186"Kullarım sana beni sordukları zaman, (onlara söyle:) Şüphesiz ki ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına icabet ederim. Binaenaleyh onlar da benim (da'vetime) icabet etsinler ve bana iman etsinler. İşte onlar (o zaman) hak yolu bulurlar" . Birinci Mesele Bu ayette birkaç mesele vardır: Bu ayetin, önceki ayetler ile mana bakımından nasil bir irtibatı olduğu hususunda görüşler vardır: 1) Allahü teâlâ, orucu farz kılıp, hükümlerini açıkladıktan sonra, "Allah size hidayet ettiği için Allah'ı ululayasınız, (tekbir getiresiniz) ve şükredersiniz diye..." buyurunca, ve kullarına zikir olan tekbiri ve şükrü emredince, lütfunun ve rahmetinin kullarına yakın olduğunu; onların zikir ve şükürlerinden haberdar olduğunu; kullarının nidalarını duyup, dualarını kabul edip, ümidlerini boşa çıkarmayacağını beyan etmiştir. 2) Allahü teâlâ, duadan önce mutlaka bir medh-ü senanın bulunmasının gerektiğine dikkat çekmek için ilk önce tekbiri emretmiş, daha sonra kullarını dua etmeye teşvik etmiştir. Görmüyor musun ki İbrahim (aleyhisselâm) dua etmek isteyince, önce Cenâb-ı Allah'ı medh-ü sena etmiş ve, "O beni yaratan ve bana hidayet edendir. Bana yediren, bana içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra beni diriltecek Odur. Kıyamet günü kusurlarımı bağışlayacağını umduğum da O (Rabb)dir." (Şuara, 78-82)demiştir. Bütün bunlar, Hazret-i İbrahim'in Allahü teâlâ'ya medh-ü senalarıdır. O bunlardan sonra duaya başlayarak, "Ya Rabbi, bana hüküm (hikmet) nasîb et ve beni salihlere kat" (Şuara, 83) demiştir. Burada da aynı şekilde Cenâb-ı Allah ilk önce tekbiri emretmiş, daha sonra da duayı emretmiştir. 3) Allahü teâlâ, önceki ümmetlere farz kıldığı gibi, Muhammed ümmetine de, uyudukları zaman orucu bozan şeyler onlara haram olacak şekilde orucu farz kılıp, bu onlardan bazılarına güç geldiği için, bu mükellefiyet hususunda Allah'a isyan edip, sonra da pişman olarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, nasıl tevbe edeceklerini sordukları zaman, Allahü teâlâ tövbelerini kabul edeceğini onlara haber vermek ve onların yalvarıp yakarmaları sebebiyle oruçtaki bu güç hükmü kaldırdığını bildirmek için bu ayeti indirmiştir. Duaya İcabete Dair Olan Ayetin Nüzul Sebebi Alimler bu ayetin sebeb-i nüzulü hususunda çeşitli vecihler zikretmişlerdir: a) "Ka'b'ul Ahbar'dan rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Ya Rabbi yakın mısın, sana münacaatta bulunalım (fısıltı ile yalvaralım). Yoksa uzak mısın, öyle ise sana bağırarak dua edelim" demiş. Bunun üzerine Allahü teâlâ, "Ey Musa, ben beni zikreden kimselerin oturma arkadaşıyım" dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da, "Ya Râbbi fakat biz bazan, cünüb olma ve tuvalette bulunma gibi, üzerinde bulunduğumuzda, seni zikretmekten tenzih edeceğimiz bir hal üzerinde oluyoruz?" dedi. Cenâb-ı Allah "Ey Musa, beni her halde zikret" buyurdu." Emir bu şekilde olunca, Allahü teâlâ kullarını kendisini zikretme ve bütün durumlarında kendisine başvurmaya teşvik etmiş ve bu ayeti indirmiştir. b) Bir bedevi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, O'na "Rabbimiz yakın mıdır ki biz de O'na sessizce yakarışta bulunalım, yoksa bize uzak mıdır ki böylece biz O'na yüksek sesle yalvarıp yakaralım?" der. Bunun üzerine de Allahü Teâlâ bu ayeti indirir. c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabıyla beraber tehlîl, tekbir ve duada seslerini yükselttikleri bir gazvede bulundu. Bunun üzerine Hazret-i .Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sizler sağır olan ve burada bulunmayan bir kimseye duâ etmiyorsunuz; siz ancak, her şeyi duyan ve size yakın olan bir Rabbe duâ ediyorsunuz " Buhâri, Tevhid, 9; Müslim, Zikir, 44 (4/2076). buyurdu. d) Katâde ve diğerlerinden rivayet edildiğine göre bu ayeti-i kerimenin nüzul sebebi, sahâbe-i kiramın, "Ya Resulallah, Rabbimize nasıl duâ edelim?" demiş olmalarıdır. İşte bunun üzerine Hak teâlâ ba ayet-i kerimeyi indirmiştir. e) Atâ ve diğerleri de, "sahâbe-i kiram, Hazret-i Peygamber'e, "Hangi saatte Allah'a duâ edelim?" diye sorduklarında, Allahü Teâlâ'nın bu ayeti inzal ettiğini" söylemişlerdir. f) İbn Abbas'ın zikrettiği şeydir. Buna göre Medine halkının yahudileri, "Ey Muhammed, senin Rabbin bizim dualarımızı nasıl işitir?" dediklerinde, bu ayet-i kerime nâzit oldu. g) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e soru sorup da, "Rabbimiz nerede?" dediklerinde Allahü Teâlâ bu ayet-i kerimeyi indirdi. h) Bizim, daha önce zikrettiğimiz Hak teâlâ'nın, "Sizden öncekilere farz kılındığı gibi..." (Bakara. 183) ayeti, uyuduktan sonra yemenin haram kılınmasını gerektirip, sonra onlar yemek yiyip, bunu müteakiben de pişman olarak tevbe edip, Hazret-i Peygamber'e, "Allahü Teâlâ tövbelerimizi kabul eder mi?" diye sordukları zaman, Allahü Teâlâ bu ayeti indirmiştir. Bil ki Hak teâlâ'nın, "Sana kullarım benden sorarlarsa, bilsinler ki ben yakınım" ayeti, ashâb-ı kiramın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Allahü Teâlâ hakkında soru sormuş olduklarına delâlet etmektedir. Buna göre bu soru, ya Allah'ın zâtı veya sıfatları veyahut da fiillerine dairdir. Allah'ın zatı ile ilgili soruya gelince, bunu soran kimse teşbihi (Allah'ı mahlûkata benzetmeyi) mümkün görenlerden olur da böylece Allah'ın zatı bakımından yakın veya uzak oluşunu sormuş olur. Allah'ın sıfatları ile ilgili soruya gelince, bu soruyu soran kimse, "Allahü teâlâ bizim dualarımızı duyar mı?" manasında sormuş olur. Buna göre soru, Allahü teâlâ'nın semî oluşu ile ilgili olmuş olur. Veya bu sorudan maksad, Allahü teâlâ'nın duaya nasıl müsâade ettiği hususudur: O, dua etmeye izin vermiş midir; bütün isimleri ile kendisine dua etmemize müsâade etmiş midir, yoksa kendisine belli bazı isimleriyle dua etmemize mi müsâade etmiştir; kendisine istidiğimiz şekilde duâ etmemize müsâade etmiş midir, yoksa ancak belli bir şekilde kendisine dua etmemize mi izin vermiştir? Nitekim Hak teâlâ, "Namazında pek bağırarak okuma, sesini fazlaca da kısma..." (İsra, 110) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın fiilleri ile ilgili soruyu soran kimse ise, şunları sormuş olmaktadır: "Cenâb-ı Allah bizin duamızı işittiği zaman, isteğimize icabet eder mi ve bizim kendisinden istediğimizi yapar mı?" Buna göre Allahü Teâlâ'nın, (......) ifâdesi, saydığımız bütün vecihlere muhtemel olmakla birlikte, şu iki sebebten ötürü onu Allah'ın zatı ile ilgili soruya hamletmek evladır. 