173

"O (Allah) size, ölü (murdar hayvanı), kanı, domuz etini ve Allah'dan başkası için kesileni kesinlikle haram kıldı. Fakat kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, (kimsenin hakkına tecavüz etmemek) ve haddi aşmamak şartıyla (bunlardan yemesinde) ona bir günah yoktur. Şüphesiz Allah gafur ve rahimdir" .

Bil ki Cenâb-ı Hak, önceki ayette bize helâl olan şeyleri yememizi emredince, bu ayette de haramın çeşitlerini beyan etmiştir.

Bu ayette, iki hususta söz edilecektir. Birinci husus kelimelerin izahı hakkındadır.

İkinci husus ise âlimlerin bu ayetten çıkardığı hükümlerle ilgilidir. Birinci hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kelimesinin izahı iki şekilde yapılır: (......) tek bir harftir. Nitekim senin, "(Muhakkak ki benim evim senin de evindir) ve (Muhakkak ki benim malım senin de malındır) sözünde olduğu gibi.

2) (......) kelimesi, (......) ile, (......) den meydana gelmiştir. Buna göre, (......) harfi, (......) manasındadır. Nitekim senin şu sözlerinde, bu manaya gelir: "(Muhakkak ki aldığım şey senin malındır) ve, "(Muhakkak ki bindiğin hayvan, senin hayvanındır.)" Kur'an-ı Kerimde, bu iki şekilde de gelmiştir.

Birinci manaya, Muhakkak ki Allah tek ilâhtır" (Nisa, 171) ve, "Muhakkak ki sen bir korkutucusun" (Hûd, 12) ayetleri delâlet eder.

İkinci manaya ise, "Onların yaptıkları sev. bir sihirbaz hilesidir" (Taha, 69) ayeti delâlet eder.

Eğer, (......) kelimesini bu ayette tek kelime kabul edip, (......) şeklinde mansub okusan, yine doğru olurdu. Cenâb-ı Hakk'ın, (Ankebut. 25) ayetindeki, (......) kelimesini buna göre hem mansub, hem de merfû okuyabilirsin.

Alimler birinci izaha göre, (......) kelimesinin hükmü hususunda ihtilâf etmişlerdir: Onlardan bir kısmı, "bu kelimenin "hâsr" (sadece yalnızca) manası ifâde ettiğini" söylemişler ve görüşlerine Kur'an, şiir ve kıyasıdelit getirmişlerdir:

Kur'an'dan getirdikleri deliller, Hak teâlâ'nın şu ayetleridir: Yani, "O, (Allah) tek bir ilahtır " (Nisa, 171) "Yani "Sadakalar (zekatlar) ancak fakirler ve yoksullar içindir, başkaları için değil" (Tevbe, 60) ve, "De ki "Ben de sizler gibi ancak bir insanım" (Kehf, 110) yani "Ben, sadece sizler gibi bir insanım."

Bu ayette de böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak bir başka ayette: "De ki: 'Bana vahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin yiyecekleri içinde, sadece ölü (murdar hayvan), akıtılmış kan ve domuz etini haram olarak buluyorum" (Enam. 145)buyurmuş. Böylece tefsir etmekte olduğumuz ayetle bu ayet tek bir ayet olmuştur. Buna göre bu ayetteki, ifâdesi, ayetini tefsir eder. Bu ancak bu ayette böyledir.

Şiirden şu delili getirmişlerdir: el-A'şâ şöyle demiştir:

"Ben onların en akıllısı değilim, İzzet ve şeref ancak aklı çok olanındır." Ferezdak da şöyle demiştir:

Ben koruyan, himaye eden ve kükreyen birisiyim. Soyunu, sopunu ve asaletini ancak ben ve benim gibisi korur."

Bu alimlerin kıyastan delilleri ise şudur: (......) kelimesi isbat (müsbet mana), (......) kelimesi ise nefiy (olumsuz mana) ifâde eder. Bu ikisi birleştikleri zaman, ikisinin de asit manalarında kalmaları gerekir, Bu durumda, bu kelime ya zikredilmeyen birşeyin sübûtunu, zikredilen şeyin ise yokluğunu ifâde eder - ki bu ittifakla batıldır- yahut da zikredilenin sübûtunu, zikredilmeyenin de yokluğunu ifâde eder ki, bizim varmak istediğimiz gaye de budur.

(......) kelimesinin "hasr" ifâde etmediğini söyleyenler ise, "Sen ancak bir uyana (nezir) sin" (Hud, 12) ayetini delil getirmişlerdir. Onlara göre, bu ayet hasr ifâde etmez. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den başka korkutucular (nezirler, peygamberler) da vardır.

Buna verilecek olan cevap, ayetin ifâde ettiği manadır: Yani: "Sen ancak bir uyarıcı (nezir)sin." Bu mana hasr ifâde eder, fakat başka bir nezir peygamberin olmasını da nefyetmez.

İkinci Mesele

Ayetteki, (......) fiili (......) ve (......) vezni üzere, (......) şeklinde okunmuştur.

Üçüncü Mesele

Vahidî şöyle demiştir: (......), kesilerek kanı akıtılmaksızın canı çıkan hayvana denir. Kana gelince, Araplar onu hayvanın bağırsaklarına doldurup kurutuyor, sonra da onları yiyorlardı. İşte Hak teâlâ kanı da haram kılmıştır.

"Domuz eti" ise, Hak teâlâ, bu ifâde ile, domuzun bütün kısımlarını murad etmiş, fakat hususen "etini" zikretmiştir. Çünkü yenilecek olan kısım onun etidir.

"Allah'dan başkası için kesilen" ifâdesine gelince, bu hususta Esma'î şöyle demiştir: (......) kelimesinin asıl manası, sesi yükseltmektir. Sesini yükselten herkese, demlir."Nitekim İbn Ahmer şöyle demiştir: "Umre yapan binekli kimsenin sesini yükselttiği gibi, onun süvarileri de düz arazide yüksek ses çıkarıyor." (ihlâl) kelimesinin lügattaki manası budur.

Sonra, ihrama girmiş olan kimseye, ihram esnasında telbiye yaparak sesini yükselttiği için "muhil" denmiştir. Bu da (......) kelimesinin bir başka manasıdır.

Bir kimse hac veya umre için ihrama girdiği zaman, denir. Bu böyledir, çünkü o kimse ihram sırasında telbiye yaparak sesini yükseltir. Hayvanı kesen kimseye de "muhil" denir.

Çünkü Araplar, bir hayvan keserken putların adını söylüyor, onların isimlerini yüksek sesle anıyorlardı. "Doğan çocuk ses çıkardı" ifâdesi de bu köktendir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın sözünün manası, "Putlar için kesilen hayvanlar" demektir. Bu, Mücahid, Dahhâk ve Katâdenin görüşüdür.

Rebi b. Enes ve İbn Zeyd ise şunu söylemişlerdir: "Yani boğazlanırlarken üzerlerine Allah'tan başkasının ismi zikredilen hayvanlar kastedilmiştir." Bu görüş daha evlâdır, çünkü lâfza daha uygundur.

Âlimler şöyle demişlerdir. "Şayet bir müslüman, bir hayvan kesse ve bundan maksadı da Allah'dan başkasına yaklaşmak olsa, o kimse mürted olur, kestiği hayvan da mürtedin kestiği bir hayvan olur (eti yenmez)." Bu, ehl-i kitab dışındaki insanların kestikleri hayvanlar hakkındadır.

Ehl-i Kitab'ın kestiği hayvanlara gelince, bunlar Cenâb-ı Hakk'ın, "Kitab verilenlerin yiyecekleri, sizlere helâldir" (Maide, 5) ayetinin delaletiyle müslümanlara helâldir.

Mecbur Kalan Kimse

Hak teâlâ'nın "Mecbur kalan kimse" sözünde birkaç mesele vardır: Nâfi, İbn Kesîr, İbn Âmir, ve Kisâi bunu, nûn harfinin öturesı ile, şeklinde, diğer kıraat imamları ise kesre ile, (......) şeklinde okumuşlardır. Nûn harfinin zamme (ötüre) okunması, "itbâ'dan yani onun hareması da, iki sakin harf bir araya geldiğinde, harekenin aslı olan kesreyi vermeden dolayıdır.

İkinci Mesele

(......) kelimesi, "muhtaç bırakıldı" ve "mecbur oldu" manasına gelir. Bu kelime "zarûret" kökünden olup, (......) veznindedir. Kelimenin aslı, darlık manasına gelen (......) kelimesidir.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ, bu şeyleri haram kılınca, bunlarda zaruret (mecburiyet) halini müstesna tutmuştur. Bu zaruretin iki sebebi vardır:

a) Şiddetli açlığın olup, açlığını birazcık olsun giderecek helâl bir rızık bulamamaktır. İşte o zaman kişi muzdar (zaruret içinde) sayılır.

b) İnsanı, bir başkası o haram olanı yemeye zorladığı, mecbur ettiği zaman, o şeyi yemek o kimseye helâl olur.

Dördüncü Mesele

Izdırâr (Mecbur bırakılma) hali, mükellefin kendi fi- illerinden değildir. İşte bundan dolayı, bir günah yoktur. Allah şüphesiz gafur ve rahimdir" denilebilmesi için, burada mahzuf bir kelimenin takdir edilmesi gerekir. Bu da "yemek" fiilidir. Buna göre ifâdenin takdiri şöyle olur: "Kim mecbur kalır da yerse, ona bir günah yoktur, " Bu ayetteki hazif, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim hasta ise veya bir yolculukta ise, onun diğer günlerde, tutmadığı günler sayısınca oruç tutması gerekir" (Bakara, 184) ayetindeki hazif gibidir. Bu ayette, "... bir yolculukta ise orucunu yer..." şeklinde bir hazif vardır. Yine şu ayetteki hazif de böyledir: "Sizden her kim hasta ise veya başında bir sıkıntısı bulunursa, ona oruç veya sadaka cinsinden bir diyet ödemesi gerekir" (Bakara, 196); yani, "... sıkıntısı bulunursa o saçını tıraş eder, ve karşılık fidye verir..." demektir. Burada muhataplar, hazfedilen şeyi bildiği ve hitab da hazfedilen şeye zımnen delâlet ettiği için hazf caiz olmuştur.

