf olmaksızın "seyyieten” okumuşlardır, mana da: Hata olur, demektir. Buna göre "küllü zalike” kavli, sadece zikredilenlerden yasak olanlara işaret olur.

Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de muzaf ve müzekker olarak "seyyiuhu” okumuşlardır. O zaman küllü lâfzı yukarıda zikredilenlerden başkasına işaret olur. Ebû Amr ise bu kıraati doğru görmezdi.

Zeccâc ise: Bu, Ebû Amr’ın bir yanlışıdır, derdi, çünkü bu anlatılanlar içinde kötüler de iyiler de vardır. Çünkü onların içinde ana babaya iyilik, akrabaya verme, sözü yerine getirme vb. şeyler vardır. Bu kıraat, seyyieyi mensûb okuma kıraatmdan daha güzeldir.

Ebû Ubeyde de böyle demiştir: Ben âyetleri: "Ve kada rabbüke"den itibaren inceledim; onların içinde güzel şeyler gördüm.

Ebû Ali de şöyle demiştir: Kim "seyyieten” okursa, sözün "ve ahsenü te’vila"da bittiğini ve "velatakfu” kavlinde de güzellik olmadığını (bunların yasak olduğunu) görür.

39

Bunlar Rabbinin sana vahyettiği hikmettendir. Allah'lâ beraber başka bir İlâh kılma. Sonra cehenneme kınanmış, kovulmuş olarak atılırsın.

"Bunlar Rabbinin sana vahyettiği hikmettendir": Yukarıda geçen farz ve sünnetlere işarettir.

"Hikmetten": Yani bütün hayırlan içine alan sağlam iş ve adaptandır. Medhur’un manası da A’raf: 18’de geçmiştir.

40

Rabbiniz oğlanları size seçti de kendisi meleklerden dişileri mi edindi? Şüphesiz siz büyük bir söz söylüyorsunuz.

"Rabbiniz oğlanları mı seçti?":

Mukâtil şöyle demiştir: Bu âyet: Melekler Rahman’ın kızlarıdır, diyen Arap müşrikleri hakkında inmiştir.

Ebû Ubeyde de şöyle demiştir:

"Efeesfaküm"ün manası:

Size özel olarak mı verdi, demektir. Mufaddal da: Size tahsis mi etti, demiştir.

Zeccâc da: Eşyanın iyisini size mi seçti, demiştir. Bu da kâfirler için tekdirdir.

Mana da şöyledir: Oğlanları kendine değil de size mi seçti, kızlan ise sizinle kendi arasında ortak mı etti, en iyisini size tahsis etti de kendi nefsi için en aşağısını mı aldı?

41

Yemin olsun, gerçekten bu Kur’ân’da (misal) ve tehditleri açıkladık ki, öğüt alsınlar. Bu onların ancak nefretini artırdı.

"Velekad sarrafna": Burada tasrifin manası: Açıklamadır; zira bir söz ancak açıklama için tasrif edilir (evrilip çevrilir).

İbn Kuteybe de:

"Sarrafna": Yönelttik, demiştir. Bu da: Saraftü ileyke keza kavlinden gelir ki: Onu sana çevirdim, demektir. Şeddelenmesi ise çokluk manası içindir; tıpkı fettahtül ebvabe’de olduğu gibi (çok kapıları açtım).

"Liyezzekkeru":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Âsım ve İbn Âmir şeddeli olarak "liyezzekkeru” okumuşlar; Hamze, Kisâi ve Halef de, şeddesiz olarak "liyezkuru” okumuşlardır. Furkan: 50’de de aynı şekilde okumuşlardır. Tezekkür ise: öğüt almak ve bir şeyin sonunu düşünmektir.

"Bu artırmadı": Yani sözleri dönüp dönüp söylememiz ve hatırlatmamız,

"ancak nefretlerini artırdı":

İbn Abbâs şöyle demiştir: Haktan kaçarlar, batılın arkasına düşerler.

42

De ki:

"Eğer O’nunla beraber onların dediği gibi İlâhlar olsa idi, o zaman mutlaka Arş’in sahibine bir yol ararlardı.

"Kul lev kâne maahu alihetün kema yekulune":

Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek te ile

"tekulune” okumuşlardır. İbn Kesir, Hafs da Âsım’dan rivayeten ye ile

"yekulune” okumuşlardır.

"O zaman mutlaka Arş’in sahibine bir yol ararlardı":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O’na mani olmaya ve mülkünü elinden almaya koşarlardı. Bunu da Hasen ile Said b. Cübeyr, demişlerdir.

İkincisi: O’nun rızasını elde etmek için bir yol ararlardı; çünkü onlar O'ndan aşağıdırlar, bunu da Katâde, demiştir.

43

O, onların dediklerinden münezzehtir, onların dediklerinden büyük bir yücelikle yücedir.

"Amma yekulun":

İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek, ye ile

"yekulun” okumuşlar; Hamze ile Kisâi de te ile okumuşlardır.

44

Yedi (kat) gökler, yer ve onlardakiler O’nu tesbih eder. O’nu hamdı ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ancak onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz O, çok yumuşak, çok bağışlayıcıdır.

"Tüsebbihu lehüs semavatüs seb’u": Ebû Amr, Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek te ile

"tüsebbihu” okumuşlar; İbn Kesir, Nâfi, İbn Âmir ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek ye ile

"yüsebbihu” okumuşlardır.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Burada ye’nin güzel olması şundandır; çünkü o, az bir sayıdır; müennes ve müzekkerden sayı az olduğu zaman onda te ye’den daha güzel olur. Aziz ve celil olan Allah, az müennes için:

"Ve kale nisvetün” (Yûsuf: 30) demiştir. Müzekker için de:

"Feizenselehal eşhürül hurumu” (Tevbe: 5) demiştir. Âlimler şöyle demişlerdir: Bu teşbihten maksat, onun kudret sahibi Yaratıcıya delalet etmesidir.

"Ve in min şey’in illâ yüsebbihu bihamdihi": "în", "ma” manasınadır. Bu da genel midir yoksa değil midir?

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, geneldir; O’nu her şey hatta elbise, yemek ve kapının gıcırtısı bile tesbih eder. Bunu da İbrahim Nehaî, demiştir.

İkincisi: O, geneldir, ondan özel kastedilmiştir.

Sonra bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, içinde ruh olan her şeydir, bunu da Hasen, Katâde ve Dahhâk, demişlerdir.

İkincisi: O, bütün ruhu olan ve ağaç veya bitki gibi büyüyen her şeydir.

İkrime şöyle demiştir: Ağaç Allah’ı tesbih eder, sütun tesbih etmez. Hasen Basri yemek için oturuyordu, sofrayı getirdiler:

"Bu sofra tesbih eder mi?” dediler. O da: Bir zaman ederdi, dedi.

Üçüncüsü: O, hali değişmeyen her şeydir; eğer değişirse tesbihi kesilir. Halid b. Ma’dan, Mikdam b. Madikerb’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Toprak ıslanmadıkça tesbih eder; eğer ıslanırsa tesbihi terk eder. Yaprak ağacın üzerinde olduğu sürece tesbih eder, düştüğü zaman tesbihi terk eder. Elbise yeni olduğu sürece tesbih eder, kirlendiği zaman tesbihi terk eder.

Konuşan hayvanın tesbihi bellidir, konuşmayan hayvanın tesbihine gelince, onun sesiyle olması da câizdir, saniine (ustasına) delalet etmesiyle olması da câizdir.

Cansızların tesbihinde de üç görüş vardır:

Birincisi: O, öyle bir tesbihtir ki, onu ancak Allah bilir.

İkincisi: O, onun baş eğip Allahü teâlâ’ya karşı tevazu göstermesidir.

Üçüncüsü: Onun sanatkârına delalet etmesidir ki, bu da onu göstereni tesbih etmeyi lâzım kılar. Eğer biz: O gerçek tesbihtir, dersek,

"ancak onların tesbihini anlamazsınız” kavlinin manası, bütün yaratıklar için geçerli olur (kimse anlayamaz). Eğer: Bu, onun sanatkârına delaletidir, dersek, hitap kâfirlere olur; çünkü onlar bundan delil çıkarmazlar ve ibret almazlar. Biz de

"halim” ile "ğafiır"un manasını Bakara: 225’te şerh etmiş bulunuyoruz.

45

Kur’ân okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanlar arasına örtücü bir perde çekeriz.

"Örtücü bir perde":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Perde: Kalplerinin üzerindeki örtüdür, bunu da Katâde, demiştir.

İkincisi: O, onu örten bir perdedir ki, siz onu göremezsiniz. Bu âyetin Kur’ân okuduğu zaman Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e eziyet eden bir topluluk hakkında indiği söylenmiştir.

Kelbî şöyle demiştir: Bunlar Ebû Süfyan, Nadr b. Haris, Ebû Cehil ve Ebû Leheb’in karısı Ümmü Cemil’dir. Allah Kur’ân okuma sırasında onların gözlerine perde çekti, ona gelirlerdi, yanından geçerlerdi de onu görmezlerdi.

Üçüncüsü: O, aziz ve celil olan Allah’ın onu onların eziyetinden korumasıdır, bunu da Zeccâc nakletmiştir.

"Mestura"nın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, örtücü manasınadır, bu da dilcilerin görüşüdür.

Ahfeş şöyle demiştir: Bazen fail kalıbı mef’ûl şeklinde olur, meselâ: inneke meşumun aleyna (sen bizim nazarımızda uğursuzsun), ve meymunun aleyna (bizim nazarımızda uğurlusun) sözleri gibi ki, o şaim ve yamin manasınadır; çünkü o, şeemehüm ve yemenehüm kökünden gelmektedir.

İkincisi: Mana: Sizden kapalı bir örtüdür ki, onu göremezsiniz, bunu da Maverdi zikretmiştir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Eğer: Perde kalplerin üzerindeki mühür olursa,

"mestur” kelimesi değişmeden kalır.

46

Onların anlamamaları için kalplerinin üzerine örtüler çeker, kulaklarına da ağırlık koyarız. Rabbini Kur’ân’da tek başına zikrettiğin zaman ürkerek arkalarını dönerler.

"Onu anlamamaları için kalplerinin üzerine örtüler çekeriz": Biz de bunu En’am: 25'te şerh etmiş bulunuyoruz.

"Rabbini Kur’ân'da tek başına zikrettiğin zaman": Yani Kur’ân okurken, lâilâhe illallah, dediğin zaman

"arkalarını dönerler":

Ebû Ubeyde: Ökçelerinin üzerine, demiştir, "nufuran": O, nafir’in çoğuludur, kaid ve kuud, calis ve culus gibi.

Zeccâc şöyle demiştir: İki görüşe muhtemeldir:

Birincisi: Mastar olmasıdır ki, mana: Tamamen ürkmekle arkalarını dönerler, demektir.

İkincisi: Ürkenler olarak arkalarını dönerler, demektir.

İşaret edilenlerin kimler olduğunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar şeytanlardır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Müşriklerdir. Bu da İbn Zeyd’in görüşüdür.

47

Biz onların seni dinlerken neyi (ne maksatla) dinleyeceklerini, fısıldaşarak zâlimlerin: "Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına tabi olmuyorsunuz” diyeceğini en iyi bileniz.

"Biz onların neyi dinlediklerini en iyi bileniz":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Hazret-i Ali'ye yemek yapıp müşriklerden Kureyş eşrafını davet etmesini buyurdu. O da bunu yaptı; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem yanlarına girip onlara Kur’ân okudu ve onları Allah’ın birliğine davet etti. Onlar hem dinliyor hem de kendi aralarında: Büyücüdür, büyülenmiştir, diyorlardı, işte "nahnu a’lemü bima yestemiune bihi” âyeti bunun üzerine indi ki, yestemiunehu, demektir, be de zaittir.

"İz yestemiune ileyke veizhüm necva":

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: "Necva” "naceytü” fi'linin mastarıdır ve ondan isimdir. Kavmi onlarla niteledi, Araplar böyle yaparlar, meselâ: İnnema hüve azab (o sadece azaptır), entüm ğammun (siz sadece üzüntüsünüz) gibi. O (necva),

"mütenaciyne” (fısıldaşanlar olarak) yerine kullanılmıştır. Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Onlar fısıldaşan kimselerdi, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’i dinliyor ve kendi aralarında: Sihirbazdır, büyülenmiştir vb. laflar söylüyorlardı.

"Zâlimler derken": Yani müşrikler,

"in tettebiune": Siz tabi olmuyorsunuz,

"ancak büyülenmiş bir adama tabi oluyorsunuz":

"Meşhur” lâfzı üzerinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Büyülenip aklı gidendir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir.

İkincisi: Kandırılmış, aldatılmış, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Sehar’i yani akciğeri olan, demektir. Yiyip içen her canlı veya kuşa meşhur ve müsahher, denilir, çünkü onun sehari (akciğeri) vardır. Ünlü Şair Lebid şöyle demiştir:

Eğer bizim nerede olduğumuzu sorarsan gerçekten bizler,

Bu ciğeri olan halktan serçeleriz.

İmruulkays de şöyle demiştir:

Bizler ancak gaip bir şey için hazırlanmışız;

Yemek ve içmekle besleniriz.

Beyitte geçen nüsharu, beslenmek manasınadır; çünkü göktekiler yemezler. Kendisi melek olmak istemiştir. Buna göre mana şöyle olur: Siz ancak akciğeri olan, Allah’ın kendisini sizin gibi yarattığı ve melek olmayan bir kimseye tabi oluyorsunuz. Bu da Ebû Ubeyde’nin görüşüdür.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Görüş, Mücâhid’in görüşüdür, çünkü sihir hile ve aldatmacadır. Lebid’in sözünün manası da: Bizler oyalanmış kimseleriz, îmruulkays’in sözünün manası da: Bizler oyalanıyoruz, sanki bizler aldanmışız, demektir, insanlar konuşurken: Seharteni bikelâmike (konuşmanla beni büyüledin) derler ki, beni aldattın, demektir.

48

Bak, sana nasıl misaller getirdiler de böylece saptılar. Artık bir yol bulmaya güç yetiremezler.

"Bak, sana nasıl misaller getirdiler” sözü de bunu göstermektedir. Çünkü eğer onlar, akciğeri olan (sıradan) bir adam kastetmiş olsalardı, bu, misal getirmeye değmezdi. Onun aldatılmış - sanki sihirle kandırılmış - biri olduğunu demek isteyince, ona misal getirdiler. Sanki ona birileri öğretiyor ve onu aldatıyor, demek istediler.

Müfessirler

"sana misaller getirdiler” sözünün manasının, sana örnek verdiler, sonunda seni sihirbaza, şaire ve deliye benzettiler, demişler.

"Böylece saptılar": Haktan,

"artık yol bulmaya güç yetiremezler":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Seni ayıpladıkları şeyi düzeltmeye yol bulamazlar.

İkincisi: Hidayete giden bir yol bulamazlar, çünkü biz onların kalplerini mühürledik.

Üçüncüsü: Hak yoluna gelemezler, çünkü ağırdır. Meselâ konuşurken: Filancaya bakamıyorum, derler ki, ona kızıyorum, ona bakmak bana ağır geliyor, demektir. Bunları İbn Enbari zikretmiştir.

49

Dediler:

"Biz kemikler ve toz toprak olduğumuz zaman mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılma ile diriltilmiş olacağız.

"Eiza künna izamen": İbn Kesir hemze, sonra arkasından sakin ye ile medsiz olarak

"eyna” gibi "eyza” okumuştur. Kur’ân’ın her yerinde de böyle okumuştur. Kalun da Nâfi’den böyle rivayet etmiştir, ancak Nâfi, "eyna"da istifham gözetmezdi; İkinciyi Kur’ân'ın yerinde haber yapardı. Kisâi’nin mezhebi de böyledir, ancak o, birinciyi iki hemze ile okurdu.

Âsım ile Hamze de her ikisini de iki hemze ile okumuşlardır. İbn Âmir de "iza künna” diyerek istifhamsız olarak ve tek hemze ile "âinna"yı da iki hemze, aralarında med ile okurdu.

"Ve rufaten":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, topraktır, tekili yoktur, o ufaltılmış ve kırılmış gibi şeylerdir. Bunu da Ferrâ’, demiştir. Mücâhid’in görüşü de böyledir.

İkincisi: O, ufaltılmamış kemiklerdir, rufat ise: Kırık parçalardır, bunu da Ebû Ubeyde, demiştir. Zeccâc da, rufat: Topraktır, demiştir. Rufat aynı zamanda kırılmış ve parçalanmış her şeydir.

"Halkan cediden": Yeniden yaratılmış demektir.

51

"Yahut göğüslerinizde büyüyen şeylerden bir mahluk olun". O zaman:

"Bizi kim döndürecek?” diyecekler. De ki: "Sizi ilk defa yaratan (döndürecek). Sana başlarını sallayacak ve (dirilme) ne zaman diyecekler? De ki:

"Yakın olması umulur (muhtemeldir).

"Ya da göğüslerinizde büyüyen şeylerden bir mahluk olun":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, ölümdür, bunu da İbn Ömer, İbn Abbâs, Hasen ve çoğunluk demişlerdir.

İkincisi: O, gök, yer ve dağlardır, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: O insanın gözünde büyüyen Allahü teâlâ’nın her türlü yaratığıdır. Bunu da Katâde, demiştir.