1) Ayetteki, (benden) sözünün zahiri, sorunun Allah'ın fiilleri ile ilgili olmayıp, zatı ile ilgili olduğunu gösterir. 2) Soru müphem olur, cevabı da tafsilâtlı olursa, cevap, bu müphem sorudan maksadın o muayyen şey olduğuna delâlet eder. Buna göre Allahü teâlâ, sorunun cevabı olarak, "Şüphesiz ki ben (onlara) çok yakınım" buyurunca, biz sorunun Allah'ın, zat-ı ilâhisi bakımından yakın veya uzak olduğu hususunda sorulduğunu anlarız. Birisi şöyle diyebilir: "Bu soru, sizin dediğinizin aksine, Cenâb-ı Allah'ın fiilleri hususunda sorulmuştur. Çünkü bu soru, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki ben (onlara) çok yakınım" deyip de peşine, "Bana dua ettiği zaman, dua edenin duasına icabet ederim" buyurmasının da delâlet ettiği gibi, "Allah onların dualarına icabet eder mi, onların isteklerini verir mi?" şeklindedir. Bu konunun izahı budur. Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz ki ben (onlara) pek yakınım" ayetinde birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bil ki bu yakınlıktan maksad, yön ve mekan itibanyla değil, aksine ilmi ve muhafazası itibarıyladır. Binaenaleyh burada iki önemli şeyi izaha ihtiyaç hissedilir: Birincisi: Allah'ın Kula Yakınlığı Mekân Bakımından Değildir Birincisi, ben yakınlığın mekân itibarı ile bir yakınlık olmadığını izah etme hususundadır. Buna şunlar delâlet eder: a) Eğer Allah bir mekânda bulunup duyularla ulaşılabilecek şekilde olsaydı, o zaman O, bölünebilirdi. Çünkü O'nun atom gibi küçük ve önemsiz olması imkânsızdır. Eğer o bölünebilir bir varlık olsaydı, o zaman o, mahiyetinin meydana gelmesinde, farzedilen bütün parçalarının gerçekleşmesine muhtaç olurdu. Halbuki bir şeyin parçası, kendisi değildir. Binaenaleyh eğer Cenâb-ı Allah bir mekânda bulunsaydı o zaman başkasına muhtaç olmuş olurdu. Başka şeye muhtaç olan ise zâtı itibarıyla mümkin, sonradan yaratılmış (muhdes) ve bir yaratıcıya muhtaç olur. Bu işe, Kadîm olan Yaratıcı hakkında düşünülemez. Böylece Allah'ın bir mekânda olmasının imkânsızlığı ortaya çıkmış oldu. Bu sebeble O'nun yakınlığı mekân itibarıyla olamaz. b) Eğer Allahü teâlâ, bir mekânda olsaydı, ya her yönden sonsuz ve sınırsız olurdu, veya şu yönden (cihetten) değil de bu yönden sonsuz ve sınırsız olurdu veyahut da bütün yönlerden sınırlı olurdu. Birinci ihtimal imkânsızdır. Çünkü kati olan aklî deliller, sınırsız bir mesafenin varlığını kabul etmenin imkansız olduğuna delâlet etmektedirler. İkinci ihtimal de, bu bakımdan imkânsızdır. Bir de iki taraftan birisi sonlu, diğeri de sonsuz olsaydı, sonlu olan tarafın hakikati, mahiyyeti bakımından, sonsuz olan tarafın hakikatine ters ve muhalif olurdu. Bundan da Allahü Teâla'nın, tabiatları