109"Ehl-i Kitabın bir çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonre, içlerindeki hasetten dolayı, imânınızdan sonra sizi küfre döndürmek istedi. Allah emrini getirinceye kadar onları bırakın, serzenişte bulunmayın... Muhakkak ki Allah, her şeye kadirdir" . Bil ki bu, yahûdilerin müslümanlara karşı olan üçüncü çeşit tuzaklarıdır. Bu böyledir, çünkü rivayet edildiğine göre Finhas ibn Azurâ, Zeyd ibn Kays ve yahûdilerden bir grup, Uhud muharebesinden sonra Huzeyfe ibn el-Yemanî (radıyallahü anh) ile Ammâr ibn Yâsir (radıyallahü anh)'e şöyle demişlerdir: "Başınıza gelenleri görmediniz mi? Şayet sizin yolunuz hak olsaydı, siz hezimete uğramazdınız; bu sebeple dinimize dönün, bu sizin için daha hayırlı ve daha faziletli bir şeydir., Çünkü biz. sizden daha doğru yoldayız. Bunun üzerine Ammâr şöyle dedi: "Sizin aranızda, birisinin ahdini bozması nasıl karşılanır?" Onlarda, "Bu, şiddetli bir tepkiyle karşılanır" dediler. Ammâr da: "Ben, yaşadığım sürece. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i inkâr etmiyeceğim hususunda ahdetmiştim" dedi. Bu na karşılık yahûdi, "İyi bilin ki, bu da sapıtmış" dedi. Huzeyfe de şöyle dedi: 'Bana gelince, ben Allah'ı Rab, İslâm'ı din; Kur'an'ı imâm, Ka'be'yi kıble ve mü'minleri de kardeş olarak seçtim." Sonra Ammâr ile Huzeyfe, Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına gelerek, durumu anlattılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Siz hayra isabet ettiniz ve kurtuluşa nail oldunuz" buyurdu. İşte âyet, bu hâdise üzerine nazil oldu. Bil ki biz, önce hased hususunda konuşup, daha sonra tefsire döneceğiz. Haseddeki Kötülükler Hakkındaki Hâdiseler Birinci mesele, "Hased"i kınamak hakkındadır. Hasedin mezmum olduğuna birçok haber delalet etmektedır: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ateşin odunu yiyip bitirmesi gibi hased de iyilik ve hasenatı yiyip bitirir " Ibn Mâce. Zühd, 22 (2/1408). b) Enes (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Biz bir gün, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında oturuyor idik. Derken, O, "Şu uzak yoldan, şu anda size cennetliklerden bir adam gelecek ..." Çok geçmeden, abdestinden ötürü sakalını sıvazlayan ve nalinlerini de sol tarafına asmış olarak, ensardan bir adam çıkageldi ve selâm verdi. Ertesi gün olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) aynı sözü söyledi ve yine aynı adam geldi. Üçüncü günde de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) daha önce söylemiş olduğu sözleri söyledi, yine o adam çıkageldi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) meclisten kalkıp gidince, Abdullah ibn Amr ibn el-As (radıyallahü anh) o adamı izleyerek ona şöyle dedi: "Ben, babama darıldım, bunun için üç gün yanına varmamaya yemin ettim; beni senin evine götürmeyi uygun görürsen, ben buna hazırım!" Adam buna "evet!" dedi. Böylece Abdullah o adamın yanında üç gece kaldı. Abdullah, o adamın geceleyin hiç bir şeye kalkmadığını, ancak yatağında sağa sola döndükçe Allah'ı zikrettiğini, geceleyin sadece sabah namazı için kalktığını gördü; ondan da sadece hayırlı sözler duymuştu. Üç gün geçince, onun amelini neredeyse küçümseyerek, (Abdullah sözüne devamla) dedim ki: "Ey Allah'ın kulu, benimle babam arasında bir dargınlık ve ayrılık yoktur. Ancak Allah Resulünün şöyle dediğini duydum da, bunun üzerine senin amellerini öğrenmek istedim. Fakat çok bir şey yaptığını görmedim; seni bu makama ulaştıran şey nedir?" O adam: "Gördüğünden başka hiçbir şey değildir" dedi. Ben çıkmak üzere döndüğümde, o beni çağırarak şöyle dedi: "Beni bu dereceye yükselten, senin gördüğünden başka bir şey değildir, ne var ki ben kendimde müslümanların herhangi birine karşılık bir kusur, bir ayıp ve Allah'ın o kimseye vermiş olduğu nimetlere karşılık hiç kıskançlık duymam." Bunun üzerine Abdullah, "Seni bu dereceye ulaştıran şey gerçekten büyük şey; buna takat getirilemez" der. c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden önceki ümmetlerin hased, buğz ve kin hastalıkları size de geçti. Bunlar kökünden kazıyan şeylerdir. "Saçı kökünden kazıyan şeyler" demiyorum, fakat "dini kökünden kazıyan şeyler" (diyorum) " Müsned.1/165, 167. d) Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "ümmetime (daha önceki) ümmetlerin hastalığı bulaşacaktır. "Sahabe: "Ümmetlerin hastalığı nedir?" diye sordular. O şöyle dedi: " Taşkınlık, şımarıklık, dünya hususunda birbirlerine karşı öğünmek ve yarışmak, birbirinden uzaklaşmak ve hasedleşmek. Öyle ki, böylece zulüm ortaya çıkar ve anarşi olur." e) Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm), Rabbiyle konuşmaya gittiği zaman Arş'ın gölgesinde gıbta ettiği bir adam gördü ve, "Bu adam Rabbi katında şereflidir" diyerek, Rabbinden onun ismini kendisine bildirmesini istedi. Cenâb-ı Hak, o adamın ismini bildirmedi fakat şöyle dedi: "Sana o adamın fiillerinden üçünü söyleyeceğim: O, Allah'ın kendilerine verdiği lûtuflar hususunda insanlara hased etmez, ana babasına âsî olmaz ve koğuculuk yapmazdı." f) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah'ın nimetlerinin düşmanları vardır." "Bunlar kimlerdir? diye soruldu. O, "Allah'ın İnsanlara verdiği nimetlere hased edenlerdir buyurdu. g) Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Altı çeşit kimse hesaptan önce cehenneme girerler: Zulümleri sebebiyle