99

"De ki: Kim Cebrail'e düşman olursa (kahrından gebersin). Çünkü kendinden evvelki (kitapları) tasdik edici ve mü'minler için hidayet vesilesi ve müjde olan (Kur'an)'ı Allah'ın izni ile senin kalbine o indirmiştir. Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e, ve Mikâil'e düşman olursa şüphesiz Allah da o kâfirlerin düşmanıdır" .

Bu âyette anlatılan şeyler de, yahûdilerin çirkin ve nahoş fiil ve sözlerinden biridir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın: "De ki: Kim Cebrail'e düşman olursa..." ifâdesinin, mutlaka yahûdilerden sâdır olan bir sebebinin bulunması gerekir ki Allah, resulüne böyle hitab etmesini emretmiştir. Çünkü bu bir hüccet getirme gibidir. Yahudiler tarafından bu hususta herhangi bir şey bulunmasaydı, Hak teâlâ'nın peygamberine böyle söylemeyi emretmesi caiz olmazdı. Müfessirler âyetin sebeb-i nüzulü olarak bazı rivayetler zikretmişlerdir:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret edince kendisine Abdullah b. Suriyâ (isimli yahûdi âlimi) gelip şöyle demiştir: "Ey Muhammed, uykun nasıldır? Çünkü bize âhirzaman peygamberinin uyukusunun nasıl olacağı haber verilmiştir." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Benim gözlerim uyur ama uyumaz" buyurmuştur. Abdullah: "Ey Muhammed, doğrusun. O halde bana çocuğun durumundan haber ver, o erkekten mi, kadından mı olur?" diye sordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kemikler sinirler ve damarlar erkekten; et, kan, tırnak ve saçlar kadındandır" cevâbını verdi. Bunun üzerine yahûdi: "Doğrusun. Öyle ise söyle bakayım, neden erkek çocuk dayılarına değil de amcalarına, veya amcalarına değil de dayılarına benzer?" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ana babadan hangisinin menisi diğerine gâlib gelirse benzerlik o tarafa olur " cevabını verdi. Yahudi: "Doğrusun" dedi ve devamla: "Bana söyle, İsrail (Yakub) (aleyhisselâm) hangi yiyeceği kendisine haram kılmıştı? Tevrat'ta ümm peygamberin bunu haber verebileceği belirtilmiştir" diye sordu. Bunun üzevme Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Musa'ya Tevrat'ı indiren allah adına söylerim, bilir misiniz, İsrail şiddetli bir hastalığa tutulmuş ve bu hastalığı uzun sürmüştü. O zaman, eğer Allah kendisini bu hastalıktan kurtarırsa, en sevdiği yiyeceği ve içeceği kendisine haram sayacağını Allah'a nezretti. En sevdiği yiyecek de deve eti ve sütü idi" cevabını verdi. Oradaki yahûdiler bunun üzerine: "Evet" dediler. Abdullah b. Suriyâ: "Geriye tek şey kaldı, onu da söylersen sana imân ettim gitti. Hangi melek sana Allah'dan vahiy getiriyor?" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Cebrail" deyince, o "Bu melek bizim düşmanımızdır. Çünkü o savaş ve şiddet ile ilgili şeyler indirir. Bize elçi olan melek Mîkâil ise müjde, ucuzluk ve bolluk getirir. Eğer sana gelen melek de o olsaydı biz sana imân ederdik" dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer, "Bu düşmanlık ne zaman başladı?" deyince, İbn Suriyâ: "Bu düşmanlığın başlangıcı şöyledir: Allahü teâlâ, peygamberimize, Buhtunnâsır adında bir kralın zamanında Beyt-i Makdis'in yıkılacağını vahyetmiş ve o adamın vasıflarını bize bildirmişti. Biz onu araştırdık ve (bir çocuk olarak onu) bulduk. Onu öldürmek için adamlar gönderdik. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm): "Eğer Allah sizi bunu öldürmeye musallat kılmış ise, Beyt-i Makdis'i harab edeceğini haber verdiği adam bu olmamış olur. Ki o zaman bunu öldürmede bir fayda yoktur" dedi. Sonra o çocuk büyüdü, kuvvetlendi, kral oldu, bize karşı savaştı, Beyt-i Makdis'i yıktı ve birçoğumuzu öldürdü. İşte bundan ötürü Biz, Cebrail'i düşmanımız sayarız. Mikâil'e gelince o da Cebrail'in düşmanıdır" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: "Ben şehâdet ederim ki kim Cebrail'e düşman ise, Mikâil'e de düşmandır. O ikisi de kendilerine düşman olanlara düşmandırlar" dedi. Abdullah b. Suriyâ Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in bu sözünü hoş karşılamadı. Böylece Cenâb-ı Allah bu iki âyeti indirdi.

