21"Ey insanlar sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet (kulluk) yapın ki takva sahibi olasınız.. Bu ayetlerde birçok mesele vardır: Bütün Insanlara Yöneltilen Ilâhî Hitap Allahü teâlâ, mümin, kâfir ve münafıklar hakkındaki hükümleri bildirdikten sonra bu ayetle hepsine birden hitap buyurmuştur. Bu, âyetinde zikredilen iltifat nevindendir. Bunda bazı faydalar vardır: 1) Bu ifadede dinleyeni daha çok harekete geçiren ve coşturan bir hususiyet vardır. Nitekim sen arkadaşına, üçüncü bir şahıstan hikaye ederek, "Falan'ın hikayesi şöyle şöyledir, " der ve sonra o üçüncü şahsa hitab ederek şöyle dersin: "Ey falanca sana yakışan, bütün işlerinde övülen bir yola girmendir." Bu gaibten muhataba geçiş, o üçüncü şahsın daha fazla harekete geçmesini temin eder. 2) Sanki Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Benim ile senin aranda, önceden Peygamberi vasıta kıldım, şimdi ise sana ikram ve yakınlığı artınyor ve delillere dikkat çekerek, seni muhatab kabul edip ilâhî hitapla şereflenmen için sana vasıtasız olarak hitab ediyorum." 3) Cenab-ı Hak, bu ayette, ibadetle meşgul olduğu zaman kulun devamlı olarak terakki edeceğini bildirmektedir. Bunun delili ise, O'nun bu ayette gaibten muhataba geçmesidir 4) Geçen ayetler onların durumlarını anlatma hakkında idi. Bu ayetler ise meri ve mükellefiyetle ilgili ayetlerdir. Bu emir ve mükellefiyetlerde bir külfet ve meşakkat söz konusudur. Bu sebeble, külfeti dengeleyecek bir ferahlığın bulunması gerekir. Bu ferahlık ise, padişahlar padişahının aradaki vasıtayı kaldırıp onlara bizzat hitab etmesidir. Nitekim köle zor bir iş yapma mecburiyetinde bırakıldığında, şayet efendisi ona bizzat hitab ederek: "Senden şunu yapmanı istiyorum" derse, efendisinin kendisine bizzat söylemesinden dolayı bu güç iş, onun için zevkli bir iş haline dönüşür. Hitabının Delaleti Alkame ve Hasan Basrî'den nakledildiğine göre, onlar şöyle demişlerdir: "Kur'an'da "Ey insanlar" diye başlayan her âyet mekkî; "Ey iman edenler " diye başlayan ayetler medenîdir." el-Kâdî Ebu Bekr ise şöyle demiştir: "Onların söylediği bu söz, eğer bir nakle (rivayete) dayanıyor ise kabulümüzdür. Yok eğer böyle söylemelerinin sebebi, müminlerin Mekke'de değil de Medine'de ekseriyette olmalan ise, bu zayıftır. Çünkü Cenab-ı Allah'ın müminlere bir seferinde vasıfları ile, diğer bir seferde ise cins isimleri ile hitab etmesi caizdir. Devamlı ibadet edip ibadetini artırmaya çalışan mü'mine bu emir verildiği gibi bazan mümin olmayan kimseye de İbadet etmesi emrolunabilir. Buna göre, bu ayetteki hitabın herkes hakkında olması mümkündür. Bil ki genelde lafızlar, bir takım şeylere delalet eden ibarelerdir, ki bu ibareler de ya lafızdırlar veya değildirler. Lafızlara gelince bunlar, isim, fiil ve harf kabilinden olanlardır. Çünkü bu üç çeşit lafızdan herbiri bir şeye delalet eder. O şey de kendi başına hususi bir lafızdır. Lafız olmayan ibareler ise, taş, gökyüzü ve yeryüzü gibi olanlardır. "Nida" lafzı ise başka bir şeye delil kılınmamıştır. Aksine o, dikkat çekmek için bir amilin yaptığı işin yerine geçen bir lafızdır. (Ey Zeyd) sözümüzü, (Zeydi çağırıyorum)veya (Zeyde hitabediyorum) cümleleri ile tefsir etmeye gelince bu birkaç bakımdan yanlıştır. a) sözümüz, doğrulanmaya da yalanlanmaya da ihtimali olan bir haber cümlesidir. Halbuki sözümüzde böyle bir ihtimal yoktur. b) sözümüz, Zeyd'e o anda nida edilmiş olmasını gerektirir. Halbuki sözümüz bunu gerektirmez. c) sözümüz Zeyd'in bu hitabla muhatab olmasını gerektirir, sözümüz ise bunu gerektirmez. Çünkü bunu söyleyen kimsenin başka birisine, "Ben Zeyd'i çağırıyorum " diye haber vermesi imkansız değildir. d) (......) sözümüz nida etmeyi haber vermektir. Nidadan haber vermek, nidadan farklıdır. Nida (......) sözümüzdür. O halde (......) sözümüz (......) sözümüzden başkadır. Bütün bu saydığımız delillerle, yukarıdaki sözün yanlış olduğu ortaya çıkar. Isim Ve Harf Münasebeti Hakkında Burada zikredeceğimiz bir nükte daha vardır; o da şudur: Lafızların en kuvvetli mertebesi isimdir, en zayıfı ise harftir. Buna göre, bir kısım insanlar ismin harf ile uyuşamayacağını sanmışlardır. Aynı şekilde mevcudatın en yücesi Cenab-ı Allah, en zayıfı ise insandır. Nitekim Allah: "İnsan zayıf olarak yaratılmıştır" (Nisa, 28) buyurmuştur. Meleklerde, "Allah ile insan arasında ne münasebet vardır?" demişlerdir. Nitekim "Sen o yeryüzünde, fesat çıkaracak olanı mı yaratacaksın?" (Bakara, 30) buyurulmuştur. Öte yandan ismin, nida halinde bazan harf ile uyuştuğu söylenmiştir. İnsanlar da, bunun gibi, nida ve yakarış esnasında Rablerine hizmete elverişli olurlar. Nitekim Cenab-ı Hak: "Ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik" (Araf, 23); "Rabbiniz, "Bana dua ediniz ki size icabet edeyim" dedi" (Mü'min, 60) buyurmuştur. Nida Edatının Fonksiyonu (......) harfi aslında uzaktakine nida etmek için vaz' edilmiştir. Ciddi ve mühim bir sebebten dolayı bu, yakındakine seslenmek için de kullanılabilir. Yakındakine nida etmek için ve harfleri kullanılmıştır. Sonra bu harfinin yakında da olsa, uzaktaki kimse yerine koyarak, dalgın ve gafil olan kimseye seslenmek için kullanılmıştır. Eğer, "Cenab-ı Hak; "O (Allah), insanlara şah damarından daha yakındır" (Kâf, ) olduğu halde, O'na dua eden niçin Yâ Rabbi, Yâ Allah diye duâ eder? denilirse, cevaben deriz ki bu, dua eden kimsenin nefsini hakir görerek kendisini yakın olan yerlerden ve O'na yaklaşmış olan kimselerin derecelerine yaklaştıracak şeylerden uzak görmesi; Cenab-ı Hakk'ın, "Ben, benden dolayı kalbleri mahzun olanların yanındayım" hadis-i kutsisi gereğince, duası kabul olsun diye kendisinin noksan olduğunu itiraf etmesidir. Veya bu, dua eden için, duasının kabulü en mühim şeylerdendir. Ve kelimelerinin cins isimleri niteleyen ve mahfeleri de cümlelerle vasfeden iki bağlaç olması gibi, de kendisinde elif-lam bulunan ismi nidaya bağlayan bir bağlaçtır. Bu, kapalılığını giderecek bir şeye muhtaç olan müphem bir isimdir. Bu sebeble, nida ile kastedilen şey meydana gelsin diye, bu müphem ismin peşinden, kendisiyle vasıflandığı bir cins ismin veya onun yerine geçecek bir şeyin gelmesi gerekir. Nida harfinin, kendisinde amel ettiği şey lafzıdır, den sonra gelen isim, ise nün sıfatıdır. Nitekim sen, "Ey akıllı Zeyd." dersin. Ancak, (......) kelimesi, "Zeyd" kelimesinin müstakil olması gibi, kendi başına müstakil değildir. Bu sebeble ne sıfatından ne mevsufundan ayrılır. Sıfat ile mevsufu arasına gelen daki tenbih edatına gelince, bunun iki faydası vardır: Birincisi: Nida harfinin manasını kuvvetlendirerek ona güç katar. İkincisi: nün haketmiş olduğu bir izafetten bedel olarak gelmesidir. Bu te'kid ve mübalağalarla bağımsız olduğu için, böyle nidalar Kur'an'da cokca kullanılmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, ile kullarına emirler, nehiyler, va'd, vâ'îd ile nida etmiş, öncekilerin haberlerini, onlardan habersiz oldukları halde kendisine kulak vermeleri gereken büyük ve mühim işlerle anlatmıştır... İşte bundan ötürü en etkili ve en güçlü olan tabirle kullara nida edilmesi gerekmiştir. Ibâdet Mefhumu Bil ki Cenab-ı Allah'ın "Ey insanlar Rabbinize kulluk ediniz." sözü, O'nun, bütün insanlara ibadeti emretmesini ifade eder. Şayet bir kısım insanlar bu hitabın dışında kalmış olsalardı bu umumi ifadeyi tahsis etmek olurdu. Burada birçok bahisler vardır: Elif-Lâm'la Marife Olan Cemi Lafız Umum Ifade Eder Birincisi: Lam-ı tarif ile marife kılınan cemî bir lafız umum ifade eder. Bu hususta Eş'arî, Kâdî Ebu Bekr ve Ebu Haşim arasında münakaşa vardır. Bizim delilimiz şudur: "Bütün meleklerin hepsi secde ettiler (Hicr, 30) ayetinde olduğu gibi, elif-lam ile muarref olan cemî bir lafız, umum ifade eden bir lafız ile te'kid edilebilir. Eğer elif-lam ile muarref cemi lafzı aslında umum ifade etmeseydi, sözü tekid değil, bilakis bir açıklama olurdu. Bir de, insanlardan her-birinin, o umumi lafızdan istisna edilmesi uygundur. İstisna, şayet kendisi olmasaydı hükme dahil olacak olan şeyi dışarıda bırakmak içindir. Bu sebeple, muarref cemm lafızların umum ifade etmeleri gerekmiştir. Bu konunun teferruatlı anlatımı, usûl-i fıkıhtadır. "Ey Insanlar, Hitabına Vahy Asrından Sonraki Insanlar Dahil Midir? İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın sözünün o asırda mevcut olan bütün insanları içine aldığı sabit olunca, o asırdan sonra var olacakları içine alır mı almaz mı? Doğruya en yakın olan, bu ifadenin onları içine almadığıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın li sözü, "şefevî" bir hitaptır. Mevcut olmayanlara şefevî olarak hitap etmek ise, caiz değildir. Ve yine, o asırdan sonra meydana gelecek kimseler, bu hitab esnasında mevcut değillerdi. Mevcut olmayan, insan olmaz; insan olmayanlar ise, Cenâb-ı Hakk'ın sözünün kapsamına girmezler. Eğer, bu duruma göre, bu hitaplardan hiçbirisinin o zamandan sonra meydana gelecek kimseleri içine almaması gerekir; bu ise kesinlikle batıldır denilirse, cevaben deriz ki, "Başka bir delil olmasaydı, durum böyle olurdu. Ne var ki biz, Hazret-i Muhammed'in dininden, tevatür yoluyla, bu hitabların o zamandan kıyamete kadar gelecek kimseler hakkında da geçerli olduğunu öğrendik. İşte, bu başka delilden dolayı, hitabın umumi olduğuna hükmettik." Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesi herkese, ibadet etmekle ilgili bir emirdir. Bu emir, herkese her ibadeti emretmeyi ifade eder mi? Gerçek şu ki, hayır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "ibadet ediniz!" sözünün manası, "bu mahiyeti varlık sahnesine getiriniz" dir. İnsanlar, bu mahiyetin unsurlarından birisini ortaya koyduklarında bu mahiyyeti varlığa dahil etmiş olurlar. Çünkü bir mahiyyetin fertlerinden bir fert, o mahiyyete şamildir. Çünkü bu ibadet, ibadetin ibadet olması kaydıyla, ibadetten ibarettir. Mürekkeb olan şey mevcut olduğunda onun kayıtları da bulunur. Buna göre, ibadet unsurlarından birisini yapan kimse, ibadet yapmıştır. İbadeti yapan kimse ise, Cenâb-ı Hakk'ın "İbâdet ediniz!" sözünün gerektirdiği şeyin tamamını ifa etmiş, yapmış olur. Bu böyle olunca, bu ibadeti yapan kişinin sorumluluktan çıkmış olması gerekir. Eğer biz, bu lafzı umuma delalet eden bir lafız saymak istersek, şöyle deriz: İbadetle emretmenin, ibadet, ibadet olduğu için olması gerekir; çünkü vasfa dayanan bir hüküm, o vasfın illet olduğunu gösterir, ortaya koyar. Hele hele, o vasıf hükme uygun düştüğü zaman... Burada ibadetin ibadet olması, onu, yani ibadeti emretmeye uygun düşen bir vasıftır. Çünkü ibadet, Allah'ı ululamaktan ve O'na boyun eğmeyi izhar etmekten ibarettir. Bunlar ise, aklen münasib olan hususlardır. Onun ibadet olmasının, emredilmesinin illeti olduğu sabit olunca, insanın hertürlü ibadetle emredilmiş olması gerekir. Çünkü illet bulunduğu zaman, hükmün bulunması da gerekir. Kafir Ve Mümine İbadeti Emretmeden Maksat Dördüncüsü: Birisi şöyle diyebilir: Cenâb-ı Hakk'ın (......) sözü, kâfirleri kesinlikle içine almaz. Çünkü kâfirlerin iman ile emredilmiş olmaları mümkün olmaz. Bu imkansız olunca, onların ibadetle emredilmeleri de imkansız olur. Kâfirlerin iman etmekle emredilmiş olmalarının imkansız oluşuna gelince bu şöyle olur: Allah'ı tanımayı emretmek, ya kâfir Allah'ı bilmediği halde onu içine alır veya Allah'ı bildiği halde onu içine alır. Bu emir, kâfiri, Allah'ı tanımadığı halde içine alırsa, onun Allah'ın emirlerini bilmesi imkansız olur. Çünkü zatını bilmediği halde O'nun sıfatını bilmesi imkansızdır. Bu emir, onu bu durumda içine alsaydı, onun bu emir ile emredilmiş olduğunu bilmesinin imkansız olduğu bir durumda da onu içine alırdı. Ki bu da "teklif-i mâla yutak" (güç yetirilemeyen şeyi teklif etmek)tir. Marifetullaha dair emrin onu, Allah'ı bildiği halde içine alması ise imkansızdır. Çünkü, bu, zaten bulunanı yeniden elde etmeyi (tahsil-i hâsıl) emretmek olur. Bu da imkansızdır. Böylece kâfirin marifetullahı (Allah'ı tanımayı) elde etmekle emredilmesinin imkansız olduğu ortaya çıkar. Bu imkansız olunca kâfirin İbadetle emredilmiş olması imkansız olur. Çünkü o ya Allah'ı bilmeden ibadetle emredilmiş olur ki bu imkânsızdır. Çünkü tanımadığı zata ibadet etmesi imkansızdır. Veya Allah'ı bildikten sonra ibadetle emredilmiş olur. Ancak bu durumda ibadetle emredilmek, marifetullahı emretmeye bağlıdır. Marifetullah ile onun emredilmesi imkansız olunca, ibadetle emredilmesi de imkansız olur. Yine bu hitabın müminlere olması da imkansızdır. Çünkü müminler zaten Allah'a ibadet ediyorlar. Onlara ibadeti emretmek tahsil-i hasıl kabilinden bir emir olur ki bu da muhaldir. Buna cevabımız şudur: İnsanlardan bir kısmı, "Nasıl ki zekat ile emrolunma nisab mikdan mala sahib olmaya bağlı ise, aynı şekilde ibadet ile emrolunmak da marifetullahı elde etmiş olmaya bağlıdır" demişlerdir. Bunlar, bilgilerin zaruri olduğunu iddia eden kimselerdir. Bunu söylemeyen kimseler ise, bu ayet ile, bilgilerin zaruri olmadığına delil getirerek şöyle söylemişlerdir: "İbadet ile emir mevcuddur. İbadet ise ancak marifetullah ile mümkün olur. Bir şeyi emretmek, onun zorunlu şartlarından olan şeyi emretmek demektir. Nitekim temizlik emri ancak suyun bulunması ile gerçekleşecekse, su bulundurmak da zımmen farz kılınmış olur. Dehri Allah'ı tanımadan, Peygamberi tasdik edemez. Dolayısıyla marifetullah farzdır; Abdestini bozan bir kimsenin namazı ancak önceden temizlik yapması ile sahih olur. Bu nedenle temizlik yapmak farz olur; emanet bırakan kimseye, emanetinin iade edilmesi, ancak ona yönelmesi ile mümkündür. Bu sebeble bu gitme zahmetini sarfetmesi de gerekmiştir. Aynı şekilde burada da kâfirin ibadette mükellef tutulması makuldür. Bu ibadeti yerine getirmesinin şartı ise önce iman etmesi sonra da ibadet yapmasıdır. Geriye onların, "Kâfirlere, marifetullahı elde etmeye emretmek imkansızdır" sözü kalır. Deriz ki: Bu mesele usûl ilminde iyiden iyiye araştırılmıştır. Burada söyleyeceğimiz şudur: Bu söz, Allah'ın emredici olduğunu bilmenin, O'nu bilmeye bağlı olduğu bütün şeylerde tamam ise de, bunun dışındaki sıfatlarda geçerli değildir. Öyleyse bunu emretmenin varid olması niçin caiz olmasın? Bunu kabul etsek bile, bu emrin müminleri içine aldığını söylemek niye caiz değildir? Muarızımızın: "Çünkü tahsil-i hasılı emretmek olur ki bu da muhaldir" sözüne gelince deriz ki: Tahsil-i hasıl imkansız olursa biz de bu emri, ibadete devamı emretme manasına veya ibadeti artırmayı emretme manasına hamlederiz. Malumdur ki ibadeti artırmak da ibadettir. Öyleyse Cenâb-ı Hakk'ın (ibadet ediniz) sözünü, ibadeti artırmak manasında almak doğru olur. Beşincisi: Teklifi inkar edenler, birçok sebebten dolayı, Allah'ın mükellefiyet yüklemesinin caiz olmadığını söylemişlerdir. Birincisi: Teklif, kula, yapmaya veya yapmamaya götüren sebeblerin müsavi olduğu veya bir tarafın diğerine üstün geldiği bir durumda gelir. Birinci ihtimal imkansızdır. Çünkü eşitlik halinde tercihin meydana gelmesi imkansız olur. Zira eşit olma, tercihte bulunmaya manidir. Binaenaleyh bu ikisinin bir arada bulunması imkansızdır. O halde iki tarafa da götüren sebeblerin eşit olması halinde, bir şeyi yapmakla kulu sorumlu tutmak "teklif-i mâla yutâk"tır. İkinci ihtimalde ise üstün gelenin, mutlaka meydana gelmesi gerekir. Çünkü kendisine üstün gelinenin, üstün gelene eşit olması halinde onun meydana gelmesi imkansız olur. Ancak o zaman, müreccih olmadan mümkün olan şey meydana gelir. İki tarafın eşit olma durumunun meydana gelmesi imkansız olunca, üstün gelinme durumunda ise bu işin meydana gelmesi haydi haydi imkansız olur. Üstün gelinmiş (Mercûh) olanın meydana gelmesi imkansız olunca, iki zıttan çıkamama zaruretinden ötürü, üstün gelen tarafın meydana gelmesi vacib olur. Bu husus böylece sabit olunca, bir şeyle mükellef tutmak, eğer râcih (üstün gelen taraftan) ötürü meydana geliyor ise bu mükellefiyet, meydana gelmesi vacib olan şeyi meydana getirme babında bir mükellefiyet olmuş olur. Yok eğer mükellefiyet mercuh (üstün gelinen taraf) sebebiyle meydana geliyorsa, böyle bir teklifte meydana gelmesi imkansız olan şeyi teklif olur. Her iki husus da "teklif-i mala yutâk"dır. İkincisi: Cenab-ı Allah teklif edilen şeyin ezelde ya meydana geleceğini veya gelmeyeceğini biliyor. Yahut da her ikisini de bilmiyor. Eğer birinci ihtimal mevcut ise, meydana gelmesi vacib olan şeyin meydana gelmemesi imkansız olur ki bunu emretmekde bir fayda yoktur. Eğer Allah, onun meydana gelmeyeceğini biliyorsa, meydana gelmesi imkansız olan şeyin meydana gelmemesi vacib olur. Bu sebeble onu meydana getirmeyi emretmek, imkansızı meydana getirmeyi emretmek olur. Cenab-ı Allah her ikisini de bilmiyorsa bu, Allah'ın câhil olduğunu söylemek olur ki bu imkansızdır. Bir de emrin bu şekilde olduğu farzedilirse, itaat eden isyan edenden ayırdedilemez. Bu durumda da itaatta bir fayda olmaz. İbadetin Allah'a Faydası Yoktur Üçüncüsü: Mükellefiyetle ilgili emirler ya bir faydadan dolayıdır veya bir faydaya dayalı olmaz. Eğer bu, bir faydadan dolayı verilmiş bir emir ise, o ya Ma'buda ya kula yönelik olur. Bu faydanın Ma'buda yönelik olması imkansızdır. Çünkü Allah zatı gereği kâmildir. Zatı gereği kâmil olan, başkası ile kâmil olmaz. Bir de biz zaruri olarak biliyoruz ki zamanlara hükümran olan bir ilahın kullarının rükû ve secdelerinden faydalanması imkansızdır. Bu faydanın kula yönelik olması da imkansızdır. Çünkü bütün faydalar, lezzet elde etmede ve acıları defetmede toplanır. Halbuki Cenâb-ı Hak, bu tür meşakkatleri arada vasıta kılmadan da doğrudan doğruya bu faydaları kul için meydana getirmeye kadirdir. O halde araya meşakkatli mükellefiyetleri sokmak abestir. Abes ise Hakîm olan Allah hakkında caiz değildir. Kul Fiilini Yaratamaz Dördüncüsü: Kul, fiillerinin yaratıcısı değildir. Çünkü o, fiillerinin detaylarını bilemez. Bir şeyin detayını bilemeyen ise, o şeyin yaratıcısı olamaz. Kul, fiillerinin yaratıcısı olamadığı zaman, eğer Allah, ona, bu fiili onda yaratırken emretmiş olursa, hasılı tahsili (elde edilmiş olan şeyin yeniden elde edilmesini) emretmiş olur. Yok eğer onda bu fiili yaratmadığı zaman, ona bunu emretmiş olursa, imkansızı emretmiş olur. Bütün bunlar ise batıldır. Ibadet Emrinden Maksat Kalbi Temizlemektir Beşincisi: Mükellefiyetlerden Allah'ın maksadı, Kur'an'ın zahirinin gösterdiğine göre, sadece kalbi temizlemektir. Buna göre, kılbi devamlı Allah'la meşgul olan ve zahiri fullerle meşgul olması durumunda marifetullaha dalmaktan atıkonan bir insan düşündüğümüzde, ondan zahiri mükellefiyetlerin düşmesi vacib olur. Nitekim fakihler ve kıyas yapanlar şöyle demişlerdir: "Mükellefiyetlerdeki maksad ve hikmet açık olduğu zaman, zahire değil de akli hükümlere uymak vacib olur." İlk üç şüphelerine iki bakımdan cevab veririz: a) Bu şüpheciler söyledikleri şeylerle, mükellefiyetlerin olmaması gerektiğine inanmayı gerekil görmüşlerdir. Bu, teklifi kaldıran bir tekliftir. Bu ise tezaddır. b) Bize göre, teklif-i mâla yutak olsun olmasın, Cenab-ı Allah'dan gelen herşey güzeldir. Çünkü o yaratıcı ve yarattıklarının sahibidir. Mülkünde yaptığı tasarruflar sebebiyle, mülk sahibine kimsenin itiraz hakkı olamaz. Altıncısı: Alimler: "İbadetle ilgili emir, bütün insanlara şâmil olsa da çocuk, deli, farkında olmayan ve unutan gibi anlamayan kimselerle, "Allah hiçbir kimseyi gücü yetmeyen şeyle mükellef tutmaz" (Bakara, 286) ayetinden dolayı gücü yetmeyen kimseleri kapsamaz. Bazı alimler, bu ayetin köleleri de kapsamadığını söylemişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak, kölelere, efendilerine itaat etmelerini vacib kılmıştır. Onların, efendilerine itaatle meşgul olmaları, ibadetle meşgul olmaktan onları altkor. Kölelerin, efendilerine itaat etmelerinin vacib olduğuna delalet eden emir, ibadetin vacib olduğuna delalet eden emirden daha husûsîdir. Hass olan ise âmm olana tercih edilir. Bu husus fıkıh usulünde genişçe ele alınmıştır. Ibadet Hilkatin Neticesidir Yedincisi: Kadı Ebu Bekir: "Ayet, ibadetin farz olmasına sebep olarak Allah'ın bizi yaratıp, nimetlerle ihsanda bulunmasını gösterir" dedi. Bu ki alimlerimiz, bu ayeti insanın, yaptığı şeylerle sevabı hak edemeyeceğine delil getirmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hakkın bizi yaratması ve bize nimet vermesi, ibadetin farziyyetine sebep olursa, bizim ibadetlerle meşgul olmamız, zaten görev olan bir şeyi yapmak olur. İnsan görevini yerine getirmekle herhangi bir şeye hak kazanmaz, o halde kulun ibadetine karşılık, Allah'ın ona sevab verme mecburiyeti yoktur. Allah'ı Bilmede Tefekkürün Önemi Allahü teâlâ'nın "Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize (ibadet ediniz ki) takva sahibi olasınız" ayetinde birkaç mesele vardır: Cenab-ı Hak, Rabb'e ibadeti emredince, hemen peşinden yaratıcının varlığına delil olan şeylerden bahsetmiştir. Bu da, mükellefleri ve daha önceki insanları yaratmasıdır. Bu husus ise, Allah'ı bilmenin yolunun, ancak tefekkür ve istidlal olduğunu gösterir. Bu yolu, Haşeviyye'den bir gurup tenkid edip "Bu ilimle meşgul olmak bidattir." demişlerdir. Görüşümüzü isbat hususunda, akfî ve nakit birçok delillerimiz vardır. Burada üç makam vardır: Kelam Ilminin Ehemmiyeti Birinci makam; Bu ilmin (Kelam ilminin) üstünlüğünü açıklama hususundadır. Bu