idareciler, ırkçılıkları sebebiyle Araplar, kibirleri sebebiyle mahallî yöneticiler, hıyanetleri sebebiyle tüccar, cahillikleri sebebiyle mahalle sakinleri ve hasedleri sebebiyle âlimler." Bu husustaki diğer haberlere gelince bunlar şunlardır: 1) Hikaye edildiğine göre Avf b. Abdullah, el-Fadl b. Muhalleb'in yanına girer. O esnada el-Fadl Vâsıt şehrinde bulunuyordu. Ona, "Sana bir hususta öğüt vermek istiyorum; kibirden sakın, çünkü kibir iblisin Allah'a isyanına sebeb olan ilk günahtır" dedi ve şu âyeti okudu: Hanı biz, meleklere "Adem'e secde edin" dediğimizde; onlar iblis müstesna, hemen secde etmişlerdi. O (secde etmekten) kaçınmış ve büyüklenmek istemişti" (Bakara, 34). "İhtirastan da sakın çünkü o Adem'i cennetten çıkardı. Allah onu, genişliği gökler ve yer kadar olan bir cennete yerleştirmiş iken, o sünnetteki yasak ağaçtan yedi de Allah onu cennetten çıkardı" dedi ve sonra "(Sizin ikiniz) ininiz oradan" (Tahâ, 123) âyetini okudu ve son olarak, "Üasedden de sakın çünkü Adem'in oğlu Kabil, kardeşi Hâbili ona lased ettiği zaman öldürdü" deyip şu ayeti okudu: Onlara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku" (Maide, 27). 2) İbnu'z-Zübeyr (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Ben dünya işine dâir herhangi bir hususta hiç kimseye hased etmedim. Çünkü eğer o kimse cennetliklerden ise, ıetin yanında hiç değeri olmayan dünyadan ötürü ona nasıl hased edeyim? Yok eğer o, cehennemliklerden ise, cehenneme gidecek birisi için dünya işi hususunda ona nasıl hased edeyim?" 3) Bir adam Hasan el-Basri (radıyallahü anh)'ye: "Mü'min hased eder mi?" dedi. O da cevaben: "Yakub (aleyhisselâm)'un oğullarını unuttun mu? (Eder, ) ancak sen onu eline ve diline bulaştırmadıkça sana zarar vermez" demiştir. 4) Muaviye fradıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hased edenden başka her insan memnun edilebilir. Çünkü hased edeni ancak kıskandığı nimetin yok olması memnun eder." 5) Denildi ki: Hased eden kimse, bulunduğu topluluklardan ancak kınama ve zemme, meleklerden lanete ve buğza, diğer varlıklardan gam ve kedere, kıyamette korku ve dehşete, mahşer yerinde de rüsvaylık ve cezaya nail olur." İkinci mesele hasedin hakikati hakkındadır. Allah, mü'min kardeşine bir nimet ihsan ettiğinde, eğer sen o nimetin yok olmasını istersen, işte bu haseddir. Eğer o nimetin bir benzerinin kendin için olmasını arzu edersen, bu da gıbta ve iyilikte yarışmadır. Hasede gelince, bu her halükârda haramdır. Ancak bir facirin (günahkârın) veya bir kâfirin elde edip, şer ve bozgunculuk yoluna yardımda kullandığı nimet müstesna. Bu nimetin yok olmasını istemek günah değildir. Çünkü sen, bu nimetin yok olmasını, bir nimet olduğu için değil, o nimet ile fesada, şerre ve kötülüklere yol açıldığı için istiyorsun. Hasedin söylediğimiz mânaya geldiğini gösteren âyetler şunlardır: 1) Şu anda tefsir ettiğimiz âyettir ki o da şudur: "Ehl-i Kitap'tan birçoğu, içlerindeki hasedlerinden ötürü, imân etmenizden sonra sizi küfre döndürmek istediler" (Bakara. 109). Cenâb-ı Hak bu âyette, Ehl-i Kitab'ın, imân nimetinin yok olmasını istemesinin bir hased olduğunu bildirmiştir, gibi sizin de inkâr etmenizi böylece onlarla aynı olmanızı istediler" (Nisa, 86) "Eğer size bir iyilik dokunsa, bu onları endişelendirir. Ama eğer size bir kötülük isabet ederse, buna da sevinirler " (Al-i imran, 120). Bu sevinç, onların (müslümanların) başına gelen musibete sevinmektir. Buna göre hased ile başkasının başına gelen belâya sevinmek birbirinden ayrılmayan iki vasıftır. 4) Cenâb-ı Hak, Yûsuf (aleyhisselâm)'un kardeşlerinin hasedini anlatarak onların kalblerindeki bu duyguyu şöyle bildirmiştir: "(O kardeşler) şöyle demişlerdir: 'Yusufla kardeşi, babasının yanında muhakkak bizden daha sevgilidir. Halbuki biz bir cemaatız. Babamız her halde açık bir yanlışlık içindedir. Yusuf'u öldürün. Yâhud onu (ıssız) bir yere atın ki, babanızın teveccühü yalnız size has olsun" (Yûsuf, 8-9) Böylece Cenâb-ı Hak, Yûsuf'un kardeşlerinin Yûsuf'a olan hasetlerinin, Yûsuf'un o nimetlere mazha olmasından hoşlanmamalarından ibaret olduğunu açıklamıştır. 5) "Ve onlar, onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç duygusu hissetmezler" (Haşr, 9) âyetidir Yani, onların kalbleri daralmaz ve kederlenmezler demektir. Böylece Allah onları, hased etmemekle övmüştür. 6) Hak teâlâ yine hasedi kabul etmeme sadedinde: "Yoksa onlar, Allah'ın onlara vermiş olduğu fazlından dolayı insanlara haset mi ediyorlar?" (Nisa, 54) buyurmuştur. 7) Cenâb-ı Hak: İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah, müjdeleyici ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler yolladı ve -ihtilâf ettikleri hususta aralarında hükmetsinler diye- beraberlerinde hak olarak kitaplar indirdi. Bu kitap hususunda ancak, kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra kendilerine kitap verilmiş olanlar aralarındaki hasetlerinden dolayı, ihtilâf etmişlerdir" (Bakara, 213) buyurmuştur. Bir tefsire göre (......) kelimesinin mânasının, demek olduğu söylenmiştir. 