129"Hani, İbrahim İsmail ile birlikte Beytin temellerini yükseltiyordu. "Ey Rabbimiz, bizden kabul buyur, muhakkak ki sen, hakkıyla duyan ve bilensin.. Ey Rabbimiz, bizleri sana teslim olmuş iki kimse, zürriyetimizden de sana teslim oimuş bir ümmet yap! Ve bize, ibadet mahallerini göster, tevbelerimizi de kabul buyur. Muhakkak ki sen, tevbeleri çokça kabul eden ve merhameti çok olansın. Ey Rabbimiz, onların içinde, onlara ayetlerini okuyacak, onlara Kitab'ı temizleyece. onlardan bir peygamber gönder. Muhakkak ki yegâne galib ve sonsuz hikmet sahibi olan ancak sensin" . Bil ki bu, Allah'ın İbrahim ve İsmail (aleyhisselâm)'den nakletmiş olduğu şeyleri dördüncüsüdür. Bu da, o ikisinin, Kabe'yi inşa ederken üç çeşit duada bulunmalarıdır. Sonra burada birkaç mesele bulunmaktadır: Hak teâlâ'nın, (......) buyruğu, geçmiş bir durumun ifadesidir. (......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur, üstünde bulunan şeylerin temeli ve esası demektir. Bu, mevsüfu zikredilmeden kullanılan ve isim yönü ağır basan bir sıfattır. Manası ise, sabit ve kalıcı olan demektir. "Allah seni, orada oturtsun, sabit kılsın" ifâdesi de bu köktendir. Yani, Allah'tan seni oturtmasını ve sabit kılmasını isterim, demektir. Temellerin yükseltilmesi, onun üzerine bir şeylerin yapılması demektir. Çünkü bu temeller üzerine bir şey yapılınca bu temeller alçak iken yüksek hale gelir. Böylece kısa iken uzamış olur. Bununla, binanın duvarındaki dizilmiş kerpiç ve taşların kastedilmesi de caizdir, çünkü her taş ve kerpiç, üzerine konulan ve inşa edilen her taş ve kerpiç için bir temel teşkil eder. Temellerin yükseltilmesinin manası o temelterin yapılarak yükselmesi demektir. Çünkü bir taş, bir kerpiç birbiri üzerine konulduğu zaman, bu taş ve kerpiçler yükselmiş olurlar. Allah en iyisini bilendir. Tarihçilerin pek çoğu, bu hususta rivayet ettiğimiz hadislere dayanarak, bu Beyt'in Hazret-i İbrahim'den önce mevcut olduğu kanaatindedirler. Onlar bu görüşlerine Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani İbrahim Beyt'in temellerini yükseltiyordu" (Bakara. 127) ayetini delil getirmişlerdir, Çünkü bu ayet, temellerin yıkılmış vaziyette var olduğunu göstermek hususunda, sarih bir ifâdedir. Ne var ki İbrahim (aleyhisselâm), o temelleri yükselterek, onu tamir etmiştir. Alimler, Hazret-i İsmail'in Beyt'in temellerinin yükseltilmeşinde ve Beyt'in yapılmasında, Hazret-i İbrahim'e yardımcı olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Alimlerin pekçoğu Hazret-i İsmail'in bu konuda Hazret-i İbrahim'e yardımcı olduğunu söylemektedirler. Buna göre ayetin takdiri şudur: "Hazret-i İbrahim ve İsmail Beyt'in temellerini yükselttikleri zaman.." Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, , (......) kelimesini, lâfzına atfetmiş olmasıdır. Binaenaleyh mutlaka, bu atfın zikri geçen fiillerden birisi hakkında olması gerekir. Daha önce de, Beyt'in temellerinin yükseltilmesi işi geçmişti. Binaenaleyh İsmail lâfzının, bu hususta İbrahim lâfzına atfedilmiş olması gerekir. Sonra, onların bu işte ortak olmalarının iki hususa ihtimali bulunmaktadır: a) Onların, Beyt'i yapma ve duvarlarını yükseltme hususunda müşterek olmalarıdır.. b) O ikisinden birisinin Beyt'in ustası, diğerinin ise ona taş, çamur vermesi, alet ve edavâtı hazırlamış olmasıdır. İşte bu iki izaha göre de, "yükseltme" işinin, bu ikisine nisbet edilmesi uygun olur. Ne var ki birinci açıklama, gerçekle daha çok iç içedir. Bazılarıysa, Hazret-i İsmail'in o vakitte küçük bir çocuk olduğunu zannetmişlerdir. Bu Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre, Hazret-i İbrahim Beyt'i yaparken, arkasında Hazret-i İsmail ve karısı Hacer olduğu halde, evden çıkar. Bunun üzerine bu ikisi: "Bizi kime bırakıyorsun?" derler. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), cevaben, "Allah'a!" der. Derken Hazret-i İsmail susar, fakat su bulamaz. Hemen Cebrail onlara seslendi ve parmağıyla yeri kazdı; derken yerden zemzem suyu fışkırdı.. Böyle diyen âlimler. (......) kelimesinde vakf yapıp, daha sonra da, (......) ifadesiyle söze yeniden başlarlar. Buna göre mâna şöyle olur: "Ey Rabbimiz, bu Beyt'i yapmakla gösterdiğimiz taatimizi kabul et!" Bu takdire göre Hazret-i İsmail, yapmak işinde değil, sadece duada ortak olmuş olur. Bu te'vil zayıftır; çünkü Allah'ın, buyruğunda Allahü Teâlâ'nın neyi kabul ettiğine dair herhangi bir delâlet bulunmamaktadır. Binaenaleyh, bunu zikredilen hususa, yani Beyt'in yapılmasına hamletmek gerekir. Beyt'in yapılması Hazret-i İsmail'in fiilinden olmazsa, bunu kendisinden kabul etmesini Allah'tan nasıl isteyebilir? O halde, böyle bir görüş, Kur'an'ın zahirinin hilâfına olup, bu sebeple de reddedilmesi gerekir. Allah en iyisini bilendir. Hazret-i İbrahım ile Hazret-i ismail'in Üç Duası: İbadetin Kabulü İçin Aynca Duaya Lûlum Var Mı? "Hani, İbrahim, temelleri, Beyt'in temellerini yükseltiyordu" buyurmuş, "Beyt'in temellerini yükseltiyordu"dememiştir. Çünkü, temeller sozunu önce kapalı söyleyip, sonra da bu kapalılığı açıklamada, başka bir ifâdede bulunmayan bir ta'zim ve onun şanını yüceltme bulunmaktadır. Böylece Cenâb-ı Hak, bundan sonra onların üç çeşit duasını nakletmiştir: Birincisi: Allah'ın, "Rabbimiz bizden kabul buyur; muhakkak ki sen en iyi işiten ve en iyi bilensin" ayetindedir. Bunda birkaç mesele bulunmaktadır: Alimler, "Bizden kabul buyur!" sözünün tefsirinde ihtilâf etmişlerdir. Kelâmcıfar şöyle demişlerdir: Kabul ettiği her amelin sahibini Allah mükâfaatlandırır ve onun o amelinden hoşnut olur. Allah'ın kendisine mukâfaat vermediği ve razı olmadığı amel ise merduttur. Burada, birbirinden ayrılmayan iki şeyin birisinden, diğerinin ismiyle söz edilmiştir. Buna göre, kabul edilme lâfzı zikredilmiş, bununla Allah'ın sevabı ve rızası kastedilmiştir. Çünkü kabul buyurma, kişinin kendisine hediye edilen şeyi kabul etmesidir. Böylece kulun fiili atiyye ve bağışa; Allah'ın rızası ise ifâdenin genişliği yoluyla (tevessül), kabule benzetilmiştir. Arifler şöyle der: "Kabul ile tekabbül arasında fark vardır." Çünkü "tekabbül, insanın onu kabul ettirme hususunda zorlamada bulunmasından ibarettir. Bu ise ancak, amel noksan olup, kabul edilmeye müstehak görülmediği zaman olur. Bu, Hazret-i İbrahim ve İsmail tarafından, amellerindeki kusurun, acizliklerinin ve yetersizliklerinin itirafıdır. Böylece maksat, o amele mükâfaat vermek olmaz.. Çünkü, kendisine hizmet edilen kimse yanında fiilin kabul görmesi, akıllı olan biı hizmetçiye göre, ona mukabil bir mükâfaat almaktan daha hoştur. Bunun iyice incelenmesi, Allahü Teâlâ'ıın "İman edenler ise, Allah'ı daha çok sever" (Bakara. 