üstünlük, birkaç yöndendir: a) İlmin değeri, konusunun değeri ile ölçülür. Konu daha şerefli olduğunda, onun ilmi de daha şerefli olur. Konuların en şereflisi, Allah'ın zatı ve sıfatları olduğuna göre, O'nunla ilgili ilmin, ilimlerin en değerlisi olması gerekir. b) İlim, ya dini olur veya dini olmaz. Şüphe yok ki dini İlim dini olmayan ilimden daha değerlidir. Dini ilimler ya usul yani (Kelâm) ilmidir, veya bundan başkadır. Kelam ilminin dışındaki ilimlerin sıhhati, kelâm ilmine dayanır. Çünkü müfessir özellikle Cenab-ı Hakk'ın kelamının manasından bahseder. Bu da ihtiyar sahibi ve iradesini beyan eden bir Yaratıcının varlığına dayanır. Muhaddis, özeliikte Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem)'nün sözlerinden bahseder. Bu ise, Peygamberliğin varlığına dayanır. Fakîh, özellikle Allah'ın hükümlerini anlatır. Bu, tevhid ve nübüvvete istinâd eder. Böylece bütün bu ilimlerin kelâm ilmine muhtaç olduğu ortaya çıkmış olur. Görünen şu ki kelam ilmi, bu ilimlere muhtaç değildir. Binaenaleyh kelâm ilminin, en değerli ilim olması gerekir. c) Birşeyin değeri, bazan o şeyin zıddının değersizliği ile ortaya çıkar. Her ne zaman birşeyin zıddı değersiz olursa, o şey o nisbette değerli olur. Kelam ilminin zıddı, küfür ve bid'attir. Bu ikisi en değersiz şeylerdir. Bundan dolayı kelam ilminin en değerli şey olması gerekir. d) Birşeyin kıymeti bazan konusunun kıymetiyle, bazan kendisine duyulan ihtiyacın şiddetiyle, bazan da akli delillerinin kuvvetiyle orantılıdır. Kelam ilmi ise, bütün bunları ihtiva eder. Bu böyledir. Çünkü, astronomi ilmi konusunun, tıp ilminin konusundan daha şerefli olması bakımından, tıp ilminden daha şereflidir. İnsanların tıp ilmine olan ihtiyacının astronomiye olan ihtiyacından daha fazla olması bakımından, tıp ilmi astronomiden daha şereflidir. Matematik ilmî ise delillerinin daha kuvvetli olması bakımından, her ikisinden de şereflidir. Kelam ilmine gelince, bunun gayesi, Allah'ın zatını, sıfatlarını, fiillerini, mevcud ve ma'dûm olan şeylere dair bilgilerin kısımlarını bilmektir. Şüphe yok ki bu, en şerefli iştir. Bu ilme olan ihtiyaca gelince, bu ihtiyaç da çok fazladır. Çünkü ihtiyaç ya din hususunda olur, ya dünya hususunda olur. Dini ihtiyaç, en önemli olan ihtiyaçtır. Çünkü, şu yukarıda sayılan hususları bilen kimse büyük bir sevaba hak kazanır ve melekler safına katılır. Bu şeyleri bilmeyen kimse ise, büyük bir cezaya hak kazanır ve şeytanlara katılır. Dünyevi ihtiyaca gelince, bu, dünyanın düzeni ancak bir yaratıcıya, ölümden sonra dirilişe ve haşr'a iman etmekle intizama gireceğindendir. Çünkü bu iman olmasaydı, alemde tam bir karışıklık meydana gelirdi. Delillerin kuvvetine gelince, diyebiliriz ki: Bu ilmin delillerinin, yâkîni bir şekilde terkib edilerek kesinlik ifade eden mukaddimelerden meydana gelmiş olması gerekir. Böyle bir delil ise son derece güçlüdür. Böylece, kelam ilminin her türlü şeref ve üstünlüğü içine aldığı ortaya çıkmaktadır. Bu sebeble, bu ilmin, ilimlerin en şerefli olması gerekir. e) Bu ilimde, nesih ve değişiklik meydana gelmeyip, bölgelerin ve cemiyetlerin değişmesiyle bu ilim değişmez. Diğer ilimler ise böyle değildir. Öyleyse bu ilmin, ilimlerin en şerefli olması gerekir. Bu ilmin konularını ve delillerini ihtiva eden ayetler, fıkhı konuları ihtiva eden ayetlerden daha şereflidir. Bunun delili ise, İhlâs sûresi, Âmenerresûlü ve Ayete'l-Kürsi'nin fazileti hakkında vârid olan haberler, meselâ, "Sana hayız halinden sorarlar..." (Bakara, 222). "Ey iman edenler, birbirinize borçlandığınız zaman..." (Bakara, 282)gibi ayetlerin fazileti hakkında Gelmemiştir. Bu da kelâm ilminin daha faziletli olduğuna delalet eder. f- Şer'î hükümler hakkındaki ayetlerin sayısı, altıyüzden daha azdır. Geriye kalan ayetler ise, tevhid, nübüvvet, putperestlere red ve müşriklerin çeşitlerini beyan hakkındadır. Kıssalarla ilgili ayetlerden maksad, Cenab-ı Hakk'ın, "Andolsun onların kıssalarını açıklamada salim akıl sahibleri için ibret vardır" (Yusuf, 111) ayetine göre, Allah'ın hikmet ve kudretini tanımaktır. Bu da, kelam ilminin en faziletli ilim olduğuna delalet eder. Biz burada delillerin yerlerine işaret edeceğiz: Yaratıcının varlığına delalet eden delillere gelince, Kur'an bunlarla doludur. Bunların birincisi burada zikredilen şu beş delildir: Bunlar, mükellefleri ve onlardan önceki insanları, gökyüzünü, yeryüzünü, gökten yere inen yağmur ile meyveleri yaratmak ve gökler ile yerin, Kur'an'da yer alan bütün harikuladelikleridir. İşte, yaratıcının varlığının delillerinden maksat budur. Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarının delilleri şunlardır. Bu sıfatlardan "ilim" sıfatının delili, "Allah'a muhakkak ki ne yeryüzünde ne de gök yüzünde hiçbir şey gizli kalmaz" (Âl-i İmran, 5) buyurmuş, sonra peşinden de, "Sizi analarınızın rahminde dilediği gibi şekillendiren odur" (Al-i İmran, 8) ayetini getirmiş olmasıdır. Bu, kelamcıların delilinin bizzat kendisidir. Çünkü onlar, fiillerinin muhkem ve sapasağlam olmasını yaratıcının ilmine delil getirmişlerdir. İşte burada Hak Teâla, rahimlerde suretlere şekil vermesini eşyayı bildiğine delil getirmiştir. Ve yine Cenâb-ı Hak, "Yaratan bilmez mi? O, herşeye nüfuz etmiş ve her şeyden haberdardır" (Mülk, 14) buyurmuştur. Bu, yukardaki delilin aynısıdır. Cenâb-ı Hak yine, "Gaybın anahtarları, O'nun yanındadır. Bunları, ancak O bilir" (En'am. 59) buyurmaktadır. Bu da, O'nun her türlü malumatı bildiğine bir tenbihattır. Çünkü Allah, gaybî olan şeylerden haber veriyor, bir de bakıyoruz ki o şeyler, vermiş olduğu habere uygun bir biçimde meydana geliyor. Şayet Cenâb-ı Hak, gaybı biliyor olmasaydı, bu şeyler haber verdiği şekilde vuku bulmazdı. Allah'ın "kudret" sıfatının delili, hepsi dört unsurda eşit olmakla beraber, çeşitli canlılar ve meyvelerin meydana gelmesine dair Cenâb-ı Hakk'ın bahsettiği bütün şeylerdir. İşte bütün bunlar, Allahü Teâlâ'nın zatının gereğini yapan mücib-i bi'z-Zât olmayıp irâde sahibi muktedir bir fail olduğuna delalet eder. Cenâb-ı Hakk'ın "tenzih" sıfatına, yani O'nun bir cisim olmadığına ve bir mekânda bulunmadığına delalet eden delil ise, O'nun "De ki Allah'dır, birdir" (lhlas, 1) sözüdür. Çünkü mürekkeb olan, cüzlerine muhtaçtır. Muhtaç ise, sonradan yaratılmış demektir. Cenâb-ı Allah "tek" olunca, cisim bulunmaması cisim olmayınca da bir mekânda bulunmaması gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın "tevhid" sıfatının delili ise, O'nun "Eğer yerde ve göklerde, Allah'dan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gökler bozulur, fesada uğrardı" (Enbiya, 22) "O zaman onlar. Arşın sahibine bir yol ararlardı "(Isra, 42) ve "...ve bir kısmı diğerine üstün gelirdi." (Müminun, 91) ayetleridir. Nübüvvetle ilgili delil ise, Cenâb-ı Hakkın, "Eğer kulumuza indirdiğimiz bu Kurandan bir şüphe ediyorsanız, O'nun sûreleri gibi olan bir sûre getirin bakalım!" (Bakara, 23) âyetidir. Meâdın (ahiret hayatının) delili ise, "De ki ilk kez inşa eden dirilkecektir. "(Yasin, 79) âyetidir. Eğer sen, ilm-i kelâmı gözden geçirirsen, onda bu delillerin ortaya konulmasından, onların savunulmasından ve bu hususta öne sürülen tenkit ve yaralayıcı şüphelerin savuşturul masından başka bir şey göremezsin. Allah'ın zikrettiği delilleri ihtiva eden ve delillere yöneltilen ithamları reddeden bir ilmin eleştirileceğini hiç sanarmıstn? Hiç bir akıllı müslüman kimsenin bunu söyleyeceğini ve buna razı olacağını sanmıyorum. Meleklerin Ve Peygamberlerin Bu Delilleri Kullanmaları İkincisi: Allahü teâlâ, melekler ve peygamberlerin de bu delillerle istidlal .ettiklerini anlatmıştır. Melekler şöyle istidlal etmişlerdir: "O yeryüzünde, orada fesat çıkaracak kimseler mi yaratacaksın? (Bakara.30) Meleklerin bu sözden maksadlan şudur: Bu gibi şeyleri yaratmak kabihdir. Hikmetli olan zat, kabih olan fiili yapmaz. Bunun üzerine Hak teâlâ, onlara: "Ben, sizin bilmediklerinizi bilirim" (Bakara. 30) diye cevap vermiştir. Bundan Allah'ın maksadı da şudur: Şüphesiz Ben, hertürlü malumatı bildiğim için, onların yaratılması ve meydana getirilmeleri hususunda sizin bilmediğiniz hikmeti de bilirim. Şüphe yok ki bu karşılıklı bir delil getirmedir. Cenab-ı Hakk'ın iblis ile münazarası da açıktır. Peygamberlere gelince, bunların ilki Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'dir. Allahü teâlâ, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in ilmini, meleklerin ilmine üstün kılmak sureti ile, onun faziletine dair delilini ortaya koymuştur ki bu tamamen bir istidlaldir. Nûh (aleyhisselâm)'ın istidlali hakkında, Cenâb-ı Allah, kâfirlerin şu sözünü nakletmiştir: "Ey Nuh, bizimle cidden çok mücadele ettin ve bu mücadelende de ileri gittin" (Hûd.32) Bu mücadelenin, şer'i hükümlerin tafsilatı hakkında olmayıp, aksine tevhid ve nübüvvet hakkında olduğu, bilinen bir hakikattir. O halde, kelam ilminde, hakkı ortaya koymak için istidlal yaparak mücadele etmek peygamberlerin sanatıdır. İbrahim (aleyhisselâm)'a gelince, bu konuda onun durumunu iyice ortaya koymak uzun sürer. Onun bu hususta birtakım merhaleleri vardır. a) Kendi kendine istidlali... Bu, Cenab-ı Hakk'ın "İşte, üstünü gece bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş. "Bu (mu) benim Rabbim?" demiş, o yüdız kaybolunca ise, "Ben böyle sönüp batanları (Rabb diye) sevmem" (Enam, 76). Bu, kelamcıların, alemin değişir olmasından hareketle, onun sonradan yaratıldığına delil getirme yollarıdır. Sonra Cenab-ı Allah, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ı bu istidlalinden dolayı medhederek, "İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdi" (En'am.83) buyurmuştur. b) Hazret-i İbrahım (aleyhisselâm)'ın, babasına karşı istidlali... Bu, Allah'ın "Ey babacığım, niçin duymayan, görmeyen ve senden hiçbirşeyi gideremeyen şeye tapıyorsun?" (Meryem, 42) ayetinde bahsettiği istidlaldir. c) O'nun, bazan sözle bazan da fiilen kavmine karşı olan istidlalidir. Sözle istidlali Allah'ın şu ayette bahsettiği husustur: "Taptığınız bu heykeller nedir?" (Enbiya, 52) fiil ile istidlaline gelince, o da Cenab-ı Allah'ın "Derken o, bu putları parça parça etti. Belki ona müracaat ederler diyer onlara büyük olan putu bıraktı"(Enbiya, 58) ayeti ile anlattığıdır. d) O'nun zamanın kralına karşı istidlalidir. Bundan, Allahü teâlâ şu ayette bahseder: "(İbrahim): Benim Rabbim hem diriltir hem öldürür" deyince. O, "Ben de diriltir ve öldürürüm" dedi. İbrahim, "Allah güneşi doğudan getirir, haydi sen onu bandan doğdur" deyince ise kâfir şaşırıp kaldı. Allah zalim kavme hidayet etmez" (Bakara, 258). Fıtratı bozulmamış olan herkes, kelam ilminin, sadece bu delilleri ortaya koyup, bunlara karşı sürülen sual ve karşı çıkmaları defetmek için olduğunu bilir. Bütün bunlar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in mebde' (kâinatın başlangıcı) hakkındaki incelemesidir. Mead (ahiret) hakkındaki incelemelerine gelince, o, onun şu sözüdür: "Hani İbrahim, "Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster" demiş. (Allah) "Buna inanmadın mı yoksa? demiş. O da "İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için..." demişti. Allah dedi ki: Dörtküş tut, onları kendine alıştır, sonra (kesip) her parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. (O zaman) koşarak sana geleceklerdir." Bil ki şüphesiz Allah aziz Ve hakimdir "(Bakara, 260) Hazret-i Musâ (aleyhisselâm)'nın istidlaline gelince, O'nun nübüvvet ve tevhid hususunda Firavun'la tartışmasına bak. Tevhide gelince, bil ki Hazret-i Musâ (aleyhisselâm), çoğu yerde, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in delillerine dayanır. Bu böyledir. Çünkü Allah Tealâ Taha suresinde, bunu şöyle anlatmıştır: "Firavun, "O halde Musa, sizin Rabbiniz kim?" dedi. O da: "Bizim Rabbimiz herşeyi yaratan, sonra da doğru yolu gösterendir" dedi"(Taha, 49-50) Bu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın "O, beni yaratıp, bana hidayet edendir" (Şuara, 78). sözünde zikrettiği delilin aynısıdır. Yine Şuara sûresinde, Musa (aleyhisselâm): "(O) sizin ve sizden önceki atalarınızın Rabbidir" (şuara, 26) demiştir. Bu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in: "Rabbim hem diriltir hem öldürür" (Bakara. 