Kimsenin Hakkına Tecavüz Etmeden

Cenâb-ı Hakk'ın, "(kimsenin) hakkına tecavüz etmeksizin" sözünde, birkaç mesele vardır:Ferra, bu ayetteki, (......) kelimesinin istisna manasına uygun olmadığını söylemiştir. Çünkü, ona göre, burada bu kelime olumsuzluk ifâde etmektedir, bundan dolayı kelime, manasına olduğu için değil, olumsuzluk ifâde ettiği için fiil üzerine atfedilmiştir. Buna göre kelime burada, muzdar kalan kimse için bir "hâl"dir. Buna göre sanki şöyle demektesin: "Kim, başkasına saldırmaksızm ve haddi aşmaksızm çaresiz kalır da yerse, bu ona helâldir."

İkinci Mesele

(......) kelimesinin, lügatteki esas manâsı fesat ve haddi aşmaktır. El-Leys şöyle demiştir: Atın yürüyüşündeki "bağy", sanki böbürleniyormuş ve şımanyormuş gibi yürümesidir. "At yürüyüşünde bağy yapıyor" denilir ama, denilmez."zulüm ve insafsızlık demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerine bir zulüm yapıldığı zaman, birbirlerine yardım ederler" (Şûra, 39) ayetinde, bu manayadır.

el-Esmâî ise şöyle demiştir: Yara bozulmaya başladığı zaman, ; yağmuru son derece fazla olduğu zaman göğe, azdığı zaman, "yara' den'z ve butut azdı, haddi aştı" denilir.

Allahü teâlâ'nın, "haddi almaksızın" ifâdesine gelince, işlerde haddi aşmak ve insanın durması gereken yerde durmamasıdır. Birisi, bir başkasına karşı haddi aşıp zulmettiğinde, tip denilir. Birşey mikdarını aştığı zaman, denilir.

Üçüncü Mesele

Müfessirlerin, kaydı hakkında iki görüşleri vardır:

a) Bu ifâde sırf yeme ile ilgilidir.

b) Bu ifâde hem yeme ile, hem başka şeylerle ilgilidir. Birinci görüşe göre bazı izahlar vardır:

1) (......) ifâdesinin manası, insanın, nefsinin beğenmediği helâl birşey bulduğu halde, nefsinin leziz gördüğü bir haramı yemeye yönelmesidir. (......) ifâdesinin manası ise, verilen müsaade sınırını aşmamaktır.

2) "İstediği bir lezzet hususunda haddi aşmaksızın, ve açlığı giderme sınırını geçmeksizin..." demektir. Bu görüş Hasan Basrî, Katâde, Rebî, Mücâhid ve İbn Zeyd'den rivayet edilmiştir.

3) "Bir başka muzdar (mecbur kalmış) kimseye, ona gücü yettiği için, ona saldırmaksızın ve açlığı giderme sınırını geçmeksizin." İkinci görüşe göre mana şöyle olur: "Seferde, müslümanların liderine karşı isyan etmeksizin ve müslümanların yollarını kesmeksizın..." Bu iki görüşten birini diğerine tercih hususundaki sözümüz inşallah ileride gelecektir.

Hak teâlâ'nın, "Ona bir günah yoktur" buyruğu ile ilgili iki soru vardır:

1) Bu durumda olan kimsenin yemesi vacibtir. Halbuki Hak teâlâ'nın "Ona bir günah yoktur" sözü, mubah oluşu gösterir...?

2) Muzdar (mecbur) olan kimse, bir şey yapmaya zorlanmış kimse gibidir. Zorlanan kimse için ise, "Ona birgünah yoktur" ifâdesi kullanılamaz...?

Biz deriz ki: Biz, (Bakara, 158) ayetini tefsir ederken, "günahın olmadığını" söylemenin vâcib, mendub ve mubah hükümler arasında müşterek bir nokta olduğunu anlatmıştık.

Yine Cenâb-ı Hakk'ın "Ona birgünah yoktur" sözünün manası, zorluğu ve darlığı kaldırmaktır. Bil ki şu aç olan insanda murdar eti yeme arzusu uyanmış ise ve ona karşı şiddetli bir nefret meydana gelmemiş ise, bu kimse, gücü yettiğinde yırtıcı hayvanlardan kaçmaya mecbur olduğu gibi, hayatını sürdürecek kadar bir şeyi yemeye mecburdur. Fakat şiddetli bir nefret meydana geldiği zaman o kimse, bu nefretten dolayı muzdar (mecbur) kalmış olmaktan çıkmaz. Onun, nefret ettiği halde murdar etten yemesi gerekir. İşte bu noktada "vacib oluş" tahakkuk etmiş olur.

Cenâb-ı Allah'ın, ayetin sonunda, "Şüphesiz Allah gafur ve rahimdir" buyurmasında bir müşkillik vardır. O da şudur: Allahü teâlâ, "Ona bir günah yoktur" dedikten sonra, bunun peşisıra "Allah gafurdur ve rahimdir" demesi nasıl uygun düşer? Çünkü mağfiret, günah olduğu zaman söz konusudur?

Buna şu bakımlardan cevap verilir:

a) Haramlığı gerektiren şey, hem ölü (murdar) hayvan, hem de kan hakkında mevcuttur. Fakat buna zıd bir durum meydana geldiği için, haramlık ortadan kalkmıştır. İnsan, haramlığı gerektiren şey kendisinde bulunan bir yiyeceği yediği için, Allah önce ona olan mağfiretini, daha sonra da rahmetini zikretmiştir. Bu, "Benim size olan rahmetimden dolayı, onu size mubah kıldım" demektir:

b) Belki de mecbur kalan kimse, ihtiyacından fazla yiyeceği için, Cenâb-ı Hak, o fazlalığı yemesinden dolayı işlemiş olduğu günahı bağışlayacağı için gafur; ihtiyacı kadarını yemesini mubah kıldığı için de rahimdir.

c) Allahü teâlâ, ahkâmını açıklayınca, peşinden kendisinin gafur ve rahim olduğunu hatırlatmıştır. Çünkü O, tevbe ettiklerinde günahkârları bağışlar, Allah'ın hükümleri gereğince devamlı itaat edenlere de rahmet eder.

Bu ayet hakkındaki ikinci husus, alimlerin bu ayetten çıkardıkları fıkhı meselelerdir. Bunlar da bazı fasıllara göre sıralanmıştır.

Bakara, 173. Ayetten Çıkarılan Fıkhı Meseleler

Birinci Fasıl

Meyle (Murdar Hayvan Eti) İle İlgili Şeyler Hakkındadır:

Bu husustaki sözler, bir giriş ile birçok maksad şeklinde sıralanmıştır: Mukaddime: Burada üç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler, a'yâna (yani varlıkların kendisine) izafe edilen tahrimin, mücmelliği gerektirip gerektirmediği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Kerhî şöyle demiştir:

"Bu, mücmelliği gerektirir. Çünkü a'yânın helâl veya haram olarak nitetendirilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla mutlaka "helâl" ve "haram" sıfatlarını a'yân hakkındaki fiillerimizden bir fiile vermek gerekir. O a'yân hakkında bizim fiillerimizin hepsi haram olmaz. Çünkü a'yânı kendimizden uzaklaştırmak ve bir mekâna tecâvüzden uzaklaştırmak bizim onun hakkındaki fiillerimizden biridir. Bu da haram değildir. O halde, bu haram oluşu, mutlaka hususî bir fiile vermek gerekir. Fiiller birbirinden evlâ değildir, O halde, ayetin mücmel (yani manası tam açık olmayan) olması gerekir."

Alimlerin çoğu ise, bu izafe edilişin mücmel olmadığı, aksine bu lâfzın örfte, bu cisimler hakkında tasarrufta bulunmanın haram olduğunu ifâde ettiğini ısrarla söylemişlerdir. Nitekim zatlara (varlıkların kendisine) sahip olunmaz, ancak o zatlar üzerinde tasarruf etme hakkına sahib olunur. "Falan, bir cariyeye sahiptir" denildiği zaman, herkes bu ifâdeden, o kimsenin câriye üzerinde tasarruf hakkına sahip olduğunu anlar. Burada da böyledir. Bu konudaki geniş izahı, fıkıh usulü ilminde yazılmış olan el-Mahsûl adlı kitabımızda yaptık.

İkinci Mesele

Daha önce sunduğumuz kaide sabit olunca, ayetin, tahsis eden bir delilin istisna etmiş olduğu hususlar dışında yapılacak bütün tasarrufların haram olduğuna delâlet etmesi gerekir.

Şayet, "Bu, haram oluşun sırf yeme hakkında olması niçin caiz olmasın? Çünkü bu hususa şunlar da delalet etmektedir:

1) Meytenin haram kılınışından örfen anlaşılan mana, onun etinin yenmesinin haramlığıdır.

2) Bu ayet, "Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin güzellerinden yeyiniz" ayetinin peşisıra gelmiştir.

3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Meymure'nin koyunu ile ilgili olarak, "ölü hayvanın etinin yenmesinin haram olduğunu söylemiştir" denilirse, birincisine şöyle cevap verilir: "Biz, meytenin haram oluşundan, örfte onu yemenin haramlığının anlaşıldığını kabul etmiyoruz."

İkinci delile şöyle cevap verilir: "Bu ayet, kendi başına müstakil bir ayettir. Bundan dolayı bunun manasının, bir önce geçen ayetin manasıyla sınırlandırılması gerekmez. Aksine ayeti zahirî manasına hamletmek gerekir."

Üçüncü delile ise şöyle cevap verilir: "Kur'an'ın zahirî manası, haber-i vahid'in ifâde ettiği hükme tercih edilir. Fakat bu sözümüz, ancak Kur'an'ın haber-i vahid ile tahsis edilmesi caiz olmadığı zaman doğrudur."

