23"Eğer kulumuz (Muhammed)'e, İndirdiğimiz (Kur'ân'ın Allah'ın kelamı olduğun)da şüphe ediyorsanız, haydi onun gibi bir süre getirin. Bunun için Allah'dan başka şahidlerinizi (putlarınızı ve bilginlerinizi) de yardıma çağırın, eğer iddianızda doğru iseniz... "' Nübüvvet Konusu Bu ayetlerde birçok mesel vardır: Kuran Ile Diğer Sözlerin Mukayesesi Bil ki Cenab-ı Hak, yaratıcının isbatı hususunda susturucu kuvvetli deliller getirip, şirkin batıl olduğunu ortaya koyunca peşinden nübüvvetle ilgili hususlardan bahsetmiştir. Bu da, Allah'ı bilmenin, Hazret-i Peygambar (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın öğretmesi ile elde edilebileceğini kabul eden ta'limiyye fırkasının görüşü ile, Allah'ı bilmenin ancak Kur'an ve hadisle mümkün olduğunu kabul eden Haşeviyye'nin görüşünün bozuk olduğuna delalet eder. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliği, Kur'ân'ın mucize oluşuna dayandığı için, Allahü teâlâ bu ayette, Kur'ân'ın mucize olduğuna dair deliller getirmiştir. Kur'an'ın mucize oluşunu iki yoldan izah etmek mümkündür: 1. Yol denilebilir ki Kur'ân'ın durumu şu üç şeyden birisine dahildir: a) Kur'an'ın, fasih kimselerin sözü ile aynı olması.. b) Fasih kimselerin sözünden fevkalede üstün olmaması, c) Fevkalade bir şekilde, fasih kimselerin sözlerinden üstün olması... İlk iki ihtimal geçersizdir. O halde geriye üçüncüsü kalır. İlk iki görüşün geçersiz olduğunu söylüyoruz. Zira, eğer Kur'an öyle olsaydı, fasih kimselerin, ister toplu halde, ister tek tek, Kur'ân'ın bir sûresinin benzerini getirmeleri gerekirdi . Bu durumda da eğer anlaşmazlık vaki' olup, kabul edilmeme korkusu meydana gelirse, şahidler ve hakimler, şüpheyi kaldırırlardı . Bu ise, delil getirmede zirvedir. Çünkü onlar Arapça'ya ve fesahat kanunlarına son derece hakim; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini ibtal için de çok arzulu idiler. Öyle ki canlarını ve mallarını bu yolda seferber edip, hertürlü tehlike ve çileyi sırtlanmış, taassub ve kibirde, batıl bir yana, hatta hakkı kabul edemeyecekleri bir dereceye varmışlardı. Bütün bunlar. Cenab-ı Hakk'ın Kur'an'ı hususunda, onu geçersiz kılma çalışmalar yapmalarını gerektirir. Karşı delil getirmek, en kuvvetli bir şekilde yaralayacak yoldur. Onlar bunu yapamaymca, aciz kaldıklarını anlamış olduk, böylece de Kur'an'ın onların sözlerine benzemediği, Kur'an ile onların sözleri arasındaki farkın alışılmış bir fark olmadığı, aksine arada harikulade bir farkın bulunduğu, sonuç olarak da Kur'an'ın mucize olduğu ortaya çıkmış olur. Bu delilin ortaya konulmasından murad da, işte budur. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın tevhid bilgisi hususunda sadece taklidi kabul ile yetinmediği gibi, nübüvvet bilgisi hususunda taklit ile yetinmediği ortaya çıkmış oldu. Bil ki, Kur'an'da (zahiren) O'nun fesahatinin noksanlığını gerektiren bir çok husus bulunmaktadır. Bununla beraber fesahat hususunda Kur'an, belagat hususunda ondan öte bir nokta bulunmayan bir zirveye ulaşmıştır. Bu da O'nun bir mu'cize olduğuna delalet eder. Yukarda bahsedilen vecihleri birbir ele alalım: Birincisi: Arabların fesahatinin çoğu, mesela devenin, atın, cariyenin, hükümdarın veya bir darbenin ya da mızrak vuruşunun, bir harbin yahutta bir baskının nitelenmesi, gibi müşahedeleri niteleme konusundadır. Halbuki, Kur'an'da buna dair hiç bir şey bulunmamaktadır. