55"Hani siz, Ey Musa, Allah'ı açıkça görmedikçe sana iman etmeyeceğiz, demiştiniz. Bunun Üzerine, bakıp dururken, sizi yıldırım çarpmıştı.. Bil ki bu, Allah'ın onlara olan altıncı in'âmıdır. Bu birkaç bakımdan izah edilir: a) Cenâb-ı Hak, sanki şöyle buyurmuştur: Musa'ya, "Allah'ı açıkca görmedikçe, sana iman etmiyeceğiz " dediniz de, böylece sizi yıldırım çarpmıştı... İşte o zamandaki nimetimi hatırlayınz. Sonra zulmünüzden tevbe edesiniz, azabımdan kurtulasınız, mükafâatımı elde edesiniz diye sizi dirilttim". b) Bunda, kendisi sebebiyle onlara yapılan şeyin yapılmasına müstehak olunan fiilden, Peygamberimiz zamanında bulunanları bir sakındırma vardır. c) Onları, Hazret-i Peygamberin mucizelerini inkar etme hususunda, açık olan zahir mucizelerin büyüklüğünü görmelerine rağmen Hazret-i Musa'nın nübüvvetini inkâr eden seleflerine benzetmek gayesi güdülmüştür. Bir de, burada Cenâb-ı Allah, böyle bir mu'cizeyi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den izhar etmediğinin sebebine dikkat çekmektedir. O da şudur: Allah, mucizeye rağmen inkara devam edeceklerini bilmektedir. Şayet onlar bu mucizeleri inkâr etselerdi, seleflerinin müstehak olduğu cezanın aynısı olan bir cezayı hak etmiş olurlardı. d) Bunda, Ulü'l-azm peygamberlerin sabrettiği gibi, Hazret-i Peygamberi de müşriklerden gördüğü eziyetlere karşı bir teselli ve O'nun kalbini sabır hususunda pekiştirme ve sebat ettirme vardır. e) Bunda, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvveti şayet doğru olsaydı, O'nun nübüvvetini bildikleri için Ehl-i Kitab'ın O'na iman etmesi, diğer insanlardan daha evla olurdu diyen kimselerin şüphesini izale vardır. Bu böyledir; çünkü Hak teâlâ, onların seleflerinin Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın nübüvvetine dair apaçık ve göz alıcı mucizeleri görmelerine rağmen her vakit mürted olduklarını; Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya da baskı yapıp ve O'na muhalefette bulunduklarını açıklamıştır. Bu nedenle, her ne kadar onlar kendi kitaplarından Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine dair olan haberleri görseler de onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e muhalefet etmelerine şaşılmamatıdır. f) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), ümmî olmasına ve kesinlikle bir teallüm ile meşgul bulunmamış olmasına rağmen bu kıssalardan haber verince, bunun bir vahiy ile olmuş olması gerekir. Görme Talebi Ne Zaman Ve Nasıl Oldu? Bu vakıa hakkında müfessirlerin iki görüşü vardır: 1) Bu vakıa, Allah'ın buzağıya ibadet edenleri kendilerini öldürmekle mükellef kılmasından sonra olmuştur. Muhammed ibn İshak şöyle der: Hazret-i Musa (aleyhisselâm) Tûr (dağın)dan kavminin yanına dönünce, onları buzağıya tapıyor vaziyette gördü, kardeşi Harun (aleyhisselâm) ile Samiri'ye diyeceğini dedi ve buzağıyı yakarak, onu denize attı. Kavminin seçkinlerinden yetmiş kişi seçti; onlar Tûr'a çıkınca Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya. "Rabbinden, kelamını bize duyurmasını iste" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bunu isteyince, Allah da ona icabet etti. