43Namazı dosdoğru kılınız, zekatı veriniz ve rükû edenlerle beraber rükû ediniz " Bil ki Cenab-ı Hak onlara, önce imanı emredip, sonra da hakkı batıl ile örtüp, nübüvvetin delillerini saklamaktan nehyedince, onlara gereken dini emirleri beyan etmiş ve bu meyande en başta gelen ve asıl olan ibadetleri yani bedenî ibadetlerin en büyüğü olan namaz ile mali ibadetlerin en büyüğü olan zekatı zikretmiştir. Bu ayette birkaç mesele vardır: Mücmelin Beyanı Hitab Vaktinden Geri Kalır mı? Mücmel bir âyetin, açıklanmasının hitab vaktinden sonra gelmesini caiz görmeyenler, "Namazı kılınız" âyetindeki hitabın, ancak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazın rükün ve şartlarını beyan ettikten sonra geldiğini söylemişlerdir. Sanki Cenab-ı Allah " Şu iyice bildiğiniz namazı dosdoğru kılınız" buyurmuştur. Mücmel ayetin izahının daha sonra gelebileceğini söyleyenler ise şöyle demişlerdir: Onlar, namazın ne olduğunu o anda bilmiyor iseler de namaz ile emredilmiş olmalarının kastedilmesi caizdir. Böyle bir emirden maksad ise, dinleyen kimsenin, her nekadar kendisme emredilen şeyin ne olduğunu bilmese de, kendisini o emre uymaya hazırlamasıdır. Nitekim efendinin kölesine, "Yarın sana birşey emredeceğim. Onu mutlaka yapmalısın" diyerek, bundan maksadının, kölenin o anda, ertesi gün yapacağı şeye azmetmesini sağlamak olmasının yerinde bir şey olduğunda ihtilaf yoktur. Salat (Namaz) Ne Demektir? Mu'tezile, "salat (namaz) şer'i isimlerdendir. Çünkü o, dinde sonradan meydana gelmiş bir iştir. Bundan dolayı, sonradan verilmiş bir ismin dinden önce bulunması imkansızdır " demiştir. Sonra onlar vech-i şebeh (benzetme yönü) hususunda ihtilaf ederek bir kısmı, bu kelimenin aslının Arapça'da dua manasına geldiğini söylemiştir. Bu manada olmak üzere A'şâ şöyle demiştir. "Daha önce yaptığın duayı tekrar yap ve bir şahsa sığın. Çünkü kişinin yanında yatılıp (saklanılacak) bir yer vardır." Bir başka şair de şöyle demiştir: "Rüzgar sevgilinin küpünü devirmek istedi de, adam da onun küpü için dua etti ve tekbir getirdi." Mu'tezile'den bazıları "Salat kelimesinin asıl manası lüzum “gerekli olmak, ayrılmamak, sımsıkı tutmaktır" demişlerdir. Şair de bu manada şöyle demiştir: "Allah bilir ki ben ona kötülük edenlerden değilim. Muhakkak ki ben bu gün, onun ateşiyle yanıyorum, ' yani devamlı olarak onunlayım. Diğerleri ise, bu "salat" kelimesinin, birinci koşan atın hemen peşinden gelen at manasındaki "musalli" kelimesinden alınmış olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşlerden er doğru görülen, bu lafzın dua manasına olduğudur. Çünkü bütün namazlarda dua veya duanın yerini tutan bir şey vardır. Ayrıca kılınırken başkasına tabi olunmadan kılınan namazlar vardır. "Veche-i şebeh'de bütün ihtimalleri içine alacak bir durumun olması, vech-i şebehin bazı ihtimalleri içine alacak bir şekilde olmasından daha evla olur. Âlimlerimiz, Arapça'da, parçanın (cüz'ün) isminin bütüne (külle) verilmesinin meşhur bir mecaz şekli olduğunu söylemişlerdir. Namazlar dua ihtiva ettiği için, şüphesiz ki "dua", mecazi olarak namaza isim olmuştur. Eğer Mu'tezile'nin "Salat" (namaz) kelimesinin şer'î bir isim olmasından maksadı bu ise, bu söz doğrudur. Yok eğer onların bundan kastı, "şeri'at bu lafzı ilk olarak bu müsemmaya (namaza) isim olarak vermiş" şeklinde ise bu batıldır. Aksi halde, bu lafız Arapça olmazdı. Bu ise Cenab-ı Hakk'ın: Biz onu irapça bir Kur'an olarak indirdik. Zekatın Manası (Yusuf, 2) âyetine ters düşer. "Zekat"a gelince, bu Arapça'da, "büyümek" manasından ibarettir. Mesela, ekin büyümek" manasında ibarettir. Mesela, ekin büyüdüğü zaman denir. Yine bu kelime Arapça'da "temizlemek" ve "temizlenmek" manasına gelir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Sen temiz (suçsuz) bir şahsı mı öldürdün?"