b) Rivayet edildiğine göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in Medine'nin yukarı tarafında bir tarlası vardı ve yolu yahûdilerin dershanelerinin önünden geçerdi. Hazret-i Ömer ara sıra onların yanına oturur ve onları dinlerdi. Bir gün onlar: "Ya Ömer! seni sevdik. Senin hakkında çok ümitliyiz" dediler. Hazret-i Ömer de: "Allah'a yemin ederim ki, sizi sevdiğim için yanınıza gelmiyorum ve dinim hakkında şüphelendiğim için size soruyor değilim. Ben sizin yanınıza Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği hususunda basiretim artsın ve O'nun alâmetlerini sizin kitabınızda göreyim diye geliyorum" dedi ve sonra onlara Cebrîl (aleyhisselâm)'i sordu. Onlar: "O, bizim düşmanımızda. Hazret-i Muhammed'i bizim sırlarımızdan haberdar ediyor. O, her türlü azab ve zelzelenin sahibidir. Mikâil (aleyhisselâm) ise bolluk ve barış getirir" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Ömer onlara: "Bu iki meleğin Allah katında dereceleri nedir?" diye sorunca onlar: "Bu ikisi Allah'a en yakın makamdadırlar. Cebrail Allah'ın sağında, Mikâil ise solundadır. Mikâil Cebrail'in düşmanıdır" dediler. Hazret-i Ömer de: "Şayet sizin dediğiniz gibi ise o ikisi birbirine düşman olmaz ve siz eşekten daha ahmaksınız. Onlardan birine düşman olan diğerine de düşman olmuş olur. Onların ikisine düşman olan da Allah'a düşmanlık beslemiş olur" dedi, sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına döndü ve Cebrail (aleyhisselâm)'in kendisinden önce vahiy getirdiğini gördü. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Allah'a yemin olsun ki, ya Ömer, Rabbin sana muvafakat etti" dedi. Hazret-i Ömer de: "Yemin olsun ki bundan sonra sen beni din hususunda taştan daha kuvvetli göreceksin" dedi.

c) Mukatil şöyle demiştir: "Yahudiler, Cebrail bizim düşmanımızdır. Ona peygamberliği bize getirmesi emredildiği halde, o onu başkasına götürmüştür" İddiasında bulunmuşlar, bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirmiştir.

Bil ki yahûdilerin Cebrail (aleyhisselâm)'e düşman olmalarının en akla yakın sebebi, onun Kur'an'ı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirmesidir. Çünkü Cenâb-ı Hakkın: "Kim Cibril'e düşman olursa (kahrından gebersin). Çünkü o, Kur'an'ı Allah'ın İzniyle senin kalbine indirmiştir" buyruğu, bu indirişin düşmanlığa sebeb olmasının uygun olmadığını ortaya koyar. Çünkü Cebrail bunu ancak Allah'ın emri ile yapmıştır. Binaenaleyh bunun düşmanlığa sebeb olması uygun düşmez. Bunun birkaç yönden izahı yapılabilir:

a) Cebrail (aleyhisselâm)'in Kur'an'dan indirdiği, itaat edenleri sevapla müjdelemek, syan edenleri azabla korkutmak ve savaşla, muharebeyle (cihadla) ilgili emirdir. Bu, Cebrail'in irâdesi ile değil de kendisinden kurtuluş olmadığını ve muhalefet edilemeyeceğini itiraf ettikleri emr-i İlâhi ile olunca, durumu böyle olana (Yani Cibril'e) düşmanlık etmek Allah'a düşmanlık etmeyi gerektirir. Allah'a düşmanlık ise küfürdür. Bu sebeble, bu, durumu böyle olan kimseye, (yani Cibril'e) düşmanlık etmenin küfür olduğu neticesine götürür.

