80

"Onlar "Cehennem bize ancak sayılı günler dokunacaktır" dediler. (Onlara) de ki: Allah'dan bir ahid mi aldınız? Öyle ise Allah ahdinden asla caymaz. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?" .

Bil ki bu söz onların çirkin söz ve fiillerinin ücüncüsüdür. Bu da onların, Allah'ın kendilerine birkaç gün dışında azab etmeyeceğini kesinkes söylemeleridir. Bu kesin hükme, akıl ile varılması imkânsızdır. Ama bizim, "Şüphesiz Allah ne isterse ona hükmeder" sözümüze göre, Allah'ın fiillerine hiç kimsenin itiraz hakkı yoktur. Bu sebeple böyle bir şeyi ancak naklî delil ile bilmek mümkündür. Mu'tezile'ye göre akıl, günahları sebebi ile devamlı bir ilâhî cezaya müstahak olunduğunu gösterir. Akıl buna delâlet edince, ceza için bir müddet takdir edildiği ve sonra da bu cezanın biteceği hususunda, bunu açıklayan naklî bir delile muhtaç olunur. Bu sebeple her iki mezhebe göre de nakli delil olmadan bunu bilmeye imkan yoktur. Nakli delil olan bir meselede, aklen vermek caiz değildir. Burada iki mesele vardır:

Sayılı Günlerin Şümulü

Alimler "sayılı günler" hususunda iki görüş belirtmislerdir:

a) (günler) lâfzı ancak on ve daha aşağı sayıda günü gösterir. On günden fazlası için kullanılmaz. Buna göre (beş gün), (on gün) denilir (onbir gün) denmez. Ne varki bu kaide, Cenab-ı Hakk'ın, "Sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de muttakilerden olasınız diye sayılı günlerde oruç tutmak farz kılındı" (Bakara, 183-184)ayeti ile bir müşkillik arzeder. Bu ayetteki sayılı günler bir ayın bütün günleridir. Bir ayın günleri ise ongünden daha fazladır.

Bir de Kâdî şöyle demiştir: lâfzının on veya daha aşağı bir sayıya hamleditdiği sabit olunca, en uygun olan, bu kelimenin en azını veya en çoğunu ifâde ettiğini söylemektir. Çünkü bunun üç gün olduğunu söyleyen, "Bunu en azına hamlediyorum" diyebilir. Bu, izahı mümkün bir sözdür. Yine o lâfzın on günü ifâde ettiğini söyleyen de, "Onu en çoğuna hamlediyorum" diyebilir. Bu sözün de izahı mümkündür. Ama o lâfzın "on"dan az, üçten çok bir sayıya hamledilmesinin izahı mümkün değildir. Çünkü ikisi arasındaki sayıların herhangi birinin diğerlerine bir üstünlüğü yoktur. Meğer ki bunu belirleyen sahih bir rivayet varid olsun. İşte o zaman o rivayete göre hüküm verilir.

Müfessirlerden bir grub, lâfzını, yedi gün diye tefsir etmişlerdir. Bu hususta Mücâhid şöyle der: Yahudiler dünyanın ömrünün yedibin sene olduğunu söylüyorlar. Buna göre Cenab-ı Hak, her bin yıla karşılık onlara bir gün azab edecek demektir. Bu sebeble onlar, "Allah bize yedi gün azab edecektir" demişlerdir. Esâm bazı yahûdilerden, buzağıya sadece yedi gün tapmış olduklarını, bundan dolayı "Allah bize yedi gün azab edecek ' dediklerini nakletmiştir. Her iki görüş de zayıftır. İlkinin zayıf olmasına gelince, dünyanın ömrünün yedibin sene oluşu ile, onların azabının yedi gün olması arasında kesinlikle birbirini gerektirecek bir alâka yoktur. İkinci görüşe gelince, yedi gün isyan etmiş olmalarından dolayı azablarının da yedi gün olması gerekmez.