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim'de, Arabların konuşmalarında ittifakla kullandıkları fasih lafızların bulunmaması gerekirdi. İkincisi: Cenâb-ı Hak, Kur'an'ın tamamında doğruluk yolunu gözetmiş, .alandansa sakınmıştır. Yalanı terkedip doğruya yapışan her şair, şiirinin derecesini düşürmüş ve iyi bir şair olamamıştır. Lebid ibn Rebîa ile Hassan ton Sâbit-i görmez misin? Onlar müslüman olunca, onların şiirlerinin derecesi düşmüştür. Güzellik bakımından bunların İslamî dönemdeki şiirleri. cahiliyye dönemindeki şiirleri gibi değildir. Halbu ki Cenâb-ı Hak, yalandan bir şekilde indirmiştir. Üçüncüsü: Fasih bir söz, fasih bir şiir bir kaside, ancak bir veya iki beyitte bulunabilir. Diğerleri böyle olmaz. Halbu ki Kur'an böyle değildir. O'nun tamamı fasihtir; öyle ki yaratıkları, Kur'an'ın bir cümlesini meyadana getirmekten aciz oldukları gibi, tamamını meydana getirebilmekten de aciz olmuşlardır. Dördüncüsü: Bir şeyi vasfederken fasih bir şiir söyleyen herkes, bu vasfı tekrarladığında, bu kimsenin bu ikinci sözü o şeyi niteleme hususunda birincisi gibi etkili olamaz. Halbu ki Kur'an'da çok tekrar bulunmaktadır; bununla beraber hepsi de fesahatta had noktaya varmış ve aralarında da asla bir farklılık görülmemiştir. Beşincisi: Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de ibâdetlerin vacib, günahların yasak olduğunu bildirme; güzel ahlâka teşvik, dünyaya önem vermeyip ahireti üstün tutmak gibi konulara yer vermiştir. Bu gibi konular da, fesahatin azlığını gerektirir. Altıncısı: Arablar şöyle demişlerdir: İmriu'l-Kays'ın şiiri, neşelendiğinde, kadınları zikredip atları nitelediğinde Nâbiğa'nın şiiri, korku konusunda; A'şa'nın şiiri istek ve içkiyi niteleme hususunda, ve Züheyr'in şiiri de istek ve ümitler anında güzeldir. Özet olarak, her şair bir dalda güzel söz söyler, bu dalın dışında o şairin şiiri zayıf olur. Kur'ân'a gelince, O bütün dallarda fesahatin doruğuna ulaşmış olarak indirilmiştir. Bakmaz mısın ki Cenab-ı Hak terğîb (isteklendirme) hususunda "Hiç kimse, onlar için ne gibi göz aydınlıklarının gizlenmiş olduğunu bilemez. "(Secde, 17) "Orada canlarının arzulayacağı ve gözlerin hoşlanacağı herşey vardır"(Zuhruf, 71). Terhib hususunda! "Allah'ın sizi kara tarafından yere geçirmesinden veya üzerinize çakıllı bir kasırga yollamasından emin mi oldunuz? Sonra da kendinize bir vekil bulamıyacaksınız. Yoksa O'nun sizi oraya tekrar döndürüp de, üstünüze belinizi kıracak bir fırtına yollamasından, neticede de yaptığınız nankörlük sebebiyle sizi boğmasından emin misiniz? Siz bize karşı, sizin öcünüzü alacak hiç kimse bulamıyacaksınız"(isra, 68-69), "Gökteki olandan, onun sizi yere batırıvermesinden emin mi oldunuz. O zaman bakarsınız ki O (yeryüzü) çalkalanmaktadır. Yoksa gökteki, üstünüze taş yağdırıcı (bir rüzgar) göndermesinden emin mi oldunuz? Siz o zaman tehdidimin nice olduğunu bileceksiniz?'"