8) Onlar ancak, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü ayrılığa düştüler" (Şûra 14) âyeti. Allah, onların aralarını, kendisine itaat içinde onların kalblerini birbirine ısındırmak için, ilmi indirmiştir. Onlar ise, birbirlerine hased edip, ayrılığa düşmüşlerdir. Çünkü onların her biri tek başına lider olmayı ve yalnız kendisine müracaat edilmesini istemiştir 9) Abdullah ibn Abbas şöyle demiştir: Yahudiler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bî'setinden önce bir kavim ile savaştıktan zaman, "Biz, bize göndermeyi vaadettiğin peygamber ve indireceğin kitap hürmetine, senden ancak bize yardım etmeni istiyoruz" diyorlardı. Böylece onlar, Allah'ın yardımına na oluyorlardı. İsmaîl (aleyhisselâm)'in soyundan olan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelince, onlar O'nu tanıdılar. Ama, O'nu tanıdıktan sonra, O'nu inkâr ettiler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak: "Halbuki onlar daha önce, inkâr edenlere karşı, (gelecek olan nebi'yi vesile ederek) fetih istiyorlardı. Ama ne zaman, tanıdıkları şey onlara gelince, O'nu inkâr ettiler. İşte Allah'ın laneti kâfirleredir. Hased ederek Allah'ın indirdiğini inkâr etmeleri suretiyle karşılığında nefislerini sattıkları şey ne kötüdür!" (Bakara. 69-90) buyurmuştur. Buradaki (......) mânasına gelir. Safiyye binti Huney (radıyallahü anhnha), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle demiştir: "Babam ve amcam senin yanından gelmişlerdi. Babam, amcama, "O'nun hakkında ne dersin?" dedi. Amcam, "O, Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm)'nın müjdelemiş olduğa peygamberdir derim, ya sen ne dersin?" deyince, babam, "Hayatta olduğur sürece, ona düşmanlık yapmayı düşünürüm" dedi. İşte, böyle bir karar vermek, haset neticesinde verilen bir hükümdür. Hayırda Yarışmak Hased Değildir Hayırda yarışmaya (münâfese) gelince, bu haram değildir. Bu kelime (nefis olmak) kökünden müştaktır. Bunun haram olmadığına delâlet eden pekçok husus bulunmaktadır. a) Cenâb-ı Hakk'ın: "yarışacaklar işte bunda yarşşın" (Mutaffıfin, 26) b) Hak teâlâ'nın: "Rabbinizden olan bir mağfirete doğru yarışınız" (Hadid, 21) âyetidir. "Müsabaka" ancak birşeyi elden kaçırmak korkusu olduğu zaman olur. Bu, efendilerine hizmet hususunda yarışan iki kölenin durumuna benzer; çünkü onlardan her birisi, arkadaşının kendisini geçip de, efendisi nezdinde kendisinin elde edemiyeceği bir mertebeye ulaşmasından endişe eder. c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuştur: "Ancak iki kimseye hased (gıbta) edilir: Allah'ın, kendisine bir mal verip de, bunu Allah yolunda harcayan kimse ile; yine Allah'ın, kendisine bir üim verip de onunla amel ederek, onu insanlara öğreten kimse..." Buhâri, İlim, 15. Bu hadîs, hased lafzının, bazan yarışmak mânasına alınabileceğini gösterir. Sonra biz deriz ki, yarışmak duruma göre vâcib, mendûb veya mubah olur. Yarışmanın vâcib olmasına gelince bu, imân etmek, namaz kılmak ve zekât vermek gibi, nimetler dinî ve vacib nimetler olduğu zamandır. İşte bu durumda kişinin bu gibi şeyleri elde etmeyi istemesi, kendisine vâcib olur. Çünkü bu vâcib olmazsa, o kimse günah işlemeye razı olmuş olur ki, bu da haramdır. Ama, nimetler, Allah yolunda İnfak etmek, insanlara bir şeyler öğretmek için kollan sıvamak gibi mendûb olan faziletler nevinden olursa, bu nimetlerde yarışmak mendûb olur. Nimetler, mubah olan nimetler cinsinden olursa, bu nimetlerde yarışmak da mubah olur. Özet olarak diyebiliriz ki, kınanmış olan şey, nimetin başkasının elinden çıkmasını istemek ve arzulamaktır, ama o nimetin kişinin kendisi için de olmasını arzulaması ve kendisindeki eksikliğin gitmesini istemesine gelince, bu kınanacak birşey değildir. Ancak burada bir incelik vardır. Bu incelik de şudur: Başkasına nisbetle, bir kimseden noksanlığın gitmesinin iki yolu vardır 1) Başkasında olan şeylerin, kendisinde de olması; 2) Başkasında olan şey kendisinde olmadığı zaman, o şeyin o başkasının elinden çıkması. İki yolun birinden ümit kesildiği zaman, kalb diğer yolu arzu lamayı sürdürür. İşte burada eğer o kişi, kalbini yokladığında, "Şayet ben bı üstünlük ve fazileti öteki şahıstan gidermeye kadir olmam halinde, mutlaka giderirdim" hissini bulursa, mahzurlu olan hased içinde olduğu anlaşılır. Eğe o kalbini, "Takvası, onun kalbini, başkasından bu nimetin izâlesini istemekten alıkoyacak" biçimde bulursa, bu durumda Allah'ın bunu affetmesi umulur. Belki de bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Üç şey vardır ki, mü 'min bunlardan kurtulamaz. Hased, zan ve bir şeyden uğursuzluk sezmesi" Sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sözüne devamla şöyle dedi: "Kişinin bunlardan bir kurtuluş yolu vardır. Bu şudur: Hased ettiğin zaman, onun gereğini yapma!.." Yani kalbinde hased hususunda herhangi bir şey hissedersen, onu tatbikat sahasına koyma. Hasedin hakikati hususunda söylenecek sözler bunlardır ki, bunların hepsi Şeyh Gazzali'nin (Allah ona rahmet etsin) sözlerindendir. Üçüncü mesele, hasedin mertebeleri hakkındadır, Allah rahmet etsin Gazali (rahmetullahi aleyh) hasedin dört mertebesi olduğunu söylemiştir: 1) O nimet kendisinde bulunmaması halinde insanın, başkasındaki nimetin yok olmasını arzu etmesidir ki, bu hasedin doruk noktasıdır. 2) İnsanın bir nimetin başkasından zail olup, kendisine gelmesini arzu etmesidir. Bu, meselâ kişinin, başkasının elinde olan güzel bir ev, güzel bir kadın veya itibarlı bir makama karşı arzulu olmasıdır. Bu insan, o şeylerin kendisinin olmasını ister. Buna göre bizzat istenen, o şeylerin kendisinin olmasıdır. O nimetler elinde olan kimseden onların zâil olmasını istemek arızî (başka bir sebebten dolayı) matlûbdur. 