26"Gerçekten, bir sivrisinek olsun, (önemsizlikte) ondan daha ileri birşey olsun, Allahü teâlâ, herhangi bir şeyi misal getirmekten çekinmez. Artık iman edenler onun Rabblerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise, "Allah bu misal ile ne kasdedilebilir ki" derler. Allah onunla bir çoğunu şaşırtır, yine onunla birçoğuna hidayet eder. Onunla fasıklardan başkasını da şaşırtmaz. ". Kur'an'da Hayvanların Misal Verilmesi O'nun Fesahatine Zarar Vermez Cenâb-ı Hak delil ile Kur'an'ın mu'cize olduğunu izah edince, buna ta'n eden kâfirlerin ileri sürdüğü şüpheyi bu ayette mevzu bahs ederek, onun cevabını verdi. Şüphe şudur: "Cenâb-ı Hak, Kur'an'da arıdan, sinekten, örümcekten ve karıncadan bahsetmiştir. Böyle şeyler fasih kimselerin sözünde bulunmaz. O halde Kur'an'ın böyle şeyleri ihtiva etmesi, mucize olması şöyle dursun, fasih bir kelam olmasına bile zarar verir." Cenab-ı Allah onlara, "Bu gibi şeyleri zikretmek, yüce hikmetler ihtiva edince, bunların yer almaları, Kur'an'ın fesahatine zarar vermez " diyerek cevab vermiştir. İşte bu da, bu ayetin, bir önceki ayet ile nasıl ilgili olduğuna işarettir. Sonra bu ayette birkaç mesele vardır: Ayetin Nüzul Sebebleri İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Ey insanlar, size bir misal getirildi. Şimdi onu dinleyin... "(Hacc, 73)ayeti nazil olup müşriklerin putlarına ta'n ederek, sonra onlara ibadet etmeyi, örümcek ağına benzetince, yahudiler şöyle dediler: "Sineğin ve örümceğin ne değeri var ki Cenab-ı Hak, onları misal getirmiştir."? İşte bu söz üzerine, Bakara süresindeki bu (26-27) ayetler nazil olmuştur. Bu ayetin sebebi nüzûlu hususunda ikinci bir görüş şudur: Münafıklar, Allahü teâlâ'nin ayetinde, kendi durumlarının ateşe, karanlıklara, gökgürültüsü ve şimşeğe, benzetilmesi hususunda ta'nda bulununca, bu ayet nazil olmuştur." Üçüncü görüş, bu ta'nın müşriklerce yapılmış Olduğudur. Kaffal, bu görüşlerin hepsinin de muhtemel olduğunu söyleyerek şöyle demiştir: Bunların yahudiler olmasına gelince, bunun sebebi, ayetin sonunda, denilmiş olmasıdır ki, bu yahudilerin sıfatıdır. Çünkü bu ayetten sonra, ahde vefa etmeleri hususunda muhatab tutulanlar İsraitoğullarıdır. Ayetin sebebi nüzulünün münafıkların ve kâfirlerin sözlerinin olmasına gelince, bu, onlardan Müddessir sûresinde: '(Bunu biz) kalblerinde hastalık bulunan ve kâfirler de, "Allah bununla misal olarak neyi murad etmiştir" desinler (diye yaptık). İşte Allah dilediğini böylece şaşırtır, dilediğine de hidayet eder "(Mûddessir, 31) ayetiyle bahsedilen husustur. Kalblerinde hastalık bulunanlar münafıklardır. Ayette geçen "kâfirler" sözü müşrikleri de içine alabilir. Çünkü Müddessir sûresi mekkîdir. Her iki gurub da Mekke'de vardı. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu ayette hepsinin muhtemel olması söz konusudur. Çünkü kâfirler, münafıklar ve yahudiler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e eziyet etme hususunda uyum içinde idiler. Bakara sûresinin başından buraya kadar, yahudi, münafık ve müşriklerin bahsi geçmiştir ki bunların hepsi kâfirdirler." Bundan sonra Kaffal, "Ayetin, sebeb-i nuzül olmadan indirilmiş olması da caizdir. Çünkü ayetin sebeb-i nüzulü olmadan da manası anlaşılmaktadır." demiştir. Hayanın Lügat Mânası ve Allah Taalaya İsnadı "Haya", kınanma ve tenkid edilme korkusu ile insanda meydana gelen bir moral bozukluğu ve hal değişikliğidir. Bu kelime, fe lafzından türemiştir. denildiği gibi (Adam utandı) da denilir. Bir de aynı şekilde, atın diz kapağı kemikleri hastalandığı zaman, aynı vezinde, denilir. Haya, kendisine moral bozukluğu ve değişiklik arız olan varlığın kuvvetini kıran, hayatını kederlendiren şey manasına alınmışın Nitekim Araplar, "Şundan utandığından dolayı kahroldu, " "utancından öldü;" "yüzünde utancının şiddetinden dolayı kahrolma belirtisi gördüm" ve "utancından eridi " demişlerdir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, haya, bedendeki bir değişikliği ifade ettiği için, bu Allah hakkında imkansızdır. Çünkü bu değişiklik ancak cisimler hakkında düşünülebilir. Bununla beraber hadislerde, bu kelime yeralmıştır: Selman (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediğ'ıi rivayet eder: "Cenâb-ı Allah hayalı, cömerttir; kulu kendisine ellerini kaldırdığında, onlara bir hayır koymadıkça, onları boş geri çevirmekten haya eder." Ebû Davûd, Vitr. 23 (2/78). Durum böyle olunca, te'vil yapmak gerekir. Bunda iki husus vardır. Birincisi:-Ki bu tür şeylerde bu bir kanundur, - şudur: Cisimlere has olan sıfatlardan kullar için olanlarla Cenab-ı Hak nitelendirildiğinde bu, arazların başlangıçlarına değil de, neticeleri itibari ile düşünülür. Bunun misali şudur: Haya insan için söz konusu olan bir durumdur: ancak bunun bir başlangıcı ve sonu vardır. Bunun başlangıcı, çirkin olan şeye nisbet edilme korkusundan ötürü insana gelen fiziksel değişikliktir. Nihayeti ise, insanın bu işten vazgeçmesidir. Allah hakkında haya lâfzı kullanılınca, bundan maksad hayanın başlangıcı ve mukaddimesi olan korku değildir. Tam aksine, nihayeti ve sonucu olan fiili bırakmadır. Gazab da böyledir; bunun da bir alameti ve mukaddimesi vardır ki, bu kalbin kanının kabarması ve intikam alma arzusudur. Bunun bir de neticesi vardır ki, bu da kendisine gazab edileni cezalandırmaktır. Allah'ı gazab ile nitelendirdiğimizde bundan maksat, intikam arzusu ve kalbdeki kanın kabarması manasına olan gazabın başlangıcı değildir; tam aksine, maksat onun neticesidir ki, bu da ceza vermektir. İşte bu, bu mevzuda külli bir kaidedir. İkincisi: Bu sözün kâfirlerin sözleri içinde yer almış olmasının caiz olmasıdır. Kâfirler şöyle demişlerdi: Hazret-i Muhammed'in Rabbi, sineği ve örümceği misal getirmekten utanmaz mı? Sual cevaba denk düşsün diye, âyette (......) şeklinde gelmiştir. Bu, söz sanatında güzel bir sanattır. Sonra Kadî "Bu tür, müsbet manada Allah'a isnadı caiz olmayan şeylerin, menfi anlamda da Allah'a nisbet edilmemesi gerekir.Uygun olan "Ancak Allah bununla nitelendirilemez" denilmekten ibarettiradıyallahü anhllah Taala hakkında yani, "utanmaz" tabirini ıtlak etmek imkansızdır. Çünkü bu onun hakkında caiz olanın nefyedildiği zannını uyandırır. Cenab-ı Hakkın, kitabında "Onu ne bir uyuklama, ne de bir uyku tutmaz "(Bakara. 255) ve "Ne doğurmuş, ne de doğmuştur "(İhlas, 3) şeklinde zikrettiği hususlara gelince, bunlar sureta nefy şeklinde olsalar bile, gerçekte nefy değildirler. Yine Cenâb-ı Hakkın: "Allah bir çocuk edinmemiştir"(Muminûn.91) ve: "O doyurur, kendisi doyurulmaz. "(Enam, 14) ayetleri de böyledir. Kur'an'da zikredilen herşeyin, hitab halinde Allah'a itlak edilmesi caiz değildir. Bu sebeble, bunun ıtlakı da, ancak onun hakkında imkansız olduğunu beyan etmek suretiyle caiz olur. Birisi şöyle diyebilir: "Bu sıfatların Allah'dan nefyedildiğinde şüphe yoktur. Bu sebeple bunların netyedildiğini haber vermek doğru olur. Böylece de sadece ancak şöyle denilebilir: "O sıfatların yokluğunu haber vermek, onların Allah hakkında mümkün olabileceğini de gösterebiliriz." Buna karşı biz deriz ki: Bu delalet mümkin değildir. Çünkü, özellikle bu nefyi zikretmek, onun haricindekilerin var olduğuna delalet etmez. Hatta, lafza, bu sıfatların o şey hakkında uygun olmadığını ifade eden birşey bitiştirilse, beyan etmede daha ileri bir derece olduğu için bu daha güzel olur. Başkasının daha güzel olması, bunun çirkin olmasını gerektirmez. Üçüncü Mesele Meseller aklen güzel şeylerdendir. Buna birkaç husus delalet eden: 1) Arap ve Arap olmayanların bu hususta ittifak etmiş olmalarıdır. Darb-ı mesel, Araplarca çok meşhurdur Onlar en küçü şeyleri bile darb-ı mesel getirerek, zerreye temsil etme hususunda, "zerredeı daha derli toplu, "zerreden daha mazbut", zerreden daha gizli"; sıneği temsil etme hususunda, "sinekten daha cesur, "sinekten daha hatalı' "sinekten daha hareketli", "sineğin sineğe benzemesinden daha çok benzer", "sinekten daha ısrarlı "; keneye temsil etme hususunda: "Keneden daha çok duyan", "keneden daha küçük, "keneden daha asalak", "keneden daha gamlı", "keneden daha sinsi "; çekirgeye temsil etme hususunda: "Çekirgeden daha iyi zıplayan; çekirgeden daha kırıp geçiren(ekini); çekirgeden daha ifsadcı, çekirgenin tükrüğünden daha berrak"; kelebeğe temsil etme hususunda, "Kelebekten daha zayıf", "kelebekten daha hareketli", "kelebekten daha cahil", sivrisineğe temsil etme hususunda da, "sivrisinekten daha zayıf", "sivrisineğin iliğinden daha kıymetli", teklif-i mâla yutak hususunda da "Bana, sivrisineğin iliğini (çıkarmamı) teklife '." derler. Araplardan başka milletlerin darb-ı mesellerine gelince, Kelile ve Dimne ve benzeri kitaplar buna misaldir. Bu kitapların birinde anlatıldığına göre, sivrisinek, yüksek bir hurma ağacının tepesine konmuş, uçmak istediği zaman "Ey hurma ağacı sıkı dur uçmak istiyorum " deyince, hurma ağacı Allah'a yemin olsun ki konduğunu hissetmedim. Uçtuğunu nasıl hissedeyim " demiş. 