b) Allahü teâlâ, şayet Mikâil (aleyhisselâm)'e bu gibi kitapları indirmeyi emretmiş olsaydı, bu durumda ya-, "(Bilfiil indirmemiş olduğu için) o isyan etmiş ve Allah'ın emrini kabul etmemiştir" denilirdi ki bu günahsız melekler hakkında uygun değildir, veya "Mikâil (aleyhisselâm) Allah'ın emrini tutup, o vahyi emr-i İlâhi'ye uygun olarak indirmiştir" denilirdi ki bu durumda onların Cebrail (aleyhisselâm) hakkında söyledikleri şeyin aynısı, Mikâil (aleyhisselâm)'e de yönelmiş olurdu. O zaman sadece Cebrâil (aleyhisselâm)'e düşman olmalarının izahı nedir?

c) Kur'an'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a indirilmesi, yahûdilere zor geldiği gıb Tevrat'ın Hazret-i Musâ (aleyhisselâm)'ya indirilmesi de diğer kavimlere zor gelir. Buna göre Kur'an'ın indirilmesinden dolayı bazı insanların nefreti, Kur'an'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilmesinin çirkin olmasını gerektirirse, o zaman öncekilerin nefreti de Tevrat'ın Hazret-i Musâ'ya indirilişinin çirkin olmasını gerektirir. Bütün bunların bâtıl ve geçersiz olduğu herkesçe malumdur. Böylece bu izahlarla onların iddialarının yanlışlığı ortaya çıkmış olur.

İkinci Mesele

Bazı kimseler, yahûdilerden bir grubun, "Cebrâil'in kendilerinin düşmanı olduğunu söylemiş olmalarını uzak bir ihtimal olarak görmüşler ve şöyle demişlerdir: "Biz, zamanımızdaki yahûdilerin bunu kabul etmeme hususunda mutabakata varıp, atalarından kimsenin böyle birşey söylemediğinde ısrar ettiklerini görüyoruz." Bil ki bu görüş bâtıldır. Çünkü Allah'ın nakii en doğru ve onların da cahilliği çok fazla olup Hazret-i Musâ (aleyhisselâm)'ya: "Onların ilâhları olduğu gibi, bizim için de ilâhlar yap" (A'raf, 138) diyen kimseler oldukları için bu görüş bâtıldır.

Cibrîl Kelimesinin Okunuşunda Yedi Vecih

İbn Kesir, cim harfinin fethası, râ harfinin kesresi ve hemzesiz olarak kelimeyi, (......) şeklinde okumuştur. Hamza, Kisâî ve Âsim dan rivayet ederek Ebu Bekr, cim ve râ harflerinin fethası ile ve hemzeli olarak, (......) şeklinde, diğer kıraat âlimleri ise, cim ve râ'nın kesresi ile ve hemzesiz olarak, "Kandil" vezninde, (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kelimenin yedi okunuş şekli vardır. Üçünü söyledik, diğer dördü şu şekildedir: vezninde olmak üzere, vezninde olmak üzere vezninde olmak üzere (ya'lı olarak); ve nun'lu olarak (......) şeklinde...Bu, marife ve A'cemî (Arapça asıllı olmayan)bir kelime olduğu için gayr-ı munsarıftır.

Cibril Kelimesinin Mânası

Bazı âlimler Cebrail'in, (Allah'ın kulu) rnânasına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre (İbranice'de) "Cebr", kul; "iyi" ise Allah manasınadır. Mîkâil de aynı şekilde Allah'ın kulu demektir.

Bu İbn Abbas (radıyallahü anh) ve ehl-i ilimden bir grubun görüşüdür. Ebû Ali es-Sûsi ise, bu görüşün iki bakımdan doğru olmadığını söylemiştir:

a) "îye'Mâfzının, Allah'ın isimlerinden olduğu meşhur değildir.

b) Eğer böyle olsaydı, "Cebrail" kelimesinin sonu mecrür olurdu.