Buna şöyle de cevap verilebilir: "Müslümanlar bu haram oluş vecihlerini tanıma hususunda ancak bu ayete başvurarak öğrenirler. Böylece müslümanların icmaının bulunması, bu ayetin, meytenin etini yemenin haram olduğunu açıklamaya has olmadığını göstermektedir."Soran kimse bu icmayı imkânsız görebilir.

Üçüncü Mesele

"Mevte" lügat bakımından, niyetli bir kesme, vurma olmaksızın canlı olmaktançıkan (ölen) hayvandır. İşte bu sebebten ötürü alimler, "maktul" (öldürülen) ile "meyyitin" farklı olduğunu söylemişlerdir.

Şer'an ise, "meyte, kesilmeyen hayvan" demektir. Bu kesilmeyiş ya gerçekten kesilmemiş olmadır, yahut da şer'î şartlara uygun olmaksızın kesilmiş olmadır. İnşaallah biz şeriata uygun kesimin şartlarını yerinde ele alacağız.

Şayet, "Hak teâlâ, Mâide suresinde, pill 'Size, meyte ve kan haram kılınmıştır" (Maide, 3) buyurmuş, daha sonra da boğularak ölen hayvanı, başına birşeyle vurulup öldürüleni ve yüksekten düşüp ölen hayvanı zikretmiş iken, bu nasıl doğru olur? Bu, kesilmemiş olan hayvanlar içinde meyte olanlar ve olmayanların bulunduğunu gösterir...?" denirse, biz deriz ki: Belki de bu durum, İslam'ın ilk yıllarında, kelimenin asıl manasının ifâde ettiği şekilde idi. Fakat şeriat iyice yerleştikten sonra meyte, anlattığımız şekilde anlaşılmıştır. Allahu a'lem.

Mansadlara gelince, bil ki bu ayetten çıkartılacak hüküm ve meselelerde iki bakımdan hata edilebilir:

1) Ayetin hükmüne dahil olarvbir şeyi, ayetin hükmünün dışında sayarak.

2) Ayetin hükmünün dışında olan bir şeyi, ayetin hükmüne dâhil sayarak... Birinci kısımla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Şafiî (radıyallahü anh) en zahir görüşünde, meytenin (murdar hayvanın) yünü, kılı ve kemiklerinden faydalanmanın haram olduğu hükmüne varmıştır.

İman Malik ise, onun sadece kemiğinden istifâde etmenin haram olduğunu söylemiştir.

Fakîhlerin çoğu, domuzun kılından faydalanmanın haram olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu fakîhler, bütün sayılan şeylerin meyte (murdar) hükmünde olduğuna delil getirmişlerdir. Binaenaleyh bundan istifade etmenin haram olması gerekir.

Biz bütün bu sayılan şeylerin meyte hükmünde olduğunu söyledik. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Canlı bir hayvandan parçalanıp ayrılan herşey meytedir. Biraz değişik bir metinle bkz. Ebu Davud. Sayd, 3 (3/111); İbn Mâce. Sayd. 8 (2/1072). buyurmuştur. Bu hadis, kıla, kemiğe ve diğer sayılan şeylere şamildir. Bilhassa kemiğin meyte oluşuna, Hak teâlâ' nın, "Çürümüş olduğu halde şu kemikleri kim diriltir?"(yasin, 78) âyeti delâlet etmektedir. Bu ayete göre kemiklerin diri oldukları, sahipleri ölünce meyteye dönüştükleri sabit olur. Bu şeylerin meyte hükmünde olduğu sübût bulunca, bunlardan istifâde etmenin,

"Size murdar hayvan haram kılınmıştır" (Maide. 3) ayetinden dolayı, haram olması gerekir.

Bu görüşe karşı olan kimse, kılın ve yünün cansız şeyler olduğunu söyleyerek itiraz eder. Çünkü hayat idrak etme ve hissetmeden ibarettir. Bunlar ise kılda mevcut değildir. İşte bu sözden dolayı, İmam Malik, kılları değil de kemikleri meyte hükmünde saymıştır.

Muhalifin görüşüne şöyle cevap veririz: Hayat, ayet ve haberlerin de delâlet ettiği gibi, idrak ve hissetmeyi gerektiren şeyden ibaret değildir. Bunun ayetten delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah yeryüzünü, ölümünden sonra nasıl diriltir?., " (Rum, 50) ayetidir.

Bunun hadisten delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kim ölü bir toprağı ihya ederse, o toprak onundur" Buhâri, Hars. 15: Ebu Dâvud, Imâre, 35 (3/178).hadisidir. Kelimelerin kullanılışında asıl olan hakikî manadır. Binaenaleyh biz, Arapçada "hayat" kelimesinin sizin söylediğiniz mânadan ibaret olmadığını, aksine hayvanların veya bitkilerin yaratılışlarından sıhhatten, bozulmaya, kokmaya ve parçalanmaya yüz tutmayan rnu'tedil hallerinden ibaret olduğunu anlarız. Bu sabit olunca, bu hususun ayetin şümulüne girdiği ortaya çıkmış olur.

Ebu Hanife de, Kur'an, hadis icmâ ve kıyas'tan delil getirmiştir. Onun (kılların mevte hükmünde olmadığı) görüşüne Kur'an'dan, "Onların yünlerinden, kıllarından, tüylerinden, bir vakte kadar, ticari mal ve meta (verdi)..." (Nahl, 80) ayetini, Allah'ın nimet sadedinde zikretmiş oluşunu delil getirmiştir. Çünkü kendisinden istifâde helâl olmayan necis (pis) şey nimet olmaz.

O, hadisten Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Meymûne'nin koyunu hakkında, "Meytenin, yenmesi haramdır" Ebu Dâvud. Libâs. 39 (4/66); Müslim, Hayz. 101 (1/277) demesini delil getirmiştir.

İcmâdan delili ise şudur: Müslümanlar tilki postlarını giyiyorlar ve onlardan külahlar yapıyorlardı.

Nehâi'den şu rivayet edilmiştir: "Müslümanlar dabaklandığı zaman, yırtıcı hayvan postlarını ve murdar hayvan derilerini kullanmada bir beis görmüyorlardı, tüylü olup olmamasına bakmıyorlardı."

Şafiî (radıyallahü anh), Nehaî nin."(İdiler...)" tâbirinin sahâbe-i kirama işaret olduğunu söylemiştir. Hiç kimse, Şafiî'ye göre, tilki postunun helâl olduğunu ve bundan dolayı o postun mubah olduğunu söyleyemez. Çünkü boğazlamak, Şafiî mezhebinde olan âlimlerce, ittifakla şart olan bir husustur. Bu ise, tilkilerde bulunmayan bir husustur.

Hanefî'nin kıyâstan deliline gelince bu, şudur: Çünkü bu tüyler ve kemikler, kendisinden faydalanılan şeyler olup, bunlara bozulma ve kokuşma ârız olmaz. Bu sebeble, dabaklanmış deriler gibi, bunların temiz olduklarına hükmetmek gerekir.

Domuzun Kılından Yararlanılıp Yararlanılamıyacağı

Domuzun kılından istifâde etmeye gelince, fukahâ arasında, kılının pis olmadığını söyleyenler vardır ki, bu en sağlıklı görüştür.

Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Farzet ki, ayetinin ifâde ettiği umumî mana, o ölü hayvanın yününden, kemiğinden ve diğer şeylerinden istifade etmenin de haramlığını gerektirsin. Fakat şu deliller, onlardan istifâde edileceği neticesini verir. Öte yandan hâs olan, âmm olandan önce gelir. Binaenaleyh, bu tarafa riâyet etmek daha evlâdır.

İkinci Mesele

Ebû Hanife (radıyallahü anh) şöyle demiştir; "Suda, akıcı kanı olmayan bir hayvan öldüğünde, su ister az, isterse çok olsun, bozulmaz.."

Bu durumda miktarı az olan su hakkında İmâm Şafiî'nin iki görüşü vardır: Taraftarları Şafiî lehine şu delilleri ileri sürdüler: Hayvanlar öldüğü zaman, murdar olurlar. Âyetin mânası gereğince kullanılması haram olur. Ayet gereğince kullanılmaları haram olunca da, onların necis, pis olduklarına hükmetmek gerekir. Onların necis olduğu hükmü sabit olunca, bu hayvanların içine düşmüş olduğu az miktardaki suyun da, necis olduğuna hükmetmek gerekir.

Hanefiler buna şöyle cevap vermişlerdir. "O hayvan murdardır. Ondan istifade etmek haramdır. Fakat sen niçin, bir hayvan böyle olunca pis olur diyorsun? Hem sonra o hayvanın pis olmasından o suyun da, o hayvan sebebiyle pis olması gerekmez."

Şafiîler, İmam-ı Şafiî (radıyallahü anh)'nin ikinci görüşüne de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisini delil getirmişlerdir:

"Bir karasinek sizden birinin kabına düştüğünde, onu iyice batırın, sonra da onu ordan atın. Çünkü sineğin bir kanadında zehir, diğer kanadında da panzehir vardır. Buhari, Tıb, 58; Ebu Davud, Efıma, 49 (3/365). "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sineği batırmayı emretmiştir. Halbuki çoğu zaman yemek, sıcak olur. Bundan ötürü ona batırılan sinek ölür. Eğer bu, onun pis olmasına sebebiyet vermiş olsaydı, Hazret-i Peygamber bunu emretmezdi.

Deriyi Dabaklama Meselesi

Dabaklama meselesinde fukahâ ve müctehidlerin yedi görüşü bulunmaktadır:

1) Bu hususta en geniş mezhep, Zührî'nin görüşüdür. Çünkü Zühri, bütün hayvan dertlerinin dabaklanmadan önce kullanılabileceğini söylemiştir.

2) Zühri'yi Dâvud ez-Zâhirî izler. Çünkü o, dabaklanma ile bütün derilerin temiz hale geleceğini söylemiştir.