farklı olan cüzlerden meydana gelmiş olması gerekirdi. Halbuki muarızımız bunu söylememektedir. "Her taraftan sonlu olması" anlamındaki ihtimal de, bizimle muarızımız arasında meydana gelen bir İrtifakla, bâtıldır. Böylece Allahü Teâlâ'nın her hangi bir cihette bulunduğuna dair bir hüküm vermek de bâtıl olur. c) Bu ayette zikredilen yakınlığın yön itibariyle bir yakınlık olmadığına delâlet eden en kuvvetli bir delil yine bu ayettir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Allah bir mekânda bulunsaydı, herkese yakın olamaz, aksine Arş'ı taşıyan meleklere yakın, diğer varlıklardan ise uzak olurdu. Ve yine Allah, doğuda Zeyd'e yakın olduğunda, batıda olan Amr'dan uzak olmuş olurdu. Ayet, Allahü Teâlâ'nın herkese yakın olduğuna delâlet edince, ayette zikredilen yakınlığın cihet itibariyle olan bir yakınlık olmadığını anlamış olduk. , Bundan maksadın cihet itibarıyla yakınlık olması bâtıl olunca, ayette bahsedilen yakınlıktan muradın, "Allahü Teâlâ'nın onların dualarını işitmesi ve yalvarıp yakarmalarını görmesi manasında" bir yakınlık olduğu; veyahut da bu yakınlıktan maksadın Cenâb-ı Allah'ın ilmi ve görüp gözetmesi bakımından bir yakınlık olmuş olduğu ortaya çıkmış olur. İşte bu manâda olmak üzere Cenâb-ı Hak, "Nerede olursanız, Allah sizinle beraberdir" (Hadid, 4). "Biz o insana, şah damarından daha yakınız" (Kaf. 16)ve, "Üç kişi aralarında fısıldaştıklarında, Allah onların dördüncüsüdür" (Mücadele, 7) buyurmuştur. Müslümanlar, Allahü Teâlâ'nın her mekânda bulunduğunu söylüyor, bununla O'nun tedbirini, muhafazasını ve görüp gözetmesini kastediyorlar. Bu mukaddimeyi iyice kavradığın zaman biz deriz ki, Kur'an'ın nazil olduğu dönemde bulunan kimseler içinde teşbihe taraftar olan kimselerin bulunmuş olduğunu söylemek, uzak bir ihtimal değildir. Çünkü gerek müşrik Araplar, gerek yahudiler ve gerekse bunların dışında tutumları böyle olanlar yani teşbihe kail olanlar bulunmaktaydı. Buna göre Hazret-i Peygamber'e soru sorup ve, "Rabbimiz nerede?" dediklerinde, bu sorunun cevabının, "Ben yakınım" şeklinde olması doğru olur. Yine bunun gibi, onlar Hazret-i Peygamber'e soru sorup, "Rabbimiz duamızı işitir mi?" dediklerinde, bunun cevabında da, "Ben yakınım!" demiş olması uygun olur. Çünkü konuşan kimseye yakın olan, onun sözünü duyar. Eğer onlar Hazret-i Peygamber'e, "Allah'a nasıl duâ edeceğiz? Sesimizi yükselterek mi, yoksa kısarak mı?" şeklinde bir soru yöneltmişlerse, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben yakınım!" diyerek bu soruyu cevaplaması da doğru olur. Yine onlar, Hazret-i Peygamber'e, "Duamızla, Rabbimiz istediğimiz şeyi bize verir mi?" şeklinde soru sordularsa, bu ifâdenin cevap olması yine uygundur. Keza onlar, Hazret-i Peygamber'e, "Biz günah İşleyip, daha sonra da tevbe ettiğimizde, Allah tövbelerimizi kabul eder mi?" diye sorduklarında, Allahü Teâlâ'nın, "Ben yakınım!" diyerek bunların sorusuna cevap vermesi de uygun düşer. Yani, "Ben onlara, rahmet nazarımla, günahlarımı bağışlamam ve tevbelerini kabul etmemle yakınım" demektir. Böylece