175"İşte bunlar hidayete karşılık sapıkhğı, mağfirete mukabil de azabı satın almış olan kimselerdir. Onlar, ateşe ne de sabırlıdırlar!" . Bil ki Cenâb-ı Allah, yahudi âlimlerinin hakkı gizlediğini söyleyip, buna da büyük bir tehdit va'adedince, bu azabın, bu suçun büyüklüğünden olduğunu bildirmek için, bu suçu bu şekilde nitelendirmiştir. Bil ki fiilin durumu, ya dünyada ya da ahirette nazar-ı itibara alınır. Dünyadaki şeylerin en güzeli, nidayete ermek ve ilim elde etmektir. En çirkini ise, delâlet ve cehalettir. Onlar dünyada hidâyeti ve ilmi terkedip, delâlet ve cehâlete razı olunca, şüphesiz onlar dünyada son derece büyük bir hıyanetin içine düşmüş oldular. Âhiretteki en güzel şey ise, Cenâb-ı Hakk'ın mağfireti; en fazla hüsrana uğratan şey ise, Allah'ın azabıdır. Onlar mağfireti bırakıp azaba rıza gösterince, şüphesiz onlar böylece ahirette en büyük hüsrana uğramış oldular. Onların sıfatları bizim bu anlattığımız şekilde olunca, şüphesiz onlar hem dünyada hem de ahirette, insanların en fazla hüsrana uğrayanı olurlar. Cenâb-ı Hak onlar hakkında, mağfiret mukabilinde azabı satın almış oldukları hükmünü vermiştir. Çünkü onlar, hak olan şeyin ne olduğunu ve hakkı ortaya koyarak haktan her türlü şüpheyi izâle etmenin en büyük sevâb olduğunu; o hakkı gizleyip onun etrafında şüphelermeydana getirmenin ise cezaların en büyüğü olduğunu bilip, buna rağmen hakkı gizlemeye cür'et ettikleri için, böylece onlar mağfirete mukabil Cenâb-ı Hakk'ın azabını satın almış oldular. Hak teâlâ'nın, (......) sözüne gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: Bilki bu ifâde hakkında iki görüş vardır: Birinci Mesele 1) Bu ayetteki, tevbîh (azarlamak) mânasına gelen bir istifhamdır. Buna göre, âyetin manası şöyle olur. "Hangi şey onlara Cenâb-ı Hakk'ın ateşine sabır verdi de, böylece onlar hakkı bırakıp bâtıla tâbi oldulur?" Bu Atâ ve İbn Zeyd'in görüşüdür. Ibnu'l-Enbarî ise şöyle demiştir: Bazan, (......) kelimesi, manasına gelir. Çünkü çoğu kez, kalıbı, kalıbını ifâde etmektedir. Meselâ, gibi... 2) Bu istifham taaccüb mânasına gelir. Bunun izahı ise şöyledir: Bir şeyin sebebine razı olan kimsenin, onun neticelerini bildiği zaman mutlaka o şeyin neticesi ve zorunlu sonuçlarına da katlanması gerekir. Buna göre onlar, bu hususu bile bile Allah'ın azabını ve ateşini icâb ettiren şeye cür'et ettiklerine göre, onlar Allah'ın azabına razı olmuş ve ona katlanmış gibi olurlar. İşte bu sebepten dolayı Hak teâlâ, şeklinde buyurmuştur. Bu, senin tıpkı, sultanın kızgınlığını celbedecek olan şeyi yapan kimseye, "Sen, sultanın seni bağlamasına ve hapse atmasına ne kadar da sabırlısın!" demen gibidir. Bu hususu iyice anladığında, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesini, onların dünyadaki durumuna hamletmenin vâcib olduğu ortaya çıkmış olur. Çünkü bu, onların mükellefiyet ve hidayet mukabilinde dalâleti satın almalarındaki durumuna dair bir vasıftır. Esamm'ın bundan muradın, "onlara, (Mümi'nun, 108) denildiği zaman onlar kurtulmaktan ümidi kestikleri için susarlar ve Cenâb-ı Hakk'ın ateşine sabredenler" olduğunu söylemiştir. Esamm'ın bu görüşü bazı bakımlardan zayıftır: a) Allahü Teâlâ onları bu durumda bu şekilde vasfetmiştir. Dolayısıyla bunu, onların bu şekilde olacağına hamletmek, ayetin zahirinin hilâfına bir hareket olur. b) Cehennemliklerden bazan çığlıklar ve yardım talepleri vaki olabilir. Taaccüb Taaccübün ne demek olduğu ve Arapçada buna de lâlet eden lâfızlar hakkındadır. Burada iki bahis vardır. Birinci Bahis: Dilbilgisi Bakımından Taaccüb Sîgası Bu bahis, taaccübün ne demek olduğu hakkındadır. Taaccüb, o şeyin büyüklüğünün meydana gelme sebebi gizli olduğu halde, o şeyi gözde büyütmektir. Bu iki husus bulunmadığı sürece, taaccüb meydana gelmez. İşte, bu bir kaidedir. Sonra bazan taaccüb lâfzı, sebebi gizli olmaksızın veyahut da bu büyüklüğün meydana geliş sebebi bulunmaksızın, sırf büyük görmek sebebiyle kullanılır. İşte bundan dolayı, Şureyh, den olmal özete tâ harfinin ötresiyle Cenâb-ı Hakk'ın ayetini, "Daha doğrusu ben hayret ettim., Onlarsa, alay ediyorlar" (Saffat. 