3) İnsanın, nimetlerin sahibinin elinden gitmesini arzu etmeyip, aynı nimetlerin kendisi için de olmasını istemesidir. Eğer o nimetlerin aynısını elde etmekten âciz olursa, o zaman onun kendisinden farklı olmaması için, o insanın da bu nimetleri etinden kaçırmasını ister. 4) İnsan, aynı nimetlerin kendisi için de olmasını arzular, ama elde edemediği zaman da başkasının elindeki o nimetlerin zail olmasını istemez. Bu çeşid hased, dünyevî nimetler hususunda olursa, Allah bunu affeder; eğer dinî hususta olursa, bu daha da güzeldir. Sayılan bu hased mertebelerinden üçüncüsü bazan kınanır, bazan kınanmaz. İkinci çeşit ise, üçüncüsünden daha hafiftir. Birinci mertebe tamamen nezmûm (kınanmış) tır. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Allah'ın bazınıza, diğerlerinize nazaran üstün kıldığı şeyi temenni etmeyiniz" (Nisa, 32) buyurmuştur. Binaenaleyh o nimetlerin benzerini temenni etmek mezmûm değil, ama o nimetin bizzat kendisini temenni etmek mezmûmdur. Gazzali (rh.a) hased için yedi sebeb zikretmiştir: 1) Düşmanlık ve Öfke: Çünkü, insanın kalbi kendisine eziyet veren kimseye bugzeder ve ona karşı ofkelenir. Bu öfke, kini doğurur. Kin ise, düşmanını yenme ve ondan intikam alma hissini doğurur. Eğer buğzeden kimsenin kendisi, düşmanını yenmekten âciz olur ise, düşmanını zamanın yenmesini arzular. Düşmanının başına bir belâ ve musîbet geldiği zaman sevinir, onun eline bir nimet geçtiğinde ise, bu nimet hased edeni üzer. Bu böyledir, çünkü bu onun istediğinin aksidir. O hâlde hased, buğz ve düşmanlığın levâzımından olup, bunlardan ayrı düşünülemez. Bu konuda mümkün olan en ileri şey, insanın içindeki düşmanlığı ortaya koymaması ve içindeki hasetten hoşlanmamasıdır. İnsanın, birisine buğzedip, sonra da buğzettiği şahsın belâ ve hayırlarını aynı karşılaması imkânsızdır. Hasedin bu birinci çeşidiyle Allah Te âlâ kâfirleri vasfetmiştir. Çünkü şöyle buyurmuştur: "Onlar sizinle karşılaştıkları zaman "inandık" derler, sizin yanınızdan ayrıldıklarında, size olan öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. (Habibim) de ki: Kininizden geberiniz. Şüphesiz Allah kalblerin sahib olduğu (düşünceleri) bilir. Size bir iyilik dokunduğunda, bu nimet o kâfirleri üzer. Eğer başınıza bir kötülük gelir ise, onlar buna sevinirler" (al-i imran, 119) Yine Hak teâlâ: "Onlar size sıkıntı vereceh şeyleri arzu ederler. Hakikaten onların buğzları ağızlarından (taşıp) dışa vurmuştur" (Al-i imran, 118) buyurmuştur. Bil ki hased çoğu zaman çekişmeye ve vuruşmaya sevkeder. 2) Üstünlük: Çünkü insanın; emsalinden biri kendisine üstünlük taslayabileceği yüksek bir makama ulaştığı zaman, ona üstünlük sağlar. İnsan bune tahammül edemez. Bu yüzden bu makamın onun elinden gitmesini arzu eder. Halbuki onun maksadı tekebbür etmek değil, aksine onun kibrini savuşturmaktır. Çünkü bu insan eşitliğe razı olmuş, fakat onun üstünlük sağlamasına razı olmamıştır. Hizmetinde Kullanma Duygusu: 3) İnsanın tabiatında, başkasını hizmetinde kullanma duygusu bulunup, bu maksadını elde etmek için başkasının elindeki nimetin zail olmasını istemesidir; Ekseri kâfirlerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı olan hasedleri bu türdendir. Çünkü onlar, "Bir yetim nasıl bizim başımıza geçer de, biz nasıl ona baş eğeriz?" Bu Kuran iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 31) derler. Cenâb-ı Allah Kureyşlilerin şöyle dediklerini nakletmiştir: "Allah, bula bula içimizden lütfedecek bunlan mı buldu?" (En'am. 53). Bu, müslümanları hakir görmek ve onlara karşı taassuba kapılmaktır. 4) Kendini Beğenme (Ucûb): Nitekim Cenâb-ı Hak, geçmiş milletlerin kendilerini beğenerek şöyle dediklerini haber vermiştir: "Siz (peygamberler) ancak bizim gibi bir insansınız" (Yasin, 15); "Biz, bizim gibi insan olan ve kavimleri kullarımız olan iki insana (Mûsâ ve Harun'a) mı inanacağız" (Mûminûn. 47); "Siz, sizin gibi bir insana itaat ederseniz, yemin olsun ki hüsrana erenlerden olursunuz" (Mü'minûn, 34); "Allah insan olan bir peygamberi gönderir mi?" (İsra, 94) ve: "Bizim üzerimize melekler indirilmeli değil miydi?" (Furkan, 21). Cenâb-ı Allah ise şöyle buyurmuştur: "Size Rabbinizden, sizden bir adam (vasıtasıyla), o korkunç akibeti haber vermek için bir ihtar gelmesi tuhafınıza mı gitti?" (Araf, 69). 5) Gayeyi Elde Edememe Korkusu: Bu aynı gayede birleşen kimselere mahsustur. Çünkü bunlardan herbiri, gayesinde yalnız kalmasını sağlayacak her nimet hususunda arkadaşına hased eder. Kocalarıyla ilgili durumlarda kumaların birbirini kıskanmaları; mal ve ikrama ulaşmak için ana-babanın yanında bir mevki elde etme maksadında birleşen kardeşlerin ve maksadlan mâl elde edip, insanlarca hüsn-ü kabul görmek olan aynı beldedeki vaizlerin birbirine hasedi bu tür haseddir. 