(Mülk, 16-17), ve "(Hakka karşı) inad eden her zorba ise (sonunda) binpişman oldu. Onun önünde de cehennem vardır. Ona irinli su içirilecektir. Öyle ki O, bunu zorla yutmaya çalışacak, bir türlü yutamayacak, heryandan kendisine ölüm gelecek ama ölemiyecek..."(ibrahim, 15-17) buyurmuştur. Cenab-ı Hak, menetmek hakkında da insanların vehminin bile ulaşamayacağı bir şekilde şöyle buyurur: "İşte biz onların herbirini günahı sebebiyle yakaladık. İşte kiminin tepesine (taş yağdıran) bir kasırga gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yere batırdık, kimini de suda boğduk... "(Ankebût, 40). Yine nasihat hususunda daha güzeli söylenemeyecek bir biçimde "Şimdi sen Bana haber ver: Biz onları senelerce yaşatıp faideledirdiysek... "(şuara, 205) buyurmuştur. İlahiyat hususunda da "Allah, her dişinin neye gebe olacağını, rahimlerin neyi eksik, neyi fazla yapacağını bilir. O'nun nezdinde her şey ölçü iledir. "(Ra'd 8) buyurmuştur. Kuran'ın Bütün Ilimlerin Kaynağı Olması Yedincisi: Kur'an bütün ilimlerin temelidir (kaynağıdır). Mesela, Kelâm ilminin tamamı Kur'an'da mevcuttur. Fıkhın tamamı Kur'an'dan alınmıştır. Yine usul-ü fıkıh, nahiv ve lügat, tasavvuf ilimleri, ahiret haberleri ve güzel ahlâk, prensibleri de Kur'an'da mevcuttur. Delâilü'l-İ'caz adlı kitabımızı tedkik eden kimse, Kur'an'ın, fesahatin bütün çeşitlerinde zirveye ulaştığını anlar. İkinci yol: Şöyle diyebiliriz: Kur'ân, denilebilir ki fesahatta ya icaz sınırına ulaşmıştır veya ulaşamamıştır. Eğer ulaşmış ise, onun mucize olduğu zaten sabit olmuş demektir. Eğer ulaşamamışsa, bu durumda, benzerini getirerek onunla muaraza etmek mümkün olurdu. Buna göre onların, muaraza etmeleri mümkin olduğu halde ve onları bu muarazaya sevkeden birçok sebeb bulunduğu halde, bunu yapamamış olmaları harikulade bir hadisedir. Bu bir mu'cize olmuştur. Böylece de Kur'an'ın, her halükârda mu'cize olduğu ortaya çıkmıştır. Bizce bu ikinci yol daha doğrudur. Kur'an'ın Parça Parça Indirilmesi (Tercim) Ve I'caz Allahü teâlâ âyette değil de, demiştir. Çünkü anlatılmak istenen, Kur'ân'ın tedrici olarak (parça parça, kısım kısım) indirilmiş olmasıdır. Bundan dolayı (......) lafzını kullanmak buraya daha uygundur. Çünkü müşrik Araplar şöyle demişlerdir: "Şayet bu Kur'an Allah katından ve insanların metodlarından farklı bir şekilde olsaydı, çeşitli ihtiyaç ve ortaya çıkan yeni durumlara göre hatiblerin hitabelerini, şairlerin de şiirlerini, zaman zaman parça parça söyledikleri gibi, hadiselere ve olaylara göre parça parça sûre sûre indirilmezdi. Çünkü şair divanını, yazarlar da kitablarını ve hitabelerini bir defada ortaya koymazlar. Şayet O Kur'an'ı, Cenab-ı Hak indirmiş olsaydı, insanların metodlarının (adetlerinin) aksine bir defada (toptan) indirirdi." Bu hususu Cenab-ı Allah şöyle haber vermiştir: "Kâfirler: O (Muhammed'e), Kur'an bir hamlede, toptan indirilmeli değil miydi? dediler" (Furkan. 