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) Tûr dağına yaklaşınca, O'nun üzerine buluttan bir sütun düşerek bütün dağı kapladı.. Bu bulut, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) onun içerisine girinceye kadar yaklaştı. Tam o sırada Hazret-i Musa (aleyhisselâm) kavmine, "Girin ve söylenenleri belleyin!" dedi. Rabbi Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile konuştuğu zaman, O'nun alnına, hiç kimsenin bakmaya güç yetiremiyeceği parlak bir ışık düştü. Kavmi Musa (aleyhisselâm) ile beraberce, Allah'ın kelamını dinlediler. Allah Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya. "yap. yapma" şeklinde konuşuyordu. Söz tamamlanınca, Hazret-i Musa'nın içinde bulunduğu bulut, ondan sıyrılıp gitti. Bunun üzerine kavmi, "Allah'ı açıkça görmedikçe, sana iman etmiyeceğiz" dediler de, böylece onları yıldırım çarptı, hepsi ölüverdi... Hazret-i Musa (aleyhisselâm) iki elini, dua ederek, gökyüzüne kaldırarak şöyle dedi: "Ya Rabbî, tövbelerinin kabul olunduğuna dair şahidlerim olsunlar diye, İsrailoğullarından yetmiş kişi seçtim. Şimdi ise kavmimin yanına dönüyorum, yanımda ise onlardan hiç kimse yok; hakkımda ne derler!" Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Allah ölenlere ruhlarını iade edinceye kadar, dua ile meşgul oldu; İsrailoğullarının buzağıya ibadetten ötürü yaptıkları tevbenin kabulünü istedi, ancak Cenâb-ı Allah, "Nefislerini öldürmedikçe hayır, kabul etmem" dedi... 2) Bu vakıa katl olayından sonradır. Süddî şöyle demiştir: Benî İsrail, kendilerini öldürmek suretiyle buzağıya tapmaktan tevbe edince, Allahü Teâlâ Musa (aleyhisselâm)'nın İsrailoğullarından bir grup insan ile beraber, buzağıya tapmalarından ötürü Allah'tan af dilemek için gelmelerini emretti. Bunun üzerine Hazret-i Musa, kavminden yetmiş kişi seçti... Onlar Tûr'a geldikleri zaman, "Allah'ı açıkça görmedikçe, sana iman etmeyeceğiz" dediler de, bunun üzerine onları bir "saika" yakalayıverdi de, öldüler. Hazret-i Musa ağlayarak ayağa kalktı ve şöyle dedi: "Ya Rabbî İsrailoğullarına ne diyeyim? Çünkü ben onlara kendilerini öldürmelerini emrettim; sonra geriye kalanlardan bunları seçtim... şimdiyse, yanımda onlardan hiç kimse olmaksızın onların yanına döndüğümde, ben onlara ne diyeyim?" Bunun üzerine Allah, Hazret-i Musa'ya bu yetmiş kişinin buzağıyı ilah edinenlerden olduğunu vahyetti de, Hazret-i Musa: "Bu, ancak senin bir imtihanındır. Sen onunla dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete iletirsin. Sen bizim velimizsin. Onun için bizi bağışla ve bize merhamet et Senr bağışlayanların en hayırlısısın. Bu dünyada da, ahirette de bize iyilik yaz. Muhakkak kî biz, sana döndük" (Araf, 155-156) dedi. Sonra Allahü Teâlâ onları diriltti, bunu müteakiben onlar da ayağa kalktılar ve herbiri diğerine bakarak, Allah'ın onu nasıl dirilttiğini gördüler. Böylece onlar, "Ey Musa, sen Allah'tan ne istedinse onu sana verdi. Bu