6) İnsanın, herhangi bir menfaatine ulaşmakta kullanmayı düşünmeksizin, mücerret makam isteği ye önderlik sevgisidir: Bu, herhangi bir ilim dalında, kendisi gibisinin bulunmamasını isteyen adam gibidir. Çünkü o, dünyanın öbür ucunda kendisinin bir benzeri olduğunu duysa, bu onu üzer ve benzerinin ölüm ile kahramanlık, ilim, zühd ve servet gibi makam itibarıyla ortak olduğu ve kendisinin tek olduğunu zannettiği için sevindiği o nimetin onun elinden gitmesini arzu eder. 7) Nefsin, mal hususunda, Allah'ın kullarına karşı cimriliği: Çünkü sen önderlikle, kibirle ve herhangi bir malı istemekle meşgul olmayan birisini bulduğunda, onun yanında Allah'ın bir kulunun iyi halinden bahsedilse bu ona güç gelir. Ona insanların işlerinin zorlaştığından, ters gittiğinden, geçimlerinin daraldığından bahsedilse, bundan sevinç duyar. Böyle bir insan devamlı surette başkasına sırtını dönmeyi sever. Allah'ın nimetleri hususunda sanki onun kendi mülk ve hazinesinden alıyorlarmış gibi, Allah'ın kullarına karşı kıskançlık eder. "Bahil (cimri), başkasının malı hususunda da cimrilik edendir" denilmiştir. Buna göre, bu insan, Allah'ın verdiği nimetlerde, kendisi ile aralarında herhangi bir düşmanlık ve alâka bulunmayan kullara karşı cimri olandır. Bunun, nefsinin pisliği ve tabiatındaki cibilliyetinin rezaletinden başka zahir bir sebebi yoktur. Çünkü hasedin diğer çeşitlerinin sebebleri ortadan kalkınca, o çeşit hasedler de ortadan kalkar. Bu çeşit hased ise, ârizî bir sebebten dolayı değil, kişinin huyundaki bir pislikten ötürüdür. Dolayısı ile bunun izâlesi zordur. İşte bütün bu saydıklarımız, hasedin belli başlı sebeplerini teşkil ederler. Bunlardan bir kısmı veya çoğu veyahut hepsi bir insanda olabilir. Böylece onun hasedi büyür ve artık sahibinin içinde o derece kuvvet kazanır ki gizlemeye ve muhataba iyi muamelede bulunmaya güç yetiremez. Aksine zahirî nezaket perdesini de yırtıp, düşmanlığını açığa vurur. Hasedleşmelerin çoğunda, bu sebeblerden çoğu bulunur. Ama nadiren bu sebeblerden biri tek olarak bulunur. Hasedin Çokluğunun Sebebi Kuvvetli Veya Zayıf Olması Beşinci mesele, hasedin çok olması, az olması, kuvvetli veya zayıf olması hakkındadır. Bil ki saydığımız, sebebler kendisinde çok bulunan bir topluluk için- de, hased de çok olur. Çünkü yalnız bir kimsenin de, mütekebbirin sözünden imtina ettiği, kendisi tekebbür ettiği, kendisi düşman olduğu ve başka sebeplerden ötürü hased etmesi caizdir. Bu sebepler, ancak, kendilerini birtakım bağların bir araya getirdiği, bu bağlardan dolayı söz meclislerinde bulundukları ve çeşitli gayelere hep beraber olarak yöneldikleri fertlerden oluşan bir topluluk içerisinde çoğalır. Münakaşa, birbirinden nefret etmeyi doğurur. Birbirinden nefret etmekse, kişiyi hasede götürür. İnsanlarla biraraya gelip buluşulmayan yerlerde, hased etme bulunmaz. İki ayrı kentte bulunan iki şahıs arasında herhangi bir ilgi bulunmadığı için, aralarında da herhangi bir hasedleşme de bulunmaz. İşte bu sebepten ötürü âlimin, âbide değil, âlime; âbidin, âlime değil de âbide; tacirin tacire; hatta ayakkabıcının, manifaturacıya değil de ayakkabıcıya hased ettiği görülür. İnsan, kardeşine ve amcasının oğluna, yabancılara duyduğundan daha fazla hased eder. Kadın kumasını ve kocasının cariyesini, kaynanasını ve üvey kızını kıskandığından daha çok kıskanır. Çünkü manifaturacının gayesi, ayakkabıcının gayesinden başkadır. Dolayısıyla onlar aynı gayede birleşmezler. Son ra, manifaturacının kendine yakın olan manifaturacıyla olan amaç birliği, çarşının öte ucunda bulunan ve kendisinden uzak olan kimseyle olacak olan amaç birliğinden daha fazladır. Özet olarak, hasedin aslı düşmanlıktır; düşmanlığın aslı ise aynı maksad-da birleşmektir. Aynı gaye ise, birbirine uzak olan iki şeyi değil, tam aksine birbirine uygun olan iki şeyi bir araya getirir. İşte bu sebepten dolayı onlar arasında haset çok olur. Evet, yüksek bir makama ve dünyanın her tarafında şöhret sahibi o'maya ihtirası çok olan kişi, aynı özellikte birleşen ve bu özellikle övü nen yeryüzünde bulunan herkesi kıskanır. Ben derim ki, hasedin gerçek sebebi şudur: Kemâl, bizzat sevilen bir haldir. Sevilenin zıddı ise, mekruh olan ve istenmeyendir. Kemâlde yalnız olmak kemâl çeşitleri cümlesindendir. Bu sebeple, kemâlde ortak olan, kemâl konularının en büyüğünden olan teklikte, kendisine rakîb olduğu için başkasına buğzeder. Ancak kemâlin bu çeşidinin meydana gelmesi sırf Allah için mümkün olup, bu tür kemâle karşı insanların ümitsizliği ortaya çıkınca, hased sadece dünyevi işlere mahsus kalır. Bu böyledir, çünkü dünya aynı amaç için vuruşanların hiçbirine kalmaz. Âhirete gelince, orada darlık yoktur. Âhiret, ilim nîmeti gibidir. Bu sebeple, Allah'ı, sıfatlarını ve meleklerini tanımayı arzu eden kimse, bunları iyice öğrendiği zaman, başkasına hased etmez. Çünkü, bilgi alanı kimseye dar gelmez. Hatta tek bir malûmatı, bir milyon kimse öğrenir, onun bilgisiyle sevinip, bundan lezzet alır; hiç kimsenin lezzeti de bir başkası sebebiyle eksilmez; tam aksine ariflerin çoğalmasıyla ünsiyet artar. İşte bu sebepten dolayı din âlimleri arasında hasedleşme olmaz. Çünkü onların gayeleri marifetullâhtır. Marifetullâh ise, herkesi içine alan geniş bir deryadır. Bunların maksatları Allah katında bir derece almaktır ki, burada bir darlık olmayıp, herkesi içine alır. Evet, âlimler ilmiyle mâl ve makam elde etmeyi kastederlerse, hasedleşirler. Çünkü mâl, aynî bir şeydir; birisinin elinde bulunursa, başkasının elinde bulunmaz. Makamın mânası, kalbleri doldurmaktır. Bir kimsenin kalbi, bir âlimi ta'-zim ve yüceltme duygusuyla dolduğu zaman, o kalb başkasını ta'zim etmez. Ama kalb, marifetullâhtan meydana gelen bir huzur ile dolduğu zaman, bu, başkasının kalbinin de bununla dolmasına ve onunla sevinmesine mâni değildir. İşte bu sebeple Allahü Teâlâ onları, hased etmemekle niteleyerek şöyle