32). Halbuki Cenab-ı Allah, burada, bu şüpheyi gidererek, Kur'an'ın mûcize olduğunu gösteren hususu zikretmiştir. Bunun izahı şudur: Tedrici olarak indirilen bu Kur'an, ya insanın gücü dahilinde olan şeyler cinsindendir veya değildir. Eğer birincisi ise, onların, aynı şekilde tedrici olarak Kur'an'ın benzerini veya O'na yakın bir şeyi yapabilmeleri gerekirdi. Eğer ikincisi ise, Kur'an'ın, tedrici olarak indirilmesinin yanı sıra da mucize olduğu ortaya çıkar. Âyetteki. lafzı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ümmeti kastedilerek (Kullarımıza) şeklinde de okunmuştur. Sûrenin Mânası Ve Sûrelere Bölmenin Hikmeti Sûre, Kur'an'dan bir bölümdür. Kelimedeki vâv harfi, eğer kelimenin aslından sayılırsa, sûrelere sûre isminin verilmesi, ya şehrin surları manasına gelen "sûr" kelimesinden alınmıştır. Çünkü sûreler de, sûrlarla çevrilmiş şehirler gibi, Kur'an'ın sınırlanmış birer bölümüdürler. Veya o sûreler, tıpkı şehrin surlarının içindekileri kuşatması gibi, birçok ilim dallarını ihtiva etmelerinden dolayı bu ismi almışlardır. Veyahut da mertebe (derece) manasına gelen "sûre" lafzından alınmıştır. Çünkü Kur'ân sûreleri, aynı zamanda okuyanın basamak basamak yükseldiği, dereceler ve mertebeler mesabesindedir. Sureler de kendi arasında uzun, orta ve kısa olarak taksim edilir. Veyahut da sûre adının verilmesinin sebebi onların, dindeki yerinin yüceliğinden dolayıdır. Eğer, sûre (......) kelimesinin vâvının, "hemze" den çevrilmiş bir vâv olduğu söylenirse, Kur'an surelerine "sûre" denmesinin sebebi, birşeyden arta kalan veya onun fazlası olan şey (su're) gibi, bunların da Kur'an'ın bir parçası ve bölümü olmalarıdır. Eğer "Kur'an'ı surelere bölmenin ne faydası var?" denilirse, deriz ki: "Bunun birçok bakımdan faydası vardır: a) Yazarlar, kitaplarını bölümlere ve kısımlara ayırırlar. b) "Cins"in kapsamında "tür"ler bulunduğunda her nev'in ihtiva ettiği "fert"ler, diğer türün fertlerinden daha güzel olur. c) Okuyucu, bölümlere ayrılmamış bir kitabı baştan sona okumaktansa, kitabın bir sûresini veya bir bölümünü bitirip diğerine başlamaya daha bir şevk duyar, öğrenme nisbeti daha da artar. Bu şuna benzer: Yotcu bir mil yol aldığını veya bir fersahı geçtiğini bilirse, bu onu ferahlatır ve daha çok yürüme arzusu verir. d) Kur'ân'ı ezberleyen kimse bir sûre ezberlediğinde, Allah'ın kitabından müstakil bir bölümü öğrenmiş olduğuna inanır, bu onun gözünde kıymetlenir ve böylece sevinir. İşte bu sebebten ötürü, namazda (her rekatta) tam bir sûre okumak faziletli sayılmıştır. Kur'an Cüzlerinin Tertibi Tevkifidir Haydi O (Kur'an sureleri) gibi bir sure getirin" âyeti Kur'an'ın ve O'nun sûrelerinin tertibinin, bu tertibin Hazret-i Osman zamanında olduğunu söyleyen bazı hadisci'lerin görüşünün aksine olarak, Cenâb-ı Hakk'ın O'nu indirdiği şekilde olduğuna delalet eder. İşte bu sebepten ötürü, bazan bir sûre ve bazen de Kur'ân'ın tamamıyla "tehaddî" (meydan okuma) doğru olmuştur. Tehaddînin Mertebeleri Ve Mu'ciz Olan Mikdar Kur'an'la meydan okumak, birkaç şekilde olmuştur: Cenâb-ı Hakk'ın; "O halde, Allah katından, daha fazla hidayet eden bir kitab getirin bakalım! "(Kasas, 