12)şeklinde okuyan kimsenin kıraatini yadırgamıştır. Çünkü Kadı Şureyh, herhangi birşeyin Allah'a gizli kalmasının imkânsız olduğuna inanmıştır. Nehâî ise, "Taaccübün kullar hakkındaki manası, sebebi gizli olduğu için, birşeyi büyük görme manasına ise de, bunun Allah hakkındaki manası sırf büyük görmedir. Bu tıpkı, alay, eğlenme ve hile yapma kelimelerinin Allahü teâlâ, insanlar için kullanıldığı mana ile değil de, ancak başka bir mana ile kullanılabileceği gibidir. İkinci Bahis: Bil ki taaccübü ifade eden iki kalıp vardır: a) ayetinde olduğu gibi; kalıbı. b) (Meryem. 38) ayetinde olduğu gibi, kalıbı kalıbıdır. Birinci kalıpla ki, bu kalıpla ilgili birkaç görüş vardır: Birinci Görüş, Basralıların tercihidir. Buna göre, bundaki, mübteda olmak üzere mahallen merfu olan müphem bir isimdir.mübteda olan, haberi olarak fiildir. ise mef'uldür. Bu ifâdenin takdiri, şeklindedir. Yani, "O şey Zeyd'i güzel kıldı" demektir. Bil ki Kûfelilere göre bu görüş yanlıştır. Onlar bu iddialarına şu hususları delil getirmişlerdir: a) (......) ve (......) ve Cenâb-ı Allah'ın diğer sıfatları için aynı kalıbı kullanmak doğrudur. Halbuki, "Allah'ı kerîm, alîm, azîm kılan şey.." denilemez. Çünkü Cenâb-ı Allah'ın sıfatları, zatı gereği vâcib olan sıfatlardır. Eğer, "Bu lâfız, hakkında hudüs (sonradan olma) caiz olan bir hususta kullanılırsa, o zaman ondan murad, sebebi gizli olmanın yanısıra birşeyi büyük görme olur. Bu lâfız, Allah için kullanıldığında, bundan murad, bir öncekinin iki şıkkından birisidir ki bu da sadece büyük görmektir" denilirse, deriz ki: Biz, dediğimiz zaman, buradaki (......) kelimesi, (......) manasına gelmez, bundan dolayı da mübteda olmaz. Dolayısıyla, (......) kelimesi, onun haberi olmaz. Bu sebeple de bunu başka bir mânaya tevcih etmek gerekir. Durum böyle olunca, ayeti taaccüb makamında böyle şeylerle tefsir etmenin doğru olmadığı ortaya çıkmış olur. b) Bizim, şeklindeki sözümüzün mânası, Zeyd'i güzelleştiren bir şey" şeklinde olsaydı, ifâdenin bu şekilde tevil edilmesi durumunda, taâccüb mânasının yine bulunması gerekirdi. Halbuki, şeklinde söylediğimizde, burada kesinlikle taaccüb mânası bulunmaz. Tam aksine bu, saçma bir söz gibi olur. Böylece, şeklindeki ifâdemizin, ifâdemizle tefsir edilmesinin caiz olmadığını anlamış olduk. c) Zeyd'i, güneşi, ayı ve dünyayı güzelleştiren Allahü Teâlâ'dır. Halbuki Allahü Teâlâ'yt, ile ifâde etmek caiz değildir. Bu caiz olsa bile, O'nu ancak, ile ifâde etmek daha evlâ olur. Bu sebeple biz, dememiz durumunda, taaccüb mânasının bulunması gerekir. Bu taaccüb manası mevcut olmayınca, Basralıların söylemiş oldukları şeyin yanlışlığını anlamış oldun. d) Basralıların söylediklerine göre kişinin, ifâdesi ile, ifâdesi arasında herhangi bir fark bulunmaz. Bu taaccüb olmadığına göre, birincisinin de böyle olması gerekir. e) Bir şey için bulunan her sıfatın, o şey için sübûtu, ya kendisinden dolayı veya başka bir şeyden dolayı... olmuştur. Buna göre, o sıfatta müessir olan ya o şeyin bizzat kendisidir, veya başkasıdır. Her iki takdire göre de bu şey onu güzel