(Kehf, 74); "Temizlenen kurtulaşa erdi. "(A'la, 14); yani "kendini temizleyen"; "Eğer Allah'ın size fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbiriniz ebediyyen temizlenemezdi"(Nur, 21) ve "Temizlenen, kendi menfaatine temizlenmiş olur. "(Fatır, 18) yani "Allah'a itaat etmek suretiyle temizlenir" buyurmuştur. Belki de yirmi dinardan birinin yarısını (yani kırkta birini)çıkarıp vermek, bu iki manaya benzediği için "zekat" olarak adlandırılmıştır. Çünkü bu kadarını vermede, geride kalan dinarları bereket bakımından artırma vardır. Zira Hak teâlâ o mal ve paradan, bu verişin o malı temizlemesi sebebi ile belaları kaldırır. Böylece o veriş zahiren bir eksiliş olsa bile, manen bir artıştır. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Zekatınızı veriniz. Çünkü onun, üçü dünyada üçü de ahirette olmak üzere altı meziyyeti vardır. Dünyadaki özelliklerine gelince bu, zekatın rızkı artırması, malı çoğaltması ve memleketleri mamur etmesidir. Ahirette meziyyetleri iser zekatın ayıplan örtmesi insanın başının üstünde bir gölge olması ve cehennem ateşine karşı bir engel olmasıdır". Zekatın, ikinci manada, yani onun, zekat vereni bütün günahlardan temizleyici olması, manasına anlaşılması caizdir. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, peygamberine: "Onların mallarından, onları (günahlardan) temizleyeceğin ve mallarını bereketlendireceğin bir sadaka (zekat) al"(Tevbe, 103) diye emretmiştir. Kâfirler Dinin Fürûu ile Mükellef Tutulabilir mi? Cenâb-ı Hakk'ın "Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin " sözü, yahudilere hitaptır. Bu da, kâfirlerin dinin fürûu ile muhatap olduklarına delalet eder. Allah'ın "Rükû edenlerle beraber rükû edin" sözüne gelince, bunda birçok husus vardır; a) Yahudiler namazlarında rükûya varmıyorlardı, bu nedenle Cenab-ı Hak, onları müslümanların namazını kılmaya teşvik için, özellikle rükû kelimesini zikretti. b) Bundan murad, "namaz kılanlarla namaz kılın!"dır; buna, tekrar olma ihtimali de ortadan kalkmaktadır. Çünkü, birincide Cenab-ı Hak namazın dosdoğru kılınmasını emretmekte, ikincide ise, namazın cemaatle kılınması buyurulmaktadır. c) Rükû ile emredilmekten muradın, "huzû ve itaat ile emredilmek olmasıdır.." Çünkü dilde rükû ve huzû aynı manadadır. Dolayısıyla âyetteki emir kınanmış olan büyüklenme ve kibirden kişiyi yasaklamak ve ona mütevazı olmayı emretmek olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, müminlere: "Allah, kendilerini sevdiği, onların da O'nu; müminlere mütevazi, kâfirlere karşı ise onurlu ve aziz olan bir kavim getirecektir."(Maide, 54) buyurmuştur. Ve yine O'nun, Resulü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i terbiye için "Sana uyan müminlere kol kanat ger"(Suara, 213) buyurması ve vine Hazret-i Peygamberi: "Allah'tan olan bir rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandm. Şayet sen sert ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz onlar senin etrafından dağılırlardı" (Al-i İmran, 159) sözüyle methetmesi gibi... Durum Allah'ın: "Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun Resulü ve iman edip namazı kılan, zekatı yeren ve rukûya varan mümin kullardır"(Maide, 55) âyetinde de aynıdır. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak onlara namaz kılıp zekat vermelerini emredince, bundan sonra onlara Allah'ın emrine uymayı huzû ve huşu içinde olmayı, günahı terketmeyi emretmiştir. el-Asamm, ulemanın bazısından, Allah'ın İsrailoğullarına da zekatı emrettiğini nakletmiştir; çünkü İsrailoğulları zekat vermiyorlardı.. Allah'ın Terüvef yemeleri.. "(Maide, 62) "Faiz almaktan yasaklanmış oldukları halde faiz almaları ve insanların mallarını batıl (haksız yollar) ile yemeleri gibi.. "(Nisa, 191) âyetlerinden kastedilen de budur. Böylece Cenab-ı Hak, diğer sırları ve günahları hususunda onları rezil etmesinden sakınsınlar diye, bu ayette onların sırlarından birini ortaya çıkarmıştır. Böylece bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin delillerinden biri olan, gaibten haber verme kabilinden olmuştur. |
﴾ 43 ﴿