258) sözünün aynısıdır. Firavun, bununla yetinmeyip, ondan başka bir delil isteyince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) şöyle demişti: "O, doğunun ve batının Rabbidir." (Şuara, 28)İşte bu Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ını 'Allah güneşi doğudan getirir, haydi sen onu batıdan doğdur" (Bakara, 258) sözünün aynısıdır. Bütün bunlar sana; bu delillere yapışmanın o masum peygamberlerin sanatı olduğuna ve onların bu delilleri akıllarından çıkardıkları gibi, aynı zamanda geçmiş temiz seleflerinden miras olarak almış olduklarına da dikkat çekmektedir. Hazret-i Musa(aleyhisselâm)'nın nübüvvete dair, mucize ile istidlaline gelince bu, onun: "Sana apaçık birşey getirsem de mi...?" (Şuara, 30) sözü ile bahsettiği şeydir. Bu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın doğruluğuna mucizeyi delil getirmesidir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'nin, tevhide, nübüvvete ve ahirete dair delillerle meşgul olması keyfiyeti bu hususta sözü uzatmaya ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır. Çünkü Kur'an bunlarla doludur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün kâfir fırkaları ile imtihan edilmiştir. Birincisi: "Bizi ancak zaman helak eder" (Câsiye, 24) diyen Dehriyye'dir. Halbuki Cenab-ı Hak, onların bu görüşlerini çeşitli delillerle çürütmüştür. İkincisi: irade, ve ihtiyar sahibi, herşeye kadir zât-ı ilahiyyeyi inkâr edenlerdir. Cenab-ı Hak onların iddialarını aynı tabiat ve dış tesirlere ma'ruz oldukları halde emvai türlü tarzda birbirlerinden farklı bitki ve hayvan nev'ilerinin yaratılması delili ile çözülmüştür. Bu da kadir olan Allah'ın varlığına delâlet eder. Üçüncüsü: Allahü teâlâ'ya ortak koşanlardır. Ortak koşulan bu şey ya ulvi veya süfli bir varlık olur. Ulvî olan ortağa gelince bu, yıldızların bu alemde müessir olduğunu söyleyen kimsenin görüşüdür. Allahü teâlâ bu kimsenin iddiasını, "Üstünü gece bürüyüp örtünce... "(En'am, 76) diye başlayan âyetle çürütmüştür. Süfli olan ortağa gelince, bu hristiyanlar, Hazret-i isa (aleyhisselâm)'nın ilah olduğuna, putperestler de, putlarının ilah olduğuna dair pek çok delil getirmiştir. Dördüncüsü: Nübüvvete karşı çıkanlar ki bunlar da iki guruptur: a) Nübüvvetin aslına karşı çıkanlar. Bunlar, Allah'ın "Allah, bir insanı mı peygamber olarak gönderdi." (isra, 94) dediklerini naklettiği kimselerdir. b- Nübüvveti aslında kabul eden, fakat Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine karşı çıkanlardır. Bunlar yahudi ve hristiyanlardır. Kur'an-ı Kerim bunlara reddiyelerle doludur. Bu kimselerin karşı çıkmaları da birçok bakımdandır. Bazan bu, Kur'an'a karşı çıkarak olur ki Cenâb-ı Hak şu sözü ile onların bu ta'nına cevab vermiştir: "Allah, bir sivrisineği bir mesel olarak getirmekten çekinmez" (Bakara, 26). Bazan bu karşı çıkma, Allahü teâlâ'nın şu sözünde anlattığı gibi, başka mucizeler istemek şeklinde olur: "Bize, yeryüzünden kaynak ûşkırtmadıkca... sana asla inanmayacağız" dediler" (isra, 90) Bazan da, bu karşı çıkma Kur'an'ın parça parça nazil olması sebebiyle olur ki bu, Kur'an'a bir ithamın yöneltilmesini ifade eder. Cenab-ı Hak, bu karşı çıkışa şu sözü ile cevab vermiştir: "İşte biz senin kalbini onanla güçlendirmek için böyle (yaptık)" (Furkan, 32). Beşincisi: Haşr ve neşr hususunda tartışan kimselerdir. Allahü Teâlâ haşr ve neşrin doğruluğuna, bunu inkâr edenlerin görüşlerinin geçersiz olduğuna dair çok çeşitli deliller getirmiştir. Altıncısı: Bazan, faydasızdır diye mükellef tutulmaya karşı çıkanlar ki, Cenâb-ı Hak bunların itirazına"İyi yaparsanız, kendiniz için iyi yapmış olursunuz; eğer kötü davranırsanız, bu da nefsinize aittir" (isra, 7) sözüyle cevap vermiştir. Bazan da, gerçek olanın, bir cebr olduğu, bunun ise teklifin sıhhatine ters düştüğünü söyleyerek karşı çıkanlarki Cenâb-ı Hak bu hususa da, "Allah yaptığından sorguya çekilmez, ama onlara yaptıklarından sorulur "(Enbiya. 23) diyerek cevap vermiştir. Biz burada bu kısa işaretlerle yetindik, çünkü bu husustaki geniş inceleme, bu tefsir kitabının tamamına serpiştirilmiştir. Bu sanatın peygamber ve nebilerin metodu olduğu sabit olunca, buna karşı çıkanların ya kâfir ya da cahil olduklarını anlamış olduk. Kelâm Ilmini Öğrenmenin Gerekli Olması İkinci makam: Kelâm ilmini tahsil etmenin vacib olduğunu beyan hususundadır. Buna akli ve nakli deliller delalet etmektedir. Aklî delile gelince, bu şöyledir: Bazı kimseleri taklit etmek, geriye kalanları taklit etmekten daha evla değildir. Bu da ya herkesi taklit etmenin caiz olması demektir ki, bu bizi kâfirleri de taklit etmeye zorlar. Ya da ötekini değil de berikini taklit etmenin zorunlu olması demektir ki, bu da kişiyi, ötekini değil de berikini niçin taklit ettiğini söylemeksizin, bazısını değil de diğer bazılarını taklit etmekle mükellef olmaya mecbur kılar. Ya da, taklidin asla caiz olmamasıdır ki, istenilen şey de budur. Taklit etmek geçersiz olunca geriye, istidlal yolundan başka bir şey kalmaz. Naklî delile gelince, buna ayet ve haberler delalet etmektedir. Âyetten olan deliller: a) Cenâb-ı Hakk'ın"Hikmet ve güzel öğüt ile Rabb'inin yoluna davet et! Ve onlarla, en güzel bir yolla mücadele et" (Nahl, 125) sözüdür. Şüphe yok ki, Cenâb-ı Hakk'ın ayette geçen "hikmeften muradı, aklî delil ve hüccetlerdir. Buna göre Allah'a aklî delil ve hüccetlerle davet etmek, emrolunan bir iş olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın: buyurduğundan murat, dinin fürû'u hususunda mücadele etmek değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber'in peygamberliğini inkâr eden kimse ile, dinin fürûu hususunda konuşmada hiçbir fayda yoktur. Peygamber'in nübüvetini kabul eden kimse, O'na muhalefet etmez. Böylece bu mücadelenin tevhid ve nübüvvet hususunda olduğunu anlamış olduk. Bu sebeple de, bu hususta mücadele, emredilmiş bu husus olur. Sonra biz, Cenâb-ı Hakk'ın: "Bana uyunuz ki, Allah sizi sevsin" (Al-i İmran 31) ve "Andolsun ki sizin için Allah'ın Resulünde güzel bir örnek vardır"(Ahzâb, 21) ayetlerinden ötürü, Hazret-i Peygambere uymakla emredilmişiz. Bu sebeple bizim, böylesi bir cidal ile emrolunmuş olmamız gerekir. b) Cenâb-ı Hakk'ın, "İnsanlardan, Allah hakkında üimsiz olarak mücadele edenler vardir"(Hacc, 3) ayeti, Allah hakkında, ilim sahibi olmaksızın mücadele edenleri bir kınamadır. Bu ise, ilim ile mücehhez olarak mücadele etmenin kınanmış değil, aksine övülmüş olmasını gerektirir. Yine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Nûh'tan "Ey Nuh, bizimle gerçekten mücadele ettin, mücadelende de çok ileti gittin" (Hûd, 32) sözüyle bu mücadeleyi nakletmiştir. c) Allahü Teâlâ tefekkürü emrederek şöyle buyurmuştur: "Kuranı İyiden iyiye düşünmezlermi?"(Muhammed, 24), "Deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmış?" (Gaşiye. 17), "Biz onlara hem dünya ufaklarında hem de kendi öz varlıklarında ayetlerimizi göstereceğiz"(Fussilet, 53), "Görmüyorlar mı ki Biz, yeryüzüne gelip, onu etrafından eksiltiyoruz."(Enbiya. 44). "Göklerde ve yerde ne var, bir bakınız" de!" (Yûnus, 101) ve "Göklerin ve yerin hükümranlığına bakmadılar mı?" (A'raf, 185). d) Cenab-ı Hak, övgü sadedinde tefekkürü zikrederek şöyle buyurmuştur: "Bunda; akıl sahibleri için ayetler (deliller) vardır." "Bunda, basiret sahibleri için ibret vardır"(Nur, 44); Bunda, akıl sahibleri için ayetler (deliller) vardır" (Taha, 54).Yine tefekkürden yüz çevirenleri zemmederek, "Göklerde ve yerde nice ayetler (deliller) vardır ki (insanlar) bunlardan yüzçevirerek geçip giderler. "(Yusuf. 105); "Onların kalbleri var ama, onunla anlamazlar" (Araf, 179) buyurmuştur. e) Cenâb-ı Hak taklidi zemmetmiş ve kâfirlerden naklen: "Biz babalarımızı birdin üzerinde bulduk. Biz de hakikaten onların izine uyanlarız." (Zuhruf, 23). "Aksine biz, ancak babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız"(Lokman, 21). "Aksine biz babalarımızı böyle yaparken gördük. "(Şuara, 74) ve "Hakikaten, eğer sebat göstermeseydik, bizi az kaldı, tanrılarımızdan saphracaktı o"(Furkan. 42) diye haber vermiştir.Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in babasından da "Andolsun kî vazgeçmezsen seni taşlarım. Uzun bir müddet benden ayrıl git"(Meryem. 47) sözünü nakletmiştir. Bütün bunlar, düşünmenin, delil getirmenin, tefekkürün ve taklidi yermenin gerektiğine delildir. Tefekkür ve istidlale davet eden kimse, Kur'an'ın ve peygamberlerin dinine uymuş olur. Taklide davet eden de Kur'an'ın aksine gidip yolunu tutmuş olur. Hadisten olan delillere gelince, bu hususta çok hadis vardır. Biz bunlardan birkaçını zikredelim: a) Zührî, Sa'id b. el-Müseyyeb'ten, o da Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir. Fizâre oğullarından birisi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelere "Hanımım siyah bir çocuk doğurdu" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Senin develerin var mı? dedi. O, "Evet" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Onlar ne renktir?" dedi. Adam, kızıl cevabını verdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Gri olanları var mı?" diye sordu. Adam "Evet" dedi. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bunun sebebi ne?" deyince, adam, "Belki onlar soya çekmiştir?" dedi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'da: "Belki o çocuk da soya çekmiştir."dedi. Buhari, Talak, 26 (6/178). Bu, delille susturmak ve kıyasa sarılmaktır. b) Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: Beni yalanlamaya hakkı olmadığı halde, insanoğlu beni yalanladı. Beni kınamaya hakkı olmadığı halde, insanoğlu beni kınadı. Onun beni yalanlaması "Allah beni, yarattığı gibi, yeniden diriltemeyecektir" demesidir. Halbuki onu başta yaratmak, yeniden diriltmekten bana daha kolay değildir. Onun benî kınaması, "Allah çocuk edindi" demesidir. Halbuki ben, tek ve Samed olan Allahım. Ben doğmadım, doğurulmadım ve bana denk hiç kimse yoktur..." Buhari, Tefsir, İhlas Suresi Bölümü 112(6/95) O halde bak Cenâb-ı Hakk, birinci mertebede kudreti ile ilk defa yaratmaya ve ölümden sonra diriltmeye kadir olmaya; ikhci metebede bir oluşu ile, cisim olmayı, babalığı ve evlat olmayı nefyetmeye delil getirmiştir. c) Ubâde Sâmit (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kim Allah'a kavuşmayı severse, Allah'da ona kavuşmayı sever. Kim Allah ile karşılaşmayı hoş görmezse, Allah'a onunla karşılaşmaktan hoşlanmaz." Bunun üzerine Hazret-i Âişe "Ey Allah'ın Peygamberi, biz ölmekten hoşlanmıyoruz. Bu. Allah ile karşılaşmaktan hoşlanmamak mıdır?" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Hayır. Fakat mümin Allah'a kavuşmayı sever, Cenab-ı Allah da mümine kavuşmayı sever. Kâfir Allah'a kavuşmaktan hoşlanmaz. Cenâb-ı Allah da kâfire kavuşmaktan hoşlanmaz" buyurmuştur." Buhari, Rikak, 40 (7/191); Müslim, Zikr, 14, 15 (4/2065). Bütün bunlar, deliller üzerinde tefekkür edip kafa yormanın emredilmiş olduğunu gösterir. Bu Konuda Muarızların Iddiaları Hasımımızın ileri sürdüğü birtakım iddialar vardır. Şöyle ki: 1) İstidlal ilim ifade etmez. 2) İlim ifade eden istidlale kulun gücü yetmez, 3) İstidlale teşebbüs etmek caiz değildir. 4) Hazret-i Peygamber bunu emretmemiştir, ve 5) İstidlalde bulunmak bidattir. Tefekkür Kesin Bilgiye Götürmez Birinci iddia: Hasmımız buna, bazı şeyleri delil getirmiştir: a) Biz tefekkür ettiğimizde ve bu tefekkürümüzün akabinde bir inanç meydana geldiğinde, ister zaruri isterse nazarî olsun, bunun bir ilim olduğunu biliriz. Bu ilmin zarurî olması yanlıştır, çünkü insan itikadı hususunda bu itikadının ilim olduğunu ve birin ikinin yarısı, güneşin aydınlatıcı, ateşin de yakıcı olduğuna inancı hususunda düşünürse, birinciyi ikincisinden daha zayıf görür. Bu da, birinciye zayıflığın arız olduğuna delâlet eder. İkincisi de, yani bu ilmin nazari olması da yanlıştır. Çünkü bu ikinci fikir hususundaki söz, evvelki söz gibidir. Bu sebeple teselsül gerekir. Ki teselsül de imkansızdır. b) İnsanlardan tefekkürde bulunup, içtihad eden ve bu tefekkürünün neticesinde kendilerinde bir inanç meydana gelen, bu inancın bir ilim olduğuna katî olarak hüküm verin de, hem onun hem de başkaları için bunun bir ilim değil de bir cehalet olduğu ortaya çıkan; böylece de, o ilk inançlarından vazgeçip onu terkeden alimler gördük. Bu durumu önce müşahede ettiğimizde, ikinci olarak meydana gelen inancın da böyle olması caizdir. Bu metodla, tefekkür ve istidlalden elde edilen herhangi bir inancın sıhhatine kesinlikle hükmetmek mümkün değildir. c) Netice eğer biliniyorsa, onu elde etmeye çalışmak muhaldir. Çünkü, hasılı tahsil imkansızdır. Eğer netice bilinmiyorsa, zihin ondan habersiz demektir. Habersiz olunan şeyi talep etmeye yönelmek ise, imkansızdır. d) İstidlalin ilim ifade ettiğini bilmek, ya zaruri, ya da nazari olur; eğer zaruri olursa, aklı olan herkesin bu ilimde müşterek olması gerekir, halbuki durum böyle değildir. Eğer nazari olursa, birşeyin cinsini o şeyin fertlerinden bir fertle isbat etmek gerekir ki, bu da muhaldir. Çünkü mahiyet hakkında olan münakaşa, o fert için de var demektir. Bu sebeple bir şeyi kendi nefsiyle isbat etmek lazım gelir ki, bu da İmkansızdır. Çünkü isbata vesile olan şeyin, daha önce bilinmiş olması gerekir. Bir şeyin netice olması, o şeyin daha önce malum olmamasını gerektirir. Bu sebeple hem nefyin, hem de isbatın birlikte bulunması gerekir ki, bu da imkansızdır. e) Tek bir mukaddime (öncüt). bir netice vermez; tam aksine, netice veren iki mukaddimenin tamamıdır. Ancak zihinde, aynı anda iki mukaddimeyi birden hazır tutmak muhaldir. Çünkü biz kendimizi sınadığımızda, ne vakit zihnimizi bilinen herhangi bir şeye doğru yöneltirsek o aynı vakitte zihnimizi başka bir maluma doğru tevcih etmenin imkansız olduğunu görürüz. Çoğu kez alimlerimizden bazıları, genel olarak istidlalin ilim ifade ettiğini kabul etmişlerdir. Ne var ki bunlar, ilahi meselelerde istidlalin bir ilim ifade etmediğini söyler ve bu görüşlerini açıklama ile ortaya koyarlar. 1) İlahın hakikati tasavvur edilemez. Hakikat tasavvur edilemediği zaman da, ne zâtın kendisini ne de O'nun sıfatlarından bir sıfatın varlığını tasdik etmek mümkün olmaz. Tasavvur edilemez oluşun izahı şudur: Beser tarafından bilinen, Vâcibu'l-vücudun (Allah) mekandan ve her cihetten münezzeh ve O'nun ilim ve kudret sıfatıyla muttasıf olmasıdır. Vücûb ve tenzih, selbî bir kayıttır. Cenâb-ı Hakk'ın hakikati, bu şelbin (nefyetmenin) kendisi değildir. Bu sebeple, bu selb'i bilmek, Allah'ın hakikatini bilmek değildir. Cenâb-ı Hakk'ın ilim ve kudret sıfatıyla nitelenmiş olması zatının bu sıfatlara mensubiyyetinden ibarettir. O'nun zâtı bu mensûbiyyetin kendisi değildir, bu sebeble bu mensubiyeti bilmek, O'nun zâtını bilmek değildir. Tasdikin mümkün olmamasının izahı şudur: Tasdik tasavvura dayanır. Tasavvur olmadığı zaman, tasdik imkansız olur. Şöyle denilemez: "Cenab-ı Hakk'ın zâtı, her ne kadar kendisine mahsûs hakiket itibariyle tasavvur olunamazsa da, o zât kendi levazımı (zâtından ayrılmaz vasıflar) itibariyle tasavvur olunabilir..." Demek istiyorum ki, biz Cenâb-ı Hakk'ın, kendisine vücubun, tenzihin ve ebediliğin gerekli olduğu herhangi bir şey olduğunu biliyoruz. İşte bu sebeple, bu tasavvura göre hüküm verilir. Biz deriz ki, bu bilinen şeyler, ya Allah'ın zatının bizzat kendisidir, ki bu imkansızdır; veya bunlar Allah'ın zatından hariç şeylerdir, denilebilir. Cenâb-ı Hakk'ın zatını bilemediğimiz zaman, Onun zatının bu sıfatlarla muttasıf olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Eğer, bu sıfatların Allah'ın zatına isnad edilmesinin şartı olan tasavvur, diğer sıfatlar itibariyle de bir tasavvur olursa, bu durumda bu hususta söylenecek söz, ilk hususta söylenen sözün aynısıdır. Bu sebeple de teselsül gerekir ki, bu da imkansızdır. 2) Bize göre, eşyanın en belirgin olanı, kendisine tö ben sözümüzle işaret ettiğimiz, zâtımız ve hakikatimizdir. Sonra insanlar (......) sözüyle kendisine işaret edilen mahiyyet hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı, bunun şu bünye olduğunu, bir kısmı onun mizaç olduğunu, bazıları bu bünyeye dahil olan bazı unsurlar olduğunu, bir kısmı da onun, bu bedenin ne dahilinde ne de haricinde olan bir şey olduğunu söylemişlerdir. Varlıkların en belirgin olanında durum böyle olunca, biz ve bizim niteliklerimizle hiçbir münasebeti olmayan en uzak şeyler hakkındaki kanaatin ne olur? Ilim Ifade Eden Istidlal Kudretimiz Dahilinde Değildir İkinci iddia: Bu ilim ifade eden istidlal, bizim kudretimiz dahilinde değildir, görüşüdür. Şüphesiz onlar, bu hususa birçok bakımdan delil getirmişlerdir. a) Tasavvurâtı elde etmek, bizim gücümüz dışındadır. Bu sebeple bedihi tasdikat da, bizim gücümüz dahilinde değildir. Binaenaleyh, tasdikâtın tamamı, bizim kudretimiz dahilinde değildir. Biz, tasavvurât bizim kudretimizde değildir dedik, çünkü onu elde etmek isteyen, eğer o tasavvurâtı biliyorsa onu talep etmesi imkansız olur. Zira, hasılı tahsil etmek muhaldir. Eğer "onu bilmiyorsa, onu talep etmesi imkansız olur, çünkü bir şeyden habersiz olan, onu talep edemez. Eğer, onun bir yönden malum, bir yönden de meçhul olması niçin caiz olmasın?" denilirse, deriz ki, malum olduğu söylenen yön, ma'lum olmadığı söylenen yönden başkadır; aksi halde, ayni şeye hem nefyin hem de isbatın verilmiş olması gerekir ki, bu imkansızdır. Bu durumda deriz ki, hasılı tahsil etmek muhal olduğu için, malum olan şeyi istemek imkânsız olur. Malum olmayan şeyin istenmesi de muhaldir. Çünkü kendisinden habersiz olunan şey, istenemez. Biz, tasavvuratın kesbî olmadığı zaman, bedihi tasdikâtın da kesbî olmasının imkansız olduğunu söylemiştik. Bu böyledir, çünkü bedihi hükümlerden zihinde "mevdu"' (hakkında hüküm verilen) ve "mahmul" (kendisiyle hüküm verilen)'ün iki tarafı bulunduğunda, ya bunların zihinde sırf hazır bulunmalarından zihnin, menfî veya müsbet olarak bunlardan birini diğerine kesin olarak isnâd etmesi gerekir veya gerekmez. Eğer gerekmezse, hüküm bedihî (apaçık) olmaz; tam aksine şüpheli olur. Eğer gerekirse, tasdikin bu iki tasavvur buluduğunda meydana gelmesi vacib olur; bulunmadığı zamansa, meydana gelmesi imkansız olur. Nefy ve isbât bakımından kudretimiz dahilinde olmamakla beraber, nefy ve isbat bakımından deveranı vacib olan şeyin de, böyle olması gerekir. Bu sebeple, bedihî tasdikatında kesbî olmadığı sabit olmuştur. Biz, tasdikat kesbî olmadığı zaman tasdikata dair hiçbir şeyin kesbî olmadığı zaman tasdikata dair hiçbir şeyin kesbî olmadığını söyledik. Zira bedihî olmayan tasdikinmutlaka nazarî olması gerekir. Bu sebeple bedihî tasdikat zihinde hazır olduğu zaman, ya gerekliliği vacib olur veya olmaz. Bu tasdikatın gerekliliği vacib olmazsa mukkaddimelerin doğru olmasından, neticenin doğru olması gerekmez. Böylece de bu, yakînî bir istidlal değil de, tam aksine zannî veya taklidi bir itikâd olur. Tasdikatın gerekliliği vacib olursa, bu durumda bu nazari görüşlerin, nefy ve isbat bakımından, zaruri kaziyyelerle beraber devesâni vacib olur. Bu sebeple, bu nazari görüşlerden herhangi bir şeyin, asla kulun kudreti dahilinde olmaması gerekir. b) İnsan eğer elde edeceği şeyi başkasından ayırması mümkün ise ancak bir şeyi meydana getirebilir.