2) İsâ (aleyhisselâm)'ya gönderilen İncil'de küçük ve basit şeylerle darb-ı mesel getirilmiş olması... İncil'de şöyle deniliyor:"Göklerin melekûtunun misali, köyünde temiz tohumla buğday eken adamın misali gibidir. İnsanlar uyuyunca, bu adamın düşmanı gelerek tarlasına buğdayın arasına karaca îotıumu ekti. Ekin bitip filizler başak verince, karaca buğdaya galib geldi. Bunun üzerine çiftçinin köleleri gelerek: Ey Efendim, tarlana yeni temiz buğday ekmemiş miydin?" deyince. Efendi "Evet" dedi. Bunun üzerine köleler: "Ya bu karaca neredençıktı?"dediler. Efendi, "Belki de siz karacayı sökeceğiz diye, onunla beraber buğdayı da sökersiniz, onun için bırakın ikisi de hasad zamanına kadar büyüsünler " dedi. Hasad zamanı hasadcılara, karaca bitkisini buğdaydan ayırmalarını, demet demet yapıp ateşte yakmalarını, buğdayı da ambara doldurmalarını emretti. Size bunu açıklayalım: Bu iyi kalite buğdayı eken adam o insanların atası Hazret-i Adem (aleyhisselâm), tarlası alem, bu kaliteli buğday da, Allah'a itaat eden melekûtun biz oğullarıyız. Karaca tohumunu atan düşman ise iblistir. Karaca ise İblis'in ve ordusunun ektiği günah tohumlarıdır. Hasadcılar ise ecelleri gelinceye kadar insanları bırakıp, ecelleri geldiğinde cennetlikleri Allah'ın melekûtunda, cehennemlikleri de ateşte toplayan meleklerdir. Karacanın derlenip toplanıp ateşte yakılması gibi, Allah'ın peygamberleri ve melekleri de, Allah'ın melekûtundan tembelleri ve onların günahlarını derler toplarlar ve cehennemin külhanına atarlar. Böylece orada bir feryad-ü figan, bir diş gıcırtısı başlar. Cennetlikler orada, Rablerinin melekûtundadır. Dinleyecek kuiağı olan dinlesin. Sana göğün melekutuna benzeyen başka bir misal daha vereyim: Bir adam, en küçük tane olan hardal tanesi alsa ve onu tarlasına ekse, bitince büyüse, baklagillerden büyük bir bitki haline gelse; gökten bir kuş süzülüp, onun yapraklan arasına yuva yapsa. İşte hidayet de böyledir. Kim hidayete çağırırsa Cenab-ı Allah onun ecrini kat kat verir, ismini yüceltir ve ona uyan herkesi de kurtarır. Bu adam şöyle der: "Güzel unun elenip altına döküldüğü ve içinde kepeği tutan elek gibi olmayın. Siz de böylesiniz: Ağızlarınızdan hikmetler saçılıyor, içinizde birtakım hastalıkları tutuyorsunuz. Kalbleriniz ateşin olgunlaştıramadığı, suyun yumuşatamadığı, rüzgarın yerinden oynatamadığt taşlar gibi olmasın. Buğdaylarınızı bitlerin ve ağaç kurtlarının olduğu yere depolamayın, yoksa onlar buğdayınızı bozarlar. Onları, zehirli ve hırsızların olduğu yere de depolamayın. Yoksa onu zehir yakar, hırsızlar çalar. Fakat zahirelerinizi Allah'ın yanında biriktiriniz. Biz toprağı kazıyor ve üzerinde elbisesi, yanıbaşında rızkı olan bazı canlılar buluyoruz. Bunlar ne ekmişler ne de biçmişlerdir. Yine onlardan kaskatı taşın içerisinde veya ağacın içinde bulunanlar vardır. Onları bu elbiseleri ve rızıkları ile orada bulunduran (yaratan) ancak Allah'dır. Düşünmez misiniz! Arıları kovalamayın, yoksa sizi sokarlar, Akılsızlarla yüz göz olmayın, çünkü onlar size söverler." Böylece Cenab-ı Hakk'ın bu küçük şeyleri mesel getirdiği ortaya çıkar. Darb-ı mesel aklen güzeldir. Çünkü benzetmek ve teşbih yapmak muhayyilenin tabiatındandır. Mana tek başına zikredildiğinde akıl onu ancak muhayyilenin akılla mücadelesi şartları içinde anlar. Eğer mana bir teşbih (benzetme) ile zikredilirse, akıl onu muhayyilenin yardımı ile hemen anlar. Şüphe yok ki mananın bir teşbih ile zikredilmesi daha mükemmeldir. Yine biz, insanın bir mana zikrettiğini, fakat o mananın layıkı veçhile ortaya çıkmadığını görüyoruz. Ama o bir misal ile zikredildiğinde gayet açık ve belirli olur. (Madem ki temsil daha fazla bir vuzuh ve beyan imkânı verir. Öyleyse kendisinden izah ve beyandan başka bir şey beklenmeyen Kitabullah'ta zikredilmesi şart olur.) Müşriklerin "Bu değersiz şeylerle Allah'ın darb-ı mesel getirmesi yakışık almaz" sözlerine gelince, biz deriz ki: "Bu cehalet eseri söylenmiş bir sözdür." Çünkü Cenab-ı Allah büyük olan şeyleri de küçük olan şeyleri de yaratandır. Halbuki yarattığı herşeyde hükmü geneldir. Çünkü O, herşeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapmıştır.Küçük olan O'na büyükten daha hafif, büyük olan ise küçükten daha zor değildir. Bütün varlıklar Cenab-ı Allah yanında aynı olunca, kullarına darb-ı mesel yapmada, onların büyüğü küçüğünden daha evlâ olmaz. Aksine göz önünde bulundurulması gereken şey, kıssaya (hâdiseye) en uygun olanıdır. Kıssaya en uygun olan sinek ve örümcek olunca, Cenab-ı Allah onları mesel getirir yoksa fil ve deveyi değil. Buna göre Allah'ın, kullarının putlara ibadetinin ve Rahman'a ibadetten yüz çevirmelerinin çirkinliğini ifade etmeyi murad ettiğinde, o ufacık böceklerinin zararını dahi bu putların defedemiyeceğini ortaya koymak için, sineği; puta ibadetin, örümceğin ağından daha güçsüz ve daha zayıf olduğunu beyan etmek için de örümcek yuvasını mesel getirmesi uygun olmuştur. Bütün bu gibi yerlerde, darb-ı mesel yapılan varlık ne kadar güçsüz olursa, darb-ı mesel o nisbette güçlü ve açık olur. Dördüncü Mesele Esâm (......)daki (......)nın tıpkı "Allahdan bir rahmet üzere" (Al-i İmran, 159) âyetindeki, sıla ve zaide deki, sıla ve zaide olduğunu söylemiştir. Ebu Müslim ise, "kur'an'da ziyade ve lağvin (boş, manasız sözün) bulunmasından Allah'a sığınırım" demiştir. Doğru olan Ebu Müslim'in sözüdür. Çünkü Cenab-ı Allah, Kur'an'ı "Bir hidayet ve beyan" olarak nitelemiştir. Onda lağvin olması, bu sıfata aykırıdır. (......) kelimesinin iki kıraati vardır: 1) Mansub olarak (fethalı) okunması... Bu kıraata göre: (......) lafzında iki vecih vardır: a) (......)nın mebni olmasıdır. Bu, kendisine nekire bir isim eklendiğinde, nekire isim onu müphem kılar ve ona hususi olmaktan uzak ve daha umumi olan bir mana kazandırır. Bunun izahı şudur: Adam, arkadaşına "Bana bir kitap ver, ona bakayım" dediğinde arkadaşı ona bazı kitaplar verse, adam Ben başka kitap istemiştim" diyebilir. Ama arkadaşına "Bana herhangi bir kitab ver" demiş olsaydı, ona "Ben başka kitap istemiştim" demesi doğru olmazdı. Çünkü sözün takdiri "Bana hangi kitab olursa olsun bir kitab ver" demektir. b) (......) nın, sıfat yerine geçen cins ismi ile izah edilen bir nekire olmasıdır. 2) (......) şeklinde merfu okunması. Bunda da (......) için iki vecih vardır: a) Sılası cümle olan bir mevsul olması. Çünkü ayetin takdiri (......) demektir. Buna göre, mübteda (......) (En'am, 154) ayetinde hazfedildiği gibi, burada da mahzuftur. b) (......) nın bir istifham (soru edatı) olmasıdır. Çünkü Cenab-ı Hak, "Allah misal getirmekten utanmaz" deyince, sanki bundan sonra da mesel getirme hususunda sivrisinek ve ondan üstün olana ne hacet? Allah dilerse ondan da küçük olanı mesel irâd edebilir. Nitekim; "Falanca ne verdiğine hiç bakmaz; bir dinar, iki dinar ne oluyor ki?" denir. Bundan maksat "O bundan da çoğunu hibe der" demektir. Beşinci Mesele Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Darb-ı mesel" ifadesinin dayanağı "darbu'l-lebin" (Kerpicin kalıba dökülmesi) ve "darbu'l-hâtem" (Yüzüğün kalıba dökülmesi) ifadesidir." Tabirinin İ'rabı Hakkında (......) lafzı (......) lafzının atf-ı beyanı veya fiilinin mef'ûlü olarak mansubtur. (......) kelimesi ise, nekre (......) kelimesinin mukaddem (önce gelen) halidir. Yahut da manasına fiilinin, iki mefulünden ikincisidir. Bu, ismi mevsul veya müphemlik ifade eden olduğu zaman böyledir. Eğer, (......) kelimesinin açıklayıcısı durumunda olursa, bu durumda tefsir ettiği şeye tabi olur. Hem müfessir (açıklayıcı) hem müfesser (açıklanan)in tamamı ya atf-ı beyandır veya meful makamındadır. Bu durumda (......) kelimesi, tekaddüm eden bir haldir. Kelimenin (......) şeklinde merfu okunması, mahzûf mübtedanın haberi sayılması sebebiyledir. (......) lafzının mevsul ve mevsuf veya istifham olması durumunda mesele açıktır. (......)nın ibhâmiyye (müphemlik ifade eden) olması durumunda (......)in merfu okunması, cevab olduğu içindir. Sanki biri "O nedir?" demiş de, cevaben yani 'O sivrisinektir' denilmiştir. Kelimesinin İştikakı Keşşaf sahibi şöyle demiştir: (......) kelimesinin iştikak ettiği kök, kısım ve parça mânasına gelen (......) lâfzıdır. (......) ve (......) kelimeleri de böyledir. Nitekim " Sivrisinek onu ısırdı" denilir, lâfzı da bu mânadandır. Çünkü, o şeyin bir parçasıdır, aslında (......) kelimesi gibi "feûl" vezninde bir sıfattır. Ne var ki, daha çok isim olarak kutlanılmıştır. Âlimlerden bir kısmı, lâfzının bir şeyin kısmı mânasına gelen terkibinden geldiğini söylemiştir. Sivrisinek cisminin ve kütlesinin