cevâbın, bütün takdirlere göre, suâle mutabık olduğu ortaya çıkmış olur. İkinci Mesele Ayet, Allah'ın icabetinin ancak, duâ edenin isteğine muvafık bir biçimde, bu tür şeylerin meydana gelmesiyle bilindiğine delâlet eder. Böylece bu onu, onun dualarını işiten ve arzularını boşa çıkarmayıp karşılayan bir müdebbir ve âlemin yöneticisi olmasaydı, o anda bu maksadının meydana gelmemesi gerekirdi, sonucuna götürür. Bil ki Allahü Teâlâ'nın ifâdesinde akti bir sır bulunmaktadır. Çünkü, mümkin varlıkların mahiyetlerinin varlıkla muttasıf olmaları, ancak bir Yaratıcının yaratmasıyla mümkün olabilir. Böylece Yaratıcının yaratması, mümkin varlıkların mahiyetleriyle onların varlıkları, var oluşları arasına girmiş gibidir. Böylece Yaratıcı, mümkin olan her varlığın mahiyetine, o mahiyetin varlığının kendisine olan yakınlığından daha yakın olmuş olur. Burada, bundan daha üstün olan bir söz vardır. Bu da şudur: Yaratıcı, mümkin varlıkların mahiyetlerinin, kendisinden dolayı var oldukları bir zattır. Yine bu yaratıcıdan dolayı cevher, cevher; siyah, siyah; akıl, akıl; ve nefs de nefs olur. Yaratıcının te'siri ve tekviniyle mahiyetler var olduğu gibi, yine O'nun tesiri ve tekvini sebebiyle her mahiyyet başkası değil, ancak kendisi olmuş olur. Bu sözlerle mukayese edildiğinde, Yaratıcı, her mahiyete, o mahiyetin kendisine olan yakınlığından daha yakın olmuş olur. Buna göre şeyet "Mahiyeti meydana getirmek imkânsızdır. Çünkü siyahı siyah kılmak akledilebilecek bir şey değildir" denilir. Biz deriz ki, tıpkı bunun gibi varlığı var kılmak da imkânsızdır. Çünkü varlık da bir mahiyettir. Yine mevsûfiyyeti (bir şeyle nitelenmiş olma) mahiyyete delâlet edici kılmak da mümkün değildir. Bu durumda mahiyyet fail değildir. Varlık da bir mahiyettir. Dolayısıyla bir fail olmaz. Mahiyyetin varlıkla nitdelendirilmiş olması da bir mahiyyettir. Dolayısıyla, o da fail olamaz. Binaenaleyh bu durumda hiçbir şey fail ile meydana gelmiş olmaz. Bu ise, apaçık bir biçimde yanlıştır. O halde hepsinin bir fail ile meydana geldiğine hükmetmek gerekir. O zaman da, bizim anlattığımız söz ortaya çıkmış olur. Dua Cenâb-ı Hakk'ın, "Bana duâ ettiğinde, duâ edenin yakarışına icabet ederim" kavlinde birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ebu Amr ve Nâfi'den rivayet eden Kâlun, her iki kelimede de vasıl halinde olmak üzere yâ harfini getirerek, (......) şeklinde okumuşlardır. Diğerleri ise, yâ harfini düşürerek okurlar. Buna göre birinci kelimede vasi, ikinci kelimede de hafiflik için yâ harfi hazfolunmuştur. Duanın Mâna ve Mahiyeti Ebu Süleyman el-Hattabi şöyle demiştir: Dua kelimesi, senin (......) sözünden olmak üzere bir masdardır. Daha sonra âlimler masdarı isim yerine koymuşlardır, "Ses duydum" dediğin gibi, aynı şekilde, 'bir çağın işittim" de dersin. Bazan masdar, isim yerinde kullanılabilir. Meselâ Arapların "âdil adam" anlamında, demeleri gibi... Duanın hakikati, kulun Rabb(c.c)'inden, O'nun inayetini istemek ve yardımını talep etmektir. Ben derim ki: İnsanlar duâ hakkında ihtilâf