165)ayetindeki "muhabbet" sözünün tefsirinde gelecektir. Allah en iyisini bilendir. Onlar, kelâmcıların dediğine göre, bu ibâdetlerini Allah'a ihlâs ile yaptıktan sonra, kabulü için Allah'a yalvarıp yakardılar ve ibâdetlerine karşı mükâfaat istediler. Allah'a ihlâs ile yapılan işe sevab vermesi vacib olsaydı, bu dua ve yakansın bir mânâsı olmazdı. Çünkü bu, insanın Allah'a yakarıp şöyle demesi mânâsına gelir: "Allah'ım, ateşi yakıcı, buzu da soğuk kıl." Hatta böyle dua etmesi diğerinden daha yerindedir. Çünkü konuşana göre, ateşin yanıp ışık verirken soğuk bir hale gelmesi, yine aynı şekilde buzun da donmuş ve beyaz bir halde iken sıcak bir hale gelmesi uzak bir ihtimal değildir. Mu'tezile'ye göre bu gibi fiillere sevabın terettüp etmemesi imkânsızdır. Binaenaleyh burada ayrıca dua etmenin çok lüzumsuz birşey olması gerekir. Bu böyle olmadığına göre, biz (Ehl-i Sünnet), kul hakkında Allah'a hiçbirşeyin vâcib olmadığını, Allah'ın buna mecbur olmadığını anlamış olduk. Allah en iyi bilendir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bu duasının peşine, "Sensin sen, hakkıyla işiten ve bilen" demiştir. O sanki "Ey Rabbimiz sen, bizim dua ve yakarışlarımızı duyuyor, kalbimizdeki ihlâsımızı ve senden başkasına değer vermediğimizi biliyorsun" demek istemiştir. Buna göre eğer "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Sensin sen, hakkıyla işiten ve bilen" demesi hasr ifâde eder. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Allah'dan başka varlıklar da bazan işiti-ci olur" denilirse, biz deriz ki: Allahü teâlâ'nın bu sıfatı kâmil (tam) olduğu için, sanki başkası değil de sadece O'na bu sıfat has kılınmıştır. "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın yaptığı ikinci dua, "Rabbimiz, ikimizi sana teslim olanlardan kıl" demesidir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: Alimlerimiz insanın fiillerinin yaratılması meselesinde, "Rabbimiz, ikimizi sana teslim olanlardan kıl ayetini delil getirmişlerdir. Çünkü İslam'dan maksad ya din ve itikaddır, veyahud da teslim olup inkiyâd etmektir. Hazret-i İbrahim ile İsmail (aleyhisselâm)'in, kendileri zaten teslim olma ve Allah'a baş eğmeye arzulu oldukları halde, İslam kelimesinin bu manaya alınması nasıl doğru olabilir? Onlan bu sıfat üzere kılmanın mânâsı, bunu onlarda yaratmak demektir. Çünkü "kılmak", "yaratmak" manasındadır. Nitekim Allahü teâlâ, "O (Allah) karanlikları ve ışığı kıldı" (En'âm, 1) yani yarattı" buyurmuştur. Böylece bu müslüman olma sıfatını Allah'ın yarattığını gösterir. Buna göre eğer, "Bu ayetin zahirine göre mânâ verilmemiştir. Çünkü ayetin zahiri, onların böyle bir istekte bulundukları esnada müslüman olmamalarını gerektirir. Çünkü eğer onlar o anda müslüman olsalardı, Allah'ın kendilerini müslüman kılmalarını istemeleri, var olan birşeyi elde etmek (tahsil-i hâsıl) isteği oturdu ki bu bâtıldır. Çünkü müslümanlar, o ikisinin bu dua esnasında da müslüman oldukları hususunda ittifak halindedirler. Bir de onların böyle bir duada bulunmaları, ancak müslüman oldukları halde uygun düşer. Buna göre ayetin zahirinin bırakılması gerektiği sabit olunca, bununla delil getirmek doğru olmaz. Ayetin zahirinin bırakılmadığını kabul etsek bile, "kılma" fiilinin sadece yaratmak ve icâd etmek mânâsına geldiğini kabul etmiyoruz. Çünkü bu kılmak, 843a fiili, başka mânâlara da gelir: a) Yapmak mânâsına... Nitekim Hak teâlâ, "O (Allah) geceyi elbise, uykuyu dinlenme vakti, gündüzü de bir hayat (faaliyeti) yapandır" (Furkân, 47) buyurmuştur. b) Hîbe etti, bağışladı manasına... Biz, " Bu eşyayı, bu kaleyi, bu atı sana kıldım, " yani" bağışladım" deriz. c) Birşeyi tavsif etme ve o şey ile hükmetmek manasına... Meselâ, "O (Kafirler) Rahman Allah'ın kulları olan melekleri dişiler diye zavsif etmiş, dişi olduklarına hükmetmişlerdir" (Zuhruf, 19) ve, "O (kâfirler), cinlerin Allah'ın ortaklan olduğuna hükmettiler" (Enam, 100) ayetlerinde olduğu gibi. d) Emretmek manasına... Meselâ, Biz onlara, o peygamberlere uymayı emrettik" (Enbiya, 73) ve, "Muhakkak ben seni insanlara imâm (önder) kılıyorum" (Bakara, 124) buyurulmuştur. Bu ise emir ile olur. e) Öğretmek manasına... "Falancayı kâtib ve şâir kıldım" demek, "Bu işleri ona öğrettim" demektir. f) Açıklamak ve göstermek manasına... Birşeyin bâtıl olduğunu gösteren deliller getirdiğin zaman, "Falancanın sözünü geçersiz kıldım" dersin. Bütün bunlar sabit olunca biz deriz ki ayette geçen, fiilinden maksadın, "Hazret-i İbrahim ile İsmail'i müslüman olmakla niteleyip, onların müslüman olduğuna hükmetmek" manası olması niçin caiz olmasın? Nitekim bununla birisi başkasını vasıfladığı zaman, "Falanca beni hırsız kıldı, " veya "Falanca beni faziletli ve edib kişi kıldı" yani "böyle kabul etti" denilir. Biz, den maksadın "yaratma" manası olduğunu kabul etsek bile, "Onları İslam'a götüren ilâhi lütufları yaratmak ve onları müslüman olmaya muvaffak kılmak" manasında olması niçin caiz olmasın? Buna göre "Allah'ın bu işlere muvaffak kıldığı ve böylece de bu işleri yapan kimseyi, Allah kendisine teslim olmuş kimse kılmış olur. Meselâ çocuğunu edib oluncaya kadar terbiye eden kimse çocuğuna, "Ben seni edib kıldım" diyebilir. Böyle yapmamış olan kimse için ise, "O, çocuğunu hırsız ve hilekâr kıldı, yaptı" denilir. Biz ayetin zahirinin Allah'ın müslüman olma sıfatını yaratmış olduğunu ifâde ettiğini kabul etsek bile, bu aklî delillerin hilâfınadır. Bu sebeble böyle hükmetmemek gerekir. Biz bunun aklî delillerin hilâfına olduğunu söyledik. Çünkü kulun fiili Allahü teâlâ'nın mahlûku olsaydı, kul bu fiili sebebiyle ne bir övgüye, ne zemme, ne sevaba ne de ikâba müstahak olmazdı. Bu durumda kulun değil de Allah'ın müslüman ve itaatkâr olması gerekirdi" denilirse şöyle cevap veririz Onun, "Ayetin zahirine göre mânâ verilmez" sözüne karşılık biz deriz ki: Biz bunu kabul etmiyoruz. Çünkü: a) İslâm, kalbde bulunan bir araz olup iki zamanda devam etmez. Buna göre onların, "Biz ikimizi, sana teslim olanlardan (müslümanlardan) kıl" sözü, "Bu arazı, gelecek zamanda bizde devamlı olarak yarat" demektir. İslam'ın gelecek zamanda yaratılmasını elde etmeyi istemek, şu anda onun mevcut olmasına ters değildir. b) Bundan maksad, müslümanlık sıfatının artmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah, 'İmânlarına imân katmaları için.., " (Fetih, 4); ve: "O hidayete erenlerin hidayetini artırır" (Muhammed, 17) buyurmuştur. İbrahim (aleyhisselâm) de "Fakat kalbimin mutmain olması için..." (Bakara, 260). demiştir. Buna göre sanki Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail (aleyhisselâm), yakînlerinin ve tasdiklerinin artması için Allah'a böyle dua etmişlerdir, Birşeyin artmasını taleb etmek, o anda aslının mevcud olmasına ters değildir. c) İslam sözü mutlak olarak zikredildiğinde, imân ve îtikadı ifâde eder, ama lam harf-i cerri ile meselâ, (Senin için iki müslüman) şeklinde kullanıldığı zaman, "O'na teslim olmak, inkiyâd