ufak ve küçük olmasından dolayı, olarak isimlendirilmiştir. Bir de Dir şeyin parçası, bütüne kıyasla az olduğu için, bu ismi almıştır. En kuvvetli görüş ise, birinci görüştür. Sahib-i Keşşâf, devamla şöyle demiştir: Sivrisinek, Allah'ın ilginç yaratıklarından birisidir, çünkü kendisi son derece küçük olmakla beraber hortumu da küçüktür; aynı zamanda onun içi de boştur. Ancak ne var ki, o çok küçük hortumuna ve içinin boş olmasına rağmen, kimsenin parmaklarını hurma tatlısına daldırması gibi, çok kalın olmasına rağmen filin ve camısın derisine batırabilir. Bunun sebebiyse, Cenab-ı Hakk'ın, onun hortumunun ucunda bir tür zehir yaratmış olmasıdır. Tabirinin İzahı Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesinde iki vecih bulunmaktadır. a) Bu ifadeden maksadın, sinek, örümcek, eşek ve köpek gibi cüsse bakımından sivrisinekten daha büyük hayvanlar nmasıdır. Çünkü müşrikler Cenab-ı Allah'ın böylesi şeylerle bir temsilde bulunmasını yadırgamışlardır. b) Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadeyle cüsse bakımından sivrisinekten daha küçük olan canlıları murad etmiş olmasıdır. Muhakkak alimler, birkaç sebepten ötürü, bu görüşe meyletmişlerdir: 1) Bu temsilden maksat, putları tahkir etmektir. Kendisine benzetilen şey, ne kadar önemsiz ve değersiz olursa, bu babda elde edilecek maksad o nısbette mükemmel olur. 2) Bu temsilden maksat, Cenâb-ı Hakk'ın basit ve önemsiz şeyleri mesel olarak getirmekten imtina etmemiş olmasıdır. Bu gibi yerlerde, ikinci defa zikredilen şeyin birincisinden daha önemsiz olması gerekir. Meselâ, "Falanca, bir dinar ve ondan daha azını elde etme hususunda zillete katlanır" denilir. Çünkü bir dinardan daha azını kazanma hususunda zillete katlanmak, dinarı kazanmadaki zillete katlanmasından daha şiddetlidir. 3) Bir şey ne kadar küçük olursa, onun sırlarına muttali olmak o nisbette güçleşir. Buna göre, o şey, ancak Allah'ın ilminin kuşatabileceği derecede küçük olduğunda, onunla mesel getirmek, hikmetin mükemmelliğine delalet etme bakımından, büyük şeyin mesel olarak getirilmesinden daha güçlü olur. nın sivrisinekten daha büyük canlıları ifade ettiğini söyleyenler, buna iki hususu delil getirmişlerdir: 1) (......) lâfzı yüksekliğe delâlet eder. Meselâ denildiğinde bunun mânası, bunun o şeyden daha büyük olması, demektir. Rivayet olunduğuna göre, adamın biri Hazret-i Ali'yi methetmişti. Halbuki o adam bu konuda samimi değildi (müttehdm idi). Bunun üzerine Hazret-i Ali ona (Ben senin dediğinden daha dûn, fakat içinden geçirdiğinden daha yüksek bir mertebedeyim) dedi. Maksadı "Senin düşündüğünden daha üstünüm" demek idi. 2) En küçük hayvan sivrisinek olduğu halde, ondan daha küçüğü nasıl mesel olarak verilir? Birinci kısma cevabımız şudur: Herhangi bir sıfatın, kendisindeki sübûtu, başkasındaki sübûtundan daha kuvvetli durumda olan her şey o sıfat bakımından, daha zayıftan daha kuvvetli olur. Mesela: "Falanca kişi aşağılıkta ve pintilikte falancanın fevkindedir" denildiğinde maksad: "Aşağılıkta ve pintilikte ondan daha aşağıdır" demektir. Yine "Bu küçüklük itibarı ile şundan üsttedir " denildiğinde, bu, bunun şundan daha küçük olmasını ifade eder. İkinciye cevabımız ise şudur: Sivrisinekten daha küçük olan şey, onun kanadıdır. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onu dünyaya bir mesel olarak getirmiştir. (......) Hakkında (......) kendisinde şart manası olan bir harftir. Bundan dolayı cevabının başında gelmesi gerekir. Bu fâ harfi de te'kıd manası taşır. Mesela (Zeyd gidiyor) dersin. Bunu te'kid etmek, gittiğini kati olarak ifâde etmek istersen (Zeyde gelince, o muhakkak gidiyor) dersin. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki ayette geçen her iki cümlenin (......) ile başlatılması, mü'minlerin durumunu son derece övüp, onların bildiklerinin hak olduğunu göstermek, kâfirlerin söyledikleri şeye karşılık da kâfirleri son derece zemmetmek içindir. Hakk Kelimesinin Lügat Manası (......) inkârı caiz olmayan ve varolan birşey demektir. Birşey var olup, bulunması kesin olunca denilir. Senin Rabbinin (......) kelimesi hak olarak gerçekleşti" ve dokusu sağlam olan elbise için de denilir. Onbirıncı Mesele Âyetteki hakkında iki vecih bulunmaktadır. a) (......) nın (......) mânasında ism-i mevsûl olmasıdır. Buna göre (......) iki ayrı kelime olmuş olur. b) (......)nın (......) ile birlikte bir isim olarak kabul edilmesidir ki, bu durumda o, tek bir kelimedir. Buna göre bu kelime iki durumda bulunmaktadır. Birincisi: Mübtedâ olmak üzere mahallen merfûdur. Haberi ise, sılasıyla beraber (......)dır. İkinciye göre ise, tek başına (......) hükmünde kabul edilerek, sanki (......) demişsin gibi, mahallen mansûb kabul edilmesidir. İrade Hakkında Önemli Bir İzah İrade, akıllı bir kimsenin nefsinde hissettiği ve iradesi ile ilmi, kudreti, elemi ve lezzeti arasında açık bir fark bulunmasına vesile olan bir mahiyettir. Durum böyle olunca, irâdenin mahiyetini tasavvur tarife muhtaç değildir. Kelamcılar, "İrade, meydana gelişte değil de, meydana getirme hususunda caiz olan şeyin iki tarafından (olup olmamasından) birinin diğerine üstünlüğünü gerektiren bir sıfattır" demişlerdir. Biz tarifte geçen "meydana getirme hususunda" kaydı ile, bunun kudretle karışmasından kaçınmış olduk. Alimler, iradenin Allah'a nisbet edilmesinde müslümanların ittifakı bulunmakla beraber, Allah'ın "murîd" (irade eden) olup olmadığı hususunda ihtilaf ettiler. Neccariyye fırkası, murid lafzının selbî (olumsuz) bir mana ifade ettiğini ve "Allah'ın mağlub edilemez ve birşeye zorlanamaz" manasına geldiğini söylemişlerdir. Onlardan, bunun subuti (olumlu) bir şey olduğunu söyleyenler de vardır. Bunlar da kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir. Buna göre Câhız, Kabî ve Ebu'l-Hasan el-Basrî bunun manasının, maslahatı veya mefsedeti (fayda ve zararı) yapmayı da içine alan ilm-ı ilahi olduğunu söylemişler ve bu ilmi de, "yapmaya götüren" veya "yapmaktan alıkoyan sebeb" (Dâi ve Sârif) diye isimlendirmişlerdir. Bizim alimlerimiz ile (Mu'tezile'den) Ebu Ali, Ebu Hâşim ve onlara tabi olanlar, iradenin ilme ilave bir sıfat olduğunu söylemişlerdir. Sonra bu irade sıfatı, ya zati -ki bu Neccariyye'nin ikinci görüşüdür- veya manevi olmak üzere iki kısımda ele alınmıştır. Bunun manası iradenin ya kadim olmasıdır -ki bu Eş'ariyye'nin görüşüdür- veya muhdes (sonradan olma) olmasıdır. Muhdes olması halinde bu sıfat ya Allah ile kaimdir -ki Kerrâmiyye'nin görüşü budur- veya başka bir cisimle kaimdir- ki bu görüşte olan kimse yoktur-, veyahut da o bir mahalde bulunmaksızın mevcuttur. Bu son görüş ise, (Mutezile'den) Ebu Hâşim, Ebu Ali ve onların talebelerinin görüşüdür. Onüçüncü Mesele Lafzındaki "hû" zamiri râcidir, , yahut da lafzına râcîdir. Müşriklerin "Allah bununla ne kastediyor?" sözlerinde bir istihza ve hakaret bulunmaktadır. Nitekim Hazret-i Aişe (radıyallahü anha), Abdullah b. Amr b. el-Âs hakkında' Bu İbn Amr'a da şaşardım!" demiştir. Ondördüncü Mesele (......) kelimesi, temyiz olduğu için mansubtur. Nitekim sen, sana kötü bir cevab veren kimseye sen, "Sen bununla cevab olarak neyi kastettin?" veya, kötü bir silah taşıyan kimseye de: "Sen bundan silah olarak nasıl yararlanıyorsun" dersin. Veyahutta (......) kelimesi, hal olduğu için mansubtur. Nitekim Cenâb-ı Allah'ın şu âyetinde de böyledir. "Bu size bir mu'cize olmak üzere Allah'ın (gönderdiği) bir dişi devedir"(A'raf, 73). Onbeşinci Mesele Cenâb-ı Allah, "Allah bununla ne kastediyor? "sözü ile, kâfirlerin inkâr ve küçük görmelerini hikaye ettikten sonra buna, "Onunla çoğu kimseyi saptırır ve çoğu kimseye onunla hidayet eder" ayeti ile cevab verir. Allah'ın, Kulu İdlal Etmesi (Şaşırtması) Biz, burada, bu manadaki bütün ayetler hususunda kendisine başvurulan bir asıl mesabesinde olduğu için, hidayet veldalâlete düşürme meselesi üzerinde konuşmak istiyoruz. Önce dalalete düşürmeden (idlâl'den) bahsediyor ve diyoruz ki: Hemze bazan, müteaddi olmayan bir fiili, müteaddi yapmak için gelir. Meselâ (çıktı) fiili müteaddî değildir. (çıkardı) dediğinde o fiili müteaddi (meful alan) bir fiil yapmış olursun. Bazan da hemze müteaddi fiili, lazım (meful almayan) bir fiil yapmak için kullanılır. Nitekim, "Ben onu yüzükoyun düşürdüm, o da düşdü" dersin. Bazan da hemze sırf "bulmak" (vicdan) manasını ifade etmek için fiilin önüne gelir. Amr b. Ma'dîkerib'in Süleymoğullarına şöyle dediği nakledilmiştir: Yani, "Sizinle savaştık fakat sizde korku görmedik (bulmadık), sizi hicvettik fakat susturamadık ve sizden istedik, sizde cimrilik görmedik (bulmadık)." Yine bunun gibi, "Falancanın toprağına geldim ve onu çok ma'mur buldum" denilir. Nitekim el-Muhabbal şöyle demiştir: "Husayn, Kuza'a kabilesine efendi olmak istedi, fakat bir anda kendisini zelil ve perişan olmuş buldu." Bir kimse "Hemze ancak müteaddi olmayan fiili müteaddi yapmak için kullanılır" denilmesi niçin caiz olmasın?" diyebilir. Buna göre Arabların sözüne gelince, bundan muhtemelen kastedilen şudur: "Ben onu yüzükoyun düşürdüm, o da kendisini yüzüstü yere attı!" Öyleyse burada fiil iki mefulu de hazfedilmiş olduğu halde zikredilmiştir ki bu pek nadir bir kullanış şekli değildir. Amr b. Ma'dıkerib'in sözüne gelince bundan murad, "Bizim savaşmamızın, sizin korkaklar olmanızda bir etkisi olmadı." Ve "Bizim sizi kınamamız, sizi susturmada hiç müessir olmadı" manasıdır. Diğer ifadeler de bu manadadır. Bizim söylediğimiz bu görüş, hemzenin birden fazla manaya gelmesini önlemek bakımından, daha uygundur. Bu sabit olunca deriz ki: (Allah onu idlal etti, saptırdı) sözümüzü iki manaya hamledebiliriz. Birincisi, "Allah onu sapık yaptı"; ikincisi, "Allah onu sapıtmış olarak buldu". "Allah onu sapık yaptı" manasındaki birinci takdire gelince, ayetin lafzında, Allahü teâlâ'nın onu bulunduğu halden saptırıp sapık yaptığını gösteren bir karine yoktur. Ayetin bu manaya hamledilmesinde iki vecih vardır: . 