etmişlerdir. Cahillerden bazıları duanın faydasız bir şey olduğunu söylemişler ve buna da birkaç yönden istidlal etmişlerdir: a) Duâ ile talep edilen şeyin meydana geleceği Allah katında biliniyorsa, onun mutlaka meydana gelmesi gerekir. Dolayısıyla, duâ etmeye gerek kalmaz. Eğer o şeyin meydana gelmeyeceği biliniyorsa, meydana gelmesi imkânsız olur; dolayısıyla duâ etmeye yine gerek kalmaz. b) Bu âlemdeki olayların meydana gelmesinin nihayette mutlaka zâtı gereği vâcib olan kadîm bir müessire dayanması gerekir. Aksi halde ya teselsül, ya devri fasit yahut da, müessir bulunmadan hâdisenin bulunmuş olması gerekir. Bütün bunlarsa, imkânsızdır. Bu olayların, nihayette kadîm bir müessire dayanmasının vâcib olduğu sabit olunca, kadîm olan bu müessirin o hâdisenin var olmasını ezeli ve kadîm olan bir iktizâ ile gerektirince, o şey mutlaka meydana gelir. Kadîm olan müessirin o şeyin var olmasını ezelî ve kadîm olan bir iktizâ ile gerektirmediği zaman ise, o şeyin meydana gelmesi imkânsız olur. Bütün bu işlerin ezelde böyle olacağı sabit olunca, duâ etmenin kesinlikle bir tesiri olmaz. Bu görüşte olan kimseler çoğu kez bu mânadaki sözlerini, "Kaza ve kader, önceden geçmiş olup, belirlenmiştir. Binaenaleyh, duâ etmek kaza ve kader hakkında hiçbir şeyi arttırmayacağı gibi, duâ etmemek de kader ve kazadan herhangi bir şeyi eksiltmez. O halde duâ etmede ne fayda vardır ki?" diyerek ifâde etmişlerdir. Hem Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü Teâlâ, mahlûkâtı yaratmadan şu kadar yıl önce, onların kaderlerini takdir etmiştir' Tirmizi, Kader, 16 (4/458) (Benzer bir hadis). buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "Kader kalemi, olacak olan bütün şeyleri yazmış ve mürekkebi kurumuştur' Taberâni el-Kebir'de rivayet etmiştir. (Keşfu'l-hafâ. 1/332) dediği rivayet edilmiştir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Dört şey vardır ki, olup bitmiştir (artık değişmez): Ömür, rızık yaratılış ve huy" buyurmuştur. c) Hak teâlâ, gaybları bilendir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah gözlerin yan bakışını ve kalblerin gizlediği şeyleri bilir" (Mümin, 19) buyurmuştur. O halde, duâ eden kimsenin duaya niye ihtiyacı olsun? İşte bu sebepten dolayı onlar, şöyle demişlerdir: Cebrail (aleyhisselâm) bu söz sebebiyle, onun yüzüsuyu hürmetine ihlas ve kulluk mertebelerinin en yücesine ulaşmıştır. Eğer duayı terketmek efdal olmasaydı, bu böyle olmazdı. d) Duâ ile istenen şey eğer kulun menfaatine olan şeylerden olursa, mutlak olarak cömert olan Allah, onu ihmal etmez. Eğer onun faydasına olan şeylerden değilse, zaten bunu istemek uygun olmaz. e) Gerek aklın, gerekse sahih hadislerin şehadetleriyle, sıddîkların makamlarının en yücesi ve en fazla göz alıcısı, Allah'ın kaza ve kaderine razı olmaktır. Duâ ise, bu duruma ters düşer. Çünkü bu, bir şeyi taleb etmekle meşgul olmak ve nefsin arzusunu Allah'ın muradına ve O'nun insanlara ayırmış olduğu pay ve hisselere tercih etmek demektir. Duâ etmek, emretmek veya nehyetmeye benzer. Kulun, rahîm ve kerîm olan Mevlâ'sı hakkında böyle bir şey yapması, edebte kusur etmektir. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber Rabb (c.c)'inden rivayet ederek, bir hadis-i kudsîde şöyle demiştir "Her kimi beni zikretmesi benden bir şey istemesinden alıkorsa, ben o kimseye, isteyenlere verdiğinden daha üstününü veririm. Tirmizi, Fedâilu'l-Kuran, 25 (V/184). Böylece, yapılan bu izahlarla, evlâ olanın duayı terketmek olduğu ortaya çıkmıştır. Aklı başında olan büyük çoğunluk ise şöyle demiştir: Duâ, kulluk makamlarının en önemlisidir. Aklî ve naklî birçok açıklama da buna delâlet etmektedir. Nakli delillere gelince, bunlar pek çoktur. 1) Allahü Teâlâ kitabının birçok yerinde, bir kısmı usûl ile ilgili, bir kısmı da fürû ile ilgili olan değişik yerlerde suâl ve cevâplar zikretmiştir. Usûle dair olanlara gelince, bunlar Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve sana, ruhtan sorarlar; de ki rûh, Rabbimin emrindendir" (isra, 85); "Sana dağların (kıyamet günündeki) halinden sorarlar; de ki "Rabbim onları savuracaktır" İsra. 105); 'Sana kıyametin saatinden soruyorlar; de ki "onun ilmi muhakkak ki Allah katındadır" (Ahzâb, 63) ayetleridir. Fürûa dair olanlara gelince, bunlar da Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetleridir: "Sana, neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki; "artanını" (Bakara, 219). "Sana, haram aydan, onda savaşın yapılıp yapılmayacağından soruyorlar. De ki, "onda olan savaş büyük bir suçtur" (Bakara, 217); "Sana hamr ve meysirden soruyorlar; de ki, "bunlarda büyük bir günah vardır" (Bakara, 219) "Sana yetimlerden soruyorlar; de ki, onların hallerini ıslâh daha hayırlıdır" (Bakara, 220); 'Sana, hayız halinden soruyorlar; de ki "o, bir eziyyettir " (Bakara, 222); "Sana ganimetlerden soruyorlar; de ki "ganimetler Allah... içindir" (Enfal, 1); "Sana Zülkarneyn'i sorarlar. De ki "size ondan bir haber okuyayım" (Kehf, 83) "Onlar, "O (azab) bir gerçek mi?" diye senden sorarlar. De ki: "Evet, Rabbime yemin ederim ki o şüphesiz ki gerçektir" (Yûnus, 53) ve, 'Onlar senden fetva soruyorlar. De ki: "Kelâle hususunda Allah size fetva veriyor" (Nisa, 176.) Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Bu suallerin cevabı üç şekilde gelmiştir. Bunda çoğunlukta olan şu şekildir: Allahü teâlâ, bir suali nakledince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e (de) şeklinde hitab eder. Bir tek misalde cevab fâ-i takibiyye ile, "Buna göre de ki." şeklinde gelmiştir. Bunun sebebi, Allahü teâlâ'nın, "Sana dağlardan sorarlar" ifâdesinin dağların kadîm mi hadis mi (ezelî mi, sonradan olma mı) olduğu hususunda soru oluşudur. Bu, usûle ait bir meseledir. Şüphesiz Hak teâlâ, "Buna karşı de ki "onları Rabbim savuracaktir" (Tâhâ, 106) buyurmuştur. Sanki bununla, "Ye: Muhammed bu suâle hemen cevap ver, cevabı geciktirme. Çünkü bu husustaki şek küfürdür" demiştir. Sonra cevabın takdiri, "Bu savurma, dağın her parçası için mümkündür. Binaenaleyh bütün olarak dağ hakkında da mümkündür. Dağın savrulup yok edilebilecek