Cenâb-ı Hakk'ın: "Çünkü O, onu senin kalbine indirdi" âyeti ile ilgili birkaç soru vardır:

Birinci Soru: "Allah'ın; ve ifâdesinde "zamirinin neyi ifâde ettiği hususudur? Cevab: Bu hususta iki görüş vardır:

a) Birinci "hâ" Cebrail'e, ikincisi ise, her nekadar bizzat zikredilmemiş olsa bile malûm olduğu için, Kur'an'a râcîdir. Bu aynen, "Allah onun üstünde hiçbir canlı bırakmazdı" (Fatr, 45) âyetindeki "hâ" zamirinin "yeryüzünü"ifâde etmesi gibidir. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh) ve çoğu ilim ehlinin görüşüdür. Buna göre mâna şudur: "Eğer yahûdilerin düşmanlığı, Cebrail (aleyhisselâm)'in Kur'an'ı indirmesinden dolayı ise (bilsinler ki), o onu Allah'ın izniyle indirmiştir." Keşşaf sahibi, "Mercii geçmemiş zamiri getirmede, zamirin ifâde ettiği varlığın durumunu yüceltme vardır. Çünkü o, son derece malûm ve meşhur olduğu için, zamirle ifâde edilebiliyor ve bir sıfatını zikretmek, ismini zikretmeye ihtiyaç hissettirmiyor kabul edilmiştir" demiştir.

b) Âyetin mânası şöyledir: "Şüphesiz Allah, Cebrail (aleyhisselâm)'i indirmiştir, yoksa o kendi kendine inmiş değildir."

İkinci Soru: Kur'an Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e inmişti. Öyle ise: "O, onu senin kalbine indirdi" denilmesinin sebebi nedir?

Cevap: Biz bu meseleyi Şur'arâ sûresinde, "Onu Ruhu'l-Emin (Cebrail) senin kalbine indirdi" (Şuarâ. 193-194)âyetinin tefsirinde anlattık. Ümmet-i Muhammed'in çoğu Kur'an'ın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbine değil, kendisine indirildiğine inanır. Şu kadar var ki burada bilhassa kalbin zikredilmesi ona indirilen âyetlerin kalbinde ezberlenmek suretiyle yer etmesi ve böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları ümmete iletmesi yüzündendir. "O, onu kalbine indirdi" denilmesi caiz olmuştur. Her nekadar gerçekte Kur'an Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbine değil kendisine indirilmiş olsa da..

Üçüncü Soru: Sözün aslında "Kalbime" şeklinde söylenilmesi gerekirdi?

Cevap: Bu, Allah'ın sözünü, söylendiği gibi nakletmek üzere gelmiştir. Sanki şöyle denilmektedir: "Söylediğin şu sözümü söyle; kim Cebrail'e düşman olursa, (kahrından ölsün). Çünkü o, o (Kur'an'ı) senin kalbine indirdi."

Dördüncü Soru: "Çünkü O, onu indirdi" cümlesi, kenemden önceki şart cümlesine nasıl cevap olabilmiştir?

Cevap: Buna iki türlü cevap verilir:

1) Cenâb-ı Allah, bu düşmanlığın fâsid olduğunu, çünkü Cebrail (aleyhisselâm)'e kendisi içinde hidayet ve müjde olan kitabı indirmesini emrettiği için, onun bunu indirdiğini açıklamıştır. Binâenaleyh Cebrail (aleyhisselâm)'in memur olması sebebiyle ma'zûr sayılması; hidayet ve müjde (dolu bir kitap) getirdiği için de teşekküre lâyık sayılması gerekirdi. Bu durumda ona düşmanlık beslemek nasıl uygun düşer?

2) Cenâb-ı Allah bu âyette şunu açıklamaktadır: Yahudiler eğer Cebrail'e düşmanlık besliyor idi iseler, bu onlara uygundur. Çünkü O, sana, peygamberliğine burhan ve doğruluğuna delil olan Kitab'ı indirmiştir. Halbuki onlar bundan hoşnut olmuyorlar. Öyle ise, hoşlanmadıkları bir şeyi onlara karşı te'-kid eden, kuvvetlendiren kimseye onlar nasıl buğzetmezler?

Cenâb-ı Allah'ın: 'Allah'ın izniyle" buyruğu en açık tefsire göre "Allah'ın emri ile" manasınadır. Bu ifâdenin, "Allah'ın bilgisi ile..." şeklinde tefsir edilmesinden daha uygundur. Bu, birkaç yönden böyledir:

1) "İzin", "emir" mânasında hakikat olarak, "ilim" mânasında mecaz olarak kullanılır. Kelimeleri mümkün olduğu sürece hakikî manasında kullanmak vâcibtir.

2) Kur'an'ı indirmek, yapılması gereken (vacib olan) şeylerdendir. Vacib oluş ise ilimden değil, emirden dolayı olur.

3) Bu indirme, lazım olan bir işten ötürü olduğu zaman daha kuvvetli bir hüccettik ifâde eder.