Eğer: Onlara nasıl

"taş yahut demir olun” denildi, hâlbuki onların buna gücü yetmez?” denilerse, buna iki türlü cevap verilir:

Birincisi: Eğer hallerinizi değiştirmeye gücünüz yeterse, taş veya ondan daha sert bir şey olun; sizi yine de öldürür ve size hükmümüzü uygularız. Bu, bir adama: Göğe çıksan, seni yakalarım, demene benzer.

İkincisi: Kendinizi taş veya ondan daha sert bir şey kabul edin, sizi mutlaka helak ederiz. Şair Ahvas şöyle demiştir:

Eğer eğlenmekten ve çocuk gibi davranmaktan vazgeçersen,

Sert ve kuru bir kaya parçası gibi ol.

Manası: Kendini taş olarak düşün, demektir. Bunlar kendilerini Yaratanın Allahü teâlâ olduğunu itiraf eder, yeniden dirilmeyi kabul etmezlerdi. Kendilerine onları ilk defa yaratanın yeniden diriltecek olduğu bildirildi.

"Sana başlarını sallayacaklar":

Katâde: İnanmayarak ve alay ederek sallayacaklardır, demiştir.

Ferrâ’ da şöyle demiştir: Enğada re’sehu denir ki: Başını yukarı ve aşağı sallamaktır.

İbn Kuteybe de: Onları bir şeyden ümit kesen ve onu uzak gören kimse gibi sallayacaklar, demiştir. Neğadat sinnuhu denir ki: Dişi sallanıyor manasınadır.

"O ne zaman derler?": Yani yeniden dirilmeyi kastederek,

"de ki: Yakın olması muhtemeldir": Yani o yakındır, demektir. Sonra bunun ne zaman olacağını açıkladı:

"Sizi çağıracağı gün” dedi. Yani size duyuracağı bir nida ile sizi kabirlerinizden çıkaracağı gün demektir ki, o da sura son üfürmedir.

"Ona icabet edeceksiniz":

Mukâtil şöyle demiştir: İsrafil, Beytülmukaddes'te bir kayanın üzerine çıkar, kabildekileri çağınr: Ey çürüyen kemikler, ey parçalanan etler, ey dağılan saçlar ve ey kopan damarlar, mizanın başına gelin ki, amellerinizin karşılığını göresiniz, der. Onlar da işitir ve ona doğru koşarlar.

52

Sizi çağıracağı gün hamdi ile O’na icabet edeceksiniz. Orada pek az kalacağınızı zannedeceksiniz.

"O’nun hamdi ile":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O’nun emri ile, bunu da İbn Abbâs, İbn Cüreye ve İbn Zeyd, demişlerdir.

İkincisi: Kabirlerinden: "Sübhaneke ve bihamdike diyerek çıkarlar, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Üçüncüsü:

"Hamdi iledemenin manası, onun marifet ve taatiyle demektir ki, bunu da Katâde, demiştir.

Zeccâc da: O’nun Yaratı emiz olduğunu ikrar ederek O’na icabet edersiniz, demiştir.

Dördüncüsü: Kendinizi överek değil de O’nu överek icabet edersiniz, demektir, bunu da Maverdi zikretmiştir.

"Orada pek az kaldığınızı zannedeceksiniz":

Bu zanda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, yakîn manasınadır.

İkincisi: O, aslı üzere zandır. Az kaldıklarını nerede zannederler?

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: İki üfürme arasında, bunun süresi de kırk yıldır, o zaman onlardan azap kesilir, rahatlık içinde az kaldıklarını görürler. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Dünyada, çünkü ahirette uzun kalacaklarını bilirler. Bunu da Has en, demiştir.

Üçüncüsü: Kabirlerde, bunu da Mukâtil, demiştir. Buna göre, kabirlerde kalmaları onlara kısa gelir, çünkü onlar kabir azabından daha ağırına çıkarıldıklarını bilirler. Bazı müfessirler de bu hitabın mü’minlere hitap olduğuna kani olmuşlardır; çünkü onlar Allah’ın kendilerine ihsanına hamd ederek ünleyiciye icabet ederler, kabirlerde kalmalarını azımsarlar; çünkü onlar azapta değillerdi.

53

Kullarıma söyle: (Kâfirlere) en güzeli ne ise onu söylesinler. Şüphesiz şeytan aralarını bozar. Zira şeytan insan için apaçık bir düşmandır.

"Kullarıma söyle: En güzeli ne ise onu söylesinler": Bunun

iniş sebebinde iki görüş vardır:

Birincisi: Müşrikler Mekke’de Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabına söz ve davranış ile eziyet ederlerdi. Bunu Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'e şikayet ettiler; âyet bunun üzerine indi. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Kâfirlerden bir adam, Ömer b. Hattab’a sövdü; Ömer radıyallahu anh ona bir şey yapmak istedi, bu âyet bunun üzerine indi. Bunu da Mukâtil, demiştir.

Mana da şöyledir: Mü’min kullarıma söyle: En güzel kelimeyi söylesinler. Bunun kimlere söyleneceği hususunda da iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Onlar müşriklerdir.

Hasen şöyle demiştir: Ona: Allah sana hidayet etsin, dersin. Âyetin

iniş sebebi olarak zikrettiğimiz şey de bunu teyit eder. Bazıları da şuna kail olmuşlardır ki, onlar bu âyetle müşriklere güzel söylemekle savaş emrinden önce emredilmişler; sonra da bu, kılıç âyetiyle neshedilmiştir.

İkincisi: Onlar Müslümanlardır, bunu da İbn Cerir demiştir,

Mana da şöyledir: Kullarıma söyle birbirleriyle diyalog kurar ve hitap ederken en güzel kelimeleri seçsinler. Mübarek, Hasen’den şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"En güzeli” onun sözü gibi söylemektir, ancak ona: Allah sana merhamet etsin ve Allah seni bağışlasın, der.

Ahfeş de şöyle demiştir:

"Desinler": "namazı kılsınlar” sözü gibidir ki, biz de onu İbrahim suresi âyet, 31’de şerh etmiş bulunuyoruz.

"İnneş şeytane yenzağu beynehüm": Şeytan aralarını bozar, demektir. Apaçık düşman da: Düşmanlığı meydanda olan demektir.

54

Rabbiniz sizi daha iyi bilir. Dilerse size merhamet eder yahut dilerse size azap eder. Seni onların üzerine vekil göndermedik.

"Rabbiniz sizi daha iyi bilir":

Bununla kimlere hitap edildiği hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar mü’minlerdir, sonra

Kelâmın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi:

"Dilerse size merhamet eder":, sizi Mekke halkından kurtarır.

"Eğer dilerse size azap eder": Onları size Mûsallat eder. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Eğer dilerse size Tevbe ile merhamet eder veya günahların üzerinde kalmakla size azap eder. Bunu da Hasen, demiştir.

İkincisi: Onlar müşriklerdir, sonra

Kelâmın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Eğer dilerse size merhamet eder; sizi imana hidayet eder veya dilerse size azap eder; sizi küfür üzerinde öldürür. Bunu da Mukâtil, demiştir.

İkincisi: Müşriklere kıtlık gelince:

"Rabbimiz, azabı bizden def et, kesin inanacağız” (Duhan: 12) dediler. Allahü teâlâ da:

"Rabbiniz sizi daha iyi bilir” kim iman eder, kim iman etmez daha iyi bilir, dedi.

"Eğer dilerse size merhamet eder” kıtlığı kaldırır

"veya dilerse size azap eder” onu üzerinizde bırakır. Bunu Ebû Süleyman Dımeşki, demiştir.

İbn Enbari şöyle demiştir: Burada

"ev” edatı, Allah katında iki durumun da geniş, câiz olduğunu ve onu kimsenin durduramayacağını göstermek içindir. Bu: İster Hasen Basri ile otur, ister İbn Sirin’le otur sözüne benzer ki, senin için mesele yoktur, demektir.

"Seni onların üzerine vekil göndermedik":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlardan sorumlu kefil olarak, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: Muhafız ve sahip olarak, bunu da Ferrâ’, demiştir.

Üçüncüsü: Hidâyetleri için kefil ve kalplerini ıslaha muktedir biri olarak, demektir. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir. Bazı müfessirler de bunun kılıç âyetiyle neshedildiğine kail olmuşlardır.

55

Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri pekiyi bilir. Yemin olsun, biz peygamberlerin bazısını bazısının üzerine üstün kıldık. Dâvud’a da Zebur’u verdik.

"Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri pekiyi bilir": Çünkü onların Halık’ıdır; dilediğini hidayet eder, dilediğini de saptırır. Aynı şekilde peygamberlerin bazısını bazısına üstün kılmıştır. Bu da bir hikmet ve ilim gereğidir. Âdem’i eliyle yarattı, İdris’i göklere çıkardı, Nûh'a zürriyet verdi, İbrahim’i Halil (dost) edindi, Mûsa ile doğrudan konuştu, İsa ya kendi ruhundan üfürdü, Süleyman’a büyük bir mülk verdi ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i göklere kaldırdı, geçmiş ve gelecek günahını bağışladı. Üstün kılınanların kitap sahibi peygamberler olması da câizdir; çünkü sözü

"Dâvud’a Zebur’u verdik” ile bitirdi. Biz de Zebur’un manasını Nisa suresi, 163’te şerh etmiş bulunuyoruz.

56

De ki:

"O’ndan başka iddia ettiklerinizi çağırın. Sizden ne sıkıntıyı defetmeye ne de değiştirmeye sahip değiller.

"De ki: O’ndan başka iddia ettiklerinizi çağırın":

İniş sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Araplardan bazıları cinlere ibadet ederlerdi; cinler de Müslüman oldu, o Araplar ise bunun farkında değillerdi. İşte bu ve bundan sonraki âyet bunun üzerine indi. Bu, İbn Mes’ûd'dan rivayet edilmiştir.

İkincisi: Müşrikler meleklere ibadet eder ve: Onlar bize Allah katında şefaat ederler, derlerdi. Yedi sene kıtlık çekince, onlara:

"İddia ettiklerinizi çağırın” denildi. Bunu da Mukâtil, demiştir,

Mana da şöyledir: De ki: İlâhlar olduklarını iddia ettiklerinizi çağırın.

"Sizden sıkıntıyı def de edemezler de", başkalarına

"çevirmezler de".

57

İşte onların taptıkları da, Rablerine hangisi daha yakın olacak diye vesile arıyorlar. Rahmetini umuyor ve azabından korkuyorlar. Şüphesiz Rabbinin azabından korkulur.

"İşte onların taptıkları":

"Ulaike = onlar” diye işaret edilenler hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar Müslüman olan cinlerdir.

İkincisi: Meleklerdir. İki görüşün de açıklaması geçmiştir.

Üçüncüsü: Onlar Mesih İsa, Uzeyr, melekler, güneş ve aydır. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

"Tapıyorlar” ifadesinin manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlara ilâhlar diye dua ediyorlar, bu da çoğunluğun görüşüdür.

İkincisi: Vesile aramak için Allah’a yalvarıyorlar. Buna göre

"dua ederler” kavli, "onlara” râci olur ve

"arıyorlar” kavli de sözün sonu olur. Birinci görüşe göre de

"dua ediyorlar” ifadesi müşriklere râci olur ve

"arıyorlar” kavli de söz başı olarak

"onlar"ın sıfatı olur. İbn Mes’ûd, İbn Abbâs ve Ebû Abdurrahman te ile

"ted'une” okumuşlardır.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Buna göre fiil "felatemlikune keşfed durri anküm"e iade edilmiş olur. Kim de

"yed’une” okursa, Arapların karışıklık olmadığı takdirde hitaptan gaibe geçişlerini nazar-ı dikkate almış olur.

"Yed’une"nin manası da: Onlara İlâhlar, derler, demektir. Biz de vesilenin manasını Maide: 35’te tefsir etmiş bulunuyoruz.

"Eyyühüm akrabu":

Bunun üzerinde iki görüş vardır:

Birincisi:

"Eyyühüm” mübteda olarak merfudur, haberi de:

"Akrabu"dur.

Mana da şöyle olur: Rablerine vesile ararlar, hangilerinin O’na yakın olduğuna bakar, onu Allah’a vesile kılmaya çalışırlar.

İkincisi:

"Eyyühüm akrabu”

"yebteğune"deki vavdan bedeldir; o zaman mana şöyle olur: Onların hangisi yakın ise Allah'a vesile arar, yani iyi amelle O’na yaklaşmaya çalışır.

58

Hiçbir kent yoktur ki, biz onu kıyamet gününden önce helak etmeyelim yahut ona şiddetli bir azapla azap etmeyelim. Bu, kitapta yazılmıştır.

"Ve in min karyetin illâ nahnu muhlikuha": "Ve in”

"ma = olumsuzluk” manasınadır. İyi kentin helaki ölüm, asininki ise azap iledir. Kitap da: Levh-i Mahfuz’dur. Mastur ise: Yazılmış, demektir.

59

Bizi mucizeler göndermekten evvelkilerin onları yalanlamalarından başka bir şey menetmedi. Semud’a da o dişi deveyi açık (bir mucize) olarak verdik de ona zulmettiler. Biz âyetleri ancak korkutmak için göndeririz.

"Bizi mucizeler göndermekten menetmedi":

İniş sebebi üzerinde iki görüş vardır:

Birincisi: Mekke halkı Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den Safa tepesini kendilerine altına çevirmesini ve ekin ekmeleri için dağları uzaklaştırmasını istediler; bunun üzerine ona şöyle denildi: istersen, seni oyalarız, belki onlardan bazılarını seçeriz, eğer istersen onlara istediklerini veririz; eğer inkâr ederlerse, kendilerinden öncekiler gibi azap edilirler. O da: Hayır, ben onlarla oyalanmak istiyorum, dedi; bunun üzerine de bu âyet indi. Bunu Said b. Cübeyr, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Biz de bunu:

"Eğer bir Kur’ân olsaydı da onunla dağlar yürütülse idi” (Ra’d: 31) kavlinde zikretmiştik. Âyetin manası şöyledir: Bizi mucizeler göndermekten ancak öncekilerin yalanlamaları menetti. Daha açıkçası şöyledir: Bunlar öyle mucizeler istediler ki, onları yalanlamakla öncekiler azabı hak etti; bunlar da onları yalanlamasınlar diye Allah onları göndermedi; yoksa onlar gibi helak olurlardı. Allah’ın milletler hakkındaki kanunu şöyledir: Onlar mucizeler isterler de sonra da onları yalanlarlarsa, onlara azap eder.

"Ve ateyna semuden nalcate mubsıreten":

İbn Kuteybe: Açık olarak demiştir ki, görünür vaziyette demektir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Gösterici olarak demek de câizdir, Mana da şöyle olabilir: Onu müşahede edenler görür vaziyette. Başkasının fi’li ona nisbet edilmiştir, meselâ: Seni burada görmemeyim denir ki, nehiy harfi, nehyedilenden başkasının üzerine geçmiştir. Çünkü mana: Burada da bulunma, geldiğim zaman seni orada görmeyeyim, demektir. Kim de

"mebsareten” okursa, manası aşırı vaziyette gösteren demektir; tıpkı:

"Elveledü mecbenetün, derler ki, çocuk insanı çok korkak yapar, demektir.

"Ona zulmettiler":

İbn Abbâs: Onu inkâr ettiler, demiştir. Ahfeş de: Zulümleri onunla oldu, demiştir.

"Biz âyetleri ancak korkutmak için göndeririz": Yani kullar, öğüt alsınlar diye korkutulur.

Müfessirlerin bu âyetlerden murat edilen şey üzerinde dört görüşleri vardır:

Birincisi: Onlar yaygın ölümdür (ölettir), bunu da Hasen, demiştir.

İkincisi: Onlar peygamberlerin mucizeleridir ki, Allahü teâlâ onları, yalanlayanları korkutmak için gönderir.

Üçüncüsü: İntikam âyetleridir ki, isyan edenleri korkutmak içindir.

Dördüncüsü: İnsanın çocukluktan gençliğe, sonra orta yaşlılığa, sonra ihtiyarlığa dönmesidir ki, hallerinin değişmesi ile ibret alsın ve işinin akibetinden korksun. Bu üç görüşü Maverdi zikretmiş ve onlardan sonuncusunu İmamımız Ahmed radıyallahu anhe nisbet etmiştir.

60

Hani biz sana: "Şüphesiz Rabbin insanları kuşatmıştır” demiştik. Sana gösterdiğimiz rüyayı da Kur’ân’da lânet edilen ağacı da ancak insanlar için bir sınama kıldık. Biz onları korkutuyoruz da bu, onların ancak büyük bir taşkınlığını artırıyor.

"Hani biz sana: "Şüphesiz Rabbin insanları kuşatmıştır” demiştik":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: ilmi insanları kuşatmıştır, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiş, Rebi’ b. Enes de böyle demiştir.

Mukâtil de: İlmi insanları kuşatmıştır, demiştir ki, Mekke halkını kastetmiştir, bunu da Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e fethetmesiyle yapmıştır.

İkincisi: O'nun kudreti insanları kuşatmıştır; onlar O’nun avucundadır. Bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Seninle insanların arasına girer ki, insanlar seni öldürmesinler, sen de risaleti tebliğ edesin. Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir.

"Sana gösterdiğimiz rüyayı da ancak insanları sınamak için gösterdik":

Bu rüyada da iki görüş vardır:

Birincisi: O, gözle görmektir, o da miraç gecesinde kendisine gösterilen acayip ve harikalardır. İkrime,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: O, miraç gecesinde gözüyle gördüğü şeylerdir.