49) ayetidir. b- Cenâb-ı Hakk'ın "De ki: Bu Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmek üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı bile olsalar, O'nun gibisini getiremezler'(İsra, 86), buyurmuştur. c) "O halde haydi siz de onun gibi on sûre uydurup getirin "(Hud, 13). d) Bu "Haydi O (Kuran'ın sureleri) gibi bir sure getirin)" (Bakara, 23) ayetidir. Bu, eseriyle arkadaşına meydan okuyup "Haydi bunun gibisini, yarısını, dörtte birini, o da olmaz ise onun bir benzerini yap " demesi gibidir. İşte bu bütün mazeretleri bertaraf edip, meydan okumanın zirvesinde olan bir haldir. âyeti, Kevser, Asr ve Kâfirûn sûreleri gibi kısa sûrelere de şâmildir. Halbuki biz zarurî olarak, bu gibi sûrelerin benzerinin veya onların derecelerine yakın kalanların getirilebileceğini biliriz. Bu durumda siz kalkar da bu sûrelerin benzerini meydana getirmek insanoğlunun g;icü dahilinde değil derseniz, bu mükâberc (inad sebebiyle.bile bile inkâr) olur. Böylesi mükâberlere teşebbüs etmek ise dine karşı tenkit kapısını açar." denirse, deriz ki: "İşte bu sebebten ötürü biz, ikinci yolun doğruluğunu söylemiş ve şöyle demiştik: Eğer bu sûre, fesâhatta ibaz noktasına varmış ise, zaten maksad hasıl olmuş demektir. Yok eğer böyle değilse, onları Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kur'an'ın tehaddisini çürütmeye sevkedilen pek kuvvetli sebep ve ihtiyaçların yanısıra, onların böyle bir muarazadan (karşılık vermekten) çekinmeleri, yine mucize olur. Bu her iki duruma göre de icaz meydana gelmiş olur. (......)'deki Zamirin Merciine Göre Muhtemel Manalar (......)'deki zamirin, neye râcî olduğu hususudur. Bu hususta iki görüş vardır. a) Bu zamir, daki ya râcîdir. Yani, fesahat ve hüsnü nazımda (güzel tertibde), onun vasıflarını taşıyan bir sûre getirin. b) O zamir, lafzına râcîdir. Yâni, bunu, ümmî, kitab okumamış ve hiçbir alimden ders almamış bir insan olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi birisi getirsin " demektir. Birinci görüş Hazret-i Ömer, İbn Mus'ud, İbn Abbas (radıyallahü anha)m), Hasan el-Basri ve muhakkik âlimlerin bir çoğundan rivayet edilmiştir. Bu görüşün üstünlüğünü gösteren birçok husus vardır: 1) Bu, tahaddî (meydan okuma) konusundaki diğer ayetlere ve bilhassa Allahü teâlâ'nın Yûnus sûresinde buyurduğu: "Haydi onun (sureleri) gibi bur sure getirin" ayetine uygundur. 2) Tahaddi, ancak indirilen şey (yani Kur'an) hakkındadır. Çünkü Cenab-ı Hakk, "Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiğimiz hakkında şüphe ediyorsanız..." buyurmuştur. Bu sebeble zamiri Kur'an'a raci kılmak gerekir. Görmez misin ki bunun manası şudur: "Eğer Kur'an'ın Allah katından indirilmiş olduğu hususunda şüphe ediyorsanız, O'na benzer birşey getirin." Şayet zamir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e raci kılınacak olursa, tertibteki hüküm (kaziyye ) şöyle olur: "Eğer Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Kur'an'ın indirilmiş olduğu hususunda şüphe ediyorsanız, O'nun gibi birisinden bir Kur'an getiriniz." 