Biz ise şöyle diyoruz: Herşeyin mâliki ve sahibi Allah olduğu için, O'nun yaptığı her şey güzeldir. Mutezileye göre, günahkâr tevbe etmediği veya affolunmadığı müddetçe, isyanından ötürü ebedî cezaya hak kazanır. Buna göre şayet: "Cenab-ı Allah bir günaha karşılık daha fazla ceza vermeyi menederek: "Kötülüğün cezası, misli ile kötülüktür" (şûra, 40) buyurmuştur. Bu sebeple cezanın suçtan fazla olmaması gerekir" denilir ise biz deriz ki: Günahın cezası, nimete göre artar. Allah'ın kullarına olan nimeti sayısız ve sınırsız olunca, onların günahları da son derece büyük olur.

b) İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın; lâfzını, yahudilerin buzağıya taptıkları günlerin sayısı olan "kırk gün" ile tefsir ettiği rivayet edilmiştir. "Yedi gün" tefsiri için söylenenler bu hususta da söylenir.

Bir üçüncü görüş de şudur: Ayetteki "sayılı" lâfzının tıpkı, "O (Yûsuf'u) az bir fiyata, sayılı bir kaç dirheme sattılar" (Yûsuf, 20) ayetinde de olduğu gibi, "az" manasına geldiği söylenmiştir.

İkinci Mesele

Hanefiler, hayızın en az müddetinin üç, en çoğunun ise on gün olduğuna zâhib olmuşlar ve buna Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Hayızlı olduğun günlerde namazı bırak" Tirmizi, Tâhare, 94 (1/220). hadisini delil getirmişlerdir. Buna göre hayzın müddeti, (......) lâfzı ile ifâde edilen günler sayısıncadır. (......) lâfzı ile ifâde edilen günlerin en azı üç, en çoğu ondur. Bu sebeple hayız müddetinin en azının üç, en çoğunun ise on gün olması gerekir. Bu husustaki müşkillik yukarıda geçmişti.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ bu ayette: "Onlar cehennem bize ancak sayılı günler dokunacaktır" dediler."; Al-i İmran sûresinde ise: "Ancak sayılı günler" (Âl-i İmran, 24) buyurmuştur. Birisi şöyle diyebilir: Her iki ayette de mevsûf aynı (günler) lâfzı olduğu halde, niçin bu kelimenin sıfatı birinci ayette (......) ikincisinde ise, (......) şeklinde gelmiştir? Cevab: İsim eğer müzekker olur ise, onun cem'inin sıfatı sonunda "ta" harfi bulunan müennes bir kelime olur. Meselâ: ve, Eğer isim müennes olur ise, onun cem'inin sıfatı cem'i müennes salim olur. Mesela: testi (kırık testiler); (kırba), (kırık su kırbaları) denilir. Ne var ki bazan nâdir olarak isim müzekker olduğu halde, cem'i ve sıfatı, cem'i müennesi salim olarak gelir. Mesela, (güvercin), (güvercinler); ve ot (gerilmiş develer) denilir. İşte: (al-i imran, 24) ve o "Belirli günlerde" (Hacc. 28) ayetlerinde de aynı şey vardır. Buna göre Cenab-ı Allah, Bakara suresinde asıl şekli ile-ki bu şeklidir.-Al-i İmran sûre sinde ise ikinci şekli ile getirmiştir.

Allah'ın Ahdi

Cenab-ı Allah'ın: "(Onlara) de ki: Allah'dan bir ahid mi aldınız. Öyle ise Allah asla ahdinden caymaz" ayeti hususunda birçok mesele vardır:

Ahdin Buradaki Mânası

Buradaki ahd, Allah'ın vaadi ve haberi manasınadır. Allah, bu ayette "haber vermesini" "ahd"diye adlandırmıştır.Çünkü Allah'ın haberi, bizim yemin ve adaklarımızla kuvvetlendirdiğimiz sözlerimizden daha kuvvetlidir. Buna göre, "Allah'ın ahdi ancak bu şekilde olur" demektir.

İkinci Mesele

Keşşaf sahibi, Cenab-ı Hakk'ın: "Allah ahdînden caymaz" ifâdesinin, mahzuf bir şeye bağlı olduğunun, o mahzufun takdirinin ise: "Eğer Allah'dan bir ahid almış iseniz, biliniz ki Allah ahdinden asla caymaz" şeklinde olduğunu söylemişti

(......) İstifham Değil İstifham-i İnkarıdır

Allah'ın: (......) ifâdesi, bir soru değil, aksine bir inkârı ifâdedir. (Yani "ahid aldınız mı?" değil, "ahid almışsınız ha!" manasınadır.) Çünkü yahudilerin zanlarını iptal etmek için Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in delilini onlardan sorması caiz değildir. Allah, bunu emretmekten münezzehtir. Aksine bu onların istidlal ediş şekillerine dikkat çekmedir. Bu ise, o şeyi bilmeye nakilden başka bir yolun olmadığını anlatmaktır. Bu hususta naklî bir delil olmayınca da, bu görüşün kesin olarak ifâde edilememesi gerekir.