etmek, takdir ettiği herşeye razı olmak ve O'nun hükümleri ve takdiri hususunda çekişmeyi bırakmak" manasına gelir. Buna göre yemin olsun ki o iki peygamber Allah'a işte bu manada teslim olup inkıyad etmiş ve Allah'ı tanımışlardı. Fakat insan oldukları için kalblerinde bir tür çekişme (mücadele) katmıştı. Bundan dolayı Allah'ın kazasına rızâ makamı kâmil bir şekilde meydana gelsin diye, Allah'ın bu çekişmeyi kalblerinden tamamen silip yok etmesini istemişlerdir. Böylece bütün bu izahlar ile ayetin zahirî manasının terkedilmeyeceği ortaya çıkmıştır. O muarızın "kılma" fiili, "Birşeye hükmetmek veya birşeyle hükmetmek" manasına da hamledilir" görüşüne gelince, biz deriz ki: "Bu bazı bakımlardan kabule şayan değildir: a) Mevsuf için bir sıfat meydana geldiği zaman, sıfatta herhangi bir fayda yoktur. Dua ile taleb edilen sırf bu sıfatın kendisi olmayınca, bunu sıfatı elde etme manasına hamletmek gerekir. "Allahü teâlâ'nın bu şekilde onu vasfetmesi bir övgü ve medihtir" denilemez. Halbuki o aslında istenen birşeydir." Biz yine deriz ki: "Evet, birşeyin bizzat kendisini elde etme hususundaki istek, o şeyle tavsif edilip öylece hükmedilmedi elde etme hususundaki istekten daha çoktur. Binaenaleyh onu birinci mânâya hamletmek daha uygundur. b) Hazret-i İbrahim ile İsmail (aleyhisselâm);de İslâmiyet bulunduğu zaman, onlar "müslüman" diye adlandırılmaya müstehaktırlar. Halbuki Allahü teâlâ'nın yalan söylediği düşünülemez. Binaenaleyh bu vasfın onlarda zaten bulunması gerekir. Öyle ise bu vasfı dua ile yeniden taleb etmede ne fayda var? c) Eğer bundan maksad sadece isimlendirilme olsaydı, o zaman İbrahim (aleyhisselâm)'e "müslüman" diyen herkes için "Onu müslüman kıldı" denilmesi caiz olurdu. Hasmın, "Bu kılma, lütuf fiillerini yaratma manasına hamledilir" şeklindeki görüşüne gelince, biz deriz ki: "Bu da bazı bakımlardan kabul edilemez: 1) "Kılma", lâfzı "İslâm"a izafe edilmiştir. Binaenaleyh onu "İslâm"dan başka bir şeye çevirmek ayetin zahirini terketmek olur. 2) Bu ilâhî lütufları Mu'tezile'ye göre, Allah yapmış, O İcâd etmiş ve onları varlık âlemine O çıkarmıştır. Bu sebeble onları istemek de tahsîl-i hâsıl (zaten mevcud olanı tekrar elde etmeyi) istemek olur ki bu da caiz değildir. 3) Bu lütufların, meydana gelme tarafını, gelmeme tarafına tercih eden bir tesirleri ya vardır veya yoktur. Eğer bu tercihte lütufların bir tesiri yoksa buna lütuf denmez. Eğer bu lütufların, fiilin meydana gelme tarafını tercihte bir tesiri varsa, biz deriz ki: Tercih meydana geldiği zaman, o fiilin meydana gelmesi vacib olur. Bu böyledir. Çünkü tercihin bu kadarıyla meydana gelmenin yanında fiil, ya vâcib olur, veya imkânsız olur veya ne vacib ne de imkânsız olur. Eğer fiilin meydana gelmesi vâcib ise, bu elde edilmek istenen neticedir. Eğer imkânsız olur ise, lütuflar müreccih (müessir) değil, manî olmuş olur. Eğer ne vacib ne de imkânsız değilse, bu durumda fiilin o müreccih ile beraber meydana gelmesi bazan mümkin, bazan imkânsız olur. Meydana geldiği vakti, meydana gelme vakti olarak ona has kılmak, ya o vaktin, kendisinden ötürü, meydana gelme ile terneyyüz ettiği bir hususiyet onda vardır veya böyle değildir. Eğer birincisi söz konusu ise, bu müreccih bu hususiyetle birlikte lütufların tamamı olur veya tercihte bu lütufların asla bir tesiri olmaz. Biz onun böyle olduğunu farzedersek, bu, akla ters düşer. Eğer ikincisi söz konusu ise, bu durumda mümkinin, eşit olan iki tarafından birinin bir müreccih olmaksızın diğerine tercihi gerekir ki bu imkânsızdır. Böylece böyle bir lütfün bulunduğuna hükmetmenin makul olmadığı sabit olur." Hasmımızın, "Akli deliller, kulun fiilini Allah'ın yaratmasının imkânsız olduğunu gösteriyor. Bu ise medhi ve zemmi ayırır" şeklindeki görüşü hususunda biz deriz ki: Bu, yukarıda izahı defalarca ve çeşitli vesilelerle geçtiği gibi, ilmi ve sebeblerir.i isteme meselesiyle tezad teşkil eder. Bil ki bu ayetle ilgili en meşhur sual şudur: O iki peygamber müslüman oldukları halde, niçin Allah'ın kendilerini müslüman kılmasını istemişlerdir? Biz bu suali de yukardaki meseleye kattık ve ona yeterli, sadra şifâ veren cevaplar verdik. Bundan dolayı Allah'a hamdolsun. Onların Allah'a teslim olup boyun eğdiklerine aklî bakımdan delâlet eden şey ancak Allah'dan olur. Müslüman olmaya elverişli olduğundan bahsettiğimiz kudret, müslüman olmamaya da elverişli midir yoksa değil midir? Eğer o kudret İslam'ı bırakmaya elverişli değilse, o kudret İslam'ın mutlaka meydana gelmesini gerektirir. Böylece de o iki peygamberde, müslüman olmalarını gerektiren kudret yaratılmış demektir. Eğer bu kudret İslam'ı bırakmaya, yani müslüman olmamaya elverişli olur İse bu bâtıldır. Bunun mümkün olduğunu kabul edersek, maksad hâsıl olur. Onun bâtıl olmasına gelince, bu böyledir. Çünkü terk, bir şeyin asıl yokluğu hali üzere bırakılmasından ibarettir. Yokluk, sırf yokluktur. Bu nedenle kudretin o yoklukta müessir olması imkânsızdır. Bir de o devamlı yoktur. Yokluğu devamlı olan şey ise kudrete konu olamaz. Böylece bu izahla, devamlı yok olan şeye kudretin tesir etmeyeceği sabit olmuş olur. Binaenaleyh kudret ancak mevcud olan şeyler için söz konusudur. O halde kudret sadece vücud bulabilecek şeylere elverişlidir. Kudretin hem varlığa hem de yokluğa elverişli olduğunu kabul etmemiz durumunda maksad hasıl olur. Bir de elverişli bir kudret varlığa ancak bir müreccihten ötürü tahsis edilir. Teselsüle imkân vermemek için, müreccihler zincirinin Allah'ın fiilinde son bulması gerekir. Allah tarafından bir tercih söz konusu olduğu zaman, fiilin mutlaka meydana gelmesi gerekir. Bu sebeble Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in: "Rabbimiz, biz ikimizi sana müslüman (teslim) olanlardan kıl" sözünün, aklî delillere göre de doğru ve yerinde bir dua olduğu ortaya çıkmaktadır. Kulun Mutluluğu Yalnız Allah'a Teslim Olmaktadır Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in: "Rabbimiz, biz ikimizi, sana müslüman (teslim) olanlardan kıl" sözü hasr ifâde eder. Yani "Biz başkasına değil sadece sana teslim olanlardan olalım" demektir. Bir kulun tam saadetinin, Allah'ın hükümlerine, kazasına ve kaderine (takdirine) teslim olup, O'nun dışında hiçbir varlığa gönlünün kaymamasına bağlı olduğunu gösterir. Hazret-i İbrahim'in bir başka yerdeki sözünden kastedilen de budur. Nitekim Hazret-i İbrahim, "Onlar bana düşmandırlar; âlemlerin Rabbi değil!.." (Şuara, 77)demiştir. Sonra burada iki görüş vardır: 1) "Ey Rabbimiz, bizi sana teslim olmuş kimseler kıl"; yani, "Seni bir bilen ve sana ihlâsta bağlananlardan kıl; biz ancak sana ibadet ederiz" demektir. 