3) Zamir, şayet Kur'an'a ait sayılırsa, bu, o müşriklerin ister toplu, ister teker teker ister ümmî, isterse de alim ve tahsilli olsunlar, onların Kur'an gibisini meydana getirmekten aciz olmalarını gerektirir. Ama zamir, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e raci sayılırsa, bu, ancak ümmilerden birisinin, O'nun gibi bir Kur'an'ı meydana getirmekten aciz olmasını gerektirir. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in misli, ancak tek bir ümmi şahıs olur. Bu durumda da şayet o müşrikler bir araya gelmiş ve tahsil yapmış kimseler olsalar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in misli olmazlar. Çünkü bir cemaat, tek ferde; okumuş olan ümmiye misil olmaz. Şüphe yok ki birinci görüşe göre, Kur'an'ın mucize olması daha kuvvetlidir. 4) Zamiri Kur'an'a verirsek, bu durumda, O'nun mucize olması ancak sırf fesahatteki kemalinden dolayı olmuş olur. Ama zamiri, Hazret-i Muhammed'e verirsek, Kur'an'ın mucize olması, sadece Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ilim tahsilinden uzak, ümmî olmasındaki hali itibariyle kemal durumunda olması esasına dayanır. Gerçi bu da mu'cizedir, amma Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında bir anlamda noksanlık kabulünü gerektirdiğinden birinci görüş daha üstün olur. 5) Şayet zamiri Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e raci sayarsak bu, ümmi olma hususunda, Hazret-i Muhammed gibi olmayanlardan, Kur'an'ın benzerinin meydana gelmesinin mümkün olduğu vehmini verir. Ama, onu Kur'an'a verirsek, bu, ümmi olsun olmasın, hiç kimsenin Kur'an'ın bir mislini meydana getirmesinin mümkün olmadığına delalet eder. O halde bu görüş daha üstündür. "Şühedâ" lafzından kimlerin kastedildiği meselesidir. Bu hususta iki görüş vardır: 1) Müşriklerin, ilah olduklarını iddia ettikleri putlardır. Buna göre onlara sanki şöyle denilmiştir: Eğer sizin dediğiniz gibi, o putlar, fayda ve zarar verdikleri için ibadete layık iseler; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mücadelede, içine düştüğünüz şiddetli ihtiyaç ve zaruretten kurtulmak için, o putlardan yardım isteyiniz. Aksi halde biliniz ki onların ilah olduğunu, fayda ve zarar verebileceklerini iddia etmenizde haksızsınız. Buna göre, bu sözde iki yönlü bir mücadele vardır; a- Putların ilah olmasının iptali, b- Kur'an'ın mucize ve Allah tarafından oluşunu inkar etmelerinin iptali... 2) "Şüheda"dan maksad, müşriklerin ileri gelenleri ve Peygamberimizin peygamberliğini inkar hususunda onlarla uyuşan kimselerdir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: "Mümkün olan ve olmayan hususlarda lehinize ve aleyhinize hüküm vermeleri, muaraza konusunda size yardımcı olmaları için, ileri gelenlerinizi ve reislerinizi çağırın." Şayet, "Şühedalafzını her ikisine birlikte hamletmek mümkün müdür, mümkün olmaması durumunda hangisine hamletmek evladır?" denirse, deriz ki: İkisine birden hamletmek mümkündür. Çünkü "Şüheda" lafzı, hazır olan veya şahidlik yapan kimse manasındaki "Şehid" lafzının cem'idir. Bu durumda, bu kelimeyi, mecazi olarak, "yardım ve destek sağlayan kimse" manasına almamız mümkün olur. Gerek putları