İlim, cehaletten ancak bilinmeyene değil de bilinene mutabık olmasıyla ayrılır. İnsan, bunu ancak malumu nasıl biliyorsa öyle olduğunu bildiğinde, anlar. İşte, bu durumda insan için, bu şeyin bilgisini meydana getirmek, sadece o şeyi bildiği zaman mümkün olur. Ne var ki bu, hasılı tahsil etmek imkansız olduğundan dolayı, imkansızdır. Bu sebeple kulun ilmi meydana getirmeye ve onu taleb etmeye gücünün yetmemesi gerekir. c) Tefekkürü icab ettiren şey, ya aklî zaruret, ya istidlal veya nakildir. Birincisi batıldır, çünkü zaruri olanda akıl şart koşulmamıştır; halbuki, tefekkür ve istidlalin vücubu böyle değildir. Bilakis akıl sahibi birçok kimse tefekkür ve istidlali hoş karşılamayarak, bunun çoğu kez sahibini bilgisizliğe götürdüğünü söylemişlerdir; bu sebeple bunlardan kaçınmak vacibtir, derler. İkincisi de batıldır, çünkü istidlalin vacib olduğunu bilmek nazari olduğu zaman, bu durumda istidlalden önce istidlalin farz olduğunu bilmek mümkün olmaz. Bu sebeple, bunu teklif etmek, "teklif-i mâla yutak" olur. İnsanın tefekkürden sonra istidlal etmesi ise mümkün değildir, çünkü bunda bir fayda yoktur. Üçüncüsü de yanlıştır, çünkü İstidlalden önce istidlalin vacib olduğunu bilmek imkânı yoktur. İstidlalden sonra da fayda olmadığı için de, vacip kılınması mümkün değildir. Bu üç kısım da geçersiz olunca, o zaman vacib olmadığı anlaşılmış olur. Istidlalin Emredilmesi Mâkul Değildir Üçüncü İddia: İstidlalin ilim ifade etmesi ve kulun kudreti dahilinde olması halinde bile, Allahü Tealâ'nın bunu mükellefe emretmesi hoş değildir. Bunun izahı birkaç yöndendir. a) Çoğunlukla istidlal, onu yapanı cehalete götürür. Binaenaleyh istidlale Teşebbüs eden kimse, ekseriya kendisini cehalete götüren bir işe teşebbüs etmiş demektir. Durumu böyle olan birşey çirkindir. Öyleyse tefekkürde oulunmak da çirkindir. Cenâb-ı Allah ise çirkin olanı emretmez. b) İçimizden herhangi bir kimsenin eksikliğine, aklının zayıflığına ve kendisine arız olan birbiriyle çelişen birçok şüphelere rağmen, hak ile batılın arasını ayırma hususunda aklına güvenmesi caiz değildir. Biz, mezheb sahiblerinden herbirinin, hakkın kendisinden yana, batılın ise hasmı tarafında olduğunu iddia ettiklerini, sonra da taassubu, cidali (mücadeleyi) terkedip, insafa geldiklerinde söyledikleri sözleri birbiriyle çelişir bulduklarını gördük. Bu durum ise, aklın bu hakikatleri idrakten aciz olduğuna delalet eder. c) Şayet dinin dayanağı, delillerin hakikatleri hususunda istidlalde bulunmaya dayansaydı, insanın bir saat bile iman üzere kalamaması gerekirdi. Çünkü, istidlalde bulunan kimsenin aklına, dinin delilinin mukaddimelerinden herhangi biri hakkında bir soru geldiğinde, bu kimse sorusu sebebiyle, mukaddime hakkında şüpheye düşmüş olur. Dinin mukaddimelerinden bir kısmında şüphe edildiğinde de netice zanni olur. Çünkü zannın elde ettiği bilgi yakin ifade etmez. Bu sebeble de, aklına gelebilecek, hertürlü soru ve konudan dolayı insanın, her saat dininden çıkması gerekir. d) İnsanların dillerinde şu husus iyice şöhret bulmuştur: Kim, kimya yoluyla bir mal elde etmek isterse iflas eder. Kim de kelam ilmi vasıtasıyla dinini öğrenmek isterse zındık olur. Bu, istidlal hususunda, kapı açmanın caiz olmadığına delalet eder. Müslümanlık Istidlale Bağlı Değildir Dördüncü İddia: Biz, istidlalin, bizzat çirkin olmadığını kabul etsek bile, Allah ve Resulünün, onu emretmediğine dair delil getirebiliriz. Bunu gösteren husus şudur: Bu neticelerin delillerini bilmek, ya öğrenme ve istifade etmeden müstağni olan zaruri bir ilim olur, ya da böyle olmayıp, aksine elde edilmeleri için, düşünceye, tefekküre ve istifadeye ihtiyaç duyulur. Birincisi yanlıştır. Aksi halde, bunu elde etmek bütün insanlara gerekirdi ki bu ise işi yokuşa sürmedir. Sonra biz, bu ilim hususunda, insanların en zekisini tecrübe ediyor ve görüyoruz ki, birçok üstad ve eserlerden istifade etmesine rağmen, uzun yıllar boyunca bile onun bu ilmi elde etmesi mümkün olmuyor. İkinci ihtimal olursa, insanın bu ilmi elde etmesi, ancak yoğun çalışmalar ve birçok araştırmalardan sonra vacib olur.Şayet din, istidlal üzerine bina edilmiş olsaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir adamın müslümanlığının doğruluğuna, ancak ona bu meseleleri sorduktan ve derinliğine bu delilleri bilip bilmediğini imtihan etmesinden sonrahükmetmesi gerekirdi. Şayet Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunu yapsaydı, herkesçe bilinirdi. Böyle bir bilgi ise yaygın değildir. Bilakis, O'ndan tevatürle nakledilen meşhur durum şudur: O (sallallahü aleyhi ve sellem), bu istidlal şekillerinden herhangi birinin hatırına gelmediğini kesinlikle bildiği kimsenin de müslüman olduğuna hükmetmişti. Böylece anlamış oluyoruz ki dinin geçerli olması için istidlal nazar-ı itibara alınmaz. Eğer "Delillerin asıllarını bilmek, bir çok akıl sahibi için mümkündür. Tedkîk edilmesi gereken husus, suallere cevab verip şüpheleri savuşturmadır. Bu ise, dinin aslının sıhhati hususunda muteber değildir" denilirse, deriz ki "Bu iddia zayıftır." Çünkü delil, asla ne bir ziyade ne bir noksanlık kabul etmez. Bu böyledir. Çünkü, delil on mukaddime üzerine bina edilmişse, sen bir düşünreğer kişi bu mukaddimelerin sıhhatine kesin olarak hükmetmişse o, üzerine bir ziyade yapılması mümkün olmayan bir bilgi ile bu delili bilmiştir. Çünkü bu on mukaddimeye yapılacak olan ilave, bu delilin ortaya konmasında nazar-ı itibara alınırsa, bizim "Bu delil on mukaddimeden meydana geliyor" sözümüz yanlış olur. Eğer o ilave nazar-ı dikkate alınmaz ise, bu delili bilmek, ona ilave edilen bir ziyade ile elde edilen bir bilgi olmaz, aksine ziyadeden ayrı bir ilim olmuş olur. Bu sebeble delilin bir ziyade ve noksanlık kabul etmediği ortaya çıkmış olur. Çünkü, şayet bu on mukaddimeden dokuzu yakînî olup, onuncusu da zannî olsaydı, neticenin yakıni yani kesin olması imkansız olurdu. Zira, zanniye dayananın, zanni olması evladır. Böylece delilin bir noksanlık ve ziyade kabul etmediği ortaya çıkmış olur ve "noksanlık ve ziyadelik kabul eder" diyenlerin görüşünün yanlışlığı ile de bu sorunun yanlış olduğu ortaya çıkar. Bunun bir misali de şudur: Bir adam, hava açık ve berrak iken, birden yağmur, gök gürültüsü ve şimşeğin meydana geldiğini görse "Sübhânallâh" der. Biri çıkıp da: "Bu kimsenin "Sübhanallah" demesi onun Allah'ı onun Allah'ı delil bildiğine delalet eder" derse bu değerlendirmesi bâtıldır. Çünkü o kimse, ile ortaya çıkan bu şeyin bir delife istinaden mutlaka bir yapıcısı olduğunu bildiğinde; sonra yine delil ile bu müessirin Allah'dan başkasının olmasının imkansızlığını bildiğinde ancak Allah'ı delil bilmiş olur. Bu ikinci mukaddime, ancak, o kişi delil ile bu meydana gelişin burçlara, yıldızlara, tabiata ve zorunlu bir sebebe isnad edilmesinin imkansız olduğunu bildiğinde doğru olur. Çünkü o, şayet delil ile bunun yanlışlığını bilmez ise, delilsiz olarak ikinci mukaddimeye inanmış olurdu. Böylece de bu mukaddime taklide dayanmış olurdu. Ona dayandırılmış olan da yakini değil, taklidi olmuş olurdu. Böylece ey hasımlarımız, sizin dediklerinizin yanlış olduğu ortaya çıkmış olur. Kelâm Ilmi Ile Meşgul Olmak Bid'attir Beşinci iddia: Bizim, "Kelam ilmiyle iştigal etmek bidattir" dememizdir. Bunun delili, Kur'an, hadis, icma, selef-i salihinin görüşü ve hükümdür. Kur'an'dan olan delile gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın"Bunu sana ancak bir mücadele maksadıyla getirdiler. Daha doğrusu onlar çok cedelcl bir kavimdirler" (Zuhruf.58) ayetidir. Allahü teâlâ burada cedeli (tartışmayı) yermiştir. Yine Hak teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bizim ayetlerimiz hususunda boş sözlere dalmış olanları gördüğün zaman, onlar başka bir mevzuya geçinceye kadar onlardan yüz çevir" (En'am, 68).Cenab-ı Allah burada, Allah'ın ayetleri hususunda boş sözlere daldıkları zaman, müşriklerden yüz çevirmeyi emretmiştir. Hadisten olan delillere gelince, bunlar şunlardır:"Mahlûkat hakkında tefekkür ediniz, fakat yaratıcının zatı hakkında tefekkür etmeyiniz." "İhtiyar kadınların (saf ve sağlam) dinlerine sarılın". Hadis hakkında bkz. Keşfu'l-hafa, II, 70-71. "Kaderden bahsedildiği zaman, dilinizi tutunuz." Câmîu's-sağîr, I, 26. İcma'dan delile gelince, bu da şudur. Kelam sahabenin bahsetmediği bir ilimdir. Bu sebeble, onun bid'at ve haram olması gerekir. Sahabenin bu hususta konuşmamış olmaları aşikârdır. Çünkü, onların hiçbirisinden bu gibi konularda, istidlale girişmiş olduğu nakledilmemiştir. Bilakis onlar, bu konularda konuşmaya dalan kimseleri yadırgayan insanların en katıları idiler. Bu sabit olunca, kelâm ilminin bid'at olduğu da ortaya çıkmış olur. Her bid'at ise ittifakla haramdır. Selef-i Salihinin sözünden olan delile gelince; Malik b. Enes şöyle demiştir: "Bit'atlerden kaçının." Kendisine, "Ey Ebâ Abdillah, bid'atler nelerdir?" denildiğinde, "Bid'at ehli olan kimseler, Allah'ın isimleri, sıfatları ve kelâmı hususunda konuşan, sahabe ve tabiînin sustuğu konularda susmayan kimselerdir" cevabını vermiştir. Süfyan b. Uyeyne'ye kelam ilmi hakkında sorulduğunda, o, "Sünnete uy, bid'ati bırak" demiştir. Allah kendisinden razı olsun, İmam Şafii ise "Kulun, şirk hariç, her türlü günaha bulaşması, kelam ilminden herhangi birşeyle Allah'ın huzuruna çıkmasından daha hayırlıdır" demiş ve sözüne şöyle devam etmiştir: "Bir adam, kendi ilim kitablarını bir başkasına vasiyyet etse ve bunlar içinde de kelam kitabları bulunsa, bu kelamı kitablar vasiyyete dahil değildir." Hükümden olan delile gelince, bu şudur: Şayet bir adam ulemaya vasiyyette bulunsa, kelamcılar bu "ulema" lafzına dahif değildirler. En iyi Allah bilir. İşte bu tefekkür ve istidlali tenkit edenlerin bütün iddiaları sonlardan ibarettir. Müfessir Razı (radıyallahü anh)'Nin Iddialara Karşı Cevapları Bütün bu hususlara cevabımız şöyledir: İstidlalin ilim ifade etmeyeceği hususunda, onların tutundukları şüphe fasittir. Çünkü onların ifade ettikleri şüpheler, zaruri değil nazaridir. Zira onlar, istidlal çeşitlerinin bir kısmından ötürü, bütün çeşitleri iptal etmişlerdir ki bu bir tenakuzdur. "İstidlal etmek tezim kudretimiz dahilinde değildir" şeklindeki görüşleri hususunda ileri sürdükleri şüpheler de fasittir. Çünkü onlar, bu şüpheleri çıkarıp ortaya koyma hususunda ihtiyar sahibidirler. Bu ise, onların "İstidlal etmek, bizim kudret irademiz dışındadır" görüşlerini geçersiz kılar. Onların, "İstidlale dayanmak çirkindir" şeklindeki görüşlerine dair söyledikleri şüpheler de bir tezattır. Çünkü, buna göre getirdikleri bu şüpheleri eri sürmelerinin de çirkin olması kendilerini ilzam eder (bağlar). "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), istidlali emretmemiştir " şeklindeki iddiaları da satıldın Çünkü biz, peygamberlerin (sallallahü aleyhi ve sellem) tamamının tefekkür ve istidlali emrettiklerini anlatmıştık. Cenab-ı Hakk'ın "Bunu sana ancak bir mücadele maksadıyla getirdiler" (Zuhruf, 58) ayetine gelince, bununla, "Onlarla, en güzel bir şekilde muadele et"(Nahl, 125) ayet arasını birleştirmek için, önceki