3) Dâvud ez-Zahiri'yi, İmâm Mâlik izler. Çünkü o, derilerin içlerinin değil, yüzlerinin temiz olacağını söylemiştir.

4) İmam Mâlikten sonra İmâm Ebu Hanife gelir. Çünkü o da, domuz derisi dışında bütün derilerin dabaklanmak suretiyle temiz olacağını söylemiştir.

5) Ebû Hanife'yi İmâm Şafiî takib eder.Çünkü o, köpek ve domuz derisi dışındaki bütün derilerin temizlenebileceğini söylemiştir.

6) İmâm Şafiî'yi, Evzâi ve Ebu Sevr takip eder. Çünkü bu ikisi, sadece eti yenen hayvanların derisinin temizlenebileceğini söylemişlerdir.

7) Bunları da, Ahmed İbn Hanbel (radıyallahü anh) izler. Çünkü o da şöyle demiştir: "Dabaklansa da, meytenin hiçbirşeyi temiz olmaz." O, ayetten ve hadisten buna dair delil getirmiştir. Ayetten delili (Maide, 3) ayetidir. Cenâb-ı Allah bu ayette, mutlak bir şekilde meytenin haram kılındığını beyan etmiş, onu herhangi bir durumla kayıtlamamıştır.

Hadisten delili ise, Abdullah İbn Hakîm'in şu sözüdür: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, vefat etmeden önce bize, meytenin dabaklanmamış derisinden ve sinirlerinden istifâde etmememizi isteyen bir mektubu gelmişti." Bu görüşte olmayanlar, bu ayete delil olarak tutunmaya mukabil şu cevabı vermişlerdir: Umumi bir ayetin haber-i vahid ve kıyas ile tahsis edilmesi caizdir. Burada ikisi de bulunmaktadır. Haber-i Vâhid, Hazret-i Peygamberin, "Hangi deri dabaklanırsa o temiz olur" Aynı manada. Müslim. Hayz, 105; Ebu Dâvud 39 (4/66) sözüdür. Kıyasa gelince, bu şudur: Dabaklanma, deriyi sağlığındaki hale dönderir. Nasıl o sağlığında temiz idiyse, dabaklanmadan sonra da böyle olur. Bu kıyas ve haber-i vâhid, Şafiî (radıyallahü anh) nin dayandığı iki delildir.

Ölü Hayvanı, Diğer Hayvanlara Yedirerek Ondan Yararlanmak Câiz Olurmu?

Alimler, şahine ve diğer hayvanlara yedirmek suretiyle meyteden istifâde etmenin caiz ofup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Onlardan bir kısmı bunu caiz görmemiştir. Çünkü, şahine yedirildiği zaman, bu meyteden istifâde edilmiş olur. Halbuki ayet-i kerime.meyteden istifâde etmenin haramlığına delâlet etmektedir. Ama şahin kendiliğinden o meyteyi yerse, onu engellememiz gerekir mi, gerekmez mi meselesine gelince, bunda iki ihtimal vardır:

Beşinci Mesele

Alimler, meytenin içyağı ve et yağından, aydınlanmada istifâde edilip edilemiyeceği hususunda ihtilâf etmiştir. Bu durumda bakılır; eğer o yağ, canlı iken helâl olan veya cinsi içinde helâl olan bir hayvanın bulunduğu bir hayvanın yağı ise, ayetin zahiri bunun kullanılmamasını gerektirir. Eğer böyle olmazsa, o zaten "meyte'nin hükmünün dışında kalır. Bu ayeti kerimenin zahirinin dışında olan bir delil de bunu haram kılar. Nitekim Atâ ibn Câbir'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye gelince kendisine, iç ve et yağlarını toplayan kimseler gelerek, "Ya Resûlallah, biz ister "meyte" den isterse kesilerek öldürülmüş hayvandan olsun, iç yağlan topluyoruz; ve bunu sırf deri ve gemiler için yapıyoruz" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah yahudilere lanet etsin; onlara iç yağlan haram kılınınca, onlar bu sefer bu yağları satarak bedellerini yediler" Buhâri. Tefsir. 6, 6, Müslim, Müsâkât, 71-74 (3/1207): Timvzi, Buyu. 60 (3/591) (Benzer bir'metinle). buyurur. Böylece Hazret-i Peygamber onları bundan nehyetti ve onlara Cenâb-ı Hakk'ın, o iç yağlarını mutlak olarak haram kılmasının, onları yemenin haram olmasını gerektirdiği gibi, satılmasının da haram kılınmış olmasını gerektirdiğini haber vermiştir.

Ölü Balık ve Çekirge

Ayetin zahiri, balığın ve çekirgenin de haram olmasini gerektirir. Ne var ki bu iki şey, İbn Ömer'den gelen bir haberle tahsis olunmuştur. Bu habere göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Bize iki meyte ve iki kan helâl kılınmıştır. İki meyteye gelince, bunlar çekirge ile balıktır. İki kana gelince, bunlar dalak ile ciğerdir" İbn Mâce. Et'me 31 (2/1103)

Yine Câbir'den, gelen uzunca bir kıssada O'nun şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Deniz, kıyılara balık atmıştı.. Derken, insanlar onbeş gün bu balıklardan yediler.. Döndükleri zaman bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber verdiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Yanınızda, ondan bana yedireceğiniz bir şeyler var mı?" dedi ve denizin durumuna dair şunu söyledi: suyu temiz; meytesi de helal olandır. " Tirmizı. Taharet. 52 (1/101); Ebu Davud. Taharet, 41 (1/21).

Yine Hazret-i Peygamber'den, balığın helâl olduğu tevatüren sabit olmuştur. Alimler, suyun yüzüne çıkan balıklar hakkında ihtilâf etmişlerdir. Suyun yüzüne çıkan balık da, suda kendiliğinden ölen balıktır. Bu sebeple İmâm Malik ve Şafiî (radıyallahü anh), bu balığı yemede herhangi bir sakıncanın bulunmadığı hükmünü vermişlerdir.

Ebû Hanife, arkadaşları ve Hasan İbn Salih ise, bunun mekruh olduğunu söylemişlerdir.

Sahabe-i Kiram da bu meselede ihtilâf etmişlerdir. Ali (radıyallahü anh)'den, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Deniz ürünlerinden, kendiliğinden ölenleri yemeyiz'." Bu, aynı zamanda İbn Abbas ve Câbir İbn Abdullah'tan da rivayet edilmiştir. Ebu Bekr es-Sıddık (radıyallahü anh) ile Ebû Eyyûb'tan bunun mubah olduğu nakledilmiştir.

Ebu Bekr er-Razi, Cabir İbn Abdillah'tan değişik rivayetler nakletmiştir, Bu rivayetlerden birinde, Hazret-i Peygamber'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Denizin kıyıya attığı veya kendisinden tecrid edip attığı şeyleri yeyiniz; ama denizde ölüp de suyun yüzüne çıkanları ise yemeyiniz" Ebu Davud. Etime, 35 (3/358); İbn Mâce, Sayd. 18 (2/1082).

Şafiî (radıyallahü anh), ayet, haber ye aklî delillerle istidlal etmiştir. Şafiî'nin ayetten delili Cenâb-ı Hakk'ın, "Size denizin avı ve onun taamı helâl kılındı" (Maide.96) ayetidir. Ölüp de suyun yüzüne çıkan balık da, denizin taâmındandır. Bu sebeple helâl olması gerekir.

Haberden delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bize iki meyte helâl kılınmıştır: Balık ve çekirge" ibn Mâce, Et'ime, 31 (2/1103).. Buradaki ifâde mutlaktır.

Yine Hazret-i Peygamber'in denize dair söylediği şu sözdür: "O (Yani deniz) suyu temiz, meytesi helâl olandır. " Hazret-i Peygamber'in bu ifâdesi de umumîdir.

Enes (radıyallahü anh)'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ölüp de, denizin üzerine çıkan şeyleri yel" dediği rivayet edilmiştir.

Ölü Olarak Bulunan Çekirge

Allah her ikisinden de razı olsun Şafiî ve Ebu Hanife, yakalanan ve ölü olarak bulunan çekirgelerin hepsini yemede bir sakınca olmadığını söylemişlerdir.

İmâm Malik (radıyallahü anh)'den ise, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ölü olarak bulunan çekirgeyi yemek helâl değildir. Diri olarak yakalanıp başı koparılan ve kavrulan çekirge ise yenilir. Diri olarak yakalanıp da, unutularak ölen çekirge ise yenilmez." İmâm Mâlik'in delili ayetin zahiridir.

İmam Şafiî ile İmâm Ebu Hanife'nin delilleri ise, Hazret-i Peygamber'in, "Bize iki meyte, balık ve çekirge helâl kılındı" beyanıdır. Böylece, bu ikisini mutlak mânaya hamletmek gerekir. Bununla, onun başının koparılması, eğer bir kesme ve boğazlama kabul edilirse, bu onun meyte olmaması hususunda kesilmiş koyun gibi olduğu ortaya çıkmış olur. Böylece de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bize iki meyte helâl kılındı., "sözünün mânası kalmaz.

Abdullah İbn Ebî Evfâ (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Hazret-i Peygamberle beraber yedi savaşta bulundum. Biz bu savaşlarda hep çekirge yedik.başka bir şey yemedik. Rasûlullah, çekirgenin öldürüleni ile kendiliğinden öleni arasında bir fark gözetmedi.

Kesilen Hayvanın Kamından Çıkan Ölü Cenin

Âlimler, annesinin kesimini müteakip, ölü olarak annesinin karnından çıkan cenîn hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Ebu Hanife şöyle demiştir: O yenilmez; eğer, annesinin karnından diri olarak çıkarsa, kesilir ve yenilir.. Bu Hammâd'ın görüşüdür.

İmâm Şafiî, Ebu Yusuf ve İmâm Muhammed ise, bunun etinin yenile ceğini söylemişlerdir. Bu görüş Hazret-i Ali, İbn Mes'ûd ve İbn Ömer'den rivay edilmiştir.