gerekse önde gelen liderlerinin kendilerine yardımcı ve destekçi olduğuna inanmaları hususunda putları ve liderleri müşterek idiler. "Şüheda" lafzını bu müşterek manaya hamlettiğimizde, her ikisi de bu lafzın kapsamına girer. İkisine birden bu lafzı hamletmenin mümkün olmaması durumunda, evla olan, bunu önde gelen liderlerine hamletmektir. Bu böyledir, çünkü, "şüheda" lafzı, zahiren, ancak görmesi ve şehadet etmesi mümkün olan ve bu sebeble de müşahede ve şehadet işini üstlenebilecek kişiye denir. Bu mana ise ancak, o müşriklerin reisleri için geçerlidir. Lafzı, putlara hamlettiğimizde ise bu mecaz olur. Veyahut da bundan maksad: "Size şehadet edeceğini sandığınız kimseleri çağırın " demek olur. Ama, böyle bir mana takdir etmek, asl olanın hilafına bir hareket olur. Ama bunu evvelki görüşe hamledersek söz doğru olur. Çünkü, o zaman, Cenab-ı Hak sanki şöyle demiş olur: "İnkâr etmede anlaştığınız için, sizden, size şehadet edecek kimseleri çağırın." Çünkü anlaşma imkanı olduğu için, bir görüş üzerinde ittifak edenler birbirlerine şehadet ederler. Bu durumda da (Sizin şâhidleriniz) terkibini, "Sizden olan şahidler" manasına bir izafet saymak sahih olur. Bir de, Araplar arasında, fesahat sahasında yarışanlardan hangisinin derece bakımından üstün olduğuna şehadet edecek ileri gelen kimseler (hakemler) bulunurdu. Bunun böyle olduğu sabit olunca, sözü hakik manaya hamletmenin, mecazi manaya hamletmekten daha uygun olduğu ortaya çıkar. Dûn Lafzı Hakkında (......) lafzına gelince, bu bir şeyin konduğu en alt yer demektir. Değersiz ve düşük anlamına gelen (......) ifâdesi de bu anlamdadır. Kitaplar derlendiği zaman (......) denilir, çünkü bir şeyi bir araya getirmek demek, onu birbirine yaklaştırmak demektir. Yine, biri diğerinden biraz düşük olduğu zaman (......) denilir, (......) ifâdesinin aslı ise, (......) yani, "onu sana en yakın olan yerden al!" demektir. Ama bu ifâde (......) şeklinde kısaltılmıştır. Sonra, durumlardaki farklılıkları ifade etmek için istiare yoluyla Utanılarak, meselâ "Zeyd Amr'dan aşağıdadır " denilir. (Maksad şeref ve ilim bakımından aşağıda olduğunu bildirmektir.) Sonra da, bu kelimenin kullanılışında saha biraz daha genişletilerek, bir yerden, bir çizgiden diğerine geçen her şey hakkında kullanılmaya başlandı... Nitekim Cenâb-ı Hak: "Müminler, müminlerden geçerek kâfirleri dostlar edinmesinler!" (Al-i İmran, 28) buyurmuştur. Yani onlar, müminlerin dostluğunu bırakıp da, kâfirlerin dostluğuna geçmezler. Şayet, Cenâb-ı Hakk'ın lâfzı, neyle alâkalıdır denilirse, deriz ki: Sunda iki görüş bulunmaktadır: a) O'nun müteallakının, lâfzı olmasıdır. Bunda da, iki ihtimal sulunmaktadır. 1) Mananın şöyle olmasıdır: Allah'tan başka kendilerini ilah edindiğiniz sizin hak üzerinde olduğunuza kıyamet gününde şehadette bulunacaklarını iddia ettiğiniz kimseleri çağırın... Cenab-ı Hakk'ın onlara, fesahatiyle mu'ciz olan Kur'an'a muaraza etme konusunda, konuşamayan cansız nesnelerden yardım istemelerini emretmesinde, müşriklerle müthiş bir alay vardır. 