ayet batıl hususunda mücadele etmeye hamledilmiştir. ' Bizim ayetlerimiz hususunda boş sözlere dalmış olanları gördüğün tan, onlardan yüz çevir" (En'am. 68) ayetine gelince bu husustaki cevab r: Ayetteki "dalma"dan maksat, istidlal değildir, tam aksine boş sözlere dalmaktır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Mahlûkat hakkında tefekkür ediniz..." harisine gelince bu, mahlûklardan hareket edilerek Yaratıcı'yi tanımaya yol Duiunsun diye emredilmiştir. Bu da istenen bir şeydir. "İhtiyar kadınların tsaf ve sağlam) dinlerine sanlın" hadisinden maksad ancak, yukarıda da söylediğimiz gibi, bütün işleri Cenab-ı Allah'a bırakmak ve herşeyde O'na güvenmektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kaderden bahsedildiği zaman dilinizi tutunuz" hadisi ile bu görüşe istidlal etmek zayıftır. Çünkü kısmî olan yasak, umumi yasağı ifade etmez. İcma'dan getirdikleri delil hakkında deriz ki: Eğer "sahabe, kelamcıların kullandıkları tabirleri kullanmamışlardır" manasını kastediyorsanız, bunu kabul ederiz. Ne var ki bundan kelam ilmini tenkid manası çıkmaz. Nitekim sahabe, fukâhâ'nın tabirlerini de kullanmamışlardır. Bundan, fıkıh hususunda bir ta'n manası çıkmaz. Eğer siz, onların, istidlali Allah ve Resulünden öğrenmediklerini kastediyorsanız, ne kötü bir söz söylüyorsunuz! Selef alimlerinin, kelâma karşı takındıkları sert tavra gelince bu, ehl-i bid'ata karşıdır. Vasiyyet mes'elesi de bu da birisi Allah'ın zatını, sıfatlarını, fiillerini, nebî ve peygamberlerini bilen birisine vasiyyette bulunduğunda, "Bu vasiyyete fakih dahil olmaz" şeklindeki hükümle tezat teşkil eder. Bir de vasiyyetler örfe dayanır. İşte bu söylediklerimiz, meseleyi tamamlar. En iyi Allah bilir. Halk (Yaratma) Kavramı İbadetin hakikatini, Yalnız sana kulluk ederiz" (Fatiha, 5) âyetinin tefsirini yaparken anlatmıştık. "Halk" kelimesine gelince: Tehzîb sahibi el-Ezheri'nin İbnü'l Enbârî'den naklettiğine göre, bu "ölçüp biçmek ve düzeltmek" manasınadır. Alimler bu hususta âyet.şiir ve Arapçadan deliller getirmişlerdir. Âyetten delilleri şunlardır: Halikların en güzeli " (Mü'minun, 14) yani ölçüp biçenlerin, takdir edenlerin en güzeli; "Ve bir yalan düzüyorsunuz." (Ankebut, 17) Yani ölçüp biçip bir yalan uydurmuyorsunuz ve "Hani çamurdan yaratıyordun. "(Maide, 14) yani düzeltip yapıyordun. Şiirden delil Züheyr'in şu sözüdür. "Yemin olsun ki sen, kafandan uydurduğun şeyleri iftira ediyorsun. Halbuki bazıları ise kafalarında birşey tasarlıyorlar ama başkasına İftira olarak söylemiyorlar." Bir başka şair de şöyle söylemiştir: "Deriyi ölçüp biçen kadın ve erkek işçilerin elinde ancak derinin güzel gıcırdar." Arapçadan getirilen delile gelince, Arap, nalınını ölçüp biçip, mukayese yaparak düzelttiğinde "Nalını düzeltti" denilir. Yine onlar, doğrulanmayan sözler için "Uydurulmuş sözler" derler. Cenâb-ı Hakk'ın "Bu, evvelkilerin uydurmalarından başka birşey değildir" (Şura, 137) ayetindeki kelime de bu manadadır. "Halâk" kelimesi de, "hayırdan bir pay" manasınadır. "Bu bunun hakkıdır" manasına, birşeye layık olana da "hafik" denilir. Kaygan taşa denilir. Çünkü kayganlıkta bir düzgünlük, sertlikte ise bir pürüz vardır. "Elbise eskidi" tabiri de bu köktendir. Çünkü, elbise yıprandığı zaman kaygan ve pürüzleri ve kabalıkları düzgünlesin Böylece "Halk" kelimesinin takdir etmek (ölçüp biçmek) ve düzeltmekten ibaret olduğu meydana çıkar. Kadı Abdûlcebbar da şöyle demiştir: "Halk, " takdir manasına bir fiildir. Kelimenin lügavi manası bunun ancak Allah'dan olmasını gerektirir. Buna karşılık Kur'ân-ı Kerim, "Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir" (Mu'minun, 14) "Hani çamurdan, sen kuş gibi olan birşey yapıyordun"(Maide 110) ayetlerinde bunun aksini söylemiştir. Fakat Cenâb-ı Allah fiilleri, neticelerini ve faydalarını bilerek yaptı-için, O'nun fiili ancak böyledir. İşte bu sebeble de halik olarak isimlendirilmeye O layık olmuştur. Kadı Abdüt Cebbar'ın hocası olan Ebu Abdullah el-Basrî de şöyle demiştir: "Halik ismini Allah'a vermek muhaldir. Çünkü, ölçüp biçmek ve birşeyi düzenlemek, tefekkürde bulunmaktan, istidlalden ve hesab yapmaktan ibarettir. Bu ise Cenab-ı Allah hakkında düşünülemez." Ehl-i sünnet ve'l-cemaat alimlerinin çoğu ise şöyle demiştir: "Halketme, îcâd ve inşâdan (varetme ve meydana getirmeden) ibarettir." Onlar bu görüşlerine, müslümanların "Allah'dan başka halik yoktur" sözlerini delil getirmişlerdir. Şayet "halk" ölçüp biçme ve takdir etmeden ibaret olsaydı bu söz doğru olmazdı. Allahü teâlâ'nın Varlığının Aklî Delilleri Bil ki Hak Teâla, kendisine ibadet edilmesini emretmiştir. O'na İbadet etmek ise, O'nun varlığını bilmeye bağlıdır. O'nun varlığını bilmek zaruri olmayıp, istidlale dayandığından, Allahü teâlâ, bu ayette varlığına delalet eden deliller zikretmiştir. Bil ki biz akli meseleleri konu alan kitaplarda, Allahü teâlâ'nın varlığım isbata giden yolun ya imkan, ya hudûs ya da her ikisi olduğunu açıkladık. Bunların hepsi vacevteftodedu ya da avazterdadu. O halde Cenab-ı Hakk'ın varlığına delalet eden yollan altıyı geçmez: 1) Zatların mümkin olduklarına istidlal etmek.... Cenab-ı Hak buna: "Allah müstağnidir, siz ise muhtaç varlıklarsınız" (Muhammed, 38); Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) dan hikaye ederek, "Alemlerin Rabbi hariç, onların hepsi benim düşmanımdır"(Şuara, 77); "Muhakkak ki nihâi varış Rabbinedi. (Necm, 42), "Allah de, sonra onları bırak"(En'am, 91), "Allah'a kaçınız" (Zariyat, 50) "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile huzura erer, mutmai olur"(Rad. 26) ayetleri ile işaret etmektedir. 2) Sıfatların mümkin olduklarına istidlal etmek... Buna da: "Allah, gökleri ve yeri yarattı" (En'am, 1), "Allah, yeryüzünü sizin için bir döşek, gökyüzünü de bir bina yapandır"(Bakara, 22) ayetleri ile işaret edilmiştir. Bu son ayetin izahı yakında gelecektir. 3) Cisimlerin hadis olduklarına istidlal etmek. Buna Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in şu sözüyle işaret edilmektedir: "Ben batıp kaybolanları sevmem "(Enam, 76). 4) Arazların hadis olduklarına istidlal etmek. Bu yol insanların anlayışına en yakın olan yoldur. Bu iki şeye dayanır: a) Enfüsî deliller, b) Afakî deliller. Kelam kitabları çoğunlukla bu iki hususu ihtiva etmektedirler. Allahü teâlâ ile bu ayette, bu her iki hususu da birlikte zikretmiştir. Enfüsi delilleri şöyle açıklayabiliriz: Herkes zaruri olarak, kendisinin önce mevcud olmayıp sonradan var olduğunu, yokluktan sonra var olan herşeyin mutlaka bir yaratana ihtiyacı olduğunu, bu Yaratıct'nın (var edicinin) ne kendisi, ne ebeveyni ne de diğer insanlar olmadığını bilir. Çünkü yaratılmışların böyle bir yapıyı meydana getirnekten aciz oldukları, zaruri olarak bilinen bir husustur. Bu varlıklardan başka olan bir Yaratıcı'nın olması lazımdır ki, "bu varlıkları o yaratmıştır" denilebilsin. Ancak, bir kimse burada şöyle diyebilir. Bu müessirin, mevsimlerin, burçların ve yıldızların karakterleri olması niye caiz olmasın? Böyle bir sual ihtimal dahilinde olduğu için Cenâb-ı Hak bunun peşinden, bu şeylerin bir Yaratıcı'ya ve ihdas edene muhtaç olduğu hususunu dile getirerek, "Ki o Allah, yeryüzünü sizin için bir döşek, semâyı da bir bina yaptı "(Bakara, 22) buyurmuştur. Âfâkî delillerden murad da, işte budur. Bu delillerde, alemde meydana gelen gök gürlemesi, şimşek, rüzgar, bulut ve mevsimlerin değişmesi gibi, çeşitli haller ve değişiklikler de buna dahildir. Netice, semavi cisimlerle yeryüzü cisimlerinin, cisim olma hususunda müşterek olduklarını gösterir. Bunların bir kısmının miktar, şekil ve mekan bakımından bazı sıfatlarla tahsis edilmiş olmaları, ne onların cisim olmalarından, ne de isimlerin ayrılmaz sıfatlarından olan herhangi bir şeyden ötürü değildir. Aksi halde, hepsinin o sıfatlarda ortak olmaları gerekir; binaenaleyh bu ihtisasın ayrı bir işten ötürü olması gerekir. Bu iş, eğer bir cisimse, konu tekrar, bu müessiriyetin birçok cisim arasında bu cisme niçin tahsis edilmiş oluduğu meselesine döner. Eğer bu bir cisim değilse, bunun ya mûcib (zatı gereği yapan iradesiz) veya muhtar (hür irade sahibi) olması gerekir. Birinci ihtimal yanlıştır; aksi halde cisimlerin bazı sıfatlarla tahsis edilmesi, aksinin olması durumundan daha evlâ ve üstün değildir. Binâenaleyh, bunun mutlaka kadir ve irade sahibi olması gerekir. Bu sebeple, bütün bu delillerle cisimlerin tamamının, cisim olmayan ve cisimlik niteliklerini taşımayan kadir bir müessire muhtaç olduğu ortaya çıkar. Bu durumda Yaratıcı'nın varlığına araz delilleriyle istidlal etmenin, araz ve sıfatların mümkin olduğunu kabul ettikten sonra yeterli olacağı anlaşılmış olur. Kur'an'da Delillerin Hususiyeti Sen bunu iyice anladığında deriz ki, şüphesiz Cenâb-ı Hak bu çeşit delilleri, iki sebepten dolayı, bilhassa kitabının (Kur'an'ın) başında zikretmiştir. Birincisi: Bu yol, insanların anlayışlarına en yakın ve akıllarına daha yatkın bir yol; Kur'an'da zikredilen delillerin de avam ve havastan herkesin hanelilerinden istifâde edebilmeleri için fazla ince düşünmeyi gerektirmeyen hemen anlaşılır cinsten olması gerekince Cenâb-ı Hak, işte kitabının evvelinde bunu zikretmiştir. İkincisi: Kur'anî delillerin maksadı, mücadele etmek değildir. Onların maksadı, kalblerde gerçek inançları meydana getirmektir. Bu konuda, bu tir deliller, diğer yöntemlerden daha güçlüdür. Zira bu tür deliller, Yaratıcı'nın ıarfağını bilmeyi ifade ettikleri gibi, O'nun bizlere olan nimetlerini de "acrlatırlar. Çünkü varolmak ve hayat sahibi olmak, Cenab-ı Hakk'ın bize en büyük nimetlerdendir. Nimetleri hatırlatmak sevgiyi, isyanı iyi ve boyun eğmeyi gerektirir. İşte bu sebepten dolayı, delillerin bu türünün zikredilmesi, diğerlerinden daha üstün olmuştur. Bu mevzuda selef-i salihinin çok hoş metodları vardır. 