Allah Ahdinden Caymaz

Allahü teâlâ'nın: "Öyle ise Allah asla ahdinden caymaz" ifâdesi, O'nun va'ad ve va'îdi hususunda yalan söylemekten münezzeh olduğuna delâlet eder. Alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Çünkü yalan, noksanlık ifâde eden bir sıfattır. Noksanlık ise Allah için imkansızdır."

Mutezilenin İddiası

Mu'tezile de şöyle demiştir: Çünkü Cenab-ı Hak, çirkinin çirkinliğini, kendisinin çirkinlikten (kötülükten) müstağnî olduğunu bilir. Yalan söylemek çirkin bir iştir. Çünkü o yalandır. Çirkinin (kabinin) çirkinliğini ve ona ihtiyacı olmadığını bilen kimsenin, yatan söylemesi imkansız olur. Binaenaleyh bu, Allah'dan yalanın sâdır olmasının imkânsız olduğunu gösterir. İşte bu sebeple Cenab-ı Hak: "Allah asla ahdinden caymaz" demiştir. Buna göre eğer, "And, va'ad manasınadır; birşeyin hasseten zikredilmesi, onun dışındaki şeylerin nefyi mânasına gelir. Bu sebeple, Allah va'adinden dönmeyeceğini hasseten ifâde edince biz, Allah'ın vaidinden caymasının caiz olduğunu anlarız. Sonra akıl da buna uygundur. Çünkü va'adden dönmek kötü, va'îdden (tehdid ve korkutmadan) dönmek ise lütuftur" denilir ise deriz ki: Zikredilen deliller her türlü yalan için geçerlidir.

Cübbai'nin Vaa'd ve Vaid Prensibine istidlali

Cübbâi şöyle demiştir: Bu ayet Allah'ın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya ve ondan sonra gelen diğer peygamberle- re, günahkârları ve büyük günah sahiplerini, azab ettikten sonra cehennemden çıkaracağına söz vermediğini gösterir. Çünkü Allahü Teâlâ, eğer onlara bu sözü vermiş olsaydı, yahudilerin bu sözünü yadırgaması doğru olmazdı. Hak teâlâ'nın onlara böyle bir söz vermediği, ve onlara günahkarlara olan va'îdinden bahsettiği sabit olunca, ve bundan bahsetmek sureti ile günaha düşmekten onları menedince, Va'idiyye (Mû'tezile)'nin görüşüne göre, onların ahiretteki azabının ebedî olması gerekir. Bu durum başka ümmetler hakkında sabit olunca, bu ümmet hakkında da söz konusu olması gerekir. Çünkü Allahü teâlâ'nın va'ad ve va'îdleri ile ilgili hükümlerinin ümmetlere göre değişmesi caiz olmaz. Çünkü bunların hepsinden sudur eden günahın derecesi aynıdır.

Razi'nin Cevabı

Bil ki bu izah tarzı son derece zorlama ile yapılmıştır. Biz deriz ki: "Cenab-ı Hakk'ın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya büyük günah sahiblerini cehennemden daha sonra çıkaracağını va'ad etmemiştir" sözünü kabul etmiyoruz. "Eğer onlara bu va'adde bulunmuş olsa idi, yahudilerin o sözlerini reddetmezdi" sözüne gelince, buna karşı biz deriz ki: "Sen niçin "Eğer Allah onlara bunu vaa'detmiş olsa İdi, yahudilerin bu sözünü reddetmezdi" dedin? Bunların birbirini gerektirmesi hususundaki delilin nedir?" Sonra biz, şer'an bunların birbirini gerektirmeyeceğini birkaç yönden açıklayabiliriz:

a) Belki de Cenab-ı Hak, sırf onlar azab edilecekleri günleri az sandıkları için, bu sözü yadırgamıştır. Bunun onların: "Bize ateş ancak birkaç sayılı gün dokunacak" ifâdeleri gerçekten az sayıda günü gösterir. Bu sebeb ile, Allahü teâlâ, onların bu kadar az bir müddeti kesin bir ifâde ile söylemelerini yadırgamıştır. Yoksa azabın sona ereceğini reddetmemiştir.