2) Kur'an'ın bir benzerini yaptığınıza dair lehinire şehadette bulunmaları için Allah'dan, O'nun dostlarından ve müminlerden başka olan şahidlerinizi çağrın demektir. Bu, onlara, bir kolaylık gösterme ve onların şahidlerinin fesahat ehli olduğunu, bu nedenle sağlam karekterlerinin onların yalan şehadette bulunmalarına razı olmayacağını hissettirmek ve duyurmaktır... b) (......)in müteallakının (......) olmasıdır. Buna göre, mâna, "Allah'dan başka olan şahidlerinizi çağırın" olur. Yani, davasının doğruluğuna dair delil getirmekten aciz olan kimsenin dediği gibi, Allah'dan size şehadette bulunmasını istemeyin ve" Bizim savunduğumuz şeyin hakk olduğuna Allah şahittir" demeyin. İnsanlardan, hakimler nezdinde iddiaların şehadetleri ile geçerli sayıldığı şahitler getirin." Bu onları acze düşürmek, ümitlerinin tükendiğini ve, "Allah şahittir ki, biz doğru söylüyoruz" iddialarına artık teşebbüs edemiyeceklerini açıklamadır. Tahaddinin Kâdî Tarafından Değerlendirilmesi el-Kâdî Maksad, Mu'tezilenin son imamlarından el-Kâdî Abdulcebbâr'dır (ö. 415 hicrî). şöyle demiştir: "Bu meydan okuma, birçok yönden "cebr" akidesini geçersiz kılar. a) Tahaddî onu yapabilecek bir kimsenin, Kur'an'ın benzerini getirmekten aciz olmasına mebnidir. Binaenaleyh, kulun fail olduğunu kabul etmeyen bir kimseye, tehaddînin varlığını söylemek mümkün olmaz. Bunda ise, Kur'an'ın mucize oluşu ile istidlalde bulunmayı iptal etme söz konusudur. b) Onların görüşüne göre bunun imkansız oluşu, yeterli kudretlerinin olmamasından dolayıdır. Buna göre de muciz olan ile olmayan müsavidir. Böylece de tahaddinin bir manası kalmaz. c) Kula nisbet edilen herşeyin halikı Allah'dır. Buna göre Cenab-ı Hakk'ın onlara tahaddisi (meydan okuması), gerçekte kendine karşı meydan okuma manasına gelir. Allah ise, şüphesiz ki Kur'an'ın bir mislini daha meydana getirmeye kadirdir. Buna göre de Kur'an'ın i'cazının bulunmaması gerekir. d) Mu'ciz, kendisinde harikuladelik bulunan birşey demektir. Buna göre, onların görüşleri, "Alışılagelmiş şeyler fiil değildir." şeklinde olunca, bu fark meydana gelmez. Dolayısı ile Kur'an'ınmucize oluşu ile istidlal etmek doğru olmaz. e) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), davasında kendisini tasdik etmesi için Allah'ın kendisine bu mucizeyi verdiğini söyleyerek delil getirmiştir. Şayet bu Allah tarafından olmasaydı, i'caza dahil olmazdı. Halbuki onların cebre kail olmalarından dolayı bu fark ortaya çıkmaz. Çünkü alışılagelen ve alışılmamış olan her fiil ancak Allah tarafındandır." Râzî (radıyallahü anh)'nin El-Kâdî'ye Cevabı el-Kâdî'nin bu görüşlerine şöyle cevab verilir: Tahaddiden maksad, hasmın, istenen şeyi ya kasten veya tesadüfen yapmasıdır. Tesadüfen bunu yapması batıldır. Çünkü tesadüfi olan, kişinin elinde değildir. Geriye birinci ihtimal kalır. O zaman da, kişinin meydan okunan şeyi yapması, o işe kalben niyet etmesine bağlıdır. Niyet kişinin kendisinden ise, bu teselsülü gerektirir ki o da muhaldir. Eğer niyet Allah'dan ise bu durumda cebr geri gelir ve Kâdînin bize karşı söylediği deliller kendisine döner ve ileri sürdüğü şeyler batıl olur. |
﴾ 23 ﴿