Hasen, Said b. Cübeyr, Mücâhid, İkrime, Mesruk, Nehaî, Katâde, Ebû Mâlik, Ebû Salih ve İbn Cüreyc de böyle demişlerdir. Çünkü onun böyle demesiyle bir grup iman ettiler, bir grup da kâfir oldular,

İbn Enbari şöyle demiştir: Tercihe şayan olan bunun gözle görmesidir. Bir kimsenin: Raeytü fülanen rü’yeten ve raeytuhu rü’yen demesi arasında fark yoktur. Ancek rü’yet’in rüya için kullanılması azdır, rü’ya tabiri ise uyku hali için çok kullanılır. Bunlardan her birinin iki manaya da gelmesi de câizdir.

İkincisi: O, uykuda görülen rüyadır,

sonra bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e kendisi ve ashabının Mekke’ye gireceği gösterilmişti, o gün için kendisi Medine’de idi. Vakti gelmeden önce acele etti; müşrikler de onu geri çevirdiler. Bunun üzerine bazı kimseler: Geri çevrildi, hâlbuki bize gireceğini söylemişti, dediler. Onların dönüşü ötekiler için fitne (sınama) oldu. Bunu el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Bu da miraç hadisine aykırı değildir; çünkü bu, Medine’de olmuştu, miraç ise Mekke'de idi.

Ebû Süleyman Dımeşki şöyle demiştir: İbn Abbâs bunu bize daha çok bilgi vermek maksadıyla zikretmiştir ki, müşrikler Mekke’de idiler, gözle gördüğü şeylerden fitneye maruz kaldılar, münafıklar da Medine’de idiler, onlar da rüyasında gördüğü şeylerden fitneye yakalandılar.

İkincisi: Ona Ümeyye oğulları kendi minberinin üzerinde gösterildi, bu da onu üzdü, kendisine: Bu, onlara verilen dünyalıktır, denildi, o da rahatladı. Burada fitne: Belâ (imtihan) manasınadır. Bunu da Ali b. Zeyd b. Ced’an, Said b. Müseyyeb ’ten rivayet etmiştir. Her ne kadar bu gibi şeyler sabit değilse de ancak onları müfessirlerin çoğu zikretmiştir.

İbn Enbari şöyle rivayet etmiştir: Said b. Müseyyeb şöyle dedi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem minberlerin üzerinde birtakım kimseler gördü, bu ona zor geldi, bunun hakkında

"Kur’ân'da lânet edilen ağaç” âyeti indi ve şöyle dedi:

"İlla fitneten linnas": Ancak insanlar için fitne olarak gösterildi.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Kim, o ağaç, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in rüyasında minbere çıkan insanlardır derse, şunu delil getirmiş olur ki, ağaç, müennes olduğu için kadından kinaye edilir ve dallarının toplanmasından dolayı topluluk manasına yorumlanır. Onlar da: Ağaçla kinaye edilen kimselere lânet edildi, dediler.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Âyette takdim ve tehir vardır, takdiri de şöyledir: Biz rüyayı ve o ağacı ancak insanlar için fitne (deneme) kıldık.

Bu ağaçta da üç görüş vardır:

Birincisi: O, zakkum ağacıdır, bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Mücâhid, Said b. Cübeyr, İkrime, Mesruk, Nehaî ve cumhûr da böyle demişlerdir.

Mukâtil de şöyle demiştir: Allahü teâlâ zakkum ağacını zikredince, Ebû Cehil:

"Ey Kureyş topluluğu, Muhammed sizi zakkum ağacıyla korkutuyor; ateşin ağacı yaktığını bilmez misiniz? Muhammed ise ateşin ağaç bitireceğini iddia ediyor. Zakkumun ne olduğunu biliyor musunuz?” dedi. Abdullah b. Zeb’ara da: Zakkum Berber dilinde: Kuru hurma ile kaymaktır, dedi. Ebû Cehil de: Ey cariye, bize kuru hurma ile kaymak ara, dedi. O da onları getirdi. Ebû Cehil, çevresindekilere: Muhammed’in sizi korkuttuğu bu şeyden zıkkımlanın, dedi. Allahü teâlâ da bunun üzerine:

"Biz onları korkutuyoruz; bu da onların ancak büyük bir taşkınlığını artırıyor” âyetini indirdi.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Rüya ile denenmeleri:

"Muhammed Beytülmukaddes’e nasıl gider ve bir gecede nasıl döner?” demeleridir. Ağaçla denenmeleri de: ‘Ateşin içinde ağaç nasıl olur?” demeleridir.

Âlimlerin

"lânet edilen ağaç” hakkında üç görüşleri vardır:

Birincisi: O, kınanmıştır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Ondan yiyen' lanetlenmiştir, bunu da Zeccâc zikretmiş ve şöyle demiştir: Eğer Kur’ân’da lanetinden bahsedilmemişse, yiyen lanetlidir, demektir. Araplar hoşa gitmeyen ve zararlı bütün yiyecekler için: Lanetli, derler.

"Kur’ân’da” kavlinin manası ise: Kur’ân’da zikredilen demektir. O da:

"Zakkum ağacı günahkârların yiyeceğidir” (Duhan: 43-44) kavlinde zikredilmiştir.

Üçüncüsü: Lanetlinin manası: Fazilet sahibi kimselerin evlerinden uzaklaştırılmış, demektir. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

İkinci görüş: Lanetli ağaç, küsküt gibi başka ağaçlara sarılan ağaçtır. Yine bu da İbn Abbâs’tan rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Ağaç, daha önce Said b. Müseyyeb ’ten zikrettiğimiz gibi erkeklerden kinayedir.

"Onları korkutuyoruz (ve nuhavvifühüm)": İbn Enbari "nühavvifühüm"ün mefulu mahzuftur, o da: Onları azapla korkutuyoruz, demiştir.

"Bu artırmıyor": Yani korkutma artırmıyor

"ancak taşkınlıklarını artırıyor": Biz de taşkınlığın (tuğyan’ın) manasını Bakara: 15’te zikretmiş bulunuyoruz. Orada:

"Hani, meleklere: "Âdem’e secde edin, demiştik de İblis hariç secde etmişlerdi” (Bakara: 34) kavlinin tefsirini de zikretmiştik.

61

Hani, meleklere: "Âdem'e secde edin” demiştik de İblis hariç secde etmişlerdi.

"Çamurdan yarattığına secde eder miyim?” dedi.

"Eescüdü": Kufeliler iki hemze ile okumuşlar; kalanlar ise: Uzun hemze ile okumuşlardır ki, bu, ret manasına bir sorudur, yani: Ben bunu yapmam, demektir.

"Limen halakte tına":

Zeccâc: Tına, iki ihtimal üzere mensubtur, demiştir:

Birincisi: Temyizdir ki, mana: Çamurdan yarattığına, demektir.

İkincisi: Haldir ki, mana: Çamur olarak yarattığına, demektir.

"Eraeyteke” lâfzı burada atıf harfi olmadan gelmiştir; çünkü mana: Çamurdan yarattığına secde mi edeceğim? Eraeyteke: Bana haber ver, manasınadır, kâf da hitabı tekit etmek için zikredilmiştir. Cevap da mahzuftur, mana: Şu benden şerefli kıldığını bana anlat, onu neden benden şerefli kıldın; hâlbuki beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın?! Bu kısım atılmıştır; çünkü kelâmda ona delalet eden vardır.

62

Dedi:

"Benden şerefli kıldığın şunu görüyor musun? Gerçekten eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, zürriyetinin, pek azı hariç, mutlaka köklerini kazıyacağım".

"Lein ahharteni ilâ yavmil kıyameti":

İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr, vasılda ye ile: ‘Ahharteni” okumuşlardır. İbn Kesir de ye ile vakfetmiştir. İbn Âmir, Âsım, Hamze ve Kisâi, vasılda da vakıfta da yesiz okumuşlardır.

"Leehtenikenne zürriyyetehu":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onları istila (işgal) edeceğim, demektir. Bunu da İbn Abbâs ile Ferrâ’ demişlerdir.

İkincisi: Onları saptıracağım, bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Üçüncüsü: Köklerini kazıyacağım, demektir. Ihtenekel ceradü ma alel ardı, denir ki: Çekirge yeryüzünde ne varsa yedi, demektir. İhteneke fülanün ma inde fülanin minel ilmi, denir ki: Filanca, filancanın yanındaki ilmi son damlasına kadar aldı, demektir.

Mana da: Onları istediğim gibi yöneteceğim, demektir. Bu da İbn Kuteybe’nin görüşüdür.

Eğer: "İblis gaybi nasıl bildi?” denirse, buna Nisa suresi, âyet: 119’da cevap vermiştik.

"Pek azı hariç":

İbn Abbâs: Onlar Allah'ın koruduğu veli kullarıdır, demiştir.

63

(Allah) dedi: "Git, artık onlardan kim senin ardına düşerse, şüphesiz cehennem sizin eksiksiz cezanızdır".

"Dedi: Git": Bu lâfız, ona süre verildiğini içermektedir;

"artık kim senin ardına düşerse": Onlardan, Âdem’in zürriyetinden kim senin emrini dinlerse, demektir. Mevfur ise: Bol, eksiksiz, demektir.

İbn Kuteybe şeddeli ve şeddesiz olarak: Veffertü malehu aleyhi ve vefertuhu denir ki, malını tasarruf ettim (çoğalttım) demiştir.

64

"Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat. Atlıların ve yayalarınla onlara yaygara çıkar. Mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol. Onlara va'tte bulun!” Şeytan onlara aldatmacadan başka bir va'tte bulunmaz.

"Onlardan gücünün yettiğini yerinden oynat":

İbn Kuteybe: Ayaklarıdır, demiştir ki: Istefezzeni fülanün de ondandır, demiştir.

Onun sesinden murat edilen şeyde de iki görüş vardır:

Birincisi: Allah’a isyana davet eden her sestir, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Şarkı ve çalgıdır, bunu da Mücâhid, demiştir.

"Onlara yaygara çıkar": Yani onlara seslen, demektir,

"atlılarınla yayalarınla": Onları kışkırt demektir. Eclebel kavme ve cellebu, denir ki, seslenmek ve teşvik etmektir.

Zeccâc da mana: Elinden gelen bütün tuzaklarını onlara karşı kullan, demektir. Buna göre be zait olur.

İbn Kuteybe şöyle demiştir: Reci: Yayadır, racil ve reci, tacir ve tecr, sahib ve sahb gibidir.

İbn Abbâs da: Bu da Allah’a isyana yürüyen bütün atlılardır ve Allah’a isyana yürüyen bütün yayalardır, demiştir.

Katâde de şöyle demiştir: Onun yani şeytanın cin ve insanlardan atlıları ve yayaları (süvarileri ve piyadeleri) vardır. Hafs, Âsım’dan, cimin kesri ile:

"Bihaylike ve recilike” rivayet etmiştir, İbn Abbâs, Ebû Rezin ve Ebû Abdurrahman Sülemi’nin kıraatları da böyledir.

Ebû Zeyd şöyle demiştir: Yayaya; Recül ve recil, denir. Caena hafiyen recilen denir ki, bize yaya ve yalınayak geldi, demektir, İbn Semeyfa ile Cahderi de, ranın ref'i, meftuh cimin şeddesi ve ondan sonra elifle

"bihaylike ve rüccalike” okumuşlardır; Ebû’l - Mütevekkil, Ebû’l - Cevza ve İkrime de, ranın kesri, şeddesiz cim ve elifle "ve ricalike” okumuşlardır.

"Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: O, davarlarından haram ettikleridir, bunu da Atıyye, İbn Abbâs’tan, demiştir.

İkincisi: Haramdan kazanılan mallardır, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Allah’a isyana harcadıkları mallardır, bunu da Hasen, demiştir.

Dördüncüsü: İlâhlarına kestikleridir, bunu da Dahhâk, demiştir.

Evlatlarda onlara ortak olmasında da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar veled-i zinalardır, bunu da Atıyye, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Said b. Cübeyr, Mücâhid ve Dahhâk da böyle demişlerdir.

İkincisi: Diri diri gömdükleri kız çocuklarıdır, bunu da Ali b. Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Çocuklarına putlarının kulları diye isim vermeleridir, meselâ Abdişems, Abdüluzza ve Abdimenaf gibi. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Mecusi, Yahudi ve Hıristiyan ettikleri ve İslâm’dan başka bir boya ile boyadıklan evlatlarıdır. Bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir.

"Onlara va'tlerde bulun": Biz de bunu

"onlara va’tlerde bulunur ve onları hülyalara daldırır...” kavlinde zikretmiş bulunuyoruz (Nisa: 120). Bu âyetin lâfzı emir şeklinde ise de, manası tehdittir, meselâ konuşurken bir insana: Elinden geleni yap, başına geleni görürsün, dersin.

Zeccâc şöyle demiştir: Emirden önce o emredilen şey hakkında yasak geçerse, onun manası tehdit ve gözdağıdır; bir adama: Bu eve girme, dersin de, girmeye çalışırsa, ona: Adamsan gir, dersin; sen ona girmesini emretmiyorsun, ancak onu tehdit ediyor ve ona gözdağı veriyorsun.

"istediğinizi yapın” (Fussilet: 40) da böyledir. Onlar daha önce günah şeyleri yapmaktan men edilmişlerdi.

İbn Enbari: Bu emirdir, manası tehdittir, takdiri de: Eğer bunu yaparsan seni cezalandırır ve sana azap ederiz, demektir. Şarttan emir kalıbına nakledilmiştir, meselâ:

"Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” kavli gibi (Kehf: 29).

65

Şüphesiz, benim kullarımın üzerinde senin bir gücün yoktur. Vekil olarak Rabbin yeter.

"Şüphesiz, benim kullarımın üzerinde senin bir gücün yoktur": Bunu da Hicr: 42’de şerh etmiş bulunuyoruz.

"Rabbin vekil olarak yeter":

Zeccâc şöyle demiştir: O, dostlarına vekil olarak yeter, onları İblis’in vaatlerini kabul etmekten korur.

66

Rabbiniz O’dur ki, lütfundan arayasınız diye sizin için gemileri denizde yürütür. Şüphesiz O, size çok merhametlidir.

"Rabbiniz O’dur ki, sizin için gemileri yürütür":

"Yüzci": Yürütür, demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: Zeceytüşşey’e, denir ki: öne sürdüm, manasınadır.

"Lütfundan aramanız için (min fadlihi)": Yani ticaret etmeniz için.

"Min” edatı üzerinde üç görüş vardır:

Birincisi: O, zaittir.

İkincisi: O, ba'z manasınadır.

Üçüncüsü: Mef’ûl mahzuftur, takdir şöyledir: Litebteğu min fadlihirrızka velhayra (lütfundan rızık ve hayır aramak için). Bunları İbn Enbari zikretmiştir.

"Şüphesiz O, size çok merhametlidir": Bu hitap mü’minlere özeldir, sonra da müşriklere hitap edip

67

Size denizde sıkıntı dokunduğu zaman O’ndan başka yalvardıklarına uzaklaşır. Sizi (kurtarıp) karaya çıkardığı zaman yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankördür.

"denizde size sıkıntı dokunduğu zaman” dedi ki, boğulma korkusudur.

"Yalvardıklarınız uzaklaşır": Yani Allah'tan başka yalvardığınız İlâhlar, demektir. Dalle: Gaip olmak manasınadır. Dallelmaü fillebeni, denir ki: Su sütün içinde kayboldu, demektir.

Mana da şöyledir: Allah’a ihlasla dua eder, ona koştuğunuz eşleri unutursunuz. Mücâhid ile Ebû’l - Mütevekkil ye ile:

"Dalle men yed’une” okumuşlardır.

"Sizi karaya çıkardığı zaman yüz çevirirsiniz": İman ve ihlastan uzaklaşırsınız.

"İnsan çok nankördür": Rabbinin nimetlerine karşı, demektir.

"Emin mi oldunuz": Denizden çıktığınız zaman,

"en yahsife biküm": İbn Kesir ile Ebû Amr "nahsife biküm",

"ev nürsile", "en nuideküm", "fenürsile” hepsini nun ile okumuşlardır. Nâfi, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâi de, hepsini ye ile okumuşlardır.

"Nahsif biküm canibel berri": Sizi kara tarafında kaybedip götürmemiz” manasınadır, yorum da şöyledir: Hükmüm, denizde olduğu gibi karada da geçerlidir.

68

Sizi kara tarafından yere batırmasından yahut üzerinize taş yağdıran fırtına göndermesinden emin mi oldunuz? Sonra sizin için bir vekil bulamazsınız.

"Ev nürsile aleyküm hasıba":

Bunun üzerinde de üç görüş vardır:

Birincisi: Hasıb: Gökten düşen taştır, bunu da Katâde, demiştir.

İkincisi: O, taş atan fırtınadır, bunu da Ebû Ubeyde demiş ve Ferezdak’ın şu beytini misal getirmiştir:

Kuzey rüzgarı karşısındakilere

Ditilmiş pamuklar gibi taşlar atıyordu.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Hasıb: Rüzgardır, ona böyle denilmesi, çakıl taşları taşımasındandır, hasba küçük taşlardır.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Dilciler şöyle demişlerdir: Hasıb: içinde taş olan rüzgardır. Rüzgar için neden

"hasıben” dedi de

"hasıbeten” demedi? Çünkü bu, rüzgarın ayrılmaz vasfıdır, ayrıca müzekker şekline gerek duyulmamıştır. Bu, kadın için "fıaid” sözlerine benzer ki, recülün haıd, denilmez. Bunda başka bir cevap daha vardır: O da rüzgarın sıfatının tenis (dişilik) alâmetinden soyutlanmış olmasıdır; o nedenle müzekker isimlere benzemiştir, meselâ: Essemaü emtara velardu enbete (gök yağmur yağdırdı, yer ot bitirdi) gibi.