İmâm Malik ise şöyle demiştir: Eğer uzuvları tam teşekkül etmiş ve tüyleri de bitmişse yenilir. Aksi halde yenilmez. Bu Saîd İbn el-Müseyyeb'in görüşüdür.

Ebu Hanife bu ayetin zahiriyle istidlal etmiş ve onun meyte olduğunu söylemiştir. Bu sebeple de haram olması gerekir, demiştir.

İmam Şafiî ise, "Ben ayetin umumiliğini, haber ve kıyasla tahsis ederim" demiştir.

Bu konudaki habere gelince, bu bizim, kesilmiş olan şeyin mubah olduğunda icmâ etmiş olmamızdır. Bu cenîn de kesilmiştir, çünkü Ebu Said el-Hudrî, Ebu'd-Derdâ, Ebu Ümâme, Ka'b İbn Mâlik, İbn Ömer, Ebu Eyyûb ve Ebû Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Ceninin kesilmesi, annesinin kesilmesidir. Ebu Davud. Edahî. 17(3/103). Bunun izahı şöyledir: Kesmenin, mübahlığın sebebi oluşu, şer'İ bir hükümdür.Böylece annesinin kesilmesiyle, cenînin de şer'an kesilmiş addedilmesi caizdir.

Hanefîler şu şekilde cevap vermişlerdir: Hazret-i Peygamber'in, "Ceninin kesilmesi, annesinin kesilmesidir" sözüyle, annesinin kesilmesinin, onun da kesilmesi olduğunu ve yine, annesinin kesilmesi gibi, onun da kesilmesinin gerektiğini murad etmiş olması da muhtemeldir. Böylece de, kesilmeden onun etinin yenilmeyeceği murad edilmiş olur. Bu Hak teâlâ'nın tıpkı:"Ve' genişliği gökler ve yerler gibi olan bir cennete... (koşun)" (A-li, imran. 133)sözü gibidir. Bunun mânası, "göklerin ve yerin genişliği gibi olan.." demektir. Yine bir kimsenin, demesi gibidir. Bunun manası, "Benim sözüm, senin sözün gibidir" ve "Benim görüşüm, senin görüşün gibidir" demektir. Şair de, "Senin gözlerin, o sevgilimin gözleridir; gerdanmsar onun gerdanı..." demiştir.

Bu anlattıklarımız sabit olunca, bu iki ihtimalden birisi, onun kesilmesinin gerekliliği ve onun kesilmeden yenilmemesidir. Diğeri ise onun annesinin kesilmesinin, onu yemeyi mubah kılmış olmasıdır. Durum böyle olunca, hükmü tahsis etmek caiz olmaz. Aksine onu ayete uygun bir manaya hamletmek gerekir.

Şafiî (radıyallahü anh) Hanefilere şu yönlerden cevap verir:

a) Sizin söylediğiniz ihtimale göre mutlaka bir takdir yapmak gerekir. O da ceninin kesilmesinin, annesinin kesilmesi "gibi" olmasıdır. Takdir etmek, aslolan şey değildir.

b) O, annesinin karnında olduğu sürece "cenîn" diye adlandırılır. Doğunca, artık ona "cenîn" denmez. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onun cenin olması durumunda onun kesilmiş sayılacağını söylemiştir. Bu sebeble, onun bu durumda iken, annesinin kesilmesi ile kesilmiş sayılması gerekir.

c) Eğer hadis, senin söylediğin, "O, eğer anasının karnından diri olarak çıkarsa, kesilmesi gerekir" manasına hamledilirse, bir manası kalmaz. Çünkü bunun böyle olduğu, bu hadis gelmezden önce de malum idi.

d) Ebu Sa'id (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den anasının karnından ölü olarak çıkartılan cenin hakkında sorulduğunda O, "İsterseniz onu yiyebilirsiniz. Çünkü anasının kesilmesi, onun kesilmesi yerine de geçer" buyurmuştur.

Şafiî'nin kıyastan delili birkaç yöndendir:

a) Biz, bir kimse hanımının karnına vursa, hanımı da öfse ve karnındaki cenin ölü olarak ana karnından dışarı atılsa, o cenine ait bir hükmü olmadığına; eğer çocuk diri olarak çıkıp sonra ölürse, ondan dolayı, annesine bakılmaksızın, gurre Gurre. tam diyetin yirmide biri kadar olan bir para cezasıdır. cezası, gerekmesi hususunda kendine ait müstakil olduğunda ittifat ettik. Tıpkı bunun gibi, hayvanların ceninleri de, annesi kesildiği için ölüp, dışarı ölü olarak çıktıklarında, kesilme hususunda annesine tâbi olmuş olur. Eğer diri olarak çıkarsa, o zaman kesilmeden yenmez.

b) Cenin, anasının karnında olduğu müddetçe, anasının bir uzvu gibi sayılır. Bu sebeble, anasının diğer uzuvları gibi, anasının kesilmesiyle, onun da hefâl olması gerekir.

c) Yavrunun, kesilme hususunda annesine tabî sayılması gerekir. Tıpkı âzâd edilmede, ümm-ü veled olmada, mükâtebe ve diğer hususlarda çocuğun anasına tabî olduğu gibi...

Diri Bir Hayvandan Koparılan Parçalar

Diri olan bir hayvandan koparılacak olan parçalar haramdır.' Çünkü o parçalar meyte hükmündedir. Binaenaleyh onların haram olması gerekir. Koparılan parçanın meyte olduğunu aklî ve nakli delillere dayanarak söyledik: Naklî delilimiz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Diri hayvandan koparılan parça, meyyittir" ibn Mâce. Sayd, S (2/1072): Ebu Davud, Sayd. 3 (3/111), (Aynı manada). hadisidir. Bunun aklî yönden delili ise, o parçanın, elem ve lezzetleri idrâk ettiği için diri olması; koparılınca da bu vasfın kaybolmasıdır. Bu sebeble o parça, meyte haline dönüşmüş, murdar olmuştur. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın,

"Size meyte haram kılındı" (Maide, 3) ayetinden dolayı haram olması gerekir.

Eti Yenilmeyen Hayvanların Derisi

Alimler, eti yenilmeyen hayvanların kesilmesi durumunda, derisinin temiz olup olmayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Şafiî (radıyallahü anh)'ye göre, deri temiz olmaz... Çünkü bu kesme işi.etini yemenin helâl olmasını gerektirmez. Bu sebeple, derisinin de temiz olmaması gerekir. Bu tıpkı bir mecûsinin bir hayvanı boğazlaması durumunda verilen hükmü olmaktadır.

Ebu Hanife'ye göre ise, bu hayvanın derisi temiz olur.

İkinci kısımla, yani ayetin hükmüne dahil olmadığı halde, ayetin hükmü ne dahil sayılan kısımla ilgili olarak birkaç mesele vardır:

Bir Sıvının içinde Ölen Hayvan

Bil ki Hak teâlâ'nın, "O (Allah), size meyteyi ve kanı haram kıldı" ayeti ile, "Size, meyte haram kılındı" (Maide, 3) ayeti, sıvı şeylerin içinde bir şey öldüğü zaman, o sıvının haram sayılmasını gerektirmez. Ancak bu ayetler meytenin kendisi ile, onunla birlikte olan şeylerin haram olduğunu gösterir. Dolayısı ile hayvanın içinde öldüğü sıvı, "meyte" diye adlandırılamaz. Dolayısıyla da ayetteki haram kılma, buna şamil olmaz. Mesela yağın içine fare düşüp orada ölse, "haram oluş" ifâdesi, yağı içine almaz. Zahir olan budur. Bu babda, söz iki kısımda dönüp dolaşır:

1) Meyte ile birlikte olduğu için pis olan şey, haram olur. Pis olmayan şey ise haram olmaz,

2) Pis olan şeyi temizlemenin yolu nedir?

Kaynayan Suya Düşen Kuş

Abdullah b. Mübarek, Ebu Hanife'ye, kaynamakta olan tencerenin içine düşüp de ölen bir kuşun hükmünü sorduğunda, Ebu Hanife, talebelerine: "Bu husustaki görşünüz nedir?" dedi. Onlar da ona, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilen şu şeyi hatırlattılar: "Et, yıkandıktan ve pis deriden iyice temizlendikten sonra yenilebilir." Bunun üzerine Ebu Hanife, "Bu rivayette olduğu gibi, tencere kaynamadığı zaman düşmesi durumunda bu şekilde hükmederiz. Eğer o hayvan tencere kaynarken onun içine düşerse, ne o kuşun eti yenilir, ne de çorba içilir" dedi. İbn Mübarek, "Bunu nerden çıkardın?" deyince de o şöyle dedi: "O kuş, tencereye kaynarken düşüp de öldüğünde, meyte oluş hükmü ete geçmiş olur. Fakat o tencere kaynamadığı esnada, onun içine düşüp öldüğünde, meyte hükmü ete sızar. İbn Mübarek, onun elini tekrar tekrar sıktı ve "İşte mezheb budur" dedi. İbn Mübarek bunun bir benzerini de Hasan Basriden rivayet etmiştir.

Murdar Koyunun Sütü

Ebu Hanife "murdar koyunun sütü ile ondan yapılacak peynirin temiz olduğunu söylemiştir. İmam Şafiî ile İmam Malik bu sütün ve peynirin helâl olmayacağını söylemişlerdir. el-Leys ise murdar tavuktan çıkan yumurtanın yenilmeyeceğini söylemiştir.

Bilki Şâfiî (radıyallahü anh), bu meselede, âyetinin zahirine tutunmamıştır. Çünkü süte, meyte denemez. Bu sebeble, bu hususta müsbet menfi başka bir delile başvurmak gerekir. Şafiî'nin dayanağı şudur: Bir kapta bulunan süte, murdar hayvanın bir parçası düşse necis olur. Tıpkı bunun gibi, o süt hayvanın memesinde iken, hayvan ölürse durum aynı olur. Peynirdeki ihtilâf da aynı şekildedir.