b) Mürcie, genel olarak ilâhi affın olacağını kesin olarak söylerler. Ama onlarca, muayyen bir şahıs hakkında İse bu şekilde kesin hükmedilemez. Buna göre, yahûdiler, kendileri hakkında azabın hafifletileceğine kesin olarak hükmedince, Allahü teâlâ işte bunu reddetmiştir.

c) Bu sözü söyleyen yahûdiler kâfirdirler. Bize göre kâfirin azabı ise ebedidir, sona ermez. Biz, Hak teâlâ'nın büyük günah sahiblerini cehennemden çıkaracağına dâir, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya söz vermediğini kabul etsek bile sen neye dayanarak "Allah, onları cehennemden çıkarmayacak" diyorsun? Bunun izahı şudur: Hak teâlâ Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya onları cehennemden çıkaracağını va'ad etmemiştir" sözü ile; "Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya onları cehennemden çıkarmayacağını haber vermiştir" sözü arasında mana farkı vardır. Birinci sözde bir zarar söz konusu değildir. Çünkü Allahü Teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya bunu söylemediği haide, kıyamet günü yapabilir. Fakat Allah, yahudilerin böyle söylemelerini, onların bir delilleri olmadığı halde kesin konuşmalarından dolayı reddetmiştir. Dolayısı ile onların bu hususta konuşmamaları, ne menfi, ne müsbet kesin hükümde bulunmamaları gerekir. Biz, Cenab-ı Hakk'ın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kavminin günahkârlarını cehennemden çıkarmayacağını kabul etsek bile, sen neye dayanarak Allah'ın bu ümmetin günahkârlarını da cehennemden çıkarmayacağına hükmediyorsun?

Cübbâi'nin: "Çünkü Allahü teâlâ'nın va'ad ve va'idleri ile ilgili hükümlerinin ümmetlere göre değişmesi caiz değildir" sözüne gelince, bu sırf delilsiz bir hüküm vermedir. Çünkü cezalandırmak Allah'ın hakkıdır. Bu sebeple, o cezayı kaldırmak sureti ile bazı insanlara lütfetmesi, diğerlerine lütfetmemesi de, O'nun hakkıdır. Binaenaleyh bu istidlalin zayıf olduğu ortaya çıkmış olur."

Cenab-ı Allah'ın: 'Toksa siz Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" hitabına gelince bu, zikredilen delili tamamlamak için yapılan bir izahtır. Çünkü yukarıda bahsi geçen hüküm ancak nakil ile verilebilince ve böyle bir naklin de olmadığı sabit olunca o hükmü bu şekilde kesin bir ifâde ile söylemek hiç şüphe yok ki bilinmeyen bir hususta Allah'a iftira etmek olur. Bu ayet birçok faydalı hususu ihtiva eder.

Ayetin İhtiva Ettiği Hükümler

a) Hak teâlâ, onların bir delile dayanmadan söyledikleri sözü kınayınca, delilsiz bir hüküm vermenin de bâtıl olduğunu anlamış olduk.

b) Varlığı veya yokluğu aklen mümkün olan herşeyi, varlığını veya yok olduğunu isbat, ancak nakli delil ile mümkündür.

c) Kıyası ve Haber-i Vahid ile amel etmeyi inkâr edenler bu ayete tutunarak şöyle demişlerdir: "Çünkü kıyas ve haber-i vâhid kesin ilim ifâde etmez. Bu sebeble, Allahü teâlâ, "Yoksa siz Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" ayetini, inkâr etme sadedinde zikrettiği için haber-i vâhid ve kıyasa tutunmak caiz değildir." Buna şöyle cevab veririz: Kıyasa ve haber-i vahide dayanan zannî bir bilgi meydana geldiğinde, onunla amel etmek gerektiğini gösteren deliller bulununca, onunla amel etmenin vacib olduğu anlaşılır. Bu sebeple, kıyas ve haber-i vahid ile hükmetmek, bilinmeyen bir şeye değil, bilinen birşeye hükmetmek olur.

Kebire Sahibi Hakkında Mu'tezile İddiası

80 ﴿