1) Allah onu dinden saptırdı. 2) Allah onu cennetten saptırdı. "Allah'ın onu dinden saptırması" manasına olan birinci şıkka gelince, lügatte, dinden saptırmanın ifade ettiği mana "Dini terketmeye çağırma ve dini o kimseye çirkin göstermek"tir. Allahü teâlâ'nın iblise nisbet ettiği idlâl (saptırma), bu manaya olan saptırmadır. Cenab-ı Hak bu hususta şöyle buyurmuştur: "Hiç şüphesiz O (iblis), apaçık, saptıran bir düşmandır" (Kasas. 15); "Andolsun ki (ben iblis), onları saptıracağım ve onları olmayacak kuruntulara boğacağım"'(Nisa, 119) "O kâfirler: "Ey Rabbimiz, cin ve İnsanlardan bizi saptıranları göster bize de onları ayaklarımızın altına alalım " derler"(Fussilet. 29) "Şeytan onlara kötü amellerini güzel gösterdi de onları yoldan saptirdı "(Neml, 24) . "İş olup bitince şeytan der ki: Şüphesiz Allah size hak vaadde bulundu. Ben de size vaa'dde bulundum, ancak vaa'dimde durmadım. Benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm (nüfuzum) yokhı. Ancak ben sizi çağırdım, siz de davetime icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayınız kendinizi kınayiniz"(İbrahim. 22). Cenâb-ı Hak, bu tür saptırmayı Firavn'a da nisbet etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Firavun kavmini saptırdı, onları hidayete ulaştırmadı" (Taha, 79). Ümmet, bu manada saptırmanın Allahü teâlâ hakkında caiz olmadığı hususunda icma etmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, ne küfre davet etmiş, ne de küfrü hoş göstermiştir. Aksine O, küfürden nehyetmiş, men etmiş ve küfre karşı büyük bir ceza tehdidinde bulunmuştur. İdlâl (saptırma)'in lügavi, asli manası bu olunca ve bu mana da icma ile Allah hakkında caiz olmayınca, bu kelimeyi zahiri manası ile anlamanın caiz olamayacağı hususunda bir icma'ın meydana geldiği sabit olur. O zaman cebr ve kader akidelerinden yana olanlar, bu kelimeyi te'vile ihtiyaç duymuşlardır. Cebre inananlara gelince, onlar bu lafzı, "Allahü teâlâ'nın insanlarda sapıklık ve küfrü yarattığına, onları imandan alıkoyduğuna ve böylece onlar ile iman arasına girmiş olduğu" anlamına almışlardır. Onlar, çoğu keı "Esasında bu lafzın dildeki hakiki manası budur. Çünkü nasıl ki ihraç ve idhâl, bir şeyi girdirmek ve çıkartmak manasına ise, idlâl de bir şeyi saptırmaktan ibarettir" demişlerdir. Mutezile, bu te'vilin, ne kelimenin lügattaki hakiki manası itibari ile, ne de akli deliller itibarı ile caiz olmadığını söylemiştir. Kelimenin lügattaki hakiki manası itibarıyla caiz olmamasına gelince, bunu birkaç yönden açıklayabiliriz: 1) Lügat itibarı ile, başkasını bir yola girmekten zorla ve cebren men eden kimseye "O onu idlâl etti" denilemez; aksine "O, onu o yoldan menetti ve ondan geri çevirdi" denilir. Araplar, bir kimse, başkasına durumu karışık gösterip, onda yolu bulmasını zorlaştıracak şüpheler uyandırdığı, o kişi de yolunu bulamadığı zaman ancak "O onu yoldan idlâl etti (saptırdı)" derler. . 2) Allahü teâlâ, Firavun ve iblis, kendilerine icabet edenlerin kalblerinde, ümmetin ittifakı ile, sapıklığı yaratmamış olmakla beraber, onları saptırmış (mudil) kimseler olarak vasfetmiştir. Cebriyye'nin görüşüne gelince, bunun sebebi, onlarca, kulların birşey meydana getirmeye kadir olamamalarıdır. Kaderiye'nin görüşünün sebebi ise, kulun bu tür bir yaratmaya kadir olamamasıdır. Bi'l-itifak yaratıcılığı kuldan nefyetmekle beraber, "mudil" (saptıran) ismi hakikaten bulununca anlıyoruz ki "mudil", lügatte sapıklığı yaratanı ifade etmek için konulmamıştır. 3) İdlâl, hidayetin karşılığı (zıddı)dır. "Ona hidayet yollarını gösterdim, ama o hidayete ermedi" denilebildiği gibi, aynı şekilde, "Onu saptırmaya çalıştım ama o sapmadı" da denilebilir. Bu böyle olunca saptırmak (idlâl) kelimesini, "sapıklığı yaratmak" manasına hamletmek imkansız olur. Bu te'vilin akli deliller itibarıyla caiz olmamasına gelince, bu da birkaç yöndendir: 1) Eğer Cenâb-ı Allah kulda dalaleti yaratsa sonra onu iman etmekle mükellef tutsa, şüphesiz ona iki zıd şeyi bir araya getirmeyi emretmiş olurdu. Bu da sefeh (akılsızlık) ve zulümdür. Halbuki Cenab-ı Hak: "Rabbin kullarına zerrece zulmetmez "(Fussilet, 46) "Allah hiç kimseyi gücü yetmeyeceği şeyle mükellef (sorumlu) tutmaz " (Bakara. 286) ve "(Allah) din (İşlerinde) üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi "(Hacc, 78) buyurmuştur. 2) Eğer Allahü teâlâ cehaleti yaratsaydı ve mükellefler için durumu karışık yapsaydı, kulunu mükellef tuttuğu şeyi açıklamış olmazdı. Halbuki Ümmet-i Muhammed, Cenâb-ı Hakk'ın açıklayıcı olduğunda ittifak etmişlerdir. 3) Hak Teâla kullarında dalaleti yaratsa ve onları imandan alıkoysaydı, onlara kitab indirmesinin ve peygamber göndermesinin bir faydası olmazdı. Çünkü elde edilmesi mümkün olmayan birşeyi elde etmek için gayret göstermek, boşuna yorulma ve akılsızlık olurdu. 4) İdlâli, "dalaleti yaratma" manasına almak, birçok ayet-i kerime ile de tezad teşkil eder: Mesela: "Onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar"(inşikâk, 20), "Onlara ne oluyor da öğütten yüz çeviriyorlar "(Müddessir, 49). "İnsanların, kendilerine hidayet (rehberi) geldiği zaman, iman etmelerine "Allah bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?")demelerinden başka bir şey maniolmadı" (isra, 94) ayetleri .gibi. Böylece Cenâb-ı Hakk, onların iman etmelerine kesinlikle bir maninin bulunmadığını açıklamış oldu.Onların imandan yüz çevirmelerinin sebebi, Allah'ın insan peygamberler göndermiş olmasını inkâr etmeleridir. Allahü teâlâ bu hususta: "İnsanlara hidayet geldiği zaman onların iman etmelerini ve Rablerinden mağfiret istemelerini...'den başka birşey men etmedi "(Kehf, 55); "Siz ölüler iken sizi dirilttiği halde Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz "(Bakara, 28); (Hak'dan)nasıl döndürülüyorsunuz?"' (Yunus, 32) ve "Hak'dan nasıl çevriîiyorsunuz" (Mümin, 62) buyurmuştur. Eğer Cenâb-ı Allah onları dinden saptırmış ve imandan çevirmiş olsaydı, bu ayetler batıl olurdu. 5) Allahü teâlâ, iblisi, askerlerini insanları dinden saptırma, hakdan yüz çevirtme hususunda onun yolunca gidenleri kınamış ve kulları ile peygamberlerine şu ayetleri ile, şeytandan kendisine sığınmalarını emretmiştir. "De ki o vesvese veren şeytanın şerrinden insanların Rabbi, Meliki ve Ma'budu (olan Allah'a) sığımrım"(Nas, 14) "De ki: Sabahın Rabbine sığınınm"(Felak, 1); "De ki: Rabbim, şeytanların dürtüşdürmelerinden (vesveselerinden) sana sığınırım "(Mü'minûn. 97); "Kur'an okuduğun zaman, koğulmuş şeytandan Allah'a sığın"(Nahl , 98) Şayet Allah, kullarını şeytanın saptırdığı gibi dinden saptırsaydı, şeytanın hakettiği gibi O da bir kınanmayı hakeder, şeytandan isti'âzenin (sığınmanın) gerektiği gibi Allah'dan da sığınmak gerekirdi ve Allah kullarının çoğunu saptırmış olacağı için, O'nu düşman edinmek gerekirdi. Nitekim aynı sebebten dolayı iblis düşman kabul edilmiştir. Bu durumda, Allah'ın payı daha çoktur. Çünkü iblisin saptırmasının (idlâlinin), dalaletin meydana gelmesi hususunda varlığı yokluğu birdir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın idlali böyle değildir. Çünkü Allah dalaletin meydana gelmesinde bizzat müessirdir. Bu sebeble böyle bir hükümden dolayı da iblisi bütün kötülüklerden münezzeh kabul edip, kötülüklerin tamamını Allah'a vermek gerekir ki bu durumda kınama işi, iblis'ten tamamıyla uzaklaşıp Allah'a dönmüş olurdu. Allah ise zalim kimselerin bu tür görüşlerinden münezzehtir. 6) Cenab-ı Hakk, dinden saptırmayı kendisinden başkasına nisbet etmiş ve onları bundan dolayı kınayarak şöyle demiştir: "Firavun kavmini saptırdı ve onları hidayete ulaştırmadı " (Taha, 79); "Sâmiri onları saptırdı"(Taha. 85): "Eğer yeryüzündekilerin çoğuna itaat edersen, onlar seni Allah yolundan saptırırlar."