Yumurta tavuğun karnından çıkarıldığında yıkanırsa temiz olur ve yenmesi helâldir. Çünkü yumurtanın kabuğu sertleştiği zaman, yenilen kısmı ile, meyte arasında bir engel meydana getirir. İşte bundan dolayı o helâldir. Bu sebebten ötürü, eğer yumurta tam oluşmamış ise haram olur.

Meyte, Necis midir?

Biz bu faslı, bu iki kısım arasında müşterek olan birkaç mesele ile tamamlayalım:

Kelâmcılar meytenin, "ölüm" manasına gelip gelmediğinde ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, ölümün hayatın zıddı manasına geldiğini, Allah'ın, "(O Allah), ölümü ve hayatı yaratandır" (Mülk. 2) ayetine dayanarak söylemişlerdir. Bazıları ise, ölümü, hayatı kabul etmek şânından olan bir şeyden hayatın yok olup gitmesi olarak anlamışlardır. Bu, doğruya daha yakındır.

İkinci Mesele

Âlimler "meyte" nin haram olmasının, onun necasetini, pis olmasını gerektirip gerektirmediği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Doğrusu şu ki, faydalanmanın haram olması, necaseti (pis olmayı) gerektirmez. Çünkü aklen, ondan faydalanmanın da haram olması imkânsız değildir. Ama, ona bitişik olandan istifâde etmek de helâl olabilir. Ama ne varki, icmâ ile meytenin pis olduğu sabit olmuştur.

İkinci Fasıl

Kanın Haram Edilmesi Hususundadır

Bu hususta iki mesele vardır:

Şafiî (radıyallahü anh), ister akıcı olsun isterse akıcı olmasın; bütün kanları haram kabul etmiştir. Ebu Hanife ise, balığın kanının haram olmadığını söylemiştir.

Şafiî, Hak teâlâ'nın, "Cenâb-ı Hak muhakkak ki size meyteyi, kanı ve domuz etini haram kılmıştır" ayetinin zahirine sarılmıştır. İşte, bu kandır ve dolayısıyla haram kılınması gerekir..

Ebu Hanife ise, O'nun. "De ki, bana vahyolunanlar içinde, kendisini yiyene yemesi haram olan şeyler olarak, ben sadece murdar eti veya akan kanı buluyorum" (Enam, 145) âyetiyle istidlal etmiş, böylece ayette sayılan muharremâttan başka haram şeylerin bulunmadığını açıklamıştır. Buna göre "akıcı" olmayan kanın, bu ayetin muktezasınca haram olmaması gerekir. O halde bu ayet, hâstır. Hak teâlâ'nın, âyeti ise (Maıde, 3) âmdır. Hâs olan âmdan önce gelir.

Şafiî (radıyallahü anh)'ye göre ise Hak teâlâ'nın. ayetinde, bu ayette zikredilenlerden başka diğer şeylerin helâl kılındığına dair herhangi bir delâlet bulunmamaktadır. Tam aksine, Allahü Teâlâ'nın bunları haram kılmasından başka bir açıklamada bulunmadığına delâlet eder. Bu ise, bundan sonra O'nun, burdakilerin dışındaki bazı şeyleri haram kıldığını açıklamasıyla çelişmez. Buna göre muhtemelen, Cenâb-ı Hakk'ın, (Enâm, 145) ayetinden sonra nazil olmuştur. Böylece bu, ister akıcı olsun, isterse olmasın, kanın haram kılındığını beyan etmiş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bütün kanların haram kılındığına ve onların necis olduğuna hükmetmek gerekir. Binaenaleyh, mümkün olduğu kadar kanı etten izâle etmek gerekir. Balık hakkında da böyledir. Suya ve elbiseye düşen herhangi bir kan, o içine düşmüş olduğu şeyi necis kılar.

İkinci Mesele

Alimler Hazret-i Peygamber'in, "Bize iki meyte ve iki kan; dalak ve ciğer helâl kılındı" sözü hakkında ihtilâf etmiş, dalak ile ciğere kan isminin verilip verilemiyeceğini incelemişlerdir. Böylece de bunları kan hükmünden istisna etmek doğru olur mu, olmaz mı şeklinde düşünmüşlerdir. Alimlerden, bunu kabul etmeyenler vardır. Çünkü ciğer, et yerine geçer. Dalak da böyledir. Bunların kan diye nitelendirilmesi ise, bir teşbihten dolayıdır. Onlardan bazıları ise bunların, pıhtılaşmış kan gibi olduklarını söylemişler Ve buna hadisten detil getirmişlerdir.

Üçüncü Fasıl

Domuzun Hükmü Hakkındadır

Bu hususta birkaç mesele vardır:

Ümmet domuzun bütün parçalarının haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Allahü Teâlâ, onun özellikle etini zikretmiştir; çünkü en çok istifâde onun etindendir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, nü namaza çağırıldığınız zaman, Allah'ın zikrine koşun ve alışverişi terkedin (Cuma. 9) ayeti gibidir. Alışveriş, insanlar nezdinde mühim olan şeylerin en mühimlerinden olduğu için, özellikle burada alışveriş zikredilmiştir.

Domuzun kılına gelince, ümmet her ne kadar onun haram ve necis olduğunda icmâ etmişlerse de, o bu âyetin zahirinin hükmüne dahil değildir.

Alimler, domuzun kıtından ayakkabı dikiminde istifâde edilip edilemiyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ebu Hanife ve İmâm Muhammed, caiz olduğunu; İmâm Şafiî (radıyallahü anh) ise caiz olmadığını söylerlerken. Ebu Yûsuf da, "Onunla dikişmeyi hoş görmem" demiştir. Ebû Yûsuf'tan, bunu mubah gördüğü de rivayet edilmiştir

Ebu Hanife ve İmâm Muhammed'in delilleri şudur: Biz müslümanların, onlardan herhangi bir yadırgama söz konusu olmaksızın, ayakkabıcıların domuzun kılını kullanmalarını kabul ettiklerini görmekteyiz. Diğer bir husus ise, ihtiyacın bunu gerektirmiş olmasıdır.

Şafiî, sakınılması güç olduğu için, pire kanlarının elbiseyi pis etmediğini söylediği zaman, kendisiyle ayakkabıcıların ayakkabı dikmiş olmalarından dolayı, aynı şeyi domuzun kılı hususunda uygun görmeli değil miydi?

İkinci Mesele

Âlimler su domuzu hakkında da ihtilâf etmişlerdir. Ibn Ebî Leylâ, İmâm Mâlik, Şafiî ve Evzâî, denizde olan herhangi bir şeyi yemede bir sakınca yoktur demişlerdir.

Ebu Hanife ve arkadaşları ise, yenilemiyeceğini söylemişlerdir. .

Şafiî'nin delili Cenâb-ı Hakk'ın, "Size denizin avı ve onun taamı helâl kılındı" (Maıde, 96) ayetidir.

Ebu Hanife'nin delili, "Bu domuzdur; dolayısıyla Hak teâlâ'nın, (Maide, 3) ayetiyle haram kılınmıştır" şeklindedir. Şafiî ise şöyle demiştir: Domuz lâfzı mutlak olarak zikreditdiğinde, zihnimize ve aklımıza, denizde yaşayan domuz değil de, karada yaşayan domuz gelir. Tıpkı bunun gibi, et lâfzı zikredildiğinde de, aklımıza ve zihnimize, ittifakla balığın eti değil, balığın dışındakilerin eti gelir. Bir de, su domuzu mutlak olarak domuz diye adlandırılmaz. Tam aksine, su domuzu diye adlandırılır.

Üçüncü Mesele

Domuzun kaba batmasından dolayı kabın yedi defa yıkanıp yıkanmıyacağı hususunda İmâm Şafiî'nin iki görüşü vardır. Birincisi: Bunu köpeğe teşbih ederek, "Evet, yıkanır" demesidir.

İkincisi ise, "Hayır!" şeklindedir. Köpekler hakkındaki hükmü fazla ağırlaştırmak.insanları köpeklerle birarada bulunmaktan alıkoymak içindir; halbuki insanlar domuzlarla (köpekler kadar) bir arada bulunup, içli dışlı olmazlar. Böylece ikisi arasındaki fark ortaya çıkmış olur.

Dördüncü Fasıl

Allah'tan Başkaları İçin Kesilen Hayvanlardan İstifade Edilebilir mi?

Alimlerden, bundan maksadın, putlarına kurban kesen putperestlerin kesmiş olduğu şeyler olduğunu iddia edenler vardır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Ve, dikili taşlar üzerinde kesilenler" (Maide; 3) ayetinin ifâde ettiğidir. Bunlar, hristiyanın, Mesîh'in ismini üzerjne anarak kestiği şeyi yemenin caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu, Atâ. Mekhûl, Hasan el-Basrî, Şa'bî ve Said İbn et-Müseyyeb'in mezhebidir.

İmam Malik, Şafiî, Ebu Hanife ve arkadaşları ise, bunun helâl olmadığını söylemişlerdir. Bunların bu husustaki delilleri şudur; Hristiyanlar. Mesih'in adına kestikleri zaman onu, Allah'tan başkasının adını anarak kesmişlerdir. Binaenaleyh, bunun haram olması gerekir.

Ali İbn Ebî Talib (radıyallahü anh)'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yahudi ve hristiyanları, Allah'tan başkasının adını anarak hayvan keserken duyduğunuz zaman, ondan yemeyiniz. Eğer onların böyle dediklerini duymazsanız, yiyiniz. Çünkü Allahü teâlâ, onların kestiklerini helâl kılmış ve onların ne dediklerini bilmiştir."