Üçüncüsü: Hasıb: içinde çakıl taşları olan topraktır, bunu da Zeccâc, demiştir.

"Sonra sizin için bir vekil bulamazsınız": Yani bize mani olacak ve size yardım edecek bir vekil, demektir.

69

Yoksa sizi bir defa daha oraya döndürüp üzerinize şiddetli fırtına göndererek inkârınız yüzünden sizi suda boğmasından emin mi oldunuz? Sonra sizin , için bize karşı onun öcünü alan bulamazsınız.

"Yoksa sizi oraya döndürmesinden emin mi oldunuz": Yani denize,

"bir defa daha": Yani başka bir seferde, tareten’in çoğulu: Tarat’tır.

"Üzerinize şiddetli fırtına göndermesinden":

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: Kaşif: Her şeyi kırıp geçiren, demektir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Kaşif: Ağaçları deviren, yani kıran rüzgardır.

"Feyuğrikaküm": Ebû’l - Mütevekkil, Ebû Cafer, Şeybe ve Rüveys, te, ğaynın sükunu, ra da şeddesiz olarak "fetuğrikaküm” okumuşlardır. Ebû’l - Cevza ile Eyyub da te, ğaynın fethi ve şeddesi ile "feyuğarrikaküm” okumuşlardır. Ebû Recâ’ da öyle okumuş, ancak o, te ile okumuştur,

"inkârınız yüzünden": Yani ilk seferde kurtulmanız sebebiyle demektir.

"Sonra sizin için bize karşı onun öcünü alan bulamazsınız": Yani kanınızı dava edecek birini bulamazsınız, demektir. Abdullah b. Amr radıyallahu anhuma şöyle demiştir: Azap rüzgarı dörttür, ikisi karada, ikisi denizdedir, Karada olanlar: Sarsar (şiddetli rüzgar) ile akim (samyeli)dir. Denizde olanlar da: Fırtına ile kasırgadır.

70

Yemin olsun, âdemoğullarını şerefli kıldık (eşref-i mahlukat), onları karada ve denizde taşıdık, onlara temiz şeylerden rızık verdik ve onları yarattıklarımızdan birçoğunun üzerine gerçekten üstün kıldık.

"Velekad kerremna beni adem": Keremna, üstün kıldık demektir.

Ebû Ubeyde: "Kerremna",

"ekremna"dan daha mübalağalıdır, demiştir.

Âdemoğullarının ne ile üstün kılındıklarında müfessirlerin on bir görüşleri vardır:

Birincisi: Cebrâil, Mikâil, İsrafil, Azrail vb. gibi bir grup melek hariç diğer yaratıklara üstün kılınmışlardır. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs'tan demiştir. Buna göre maksat mü’minlerdir, onların üstünlükleri de imanlarıyladır.

İkincisi: Diğer hayvanlar ağızlarıyla yer, insan ise eliyle yer. Bunu da Meymun b. Mihran, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Bazı müfessirler de: Bu üstünlükten maksat, elleriyle yemeleri ve aldıkları gıdaların temiz olmasıyladır, demişlerdir. Zira cinler kemik ve tezek yerler,

Üçüncüsü: Onlar akılla üstün kılınmışlardır, bu da İbn Abbâs'tan rivayet edilmiştir.

Dördüncüsü: Konuşma ve ayrım gücü ile üstün kılınmışlardır, bunu da Dahhâk, demiştir.

Beşincisi: Boylarının endam ve dikliği iledir, bunu da Atâ’, demiştir.

Altıncısı: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in onlardan olmasıyladır, bunu da Muhammed b. Ka’b, demiştir.

Yedincisi: Dünyada yiyecek ve lezzetlerle üstün kılınmışlardır, bunu da Zeyd b. Eslem, demiştir.

Sekizincisi: Şekillerinin güzelliğiyledir, bunu da Yeman, demiştir.

Dokuzuncusu: Diğer yaratıklara hakim olup onları hizmetlerinde kullanmalarıyladır. Bunu da Muhammed b. Cerir, demiştir.

Onuncusu: Emir ve yasakladır, bunu da Maverdi zikretmiştir.

On Birincisi: Erkeklere sakal ve kadınlara saç verilmesiyledir, bunu da Sa’lebî zikretmiştir.

Eğer: "Nasıl genel olarak üstünlüklerinden bahsedilir, hâlbuki içlerindeki kâfirler değersizdir?” denilirse.

Cevap iki açıdandır:

Birincisi: Ona da bol nimetle ikram edilmiştir.

İkincisi: İçlerinde bu sıfatı taşıyanlar olduğu için bu sıfatlar hepsine verilmiştir; meselâ:

"sizler insanlar için çıkarılan en hayırlı ümmet oldunuz” (Al - i İmran: 110) kavli gibi.

"Onları karada taşıdık": Develerin, atların, katırların ve merkeplerin sırtlarında, "ve denizde": Kuru tahtaların üzerinde ki, gemilerle demektir.

"Onlara temiz şeylerden rızık verdik":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Helaldir.

İkincisi: Zevk itiban ile hoş olandır.

"Onları yarattıklarımızdan birçoğunun üzerine üstün kıldık":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Nasta (metinde) geçtiği gibi birçoklarına demektir ki, bazılarına üstün kılınmamışlardır. Biz de az önce İbn Abbâs’tan, bazı meleklere üstün kılınmadıklarını zikretmiştik. Başkası da: Hayır, melekler daha üstündür, demiştir.

İkincisi: Bunun manası şöyledir: Biz onları yarattıklarımızın hepsine üstün kıldık. Araplar çoğu çoğul yerine kullanırlar, meselâ

"kulak verirler, onların çokları yalancıdır” (Şuara: 223) kavli gibi.

Ebû Hureyre de Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Mü'min Allah nazarında yanındaki meleklerden daha kıymetlidir.

71

Hatırla o günü ki, bütün insanları önderleri ile çağıracağız. Artık kime kitabı sağından verilirse, işte onlar, kitaplarını okurlar ve hurma çekirdeğinin ipliği kadar haksızlığa uğratılmaklar.

"Yevme ned'u":

Zeccâc şöyle demiştir: Yevme, mana ile mensubtur, o da: (gizli) üzkür (hatırla) fi’lidir.

"O gün bütün insanları önderleri ile çağıracağız": Ondan maksat, kıyamet günüdür. Hasen Basri, ye ile:

"Yed’u", nasb ile de "külle” okumuştur. Ebû İmran el - Cevni de, merfu ye, meftuh ayın, arkasından elifle:

"yevme yud’â” "küllü"yü de ref ile okumuştur.

Önderlerinden kimler murat edildiği hususunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Onlar reisleridir, bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir. Ondan

Said b. Cübeyr de şöyle dediğini rivayet etmiştir: O, ya doğru liderdir, yahutta sapık liderdir.

İkincisi: Amelleridir, bunu da Atıyye, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Hasen ile Ebû’l - Âliyye de böyle demişlerdir.

Üçüncüsü: Peygamberleridir, bunu da Enes b. Malik, Said b. Cübeyr, Katâde ve bir rivayette de Mücâhid, demişlerdir.

Dördüncüsü: Kitaplarıdır, bunu da İkrime ve bir rivayette de Mücâhid, demişlerdir. Sonra bunda da iki görüş vardır: O, içinde amellerinin yazıldığı kitaplarıdır, bunu da Katâde ile Mukâtil, demişlerdir.

İkincisi: Kendilerine indirilen kitaplarıdır, bunu da Dahhâk ile İbn Zeyd demişlerdir. Birinci görüşe göre şöyle denilir: Ey Mûsa’ya tabi olanlar, ey İsa'ya tabi olanlar, ey Muhammed’e tabi olanlar ve ey sapık liderlere tabi olanlar. İkinci görüşe göre de şöyle denilir: Ey şöyle şöyle amel edenler. Üçüncüye göre de şöyle denilir: Ey Mûsa ümmeti, ey İsa ümmeti ve ey Muhammed ümmeti. Dördüncüye göre de şöyle denilir: Ey Tevrat ehli, ey İncil ehli, ey Kur’ân ehli, ey içinde şöyle şöyle amel bulunan kitabın sahibi.

"Onlar kitaplarını okurlar": Manası: İyiliklerini okurlar, demektir; çünkü onlar amel defterlerini sağlarından almışlardır.

"Hurma çekirdeğinin ipliği (fitil) kadar haksızlığa uğratılmazlar": Yani sevaplarından bu fitil kadar eksiltilmez, demektir. Biz de bunu Nisa suresi, âyet: 49’da beyan etmiş durumdayız.

72

Kim bunda (bu dünyada) kör olursa o, ahirette de kördür ve yolca daha sapıktır.

"Vemen kâne fi hazihi a’ma": İbn Kesir, Nâfi ve İbn Âmir,

"a’ma fehüve fİlâhireti a’ma” iki mimi de meftuh okumuşlardır.

Hamze, Kisâi ve Ebû Bekir de Âsım’den rivayetle iki mimi de meksur okumuşlardır. Ebû Amr da mimin kesri ile "fi hazihi a’mi", fethi ile de "fehüve fİlâhireti a’ma” okumuştur.

"Hazihi” ile işaret edilen şey hakkında da iki görüş vardır:

Birincisi: O, dünyadır, bunu da Mücâhid, demiştir. Sonra

Kelâmın manasında da beş görüş vardır:

Birincisi: Kim dünyada Allah’ın eşyayı yaratmadaki marifetten kör olursa, o ahirette kendine anlatılandan daha da kördür. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Kim inkâr sebebiyle dünyada kör olursa, o ahirette daha da kördür; çünkü dünyada Tevbesi kabul olunur da ahirette kabul olunmaz. Bunu da Hasen, demiştir.

Üçüncüsü: Kim dünyada Allah’ın âyetlerinden kör olursa, o kendisi için gaip olan ahiret işlerinden daha da kördür.

Dördüncüsü: Kim:

"Rabbiniz size denizde gemileri yürütür... Sizi çoklarına üstün kılmıştır” kavlinde beyan ettiği nimetlerden kör olursa, o ahirette irşat ve ıslahatan daha da kördür.

Bu ikisini Maverdi zikretmiştir.

Beşincisi: Kim burada delilden kör olursa, o ahirette cennetten daha kördür (onu hiç görmez). Bunu da Ebû Bekir el - Verrak, demiştir.

İkincisi: Onlar nimetlerdir, sonra kelâmda iki görüş vardır:

Birincisi: Kim görülen ve müşahede edilen nimetlerden kör olursa, o ahirette görülmeyen nimetlerden daha da kördür. Bunu İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Kim:

"Yemin olsun ki, insanoğlunu üstün kıldık” kavlinde zikredilen nimetler hususunda Allah’ın hakkını tanımaktan kör olur da şükrünü yerine getirmezse, o kendisiyle Allah arasında olan ve kendisini O’na yaklaştıran şeylerden daha da kördür.

"Yolca daha sapıktır": Bunu da Süddi, demiştir.

Ebû Ali el - Farisi de şöyle demiştir:

"Ahirette de kördür” kavlinin manası: Daha kördür, demektir; çünkü dünyada deliller sayesinde körlüğünden çıkması mümkündür, ahirette ise körlükten çıkma imkanı yoktur. Şöyle de denilmiştir: Ahirette kör olmanın manası: Sevaba yol bulamaz demektir ki, bütün bunlar kalp körlüğündendir.

Eğer: "Neden fehüve fİlâhireti a’ma, dedi de, eşeddü amen, demedi? Çünkü körlük kırmızılık ve mavilik gibi yaratılışla ilgilidir. Araplar da: Ma eşedde sevade zeydin (Zeyd ne siyahtır) ve Ma ebyene zürkate amrin (Amr’in gözü ne de mavidir) derler; ma esvede zeyden ve erzaka amren ise pek az derler?” denilirse.

Cevap şöyledir: Bu körlükten maksat kalp körlüğüdür, o da artar, zamanla değişiklik gösterir; artış göstermeyen yaratılışa uymaz; meselâ gözün körlüğü, beyazlık ve kırmızılık gibi. Bunu da İbn Enbari zikretmiştir.

73

Neredeyse bize başkasını iftira etmen için sana vahyettiğimiz şeyden seni kaydıracaklardı. O zaman elbette seni can dostu edinirlerdi.

"Neredeyse seni kaydıracaklardı":

İniş sebebi için dört görüş vardır:

Birincisi: Sakif heyeti Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip: Bize bir sene daha Lât’a tapma fırsatı ver, Mekke’yi haram kıldığın gibi bizim vadimizi de haram kıl, dediler; o da bunu kabul etmedi. Onlar dönüp daha çok şeyler istediler ve: Biz Araplara karşı üstünlüğümüzü tanıtmanı istiyoruz; eğer Arapların: Bize vermediğini onlara verdin, demelerinden korkarsan: Bunu bana Allah emretti, dersin, dediler. Bunun üzerine Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem durdu, içine biraz umut girdi, işte âyet bunun üzerine indi. Bunu Atâ’, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Atıyye de İbn Abbâs’tan onların şöyle dediklerini rivayet etmiştir: Bize bir yıl süre ver, sonra Müslüman olur, putlarımızı kırarız, dediler. O da onlara süre tanımayı düşündü; bunun üzerine bu âyet indi.

İkincisi: Müşrikler, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e: Parmaklarının uçlarıyla da olsa ilâhlarımıza dokunmadıkça senden vazgeçmeyiz, dediler. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de:

"Bunu yapsam ne lâzım gelir; Allah benim onlardan hoşlanmadığımı biliyor” dedi. İşte âyet bunun üzerine indi. Bunu da Said b. Cübeyr, demiştir. Bunlar bâtılldır, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem için düşünmek câiz değildir. Atıyye’den de onlara bir sene süre tanımayı düşündü şeklinde rivâyetimiz de câiz değildir. Bütün bunlar onun hakkında ve ondan rivayet eden ashap hakkında imkansız şeylerdir.

Üçüncüsü: Kureyş Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile sabaha kadar baş başa kalıp onunla konuştular, onu pohpohladılar ve: Sen bizim efendimizsin, efendimizin oğlusun, dediler. Neredeyse bazı isteklerini kabul ettireceklerdi. Sonra Allah onu korudu, bu âyet de bunun üzerine indi. Bunu da Katâde, demiştir.

Dördüncüsü: Onlar, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e: Şu döküntü insanları, köleleri ve şu koyunlar gibi kokan kimseleri yanından kov, dediler - çünkü onlar yün giyerlerdi - ta ki, seninle oturalım ve sözünü dinleyelim, dediler. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de onları İslâma getirmek için bazı isteklerini yapmayı düşündü; bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Zeccâc nakletmiştir. Kelâmın manası da neredeyse aklını çeleceklerdi, demektir,

"in” ve lâm da tekit için gelmiştir.

Müfessirler şöyle demişler: "Leyeftinuneke” demesi, çünkü onlara isteklerini vermede, Kur’ân'ın hükmüne muhalefet olmasındandır.

"Litefteriye": Uydurman için demektir,

"bize karşı başkasını": O da: Bunu bana Allah emretti, sözleridir.

"O takdirde": Yani eğer bunu yaparsan,

"elbette seni can dostu edinirlerdi": Yani sana içten ve samimi dost olurlardı, demektir.

74

Eğer sana sebat vermese idik, gerçekten yemin olsun ki, onlara az bir şey meyledecektin.

"Eğer sana sebat vermese idik": Hak üzerinde durmanda, seni koruduğumuz için

"yemin olsun ki, neredeyse onlara meyledecektin": Yani onların isteklerine uygun şekilde niyet etmiş ve yaklaşmıştın.

"Az bir şey":

İbn Abbâs: Bu da onlara cevap vermekten sustuğu zaman olmuştu, Allah onun niyetini daha iyi bilir, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Fiil (meyletme fi'li) görünürde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem içindir, aslında müşrikler içindir, takdiri şöyledir: Neredeyse seni meylettirecekler ve senin sevmediğin, onların ise hoşlandıkları şeyi sana getireceklerdi. Burada fiil, karışıklık korkusu olmadığı için kendi failinden başkasına nisbet edilmiştir. Nitekim bir adam birine: Bugün neredeyse kendini öldürecektin, der ki: Öyle bir iş yapacaktın ki, neredeyse o yüzden biri seni öldürecekti, demek ister. Bu da mecazdır ve konuşmada câizdir.

"Müslüman olmadan asla ölmeyin” (Bakara: 132) kavli de buna benzemektedir. Seni burada görmeyeyim sözü de böyledir.

75

O zaman sana gerçekten hayat (azabın) ın bir katını ve ölüm (azabın)ın bir katını tattırırdık. Sonra da senin için bize karşı bir yardımcı bulamazdın.

"O zaman sana gerçekten tattırırdık":

Mana şöyledir: Eğer o az şeyi yapsa idin,

"sana hayatın katını tattırırdık": Yani hayat azabının bir katını ve

"ölüm azabının bir katını". Şairin şu sözü de öyledir:

(Haber aldım ki, senden sonra savaş ateşi yakılmış)

Ve ey Küleyb, senden sonra meclis rahatlamış.