buyurmuştur: "Biz onların kalblerindeki kini söküp alacağız. Onlar kardeşler halinde tahtalar üzerinde karşı karşıya otururlar" (Hicr, 47). Altıncı mesele, hasedi tedavi edip gideren ilâç hakkındadır. Bu iki şeydir: İlim ve Amel.. İlme gelince, bunda icmali ve tafsili olmak üzere ıki makam vardır. İcmalî olana gelince bu, kişinin varlık âlemine dahil olan her şeyin Allah'ın kaza ve kaderinin levazımından olduğunu bilmesidir. Çünkü mümkün olan varlık Vacibu'l-Vücûd olan zâta varmadıkça, durmaz. Böyle olunca, ondan nefret etmekte bir fayda yoktur. Allah'ın kaderine razı olma tahakkuk ettiğinde, hased yok olur. Tafsili makama gelince bu, senin, hasedin dinî ve dünyevî hususlarda sane zararlı olduğunu; bunda hased ettiğin şahsa karşılık dinî ve dünyevî hususlar da bir zararın olmadığını, tam aksine onun, bununla dinî ve dünyevi hususlar da istifade ettiğini bilmendir. Hasedin, dinî vönden sana zararlı olduğuna gelince, bu birkaç bakımdandır: a) Sen hasedinle, Allah'ın kulları arasında yapmış olduğu taksimatı ve gizli hikmetiyle kulları arasında kurmuş olduğu adaleti hususunda Allah'ın hükrr ünü beğenmeyip, O'nunla münazaaya girmişsin demektir. Bu ise, tevhidin göz bebeğine karşı işlenmiş bir cinayet ve imân gözünde de bir lekedir. b) Sen bir mü'mini aldattığın zaman, Allah'ın kulları için hayır isteme hususunda Allah'ın dostlarını bırakıp, mü'minler için musibetler arzu etmeleri hu susunda iblis ve diğer kâfirlerle ortaklık kurmuş olursun. c) Bu, hased sebebiyle, ahirette karşılaşılacak büyük bir ceza. Hasedin, dünyevî bakımdan senin için bir zarar olmasına gelince, bu hased sebebiyle senin devamlı gam ve keder içinde olmandır. Öte yandan, senin düşmanlarını Allah çeşitli nimetlerle donatmıştır, bu sebeple gördüğün her nimetten dolayı azâb görür, onlardan savuşan her belâdan ötürü de acılar duyarsın. Böylece de, hep gamlı ve hep kederli olursun. Düşmanların için olmasını istediğin şey ile, düşmanlarının senin başına gelmesini istedikleri şey senin başına gelivermiştir. Böylece sen, düşmanların için darlık ve sıkıntıların meydana gelmesini istediğin hâlde, sen bu çilenin senin başına gelmesi için çalışmış oldun. Sonra bu keder seni sarınca, vücudunu hastalandırır, sıhhatini bozar, seni vesveselere düşürür, yediğin, içtiğin şeylerin lezzetini duyamaz olursun Bunun, hased edilenin dini ve dünyası hususunda zarar olmamasına ge linçe, bu meydandadır. Çünkü o kimsedeki nimet, senin hasedinle zaîl olmaz. Tam aksine Allah'ın ona takdir etmiş olduğu kısmet ve nimet, mutlaka Allah'ın takdir etmiş olduğu bir zamana kadar devam edecektir. Çünkü her şey Allah katında bir kadere göredir. Her işin de muayyen bir vâdesi vardır. Hased ile nimet zâil olmayınca, hased edilen kimseye dünyevî bakımdan herhangi bir zarar gelmez, uhrevî bakımdan da ona herhangi bir günah terettüp etmez. Belki de sen, "Keşke o nimet benim olsaydı ve hasedim sebebiyle, haset edilenden gitseydi!..." diyorsun.. Bu son derece büyük bir cehalettir. Çünkü o, ilk önce kendin için istediğin bir belâdır. Yine sen, hased eden bir düşmanın olmasından kurtulamazsın. Şayet hased sebebiyle nimet zail olsaydı, senin üzerinde Allah'ın verdiği ne dinî, ne dünyevî hiçbir nimet kalmazdı. Eğer sen hasedin sebebiyle, insanların elinden nimetlerin yok olmasını; başkasının hasediyle elindeki nimetlerin ise git-' memesini istersen, bu da bir cehalettir. Çünkü hased eden ahmaklardan herbiri, böyle bir özelliğin sadece kendisine ait olmasını arzu eder. Halbuki o böyle bir özelliğe başkasından daha lâyık değildir. Hasede rağmen Allah'ın sana verdiği nimetin devam etmesi, şükretmen gereken nimetlerdendir. Sen ise cehaletin sebebiyle bu nimeti hoş görmüyorsun. Hased Edilenin Din ve Dünya Yönünden Avantajı Kendisine hased edilen kimsenin, bu hased sebebiyle dinî ve dünyevî bakımdan istifadeli olmasına gelince bu açıktır. Dinî bakımdan istifâdesi, senin zulmüne uğramış olmasıdır. Bilhassa sen, gıybet ederek hasedini söz ve fiil caline dönüştürüp, bu hususta ta'n ederek, hased ettiğin kimsenin sırlarını ihlâl edip, kötülüklerini dile getirince, bu âdeta Allah'ın ona verdiği hediyeler gibi olur. Ben, böylece senin iyiliklerini ona hediye etmiş olduğunu söylemek istiyorum. Çünkü sen, her nezaman onu kötülükle anarsan, onun amel defterine senin hasenatın aktarılır ve senin günahların artar. Böylece aslında sen, Allah'ın nimetlerinin ondan zail olup, sana gelmesini arzulamış iken, Allah'ın nimetleri senden ona geçmiş ve böylece dem be dem bedbahtlığını artırmış olursun. Dünyevî bakımdan hased edilen kimsenin istifadeli oluşu, birkaç yönlendir: a) İnsanların en önemli maksadı, düşmanlarının kötü duruma düşüp, dâima kederli ve sıkıntılı olmalarıdır. Halbuki senin içine düştüğün hased eleminden daha büyük bir azab yoktur. Hatta akıllı olan, düşmanının ölümünü değil, aksine her an Allah'ın kendisine verdiği nimetlere bakıp da kalbi üzüntüden parçalansın ve hased azabına düşsün diye uzun müddet yaşamasını ister. İşte bu mânada şu şiir söylenmiştir: Düşmanların ölmesin, bilâkis senden keder verecek şeyleri görünceye kadar yaşasınlar; sen ise, nimetten ötürü hep hasede hedef ol. Bil ki kâmil kime kendisine hased edilendir, " b) İnsanlar hased edilen kimsenin mutlaka nimet sahibi olduğunu bilirler. Böylece insanlar, hased edenin bu hasediyle, kendisine hased edilmiş şahsın