Muhalifler ise, şunları öne sürmüşlerdir:

a) Allahü Teâlâ, '"Ehl-i Kitabın taamları da size helâldir" (Maıde. 5) buyurmuştur. Bu ise, âmm bir ifâdedir.

b) Allahü Teâlâ, "Ve dikili taşlar üzerinde kesilenler de..." (Maide, 3) buyurmuştur. Böylece bu, O'nun, ifâdesinden maksadının, beyanından kastedilenin aynısı olduğuna delâlet eder.

c) Hristiyan, Allah'ın ismini anıp, bununla Mesih'i murad ettiğinde, onun bunu murad etmiş olması, bunu Allah'tan başkası adına kesmiş olmakla beraber, onun kesmiş olduğu şeyin helâl olmasına mâni olmaz. İşte bunun gibi, Allah'ı zikredip Mesih'i murad ettiği zaman, gizlediğini ortaya koyarken de, hükmün aynı olması gerekir.

Birincisine şu şekilde cevap veririz: Cenâb-ı Hakk'ın, (Maıde. 5) ayeti âmdır. ifâdesi ise, hâstır. Hâs olan ise, âm olandan önce gelir.

İkinciye cevap: Cenâb-ı Hakk'ın, beyanı Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin tahsis edilmesini gerektirmez. Çünkü bunlar farklı iki ayet olup, aralarında bir denklik bulunmamaktadır.

Üçüncüye cevap: Biz, bâtın ile değil, ancak zahir ile mükellef tutulduk. Hristiyan onu Allah'ın adına kestiği zaman, onun helâl olması gerekir. Çünkü bizim bâtında olanı anlamamız imkânsızdır.

Beşinci Fasıl

(......) kelimesinin hasr ifâde ettiğini söyleyenler, ayetin zahirinin, ayette sayılanların dışında herhangi bir şeyi haram kılmamasını gerektirdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Ne var ki biz, şeriâtte ayette sayılanlardan başka diğer bazı şeylerin de muharremâttan olduğunu biliyoruz. Buna göre, kelimeşinin zahiriyle amel edilmemiş olur. (......) kelimesi hasr ifâde etmez diyenlere gelince, böyle bir müşkil kendiliğinden zail olmuş olur.

Altıncı Fasıl

"Muzdar" (çaresiz kalan) Kimseler

Bu hususta birkaç mesele bulunmaktadır:

Şafiî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın, (......) sözünün mânası şudur: "Kim muzdar olur da, bağy ve udvân (haddi aşmak) sıfatıyla da vasıflanmaksızın bunlardan yerse, ona günah terettüp etmez..."

Ebu Hanife ise, bunun manasının, "Her kim muzdai uiur da, başkasına, sataşmaksızın ve de haddi aşmaksızın yerse ona günah yoktur..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Böylece Ebû Hanife, bağy ve haddi aşma vasıflarını, yemeye tahsis etmiştir.

Bu ihtilâfa şu fer'i mesele dayanmaktadır: Seferiyle asî olacak olan kimse, bu ruhsattan yararlanabilir mi, yararlanamaz mı meselesidir. Buna göre Şafiî (radıyallahü anh), "Bu ruhsattan faydalanamaz; çünkü o, haddi aşmakla nitelendirilmiştir. Dolayısıyla ayetin ruhsat ifâde eden hükmüne dahil olmaz" demiştir. Ebu Hanife ise, onun bu ruhsattan istifâde edeceğini, yeme hususunda haddi aşıp başkasına tecâvüz etmeyen bir muzdar olduğu için, âyetin muhtevasına dahil olacağını söylemiştir.

Şafiî kendi görüşüne, hem bu ayetle, hem de aklî delil ile istidlalde bulunmuştur. Âyetten delili şudur: Allah'u Teala (......) ifadesiyle, bütün bu şeyleri herkese haram kılmış, sonra da bunları tecâvüz etmek ve haddi aşmakla vasıflanmamış olan muzdar bir kimseye mubah kılmıştır. Halbuki seferiyle asî olan kimse, yani yolculuğunda günah işlemeye niyetlenen kimse, bu sıfatla mevsuf değildir. Çünkü bizim, "Falanca tecavüzkâr.. değildir" sözümüz, "falanca tecâvüzkârdır" sözünün zıddıdır. Bu sözün doğru olmasında, şahsın, ister seferinde olsun ister yemesinde, isterse bu ikisinin dışında olsun, herhangi bir şeyde tecâvüzkâr olması yeterlidir. Tecavüzkâr ismi, herhangi bir iş hususunda olursa olsun, onun tecâvüzkâr olmasına uygun düşünce, o zaman bizim "Falanca tecâvüzkâr değildir" sözümüzün, ancak o kimse hiçbir şey konusunda tecâvüzkâr olmadığı zaman doğru olması gerekir. O halde, bizim, sözümüz, ancak o kimsede, her bakımdan mütecaviz olma sıfatı bulunmadığı zaman doğru olur. Seferinde isyana niyetlenen kimse, seferiyle tecavüzde bulunmuş olur. Dolayısıyla bu kimseye, denilmesi doğru olmaz. Ona bu isim verilemediği zaman, onun Hak teâlâ'nın, yasağının muhtevasında bulunması gerekir. Bu mevzuda söylenmesi gereken söz şudur:

Bu husus, seferiyle asî olacak olan kimse sebebiyle bir müşkillik arzeder. Çünkü o kimse tecâvüzkâr vasfıyla nitelendirilmiş olduğu.hâlde, bu ruh' sattan istifâde etmiş olur. Bu müşkili giderme hususunda biz şöyle deriz:Bu ifâde, bazı bakımlardan tahsis edilmiş umumî bir hükümdür. Bu iki şekil arasındaki fark şudur: Ruhsat, seferde olan kimseye yardımcı olmak demektir. Yolculuk isyan maksadını taşıdığı zaman, ruhsat ma'siyete yardım etmek olur. Seferin bizzat kendisi günah olmadığı zaman, seferde bulunana yardımcı olmakjma'siyete yardım etmek sayılmaz. Böylece iki misal arasındaki fark ortaya çıkmış olur.

Kâdî ve Ebu Bekr er-Râzî. Şafiî'den naklen O'nun, Hak teâlâ'nın, "Tecâvüz etmeksizin ve haddi aşmaksızın..." ayetini tefsir ederken, "müslümanların imamına başkaldırmayan ve seferinde ise, isyan gayesi taşımayan..." şeklinde söylediğini nakletmişler, daha sonra da bu ikisi, ayetin tefsirinin, "yeme hususunda tecâvüzkâr olmayan ve haddi aşmayan..." şeklinde olmasının, Şafiî'nin zikretmiş olduğu şeyden daha evlâ olduğunu söylemişlerdir.

Bu böyledir; çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, kaydı bir şarttır. Şart ise, müstakil olmama bakımından istisna gibidirler. Bu sebeple zikredilmiş olan bir hususa taalluk etmeleri gerekir. Biz, burada yemeden başka hiç bir şeyin zikredilmemiş olduğunu biliyoruz. Çünkü biz, ayetin mânasının "Kim mecbur olur da, tecavüz etmeksizin ve haddi açmaksızın yerse, ona herhangi bir günah yoktur" şeklinde olduğunu izah etmiştik. Durum böyle olunca, onun hiç zikredilmemiş sefere değilde, mezkûr hükmünde olan "yemeye" taalluk etmesi vâcib olur.

Bil ki, bu söz zayıftır. Çünkü biz Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinin, kendisinde hiçbir yönden tecavüzkârlık ve haddi aşma bulunmayan kimse hakkında doğru olacağını açıklamıştık. Bu açıklamamıza, seferi sebebiyle tecâvüzkâr olmayan kimse de, zımnen girmiş olur. Biz lâfzın muayyen bir mânaya delâlet ettiğini söylemiyoruz. İfâdenin yemeye tahsis edilmesi hususu ise, zaruret olmadan yapılmış bir tahsistir. Bu sebeple bu, aslolanın hilâfına bir hareket olmuş olur.

Hem de bu sözü "yemeye" sarfetmenin caiz olmadığına şu hususlar da delâlet etmektedir:

a) Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesi, bir ızdırâr, mecbüriyyet halidir. Bu sebeple kişinin, tecavüzkâr olmayıp haddi de aşmamasıyla birlikte, mutlaka bu "ızdırar" halinin devam etmesi gerekir. Eğer kişinin tecavüz edip haddi aşmamasından maksad, onun sadece yeme hususunda bu şekilde olması olsaydı, onunla birlikte ızdırar vasfının bulunması imkânsız olurdu. Çünkü, yeme hali, ızdırar vasfını geride bırakmaz.

b) İnsan, yaratılışı gereği "meyte" ve kanı yemekten nefret eder. Böyle olan şeyden, burada kişiyi yasaklamaya zaten gerek yoktur. Bu sebepte, şartı "yemede" haddi aşmaya hamletmek, sözü anlamsız kılar.

c) Kişinin, tecavüz etmeyip haddi de aşmaması, bağy ve udvânın mâhiyetlerinin nefyini, ortadan kalkmasını ifâde eder. Bu mahiyet ise ancak, bütün fertleri bulunmadığı zaman bulunmaz. "Yeme" de haddi aşmak, bu mahiyetin fertlerinden biridir. Seferde haddi aşmak da mahiyetin fertlerinden bir başka, ferttir. Böylece haddi aşmayı nefyetmek bütün cihetlerden haddi aşmanın bulunmamasını gerektirir. Bu sebeple de, bunu "yeme" fiiline tahsis etmek caiz olmaz. Şafiî (radıyallahü anh) ise, bu hükmü, seferde haddi aşmayı nefyetmeye tahsis etmez. Aksine o, bunu zahiri üzere bırakır. Ki bu da, her bakımdan tecavüzkârlığı nefyetmektir. Bu seferdeki haddi aşmanın da bulunmamasını gerektirir. O zaman da, maksadı tahakkuk etmiş olur.

d) Bizim söylemiş olduğumuz ihtimal, bir başka ayetle de kuvvetlenir. Bu ayet de, "Kim, son derece açlık durumunda çaresiz kalırsa, günaha meyletnîeksizin (yiyebilir)" (Maide, 3) ayetidir. Bu da bizim her ne suretle olursa olsun, âyetin, o kimsenin tecavüzkâr olmak ve haddi aşmakla vasıflanmamasını gerektirir, şeklindeki sözümüzdür.