Yani meclistekiler, demektir.

İbn Abbâs da: Dünya ve ahiret azabının bir katı, demiştir. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem masumdur, ancak ümmetini korkutmak için böyle denilmiştir ki, mü'minlerden hiç kimse Allah’ın hüküm ve şeriatinde bir müşrike meyletmesin.

76

Seni oradan çıkarmak için neredeyse seni bu yerden koparacaklardı. O takdirde senin arkandan kendileri de pek az kalırlardı.

"Neredeyse seni koparacaklardı": Bunun

iniş sebebinde de iki görüş vardır:

Birincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Medine’ye gelince, Yahudiler onun Medine’ye gelmesini çekemediler, ona yaklaşmak istemediler, ona gelip:

"Ya Muhammed, sen peygamber misin?” dediler. O da: Evet, dedi. Onlar da: Allah’a yemin ederiz ki, burası peygamberler diyarı değildir; peygamber diyarı Şam’dır; eğer peygamber isen oraya git, dediler. Bu âyet bunun üzerine indi. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan, demiştir.

Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, Medine’den çıkmayı düşündü, bunun üzerine bu âyet indi. Abdurrahman b. Ganem de şöyle demiştir: Yahudiler ona böyle deyince, dediklerine inandı ve Tebuk savaşma çıktı, tek maksadı Şam’a gitmek idi. Tebuk’e varınca, bu âyet indi.

İkincisi: Onlar Mekke halkından müşriklerdir ki, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’i Mekke’den çıkarmak istediler; Allah da ona çıkmasını emretti ve maksatlarını bildirmek üzere ona bu âyeti indirdi. Bunu da Hasen ile Mücâhid, demişlerdir.

Katâde de şöyle demiştir: Mekke halkı onu Mekke’den çıkarmak istediler, eğer bunu yapsalardı, hiç bekletilmezlerdi, ancak Allah onların çıkarmasına mani oldu, sonunda çıkmasını kendi buyurdu. Şöyle denilmiştir: Ondan sonra çok beklemediler, Allah onlara Bedir’de ölümü gönderdi. Birinci görüşe göre, işaret edilenler Yahudilerdir. Yer de: Medine’dir. İkinciye göre: Onlar müşriklerdir, yer de: Mekke’dir. Biz de

"istifzaz"ın manasını az önce zikretmiş bulunuyoruz (İsra: 64). Burada ondan ölüm kastedilmiştir, denilmiştir ki, onu tüm bölgeden çıkarsınlar. Bu da Hasen’den rivayet edilmiştir.

"Veizen layelbesune halfeke": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek

"halfeke” okumuşlardır. İbn Âmir, Hamze, Kisâi ve Hafs da Âsım’dan rivayet ederek

"hilafeke” okumuşlardır. Ahfeş de:

"Hilafeke” halfeke manasınadır, demiştir,

Mana da şöyledir: Çıkışının ardından

"ancak az beklerler": Yani eğer seni çıkarırlarsa, çıkışından az sonra onların köklerini kazırız. Allah da onların bu düşüncelerinin cezasını verdi; Kureyş'in ileri gelenlerini Bedir’de öldürdü, Yahudilerden de Kurayza oğullarını öldürdü ve Nadiyr oğullarını da sürdü. İbn Enbari, Kelâmın manası: Layelbesune alâ hilafike ve muhalefetike’dir ki, cer harfi (alâ) düşmüştür, demiştir. Ebû Rezin ile Ebû’l - Mütevekkil de hinin zammesi, “Lâm” ın şeddesi ve fenin ref’i ile

"hullafeke” okumuşlardır.

77

Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimizdeki kanun gibi. Kanunumuz için bir değişiklik bulamazsın.

"Sünnete men kad erselna":

Ferrâ’ şöyle demiştir: Sünnete gizli azapla mensûb olmuştur, yani: Yuazzebune kesünnetine fimen erselna (eskiden gönderdiklerimizin kanunu ile azap olundular). Ahfeş de, mana: Senneha sünneten (Allah onu bir kanun kılmıştır) demiştir.

Zeccâc da: "Layelbesune"nin manası ile mensûb olmuştur ki, tevili şöyledir: Biz bu kanunu senden önce gönderdiklerimiz için çıkardık; onlar peygamberlerini yurtlarından çıkardılar veya öldürdüler, azap da gecikmeden tepelerine indi.

78

Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar namaz kıl ve sabah okumasını / namazını da. Şüphesiz sabah namazı / okuması şahitli olmuştur.

"Namazı kıl": Yani eda et,

"Lidülukiş şemsi (güneşin zevalinden)": Yani zeval vaktinde demektir. İbn Enbari "lâm” üzerinde iki görüş zikretmiştir:

Birincisi: Onun "fi” manasına olmasıdır.

İkincisi: Tekit için olmasıdır, tıpkı

"redife leküm” (Neml: 72) kavli gibi.

Ebû Ubeyde de: Onun düluku: Zevalinden batmasına kadardır, demiştir.

Zeccâc da: öğle vakti eğilmesi düluktur, batmak için eğilmesi de düluktur, demiştir. Ezhari de şöyle demiştir:

"Düluk"un Arap dilinde manası: Zevaldir. Bunun içindir ki, güneş tepe noktasında meyletti mi ona: Dalike, derler. Battığı zaman da: Dalike, derler; her iki halde de zeval bulmaktadır.

Burada düluktan ne murat edildiği hususunda iki görüş vardır:

Birincisi: Onun gündüzün ortasında (tepe noktasında) zevalidir. Cabir b. Abdullah şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabını davet ettim, yanımda yediler, sonra zeval vaktinde çıktılar; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de çıktı ve: Çık, ey Ebû Bekir, güneş zeval vaktindedir, dedi. 4

4 - Taberi, Tefsir, 15/137, İbn Ebi Leyla'dan

Bu İbn Ömer, Ebû Berze, Ebû Hureyre, Hasen, Şa’bî, Said b. Cübeyr, Ebû’l - Âliyye, Mücâhid, Atâ’, Ubeyd b. Umeyr, Katâde, Dahhâk ve Mukâtil'in de görüşleridir. Ezheri’nin tercihi de budur.

Ezheri şöyle demiştir: Âyetin beş vakit namazı içine alması için, mana şöyle olur: Namazı güneşin zevalinden gecenin kararmasına kadar kıl. Buna ilk namaz öğle ile ikindi ve iki de gece namazı girer ki, onlar da akşamla yatsıdır. Sonra da: Sabah okuması / namazı demiştir ki, beş vakit namazdır.

İkincisi: O, güneşin batmasıdır, bunu da İbn Mes’ûd, Nehaî ve İbn Zeyd, demişlerdir. İbn Abbâs’tan da iki görüşün benzeri rivayet edilmiştir.

Ferrâ’ şöyle demiştir: Arapların, düluk konusunda güneşin batmasına dediklerini gördüm. Bu da İbn Kuteybe’nin tercihidir, şöyle demiştir: Çünkü Araplar: Deleken necmü, derler ki: Yıldız battı, demektir. Şair Zürrimme de şöyle demiştir:

Bunlar kandillerdir, yıldızların yaktığı değildir,

Batan ve kaybolan (yıldızlar) da değildir.

Güneş hakkında: Deleket beraha, derler ki: Batmasını kastederler, bakan kimse de elini kaşının üzerine koyarak siper eder. Şair şöyle demiştir:

Güneş neredeyse bitmek üzere idi,

Kayıp gitmesi için ben de kaşımın üzerinde elimle siper ediyordum.

Onu bitkin hastaya benzetmiştir; çünkü bitkin hastanın ölüme yüz tutması gibi o da batmaya yüz tutmuştur. Ona elini siper ederek bakması, batması için ne kadar kaldığım öğrenmek içindir ve eliyle de güneş ışığından korunmaktadır. Buna göre bu namazdan maksat: Akşam namazıdır. Ğasekul leyi ise: Gecenin karanlığıdır.

Gecenin karanlığı ile ilgili namazdan hangisi murat edildiği hususunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Yatsıdır, bunu da İbn Mes’ûd, demiştir.

İkincisi: Akşamdır, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

Kadı Ebû Ya’lâ da şöyle demiştir: Maksat akşam vaktini açıklama murat edilme ihtimali vardır ki, o, güneşin batmasından gecenin kararmasına kadardır.

Üçüncüsü: Akşamla yatsıdır, bunu da Hasen, demiştir.

Sabah okuması: Mana: Sabah okumasını kıl, demektir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Bundan maksat: Sabah namazıdır.

Zeccâc şöyle demiştir: Bunda namazın ancak okuma ile olacağını gösteren büyük bir fayda vardır. Çünkü namaza Kur’ân (okuma) denilmiştir.

"Şüphesiz sabah okuması / namazı şahitlidir": Ebû Hureyre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ona gece melekleri de gündüz melekleri de şahit olur. 5

5 - İmam Ahmed, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce.

79

Geceden de onunla (Kur’ân’lâ) senin için nafile olarak teheccüd kıl. Rabbinin seni övülen makama göndermesi umulur.

"Geceden de onunla teheccüt kıl":

İbn Abbâs: Kur’ân’lâ namaz kıl, demiştir. Mücâhid, Alkame ve Esved: Teheccüd, uyuduktan sonra olur, demişlerdir.

İbn Kuteybe de şöyle demiştir: Teheccettü: Uyanık kaldım, hecette de: Uyudum, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Burada teheccüd: Uyanıklık ve uykusuz kalma manasınadır. Dilciler: Bunun zıt manaya kullanılan kelimelerden olduğunu söylerler; uyuyan için: Hacidün ve mütteheccidün, derler, uyanık için de aynısını derler. Şair Nabiğa şöyle demiştir:

Eğer o (güzel) saçı ağarmış, ilâhya ibadet eden,

Hiç evlenmemiş ve uykusuz kalmış bir rahibe görünse idi,

Güzelliğine ve güzel konuşmasına bakar,

Onu doğru sayardı, kendi (rahip) doğru olmasa da.

Beyitte geçen: Müteheccid: Uyumayan, geceyi ibadetle geçiren, demektir. Şair Lebid de şöyle demiştir:

De ki: Bizi uyut, gece yolculuğumuz uzadı.

(Beyitte geçen: Hecidna): Bizi uyut (artık uyuyalım) demektir. Ezheri şöyle demiştir: Müteheccid: Uyuduktan sonra namaza kalkandır. Ona: Müteheccid denilmesi, hucudu (uykuyu) üzerinden atmasındandır. Nitekim: Teharrece ve teesseme, denir ki: Günahı ve vebali üzerinden attı, demektir.

"Senin için nafile olarak": Nâfile lügatte: Aslın üzerine fazla olan şeye denir.

Bu fazlalığın manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: O kendisine farz kılınan şeyin üzerine fazlalıktır; o zaman mana: Sana farz olarak olur. Gece namazı ona farz kılınmıştı. Bu, İbn Abbâs ile Said b. Cübeyr’in görüşleridir.

İkincisi: O, farzın üzerine fazlalıktır; farz değildir,

Mana da şöyledir: Tatavvu’ ve fazilet olarak. Ebû Umame, Hasen ve

Mücâhid şöyle demişlerdir: Nâfile sadece Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e özeldir.

Mücâhid de şöyle demiştir: Çünkü onun geçmiş ve gelecek günahı bağışlanmıştır. Farzdan fazla olein da onun için nafile ve fazilettir, başkası için de kefarettir. Bazı ilim adamları da şöyle demişlerdir: Gece namazı ona başlangıçta farz idi, sonra ona terk etmesi için müsaade edildi.

İbn Enbari de bu hususta iki görüş zikretmiştir:

Birincisi: O, Mücâhid’in dediğine yakındır, şöyle demiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem nafile kıldığı zaman onunla günahları silinmiş kabul edilmez; çünkü onun geçmiş ve gelecek günahı bağışlanmıştır. Başkası ise nafile kıldığı zaman bunu umabilir ve nafile kılmakla da günahları silinmiş kabul edilebilir; binaenaleyh nafile, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem için ihtiyaç fazlasıdır; başkası için ise ihtiyaçtır, ondan kötülüğün define umuttur.

İkincisi: Nâfile Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ümmeti içindir,

Mana da şöyledir: Gece sizin için nafile olarak Kur’ân'lâ teheccüt kılın; böylece Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e hitap edilmiş, bunun içine ümmeti de girmiştir.

"Rabbinin seni övülen makama göndermesi umulur": Allah’a umut beslemek vaciptir.

"Yebasüke"nin manası da: Seni o makama durdurur, demektir.

"Övülen makam":

O, bütün mahşer halkının o nedenle övdüğü makamdır, bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, kıyamet gününde insanlar için şefaattir, bunu da İbn Mes’ûd, Huzeyfe b. el - Yeman, İbn Ömer, Selman Farisi, Cabir b. Abdullah ve Hasen, demişlerdir. İbn Ebi Necih’in Mücâhid’ten rivâyeti de böyledir.

İkincisi: Allah onu kıyamet gününde Arş’in üzerine oturtur. Ebû Vâil , İbn Mes’ûd’dan bu âyeti okuduğunu ve onu: Arş’in üzerine oturtur, dediğini rivayet etmiştir. Dahhâk, İbn Abbâs’tan, Leys de Mücâhid’ten böyle rivayet etmişlerdir.

80

De ki: "Rabbim, beni doğru girmekle girdir ve doğru çıkmakla çıkar. Bana kendi katından yardıma mazhar olmuş bir güç ver.

"Ve kurrabbi edhilni müdhale sıdkın": Hasen, İkrime, Dahhâk, Hamid b. Kays, Katâde ve İbn Ebi Able,

"medhal” ve mahrec’te mimin fethi ile okumuşlardır.

Zeccâc da şöyle demiştir: Mimin zammı ile müdhal: Edhaltuhu müdhalen’in mastarıdır. Kim de medhale sıdkın derse, o da: Edhaltuhu, fedehale medhale sıdkın tarzındadır.

"Mahrec"in şerhi de böyledir.

Müfessirlerin bu giriş çıkış hakkında on bir görüşleri vardır:

Birincisi: Beni doğru giriş yeri olan Medine’ye girdir, beni doğru çıkış yeri olan Mekke’den çıkar. Ebû Zayban,

İbn Abbâs’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’de idi, sonra hicret etmesi emredildi; ona bu âyet indi. Bu manaya Hasen, bir rivayette Said b. Cübeyr, Katâde ve İbn Zeyd de kail olmuşlardır.

İkincisi: Beni kabre doğru girişle girdir ve beni ondan doğru çıkışla çıkar. Bunu el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Beni Medine’ye girdir, Mekke’ye çıkar, yani onu fethetmek için. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Mekke’ye doğru girdir, beni oradan doğru çıkar; o da oradan müşriklerden emin olarak çıktı, fetih günü de oraya muzaffer olarak girdi. Bunu da Dahhâk, demiştir.

Beşincisi: Beni cennete doğru girdir, beni Mekke’den doğru çıkarıp Medine’ye doğru girdir. Bunu da Katâde, Hasen’den rivayet etmiştir.

Altıncısı: Beni peygamberlik ve risalete girdir, beni ondan doğru çıkar. Bunu da Mücâhid, demiştir, yani beni üzerime vacip olan şeylerden çıkar, demektir.

Yedincisi: Beni İslâm’a girdir, beni ondan çıkar, bunu da Ebû Salih demiştir, yani: ölüm geldiği zaman bu hususta yapmam lâzım gelen şeyleri bana eda ettir, demektir.

Sekizincisi: Beni taatine girdir, beni ondan çıkar, yani beni salim olarak çıkar, onu edada kusurlu olarak çıkarma, demektir. Bunu da Atâ’, demiştir.

Dokuzuncusu: Beni mağaraya girdir, beni oradan çıkar. Bunu da Muhammed b. Münkedir, demiştir.

Onuncusu: Beni dine girdir ve beni dünyadan hak üzere çıkar. Bunu da Zeccâc zikretmiştir.

On Birincisi: Beni Mekke’ye girdir ve beni Huneyn’e çıkar, bunu da Ebû Süleyman Dımeşki zikretmiştir. Sıdk’ın müdhal ve muhrec’e izafesi, onlar için övgüdür. Biz de bu manayı Yûnus suresi, âyet: 2’de şerh etmiş bulunuyoruz.

"Bana kendi katından yardıma mazhar olmuş bir güç (sultan) ver":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O, kâfirlere kılıç çekmek, münafıklara da hadleri tatbik etmekle Mûsallat (yönetici) olmaktır. Bunu da Hasen, demiştir.

İkincisi: O, açık delildir, bunu da Mücâhid, demiştir.

Üçüncüsü: Asilerin sindirildiği güçlü devlettir, bunu da Katâde, demiştir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: "Nasira"nın: Munsar (yardıma mazhar olmuş) manasına olması da câizdir, yardım edici manasına olması da câizdir.

81

De ki:

"Hak geldi, bâtıll zail oldu. Şüphesiz bâtıll zail olmaya mahkumdur".

"De ki: Hak geldi, bâtıll zail oldu":

Bunda da dört görüş vardır:

Birincisi: Hak, Islamdır, bâtıll da: Şirktir. Bunu Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiştir.

İkincisi: Hak: Kur’ân’dır, bâtıll da: Şeytandır. Bunu da Katâde, demiştir.