Allah katından karşı konulamıyacak biçimde çeşitli faziletlere, üstünlüklere ve en büyük değerlere tahsis edilmiş olduğuna istidlalde bulunurlar. Bu da, nasedi doğurur. Böylece hased, kendisine hased edilen şahsın çeşitti fazilet ve üstünlüklerle muttasıf olduğuna delâlet eden delillerin en güçlülerinden olmuş olur. c) Hased eden kimse, halk arasında mezmûm, Allah katında da mel'ün olmuş olur ki, bu kendisine hased edilen kişi için başlıca gayelerdendir. d) Hased, iblisin sevincinin çoğalmasına sebep olur. Bu böyledir, çünkü hased eden kimse kıskanılan şahsın kendisinde bulundurduğu faziletlerden uzak olunca, bu durumda o ya buna razı olur, ki bu durumda büyük bir mükâfaat hak etmiş olur; böylece de iblis onun bu duruma razı olup büyük sevaba nail olmasından korkar; o buna razı olmayıp, tam aksine hasedini ortaya koyduğu zaman bu sevabı elden kaçırarak ikâba müstehak olur; böylece de iblisin sevinmesine, Allah'ın da gadab etmesine sebep olur. e) Belki de, ilim ehlinden birisine hased ediyor, Allah'ın dini hususunda hata etmesini arzu ediyor, rezîl ve rüsvay olsun diye hatasının ortaya çıkmasını istiyor, konuşamayacak kadar dilsiz olmasını, bilip öğrenemeyecek kadar hasta olmasını istiyorsun...Bundan daha büyük günâh var mıdır? Hangi dereke bundan daha düşük olabilir? Ey çekemeyen kimse, bütün bu izahlardan, senin şöyle birisine benzediğin ortaya çıkar. Düşmanını can evinden vurmak için ona taş atıp da, isabet ettiremeyip, aksine taşın geri dönmesiyle kendi gözbebeğine isabet edip onu çıkaran; böylece kızgınlık ve hiddeti artan; müteakiben, birincisinden daha şiddetli biçimde taş atan, ama bu sefer de ikinci gözünü çıkararak onu kör eden ve gittikçe öfkesi kabaran; üçüncü kez de taş attığında kendi başını yaran ve bütün bu durumlarda, düşmanı sapasağlam kalan; etrafındaki düşmanları, başına gelene sevinip kendisine gülerken, yaptıklarının vebali hep kendisine dönen bir kimse!.. Evet, senin durumun bundan farksızdır. Hatta, başkasına hased eden kimsenin durumu bundan da kötüdür; çünkü kendisi ve dönen taş ancak onun gözüne isabet etmiştir. Şayet, o taş gözüne isabet etmeseydi, kişinin gözü ölümle yok olacaktı. Ama kişinin hasedine gelince, bu, o kimseyi Allah'ın gazabına ve ateşine götürür. Onu dünyada kör olması; gözünün sağlam olup da hasedden dolayı cehenneme girmesinden daha hayırlıdır. Hased eden kimse, çekemediği kimsenin nimetlerinin gitmesini isterken, Allah'ın bu hasedçiden nasıl intikam aldığına bir bak!.. Allah, kendisine hased edilenin nimetlerini yok etmemiş, tam aksine kendi şu sözünü doğrulamak için, hased eden kimsenin nimetini izâle etmiştir: "Kötü tuzak ancak onu yapanın başına gelir" (Fatır, 43). İşte bu ilmî tedavileri insan ne zaman tam bir açıklık ve huzurlu kalb ile düşünürse, onun kalbindeki hased ateşi söner. Faydalı amele gelince, bu hased eden kimsenin hasedinin gerektirdiği şeylere zıt olan işleri yapmasıdır. Meselâ başkasını çekemeyen kimseyi, hase-di, kıskandığı kimseyi ta'n etmeye sevkettiği zaman o, lisanına onu medhetmeyi teklif eder; eğer onu hasedi, hased edilen kimseye karşı büyüklenmeye sevkederse, o kendi nefsini mütevazi olmakla sorumlu tutar; eğer hasedi onu, çekemediği şahıstaki hayırların sebeplerinin kesilmesini istemeye zorlarsa, hased eden kimse kendi nefsini, kıskandığı kimsenin hayırlarını istemeye zorlar; hased edilen kişi bu durumu bildiği zaman, onun kalbi de hoş olur; kendisini çekemeyen adamı sevmeye başlar. Bu da işin sonunda, iki bakımdan, hasedin yok olması neticesine götürür: a) Kendisine hased edilen şahıs, kıskanan adamı sevdiği zaman, hased eden kimsenin arzuladığı şeyleri yapmaya başlar. Bu durumda da hased eden kimse, kendisine hased etmiş olduğu kimseyi sevmeye başlar. Böylece de hased ortadan kalkmış olur. b) Hased eden kimse, hasedinin gerektirdiği şeyin zıddını yapmaya nefsini mükellef tutup yaptığında, bu durum işin sonunda onun bir tabiatı haline gelmiş olur ki, bu yolla da hased yok olmuş olur. Hased İhtiyari Olmadığına Göre İnsan Neden Sorumlu Olur? Bil ki, hased edilene karşı onu çekemeyen şahsın kalbinde meydana gelen nefret, hased eden kimsenin ihtiyatı dahilinde olmayan bir şeydir, o hâlde o bundan dolayı nasıl cezalandırılır? Hased eden kimsenin gücü dahilinde olan ancak iki şeydir: Biri bu nefretten memnun olması, diğeri bu nefretin neticelerini ortaya çıkarması, yani hased ettiği kimseyi ta'n edip Allah'ın nimetlerinin onun elinden çıkmasını ve sevilen durumların kendisine gelmesini arzu etmesidir. İşte mes'uliyeti gerektiren hususlar bunlardır (Şu halde insan bu iki hissi bastırmaya çalışmalıdır). Yahudilerin Müslümanlara Şüphe Vererek Dinden Döndürme Çabaları Yine tefsire dönelim. Cenâb-ı Hakk'ın: Ehl-i Kitap'tan pekçok kimse, imanınızdan sonra sizi kâfir yapmayı istemiştir." âyetine gelince, bundan maksat ehl-i kitabın, mü'minlere imânın gerçek ve hak olduğu hususu ortaya çıktıktan sonra, onların imândan dönmelerim istemeleridir. Kendi dışındakinin hak üzere olduğunu bilen kimsenin, kalbine atacağı bir şüphe olmadan, onu haktan döndürmeyi istemesi doğru değildir. Çünkü hak üzere olan kimse, ancak bir şüphe sebebiyle haklan dönebilir. Şüphe ise iki kısımdır: a) Dünya ile alâkalı olan şüphe: Bu, o mü'minlere şöyle denilmesidir: "Memleketlerinizden sürüp çıkarılmak, işlerinizin sıkışması ve daima korku içinde bulunmanız