Kur'an'ın, Daha Önceki Kitapları "Tasdik Etmesi" Ne Demektir?

Hak teâlâ'nın: "Kendinden öncekileri tasdik edici olduğu halde" âyeti çoğu müfessirlerin ittifak ettiği şu mânaya hamiedilmiştir. Bundan maksad Kur'an'dan önce geçmiş olan peygamberlere gönderilmiş kitaplardır. Bunu şu kitaba değil de öbür kitaba tahsis etmenin bir mânası yoktur. Müfessirlerden bunu Tevrat'a tahsis ederek, bunun, Kur'an'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini gösterme hususunda Tevrat'a uygun olduğuna işaret ettiğini iddia edenler de vardır. Buna göre şayet, Kur'an'ın hükümleri diğer semavi kitapların hükümlerinden farklı değil midir? Bu sebeble niçin Kur'ân'ın, "Tevrat tevhide ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine delâlet etmede Kur'an'la uyuştuğu için onu tasdik edici olması, onu tasdik edici olmamasından daha uygun düşmüştür?" denilirse biz deriz ki: Nesh'in "ibâdet müddetinin sona erdiğinin bir beyanı olmasına" binaen, diğer kitapların ihtiva ettiği hükümler, o zamanlarla sınırlanmış ve o vakitte sona ermiştir. Bu durumda Kur'an ile diğer kitaplar arasında şer'i hükümler bakımından herhangi bir ihtilâf yok demektir.

Kur'anın Hidayet Olması

Cenâb-ı Allah'ın: "Hidayet vesilesi olarak" ifadesinden maksad, Kur'an'ın iki özelliği ihtiva ettiğini açıklamaktır:

a) Kalbin ve azaların amellerine dâir mükellefiyetleri beyan etmiş olmasıdır. Kur'an bu bakımdan bir hidayet (doğruyu gösteren bir kitab) olur.

b) Bu mükellefiyetleri yerine getiren kimselerin nasıl mükâfaatlandırılacaklarını beyan etmiş olmasıdır. Kur'an bu bakımdan da bir müjde (Büşrâ) dir. Birinci özellik (hidayet edici olma), ikinciden önce meydana geldiği için, şüphesiz Hak teâlâ "Hüdâ" lafzını "Büşra" lafzından önce getirmiştir.

Şayet, "Kur'an herkes için bu özelliği taşıdığı halde, niçin sadece mü'-minler için hidayet ve müjde olarak bildirilmiştir?" denilirse buna iki bakımdan cevab verilir:

1) Allahü teâlâ bunu sadece mü'minlere has kılmıştır, çünkü Allah'ın kita-Dı vasıtasıyla hidayete erenler, sadece mü'minler olmuşlardır. Bu Cenâb-ı Allah'ın: "(O) müttakiler için hidayet (rehberidir)" (Bakara, 2) ayeti gibidir.

2) Kur'an ancak mü'minler için bir müjdedir. Çünkü müjde, büyük bir iyiğin meydana geldiğini gösteren haberden ibarettir. Bu ise ancak mü'minler hakkında meydana gelir. Bundan dolayı bu vasfı Cenâb-ı Allah sadece mü'ninlere tahsis etmiştir.

İkinci ayet olan, "Kim Allah'a ve meleklerine düşman olursa..." ayetine gelince, bil ki Allahü teâlâ, ilk ayette Kur'an'ı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirdiği için Cebrail (aleyhisselâm)'e düşman olan kimsenin Allah'a da düşman olacağını açıklayınca, bu ayette de Allah'a düşman olanın Cebrail'in düşmanı olacağını açıklamış ve peşisıra da düşmanlıklarına karşı Allah'ın onlara büyük zarar vereceğini, bu zararın da Allah'ın onlara düşman olması olduğunu açıklamıştır. Çünkü onların düşmanlıkları ne bir tesir ve tayda temin eder, ne de bir zarar verir. Halbuki Allah'ın düşmanlığı daha büyüğü olmayan elem verici ebedî bir azaba götürür. Bu meselede birkaç sual vardır:

Birinci Sual: Düşmanlığın hakkı düşmana zarar vermek olduğu halde, o yahûdilerin Allah'ın düşmanları olmaları nasıl düşünülür, halbuki bu Allah için muhaldir?