Üçüncüsü: Hak: Cihattır, bâtıll da: Şirktir. Bunu da İbn Cüreyc, demiştir.

Dördüncüsü: Hak: Allah'a ibadettir, bâtıll da: Putlara ibadettir. Bunu da Mukâtil, demiştir. "Zeheka"nın manası da: Bâtıll oldu ve silinip gitti, demektir. Helak ve bâtıll olan her şeye: Zehalca, denir. Zehekat nefsuhu da: Canı çıktı, demektir.

İbn Mes’ûd şöyle rivayet etmiştir: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’ye girdi, Beytullah’ın etrafında üç yüz altmış put vardı.

Onlara dörttü ve: Hak geldi, bâtıll zail oldu; şüphesiz bâtıll zail olmak zorundadır, dedi.

Eğer: "Nasıl "zehaka” bâtıll oldu manasına, dersiniz, hâlbuki bâtıll mevcuttur, kendi adamlarınca tatbik edilmektedir?” denilerse.

Cevap şöyledir: Onun bâtıll ve helak olmasından maksat, kusurunun açığa çıkmasıdır; o zaman gözü olanlar nazarında helak olmuş olur.

82

Biz Kur’ân’dan mü’minler için şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. O, zâlimlerin ziyanından başka bir şeyi artırmaz.

"Ve nünezzilü minel KUR’ÂNi mahüve şifaün":

"Min” burada cinsi açıklamak içindir, dolayısıyla Kur’ân’ın hepsi şifadır.

Bu şifada da üç görüş vardır.

Birincisi: Sapıklığa şifadır, çünkü onda hidayet vardır.

İkincisi: Hastalığa şifadır, çünkü onda bereket vardır.

Üçüncüsü: Farz ve hükümlerin açıklamasına şifadır.

"Rahmet"te de iki görüş vardır:

Birincisi: Nimettir.

İkincisi: Rahmete sebeptir.

"Zâlimlerin artırmaz": Yani müşriklerin, demektir,

"ancak ziyanını artırır": Çünkü ona inanmazlar, onun öğütlerinden yararlanmazlar; böylece onların da ziyanını artırır.

83

İnsana nimet verdiğimiz zaman (şükürden) yüz çevirir ve yan çizer. Ona şer dokundu mu pek umutsuz olur.

"İnsana nimet verdiğimiz zaman":

İbn Abbâs: Burada insan, kâfirdir, demiştir. Ondan maksat da Velid b. Muğire’dir.

Müfessirler de: Bu nimet, rızık bolluğu ve kaza ve beladen emin olmaktır, demişlerdir.

"Ve nea bicanibih": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr, Hafs da Âsım’dan rivayetle "naâ” vezninde nun ve hemze ile "neâ” okumuşlardır.

Kisâi, Halef de Selim’den o da Hamze’den rivayet ederek, nunun imalesi ve hemze ile (neey) okumuşlardır. Hallad da, Süleym’den, nunun fethi ve hemzenin kesri ile "neiye” rivayet etmiştir ki, mana: Nimetlerin hakkını vermekten uzaklaşır, demektir. Büyüklenir ve kibirlenir de, demişlerdir.

"Ona şer dokunduğu zaman": Yani başına belâ ve fakirlik geldiği zaman,

"pek umutsuz olur": Yani umudunu tamamen keser, Allah’ın lütfunu ummaz.

84

De ki:

"Herkes kendi karakterine göre davranır. Rabbiniz kimin daha doğru yolda olduğunu pekiyi bilir.

"Kul küllün ya’melü alâ şakiletih":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Kendi tarafına göre amel eder, demektir, bunu İbn Abbâs ile Said b. Cübeyr, demişlerdir.

Ferrâ’ da: Şakile: Taraf, bölge ve yoldur, demiştir. Bazı Araplardan: Ve Abdülmelik izzake alâ nahiyetihi ve İbnüzzübeyr alâ nahiyetihi (Abdülmelik o zaman kendi bölgesinde, İbn Zübeyr de kendi bölgesinde idi) dediğini işittim ki, kendi nahiyesinde (bölgesinde) demek istiyordu.

Ebû Ubeyde de: Kendi cihetine ve yaratılışına göre, demiştir.

İbn Kuteybe de: Yaratılış ve karakterine göre, demiştir. O, şekl’den gelir ki: Sen benim şeklimde ve şakilemde değilsin, derler.

Zeccâc da: Herkes kendi yoluna ve mezhebine göre amel eder, demiştir.

İkincisi: Niyetine göre, bunu Hasen ile Muaviye b. Kurra, demişlerdir. Leys de: Şakile: Failine uygun işlerdir, demiştir.

Üçüncüsü: Dinine göre, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Mananın ifadesi de şöyledir: Herkes kendi ahlakına uygun metotta amel eder; binaenaleyh kâfir kendi ahlakına göre amel eder; nimet anında şükürden yüz çevirir, zorluk anında umutsuz davranır; mü’min de bolluk anında şükretmek ve belâ anında sabretmek şeklinde davranır; Allah da her iki gruba da amelinin karşılığını verir. Ebû Salih, İbn Abbâs'tan: Bu âyetin:

"Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün” (Tevbe: 50) âyetiyle mensuh olduğunu söylemiştir ki, hiçbir bir şey değildir (kıymet-i harbiyesi yoktur).

85

Sana ruhtan sorarlar. De ki: "Ruh Rabbimin emrindendir. (O hususta size) ilimden pek az bir şey verilmiştir.

"Sana ruhtan sorarlar":

İniş sebebi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem birkaç Yahudiye uğradı, onlar da: Ona ruhtan sorun, dediler. Birileri: Sormayın, olur ki, hoşlanmayacağınız bir şey söyler, dediler. Onlardan yanına birkaç kimse geldi:

"Ey Kasım’ın babası, ruh hakkında ne dersin?” dediler. O da sustu, bunun üzerine bu âyet indi. Bunu İbn Mes’ûd, demiştir.

İkincisi: Yahudiler, Kureyş’e: Muhammed’e üç şey sorun; eğer size ikisinden cevap verir, üçüncüsünden susarsa, o, Peygamberdir. Ona Ashab-ı Kehften, sorun, ona Zülkarneyn’den sorun ve ona ruhtan sorun, dediler. Onlar da bunlardan sordular. Onlara Ashab-ı Kehf’i açıkladı ve onlara Zülkarneyn kıssasını da açıkladı. Ruh hakkında bir şey demedi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Atâ’, İbn Abbâs’tan, demiştir.

Burada ruhtan murat edilen şey üzerinde de altı görüş vardır:

Birincisi: O, bedene can veren ruhtur, bu manayı el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. İnsanlar ruhun mahiyeti hakkında ihtilaf etmişler, sonra da ruh ile nefis aynı mıdır yoksa farklı şeyler midir, diye de ihtilaf etmişlerdir. Onların ihtilaflarını anlatmaya gerek yoktur, çünkü bunlardan hiçbirinin delili yoktur; o ancak tıp ve felsefeden aldıkları şeylerdir. Selefe gelince, onlar bu hususta dillerini tutmuşlardır; çünkü Allahü teâlâ:

"De ki: Ruh Rabbimin ermindendir” buyurmuştur. O kavmin ruhtan sorup da onlara cevap verilmediğini, vahyin de indiğini, Resûlüllah’ın da hayatta olduğunu görünce, gerçeğini bilemedikleri şeye karşı susmanın daha iyi olduğunu anlamışlardır.

İkincisi: Bu ruhtan maksat, korkunç bir yaratılışa sahip olan bir melektir. Bu da Hazret-i Ali, İbn Abbâs ve Mukâtil’den rivayet edilmiştir.

Üçüncüsü: Ruh: Aziz ve celil olan Allah’ın insanoğlu suretinde yarattığı bir mahlukudur. Bunu da Mücâhid, İbn Abbâs’tan, demiştir.

Dördüncüsü: O, Cebrâil aleyhisselam’dır, bunu da Hasen ile Katâde, demişlerdir.

Beşincisi: O, Kur’ân’dır, yine bu da Hasen’den rivayet edilmiştir.

Altıncısı: O, Meryem oğlu İsa’dır, bunu da Maverdi nakletmiştir.

Ebû Süleyman Dımeşki de şöyle demiştir: Allahü teâlâ ruhu Kur’ân'ın birkaç yerinde bahsetmiştir. Bana öyle geliyor ki, nakilciler onun tefsirini bir yerden uygun olmayan bir yere aktarmışlar ve onun da aynı olduğunu zannetmişlerdir. Aslında o, âdemoğluna hayat veren ruhtur.

"Rabbimin emrinden": Yani O’nun bilip de kimseye bildirmediği ilmindendir, demektir.

"Size ilimden ancak pek az şey verilmiştir":

Bu muhatapların kimler olduğunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar Yahudilerdir, bunu da çoğunluk, demiştir.

İkincisi: Onlar bütün mahluklardır; onların ilmi, aziz ve celil olan Allah’ın ilminin yanında pek azdır. Bunu da Maverdi zikretmiştir.

Eğer: Bu âyetle,

"kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiştir” (Bakara: 269) âyetini uzlaştırmak nasıl olur?” denilirse.

Cevap şöyledir: İnsanlara verilen ilim, her ne kadar çok olsa da, o, Allah’ın ilmine göre azdır.

86

Yemin olsun, eğer dilersek, sana vahyettiğimiz şeyi muhakkak gideririz, sonra da o yüzden bize karşı bir vekil bulamazsın.

"Yemin olsun, eğer dilersek, sana vahyettiğimiz şeyi muhakkak gideririz":

Zeccâc, mana şöyledir, demiştir: Eğer dilersek onu kalplerden ve kitaplardan sileriz, öyle ki, izi bulunmaz.

"Sonra da o yüzden bize karşı bir vekil bulamazsın": Yani o az bir şeyi iade etmeyi üstlenen birini bulamazsın, demektir.

87

Ancak Rabbinden bir rahmet hariç (o sayede senden gitmemiştir). Şüphesiz O'nun senin üzerindeki lütfü büyüktür.

"Ancak Rabbinin rahmeti hariç": Bu, birinciden istisna değildir,

Mana şöyledir: Ancak Allah sana rahmet etti; bunu senin kalbine ve mü’minlerin kalplerine yerleştirdi. İbn Enbari de, mana şöyledir, demiştir: Ancak Rabbinden bir rahmetle Kur’ân’ın silinmesine mani olursun. Müşrikler Müslüman olan kadınlarına atalarının dinlerine dönmelerini söylerlerdi; Allahü teâlâ da onları, nimetini çekmekle tehdit etti. Bu hitap zahirde Resûlüllah'adır, mana ise ümmet için tehdittir. Ebû Süleyman "latecidü leke bihi” kavli üzerinde: Yani yanındakileri gidermekle sana yaptığımız şey yüzünden bulamazsın

"bir vekil” sana yaptığımıza karşı seni müdafaa edecek birini, demiştir. Abdullah b. Mes’ud’dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kur’ân bir gecede götürülür; Cebrâil gece yarısı gelir; onu göğüslerinden ve evlerinden götürür; sabahleyin bir âyet okuyamazlar, onu doğru dürüst hatırlayamazlar.

Ebû Süleyman Dımeşki, bu hadisin sıhhatini: "Şüphesiz Allah ilmi birden bire çekmekle almaz” hadisi ile reddetmiştir. 7

7 - Buhârî, İlm, bab, 34; Müslim, İlm, hadis no, 13; Tirmizî, İlm, bab, 5; İbn Mâce, 26; Ahmed, Müsned, 2/162,190.

İbn Mes’ûd hadisi de güzel (hasen) yollardan rivayet edilmiştir; Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in murat ettiği ilmin Kur’ân’dan başka olma ihtimali vardır. Çünkü ilim durmadan azalmaktadır; öyle ki, en sonunda Kur’ân kaldırılacaktır.

88

De ki:

"Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için toplansalar, birbirlerine yardımcı / arka da olsalar, onun benzerini getiremezler.

"De ki: Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler toplansalar":

Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu, Nadr b. Haris’i tekzip etmektedir, hani o. Eğer istersek biz de bunun gibisini deriz, demişti. Onlardan istenen benzeri; belagatin en üst seviyesini içinde taşıyan Kur’ân'ın nazmı gibi nazmı olan bir sözdür.

"Zahir” de: Yardımcı ve arkadır.

89

Yemin olsun, bu Kur’ân’da her türlü misalden getirdik. İnsanların çoğu ise kafirlikten başka bir şeyi kabul etmediler.

"Yemin olsun, bu Kur’ân’da insanlara her türlü misalden getirdik": Bunu da bu surede, İsra: 41’de tefsir etmiş bulunuyoruz.

Mana da: İbret alınacak her türlü misalden, demektir.

"İnsanların çoğu kabul etmedi": Yani Mekke halkı, demektir.

"Ancak kafirliği": Yani hakkı ret ve inkârı kabul ettiler.

90

Dediler: "Sana asla iman etmeyeceğiz, tâki bize yerden bir pınar fışkırtasın".

"Dediler: "Sana asla iman etmeyeceğiz, ta ki, bize yerden bir pınar fışkırtasın": Bu âyetin ve devamındakilerin

iniş sebebi şöyledir: Utbe, Şeybe, Ebû Cehil, Abdullah b. Ebi Ümeyye, Nadr b. Haris vd. gibi Kureyş’in reisleri Ka'be'nin yanında toplandılar, birbirlerine: Muhammed'e adam gönderin, onunla konuşun, tartışın ki, onun hakkında mazur olasınız, dediler. Ona adam görderdiler: Kavminin eşrafı seninle konuşmak için toplandılar, dedi. O da hızlıca geldi, onları irşat etmek için çok istekliydi. Onlar: Ey Muhammed, Allah’a yemin ederiz ki, senin kadar kavmine böyle bir şey yapan bir Arap görmedik; sen atalara sövdün, dini ayıpladın, bizi cahil saydın ve birliği parçaladın. Eğer bütün bunları mal kazanmak için yaptmsa, sana mal toplayalım, en zenginimiz ol. Eğer şeref istiyorsan, seni başımıza reis yapalım. Eğer bu gözüne görünen şey seni mağlup etmişse, sana mal harcayalım, seni tedavi ettirelim, ya da bizi mazur sayarsın, dediler. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de: Eğer dediğimi kabul ederseniz, bu sizin için dünya ve ahirette şans olur. Eğer dediğimi reddederseniz, ben de Allah benimle sizin aranızda hükmünü verinceye kadar sabredeceğim, dedi. Onlar da: Ya Muhammed, eğer sana ettiğimiz teklifi kabul etmezsen, sen de biliyorsun ki, dünyada ülkesi bizden daha dar, geçimi bizden daha zor olan bir memleket yoktur. Rabbinden iste de bizi sıkıştıran şu dağları uzaklaştırsın, bize ırmaklar akıtsın, giden atalarımızı diriltsin. Dirilenler arasında Kusay b. Kilab da bulunsun; çünkü o, doğru sözlü bir ihtiyar idi; biz de ona senin dediklerinin haklı mı olduğunu sorarız. Eğer bunu yaparsan seni tasdik ederiz, dediler. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem de: Ben bunun için gönderilmedim. Benimle gönderilen şeyi size tebliğ ettim, dedi. Onlar da: Rabbinden iste, seni tasdik eden bir melek göndersin. O’ndan iste, bize bahçeler, hazineler, altından ve gümüşten seni zengin edecek saraylar versin, dediler. O da: Ben Rabbimden bunları istemem, dedi. Onlar da: İddia ettiğin gibi göğü üzerimize parçalar halinde düşür, sen bunu Rabbinin yapacağını iddia etmiştin, dediler. O da: Bu, Aziz ve celil olan Allah’a kalmıştır, dedi. İçlerinden biri: Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe sana inanacak değiliz, dedi. Abdullah b. Ebû Ümeyye de: Göğe merdiven kurup da oraya çıkmadığın, ben de bakmadıkça, yanında yazılı bir kitap ve sana şahitlik edecek melekler getirmedikçe sana iman edecek değilim, dedi. Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem onların kendinden uzaklaştıklarını görünce üzgün vaziyette çekip gitti. Allahü teâlâ da ona:

"Sana asla iman etmeyeceğiz...” diye başlayan bu âyetleri indirdi. Bunu da İkrime, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

"Hatta tefcure": İbn Kesir, Nâfi, Ebû Amr ve İbn Âmir, tenin zammesi, fenin fethası, meksur cimin şeddesi ile:

"Hatta tüfeccire” okumuşlardır. Âsım, Hamze ve Kisâi de, tenin fethi, fenin sükunu ve şeddesiz mazmum cimle

"hatta tefcüre” okumuşlardır. Kim şedde ile okursa, daha çok pınarların fışkırmasını istemiştir. Kim de şeddesiz okursa, bir pınarı düşlemiş olur. Yenbu da: Su kaynayan göze demektir.

Ebû Ubeyde de: O, yef ul veznindedir, nebeal mau kökünden gelir ki, suyun görünüp kaynamasıdır, demiştir.

91

"Yahut senin hurmalıklardan ve üzüm (lük) lerden (bağlardan) bir bahçen olsun da aralarında ırmaklar fışkırttıkça fışkırtasın".

"Yahut bir bahçen olsun": Yani bir bostanın olsun, "nehirler akıtasın": Yani kanallar açıp sular akıtasın.

"Aralarından": Yani o bahçenin ortasından, demektir.

92

"Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşüresin veyahut Allah’ı ve melekleri karşımıza / açıkça getiresin".