kılmıştır. Bu şey ise, bu şeyin ya bizzat kendisidir, veya ondan başka bir şeydir. O halde, bir şeyin onu güzel kılmış olduğunu bilmek zaruri, halbuki onun, kendisinden taaccüb edilen bir şey olduğunu bilmek ise zarurî değildir. O halde buna göre, şeklinde açıkiamak caiz olmaz. f) Basratılar, mübtedânın nekire olmasının caiz olmadığını söylerler. Buna göre daha nasıl, en fazla nekire olan şeyi mübtedâ yaparlar? Yine onlar, denilmesinin caiz olmadığını söylerler. Çünkü herkes dünyada kâtib olan birisinin bulunduğunu bilir. O halde bu söz bir mâna ifâde etmemektedir. Bunun gibi, yine herkes, herhangi bir şeyin Zeyd'i güzelleştirdiğini bilir. O halde, bunu haber vermedeki fayda nedir? g) İsmin özelliklerinden olan tasğîr sîgasının, ifâdesine dahil olabilmesidir. Şayet "'Tasgirin duhûlü, ancak bu fiil aynı şekilde kullanıldığı için caiz olmuştur; böylece de bu sîga isme benzeyerek, ismin özelliğini almıştır ki, o da onun tasgir edilmesidir" dersen, biz deriz ki, hiç şüphesiz' hem fiile, hem de tasgire ait birer mahiyet vardır. Buna göre bu iki mahiyet, ya biribirlerine zıt olurlar, veya olmazlar. Eğer birbirlerine zıt olurlarsa, hiçbir yerde biraraya gelmeleri mümkün olmaz. Bu iki hususiyet bu sîgada bulunduğuna göre, biz bu ganmtiu, o zaman tasgirin bütün fiiller için de söz konusu olması gerekir. Böyle olamayacağı için, biz bunun fasit olduğunu anlamış olduk. h) Bu lâfzın tashîh edilip, Hâlinin ibtal edilmesidir. Meselâ sen taaccübte vâv harfini i'lâl etmeden, "Zeyd, ne kadar doğru!" dersin.. Senin tıpkı, "Zeyd, Amr'dan daha doğru ve daha âdildir" demen gibidir. Eğer fiil olsaydı, kendinden önceki harfin harekesi meftûh olduğu için, vav'ın elife kalbedilmesi gerekirdi. Baksanaî Araplar, şeklinde kullanırlar. Buna göre şayet, bu kalıp hep aynı şekilde kullanıldığı için isim gibi olmuştur. Daha doğrusu, fiillerdeki i'lâl, onun fiil olmasından ötürü; isimlerdeki tashîh ise, isim olmasından dolayı değildir. Tam aksine fiillerdeki i'lâl, tasarrufun çokluğundan dolayı hafifliği sağlamak için yapılmıştır. İsimlerde i'lâlin olmayışı ise, onlarda tasarruf olmadığı içindir. Buna göre bu, kalıbı, tashîh ve i'lâl edilmeme hususunda isim gibidir" denilirse, biz deriz ki, fiillerdeki i'lâl hafifliği temin etmek için olunca, onun hafif kılınması uygun olur. Sonra bu kelime hafifliği üzere bırakılır. Buna göre işte bu, akla en aykın olandır. i) Şüphesiz ki senin, sözün fiil, sözün de mef'ûl tutulursa, fiil ile mef'ûl arasını zarf ile fasletmek caiz olur. Buna göre de, "Senin yanında Zeyd ne güzeldir!" ve, "Bu gün Abdullah ne güzeldir!" denilebilir. Halbuki zahir rivayet, bunun caiz olmadığıdır. O halde sizin taraftar olduğunuz görüş bâtıldır. k) Eğer iş sizin dediğiniz gibi olsaydı, ister mücerred, ister mezîd olsun, ister sülasî olsun.ister rubâî olsun, her müteaddi fiil ile taaccüb yapmanın caiz olması gerekirdi. Taaccübün ancak sülasi mücerred fiilden olmasının caiz oluşu, bu görüşün bozukluğuna delâlet etmektedir. Basralılar, sözümüzdeki, (......) kelimesinin fiil olduğuna birkaç bakımdan delil getirmişlerdir: 1) (......) herkesin ittifakıyla bir fiildir. Bundan dolayı, onun fiil olduğu hususunda delil getirmekten sarf-ı nazar ediyoruz. 2) (......) kelimesinin son harfinin harekesi fethadır. Şayet o bir isim olsaydı, bir mübtedanın haberi olduğu zaman merfu olması gerekirdi. 