(En'am, 115) "Allah yolundan saptıranlara, hesabgününü unuttukları için, pek çetin bir azab vardir"(sad, 26); İblis'ten naklederek; "Onları mutlaka saptıracağım, onları kuruntulara boğacağım ve onlara emredeceğim de... "(Nisa, 119) İşte bunlar ya gerçekte dinden başkalarını saptırmışlardır, veyahut Allah onları saptırmıştır. Veyahut da itılâl (saptırma), müşterek olarak hem Allah, hem de bu ayetlerde bahsedilenler vasıtasıyla meyd na gelmiştir. Bu durumda, eğer onlar değil de, Cenab-ı Allah insanları saptırmış ise, Allah onlara iftira etmiş olur. Çünkü kendi işini, iftira edip onlara yüklemiş ve onları yapmadıkları işten dolayı ittiham edip kınamıştır. Halbuki Allah böyle yapmaktan münezzehtir. Eğer Allah bu idlalde onlarla ortak ise, kendisinin ortak olduğu ve onlarla eşit olduğu bir fiilden dolayı onları nasıl kınayabilir? Bu iki husus yanlış olunca, idlâli yaratmanın Allah'a nisbet edilmemesinin doğru olduğu anlaşılır. 7) Aşağıda sayacağımız ayetlere göre, Cenâb-ı Allah, sapıklıktan bahsettiği birçok ayette, sapıklığı (idlâli) günahkârlara nisbet etmiştir. "Onunla ancak fasık olanları saptırır "(Bakara, 26); "Allah zalim olanları saptırır "(ibrahim, 27); "Hiç şüphesiz Allah kâfirler gurubuna hidayet etmez "(Maide, 67); "Allah, her haddi aşan şüpheci kimseyi böyle şaşırtır"(Mümin. 34). "Allah, her haddi aşan yalancı kimseyi böyle şaşırtır "(Mümin, 28). Şayet Cenab-ı Allah'a nisbet edilen idlalden kasıt, o kimselerin üzerinde bulunduğu bu halleri yaratmak olsaydı, bu zaten bulunanı yeniden meydana getirmek olurdu ki bu imkansızdır. 8) Allahü teâlâ, hakka iletmediklerinden dolayı, kâfirlerin taptıkları şeylerin uluhiyyetini nefyederek şöyle demiştir: "O halde Hakk'a hidayet edecek olan mı kendisine uyulmaya layıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?"(Yûnus 35). Böylece Cenâb-ı Hakk, hakka iletemedikleri için, eşyanın rab olmasını nefyetmiş; Hakk'a ilettiği için kendisinin rubûbiyyetini isbat etmiştir. Şayet Cenâb-ı Hak Subhanehu, hakdan saptırmış olsaydı, bu durumda hem saptırmak hem de, kendisinden ötürü putlara uymayı nehyettiği şey hususunda o putlarla müşterek olmuş olurdu. Hatta, onları geçerdi bile, çünkü putlar hakkagötüremedikleri gibi, saptıramazlarda; halbuki Cenâb-ı Hakk, hakka ileten ilah olduğu gibi saptırabilir de... 9) Allahü teâlâ, onların kötü fiillerine karşılık onları cezalandırmak ve onlara azab etmek için bu "dalâl" den bahsetmiştir. Eğer maksat, onların içinde bulundukları sapıklık, dalâl olsaydı, bu da onların zaten kendisiyle içice oldukları ve kendisine yöneldikleri, kendisiyle lezzet duyup sevinç hissettikleri bir şey dolayısı ile azab ve tehdid olurdu. Şayet böyle birşey caiz olsaydı, bu durumda zinadan dolayı zina ile, içki içmekten dolayı içki ile azab etmek caiz olurdu ki bu caiz değildir. 10) Allah'ın: "(Allah) o (darb-ı mesel ile) fasıklardân başkasını şaşırtmaz. O fasıklar ki Allah'ın ahdini onu te'kid de ettikden sonra bozarlar"(Bakara, 26-27) ayeti, Allah'ın bu fiili ancak, kulun kendi iradesi ile Allah'ın ahdini bozan fasıklardân olmasından sonra, darb-ı mesel ile bu idlali meydana getirdiğini açıkça göstermektedir. Böylece, bu, kulun fasık olmasından ve ahdi bozmasından sonra meydana gelen idlalin, kulun fasıklığından ve ahdi bozmasından başka birşey olduğunu göstermektedir. 11) Allahü teâlâ, kitabında kendisine nisbet edilen idlâli ya ibtila ve imtihan olarak veya ceza ve ukubet olarak tefsir etmiştir. İbtila olan idlâl hakkında: "Biz o cehennemin bekçiliklerine meleklerden başkasını memur etmedik. Onların sayılarını da kâfirler için, başka değil ancak bir fitne (yani imtihan vesilesi) yaptık ki kendilerine kitab verilenler sağlam bilgi edinsinler, iman edenlerin de imanları artsın. (Hulâsa) hem kendilerine kitab verilen (ehl-i kitab), hem müminler şüpheye düşmesinler. Kalblerinde hastalık bulunan (münafiklar) ile kâfirlerde "Allah bu (zebanilerin sayısı) ile misal olarak neyi kastetmiştir?" desinler. İşte Allah kimi dilerse böylece şaşırtır, kimi de dilerse ona hidayet eder" (Müddessir. 31) buyurarak, kulunu idlal etmesinin, kulun hakiki maksadını bilemediği müteşabih bir ayet veya müteşabih bir iş indirme şeklinde olduğunu beyan etmiştir. Bu müteşabih ile sapan kimse ise, müteşabihden kastedilen şeye vakıf olmayan ve ondaki hikmetleri düşünemeyen, aksine batıl mücmelin izahı hususunda şüphelere sarılıp kalan kimsedir. Nitekim Allahü Teâlâ: "Kalblerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak (çıkarmak) ve (arzusunca onu) tevil etmek için Kur'an'ın müteşabih olan (ayetlerine) tabi olurlar" (Âl-i İmran, 7) buyurmuştur. Ukubet ve ceza olarak idlal etmesi hakkında da Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Boyunlarında bukağılar, zincirler bulunduğu zaman, onlar (bu vaziyette) sıcak suyun içine sürüklenecekler, sonra ateşte yakılacaklar. Sonra onlara, "Allah'ı bırakıp da O'na ortak koştuğunuz (putlar) nerede?" denilecek. Onlarda "Bizden uzaklaşıp gittiler. Daha doğrusu biz, daha evvel zaten hiçbir şeye tapmıyorduk" diyecekler. İşte Allah kâfirleri böyle şaşırtır" (Mü'min, 71-74). Böylece Cenâb-ı Allah idlâlinin bu iki şeklin dışında olmayacağını açıklamıştır. İdlal bu iki vecihten biri ile açıklandığında, müşterekliği gidermek için, başka şeyle açıklanmamalıdır. Buna göre idlâlin, küfrü ve dalâleti yaratmaya hamledilemiyeceği sabit olmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca deriz ki: Biz, idlâlin, Arapça'da "batıla çağırmak ve ona karşı teşvik etmek, batılın çirkinliğini gizlemeye gayret etmek" manasına geldiğini açıklamıştık. Bu mana ise Allah için caiz değildir. Bundan dolayı te'vile gitmek gerekir. Cebriyye'nin te'vilinın batıl olduğunu söylemiştik. Bu sebeble başka te'viller yapmak gerekir: 1) İnsan, sapması hususunda herhangi bir tesiri olmayan birşey meydana geldiğinde, kendi iradesi ile saptığında; o şey hakkında "O, onu saptırdı" denilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk putlar hakkında: "Yâ Rabbi, o putlar, insanlardan çoğunu idlâl ettiler (saptırdılar)" (İbrahim, 36), yani "o insanlar, putlar sebebiyle saptılar". "Hele yeğüs, Ye'ûh ve Nesr (putlarınızdan) vazgeçmeyin (dediler). Hakikaten o putlarbirçok kimseyi saptırdı"(Nun, 23-24); yani insanlardan çoğu, o putlar sebebiyle kendileri saptılar. "Sana Rabbinden indirilen (ayetler) andolsun ki onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artırdı "(Maide, 68); "Tebliğim onların sadece kaçışlarını artırdı"(Nuh, 6); yani onlar, onları dine davetim sebebi ile, ancak ondan firarlarını artırdılar. "Siz onları eğlence edindiniz. Tâ ki bu beni hatırlamayı size unutturdu" (Müminun, 110) buyurmuştur. O alay ettikleri müslümanlar hakikatte onlara Allah'ı unutulmamışlardı, fakat aksine onlar, kendilerine Allah'ı hatırlatmış ve onları Allah'a çağırmışlardı. Ne varki kâfirlerin onlarla alay etmekle meşgul olmaları, unutmalarına sebeb olduğu için, unutturma işi onlara nisbet edilmiştir. Cenâb-ı Allah Berâe (Tevbe) sûresinde de: "Bir sûre indirildiği zaman içlerinden bazıları, "Bu sûre hanginizin imanını artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince (bu sûre) daima onların İmanını artırır ve onlar birbiriyle müjdeleşirler. Fakat (o sûreler) kalblerinde maraz bulunanların küfürlerine küfür kattı..." (Tevbe, 124-125) buyurmuş ve böylece dini hükümleri ihtiva eden bir sûre, onların durumlarını ortaya doyacak şekilde indiğinde onlardan kimi ayetleri kabul edip ayetlerle imanı artan; kimi de ayetleri kabul etmeyip bu sebeble küfrü artan olunca, iman ve küfrü artırma sûreye nisbet edilmiştir. Çünkü onlar sûre indiği için iman ettiler veya kâfir oldular. Aynen bunun gibi hidayet ve idlâl (saptırma) de Allah'a nisbet edilmiştir. Çünkü bu hidayet ve dalaletin meydana gelmesi, Allah'ın onlara mesel getirmesi esnasında olmuştur. Yine Hak teâlâ Müddessir sûresinde; "O (Zebanilerin) sayılarını da kâfirler için başka değil ancak bir fitne (yani imtihan vesilesi) yaptık ki ehl-i kitab sağlam bilgi edinsinler ve mü'minlerin de imanları artsın" (Müddessir, 31) buyurmuş ve böylece cehennem bekçisi olan meleklerin sayısını zikretmesinin, inananlar şüphe edenlerden seçilsin diye, kullarını imtihan için olduğunu bildirmiştir. Sonuç olarak mü'minter ayetleri kabul etmişler, kâfirler ise kabul etmemişlerdir. Bundan dolayı Allahü teâlâ, imanın artmasını ve küfrü imtihan edilen kullara nisbet ederek ve buyurmuştur.Bu ayetin peşisıra Cenâb-ı Hakk: "Allah bu (misal) ile neyi kasdetmiştir. İşte Allah böyle dilediğini saptırır, dilediğine de hidayet eder" buyurarak, kullara her iki şeyi de nisbet ettikten sonra, burada da onları saptırma ve hidayet etmeyi kendisine nibet etmiş, böylece idlâlin (saptırmanın) bu imtihan le açıklandığını beyan etmiştir. Örfte şöyle denilir, "Aşk beni hasta etti." "Falanca kadın, falan adamın ahlâkını bozdu." Halbuki o kadın bunun 'arkında değil. Şair de şöyle demiştir: "Beni kınamaktan vazgeç, çünkü kınamak tahrik etmek demektir." Yani kınanan şahts nama sebebi ile tahrik edilmiş olur. "Kâfirler imtihan unsuru taşıyan ayetler sebebi ile sapıttılar" manasında idlâlin Allah'a nisbe edilmesi caizdir. Bu ayette (Bakara, 26) de, kâfirler, "Misal vermeye ne gerek var, bunun faydası nedir?" dedikleri ve bu imtihan onlara ağtr geldiği için idlâlin Allah'a nisbeti yerli yerinde olmuştur. 