"Ev tüskıtes semae": Mücâhid, Ebû Miclez, Ebû Recâ’, Humeyd ve Cahderi, fenin fethi, kafin ref’i ile

"evteskute", "essemau” de merfu olarak okumuşlardır.

"Kisefen": İbn Kesir, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi de, Kur’ân’ın her yerinde, “sîn” in sükunu ile "kisfen” okumuşlardır, ancak Rum: 48 hariçtir ki, onu “sîn” in harekesi ile okumuşlardır.

Nâfi, Ebû Bekir de Âsım’dan rivayet ederek, iki yerde de “sîn” in harekesiyle okumuşlardır, Kur’ân'ın kalan kısmında ise sükun ile okumuşlardır.

İbn Âmir de burada “sîn” in fethi, Kur’ân’ın kalan kısmında ise sükunu ile okumuştur.

Zeccâc şöyle demiştir: Kim “sîn” in fethi ile "kisefen” okursa, onu kisfet’in çoğulu yapmıştır ki, o da parça, demektir. Kim de “sîn” in sükunu ile "kisfen” okursa, sanki onu tabaka halinde üzerimize düşür, demiş gibi olur. O da küsifetüş şey’ü’den türemiştir ki, bir şeyi kapatmaktır. Yani onu tek parça halinde kapak gibi üzerimize düşür, demek isterler.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Kim sini sakin okursa, şöyle der: Onun tevili: Örtü ve kapak halinde, demek ister. Bu da inkesefetiş şemsü’den gelir ki: Güneşle ona bakan arasına bir engel girmekle ışığı kapanmaktır.

"Ev te’tiye billahi velmelaiketi kabila (yahutta Allah'ı ve melekleri karşımıza getir)":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Gözümüzle görecek şekilde, demektir. Bunu Dahhâk, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş, Katâde, İbn Cüreyc ve Mukâtil de böyle demişlerdir.

Ebû Ubeyde de, manası: Karşımıza, gözümüzün önüne getir, demiş ve Şair A’şa’nın şu beytini misal getirmiştir:

Sizinle barışalım, ta benzerini getirinceye kadar,

Ebesinin kolaylaştırdığı yüklü kadının çığlığı gibi.

Burada geçen kabil: Kabile, yani ebe manasınadır. Yine burada geçen, yesseretha, veccehetha (onu yönlendirdi) şeklinde de rivayet edilmiştir. 8

8 - Taberi, 15/162.

İkincisi: Senin Resûlüllah olduğuna kefil getir, demektir. Bunu da Ebû Salih, İbn Abbâs’tan demiş, Ferrâ’ da bunu tercih edip: Kabil: Kefil ve garantör, demiştir. Kabiltü, kefiltü ve zeamtü dersin ki, üçü de birdir.

Üçüncüsü: Kabile kabile, her kabile kendi başına, demektir, bunu da Hasen ile Mücâhid, demişlerdir. Zührüf’e gelince: Ondan maksat altındır. Biz de bu kelimenin aslını Yûnus: 24'te şerh etmiş durumdayız.

93

"Yahut senin altından bir evin olsun veyahut göğe çıkasın. Zaten okuyacağımız bir kitap getirmeden de çıkmana da asla inanacak değiliz". De ki: "Rabbimi tenzih ederim, ben elçi bir insandan başkası mıyım?"

"Terka": Yükselme manasınadır, rakıytü, erka rukıyyen diye çekimi yapılır.

"Ta ki, üzerimize bir kitap indiresin":

İbn Abbâs: Âlemlerin Rabbinden filan oğlu filana diyen bir kitap, sabahleyin kalksın içimizden herkes onu okusun, demiştir.

"Kul sübhanallah": Nâfi, Âsım, Ebû Amr, Hamze ve Kisâi, "kul” okumuşlardır. İbn Kesir ile İbn Âmir de "kale” okumuşlardır. Mekke ve Şam Mushaflarında da böyledir.

"Ben elçi bir insandan başkası mıyım?": Yani bu şeyler insan gücü dahilinde değildir.

Eğer: "Neden sözlerini hikaye etmekle yetindi de izah ederek reddetmedi?” denilirse.

Cevap şöyledir: Onlara özel olarak:

"De ki: Yemin olsun ki, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ân'ın benzerini getirmek için toplansalar...” deyip de bu da onların imkanında olmayınca, onları aciz duruma düşürmüş oldu. Sanki: Ben geçen âyetlerle peygamberliğimi gösteren şeyleri açıkladım, bunlardan birisi de bu Kur’ân'lâ meydan okumadır, ama sizin inadınız benim önleyeceğim bir şey değildir, demiş gibi oldu. Bir de onlar bu şeylerde ısrar edip de Rabbisinden istemesini talep etmeyince, onların sözlerini insan olmasıyla reddetti, bu da ret için kafi geldi.

94

İnsanları kendilerine hidayet geldiği zaman iman etmelerinden ancak:

"Allah bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?” demeleri men etti.

"İnsanları iman etmekten men etmedi":

İbn Abbâs: Mekke halkını murat etmiştir, demiştir.

Müfessirler, âyetin manası şöyledir, demişlerdir: Onları imandan men etmedi,

"onlara hidayet geldiği zaman": O da Kur’ân’daki açıklama ve irşattır,

"ancak şöyle demeleri men etti": Yani taaccüp ve inkâr ederek:

"Allah bir insanı mı peygamber olarak gönderdi” demeleri. Âyette kısaltma vardır, takdiri şöyledir: Allah bir meleği peygamber olarak gönderseydi, ya. Buna da:

95

De ki:

"Eğer yeryüzünde sakin sakin yürüyen melekler olsaydı, mutlaka üzerlerine gökten bir meleği elçi olarak indirirdik".

"De ki: yeryüzünde sakin sakin yürüyen melekler olsaydı” kavli ile cevap verildi: Yani yeri vatan edinmiş olsalardı, demektir. Tuma’ninet (mutmain) sükünet demektir. Kelâmdan kastedilen de şudur: Her cinsin peygamberi kendilerinden olmalıdır.

96

De ki: "Sizinle benim aramda şahit olarak Allah yeter. Çünkü O, kullarından çok iyi haberdardır, çok iyi görendir".

"De ki: Şahit olarak Allah yeter": Biz de bunu Ra’d: 43’te tefsir etmiş bulunuyoruz.

"Çünkü O, kullarından haberdardır, onları çok iyi görmektedir":

Mukâtil: Allah peygamberliği Muhammed’e tahsis ettiği zaman, demiştir.

97

Allah kime hidayet ederse o, doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, sen onlar için O’ndan başka asla dostlar bulamazsın. Biz onları kıyamet gününde yüzleri üstü körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşredeceğiz. Varacakları yer cehennemdir. Her ne zaman ateşi yavaşlarsa, biz onun alevini artırırız.

"Men yehdillahu fehüvel muhtedi": Nâfi ile Ebû Amr vasılda ye ile okumuş, vakıfta onu hazfetmişlerdir. Ya’kûb ise onu vakıfta okumuştur. Çoğunluk ise onu iki halde de hazfetmiştir.

"Allah kime hidayet ederse":

İbn Abbâs: Allah kimin hidâyetini dilerse, demiştir.

"O doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, sen onlar için O’ndan başka asla dostlar bulamazsın": Onları hidayet edecek dostlar bulamazsın, demektir.

"Biz onları kıyamet gününde yüzleri üstü haşredeceğiz":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onları yüzü üstü yürütür, bunun şahidi de Buhârî ile Müslim'in, Sahih'lerinde Enes b. Malik’ten rivayet ettikleri şu hadistir: Bir adam, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e: "Kâfir kıyamet gününde nasıl yüzü üstü haşrolunur?” dedi. O da: Onu dünyada iki ayağı ile yürüten, kıyamette yüzü üstü yürütmeye de kadirdir, dedi. (Ahtapot gibi kafadan bacaklıların yürümelerini düşünün. Mütercim.)

İkincisi:

Mana şöyledir: Onları yüzleri üstü sürükleyerek haşredeceğiz. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

Üçüncüsü: Onları süratli ve hızlı olarak haşredeceğiz, bunu

"yüzleri üstü” kavli ile ifade etmiştir. Nitekim Araplar: Cemaat yüzleri üstü geçti, derler ki: Hızlı geçtiler, demektir. Bunu da İbn Enbari, demiştir.

"Körler, dilsizler ve sağırlar olarak":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Körlerdir, kendilerini sevindirecek bir şey görmezler, dilsizlerdir, bir delil konuşamazlar, sağırlardır, kendilerini sevindirecek bir şey işitmezler. Bunu da İbn Abbâs, demiştir. Bir rivayette de şöyle demiştir: Körlerdir, Allah’ın veli kullarına ayırdığı şeylere bakmaktan, dilsizlerdir, Allah’lâ konuşmaktan, sağırlardır, Allah’ın veli kullarının methedildiği şeyleri işitmekten. Bu da çoğunluğun görüşüdür.

İkincisi: Bu haşir ilk haşirden sonra kıyametin bazı duraklarında olacaktır.

Mukâtil: Bu, onlara: "

“sîn” in orada!” (Mü’minun: 108) denildiği zaman olur; o zaman körler, dilsizler ve sağırlar olurlar; bir daha görmezler, işitmezler ve konuşmazlar.

"Küllema habet":

İbn Abbâs: Ne zaman sakinleşir, yavaşlarsa, demiştir.

Müfessirler şöyle demiştir. Çünkü ateş onları yer, onlardan bir şey bırakmayıp da onlar da kömür olup da yiyecek / yakacak bir şey bulamayarak yavaşladığı zaman, onlar yeniden diriltilirler, ateş de onlara geri döner. Habetinnaru denir ki: Ateşin alevi geçmektir. Alev yavaşlar, kor fonksiyonuna devam eder. Eğer alev yavaşlar da kor sönmezse: Hamedet tahmudu humuden denir. Eğer söner de ondan bir şey kalmazsa: Hemedet tehmüdü humuden denir.

"Alevini artırırız” kavlinin manası da: Yeniden alevlendiririz, demektir.

98

Bu böyledir. Çünkü onlar âyetlerimizi inkâr ettiler. "Kemikler ve toz toprak olduğumuz zaman mı, gerçekten biz mi, yeni bir yaratılışla dirileceğiz?” dediler.

99

Görmediler mi ki, şüphesiz gökleri ve yeri yaratan Allah kendileri gibisini yaratmaya kadirdir. Onlar için onda şüphe olmayan bir ecel kıldı / tayin etti. O zâlimler ise ancak kafirlikte direttiler.

Bundan sonrasının

"kendi gibilerini yaratmaya kadirdir” cümlesine kadar tefsiri, İsra: 49’da geçmiştir. Yani onları ikinci yaratmaya kadirdir, demektir.

"Gibi” ifadesinden onları irade etmiştir; çünkü bir şeyin gibisi kendine eşittir. Bir şeyi misil (gibi) ile ifade etmek câizdir, meselâ: Senin gibisi bunu yapmaz, denir ki: Sen yapmazsın, demektir.

"Eğer sizin gibi iman ederlerse” (Bakara: 137) kavli de böyledir. Söz,

"onların mislini” ifadesinde tamam oldu. Sonra da:

"Onlara içinde şüphe olmayan bir ecel kıldı” dedi, o da yeniden diriltme ecelidir.

"O zâlimler ise ancak kafirlikte direttiler": Yani o eceli inkârda, demektir.

100

De ki:

"Eğer Rabbimin hâzinelerine sahip olsaydınız, o zaman harcama korkusu ile (elinizi) elbette sıkı tutardınız". İnsan çok cimridir.

"De ki: Eğer Rabbimin hâzinelerine sahip olsaydınız (lev entüm temlikune)": Zeccâc, mana: Lev temlikune entüm, demiştir. Şair Mütelemmis de şöyle demiştir:

Eğer dayılarımdan başkaları bana zulmetmek isteselerdi (lev ğayru ahvali eradu),

Ben de onların burunlarının üzerine damgayı basardım.

Mana: Lev erade ğayru ahvali, demektir.

Bu hâzinelerde de iki görüş vardır:

Birincisi: Rızık hâzineleridir.

İkincisi: Nimet hâzineleridir; o zaman rahmetten de iki görüş çıkar:

Birincisi: Rızktır.

İkincisi: Nimettir. Kelâmın ifadesi şöyledir: Eğer aziz ve celil olan Allah’ın sahip olduğuna siz sahip olsaydınız, fakirlik korkusu ile harcamaktan çekinirdiniz.

"İnsan oldu": Yani kâfir, demektir.

"Çok cimri": Tamahkar ve tutucu. Katere yakturu ve katere yaktirü denir ki: Harcamada kusur etmektir.

Maverdi şöyle demiştir: Eğer mahluklardan biri Allahü teâlâ’nın hâzinelerine sahip olsa idi, Allahü teâlâ gibi cömert davranamazdı; bunun da iki sebebi vardır:

Birincisi: Kendi nafakası ve menfaati için tasarruf ederdi.

İkincisi: Fakirlikten korkardı. Allahü teâlâ ise cömertlikte iki halden de münezzehtir.

Sonra Allahü teâlâ bu müşriklerin hallerine benzeterek Fir’avn’in de Mûsa’nın dokuz mucizesini inkâr etmesini zikredip şöyle dedi:

"Yemin olsun, Mûsa’ya apaçık dokuz mucize verdik":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: Bunlar mucizeler ve delillerdir. Sonra müfessirlerin çoğunluğu bunlardan yedisi üzerinde ittifak etmişlerdir: Eli, asa, tufan, çekirge, kımıl, kurbağalar ve kan.

Kalan iki mucize üzerinde de sekiz görüş beyan ederek ihtilaf etmişlerdir:

Birincisi: Onlar dili ve yarılan denizdir. Bunu da el - Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir. Dilinden şu kastedilmektedir: Onun dilinde tutukluk vardı, Allahü teâlâ da onu çözdü.

İkincisi: Denizle tepelerine kaldırılan dağdır. Bunu da Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Kıtlık yılları ve ürün azlığıdır. Bunu da İkrime, İbn Abbâs'tan rivayet etmiş; Mücâhid, Şa’bî, İkrime ve

Katâde de böyle demişlerdir.

Hasen de şöyle demiştir: Kıtlık ile ürün azlığı bir tek mucizedir.

Dördüncüsü: Deniz ile ölettir. Bunu da Hasen ile Vehb, demişlerdir.

Beşincisi: Taş ile denizdir, bunu da Said b. Cübeyr, demiştir.

Altıncısı: Dili ve asayı iki defa Fir’avn’in huzurunda atmasıdır. Bunu da Dahhâk, demiştir.

Yedincisi: Dili ve kıtlık yıllarıdır, bunu da Muhammed b. Ka’b, demiştir.

Sekizincisi: Bunu da Muhammed b. İshak, yine Muhammed b. Ka’b’ten zikretmiş; ilk yedi mucizeyi saydıktan sonra elinin yerine denizi koymuş, mallarının silinmesini ve taşı ilâve etmiştir.

"Rabbim, mallarını sil süpür” (Yûnus: 88) demiştir.

İkincisi: Onlar kitaptır, Ebû Dâvud Sicistani, Safvan b. Assal’dan şöyle bir hadis rivayet etmiştir: Bir Yahudi, arkadaşına: Gel, şu Peygamber’e soru soralım, dedi, ötekisi de: Peygamber, deme, eğer bunu duyarsa gözü dört açılır, dedi. Ona gelip apaçık dokuz mucizeyi sordular, o da şöyle dedi:

"Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın, Allah’ın haram ettiği cana haksız yere kıymayın, zina etmeyin, hırsızlık etmeyin, faiz yemeyin, suçsuz birini öldürmesi için hükümdara jurnallamayın, büyü yapmayın, namuslu kadınlara iftira etmeyin, savaştan kaçmayın, biri de siz Yahudilere özeldir ki, Cumartesi tatiline riayet edin. O ikisi, Peygamberin elini öptüler ve: Senin peygamber olduğuna şahadet ederiz, dediler.

101

Yemin olsun, Mûsa’ya apaçık dokuz mucize verdik; işte İsrâil oğullarına sor. Hani onlara gelmişti de Fir’avn ona:

"Ey Mûsa, şüphesiz ben seni büyülenmiş zannediyorum” demişti.

"Fes’el beni İsrâil (İsrâil oğullarına sor)": Cumhûr, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e emir olarak "fes’el” okumuştur. Haber verdiği şeyleri onların iman edenlerine sorması emri, onlardan iman etmeyenlere delil olması içindir. İbn Abbâs ise, haber tarzında: "Feseele beni İsrâile” okumuştur ki, mana şöyle olur: Mûsa Fir’avn’den İsrâil oğullarını kendi ile beraber göndermesini istedi.

"Fir’avn de ona: Ben de, ey Mûsa, seni büyülenmiş zannediyorum, dedi":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Aldatılmış, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Büyülenmiş, sihre maruz kalmış, bunu da İbn Saib, demiştir.