Cevab: Hakiki manası ile düşmanlık ancak insanlar hakkında doğru olur. Çünkü başkasına düşman olan, ona zarar vermek isteyen kimsedir. Allah'a zarar vermek ise imkânsızdır. Aksine bundan maksad şu iki görüşten birisidir:

1)Ya onların Allah'ın dostlarına düşman olmalarıdır. Bu sanki Allah'a düşman olmaktır. Aynen Cenâb-ı Allah'ın "Allah ve peygamberi ile savaşanların cezası ancak..." (Maide, 33); ve:

"Allah'a ve peygamberine eziyet verenler..." (Ahzab, 57) ayetlerindeki gibi.. Çünkü her iki ayetle de kastedilen, Allah'la harbetmek ve O'na eziyet etmek imkânsız olduğu için, Allah değil, Allah'ın dostlarıdır. Veya bununla, onların Allah'a itaati ve ibâdeti ifâ etmeyi hoş görmemeleri ve buna sarılmaktan uzak oldukları kastedilmiştir. Düşman olan nerdeyse, düşmanına muvafık ve mutabık olmayınca, onların bu husustaki tutumları düşmanlığa benzetilmiştir.

Onların Cebrail'e ve peygamberlere düşman olmaları hususuna gelince, bu doğrudur. Çünkü onlara zarar verebilmek mümkündür. Fakat onların düşmanlıkları, onlar hakkında müessir olan fiilleri meydana getirmekten âciz oldukları için, onlara etkili olamaz. Halbuki, peygamberlerin ve Cebrail'in yahudiler hakkındaki düşmanlıkları müessirdir; çünkü bu düşmanlık dünyada zillet ve meskeneti, ahirette de devamlı olan azabı gerektirir.

İkinci Soru: Meleklere Dahil Oldukları Halde Cebrail ile Mîkail Neden Ayrıca Zikredildi?

Allahü Teâlâ melekleri zikredince, Cebrail ve Mikaîl de melekler sözünün kapsamına girmişken, Cebrail ve Mîkail'i niçin tekrar zikretmiştir?

Bu soruya iki bakımdan cevap veririz:-

a) Faziletlerinden ötürü Cenâb-ı Hak, onları ayrıca zikretmiştir. Bunların faziletleri çok mükemmel olduğu için sanki bunlar, melek cinsinden başka bir cins gibi mütalâa edilmişlerdir.

b) Hazret-i Peygamber'le yahudiler arasında cereyan eden şey, bu ikisinin zikredilmesidir. Ayet de, ancak bu ikisi sebebiyle nazil olmuştur. Bundan de dolayı, bu ikisinin ismini şüphesiz açıkça zikretmiştir. Bil ki bu, o ikisinin diğer meleklerin hepsinden daha şerefli olmasını gerektirmiştir. Aksi halde böyle bir izah doğru olmaz.

Cibril'in Üstünlüğü

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, Cebrail'in bazı sebeplerden ötürü Mikâil'den daha üstün olması gerekir.

1) Allahü Teâlâ, önce Cebrail'i zikretmiştir. Daha üstün dururken, kendisine üstün kılınılan şeyin önce zikredilmesi, örf bakımından çirkin bir şeydir. Bu sebeple, bunun Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir" Müsned, 1/379. hadisinden dolayı, şer'an da çirkin kabul edilmesi gerekir.

2) Cebrail (aleyhisselâm) Kur'an'ı, vahyi ve ilmi indirmiştir ki, bu ruhların bekâsının kaynağıdır. Halbuki Mîkail, bolluğu getirir ve yağmurları indirir ki, bunlar da bedenlerin bekâsının kaynağıdır. İlim, maddî gıdalardan daha şerefli olunca, Cebrail'in de Mikâil'den daha şerefli olması gerekir.

3) Cenâb-ı Hakk'ın, Cebrail'in niteliği hakkında, "Orada kendisine itaat olunandır, emindir" buyurmuş, onu mutlak olarak "itaat olunan" diye yâd etmiştir. Bu ayetin zahiri, Cebrail'in, Mîkail'e nisbetle itaat olunan bir zât olmasını gerektirir. Bu sebeple de, Cebrail'in Mikâil'den daha faziletli olması gerekir.