2) İdlâl birisini dalaletle isimlendirmektir. Buna göre dendiğinde, "O, onu sapık diye adlandırdı ve onun sapık olduğuna hükmetti" manası; dendiğinde de "Falanca falancayı kâfir diye adlandırdı" manası artaşılır. Araplar Kümeyt'in şu beytini çokça söylerler: "Bir gurub sizi sevdiğimden dolayı bana kâfir diyor. Bir diğer gurub da günahkâr ve kötüdür diyor." Tarafa da şöyle demiştir: "İçki içmeye devam ettim, öyleki arkadaşım beni sapıtmış olarak niteledi ve hatta onlardan bir kısmı da beni kötüledi." Yani şair bu beytte ifadesi ile. "Beni sapıtmış olarak isimlendirdi" manasını kastetmiştir. İşte bu te'vil (izah) tarzını, Kutrub ve çoğu Mû'tezile kabul etmiştir. Dilcilerden bunu kabul etmeyip "Birisini sapıtmış olarak adlandırdığında, ancak dersin. Ayı şekilde, bir kimseyi facir ve fasık olarak nitelendirdiğinde " demişlerdir. Buna şu şekilde cevab verilir: Her nezaman bir kimseyi sapıtmış kabul edersen, onun sapıtmış olduğuna hükmetmek gerekir. Bu sebeple bu hüküm, zaten o kabulün ayrılmaz bir parçasıdır. "Melzûm" un ismini "lazım"a vermek, meşhur bir mecazdır. Böyle bir kullanış mevcuttur da. Çünkü bir adam bir başkası için, "falanca sapıktır" dediğinde, ama, "Onu niçin sapık kabul ettin?" demek caiz olur ki, aunuı manası, "Onu niye bu şekilde adlandırdın ve onun hakkında böyle kabul ettin?" demektir. İşte bu izah tarzına göre, ulemâ "idlâl"i; hükmetme etme isimlendirme anlamına hamletmişlerdir. 3) "İdlâl"in, serbest bırakma, cebirle ve zorla bir şeyden engellemeyi etmedir. Buna göre, birisi birisini sapıkliğıyla başbaşa bıraktığında denilir. Yine ulemâ şöyle demiştir: Bu sözün mecazi olarak kullanıldığı yerlerden birisi de, Arabların, baba, oğlunun terbiyesini uhdesine almadığı zaman, "Falanca oğlunu bozdu, onu helak etti ve onu mahvetti" demeleridir. 'Arcîi'nin şu sözü de, bunun gibidir: "Beni, ben tığ gibi yiğidi zayi ettiler; istenmeyen bir gün ve bir gediği kapamak için" yine, kılıcını nemli toprakta bırakan, böylece de kılıcı bozulan ve paslanan kimseye "Kılıcını bozdun ve onu paslandırdın" derler. 4) "Dalâl" ve "idlât", Cenâb-ı Hakk'ın : "Şüphesiz günahkârlar bir sapıklık ve çılgın ateşler içindedirler. O gün onlar, yüzleri üstü ateşte sürüklenirler. Onlara: "Tadın cehennemin dokunuşunu!" denilir (Kamer, 47-46) ayetinin delaletiyle "azab" ve "azâb etmek" anlamlarına gelir. Buna göre Allah onları, "kıyamet gününde bir sapıklık içinde bulunmak"la vasfetmiştir ki, bu onlara azab etmek temektir. Yine Cenâb-ı Hakk: "Boyunlarında laleler ve zincirler bulunduğu zaman ki, onlar kaynar sular içinde sürüklenecekler, sonra da ateşte tutuşturulacaklar... Sonra onlara, "Allah'ı bırakıp da şirk koşageldiğiniz şeyler nerede?" denilecek... Onlar da, "Bizden uzaklaşıp gittiler. Daha doğrusu, biz bundan önce hiçbir şeye tapmazdık" diyecekler. İşte Allah, kâfirleri böyle idlâl eder "(Mümin, 71-74) buyurmuştur. Bu ayetteki dalâl, azâb ile tefsir edilmiştir. 5) "İdlâl"in, helak etme ve geçersiz kılma (ibtal) manalarına hamledilmesidir. Meselâ: "Allah, küfredip de Allah'ın yolundan yüz çevirenlerin amellerini boşa çıkarmıştır"(Muhammed, 1 ) ayetinde olduğu gibi... Yani, amellerini ibtâl edip yok etti. Yine, bu kelimenin mecazî olarak kullanıldığı yerlerden birisi de Arabların şöyle demesidir: Su, süte iyice kaynaşıp, karıştığında, Su sütün içinde kayboldu" denilir. Yine, birisine bir şey yaptığında, onu, helak ederek âdeta yok ettiğinde, dersin. Ayni şekilde, insanlar ölüyü kabre koyup, onu artık görülmeyecek bir şekilde gizlediklerinde yani "sahipleri ölülerini örttüler" denir. "Çıkan suyu, gözeyi daha çok genişletelim derken kaybettiler. Hazm ve Nail de, (böylece) dolaşmaya terkedildi." Yine Cenâb-ı Hak, şu ayetle kâfirlerin şöyle dediklerini bildirir: "Biz toprakta çürüyüp kaybolduğumuzda mu hakikaten biz mi yeniden "(Secde, 10), yani biz, yere defnolunup da, bedenlerimiz iyice bolduğunda mı, yeniden yaratılacağız?.. Bu manaya göre, seznün manası, Allah onu helak eder, yok eder, demek olur. Buna göre izah tarzına göre "idlâl"i Allah'a nisbet etmek caiz olur. "İdlâl"in, dinden saptırma manasına hamlettiğimizde, işte bu vecih söz konusudur. b) "İdlâl"in, cennetten saptırma manasına alınmasıdır. Mu'tezile, hakikatte bu bir te'vil olmayıp, lafzı zahirine hamletmektir. Çünkü ayet, Cenâb-ı Allah'ın onları idlâl ettiğine delalet etmekte, ama ayette Allah'ın onları herhangi şeyden idlâl ettiğine, saptırdığına dair bir delalet bulunmamaktadır. bu sebebten dolayı biz ayeti, Cenab-ı Allah'ın onları cennet yolundan saptırmış olduğuna hamlediyoruz" der.. Ve sonra, Kur'an-ı Kerim'de bu manadaki bütün ayetleri aynı anlama hamlederler ki, bu Cubbâî'nin tercihidir. Çünkü Cenâb-ı Hak: . "Şeytanın aleyhinde şu yazılmıştır: Kim onu dost edinirse, şüphesiz şeytan onu saptırır ve onu ateşli bir azaba götürür"(Hacc, 4), yani onu cennetten ve cennet mükâfaatlarından saptırır. Bütün bunlar (......) kelimesindeki "hemze"yi, fiili geçişli yapan hemze olarak düşünmemize göredir. 7) "Hemze"yi 'ta'diye anlamında değil de, bu meselenin başında izahı geçtiği gibi, "vicdan" (bulmak) manasına hamletmemizdir. Buna göre şöyle "Falanca devesini yitik buldu" yani, devesi kayboldu... sebeple, Allah'ın onları saptırması (idlâl) demek onları sapmış olarak demektir. 8) Cenâb-ı Allah'ın (......) âyetinin, kâfirlerin sözünün olmasıdır. Buna göre kâfirler "Allah, kendisinde ne fayda bulunduğunu açıklamadığı bu mesel ile, neyi kastetmiştir?" demiş ve sonra "tehekküm'Vani alay yoluyla, " Bununla çoğu kimseyi saptırır, çoğu kimseye de (güya) hidayet eder!" diye İlâve etmişlerdir. İşte buna göre bu, kâfirlerin sözlerindendir. Bunun peşi sıra Cenâb-ı Allah onlara cevap olmak üzere, "Allah bununla, ancak fasık olanlan saptırır", yani bununla ancak fasık olan sapar... Mutezile'nin sözünün hepsi budur. Cebriyye ise şöyle demiştir: Sizin sözünüzü dinledik, meseleyi güzel ortaya koyduğunuzu, tertibinizin güzelliğini ve sözünüzün gücünü itiraf ediyoruz. Fakat biz ne yapalım, sizin bu güzel açıklamalarınızı ve ince delillerinizi bozan üç düşmanınız bulunmaktadır. 1) Bu, "yapmaya götüren sebep" (dâî) meselesidir. Bu şu demektir: İlme ve cehle, hidayete ve saptırmaya kadir olan, niçin bunu değil de şunu yapmaktadır? 2) Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara, 7) âyetinin tefsirinde geçtiği gibi "ilim meselesi"dir. Bu iki meseleye cevab verme hususunda, güçlü ve derde deva olacak bir çare bulacağınızı sanmıyoruz.Biz şüphesiz olarak biliyoruz ki bunca zekanıza rağmen onların cevabları karşısında zayıf kalacağınız size gizli değildir. Bizim insaf edip, sözlerinizin güzel olduğunu itiraf ettiğimize göre siz de insaf edin ve bu iki meseleye cevab veremeyip izah edemeyeceğinizi itiraf edin. Çünkü bunu görmemek ve gafil davranmak akıllılara yakışmaz. 3) Kulun fiili, şayet, kendi yaratması ile olsaydı, o zaman ancak kulun yaratmayı istediği fiiller meydana gelirdi. Ne varki herkes ilim tahsil etmek ve doğruyu bulmak ister; cahillik ve sapıklıktan tamamen kaçınır. Buna göre, maksadı sadece ilim tahsili ve doğruyu bulmak olan kul için cahillik ve sapıklık nasıl meydana geliyor? Eğer "Kul için, küfür ile iman, ifim ile cehalet karıştı da böylece cehaleti ilim sanıp, onu meydana getirmeye niyetlendi, bu sebebten de onun için cehalet meydana geldi" dersen, biz deriz ki, onun, cehaleti ilim sanması hatalı bir zandır. Eğer o kul, onu ilk önce tercih etmiş isa, kendi için cehaleti ve hatayı tercih etmiş demektir ki bu imkansızdır. Eğer biz, "daha önceki bir başka zannı sebebi ile karışıklık olmuş" dersek bu durumda, sonsuza kadar her zannın dayandığı bir başka zannın bulunması gerekir ki bu da imkansızdır. 