Üçüncüsü: Sihirbaz, bu durumda ismi mef’ul, ismi fail yerine kullanılmış olur. Bu da Ferrâ’ ile Ebû Ubeyde’den rivayet edilmiştir. Mûsa da, te’nin fethası ile:

"Lekad alimte (bilmiş bulunuyorsun ki,) dedi": Hazret-i Ali radıyallahu anh, te’nin zammesiyle (alimtü = bildim) okumuş ve: Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın düşmanı bilmedi, ancak Mûsa bildi, demiştir. Bu, İbn Abbâs’a ulaşınca şunu delil getirmiştir:

"Ve cahadu biha vesteykanetha enfüsühüm” (Neml: 14). Kisâi ile Sa’leb, Hazret-i Ali’nin okuyuşunu tercih etmişlerdir. O; İbn Abbâs, Ebû Rezin, Said b. Cübeyr ve İbn Ya’mur’dan da rivayet edilmiştir. Onu destekleyenler şunu delil olarak ileri sürmüşlerdir: O, Mûsa’nın büyülenmiş olduğunu iddia edince, Mûsa da ona:

"Gerçekten ben bildim (lekad alimtü) “diyerek aklının sağlam olduğunu bildirdi. Birinci kıraat daha doğrudur, çünkü cumhûrun tercihidir. Bir de Mûsa öyle mucizeler göstermiştir ki, Fir’avn, onun doğruluğunu tasdik etmek durumunda kalmıştır. Onu ancak oyalama ve savunma şeklinde reddetmiş, sanki (Mûsa) şöyle demiştir: Sen de delil ve kanıtla bilmiş bulunuyorsun ki, bunları yani bu mucizeleri Allah indirdi. Biz de

"besair"in manasını A’raf: 203’te şerh etmiş bulunuyoruz.

102

O da:

"Yemin olsun, bildin ki, bunları ancak göklerin ve yerin Rabbi ibretler olarak indirdi. Ben de, ey Fir’avn, seni helak olmuş zannediyorum” dedi.

"Şüphesiz ben de seni zannediyorum":

Müfessirlerin çoğu, zannın burada Fir’avn’in Mûsa hakkındaki zannının tersine ilim manasına olduğu kanaatindedirler. Bazıları da ikisini eşit görüp birinciyi de ilim manasına almışlardır.

Mesbur’un manasında da altı görüş vardır:

Birincisi: Mel’undur, bunu Ebû Salih, İbn Abbs’tan rivayet etmiş; Dahhâk da böyle demiştir.

İkincisi: Mağlup manasınadır, bunu da el- Avfi, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Üçüncüsü: Aklı eksiktir, bunu da Meymun b. Mihran, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

Dördüncüsü: Helak edilmiştir, bunu da İbn Ebi Talha, İbn Abbâs’tan rivayet etmiş; Ebû Ubeyde ile

İbn Kuteybe de böyle demişlerdir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Sübirerrecülü, fehüve mesburun denir ki: Helak edilmek manasınadır.

Beşincisi de: Helak olandır, bunu da Mücâhid, demiştir.

Altıncısı: Hayırdan men edilen (hayırsız) demektir. Araplar: Ma sebereke an hâza derler ki: "Seni bundan ne men etti?” demektir. Bunu da Ferrâ’, demiştir.

103

Fir’avn onları o yerden koparmak istedi; biz de onu ve yanındakilerin hepsini suda boğduk.

"Feerade en yestefizzehüm minel ardı (onları o topraktan koparmak istedi)": Fir’avn, İsrâil oğullarını Mısır toprağından koparmak istedi.

"Yestefizzehüm"ün manasında da iki görüş vardır:

Birincisi: Köklerini kazımak istedi, bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Çıkmaları için onları hafife aldı. Bunu da

İbn Kuteybe demiştir. Onları öldürmek veya uzaklaştırmakla hafife (göze) aldı, demek de câizdir. Âlimler şöyle demişlerdir: Bu âyette Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e yardıma işaret vardır; çünkü Mûsa çıkıp da Fir’avn onu takip edince, Fir’avn helak oldu, Mûsa da oraya sahip oldu. Aynı şekilde Allahü teâlâ da Peygamberi Mekke’den çıkınca ona yardım etti, o da galip olarak dönüp orayı fethetti.

104

Ondan sonra İsrâil oğullarına:

"Bu yere yerleşin; ahiretin va’di geldiği zaman sizi bir arada getiririz” dedik.

"Ondan sonra dedik": Yani Fir’avn’in helakinden sonra, demektir.

"İsrâil oğullarına buraya yerleşin":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: O yer Filistin ile Ürdün’dür, bunu İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Çin’in ötesinde bir yerdir, bunu da Mukâtil, demiştir.

Üçüncüsü: Mısır ve Şam toprağıdır.

"Ahiretin va’di geldiği zaman": Yani kıyametin va’di, demektir. "Ci’na biküm lefifa": Sizi hep birlikte getiririz, demektir, bunu da İbn Abbâs, Mücâhid ve İbn Kuteybe, demişlerdir.

Ferrâ’ da: Lefifen, oradan buradan, demiştir.

Zeccâc da: Lefif: Değişik kabilelerden cemaatlerdir, demiştir.

105

Biz onu hak ile indirdik, o da hak ile indi. Seni ancak insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.

"Onu hak ile indirdik (vebilhakkı enzelnahu)": Hu zamiri Kur’ân’a râcîdir,

Mana da şöyledir: Biz Kur’ân’ı sabit emirle ve doğru dinle indirdik. O haktır, inmesi haktır ve içeriği de haktır. Ebû Süleyman Dımeşki şöyle demiştir:

"Onu hak ile indirdik": Tevhid ile demektir.

"O da hak ile indi": Yani Vaat, tehdit, emir ve yasakla demektir.

106

Onu bir Kur’ân olarak (âyet âyet) ayırdık ki, onu insanlara ağır ağır okuyasın ve biz onu azar azar indirdik.

"Ve Kur’nen feraknahu": Hazret-i Ali radıyallahu anh, Sa’d b. Ebi Vakkas, Übey b. Ka’b, İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, Ebû Rezin, Mücâhid, Şa’bî, Katâde, A’rec, Ebû Recâ’ ve İbn Muhaysın, şedde ile "Ferrâ’knahu” okumuşlardır. Cumhûr da hafif olarak (şeddesiz) okumuştur.

Şeddesiz kıraatin manasında üç görüş vardır:

Birincisi: Onun helâl ve haramını açıkladık, bunu Dahhâk, İbn Abbâs’tan rivayet etmiştir.

İkincisi: Onda hak ile batılı birbirinden ayırdık, bunu da Hasen, demiştir.

Üçüncüsü: Onu muhkem kıldık ve onu açık yaptık, meselâ:

"Bütün hikmetli işler onda ayrılır” (Duhan: 4) kavli gibi. Bunu da Ferrâ’, demiştir. Şeddelisinin manası da şöyledir: O, ayrı ayrı indirildi, toptan indirilmedi. Biz de indirildiği süreyi kitabımızın başında açıklamış bulunuyoruz.

"Litakraahu alennasi alâ müksin": Enes, Şa’bî, Dahhâk, Katâde, Ebû Recâ’, Eban da Âsım’dan ve İbn Muhaysın, mimin fethi (alâ meksin) okumuşlardır; mana da: Manasını anlamaları için yavaş yavaş, ağır ağır, demektir.

107

De ki:

"Ona ister iman edin ister iman etmeyin. Şüphesiz kendilerine ondan önce ilim verilenler, kendilerine okunduğu zaman, çeneleri üstü secdeye kapanırlar.

"De ki: Ona ister iman edin ister iman etmeyin": Bu, Mekke kâfirleri için tehdittir.

"Aminu bihi

"deki zamir Kur’ân’dan kinayedir (ona râcîdir).

"Şüphesiz kendilerine ilim verilenler":

Bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Onlar ehl-i kitaptan bazı insanlardır, bunu da Mücâhid, demiştir.

İkincisi: Onlar, peygamber efendilerimizdir, Allah'ın selamı onların üzerine olsun. Bunu da İbn Zeyd, demiştir.

Üçüncüsü: Din arayanlardır; meselâ Ebû Zer, Selman, Varaka b. Nevfel ve Zeyd b. Amr gibi. Bunu da Vahidi, demiştir.

"Min kablihi (ondan önce)":

Bu zamirde de iki görüş vardır:

Birincisi: O, Kur’ân’a râcîdir, mana da Onun inişinden önce, demektir.

İkincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e râcîdir, bunu da İbn Zeyd, demiştir. Birinciye göre:

"Onlara okunduğu zaman"; Kur’ân okunduğu zaman, demek olur. İbn Zeyd’in görüşüne göre de,

"onlara okunduğu zaman", onlara Allah katından indirilen kitaplar okunduğu zaman, demek olur.

"Yehirrune lilezkani": Burada lâm (alâ = üzerine) manasınadır.

İbn Abbâs: "Lilezkani": Yüzleri üstü, demiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: Ayakta duran secdeye kapandığı zaman ancak yüzü üstü kapanır; çene ise o da yüz organlarındandır. İnsan secdeye kapanmaya başladığı zaman yüzünün yere en yakın olanı çenedir.

İbn Enbari de şöyle demiştir: Secdeye kapanan daha alnını yere doğrultmadan önce ilk defa çenesi yere dokunur. Bunun içindir ki,

"çeneleri üstü” demiştir. Mananın: Yüzleri üstü demek olup da çene demekle yüzü kastetmiş olması da câizdir, o zaman parça söylenmiş, bütün kastedilmiş, tür söylenmiş, cins kastedilmiş olur.

108

"Rabbimizi tenzih ederiz. Şüphesiz Rabbimizin va’di muhakkak yerine getirilmiştir” derler.

"Rabbimizi tenzih ederiz, derler": Allahü teâlâ’yı Kur’ân’ı yalanlayanların yalanlamasından tenzih etmişler ve:

"Rabbimizin va’di muhakkak yerine getirilmiştir” demişlerdir. O da Kur’ân’ı indirmek ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'i göndermekle, demektir. "Lemefula

"daki lâm tekit, manayı pekiştirmek içindir. Bu topluluk, Allahü teâlâ’nın Araplaıdan bir peygamber göndereceğini ve ona bir kitap indireceğini duyarlardı. Bunu gözleriyle görünce, va’dini yerine getirdiği için Allahü teâlâ’ya hamdettiler.

109

Çeneleri üstü kapanır ağlarlar. Bu, onların derin saygısını artırır.

"Ve yehirrune lilezkani": Bunu tekrar etmesi, onların da fiillerini tekrar etmesindendir.

"Bu da onların derin saygılarını artırır": Yani Kur’ân onların tevazuunu, alçak gönüllülüğünü artırır, demektir. Abdula'lâ et - Teymi şöyle derdi: Kime ilim verilir de onu ağlatmazsa, o ilim ona fayda vermez; çünkü Allahü teâlâ Âlimleri:

"Kendilerine ilim verilenler... ağlarlar” diye nitelemiştir.

110

De ki: İster Allah deyin yakarın yahut ister Rahman deyin. Hangisini derseniz, en güzel isimler O’nundur. Namazında sesini yükseltme, onu kısma da. Bunun arasında bir yol ara.

"De ki: İster Allah deyin yakarın yahut ister Rahman deyin":

Bu âyet iki sebep üzerine inmiştir:

Birincisi:

"En güzel isimler O’nundur” cümlesine kadar ki, bir sebep üzerine inmiştir, bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem bir gece Mekke’de teheccüt kıldı, secdesinde:

"Ya Rahman, ya Rahim” demeye başladı. Müşrikler de: Muhammed bir tek İlâha dua ederdi, şimdi ise iki İlâha dua ediyor: Allah ve Rahman. Biz, Yemame’nin Rahman’ı Müseyleme’den başka Rahman bilmiyoruz, dediler. Allah da bunun üzerine bu âyeti indirdi. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem ilk inen vahiylerde: Bismikallahümme diye yazdırırdı;

"Innehu min süleymane ve innehu bismillahirrahmanirrahim” (Neml: 30) âyeti inince:

Bismillahirrahmanirrahim yazdırdı. Bunun üzerine Arap müşrikleri: "Şu Rahîm’i biliyoruz, Rahman nedir?” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Meymun b. Mihran, demiştir.

Üçüncüsü: Kitap ehli, Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’e: Sen Rahman’ı az zikrediyorsun, Allahü teâlâ Tevrat’ta bu ismi çok zikretmiştir, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Bunu da Dahhâk, demiştir.

İkincisi:

"Namazında sesini yükseltme":

Bu da bir sebep üzerine indi; bunda da üç görüş vardır:

Birincisi: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’de Kur’ân okurken sesini yükseltirdi, müşrikler de Kur’ân’a ve onu getirene söverlerdi. Bunun üzerine Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem sesini kıstı, öyle ki, ashabı duymadı. Allahü teâlâ da:

"Namazında sesini yükseltme” âyetini indirdi; müşrikler duyarlar da Kur’ân’a söverler, demek istedi.

"Onu çok kısma da": Ashabın duymayacak kadar kısma, o zaman duyamazlar, dedi. Bunu da İbn Abbâs, demiştir.

İkincisi: Bir bedevi ettehiyyatü okurken sesini yükseltirdi; bunun üzerine bu âyet indi. Bu da Hazret-i Âişe’nin görüşüdür.

Üçüncüsü: Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’de Safa tepesinin yanında namaz kılar, sabah namazında yüksek sesle okurdu. Ebû Cehil: Allah’a iftira etme, dedi; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de sesini kıstı. Ebû Cehil, müşriklere: İbn Ebi Kebşe’ye (Muhammed’e) ne yaptığımı görmüyor musunuz? Onun okumasına mani oldum, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi.

Tefsir:

"De ki: İster Allah deyin yakarın yahut ister rahman deyin":

Mana şöyledir: İsterseniz: Ya Allah, deyin, isterseniz: Ya Rahman, deyin; ikisi de birdir.

"Eyyemma ted'u (hangisini derseniz)": Yani Allah’ın isimlerinden hangisini söylerseniz, demektir.

Ferrâ’ şöyle demiştir:

"Ma” edatı zait de olabilir, meselâ:

"Amma kalilin leyusbihünne nadimin” (Mü’minun: 40) kavlinde olduğu gibi,

"eyyü” manasına da olabilir ki, o zaman lâfızları farklı olduğu için tekrar edilmiş olur.

"Vela techer bi-salatike” (namazını yükseltme)":

Bunda da iki görüş vardır:

Birincisi: O, bilinen namazdır, sonra kelâmdan murat edilen şey hususunda da altı görüş vardır:

Birincisi: Okumanı yükseltme ve onu kısma; sanki aşırı yükseltmeyi ve aşırı kısmayı yasak etmiş gibidir. Bunu İbn Abbâs, demiştir.

Buna göre namaza kıraat demede iki görüş vardır ki, bunları İbn Enbari zikretmiştir:

Birincisi: Mananın şöyle olmasıdır: Namazda okuyuşunu fazla yükseltme.

İkincisi: Okuma namazın bir parçasıdır, onun yerine geçmiştir, tıpkı Hazret-i İsa’ya: Kelimetullah, denilmesi gibi. Çünkü o, Allah’ın kelimesi (emri) ile olmuştur.

İkincisi: İnsanlara gösteriş için namaz kılma, insanların korkusundan da onu bırakma. Bunu da yine İbn Abbâs, demiştir.

Üçüncüsü: Namazda teşehhütte çok bağırma, bu da Hazret-i Âişe rivâyetinde geçmiştir, İbn Sîrin de böyle demiştir.

Dördüncüsü: Namaz işini çok açıkta yapma, onu çok da gizleme, bunu da İkrime, demiştir.

Beşincisi: Onun dışını güzel yapıp da içini kötü yapma, bunu da Hasen, demiştir.

Altıncısı: Namazın tamamında açıktan okuma, onun tamamında da sessiz okuma; sana emrettiğim gibi gece namazında açık oku, gündüz namazında da sessiz oku. Bunu da Kadı Ebû Ya’lâ zikretmiştir.

İkinci görüş: Namazdan maksat: Duadır; bu da Hazret-i Âişe, Ebû Hureyre ve Mücâhid’in görüşüdür.

"Velatühafit biha": Muhafete: Gizlemektir, savtün hafiyetün denir ki, gizli sestir.

"Bunun arasında bir yol ara": Yani açıklıkla gizlilik arasında bir yol tut, demektir.

İbn Abbâs’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu âyet:

"vezkür rabbeke fi nefsike tadarruan ve hifeten ve dunelcehri minel kavi (Rabbini içinden yalvararak, korkarak ve çok yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret” (A'raf: 105) kavli ile neshedilmiştir. İbn Saib de:

"Sana emredileni açıkla” (Hicr: 94) kavli ile neshedildi, demiştir. İyice incelendiği takdirde burada neshin bulunması uzak bir ihtimaldir.

111

De ki: O Allah’a hamdolsun ki, çocuk edinmedi. O’nun mülkte ortağı olmadı ve zilletten dolayı bir yardımcısı da olmadı. O’nu bir tekbirle tekbir et.

"Velem yekûn lehu şerikün filmülki": Ebû’l - Mütevekkil, Ebû’l - Cevza ve Talha b. Mûsarrif, mimin kesri ile: "Filmilki” okumuşlardır.

"Ve zilletten dolayı bir yardımcısı da olmadı":

Mücâhid şöyle demiştir: Kimse ile ittifak kurmadı, kimsenin yardımını istemedi.

Mana şöyledir: Şüphesiz O, acizlik dolayısıyla kimsenin dostluğuna muhtaç değildir. O’nun dosta da yardımcıya da ihtiyacı yoktur.

"O’nu bir tekbirle tekbir et (büyüttükçe büyüt)": Yani O’nu eksiksiz bir şekilde tazim et, ulula, demektir.

0 ﴿