Mikail Hakkında Kıraatler

Ebû Amr ile Asım'dan rivayet eden Hafs, kelime kalıbında olmak üzere, (......) şeklinde okumuştur. Nâfi ise, hemzeden sonra "yâ harfi olmaksızın, vezninde ihtilas ile okumuştur. Diğerleri ise, vezninde olmak üzere, (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kelimenin vezninde olmak üzere, (......) şeklinde ve, vezninde olmak üzere de, (......) şeklinde iki başka okunuş şekli daha vardır.

İbn Cinnî şöyle demiştir: Arablar, Arabça olmayan bir kelimeyi söyledikleri zaman, o kelimeyi değiştirerek söylerler.

Üçüncü Mesele

(......) ifâdesindeki vâv harfinin atıf vâvı olduğu söylenmiştir. Bunun (ya da) mânasına olduğu da söylenmiştir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: Bunlardan herhangi birine düşman olan, bilsin ki Allah bütün kâfirlerin düşmanıdır.

Dördüncü Mesele

"Kafirlere düşmandır" ifadesiyle, Cenâb-ı Allah, "onların düşmanıdır" mânasını kastetti. Ancak, Cenâb-ı Allah'ın onlara ancak küfürleri sebebiyle düşman olduğunu ve meleklere düşman olmanın küfür olduğunu göstersin diye, zamirle değil de açık bir isimle Allah bunu beyan etmiştir.

99

"Andolsun ki biz sana, apaçık ayetler indirdik. Bunları ancak, fasık olanlar inkâr eder" .

Bil ki bu, onların çirkin fiillerinden ve rezilliklerinden bir başka çeşittir. İbn Abbas şöyle demiştir: Yahudiler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmezden önce, O'nun yüzü suyu hürmetine, Evs ve Hazreç kabilelerine galip gelmeyi arzuluyorlardı. Son peygamber Arabların içinden gönderilince, onlar bunu reddetmeye ve daha önce bu hususta söylemiş oldukları sözü inkâra kalkıştılar. Böylece de, Muâz İbn Cebel onlara, "Ey yahudi topluluğu, Allah'dan korkun ve müslüman olunuz; çünkü biz şirk ehli iken, sizler Hazret-i Muhammed adına, O'nun yüzü suyu hürmetine bize galip gelmeyi talep ediyor, bize O'nun peygamber olarak gönderileceğini haber veriyor ve O'nun niteliklerini bize anlatıyordunuz" dedi. Bunun üzerine yahudilerin bazıları, "O bize, mucize olarak hiçbir şey getirmemiştir. Ve O, bizim size bahsettiğimiz kimse' de değildir" deyince, Allah bu ayeti indirmiştir. Burada birkaç mesele vardır:

Ayetteki “Beyyinât”tan Maksad Hangi Delillerdir?

Açık olan şudur ki, buradaki (âyâtin beyyinât) ifâdesinden maksat, velev ki birbirlerine yardımcı da olsalar, insanların ve cinlerin bir benzerini geti rem iyece ki eri Kur'an ayetleridir. Bazıları da, diğer delillerle beraber, meselâ onların mübâheleden, ölümü temenni etmekten kaçınmaları; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in az taamla çok kimseleri doyurması, parmakları arasından su fışkırması ve ayın yarılması gibi.. Kur'an'ın da kastedilmiş olabileceğini söylemişlerdir. Kâdî, şöyle demiştir: Evlâ olan, bunu Kur'an'a tahsis etmektir. Çünkü ayetler, tenzîf ile beraber bulundukları zaman, daha ziyade Kur'an'a tahsis edilirler. Allah en iyisini bilendir.

Kur'an İçin “Âyât” Denilmesi

Kur'an'ın "Âyetler" olarak isimlendirilmesinin bir çok sebebi vardır:

a) Ayet, delâlet eden şey demektir. Kur'an'ın kısımları, fesahati ile peygamberliğini iddia eden zâtın doğruluğuna delâlet ettiği için, ayet olmuş olurlar.

b) Kur'an'ın ayetlerinden bazıları gayblardan verilen habere delâlet ederler. O halde bu âyetler, o gayblara delâlet ederler...

c) Ayetler, tevhide, nübüvvet ve şeriatın delillerine delâlet ederler.. Buna göre âyetler, bu cihetten de delil, ayet olmuş olurlar.