2) "İslam şeriatının tamamını yerine getirenlerden kıl." Daha kapsamlı olduğu için, makbul olan görüş budur. Kulun dua ederken, Allah'a ancak, diye dua etmesi hususuna gelince, bunun izahı, inşaallah, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbiniz şöyle dedi: "Bana duâ ediniz, size icabet edeyim" (Gafir, 60) ayetinin tefsirinde, duânrn şartlarının anlatılmasında gelecektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Zihniyetimizden de sana boyun eğmiş bir ümmet) kavline gelince, bunun manası, "Bizim evlâdımızdan., kıl" demektir. Ayetteki, teb'îz (kısmîlik) içindir. Hazret-i İbrahim, ifâdesinde zürriyetinin bir kısmını söyledi. Çünkü Cenâb-ı Hak, ifadesiyle, İbrahim ve İsmail'in zürriyetinin içerisinde zalimler olacağını bildirmiştir. Bazı âlimler de, "Hazret-i İbrahim bununla Arapları kastetmiştir, çünkü onlar da bu ikisinin zürriyetindendir" demiştir. "Ümmet" sözüne gelince, Hazret-i İbrahim'in, "Onların içinde, onlardan bir peygamber gönder" (Bakara, 129) ayetinin delaletiyle, bunun "ümmet-i Muhammed" olduğu söylenmiştir. Burada birkaç soru bulunmaktadır: Birinci Soru: Allahü Teâlâ'nın, "Benim ahdim zalimlere ulaşmaz" (Bakara. 124) buyruğu, onun zürriyetinin içinde zalim olanlar bulunduğuna delâlet ettiği gibi, zalim olmayanların da bulunduğuna delâlet eder. Böylece onun zürriyetinin bir kısmının müslüman bir cemaat olduğu bu ayetle bilinmiş oldu. Binaenaleyh, böyle bir ümmetin teşekkülünü ikinci kez duâ ile istemenin faydası nedir? Cevap: Bu delâlet katî değildir. Ama, "Şefkatli kimse, sû-i zanna çok düşkündür." (Yani Hazret-i İbrahim, şefkatinden dolayı, ne olur ne olmaz diye duâ etmiştir). İkinci Soru: Hazret-i İbrahim, niçin kendisiyle Hazret-i İsmail'in neslini duaya tahsis etmiştir'? Bu hususunda bir cimrilik olmaz mı? Cevap: Zürriyet, şefkate ve faydalarının düşünülmesine daha lâyıktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kendinizi ve ehlinizi öyle bir ateşten koruyunuz id..." (Tahrim, 6) buyurmuştur. Bir de peygamberlerin çocukları iyi halli kimseler oldu mu, diğerleri de onlar vasıtasıyla iyi halli ve sâlih olur; hayırlar konusunda onlara uyarlar. Görmüyor musun, önce geçen âlim ve büyük kimseler, istikamet üzere (doğru) oldukları zaman, arkalarında olan kimselerin de müstakim olmaları için nasıl canla başla çalışmışlardır? Üçüncü Soru: Cahiliye Devri Arapları Hep Müşrik İdi. Öyleyse Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail'in Duası Kabul Edilmemiş miydi? Görünen şudur ki, Allahü Teâlâ, şayet bu duayı reddetmiş olsaydı, O bu reddini açıkça belirtirdi. Allahü Teâlâ, reddini açıkça belirtmeyince, O'nun bu duaya icabet etmiş olduğunu anlamış olduk. Bu durumda da bir müşkil ortaya çıkar, çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ecdâdt zamanında Araplardan hiçbirisi müslüman değildi. Hazret-i İbrahim ve İsmail'in zürriyeti sadece Araplardır. Cevap: Kaffâl şöyle demiştir: "O ikisinin zürriyeti içinde, bir olan Allah'a ibadet edip O'na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler, devamlı olarak bulunagelmiştir. Peygamberler de Hazret-i İbrahim'in soyundandır. Cahiliyye çağında Zeyd ibn Amr İbn Nüfeyl, Kus İbn Sâ'ide -bunun, Hazret-i Peygamberin dedesi olan Abdul Muttalib İbn Hâşim- olduğu da söylenir ve Âmir İbn ez-Zureb gibi İslâm dini üzere olup da, Allah'ın yoktan yaratmasını, öldükten sonra tekrar yaratacağını, sevâb ve ceza vereceğini kabul edip, Allah'ı birleyenler; leşleri yemeyen ve putlara tapmayan kimseler bulunmaktaydı. Cebrail'in Hac Menasikini Öğretmesi Allahü Teâlâ'nın, "Ve bize, ibadet yerlerimizi göster" kavline gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: Allah'ın, (Bize göster) ifâdesi hakkında iki görüş vardır: 1) Bunun mânası, "Bize, haccımızın hükümlerini öğret" demektir, "çünkü, haccedelim ve insanları orayı haccetmeye davet edelim diye, bize Beyt'i yapmamızı emrettin. O halde, bize haccın kanunlarını ve orada yapmamız gereken fiil ve kavilleri bize öğret!" Bu, ilmen görmek manasında bir mecazdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Görmedin mi, Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?" (Furkan, 45) ve: "Görmedin mi, Rabbin, Fil ashabına ne yaptı?" (Fil, 1) buyurmuştur. 2) "Onu bizzat gözlerimiz önüne koy." Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Hazret-i Cebrail, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e haccın bütün kurallarını gösterip, Arafat'a vardığında Cebrail, "-Ey İbrahim, sana gösterdiğim kuralları öğrendin mi?" diye sordu. Hazret-i İbrahim de, " Evet!" dedi. Böylece oraya, bundan ötürü "Arafat" ismi verildi- Kurban bayramının ilk günü olunca, Hazret-i İbrahim Kabe'yi ziyaret etmek istedi. Bu sırada önüne iblis çıkıp, yolunu kesti, Bunun üzerine Hazret-i Cebrail Hazret-i İbrahim'e, şeytana yedi taş atmasını emretti. O da yaptı, bunun üzerine şeytan oradan gitti. Sonra ikinci, üçüncü ve dördüncü gün tekrar göründü. Hazret-i Cebrail Hazret-i İbrahim'e aynı şekilde şeytanı taşlamasını söyledi... Burada üçüncü bir görüş daha vardır ki, bu da, ifâdesinden, hem görmenin hem de bilmenin (ilmin) beraberce kastedilmiş olmasıdır. Bu, Kâdî'nin görüşüdür. Çünkü hacca dair şeylerin bir kısmı bilinir, fakat görülmez, bir kısmı ise, sadece görülür.. Bu sebeple lâfzı, bu iki durumun her ikisine birden hamletmek gerekir. Bu görüş zayıftır. Çünkü bu lâfzı aynı anda hem hakiki hem de mecazî manaya hamletmeyi gerektirir, ama caizdir. Böylece, geriye muteber görüş olarak ilk iki götüş kalır. İkinci görüşü savunanlar şöyle demişlerdir: Haccın menâsiki iki vakfe yapılan yerler, haccın kaidelerinin ifâ edilmiş olduğu Mina, Arafat, Müzdelife ve benzerî yerlerdir. Birinci görüşte olanlar ise şöyle demişlerdir: Haccın menâsiki, hacca ait olan tavaf, sa'y ve vakfeler gibi işlerdir.. (......) kulluk demektir. İbadet eden kimseye, bu kelimeden gelmek üzere, denilir. Sonra, boğazlanacak erkek kurban, dişi kurban, hacca ait işler ise, diye adlandırılmıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hacca ait işlerinizi, ibadet kurallarınızı benden alın. Şu yılımdan sonra, belki de ben, artık sizinle karşılaşmam!" Müsned, 3/318, 366. buyurmuştur. Hacca ait kuralların ifâ edildiği yerler de "menâsik" diye adlandırılır. Sin -arfinin fethasıyla, iş; sin harfinin kesresiyle, meselâ, ve, kelimeleri gibi- bu fiillerin yapıldığı yer anlamına geldiği de söylenmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz her ümmete, yerine getirmeleri gerekli bir ibadet yolu gösterdik" (Hac 67) buyurmuştur. Ayetteki ilgili kelime, sin'in hem fethası hem de kesresıyle okunmuştur. Sözün zahiri, bunun iş, fiil manasına geldiğine delâlet eder. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ifâdesi bunu gösterir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara hacda yapılacak fiilleri öğrenmelerini emretmiştir; yoksa Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Benden hacca ait ibadetlerinizin yapılacağı yerleri alın" mânâsını kastetmemiştir. Bu hususu iyice kavrayınca biz deriz ki, "menâsik" sözünü, "haccın menâsik" ine hamlederek onu hacdaki fiiller manasına alırsak, ayette geçen, (......) ifâdesi, bu amellerin tarifini göstermeyi ifâde eder. Eğer onu, haccın fiillerinin yapıldığı yerler manasına alırsak, bu durumda, (......) ifâdesi, yerlerin tanıtılması için kullanılmış olur.Bazı müfessirter de, "menâsik" sözünü, sadece kurban kesmeye hamletmişlerdir ki, bu doğru değildir. Çünkü boğazlanan kurban, kulluğun muhtevasına girdiği için, (......) diye adlandırılmıştır. Bu sebepten dolayı, yemek için kesilen kurbanlara du isim verilemez. İbadet maksadıyla kesilen şey ise, (......) diye adlandırılır. Bunun hac işlerinden bir iş olması diğer amellerin yerine geçer. Bu sebeple hepsinin bu kelimenin muhtevasına girmesi gerekir. Eğer biz "menâsik" sözünü, bu kelimenin aslının ifâde etmiş olduğu ibâdet, Allah'a yaklaşma ve O'nun razı olduğu şeylere yapışma manasına hamleder ve bu kelimeyi, Allahü Teâlâ'nın Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) için vaz etmiş olduğu her kanunu içine alan bir kelime kabul edersek, bu durumda Hazret-i İbrahim'in, (......) demesinin manası; " Sana nasıl ibadet edeceğimizi, nerede ibadet edeceğimizi ve, kölenin efendisine hizmet etmesi gibi bizim de sana hizmet etmek üzere hangi yolu tutacağımızı, hangi vesile ile sana yaklaşacağımızı bize öğret!" demektir. İbn Kesir ve bazı rivayetlerde Ebu Amr, Kur'an'ın her yerinde râ harfinin sükûnu ile olmak üzere, (......) şeklinde okumuşlardır. Bu ikisine Âsim ile İbn Amr, "Bizleri saptıran o iki kimseyi bize göster" (Fussilet, 29) ayetinde muvafakat etmişlerdir. Ebu Amr'den yapılan zahir rivayetlerin bazısında ise o, bütün Kur'an'da 'işbâsız" olarak râ harfinin kesresinin "ihtilâsıyla" okumuştur. Diğerleri ise, kesrenin işbâsıyla (tam kesreyle) okumuşlardır. Bu kelimenin aslı, meksûr olan hemze ile, (......)dır. Hemzenin kesresi râ harfine nakledilerek, böylece hemze de hazfedilmiştir. Bu kıraat şekli, tercih edilendir. Çünkü kurrânın çoğu böyle işba ile okumuşlardır. Bir de, kelimenin aslından hemze düştüğü için, kelime noksanlaşmasın ve hemzeye delâlet eden kesre yok olmasın diye râ harfinin sükûnuyla okuma, güzel olmaz. Râ'nın sükûnuyla okunan kıraat şekline gelince, bu hem hemzenin, hem de harekesinin hazfedilmesi ve sakin olan şeylere benzetilmesi suretiyledir. Meselâ, (......) kelimesinin ve (......) kelimesinin de, (......) şeklinde okunması gibi... "İhtilas"a gelince bu, hemzenin hazfedildiğine dair delâletin bırakılmasıyla beraber, telâffuzu hafifleştirme gayesiyle yapılır. Peygamberler Küçük Günah Dahi İşlememiştir Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve, tevbemizi kabul buyur" ifâdesine gelince, bu husuota birkaç mesele vardır: Peygamberlerin günah işleyebileceklerini söyleyen kimseler, bu ayetle istidlal ederek, şöyle demişlerdir: Tevbe, daha önce günahın bulunmasına bağlıdır. Şayet önceden günah bulunmamış olsaydı, tevbe talebinde bulunmak, imkânsız olan bir şeyi taleb etmek olurdu. Mutezile ise şöyle demiştir: Biz, peygamberlerin küçük günah işleyebileceklerini tecviz ediyoruz. Buna göre bu tevbe küçük günahlardan dolayı yapılmış bir tevbe olur. Bir kimse şöyle diyebilir: Küçük günahlar, bunları işleyenin sevaplarıyla affedilmiş olur. Bunlar affedilince, onlardan dolayı tevbe etmek de anlamsız olur. Çünkü tevbenin tesiri, günahları yok etme hususundadır. Zaten yok olan bir şeyi yok etmeye çalışmak imkânsızdır. Burada peygamberler için, küçük günahları tecviz edip etmeyenlere verirek diğer cevaplar da vardır. Bu cevaplar birkaç yöndendir: a) Tevbenin, günahlardan kaçınmak hususunda aşırı dikkat göstermek maksadıyla yapılmış olması da caizdir. Çünkü nefsini, günahlardan iyice ka-: imaya azmetmiş ve son derece pişman olmuş vaziyette tasavvur eden kimse, günahları terketmeye daha fazla yakın olur, böylece bu, günahları terketmeye götüren ve sevkeden bir lütuf olmuş olur. b) Kul, her nekadar Rabbine itaata çalışsa bile, o sehven veya evlâyı tüketmekten dolayı bazı kusurlar işlemiş olabilir. Binaenaleyh, işte mezkûr dua bu sebepten ötürü olmuş olabilir. c) Allahü Teâlâ, Hazret-i İbrahim'e soyu içinde zâlim ve âsî kimselerin olacağını bildirince, şüphesiz Hazret-i İbrahim de orada, o zürriyetinin bir kısmını müslüman bir topluluk yaratmasını istemiş, sonra da Allah'tan bu günahkâr olanlan tevbeye muvaffak kılmasını talep ederek, yani, "zürriyetimizden günahkâr olanların tevbelerini kabul buyur" demiştir. Çocuğu bir suç işlediğinde, ona şefkatli olan baba, çocuğundan dolayı özür beyan ederek, "Ben bir suç işledim, kusur ettim, özür dilerim!" der. Onun bundan maksadı, şunu demek istemesidir: "Çocuğum bir hata işledi, onun özrünü kabul et!".. Bu böyledir, çünkü insanın çocuğu, bizzat insanın kendisinin yerini tutar. Bu açıklamayı te'yid eden bazı hususlar da bulunmaktadır: 1) Allahü Teâlâ İbrahim suresinde, O'nun şöyle dediğini nakletmiştir: "Allah'ım, beni ve oğullarımı, putlara tapmaktan uzak tut! Rabbim, putlar İnsanlardan pekçoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana tâbi olursa, muhakkak ki o bendendir. Her kim de bana âsi olursa, muhakkak ki sen mağfiret sahibisin, çok merhametlisin" (ibrahim, 35-36). Manânın şöyle olması da muhtemeldir. "Kim bana âsi olur da tevbe ederse, sen, onun tevbesini kabul etmeye ve geçmiş günahlarını bağışlamaya muktedirsin." 2) Abdullah İbn Mesûd'un kıraatinde, onun, "Ve onlara, İbadet yollarını göster ve onları tevbeye muvaffak kıl" şeklinde okuduğu zikredilmiştir. 3) Hazret-i İbrahim O'nu, "Rabbimiz, onların içinde onlardan olan bir peygamber gönder" (Bakara, 129) sözüne atfen söylemiştir. 4) Müfessirler, Hak teâlâ'nın, "Andolsun ki biz sizi yarattık ve sonra sizlere suret verdik" (Araf, 11) ayetini, Allah'ın Hazret-i Adem'i yaratmasını, insanlar ondan geldiği için, insanları yaratması şeklinde te'vil etmişlerdir. Tıpkı bunun gibi, Hazret-i İbrahim'in "Bize, ibadet yollarımızı göster" demesinin, "züniyetimize göster" şeklinde olması da uzak bir ihtimal değildir. Ayet Kulların Fililerini de Allah'ın Yarattığına Delildir Alimlerimiz Hazret-i İbrahim'in, ifadesiyle, kulun fiilini Allah'ın yarattığına istidlal ederek şöyle demişlerdir: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) Allah'tan, tevbesini kabul etmesini istemiştir. Şayet tevbe etmek kulun yaratmasıyla olsaydı, onu Allah'dan istemek hem imkânsız, hem de cehalet olurdu. Mutezile ise şöyle demiştir: Bu, Allah'ın bizden tevbe etmemizi isteyerek, "İman edenler, tevbe-i Nasûh ile Allah'a tevbe ediniz" (Tahrim, 8) buyurmasıyla çelişir. Tevbe şayet Allah'ın fiili olsaydı, bu tevbeyi kuldan istemesi muhal ve bir cehalet olurdu. ifâdesini, Allah'ın tevfikına, O'nun lütuf fiillerine veya kuldan olan tevbeyi kabul etmesine hamledebitmemiz mümkün olunca da âlimlerimiz, "tercih bizimle beraberdir; çünkü, aklî delil de, bazı bakımlardan bizim bu görüşümüzü te'yîd eder" demişlerdir. Şöyle ki: 1) Allahü Teâlâ tevbeyi gerektiren bir sebebi yaratmadığı müddetçe, tevbenin bulunması imkânsız olur. Bu sebeple tevbe, kuldan değil, Allah'dan olmuş olur. Bu sebep olma delilinin izahı, defalarca geçmiştir. 