1) Zındıklardan birisinin, Cafer-i Sadık'ın yanında, Yaratıcı'yı inkâr ettiği, bunun üzerine de Cafer-i Sadık'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Gemiye bindin mi?" deyinceadam "evet" demiş. Cafer-i Sadık bunun üzerine, ona "Denizin korkunç hallerini gördün mü?"' deyince, adam, evet diyerek, sözünü şöyle sürdürmüştür: "Birgün korkunç bir rüzgâr esti. Böylece gemiler parçalandı, denizciler boğuldu; ben ise, geminin tahtalarından birine tütündüm. Sonra, bu tahtayı elimden kaçırdım. Birden kendimi dalgaların darbeleri arasında buldum. Derken, bu dalgalar beni sahile attı..." Bunun üzerine Cafer-i Sadık şöyle dedi: "Daha önce sen, gemiye ve gemicilere güveniyordun... Sonra, seni kurtaracak diye, bir tahta parçasına güvendin. Bütün bu şeyler e-linden çıkınca, nefsini ölüme mi terkettin, yoksa hâla kurtulmayı ümit ediyor muydun?" Adam, "Tam aksine, kurtulacağımı ümit ediyordum" deyince, Cafer-i Sadık, "Bu ümidi kimden alıyordun?" dedi. Bunun üzerine adam sustu. Bunun üzerine Cafer-i Sadık, "O vakit kendisinden ümit aldığın zat, Yaratıcı'dır işte; seni boğulmaktan kurtaran da O'dur" deyince, adam O'nun vasıtasıyla müslüman oldu. 2) "Diyânâtu'l-Arab" (Arabların Dinî İnanışları) adlı kitapta şu anlatılmaktadır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İmrân b. Husayn'a, ne kadar ilahın var? deyince, O, "on tane" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber ona, "Başına büyük bir belâ geldiğinde onlardan hangisi senin kederini, sıkıntılarını ve bu büyük musibeti defetmektedir?" deyince, adam, "Allah" dedi. Hazret-i Peygamber, "O halde, senin Allah'dan başka hiçbir ilâhın yoktur" dedi. 3) Ebû Hanife (rahimehullah) dehrilere karşı, Allah'ın bir kılıcı idi. Dehriler onu öldürmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün o, mescidinde oturmaktaydı. Tam o sırada, kılıçlarını Çekmiş olan bir gurup insan, ona hücum ederek, onu öldürmek istediler. Bunun üzerine Ebû Hanife onlara şöyle dedi: "Şu soruya cevap verin, sonra da dilediğinizi yapın!" Bunun üzerine onlar: "Haydi sor" dediler. Ebû Hanife şu soruyu sordu: "Ağzına kadar yüklerle dolu bir gemi gördüm ki denizin dalgaları arasında bu gemiyi, çarpışan dalgalar ve muhtelif yönlerden esen rüzgarlar idare ediyordu. Bu gemi, bu dalgalar arasında yöneten bir kaptan veya yönetmeyi üstlenmiş birisi olmadan, batmadan, dosdoğru gidiyordu" diyen adam hakkında ne dersiniz? Bunun olması, aklen mümkün müdür?" Bunun üzerine onlar, "hayır" dediler. Bu aklın kabul edeceği bir şey değildir." Buna karşılık "Allah'ım! aklen, denizde onu idareyi ve hareket ettirmeyi üstlenmiş birisi olmadan, bir geminin doğru bir biçimde hareket etmesi bile aklen mümkün olmayınca bu dünyanın, çok çeşitli halleri, işleri ve genişliği ile beraber ayakta durması nasıl mümkün olur?" dedi. Bunun üzerine, dehrîlerin hepsi ağladı ve, "Doğru söylüyorsun, haklısın" dediler. Kılıçlarını kınlarına sokarak, yaptıklarına pişman oldular. 4) Şafiî (radıyallahü anh)'ye "Yaratıcı'nın varlığı hakkındaki delil nedir?" diye sordular. Bunun üzerine o, şöyle dedi: "Dut ağacının yaprağının tadı, rengi, kokusu ve karakteri sizce birdir, değil mi?" Onlar: "Evet" dediler. Bunun üzerine Şafiî: "Onu ipek böceği yediği zaman, ibrişim; arı yediği zaman bal olur; köyün yediği zaman onun tersi olarak çıkar; ceylan yediği zaman da, onun özel kesesinde misk bağlar, misk haline gelir... Yedikleri şeyin karakteri bir olmakla beraber, bütün bu şeyleri böyle farklı farklı yapan kimdir?" Onlar Şafiî'nin bu sözünü güzel bularak, O'nun eliyle müslüman oldular. Bunlar, onyedi kişiydiler... 5) Bu mesele, bir kez, Ebu Hanife (radıyallahü anh)'ye de soruldu da, O da şu şekilde bir istidlalde bulundu: "Baba erkek çocuk ister, fakat kız olur. Veyahutta, aksi olur. Bu da, bir Yaratıcı'nın varlığına delalet eder." 6) Ahmed İbn Hanbel (radıyallahü anh) de, üzerinde bir gedik bulunmayan, dümdüz, dışı erimiş gümüş gibi içi de saf altın gibi olan; sonra duvarları yarılarak içinden, duyan ve gören bir canlı çıkan bir kaleyle istidlal ederek, bunun bir faili olması gerektiğini söylemiştir. Ahmed İbn Hanbel, kale ile yumurtayı; canlı ile de civcivi kastetmiştir. 7) Harun Reşid, İmam Malik'e bu hususu sorduğunda, O da, seslerin çeşitliliği, nağmelerin titreşim ve dillerin farklılığı ile istidlal etti. 8) Ebû Nuvâs'a da bu husus sorulunca, o şöyle dedi: "Yeryüzündeki bitkileri bir düşün ve Yüce Hükümdarın, Allah'ın yaptıklarının alametlerine iyice bak! Görürsün ki, fışkıran gümüş gibi gözeler ve zümrüt dallar üzerinde dökülmüş altın gibi olan çiçekler, Allah'ın hiçbir şerîki olmadığına şehâdet ederler!" 9) Bir bedeviye, Allah'ın varlığının delili sorulduğunda o, şöyle cevap verdi: "Devenin kığısı deveye, eşeğin tersi eşeğe, ayak izleri de, yürüyene delâlet eder. Burçları olan gökler, geçitlerle dolu yeryüzü, dalgalı denizler Kadir, Alîm ve Halîm olan bir yaratıcıya delalet etmiyor mu?" 10) Bir doktora, "Rabbini neyle bildin?" denildiğinde, o şöyle cevap verdi: "İlaç olarak kullanılan sıvıyı kurutan "İhlîlec" ağacı ve ağızda bulunan, besinleri yumuşatıcı tükrük salgılarıyla..." Bir başkası da: "Arıyla onu tanırım; bir taraftan bal verirken, diğer taraftan da insanı sokar (bal) kelimesi, (sokmak, ısırmak) kelimesinin ters çevirilmiş şeklidir. 11) Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer onlara, kendilerini kimin yaratmış olduğunu sorarsan, sana muhakkak ki, Allah'tır!" diyecekler" (Zuhruf 87) ve "Azabımızı gördüklerinde, biz yalnız Allah'a iman ettik ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik dediler "(Mümin. 84) ayetlerinde, bedahetin hükmüdür. Ibadetin Gerekçesi Kâdi şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın "Ki O, sizi yarattı" ifadesi, ibadete müstehak olmanın, ancak yaratma ile olacağını gösterir. Allahü teâlâ kullarını ibadetle mükellef tutunca, hangi şeyden ve neden dolayı ibadet etmenin gerekli olduğunu da açıklamıştır. Buna göre, eğer Cenab-ı Hakkın, "Sizden öncekileri de yaratan "âyetinde, onlardan öncekilerin Allah tarafından yaratılması onlara Allah'a ibadet etmenin vacib olmasını gerektirmediği halde, bunu zikretmenin ne gibi bir faydası vardır? denilirse, biz deriz ki, bunun cevabı iki şekildedir. a) İş, gerçi senin dediğin gibidir. Ancak onların Cenâb-ı Hakk'ın kendilerini yarattığını bilmeleri, kendilerinden öncekileri de bilmeleri gibidir. Çünkü bunu bilmenin yolu tekdir. b) Onlardan öncekiler, onların kökleri mesabesindedir. Köklerini yaratmak, fürûuna, dallarına nimet vermek yerine geçer. Sanki Cenâb-ı Hak, onlara olan büyük nimetini hatırlatarak, adeta şöyle demiştir: "Zannetme ki ben sana, ancak sen varolduğun zaman nimet verdim! Hayır, ben, senin köklerini ve atalarını yaratmış olduğum için, sen varolmadan binlerce sene önce de sana nimet vermiştim!" Teraccî (Umut) Ifadesi Allah Hakkında Neye Delalet Eder? Cenâb-ı Hakkın, " Ümulur ki, takva sahibi olursunuz" sözünde iki bahis söz konusudur. Birinci bahis: (......) kelimesi "teraccî" ve "işfâk" (ummak ve acımak) ifâde eder. Meselâ sen, "Umarım ki, Zeyd bana ikram eder" dersin. Cenâb-ı Hak da şöyle demiştir: "Belki o, öğüt alır ya da korkar. "(Taha, 44), ve "Umulur ki kıyamet yakındır"'(Şûra, 17) Yine, Cenâb-ı Hakk'ın, "İman edenler ise, kıyametten korkarlar"(Şûra, 18) ayetine bakmaz mısın? "Teraccî ve işfak" ancak netice bilinmediği zaman bulunur. Bu ise, Cenâb-ı Allah için imkansızdır. Bu sebeple, burada bir izah yapmak gerekir. Bu izah ise, birkaç yönden olur: a) (......) nin manası, Allah'a değil de, kullara yöneliktir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın (Tahâ, 44) sözünün manası şöyle olur: (Hazret-i Musa ve kardeşine hitap ederek) Firavunun iman etmesini umarak bu beklenti içinde ona gidiniz... Sonra Cenâb-ı Hak, işin nereye varacağını bilir... b) Meliklerin ve büyük zatların yerine getirmeye kararlı oldukları vaa'dleri ve benzeri kelimeleri söylemelerine veya bu va'din olmasının onların rumuzlarına veya gülümsemelerine veyahut da tatlı bir bakışlarına dayanması adetlerindendir. Böyle bir şey sezildiğinde, talib olanın istediğini elde etmede bir şüphesi kalmaz. İşte bu üslûba binaen, Cenâb-ı Allah'ın kelamında (......) lafzı yeralmıştır. c) (......) nin (için) manasına olduğunu söylemektir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir. manasına gelmez. (......) kelimesi ümit vermek içindir. Kerim ve Rahim olan Allah ümid verdiğinde, şüphesiz, Allah'ın bu ümid verişi, kesin vaa'd yerine geçer. İşte bu sebebten dolayı Kelâmullah'da manasını ifade eder, denilmiştir. d) Cenâb-ı Allah, mükelleflere öyle bir muamelede bulunmuştur ki onu başkası yapsaydı bu, arzu edilen şeyin meydana geleceği ümidini verirdi. Çünkü Cenab-ı Hak, kullarına hayra ve şerre yönelik kudreti verip, onlara yol gösterici akılları yaratıp hertürlü mazeretlerini ortadan kaldırınca; başkasına böyle bir muamelede bulunan herkes o kimseden istenen şeyi yapacağını bekler. Buna göre lafzından maksad, başkası onu yapsaydı maksadın meydana gelmesini ümid etmeyi gerektirecek olanı yapmaktır. e) Kaffâl şöyle demiştir: (......) birşeyin tekerrür etmesi manasından alınmıştır. Bu Arapların (içtikten sonra bir daha iç) demeleri gibidir. (......)nin lamı (......)e dahil olan te'kid lâmıdır. Buna göre (......)nin aslı (......)dir. Çünkü onlar, (olurki, şöyle yaparsın) derler, yani demektir. (......)nin asıl mânası, tekrar ve te'kid için olunca "Şunu yap, böylece ihtiyacını elde edebilirsin" diyen kimsenin, bu sözünün manası, "Onu yap, çünkü senin onu yapman, senin onu arzulamanı güçlendirir ve sana bu hususta güç verir" şeklinde olur. İkinci bahis: Birisi şöyle diyebilir: "İbadet, takva demekse, Allah'ın "Rabbinize ibadet edin ki takva sahibi olasınız " ayeti, "Rabbinize ibadet ediniz ki ibadet etmiş olasınız manasına veya "Rabbbinizden ittika edin ki takva sahibi olasınız (ittika etmiş olasınız) manasına gelir." Buna iki yönden cevab verebiliriz. 1) İbadet, takvanın kendisi olduğunu kabul edemeyiz. İbadet, takvanın kendisi ile meydana geldiği bir iştir. Çünkü ittika, zarar veren şeylerden sakınmak; ibadet de emredilen şeyi yapmaktır. İbadetin bizzat kendisi zararlı şeylerden sakınman değil, aksine zararlı şeylerden sakınmayı gerektiren şeydir. Buna göre sanki Cenab-ı Hak, " Kendisi ile azab-ı ilahiden sakınmak için Rabbinize ibadet edin " demiştir. Fiilin bizzat kendisi hakkında, "Bu ittikadir " denilirse, bu ifade hakikat değil mecaz olur. Çünkü ittika, kendisi ile ittikanın meydana geldiği şeyden başkadır. Ne var ki bu ikisinin birbiriyle sıkı irtibatı olduğu için, birinin ismi diğerine verilebilmiştir. 2) Cenab-ı Allah'ın "Cin ve insanları sırf bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat, 56) ayetine göre, Allahü teâlâ mükellef varlıkları ittika edip itaatte bulunsunlar diye, yaratmıştır. Buna göre sanki Cenab-ı Hak, onları bu maksaddan ötürü, yaratan Rabbe ibadet etmeyi emretmiş. Bu izah Mutezile'nin usulüne uygundur. Farklı Kıraatler Ve Izahları Ebu Amr, "lafzını idgamla okumuştur. Ebu's-Sumeyfi de (......) şeklinde okumuştur. Zeyd b. Ali ise (......) şeklinde ise kıraat etmiştir. Keşşaf sahibi: "Burada kuvvetli olan tarafı birinci fiili ile sılası arasına te'kid için ikinci bir ism-i mevsul getirmektir. Nitekim Cerir: "Ey babası olmayan Adiyli Teym'ler." şiirinde, ikinci Teyme'yi ilk Teyme ile, ilkinin muzafun ileyhi arasına getirmiştir." demiştir. |
﴾ 21 ﴿