3) Onun fiil olduğuna delil, senin, (......) sözünde olduğu gibi sonuna mansûb bir zamirin bitişmesidir. Bunların birinci deliline cevap: (......) kelimesi bazan fiil olduğu gibi, bazan isim de olur. Aynı şekilde o bazan da ism-i tafdil olur. Yine biz birçok bakımdan onun bir fiil olmadığına delil getirdik. Siz ise bizden (hâlâ) sadece delil istiyorsunuz. İkinci delile cevap: Biz, bu kelimenin son harfinin fetha oluşunun sebebini açıklayacağız. Üçüncü delile cevap: Bu, senin sözlerinle çelişir. İsm-i tasgir sigasıyla onun isim olduğuna istidlalde bulunmanın, mansub zamirin ona bitişmesi ile onun fiil olduğuna istidlalde bulunmaktan daha kuvvetli olduğunu söylemeye şaşmak lâzım. Siz kuvvetli delili bıraktığınız zaman, bu zayıf delili öncelikle terketmeniz lâzım. Bu görüş hakkında söylenebilecek sözlerin tamamı bunlardır. İkinci Görüş: Bu, Ahfeş'in tercihi olan görüştür. Ahfeş şöyle demiştir: "Kıyas, kelimesinden sonra zikredilen, (......) kelimesinin, (......)nın sılası yapılmasını ve (......)nın haberinin de mahzuf bir isim olmasını gerektirir." Bu da, zikredilmiş hususların birçoğu açısından zayıftır. Bunlardan birisi şudur: Şayet sen desen, senin bu sözün, (taaccüb ifâde edecek) düzgün bir söz değildir. sözün ise düzgün bir sözdür. Diğer hususlarda da söylenecek söz aynen bunun gibidir. Üçüncü Görüş: Bu, Ferrâ'nın tercihi olan görüştür. Buna göre, (......) kelimesi istifham ifâde eder; vezni ise, senin şu sözünde olduğu gibi, tafdil ifâde eden bir isimdir. Buna göre, (......) ifâdesinin manası, "Zeyd'den daha güzel hangi şey vardır?"demektir. Bu, şümulünde ondan daha güzel birşeyin bulunmasını yadırgamanın söz konusu olduğu bir istifham cümlesidir. Bu tıpkı, bir kimsenin ilminden haber verip de, başkasının kendisini yalanladığı bir kişinin kendisi ile tartışan kimsenin iddia ettiği şeyin doğru olmadığını, kendi aleyhine delil getirilemeyeceğini, ve o kimseden delil istediğinde, o kimsenin delil getiremeyeceğini ortaya koymak için, "Falancadan daha âlim olan kimdir?" demesi gibidir. Sonra senin, Zeyd'in uzuvlarından en güzelini sorduğun zaman söylediğin, "Zeyd'in en güzel (yeri) nedir?" sözünde olduğu gibi, her nekâdar, (......) kelimesinin merfu olması uygun ise de, bu istifham ile bu taaccûb manası arasında bir fark olduğu için, mansub olmuştur. Buna göre burada senin (......) sözünün manası, "Zeyd'in hangi uzvu en güzeldir?" sözünün manası da "Dünyada bulunan hangi şey Zeyd'den daha güzeldir?" şeklinde olur. Gördüğün gibi bu iki ifâde arasında bir fark var. Harekelerin farklı oluşu, manadaki farklılığı göstermek içindir. Bizim, (......) sözümüzün mansub oluşu da bir mana farkından dolayıdır. Çünkü burada, (......) kelimesi kendisine muzaaf kılındığı için bir mecrur olma durumu vardır. Fakat iki mana arasındaki farktan dolayı, ifadesinde mansub okunmuştur. Yine bunun gibi, her ism-i tafdilde bir fiil manası ve başkasının kendisine üstün kılınmış olduğu her şeyde de bir mef'ul manası vardır. Çünkü senin, sözünün manası, "Zeyd ilim hususunda Amr'i geçti" demektir. İşte bu manaya, bu farkı göstermeye ihtiyaç duyulduğu zaman başvurulmuştur. Dördüncü Görüş: Bu da, Kûfelilerden birisinin görüşüdür ki o şöyle demiştir: "Basralıların da dediği gibi, istifham ifâde eder; ise bir fiildir. ifâdesinin manası, "Hangi şey Zeyd'i güzelleştirdi?" demektir. Sanki sen bu ifâden ile, bu güzelliğin kemâli ile, bu güzelliğin failinin kemâline istidlalde bulunup, sonra da, "Benim aklım onun kemâlinin künhünü kavrayamıyor" diyor ve onun kemâlini sana açıklamasını başkasından istiyorsun. İşte bu konuda söylenmiş olan şeylerin hepsi, bunlardan İbarettir. İkinci taaccüb sîgast olan, ifâdesinin geniş bir izahını, inşallah (Meryem, 38) ayetinin tefsirini yaparken zikredeceğiz. Allah'ın Kitabı Hakkında İhtilâfa Düşenler |
﴾ 175 ﴿