2) Allâme Gazalî (rh.a.)'nin özetlediğine göre tevbe, sıraya konulmuş olan şu üç şeyin, ilmin, halin ve amelin toplamından ibarettir. Buna göre ilim birinci, hal ikinci -ki ilim bunu gerektirir- amel ise üçüncüsüdür ki bu da halin neticesidir. İlim, günahın zararının büyük olduğunu bilmektir. Bu bilgiden faydalı olan şey elden kaçırılıp, zararlı olanın da meydana gelmiş olması sebebiyle, kalbte bir acı meydana gelir. Kalbteki bu acıya, nedamet, pişmanlık denilir. Sonra bu pişmanlıktan, irâde denilen bir sıfat meydana gelir ki, bunun hal, mazî ve istikbâl ile bir münasebeti vardır. Hal ile münasebeti, onun işlemiş olduğu günahı bırakmasıdır. İstikbâl ile ilgisine gelince, terketmiş olduğu bu günahı Allah rızası için ömrünün sonuna kadar yapmamaya azmetmekle olur. Mazie ilgisine gelince, eğer telâfi imkânı olan cinsten ise, cebr (onarma) ve kaza ve kaçırmış olduğu şeyleri telâfi etmekle olur. Buna göre ilim ilk derecededir. O, hayırların kendisinden doğduğu kaynaktır. Ben, burada ilim ile, iman ve yakîni kastediyorum. Çünkü iman, günahların öldürücü zehir olduğunu tasdik etmekten ibarettir. Yakîn ise, bu tasdiki te'kid ve ondan şekki bertaraf ederek, kalpte hükümran olmasından ibarettir. Sonra bu yakîn kalbe hükümran olduğu sürece pişmanlık ateşi yanar; böylece kalb, iman nurunun aydınlatmasıyla, daha önce karanlıklar içerisinde iken üzerine güneşin ışıkları doğan, böylece sevgilisinin helak olmak üzere olduğunu görüp de kalbinde onun sevgi ateşleri tutuşan ve bu tutuşmadan dolayı da onu kurtarmak için ileri atılma arzusu duyan kimse gibi, kendisinin, sevgilisinden zedelenmiş olduğunu gördüğü zaman elem ve acı duyar. Bunun böyle olduğunu bildiğin zaman biz deriz ki; fiilin iradeye daya ması zarurîdir. Çünkü, muarızı bulunmayan kesin bir irade neticesinde, laka fiil meydana gelir. İradenin kalbin duymuş olduğu acıya terettüp et' de zarurîdir. Çünkü hoşa gitmeyen bir durumu müşahede etmesinden dola., kalbi elem duyan kimsenin, kalbinde mutlaka onu savuşturma iradesinin me. dana gelmesi gerekir. Bu elemin, bu şeyin zarar getirici, faydaları da götürü cü olduğunu bilmeye dayanması da zarurî bir durumdur. Binaenaleyh, bütir bu derecelemeler zarurîdir. O halde, daha nasıl bir tecrübe ve zorlama altır-da meydana gelmiş olur?. Geriye, teklifin muhtevasına giren şeyin, yalnız ilim olduğunu söyleme kalır. Ne var ki, bunda da bir müşkilât vardır. Çünkü bu ilim, ya zarurî veya nazarî olur. Eğer ilim zarurî ise, bu da bir imtihan ve mükellef tutmanın muhtevasına dahil olmaz. Eğer nazarî olursa, bu da zarurî ilimlerden elde edilmiştir. O halde, ilk nazarî ilmi meydana getiren bu zarurî ilimlerin toplamı, bu neticeyi meydana getirmede yeterli olur veya başkası yeterli olur. Eğer bu yeterli olursa, bu ilk elde edilen nazarî ilmin, zarurî ilimlere terettüp etmesi vacib olur. İrade dışı olan bir şeye terettüp etmesi vacib olan şey de, irade dışı olur. Eğer o yeterli olmazsa, mutlaka bir başka şeyin bulunması gerekir ki, bu başka şey eğer zarurî ilimlerden olur ve bu da bulunursa, bu durumda yeterli olduğu halde onu yetersiz kabul etmiş oluruz ki, bu imkânsız bir şeydir (hulf). Eğer nazarî ilimlerden olursa, ilk nazarî ilim, kendisinden önce bulunan başka bir nazarî ilme muhtaç olur. Bu durumda, nazarî ilimlerin ilki, nazarî ilimler için bir ilk ve başlangıç olmaz, ki bu akta aykırıdır (hulf). Sonra bu ilk hususunda söylenecek söz, ondan önce olan "ilk" hususunda söylenecek söz gibidir. Bu sebeple de teselsül gerekir ki, bu da imkânsızdır. Binaenaleyh bizim en son olarak zikrettiğimiz hususla, Allahü Teâlâ'nın, buyruğunun zahirine hamledilmiş olduğu ortaya çıkar. Bu, aklî delillere mutabık olan bir gerçektir. Bu ayetle tenakuz içindeymiş gibi gözüken diğer ayetlerin tevil edilmesi daha evlâdır. eden ve çok merhamet eden ancak sensin" kavline gelince, bu ayetle ilgili açıklama daha önce geçmişti. Hazret-i İbrahim'in yapmış olduğu üçüncü dua ise, O'nun, "Rabbimiz, onların içinde onlardan bir peygamber yolla" şeklinde söylemesidir. Bil ki, Hazret-i İbrahim'in niyazıyla, "Ve zürriyetimizden de, sana teslim olmuş bir ümmet" duasında kasdettiği kimseyi murad ettiğinde şüphe yoktur. Çünkü bu daha önce zikredilmiştir. Onun zürriyetini bu şekilde nitelemiş olması, ancak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yakışır. Böylece O, sözünü de önceki ifâdesine atfetmiştir. Bu duâ, O'nun zürriyetinin iki yönden mükemmelliğini gösterir: 1) Onların içinde, onların dinlerini ve şeriatlerini ikmâl eden ve onların İslam üzere sebatlarını sağlayacak bir şeye davet eden bir resulün bulunması... 2) Gönderilen bu peygamberin, bazı sebeplerden dolayı, başkalarından değil de onlardan olmasıdır. Şöyle ki: a) İzzet, şeref ve dinleri hususunda, onların mertebeleri ve mevkilerinin en üstün olması için... Çünkü hem peygamber, hem de kendilerine peygamber gönderilenler aynı soydan oldukları zaman, peygamberin isteğine uyulduğunda, bu onun isteğine daha fazla şeref kazandırır. b) Peygamber onlardan olduğu zaman, onlar onun doğumunu, soyunu-sopunu ve menşeini tanırlar; böylece de onun doğruluğunu ve emîn bir kimse olduğunu bilmek kolaylaşır. c) Peygamber onlardan olduğu zaman, o peygamber onlara, yabancılara gönderilmiş olması hâlinde, yabancılara karşı olacağından daha şefkatli ve onların iyiliği için daha istekli olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki, Hazret-i İbrahim'in maksadı hem halde, hem de istikbalde dini yaşatmak olduğu ve, zann-ı galibince de bunun ancak, o kavmin kendi zürriyeti içinden çıktığı zaman daha tam ve mükemmel olacağını düşündüğü için, böylece din konusunda elde edilebilecek en son mutluluğa nail olmak ve, kendi zürriyeti içinde olması sebebiyle de, büyük bir sürür ve neşeye ulaşmak amacıyla, bunu murad etmiş olması son derece güzel olmuştur. Çünkü, bu rütbeden daha yüce olan bir izzet, bir şeref ve bir rütbe yoktur. Hazret-i İbrahim'in Gelmesini İstediği Zat Resul-i Ekrem'dir. Burada bildirilen peygamberin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğuna gelince, buna bazı hususlar delâlet etmektedir: a) Müfessirlerin icma'ı, bunun başta gelen hüccetidir. b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğinin rivayet edilmesidir: "Ben İbrahim'in duası, İsa'nın ise müjdesiyim" Müsned, 5/262. Resul-i Ekrem "da'vet, duâ" sözüyle bu ayeti, "müjde" sözüyle de Saf sûresinde