sebeple, bari O'na dua et de bizi peygamber yapsın" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Musa, bu hususta Allah'a dua etti, Allah da Onun duasını kabul buyurdu. Bil ki âyette, bu iki görüşten birisini diğerine tercih etmeye delalet edecek herhangi bir husus yoktur. Yine ayette, Allah'ı görmeyi isteyenlerin buzağıya tapanlar veya başkaları olduğuna dair de bir delalet yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın: (......) ifâdesine gelince, bunun manası, "Allah'ı ayan beyan görmedikçe seni tasdik ve nübüvvetini itiraf etmeyiz" demektir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Âyette geçen, sözü, senin "Kıraati ve duayı aşikâr okudum" sözünden olmak üzere, bir masdardır. Sanki gözüyle gören kimse, görmesini açıklayan; kalbiyle gören kimse ise, rû'yeti gizleyen gibidir... (......) kelimesinin mansub olması, mefûl-i mutlak olmasından dolayıdır. Çünkü o görmenin bir nevini bildirir. Bu sebeple, (......) kelimesinin (oturmak) fiifi ile mansûb olması gibi, (......) kelimesi de fiiliyle mansub kılınmıştır. Veya, açıkça görenler manasına olmak üzere hal olarak mansub kılınmıştır. Hâ harfinin fethasıyta olmak üzere (......) şeklinde de okunmuştur. Bu durumda bu kelime, ya "galebe" kalıbında bir masdardır veya (......) kelimesinin çoğuludur. Kaffâl, "cehreten" kelimesinin aslınıazuhûr (görünmek, belirmek) dan olduğunu söylemiştir. Bir şeyi açtığın zaman denilir. Suyu çamurla örtülmüş olan kuyuyu, suyu ortaya çıkıncaya kadar temizlediğinde, denilir. Yine, ses yüksek perdeden olduğu zaman denilir. Ve yine, yüzünün parlaklığı açık olduğu zaman denilir. Onlar, vehmeden bir kimsenin ru'yetten maksadın, bilmek (ilm) veya uyuyan birisinin kastedilmesi durumunda, tahayyül olduğunu vehmetmemesini te'kid etmek için dediler. Allah'ı Görmek İsteyenleri Yıldırımın Çarpması Hak teâlâ'nın: sözüne gelince bunda birkaç bahis bulunmaktadır: Birinci Bahis: Mutezilenin Rüy'et Hakkında Yanlış Bir İstidlali Mu'tezile bu ifâde ile, Allah'ın görülmesinin imkânsızlığına istidlalde bulunmuştur. Kâdi Abdu'l-Cebbâr şöyle demiştir: Şayet Allah'ı görmek caiz olsaydı, yıldırımın çarptığı kimseler caiz görülen bir işi istemiş olurlardı. Bu sebeble de onlara, herhangi bir ceza inmemesi gerekirdi.. Nitekim onlar, Allahü Teâlâ'nın: "Biz bir çeşit yemeğe katlanamayız; bunun için sen Rabbine dua et de, bize yeryüzünün bitirmiş olduğu nimetler çıkarsın " Bakara, 6i) âyetinde de belirttiği gibi, bir yiyecekten başka bir yiyeceğe ve bir azıktan başka bir azığa geçmeyi istediklerinde, onlara herhangi bir ceza inmemiştir. Ebu'l-Hüseyn, "Kitabu't-Tesaffuh"unda şöyle demiştir: Allahü Teâlâ, görme isteğini, sırf onu reddettiği için zikretmiştir. Bu birkaç âyette böyledir. 1) Mevzubahis olan âyettir. Çünkü, şayet görmek caiz olsaydı, onların ifâdeleri, yadırganmama ve onları bir saikanın yakalamaması hususunda, diğer ümmetlerin peygamberlerine, "Biz, herhangi bir ölüyü diriltmedikce, iman etmeyeceğiz" demeleri gibi olurdu. 