4) Tasavvurat kesbi (kulun kendisinin kazandığı) değildir. Bedihi olan tasdikat da kesbi değildir ve bütün tasdikatlar kesbi değildir. İşte bunlar üç mukaddimedirler: Birinci Mukaddime: Tasavvuratın kesbi olmadığını izah hususundadır. Bu böyledir. Çünkü tasavvuratı elde etmeye uğraşan ya onu tasavvur etmiştir veya edememiştir. Eğer onu tasavvur ediyorsa, yeniden onun tasavvurunu meydana getirmeyi istemesi imkansızdır. Çünkü hasılı tahsil imkansızdır. Eğer onu tasavvur edemiyorsa, onun zihninin ondan haberi yok demektir. Birşeyden haberi olmayanın, o şeyi arzu etmesi imkansızdır. İkinci Mukaddime: Bedihî olan tasdikatın kesbi olmadığını açıklama Hakkındadır. Bu böyledir, çünkü tasdikin her iki tarafının meydana gelmesi, bu, zihnin o tasdike kesinkes hükmetmesi hususunda ya yeterlidir veya yeterli değildir. Eğer birincisi olursa, bu tasdik, bu iki tasavvurla birlikte, müsbet veya menfi yönden vücub ifade eder. Böyle olan şey ise kulun kudreti dahilinde değildir. Eğer ikincisi ise, tasdik bedihi olmaz, aksine bu hususta kesin hüküm verilemez. Üçüncü Mukaddime: Bütün tasdikatın kesbi olmadığını açıklama hakkındadır. Bu böyledir, çünkü bu nazari düşünceler, eğer kulun kudreti dahilinde olmayan şu bedihi tasdikattan mecburen elde edilirlerse, bu nazari düşünceler de kulun kudreti dahilinde olmazlar. Eğer bu nazari şeyler, şu Dedihi tasdikattan mecburi olarak meydana gelmiyorlarsa, bu bedihi tasdikat nazari şeylere istidlal edilemez. Böylece de, nazari şeyler hakkında -meydana gelen bu inançlar ilim olmayıp, aksine mukallid için hasıl olan nançlar olur ki konumuz bu değildir. Böylece hidayet ve dalaleti Allah'a isnad etmeme hususundaki sözünüzün, cevab verilemeyecek bu kesin akli zahlarla çatıştığı ortaya çıkmış olur. Şimdi ise onların yaptıkları te'viller üzerinde konuşalım: Birinci tevile gelince, bu te'vil düşer. Çünkü müteşabih ayetlerin rdirilmesinin sebeblerin (dailer) harekete geçirilmesinde bir etkisinin olup olmadığını bilmek lazımdır. Eğer etkisi varsa, sizin sözünüze göre, müteşabih ayetlerin indirilmesinin iki yönden takbih edilmesi (çirkin olduğunun söylenilmesi) gerekir: a) Biz, (Bakara.7) âyetini tefsir ederken, bir tercih meydana geldiği zaman, mutlaka bir vücûbun olması gerektiğini ve her iki halin de olması ile (caiz olması ile) zıddına mani olan vücub arasında bir orta noktanın olmadığına delil getirmiştik. Bu müteşabih ayetlerin indirilmesi tercihte müessir olup, her nezaman bir tercih meydana gelse mutlaka bir vücubun aduğu sabit olunca, cebr söz konusu olur. O zaman da sizin dedikleriniz dairi olur. b) Farzet ki bu tesir vücub noktasına varmaz. Amma hiç değilse - elletin, önünden özür ve illetlerin (engellerin) giderilmiş, izale edilmiş olması gerekir. Bi' müteşabihatın, dalal tarafını hidayet tarafına tercih etmesinde bir etkisi olmakla beraber mükellefe indirilmesi, onun taata yönelmemesi hususunda bir özür gibi olur ki, o zaman da bunun Allah'tan olmasının kabin görülmesi gerekir. Eğer mükellefin dalâl tarafını hidayet tarafına tercihe yönelmesinde bu müteşabih ayetlerin bir tesiri yoksa, bu müteşabih ayetlerin onların sapmalarındaki tesirinin oranı, kapının gıcırtısı ve karganın gak! demesi kadar olur. Aynı şekilde, bu takdirde onların dalaletleri bu yabancı şeylere nisbet edilemediği gibi, hiçbir surette müteşabihata da nisbet edilemez.Bu durumda da, onların te'villeri geçersiz olur. İkinci te'villerine gelince, -ki bu idlâlin, "dalalet ismi verme ve dalalete hükmetme" şeklinde te'vilidir, - bu son derece uzak olmakla beraber, kabulü halinde de beraberinde birçok müşkilleri bulundurmaktadır. Çünkü Allah sapıtan kimseyi dalaletle adlandırmış ve onun hakkında bununla hüküm vermiştir. Eğer mükellef onu yapmamış olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın doğru olan haberi yalana; ilmi ise cehle dönüşmüş olurdu.. Bütün bunlarsa muhaldir; muhale götüren şeyler ise, muhaldir. Böylece, mükellefin onu yapamaması imkânsız, yapması ise vacib olmuş olur. Bu ise, sizin kaçtığınız ve sonunda seksiz şüphesiz kendisiyle yüzyüze geleceğiniz "cebr"in ta kendisidir. Burada konu, onların bu babta vermiş oldukları meşhur iki cevaplarına varıp dayanır. Her akıllı olan kimse, aklının bedahetiyle bunun kabul edilemeyeceğini bilir. Üçüncü te'villerine gelince, ki bu kişiyi kendi başına bırakıp engellememektir, bu da çocuğun babasına en uygun ve güzel olan şeyin, oğlunu bundan men etmesi olduğu ama menetmediği zaman da buna "idlâl" (saptırma) denmesidir. Ama çocuk babası onu bundan menettiği zamanda, menetmediği zaman düştüğü bu ilk mefsedetten (zarardan) daha büyük bir zarara düşebilir. Halbuki buna rağmen, hiçkimse bu durumda "Babası çocuğunu saptırdı ve ifsad etti" demez. Burada iş bunun hilafınadır. Çünkü Allah mükellefi zorla bu mefsedetten menetmiş olsaydı, birincisinden daha büyük bir mefsedetin ortaya çıkması gerekirdi. Bu durumda da "Cenab-ı Hak onu sapıklıktan menetmedi " manasında olmak üzere, nasıl olur da "Allah, mükellefi ifsad ve idlal etmiştir denilebilir?" Oysa ki Cenab-ı Allah, eğer onu menetmiş olsaydı, bu mefsedet daha büyük olurdu. Dördüncü te'villerine gelince, Kaffal buna itiraz ederek şöyle demiştir: Dalaletin azab manasına geldiğini kabul etmiyoruz. "Mücrimler dalalet ve çılgın ateş içindedirler "(Kamer, 47) ayetine gelince, buradaki dalaletten muradın, dünyada iken haktan sapma; sü'ur'den muradın ise ahirettekl cehennem azabında olmak şeklinde olması ve âyetinin de "sü'ur"un sılası olması mümkündür. âyetinden (Mümin. 71) ayetine kadar olan kısımdaki ibaresinin manası "Batıl oldular, yok oldular, şefaatlarını umduğumuz bu günde kendilerinden istifade edilemedi" demektir. Sonra âyeti, "Allah, onların amellerini böylece saptırır "yani" kıyamet günü boşa çıkarır " manasınadır. Bunun manasının, "Allah onları bu dünyada yardımsız bırakır ve onları hakkı kabul etmeye muvaffak kılmaz. Çünkü onlar batıla yakınlık duymuş ve tefekkürden yüz çevirmişlerdir. Allah, onlardan yardımını Kesip, onlar kıyamette geldiklerinde, dünyada kendisinden faydalanmayı -oldukları amelleri boşa çıkar" şeklinde olması da muhtemeldir. Beşinci tevillerine gelince ki bu idlalin (saptırmanın) helak etmek manasına alınmasıdır, bu buraya uygun değildir. Çünkü Cenab-ı Allah'ın "Bununla çoğu kimseye hidayet eder" ifadesi, idlalî "helak etmek" manasına almaya manidir. Altıncı tevillerine gelince ki bu, idlâlin cennet yolundan saptırmak manasına alınmasıdır. Bu da zayıftır. Çünkü Cenab-ı Allah yani "Bu ayetleri dinleme sebebi ile saptırır" buyurmuştur. Halbuki cennetin yolundan saptırmak bu ayetleri dinleme sebebiyle değildir. Aksine kulun -ötülükleri yapması sebebiyledir. O halde idlali, o manaya hamletmek nasıl olur? Yedinci te'villerine gelince ki bu âyetteki (......) lafzını "onu sapıtmış olarak buldu" manasına almaktır. Bu manada kullanılışın bir delili yoktur. "İdlâl"i Allahü teâlâ "bâ" harf-i cerh ile kullanmıştır. Halbuki, vicdan (bulmak) manasına kullanılan idlal "bâ" harf-i cerri ile müteaddi olmaz. Sekizinci tevillerine gelince bu, bu ayette nazımda kopukluğu gerektirir. Çünkü (......) âyetine kadar olan kısım kâfirlerin sözü, (......) ise arada herhangi bir fasıla olmaksızın, aksine atıf harfi olan "vav" ile olan, Cenâb-ı Hakk'a ait sözdür. Sonra farzet ki bu burada sizin dediğiniz gibidir. Ancak Müddessir süresindeki: "İşte böylece Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidayet eder " (Müddesir, 31) ayeti ise, Cenab-ı Allah'a ait bir sözdür. İşte idlâl hakkında söylenecekler bundan ibarettir. Hidayet Kavramı "Hidayet'e gelince, bu birkaç manada kullanılmıştır: 1) Delalet (yol gösterme) ve beyan (açıklama). Nitekim Cenab-ı Hak. "Bizim nicelerini helak etmemiz onlara (birşeyler) açıklamadı mı?" (Secde, 26) ve "Eğer size benden bir açıklama gelirse her kim benim açıklamama uyarsa... "(Bakara, 38) buyurmuştur. Bu, ancak, hidayet açıklamadan ibaret olması halinde doğru olur. Yine Cenab-ı Hak: "Onlar sadece zanlarına ve nefislerinin arzularına uyarlar. Halbuki yemin olsun, kendilerine Rablerinden o açıklama (hidayet) gelmiştir"(Necm, 23); Biz muhakkak ona yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör (kâfir)"(Dehr, 3), yani ister şükreder, ister inkâr eder.Buna göre ona her iki halde de hidayet gelmiştir; "Semûd'a gelince, biz onlara yol gösterdik (hidayet ettik), halbukionlar hidayete körlüğü tercih ettiler"(Fussilet. 17) ve "Sonra biz, Musa 'ya, ihsan sahibi olana bir nimeti tamamlamak herseyi açıklamak, bir hidayet ve rahmet olmak üzere Kitab'ı verdik. Umulur ki onlar Rablerine kavuşacaklarla inanırlar"(En'am, 154) buyurmuştur. Bu mü'min hakkında söylenmez. Yine Cenab-ı Hak, Hazret-i Davud (aleyhisselâm)'a gelen davacılardan naklederek: “Aşırı gitme, bizi yolun ortasına hidayet et"(Sad, 22) yani ilet. "Hakikat, kendilerine hidayet besbelli olduktan sonra arkalarına dönenler (irtidad edenler) yok mu şeytan onları ütlemiştir, onlara zamanı uzun göstermiştir" (Muhammed, 25), "(O azab günü), herkesin 'Allah'a itaat hususunda işlediğim kusurlardan dolayı "Vay hasretime! Hakikaten ben (din ile) eğlenenlerdendim" diyeceği, yahut "Hakikaten Allah bana hidayet verseydi herhalde muttakilerden olurdum." diyeceği, yahut azabı görürken "Dünyaya bir daha dönebilseydim de (o zaman), iyi hareket edenlerden olsaydım" diyeceği (gündür). "Allah tarafından ona şöyle buyrulur:" Hayır, sana ayetlerim gelmişti de sen onları yalan saymış, (onlara karşı) kibirlenmeye kalkmıştın, "(Zümer. 