Binaenaleyh, şayet "Delil ancak açık olur, bu sebeple, ayetlerin tekrar açık olmuş olmakla vasıflandırmalarının anlamı nedir? Hiçkimsenin, bundan maksadın, ayetlerin bir kısmının diğerlerinden daha açık olduğunu söyleme hakkı yoktur. Çünkü bu ancak, ilimlerin bir kısmı diğerinden daha kuvvetli olursa doğru olabilir; bu ise imkânsızdır.. Bu böyledir, çünkü bir şeyi bilen kimsenin inanmış olduğu şeyin zıddını caiz görmesi ya mümkündür veya mümkün değildir. Eğer bu caiz görmek mümkün olursa, bu itikâd ilim olmaz. Eğer, bu mümkün olmazsa, o diğer şeyin ondan daha güçlü olması imkânsız olur" denilirse, biz deriz ki:" İlmin bizzat kendisinde farklılık olmaz; tam aksine onu elde etmenin yolları farklı olur. Çünkü ilimler, elde edilme yollan ile ona götüren delillerin birçok mukaddimelerden meydana gelmesi; böylece kendisine ulaşılması çok güç olan ve mukaddimeleri daha az olan, böylece de kendisine ulaşılması daha kolay olan diye iki kısma ayrılır. İşte, bu apaçık âyetlerdir."

Üçüncü Mesele

"İnzal" bir şeyi en yukardan en aşağıya doğru hareket ettirmekten ibarettir. Bu ise, ancak cisim olan şeyler hakkında gerçekleşebilir. Bu açıklamaya göre "inzal" imkânsızdır. Ancak Cebrail (aleyhisselâm), en yüksekten en aşağıya inip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Allah'ın emirlerini bildirdiği için, bu, inzâl diye isimlendirilir.

Fâsıkların İnkârı

Allahü Teâlâ'nın ayetine gelince, bunda birçok mesele vardır:

Ayetleri inkâr iki bakımdan olur:

Birinci Mesele

a) Doğru olduğunu bile bile onları inkâr etmek.

b) Bunu bilmeden onları inkâr etmek, onlar üzerinde düşünmemek ve onların delâlet ettiği şeylerden yüz çevirmek. Ayetin zahirinde bu iki çeşitten birine tahsis bulunmamaktadır, binâenaleyh her iki çeşit de ayetin şümulüne girmektedir.

“Fısk”ın Manası:

"Fısk" lügatte, insanın kendisine çizilen sınırdan dışarı çıkması manasındadır. Cenâb-ı Allah: o cinlerden idi bü yüzden Rabbinin emrinden dışarı çıktı" (Kehf, 50) buyurmuştur. Araplar, nemli toprağa düşen tohum filiz verdiği zaman, derler.

"Fucûr" kelimesinin manası da buna yakındır. Çünkü "fucûr" da, suyu aktığı zaman ifsâd edeceği yere gitmekten alıkoyan "şeddin fucüru" (yarılması) ifâdesinden alınmıştır. Buna göre, insanın kendisi için çizilen sınırı geçip fesada girmesi, suyun şeddini yarıp zarar vereceği bir yere akmasına benzetilmiştir.

Eğer "Küçük günah sahibi de Allah'ın emrini çiğnemiş olmakta değil midir; ama ona îâsık ve fâcir denilmemektedir?" denilirse, deriz ki: Bu iki vasıf, yukarıda zikrettiğimiz bakımdan ancak her önemli ve büyük olan işe (günaha) isim olarak verilirler. Çünkü nehirin kenarından küçük bir gedik açan kimse için "o, bu nehri yardı" denilmez. Fısk da böyledir, haddi aşma büyük olduğu zaman ancak o fiile fısk denilir.

Bu sabit olunca diyoruz ki: Cenâb-ı Allah'ın, "ancak fasıklar.." ifâdesinde iki vecih vardır:

1) Her Kâfir fâsıktır, ama her fâsık kâfir değildir. Bundan dolayı burada "fâsık" vasfının zikredilmesi, sanki hem kâfir, hem kâfir olmayanlar için getirilmiştir, böylece bu daha uygun olmuştur.

2) Muradın, "Bunları ancak küfründe bütün sınırları aşan kâfirler inkâr eder" manasında olmasıdır. Buna göre mana şöyle olur: Bu ayetler aşikâr ve apaçık olduğu için, onları ancak küfürde en son noktaya ulaşmış olan ve hem aklen hem de şer'an güzel olan hertürlü sınırı çiğneyen kâfir inkâr eder.

99 ﴿