Ebu Hanife (radıyallahü anh) de şunlarla istidlal etmiştir:

a) Hak teâlâ bir başka ayette, "Kendisine kesin olarak muhtaç olduğunuz ınüstesnâ, Allah size haram kılmış olduğu şeyleri muhakkak ki açıklamıştır" (Enam. 119) buyurmuştur. Bu şahıs muzdardır, bu sebeple de ruhsattan faydalanması gerekir.

b) Hak teâlâ'nın, "Kendi nefislerinizi öldürmeyiniz. Allah muhakkak ki size çok merhametlidir" (Nisa, 29) ayeti ile, "Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayınız" (Bakara, 195) ayetidir. Yemekten imtina etmek, nefsi öldürme hususunda bir sa'yü gayret gösterip, o nefsi tehlikeye atmak demektir. Bu sebeple, bunun haram kılınmış olması gerekir.

c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, mukîm kimseye bir gün bir gece; misafire ise üç gün üç gece müsaade ettiği rivayet edilmiştir. Böylece O, isyankârla itaatkârı birbirinden ayırmamıştır.

d) Seferiyle isyana niyetlenmiş olan kimse, uyuyup, böylece bir boğulma ve yanmak tehlikesiyle yüzyüze geldiğinde, namazda olan ve orada bulunan kimseye, o kimseyi boğulmak veya yanmaktan kurtarmak için, namazını kesmesi vâcib olur. O kimseye bu durumda, bir canı kurtarmaya sa'yü gayret göstermesi, haydi haydi evlâ olur.

e) Fil, ısıran deve, yılan ve akrep gibi helak olma sebeblerini defetmesidir. Hatta bu ona vacibtir. Burada da böyledir.

f) Seferi ile âsî olan kimse, mecbur kaldığı zaman, bir başka adam ona malından bir parçasını mubah kılarsa, bu mal ona helâl olur, hatta onu alması gerekir. Burada da böyledir. Bu iki meselenin müşterek noktası, insanın kendisinden zararı defetmesidir.

g) İnsanların zararını gidermek için yardım etmek, vacib olma bakımından, insanın kendisinden zararı gidermesinden daha büyüktür. İşte bunun gibi, kişi âsî de olsa bu yemesi sebebiyle kendisinin helakini (ölümünü) önlemesi de böyledir.

h) Zaruret, başkasının rızası olmasa da yiyeyeceğinden almayı mubah hatta bunu vacib kılar. Eğer bir mecburiyet olmasaydı, o başkasının malını almak haram olurdu. İşte burada da böyledir.

Şafiî, ayetin umûmî manasına sarılmaya karşı şu cevabı vermiştir: "Ruhsattan istifade etmeye engel olan delilimiz, onların ruhsattan istifâde etmenin gerekli olduğunu gösteren delillerinden daha ehass (husûsîdir) " Hâs olan delil, âmm olan delile tercih edilir.

O, onların kıyâsî delillerine de şöyle cevap vermiştir: "O kimsenin, bu ruhsattan istifâde etmesi, ancak tevbe ile mümkündür. Tevbe etmediği müddetçe, kendisine karşı suç işlemiş olur. Sonra onların yaptıkları izahlar, daha güçlü . bir izah ile tezad teşkil eder. O izah da şudur: Ruhsat, yolculuk hususunda bir yardımdır. Yolculuk, günah işleme maksadıyla olunca, ruhsat günah İşlemeye karşı bir yardım olmuş olur. Bu ise imkânsızdır. Çünkü günah işlemek yasaktır. Yardım etme ise, bu durumda günah işlemek için bir gayret sarfetmek olur. O halde bu ikisini bağdaştırmak bir tezad olur. Allah en iyisini bilir.

İkinci Mesele

Şafiî. Ebu Hanife ve talebeleri, "Muzdar kimse, meyleden ancak hayatını sürdürecek kadar (ölmeyecek kadar) yer" demişlerdir.

Abdullah b. Hasan el-Anberi ise, "Muzdar (mecbur kalmış) kimsenin, o murdar hayvandan açlığını giderecek kadar yiyebileceğini" söylemiştir.

İmâm-ı Malik, böyle bir kimsenin, o meyteden doyuncaya kadar yiyebileceğini ve ondan biraz azık bile alabileceğini, ileride o azığa ihtiyacı olmazsa atacağını söylemiştir.

Âyetin delâlet ettiği mana hususunda, doğruya en yakın olan, ilk söylediğimiz görüştür. Çünkü ruhsatın sebebi mecbur olma durumunda ortaya çıkar. Mecbur olma hali ortadan kalkınca, ruhsat da ortadan kalkar. Meselâ, muzdar olan kimsenin, helâl bir yiyecek bulduğunda, meyteden yemesi caiz değildir. Çünkü helâl bulunduğu için, o meyteyi yeme mecburiyeti ortadan kalkar. Mecburiyet halinde meyteden ihtiyaç kadar yemek, mecburiyeti kaldırdığı için, durum aynı olur. O halde, bundan fazlasını yemek haramdır. Bu hususta, el-Anberi'nin dediği şekilde açlığı giderecek kadar yeme görüşüne itibar edilmez. Çünkü, eğer yememesi durumunda bir tehlike yoksa, açlık, işin başında meyteden yemeyi mubah kılmaz. Burada da böyledir. O kimsenin yanında hayatını sürdürmesine yetecek kadar bir yiyecek bulunduğunda, onun meyteden yemesinin caiz olmaması da yine buna delâlet eder. O kimse, yanındaki yiyeceği yiyip, ölme korkusu ortadan kalkınca, onun ayrıca meyteden yemesi caiz değildir.

Yine meyteden, tehlikeyi atlatacak kadar yediği zaman insana, daha fazlasını yemesinin haram olması gerekir.

Üçüncü Mesele

Alimler, muzdar kimsenin, haram olan şeylerden sayılan birçok şeyi birden bulduğu zaman ne yapacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Çoğu alimler, o kimsenin bu şeyler arasından birini seçme hususunda muhayyer olduğunu söylemişlerdir. Çünkü haram ve mecburî kalış hususunda meyte, kan ve domuz etinin bir farkı yoktur. O halde o kimsenin bunlar hususunda serbest olması gerekir. Ayetin zahirine uygun görüş de budur.

Bu görüş, domuz etinin değil de meyteyi yemeyi gerekli gören ve domuz etinin daha haram olduğunu söyleyen kimsenin görüşünden daha evlâdır.

Muzdar Kimsenin İçki içmesi

Âlimler, birşey içmeye mecbur olan kimsenin, içki bulduğu zaman; veyahut da boğazına lokma tıkanıp da onu yutmasını sağlayacak su bulamayıp da ancak içki bulan kimse hakkında ihtilâf etmişlerdir.

Bazıları bu meseleyi meyteden yemeye mecbur olma meselesine kıyas ederek, içkiyi bu durumda içebileceğini söylemişlerdir. Çünkü Hak teâlâ, haram olan bu şeyleri, hayatiyeti sürdürmek ve ondan tehlikeyi gidermek için mubah kılmıştır. Bu durumda da hüküm aynıdır. Bu görüş, ayetin zahirine en yakın olandır. Bu.Sa'id b. Cübeyr ve Ebu Hanifp'nin görüşüdür, Şafiî (radıyallahü anh) ise şöyle demiştir: "Bu durumda olan kimse, içkiyi içemez. Çünkü içki o kimsenin susuzluğunu, açlığını artırır ve aklını giderir."

Şafiî'nin bu sözüne, "içki o kimsenin susuzluğunu ve açlığını artırır" sözü bir mükâberedir (delilsiz davadır)" diye; "aklı giderir" sözüne karşı ise, "Bizim sözümüz bu kadar olmayan içki hakkındadır" diye cevap verilmiştir.

Meytenin İlaç Olarak Yenilmesi

Alimler, ya tek başına veya başka ilaçlara katılmış şekilde, ilaç olarak meytenin yenmesine muhtaç olunduğu zamanki durum hakkında ihtilâf etmişlerdir. Buna göre bazı alimler, hem nastan, hem de mânâdan ötürü, bunu mubah görmüşlerdir. Nasdan delil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Urenilere, tedavi için develerin idrarını ve sütünü içmelerini mubah kılmış olmasıdır. Mânâdan delil ise birkaç bakımdandır:

a) İçine zehirli yılan eti katılan tiryak, helâl sayılmıştır. Bu sebeble, Cenâb-ı Hakk in, "Hoş ve iyi olan şeyler size helal kılındı" (Maide. 5) ayetinden dolayı, onun da helal olması gerekir. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bu umûmî ayet tahsis edilmiştir. Fakat bu durum onun bir hüccet olmasına zarar vermez.

b) Ebu Hanife, ihtiyaca binaen, necasetlerden bir dirhem miktarını; İmâm Şafiî de, yine zarurete binaen pirelerin kanına atfedilmiş olduğuna hükmettiklerine göre, niçin zarurete binaen, bu misalde de o meytenin yenebileceğine hükmetmiyorlar?

c) Allahü teâlâ, insanın maslahatına binaen meyteden yemeyi mubah kılmıştır. O halde burada da böyledir.

Bunu haram sayan alimler ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Allahü teâlâ, ümmetime haram kıldığı şeylerde ümmetim için şifâ yaratmamıştır" Buhârî, Eşribe. 15. hadisini delil getirmişlerdir.

Birinci görüşte olanlar, buna şöyle cevap vermişlerdir: "Bu hadisi delil getirmek, ancak o kimseye, o şeyi yemesi haram olduğu zaman yerinde olur." Münakaşa da işte bu noktadadır.

Altıncı Mesele

Alimler, içki ile tedavi olma hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bil ki bununla tedavi olmaya mecbur oluş, zaruret noktasına varırsa, bunun hükmü dördüncü meselede geçtiği gibidir. Eğer bu zururet noktasına varmazsa, bunun hükmü de beşinci meselede geçtiği gibidir.

İkinci Hüküm

173 ﴿