gibi başınıza gelen şeyleri tattınız, o halde sizi böyle şeylerle yüzyüze getiren imânınızı terkedin..." b) Din ile ilgili olan şüphe: Bu, mu'cizeler hususunda şüpheler uyandırmak veya Tevrat'taki şeyleri tahrif etmekle olur. Cenâb-ı Hakk'ın: "Yanlarından bir haset olmak üzere" âyetine gelince, bu konuda bir mesele vardır: Mû'tezile'nin Halk-ı Ef'al Konusunda Te'vili Ve Onun Tenkidi Allahü Teâlâ, yahûdilerin, mü'minlerin imânlarından dönmesini arzulamalarının ancak hasedden dolayı olduğunu açıklamıştır. Cübbaî şöyle demiştir: Allah: ifadesiyle, yahûdilerin bunu, Allahü Teâlâ tarafından olmak üzere yapmadıklarını beyan etmiştir. Onların küfürleri muhakkak ki, onların kendi fiilleridir; bu, Allah'ın küfrü onlarda yaratmış olmasından değildir. Buna şu şekilde cevap veririz: Allahü Teâlâ'nın, buyruğu hakkında iki görüş bulunmaktadır: 1) Bu ifâdedeki, harfi, ifâdesine mütealliktir. Buna göre mâna şöyle olur: Onlar sizin, dininizden dönmenizi isterler...Onların bunu istemeleri, dindarlıklarından dolayı değil, kendi arzuları sebebiyle ve haktan meyletmiş olmaları sebebiyledir. Çünkü onlar bunu, sizin hak üzerinde olduğunuz ayan beyân ortaya çıktıktan sonra arzulamışlardır. O halde, onların bu temennileri, nasıl hakkı talep etmek cihetinden olabilir? 2) Bu, 'in, âyetteki, lâfzına taalluk etmiş olmasıdır. Buna göre mâna, "Onların nefislerinden neş'et eden büyük bir hasetten ötürü" demek olur. . Cenâb-ı Hakk'ın: "Affedin ve İlişmeyin" buyruğuna gelince bu, yahûdilerin mü'minleri imânlarından küfre çevirmeyi istemelerinden sonra, onların bu hususta, izah ettiğimiz gibi kalblere şüpheler atma çabasına girdiklerini gösterir. Allahü Teâlâ'nın, onların bu yaptıklarına razı olurcasına, müslümanlara onları affetmelerini emir buyurduğunu düşünemeyiz. Çünkü bu, küfürdür. Bu sebeple bu emri şu iki şeyden birine hamletmek gerekir: Birincisi: Bundan maksat, onlara mukabele etmeyi bırakmak ve onlara cevap vermemektir. Çünkü bu, o anda öç alma duygusunu yatıştırmaya daha uygundur. Buna göre Allahü Teâlâ sanki, Resulüne yahûdileri affetmesini ve onlara ilişmemesini emretmiştir. Yine aynı şekilde: "İman edenlere söyle, Allah'ın günlerini ummayanian bağışlasınlar" ve, "Güzel bir terkedişle onları terket!" (Mûzzemmil, 10) ayetleriyle, Peygamberine müşrik Arapları da affetmesini ve onlara ilişmemesini emretmiştir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak, bu affı Peygamberine devamlı olarak emretmemiş, aksine bunu bir vâdeye bağlayarak emrini getirinceye kadar.." buyurmuştur. Âlimler bu hususta, bazı izahlar getirmişlerdir: 1) Allah onları kıyamet gününde cezalandırıncaya kadar... Bu Hasan el-Basri'den rivayet edilmiştir. 2) Bu ifâdenin mânası, peygamberin güçlenmesi ve ümmetinin çoğalmasıdır. 3) Bu görüş ki, sahabe ve tâbiûnun çoğunun görüşüdür, buna göre bu ifâdenin mânası onlara savaş emrinin gelmesidir. Çünkü savaş emri geldiği zaman, muhakkak ki şu iki şeyden birisi ortaya çıkar: Ya İslâm'a girmek veyahut da cizye vererek, zillet ve horluğu yüklenmeyi kabul etmek. İşte bu sebepten dolayı âlimler bu âyetin, Cenâb-ı Hakk'ın: "Allah'a ve âhiret gününe inanmayanlarla savaşın!'" (Tevbe. 29) âyetiyle mensûh olduğunu söylemişlerdir. Bakır (radıyallahü anh)'dan şu rivayet edilmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrail (aleyhisselâm) Allah'ın: Kendileriyle savaşılanlara, zulmedilmelerinden dolayı izin verildi" (Hac, 39) âyetini indirinceye kadar, herhangi bir savaşla emrolunmamıştır. Bu âyet inince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kılıç kuşanmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk savaşında. Batn-i Nahl'da Abdullah ibn Cahş'ın taraftarlarıyla savaşmış, daha sonrada Bedir gazvesi olmuştur. Burada iki soru bulunmaktadır: a) Bu âyet, tıpkı Allah'ın: "Sonra, geceye kadar orucu tamam edin" (Bakara, 187) âyetinde olduğu gibi, bir vâdeye raptedilmişken nasıl mensûh olabilir? Gecenin gelmiş olması, nasıl nâsih olamazsa, burada da durum böyledir. Bu soruya şu şekilde cevap veririz: Emrin kendisine taalluk ettiği vâde (aaye), ancak şer'an bilindiği zaman, şer'an gelen şey nâsih olabilir; bu durumda da Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, âdeta şu mânaya gelir: "...Onu sizden nesh edinceye kadar (yeni bir emre kadar) onlara mukabele etmeyin, ilişmeyin". b) "Kâfirler, saltanat, güç, kuvvet sahibi iken mü'minlerin onları affedip, yaptıkları şeyleri bağışlamaları nasıl düşünülebilir? Halbuki bağışlama bir kudretin olduğunu ifâde eder." Buna şu şekilde cevab verilir: Müslümanlardan birisi çeşitli eziyetlere düçâr oluyor, bu durumda düşmanları toplanmadan önce kendisine eziyet edeni savuşturabiliyor, arkadaşlarından yardım isteyebiliyordu. İşte bunun üzerine. Cenâb-ı Allah, bu durumda herhangi bir fitne ve savaşa sebebiyet vermemeleri için bu mü'minlerin affedip bağışlamalarını emretmiştir. İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın: ayeti, güzel bir şekilde davet etme, ve bu hususta gerekli olan nasihat, şefkat ve işi sıkı tutma gibi şeyleri kullanma manasınadır. Bu tefsîre göre, bu ayeti mensûh saymak doğru olmaz. Ayetin neshedildiğini söylemek ancak birinci tefsire göre caiz olabilir. Allahü Teâlâ'nın: "Allah herşeye hakkıyla kadirdir" âyeti, ister savaş ile ilgili emre.ister başka bir emre hamledilsin, onlar için bir vaîddir. |
﴾ 109 ﴿