56-59) buyurmuş, böylece gönderdiği ayetlerle kâfire de yol gösterdiğini haber vermiştir. Yine Cenab-ı Hak: "Yahut, "Bize de kitab indirilseydi muhakkak onlardan daha fazla hidayete ererdik " dememeniz içindir. İşte size Rabbinizden apaçık bir hüccet, bir hidayet ve birvahmet gelmiştir"(En'am, 157) buyurmuştur. Bu kâfirlere bir hitabdır. 2) Alimler, Allah'ın "Hiç süphesiz sen sırat-ı müstakime hidayet edersin (şûra, 52) ve "Her kavmin bir hidayet edeni vardır. "(Rad, 7) ayetlerindeki nin davet edersin"nin de "dalalete yahut hidayete çağıran bir davetci" manasına olduğunu söylemişlerdir. 3) Allah'ın imana bağlı lutuflara muvaffak kılmasıdır ki bu lutufları Allah, mü'minlerin imanlarına karşı bir mükafaat ve imana bir destek olması ve taatlarını artırmaları için verir. Bu müminlere verilen sevabtır. Bunun karşısında da kâfirler için sevabın zıddı vardır. Bu da o kâfirlerden lutufları çekip almaktır ki, buna göre o zaman Allah, onlara hidayet etmediği için onları saptırmış olur. Bu izha delil Cenab-ı Hakk'ın şu ayetleridir: "Hidayete erenlerin Allah hidayetini artırdı "(Muhammed, 17) "Allah hidayete erenlerin hidayetini artırır"(Meryem, 76); "Allah zalimler kavmine hidayet etmez "(Bakara, 258), "Allah iman edenleri, dünya ve ahirette sağlam bir sözle güçlendirir. Allah zalimleri ise saptırır"(İbrahim, 27); "İman ettikten, Resulün hak olduğuna sahidlik ettikten ve kendilerine açıklamalar geldikten sonra yeniden küfre dönen bir kavme Allah nasıl hidayet eder? Allah zalimler kavmine hidayet etmez" (Al-i Imran, 86). Allahü teâlâ kendilerine açıklamalar geldiği halde o kâfirlere hidayet etmeyeceğini haber vermektedir. Buna göre hidayet "beyan"dan (açıklamadan) başka birşeydir. Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'a iman ederse, Allah onun kalbini hidayete erdirir" (Tegabun, 11) Ve: "İşte onların kalblerinde (Allah) imanı yazmış ve onları kendisinden gelen bir ruh ile desteklemiştir "(Mücadele, 22). 4) Cennet yoluna iletmek. Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "İşte Allah'a iman edip de O'na sarılanlar (yok mu?) Allah onları kendisinden bir rahmetin ve lütfün içine sokacak ve onları kendisine (gelen) bir sırat-ı müstakime götürecektir"(Nisa, 175); Muhakkak ki size Allah 'dan bir nur ve apaçık bir kitab gelmiştir. Allah o kitabla, kendisinin rızasına tabi olanları kurtuluş yollarına iletir, onları, izni île, karanlıklardan nura çıkarır ve onlan müstakim olan bir yola hidayet eder (iletir)"(Maide, 15-16) ve: "Allah yolunda öldürülenler (yok mu?) Allah onların amellerini boşa çıkarmayacaktır. Onlara hidayet edecek, durumlarını düzeltecek ve onları cennete sokacaktır"(Muhammed, 4-6), Öldürüldükten sonraki hidayet ancak cennete hidayet (itetme)dir. Bir de Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur. "İman edip salih ameller işleyenlere muhakkak ki Rableri, imanları sebebi ile hidayet edecektir. Onların altlarından ırmaklar akar"(Yunus, 9). Bu Cübbâî'nin te'vilidir. 5) Hidayetin, takdim etmek (öne geçirmek) manasına alınmasıdır. Mesela Dir kimse birisini önüne geçirdi mi denilir, nin aslı, (yol göstermek) ifadesinden alınmıştır. Çünkü delil (yol gösteren), medlulden (yol gösterilmeden) öncedir. Araplar Atların başları zuhur etti) derler. Boyun için (......) kelimesi de kullanılır. "Atların boyunları" demektir. Ona bu isim verilmiştir. Çünkü, boyun atın ön tarafını teşkil eder. 6) "hükmeder" manasına gelir. Çünkü müminin hidayete erdiğine ve onun bununla isimlendirildiğine hükmedilmiştir. Zira, "O, ona hidayet etti" diyen kimsenin, bu sözünün hakiki manası "Ona muhtedi - aayete ermiş) ismini verdi" dir. "Hidayet" lafzı bazan hükmetmek ve isim vermek manasına da alınır. Nitekim Cenab-ı Allah: Allah Bahire'yi meşru kılmadı"(Maide, 103)yani ne hükmetti ne meşru kıldı."; "Hidayet ancak Allah'ın hidayetidir"(Ali Imran, 73) yani "Hidayet, Allah'ın, hidayet olduğuna hükmettiği şeydir" ve;"Allah kime hidayet etmiş ise hidayete ermiş olan odur"(Kehf. 17) yani "Allah'ın hidayete erdiğine hükmettiği kimse, muhtedi diye adlandırılmaya müstehaktır" buyurmuştur. İşte bütün bunlar Mu'tezile'nin zikrettiği görüşlerdir. Biz, daha evvel geçen "idlâl" bahsinde bu hususta fikir beyan etmiştik. Cebriyye burada bir başka izah tarzının bulunduğunu söylemiştir. Bu da hidayetin, hidayeti ve ilmi yaratma manasına alınmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah: "Allah kurtuluş evine sizi çagımr ve dilediğini dosdoğru yola iletir"(Yunus, 25) buyurmuştur. Kaderıyye (Mu'tezile) ise birkaç sebebten ötürü, bunun caiz olamayacağını söylemiştir. a) Arapça'da, zorla ve kerhen birisini bir yola sokmak isteyen kimse için "O, onu oraya iletti" denilmesi yerinde olmaz. Ancak böyle yapan için "O, onu sırat-ı müstakime zorladı, ona sevketti ve onu oraya çekti" denir. ta denilmez. b) Şayet hidayet Allah'ın yaratmasıyla meydana gelseydi, o zaman emir, nehiy, övgü, yerme, sevab ve ıkab diye birşey olmazdı. Şayet, farzet ki, "Allah hidayeti yarattı, kul da onu kesbetti" denilirse deriz ki bu kesb işi iki yönden reddedilir: 1) Kesbin meydana gelmesi ya Allah'ın yaratması iledir veya değildir. Eğer Allah'ın yaratmasıyla ise, Allah onu yarattığı zaman, kulun onu yapmaması imkansızdır. Allah o kesbi yaratmadığı zaman da kulun onu yapması mümkün olmaz. Bu durumda da zikredilen bütün müşkiller ortaya çıkar. Eğer kesb, Allah'ın yaratmasıyla değil de kulun yaratmasıyla olursa, işte bu zaten bizim (yani Mu'tezile'nin) görüşüdür. 2) Eğer bir fiil Allah'ın yaratması kulun da kesbi ise, şu üç ihtimalden biri söz konusudur; a) Ya onu ilk önce Allah'ın yaratıp, sonra kulun kazanması (kesbi), b) Veya kulun önce o fiili kesbetmesi, sonra Allah'ın onu yaratması; c) Veyahut da kesbin ve yaratmanın aynı anda olması. Eğer onu Allah önce yaratmışsa, kul onu kesbetmeye mecbur olur. Böylece de ilzam (cebr ve zorlama) meselesi geri gelir. Eğer kul. o fiili Allah'ın yaratmasından önce kesbetmiş ise, Allah onu yaratmaya mecbur demektir. Eğer kesb ve yaratma aynı anda olmuş ise, bu işin meydana gelmesi ancak kul ile Allah'ın ittifakından sonra mümkündür. Fakat böyle bir ittifakı bilemeyiz. Bu sebeple, böyle bir ittifakın bulunmaması gerekir. Yine bu ittifakın, ancak başka bir ittifaka dayanması gerekmektedir. Çünkü bu kulun kesbi, Allah'ın yaratması iledir. Bu ise sonsuz ittifaklara götürür ki imkansızdır. Mu'tezile'nin bu husustaki sözü budur. Cebriyye ise şöyle demiştir: Biz, bu fiillerin dolaylı veya dolaysız yaratıcısının Allah olduğuna, herhangi bir ihtimal ve te'vil götürmeyen, akli delillerle istidlal etmiştik. Sizin sarıldığınız izah tarzlarınız ise, çeşitli ihtimalleri taşıyan nakli izahlardır. Halbuki kesin olan bir şeye, muhtemel olan şey karşı koyamaz. Bu nedenle bizim dediklerimizi kabul etmek gerekir. Muvaffakiyyet Allah'dandır. Hidayette Olanlar Az Oldukları Halde Çok Diye Nitelenmeleri Birisi şöyle diyebilir: Hidayete erenlerin sayısı az olduğu halde, Cenab-ı Allah onları niçin "çok" olarak tavsif etmiştir? Çünkü Allah: "Şükredici kullarım pek azdır. (Sebe, 13) ve: "Onlar ne kadar azlar." (Sa'd 24) buyurmuş, hadiste de İnsanlar yüz deve gibidir ki, o yüz deve içinde binecek bir deve bulamazsın. Müslim, Fedâilü's-sahabe. 232 (4/1973). ve İnsanlar onların az olduklarım söylediler" hadisleri de bunu teyid eder. Bunun cevabı şöyledir: Hidayete erric insanlar aslında çokturlar. Onların "az" olarak nitelendirilmeleri, ancak dalalet ehline kıyasladır. Yine hidayete erenler az da olsalar, hakikatte çok sayılırlar. Onlar görünüşte az olsalar bile, hakikat itibarı ile "çok" olarak adlandırılmışlardır. Ferra, "Fasık"kelimesinin aslının "Taze hurma kabuğundan çıktı" ifadesinden alındığını söylemiştir. Buna göre sanki fâsık taatten çıkan manasına gelir. Zarar vermek için deliğinden çıkan fareye de denir. Ehl-i kıble, fâsığın mü'min mi kâfir mi olduğu hususunda ihtilaf etmiştir. Bizim alimlerimize göre fâsık mü'mindir; Haricilere göre, kâfirdir. Mutezile'ye göre ise ne mü'min ne kâfirdir. Mutezile Cenab-ı Allah'ın: İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. "(Hucurat.11); "Münafıklar, fasıkların ta kendisidir"(Tevbe, 67) ve; Allah size imanı sevdirdi ve onunla kalblerinizi süsledi; size küfrü, fiskı ve İsyanı kerih gösterdi"(Hucurat, 7) ayetleri ile İstidlal etmişlerdir. Bu mesele uzun olup kelam kitaplarında yer almıştır. |
﴾ 26 ﴿