2) Allahü teâlâ'nın: "Ehli Kitab senden, kendilerine gökten bir kitab indirmeni ister. Gerçekten onlar, Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, "Allah'ı bize apaçık göster" demişlerdi. Bu zulümleri yüzünden de onları bir saika yakalamıştı" (Nisa, 153) âyetidir. Allah bu isteği zulüm diye adlandırmış ve onları anında cezalandırmıştır. Şayet Allah'ı görmek caiz olsaydı, onların Allah'ı görme hususundaki istekleri fazladan bir mucize isteyen kimsenin bunu istemesi gibi olurdu. Buna göre eğer sen, "Allahü teâlâ, bunların herbirinin haddi aşma olması hususunda gökten kitab indirmeyi "görme" yerinde zikretmedi mi? Kitab indirme haddi zatında imkansız olmadığı gibi, Allah'ı görmeyi isteme de aynıdır" dersen, ben de derim ki: Ayetin zahiri bu iki şeyden herbirinin imkansızlığını gösterir. "Kitab indirme" konusunda, ayetin zahirine itibar edilmemiş, "Allah'ı görme" konusunda ise âyetin zahirine itibar edilmiştir. 3) Hak teâlâ: 'Bize kavuşmayı ümid etmeyenler dediler ki: "Bizim üzerimize melekler indirilmeli değil miydi, yahud Rabbimizi görmeli değil miydik?" Andolsun ki onlar kendi kendilerine kibirlendiler ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar" (Furkan. 21) buyurmuştur. Buna göre, eğer Allah'ı görmek caiz olsaydı -ki bunu mümkün görenlerce bu en büyük nimetlerdendir- onu istemek haddi aşmak olmazdı. Çünkü Allah'dan, dinî veya dünyevî bir nimet isteyen kimse haddi aşmış olmaz.Ve bu, "Senin duanla Allah şu ölüyü diriltmediği müddetçe sana iman etmeyiz" denilmesi gibi olurdu. Razî'nin Mutezile İddiasına Cevabı Bil ki bu vecihler bir konuda müşterektirler, o da şudur: Şayet rü'yet (Allah'ı görme) caiz olsaydı, onu taleb etmek haddi aşmak ve reddedilecek bir fiil sayılmazdı. Haddi aşmak ve yadırganacak bir fiili yapmak ise yasaktır. Onun, "Bir yemekten diğer bir yemeğe (yiyeceğe) geçme gibi diğer menfaatleri istemek imkan dahilinde olunca, rü'yeti isteyen de asi olmaz. Diğer mû'cizeleri isteme hususunda da söz aynıdır" sözüne gelince buna karşılık biz deriz ki: Niçin "Mümkün olan şeyi o istediği zaman, haddi aşmış olmaz. Dolayısıyla her olabilecek şeyi isteyen kimsenin de haddi aşmış sayılmaması gerekir" dedin? Bu gibi yerlerde, çeşitli misallere dayanmak ehl-i ilme yakışmaz. Nasıl yakışsın ki. Halbuki Hak teâlâ, rü'yet ile beraber, ancak mümkün olduğuna ittifakla hükmettiğimiz bir şey zikretmiştir. Bu şey ya gökten bir kitabın inmesi, veya meleklerin inmesi gibi bir şeydir.Böylece her iki işin toplamına haddi aşma sıfatını vermiştir. Bu ise, haddi aşma sıfatının, istenen şeyin mümkün olmamasından ötürü verilemeyeceği hususunda kat'ilik ifade eden bir delil gibidir. Ebu'l-Huseyn'in, "Ayetin zahiri her ikisinin de imkansız olduğunu gerektirir. Ancak ayetin zahirinin bir kısmı ile amel edilmiş, bir kısmı ile ise amel edilmemiştir" sözüne gelince, biz deriz ki: "Sen, yadırgamanın, ancak istenen şeyin imkansız olması halinde olacağına dair herhangi bir delil getirmedin. Bu hususta sadece çeşitli misallere dayandın. Misal ise bu konuda bir mana ifade etmez? Bu