zikredilen, . "Benden sonra gelen ve ismi Ahmed olan bir peygamberi müjdelemek üzere..." (Saf, 6) ayetini kastetmiştir. c) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) Mekke ve civarında bulunan soyu için, Mekke'de bu duayı yapmıştır. Allahü teâlâ da Mekke ve civarında olanlara sadece Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i peygamber olarak göndermiştir. Ümmet-i Muhammed'in Hazret-i İbrahim'e Salât ve Berekât Dilemesinin Hikmeti Bu meseleyle ilgili bir soru vardır. O da şudur: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in namazlarda Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'le birlikte, "Allah'ım! İbrahim 'e ve İbrahim 'in ehline merhamet ettiğin gibi, Muhammed'e ve Muhammed'in de merhamet et" Buhâri. Ahzâb Sûresinin Tefsiri, (6/151). diye zikredilmesindeki hikmet nedir? Alimler bu soruya şu şekillerde cevap vermişlerdir: 1) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için, "Rabbimiz, onlara içlerinden, ayetlerini okuyan bir peygamber gönder" (Bakara, 129) öyle dua etti. Halilullah Hazret-i İbrahim için, Habîbullah Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in güzelce dua etmesi gerekince, Allahü teâlâ, onun isminin zikrini kıyamete kadar ümmet-i Muhammed'in dilinde sürdürmek suretiyle Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerinde olan hakkını îfâ etmiş oldu. 2) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), Rabbinden, "Sonraki insanlar içinde benim için bir lisan-ı sıdk (yâd-ı cemil, güzel nâm) kıl" (Şuara, 34), Yani "Ümmet-i Muhammed içerisinde benim için güzel bir isim (nâm) bırak" sözü ile, bunu Rabbinden istedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ onun duasını kabul etti ve, Muhammed ümmeti içerisinde ona güzel bir nâm bırakarak, onun adını Habîbi Muhammed'in ismine bitiştirdi. 3) İbrahim (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hakk'ın, "Atanız İbrahim'in milletine, dinine..." (Hacc, 78) ayetine binaen millet-i İslâm'ın babasıdır. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) rahmetin babasıdır. Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh)'un kıraatinde ise, 'Su peygamber müminlere, kendi nefislerinden daha ileridir; O onların babasıdır" (Ahzab, 6. ayetin değişik kıraati) şeklinde geçmektedir. Hazret-i Peygamber ile ilgili olan diğer bir ayette ise, "(O) mü'minlere çok şefkatli ve merhametlidir" (Tevbe, 128) buyurulmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, yani şefkat ve merhamet hususunda, "Ben sizin babanız gibiyim Ebû Davud, Tahare, 4 (1/3). buyurmuştur. Bu ikisinden herbiri için bir bakıma babalık hakkı tahakkuk ettiği için, Allahü teâlâ da her ikisini övgü ve duada beraber zikretmiştir. 4) İbrahim (aleyhisselâm), hacc hususundaki ahkamı ilân ediyordu: "İnsanlar içinde haca ilân et" (Hacc, 27). Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ise dinin münâdisi idi: "İmana davet eden bir münâdiyi duyduk" (Al-i İmran, 193). Böylece Cenâb-ı Hak, güzel nâm hususunda her ikisini de birleştirmiştir. Gelecek Peygamberin Vasıflarından Bazıları Bil ki Cenâb-ı Hak onlara içlerinden bir peygamber göndermeyi murad ettiğinde, bu peygamberin bazı vasıflarını zikretmiştir: a) "O onlara senin (Allah'ın) âyetlerini okur." Bu ayetle ilgili iki vecih vardır: 1) Bu ayetler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilmiş olan Furkân (Kur'an)'dır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara okuduğu sadece bu idi. Binaenaleyh "ayetlerini" lâfzını Furkân'a hamletmek gerekir. 2) Bu ayetlerin yaratıcının varlığına ve sıfatlarına delâlet eden işaretler olması da mümkündür. Buna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu ayetleri onlara okumasının manas) şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, bunları hatırlatıyor, onları bunlara davet ediyor ve bunlara imân etmeye sevkediyordu. b) "O onlara kitabı öğretir." Bundan maksad, "O, onlara kitabı okumalarını emrediyor ve kitabın manaları ile hakikatlerini öğretiyor" demektir. Bu böyledir, çünkü okumak, bazı sebeplerden dolayı matlûbtur. Bu sebeblerden birisi, Kur'an'ın lâfzının tevatür derecesine ulaşan kalabalık sayıda insanların dillerinde devam edip gitmesidir. Böylece de tahrif ve tasniften (kelimeyi yanlış yazma ve okumadan) korunmuş olur. Bu sebeplerden bir başkası da, onun lâfzının ve nazmının Hazret-i Muhammed'in bir mucizesi olmasıdır. Bir diğer sebepse, onun okunmasında bir nevi ibâdet ve taatın bulunmasıdır. Ayrıca onun namazlarda ve şâir ibadetlerde okunmuş olması da, bir başka çeşit ibadettir. İşte okumanın hükmü budur. Ne var ki en büyük hikmet ve en yüce gaye, O'ndaki delil ve hükümleri öğrenmektir. Çünkü Kur'an'da bulunan mana, hikmet ve sırlardan dolayı Cenâb-ı Hak Kur'an'ı "Hidayet" ve "Nûr" olarak vasıflamıştır. Allahü Teâlâ ilk önce okumayı zikredince, bundan sonra da onun hakikat ve sırlarını öğrenmeyi, öğretmeyi zikrederek, "Ve onlara Kitab'ı öğretir" buyurmuştur. c) Hazret-i Peygamberin üçüncü sıfatı O'nun "hikmeti öğretmesidir." Yani O, hikmeti öğretiyordu. "Hikmet", söz ve amelde isabet etmek demektir. Ancak bu iki özelliği kendisinde bulunduran kimseye "hakim" denir. Bu kelimenin aslının, "Onu alıkoydum, menettim" manasına olan, ifâdesinden olduğu da söylenmiştir. Buna göre "hikmet", "sanki cehalet ve hatadan alıkoyan şey" demektir. Hikmetin bu manaya gelmesi ancak bizim söylediğimiz gibi, söz ve fiilde isabet etmek ve herşeyi yerli yerine koymak ile olur. Kaffâl şöyle demiştir: "Bazı felsefeciler, hikmeti, "İnsan gücü nisbetinde Allah'a benzeme" diye tarif etmişlerdir." Müfessirler bu ayetteki "hikmet" ten ne murad edildiği hususunda ihtilâf ederek şu görüşleri ileri sürmüşlerdir: 1) İbn Vehb, İmam Malike, "Hikmet nedir?" diye sordum, O, "Dini bilmek, onu anlamak ve oha uymaktır" cevabını verdi. 2) Şafiî (radıyallahü anh) ise, "Hikmet, Allah'ın Resulünün sünnetidir" demiştir. Bu aynı zamanda Katâde'nin görüşüdür. Allah kendilerinden razı olsun, Şafiî'nin arkadaşları şöyle demişlerdir: "Bunun delili, Allahü teâlâ'nın bu ayette önce Kur'an'ı okumayı, ikinci olarak onu öğretmeyi zikrederek, daha sonra "hikmet" kelimesini buna atfetmesidir. Binaenaleyh hikmetten maksad, Kur'an dışındaki birşeyin olması gerekir. Bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sünnetinden başka birşey değildir. Buna göre şayet, "Bu hikmet kelimesini, tevhid, adalet ve nübüvvete delâlet eden aklı delilleri öğrenme manasına hamletmek niçin caiz olmasın?" denilirse biz deriz ki: Akıllar bu hususta müstakildir. Bu sebeple bu lâfzı, şeriattan etde edilmeyen bir şeye hamletmek daha evlâ olur. 3) Hikmet, hak ile bâtılın arasını ayırmak demektir. Hikmet, (......) ve (......) vezninde olup "hüküm" manasına gelen bir masdardır. Buna göre mana, "O, senin onlara indirdiğin kitabını onlara öğretiyor ve senin ona öğretmiş olduğun hüküm ve kazalarını onlara beyan ediyor" olur. Hikmetin, kalıp itibariyle hüküm mânasına gelmesinin misali, ve, ve, ve, ve, ve, kelimeleridir. 4) Onlara kitabı öğretmesinden maksat, muhkem olan ayetleri; "Hikmet"i öğretmekten maksadı ise, müteşabih ayetleri öğretmeyi kastetmiş olmasıdır. 5) Onlara kitabı öğretmesinden maksat, onlara Kitab'daki hükümleri; hikmet'İ öğretmesinden maksat ise, onlara bu hükümlerin hikmetini ve bu hükümlerdeki muhtelif faydaları öğretmiş olmasıdır. Bazı âlimler ise, bütün bunların Kur'an'ın nitelikleri olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Allahü Teâlâ sanki o Kitab'ı, "Ayetler, Kitab ve Hikmet" diye vasıflandırmıştır. Hazret-i Peygamberin İnsanları Tezkiyesi (Arındırması) Nasıl Olur? Peygamberin dördüncü sıfatı, onları "tezkiye etmesi" dir. Bilmek gerekir ki, insanın mükemmelliği şu iki hususta ortaya çıkar: 1) Onun, bizzat Hakk'ı, Hak olduğu için tanıması; 2) Hayrı da, onunla amel etmek için tanımasıdır. Eğer insan, bu iki şeyden birini ihlâl ederse, rezillik ve noksanlıklardan temizlenemez ve bunlardan arınamaz.. Cenâb-ı Hak, fazl ve kemâl sıfatlarını zikredince, peşinden rezillik ve eksikliklerden temizlenmeyi zikrederek, buyurmuştur. Bil ki, peygamberin mükellef kimselerin (kulların) içinde tasarrufta bulunmaya gücü yoktur. Böyle bir gücün O'nda var olduğunu kabul etsek bile, O onlarda yine tasarruf sahibi olamaz. Aksi halde, bu temizleme işi o mükelleflerde seçmeye bağlı olarak değil de, cebrî olarak meydana gelmiş olur. Bu durumda bu tezkiyenin iki açıklaması bulunur: a) Hazret-i Peygamberin okuması Kitab'ı ve Hikmeti öğretmenin dışında, yapmış olduğu şeylerdir. Böylece bu iş, onların temizlenmelerinin adeta bir sebebi olur. Okuma, Kitap ve Hikmeti öğretmenin dışında onun yapmış olduğu işlerse, ona va'adde bulunması, uyarması, va'zû nasihati, hatırlatmalarda bulunması ve bunları onlara sık sık tekrarlamasıdır. Ayrıca, onlar iman edip hallerini iyi leştir inceye kadar, dünya işleriyle ilgitenmesidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları iman edip sâlih amel işlemeye götüren sebeblerin kuvvetlenmesi için, bu cinsten, yani dünyevî işlerle ilgili pekçok şey yapmıştır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak O'nu, "En büyük bir ahlâk üzerine olmakla, ve O'na en güzel ahlâkın verilmiş olduğunu belirtmekle" methetmiştir. b) Hazret-i Peygamberin onları tezkiye etmesinin manası, tezkiyecinin şahidleri temize çıkarması gibi, kıyamet gününde her nefse yaptığı hususlarda şehâdette bulunduğu zaman, onların temiz olduklarına şehâdet etmesidir. Birinci şıktaki izah, daha güzeldir. Çünkü bu, O'nun duasından maksadının bu olmasına daha yakın görünmektedir. Çünkü O'nun duadan maksadı, zürriyetinin cenneti elde ederek kemâle ermesidir. Bu da ancak Kitab'ı ve Hikmeti öğretmekle, daha sonra da amel hususunda son derece teşvik edip, ameli ihlâl etmekten sakındırmayla olur ki, işte tezkiye budur. Bu ayet hakkında kısaca özet olarak söylenecek söz budur. Müfessirler, ifâdesi hakkında, bazı açıklamalarda da bulunmuşlardır: 1) Hasan el-Basrî, "Peygamberin onları temizlemesi, onları şirkten temizlemesi demektir" demiştir. Böylece ayet, İsmail'in zürriyeti içinde kendilerinde hikmet ve Kitab bulunmayan cahil kimselerin olacağına; şirkin onları iyice kirleteceğine ve Allahü Teâlâ'nın onların içinde onlardan olan, onları temizleyen ve cehaletlerinden sonra kendilerini yeryüzünün hükemâsı kılacak bir peygamberi göndereceğine delâlet eder. 2) Tezkiye, Allah için itaatta bulunmak ve O'nun için amel etmek demektir. Bu görüş İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. 3) Hazret-i Peygamber onları şirkten ve diğer piştiklerden temizliyor demektir. Tıpkı, "Güzel şeyleri onlar için helâl; kötü, pis şeyleri de onlara haram kılar..." (A'râf, 157) buyurması gibi. Esma-i Hüsnadan Aziz ve Hakîm'in Tefsiri Bil ki Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bu dualarını yapınca, bunu -Allahü Teâlâ'yı övgüyle- bitirerek, "Sensin ancak azîz've hakim olan" buyurdu. "Aziz", kendisine galip gelinemeyen, "kadir" kimse demektir. "Hakim" ise, hiçbir şeyin câhili olmayan, her şeyi bilen âlim demektir. Allahü Teâlâ Alîm, Kaclîr olunca, O'nun yapmış olduğu bütün şeyler doğru; abes ve anlamsız olmaktan ise uzak olur. Allah böyle olmasaydı, O'nun duaları kabul etmesi, peygamberler göndermesi ve Kitap indirmesi doğru olmazdı. "Azîz", Allahü Teâlâ'nın eşyaya iktidarı ve O'nun ezilip ve zillete düşürülmesinin imkânsızlığı kastedildiğinde, zatî sıfatlardan olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, ihtiyaçlardan münezzeh olduğu vakit, muhtaç olmak zilleti O'na gelemez. O'nun muradına mani olmak mümkün olmadığı için, böylece O (köşeye) sıkıştırılamaz da.. Binaenaleyh O, seksiz ve şüphesiz Azizdir. Allah'ın "Hakîm" olmasına gelince, bununla "Alîm" olduğu manası murad edilirse, bu da zatî sıfatlardan olur. Eğer, Cenâb-ı Hakk'ın azizliğiyle, O'nun izzet ve azametinin kemâli, başkasının O'na hükümran olamayışı; hikmetiyle de O'nun hikmetli fiilleri kastedildiği zaman azîz ve hakîm sıfatları, zatî sıfatlarından değil, fiilî sıfatlarından olmuş olur. Zatî Sıfatlarla Fiilî Sıfatlar Arasındaki Farklar Bu iki tür sıfat arasında bazı farklar vardır: a) Zatî sıfatlar ezelî olduğu halde, fiili sıfatları böyle değildir. b) Zatî sıfatlarının hiçbir vakit zıtlarının olabileceği düşünülemez. Fiilî sıfatlar ise böyle değildir. c) Fiilî sıfatlar, tahakkukunda failden birtakım eserlerin (işlerin) meydana gelmesi düşünülebilen nisbî şeylerdir. Zatî sıfatlar ise böyle değildir. Nazzâm, Allahü teâlâ'nın kabih olan (çirkin olan) şeylere kadir olmadığr-na şöyle istidlal etmiştir: "İlah olanın zâtı gereği hakîm olması gerekir. İlah, zâtı gereği hakîm olunca çirkin şey O'nun kudreti dahilinde olamaz. Hikmet zâtı gereği çirkin fiillere ters olur. O halde İlah'dan kabîh fiilin sudur etmesi imkânsız olur. İmkânsız olan şey kudret dahilinde olamaz. Biz İlâhın hakîm olması gerektiğini söyledik, çünkü İlâhın bu vasıfta olması vâcib olmasaydı, O'nun bu vasfın zıddını alması caiz olurdu. Bu durumda da İlahın hikmetsiz olması gerekirdi ki bu ittifakla imkânsızdır. Hikmetin sefeh (akılsızlık, cahillik, hafiflik) fiiline de zıd olduğu aşikâr bir şekilde malumdur. Zıddını gerektiren şeyin de zıd olduğu apaçık bilinir. Binaenaleyh ulûhiyyetin sefeh fiiliyle beraber olması imkânsızdır. İmkânsızın kudret dahilinde olmamasına gelince, bu da açıktır. İşte bu sebebte İlahın kabîh olan işe kadir olamayacağı sabit olur." Nazzam'ın bu görüşüne şu şekilde cevap veririz: "Bizim itikadımıza göre, Allah'ın hiçbir fiili sefeh (hikmetsiz, boş, abes) değildir. Böylece, bu görüş zail olur." Allah en iyisini bilendir. |
﴾ 129 ﴿