sebeble senin 'Âyetin zahiri her ikisinin de imkansız olduğunu gerektirir" sözün geçersiz olur. Böylece bizim dediğimiz şeyler sebebi ile, Mu'tezile'nin görüşünün değersizliği ortaya çıkmış olur. Rûyet İsteğinin Reddolunmasının Sebepleri Şayet birisi derse ki: "Allah'ı görme isteğinin reddolunmasının sebebi nedir?" Bu konudaki cevab bazı açıklamalar ihtiva eder: a) Allah'ı görmek ancak âhirette olur. Binaenaleyh, burada reddolunan dünyada istenmiş olmasıdır. b) Allah'ın hükmü, Allah görüldüğü zaman mükellefiyetin İnsandan kalkmasını gerektirir. Bu sebeple O'nu görmeyi taleb, mükellefiyetin kalkmasını istemektir. Bu, Mu'tezile'nin görüşüne göre daha uygundur. Çünkü rü'yet zaruri ilmi ihtiva eder. Zaruri ilim ise, mükellefiyete terstir. c) İddianın doğruluğuna dair deliller tamam olunca, ayrıca delil istemek, işi yokuşa sürmek olur. İşi yokuşa sürme (inada) ise, şiddetli celandırmayı gerektirir. d) Allahü teâlâ'nın insanları dünyada iken, kendisini görmekten menetmesinde önemli bir maslahatın olduğunu bilmesi imkânsız değildir. İşte bu sebebten ötürü, gökten kitablar ve melekler indirmesinde büyük bir mefsedetin (zararın) olduğunu bildiği ve binaenaleyh böyle bir isteği reddetmiş olduğu gibi, dünyada iken kendisinin görülme isteğini de böylece yadırgamış oldu. İkinci Bahis: Saika Ne Demektir? "Saika" hususunda müfessirlerin iki görüşü vardır: a) O, ölüm manasınadır. Bu Hasan Basri ve Katâde'nin görüşüdür. Onlar bu görüşlerine Cenâb-ı Hakk'ın: "Allah'ın diledikleri dışında, göklerde kim var, yerde kim varsa ölür' (Zümer, 68) âyetini delil getirmişlerdir. Bu birkaç bakımdan zayıftır: 1) Allah'ın: "Gözünüz bakıp dururken o saika (yıldırım) sizi çarpmıştı" (Bakara, 55) âyetidir. Şayet "saika" ölüm olsaydı, onların ona bakmış (görmüş) olmaları imkansız olurdu. 2) Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) hakkında: "Musa baygın yere düştü" (A'raf, 143) buyurmuş, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ölmediği halde, onun için "saika"yı kullanmıştır. Çünkü Allahü teâlâ müteakiben "Ayıldığı zaman" (Aynı âyet) buyurmuştur. İfakat (ayılma), ölümden değil bayılmadan olur. 3) "Saika", çarpan (vuran) şeydir. Bu ise (ölüme değil) ölüme sebeb olan şeye işarettir. 4) Onlar müşahede ettikleri halde saika'nın meydana gelmesi, azab olarak, habersiz olarak ansızın onlara gelmesinden daha büyüktür. İşte bu sebebten ötürü, Cenâb-ı Hak, ilahî cezanın büyüklüğüne dikkat çekmek için, "Gözünüz bakıp dururken" buyurmuştur. b) Bu muhakkik âlimlerin görüşüdür. Buna göre, "Saika" ölüme sebeb olan şeydir. İşte bu sebebten ötürü Cenâb-ı Allah, A'raf sûresinde: "Onları müthiş bir sarsıntı tuttuğu zaman.." (A'raf, 155) buyurmuştur. Alimler bu ölüm sebebi olan saikanın ne olduğu hususunda ihtilâf etmiş, üç görüş belirtmişlerdir. 1) O, gökten düşüp onları yakan bir ateştir. 2) Gökten gelen bir sayhadır. 3) Allahü teâlâ, onların üzerine sesini işittikleri bir ordu gönderdi de onlar bir gün ve gecede baygın ve ölü olarak yerlere serildiler. |
﴾ 55 ﴿