olması, onun kadim olamayacağına delâlet eder. Diğer meseleler, ikinci derecededir. Bu sebeple o soruların cevabında fa-i takibiyye getirilmemiştir. Üçüncü şekil, şu ayetteki gibidir: "Kullarım sana benden sorarlar ise, şüphesiz ki ben (onlara) çok yakınım." Allahü teâlâ, bu ayette cevap olarak, "Onlara de ki: "Şüphesiz ben yakınım" dememiştir. Bu, duâ halinin birçok bakımdan büyüklüğüne delâlet eder: a) Sanki Allahü teâlâ, ' Ey kulum sen dua etme dışında bir vasıtaya (aracıya) muhtaçsın. Fakat duada benimle aranda herhangi bir vasıta yoktur." b) "Kullarım sana benden sorarlar ise.." ayeti, kulun Allah'a ait olduğuna; "Şüphesiz ki ben (onlara) çok yakınım" ayeti Allah'tan kula hep hayır geldiğine delalet eder. c) Cenâb-ı Allah ayette, "Kulum bana yakındır" buyurmamış, aksine "Ben ona yakınım" buyurmuştur. Burada nefis bir incelik vardır: Çünkü kul "mümkinü'l-vücûd" dur. Kul böyle olduğu için, ademin (yokluğun) merkezinde ve "fena" (yok olma) halinin zirvesindedir. Dolayısı ile onun Allah'a yaklaşması mümkün olmaz. Allahü teâlâ, fazlı ve rahmeti ile kullarına yaklaşmaya kadirdir. Buna göre o yaklaşmak Hak teâlâ'dan kula doğru olur, kuldan Hakka'a doğru olamaz. İşte bundan dolayı Allahü Teâlâ, buyurmuştur. d) Duâ edenin zihni, Allah'tan başkasıyla meşgul olduğu müddetçe, Allah'a dua etmiş olmaz. İnsan herşeyden vazgeçince, hak olan bir (Allah'ın) ma'rifetine dalmış olur. Böylece de, bu makamda bulunmasından dolayı, kendi hakkını istemesi ve payını düşünmesi imkânsız olur. Aradaki vasıtalar tamamen kalkınca, yakınlık meydana gelir. Kul, kendi nefsinin maksadlarına iltifat etmeye devam ettiği müddetçe, Allah'a yaklaşamaz. Çünkü bu maksadlar onu Allah'dan alıkor. Böylece duanın, Allah'a yakın olmayı ifâde ettiği ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple dua, ibâdetlerin en üstünüdür. 2) Cenâb-ı Allah, duanın fazileti hususunda, "Rabiniz, "Bana dua edin ki size icabet edeyim (duanızı kabul edeyim) buyurdu" (Mü'min, 60) buyurmuştur. 3) Allahü Teâlâ, duanın üstünlüğünü beyân hususunda onu emretmekle yetinmemiş, aksine bir başka ayette, kendisinden birşey istenmediği zaman gazablandığını belirterek, "Onlar, kendilerine bizim azabımız geldiği zaman yalvarmak değiller miydi? Fakat onların yürekleri katılaşmış, şeytan da yapmakta oldukları şeyleri onlara süslü göstermiştir" (Enam, 43) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Sizden birinin "Allah'ım, dilersen beni bağışla.." diye dua etmesi doğru değildir. O kimse, kesin ifâde kullanır ve "Allah'ım, beni bağışla" der " Buhari, Tevhid. 31; Müslim, Zikr, 7. buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Dua, ibâdetin iliği (özü) dür" Tirmizi, Duâ, 1 (V/456). buyurmuştur. Nu'man b. Beşir'den de, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Dua İbâdetin tâ kendisidir" Tirmizi, 3. sûrenin tefsiri, 16. deyip, "Rabbiniz, "bana dua edin ki size icabet edeyim (duanızı kabul edeyim)" (Mümin, 60) ayetini okuduğu rivayet edilmiştir. Buna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Dua ibadetin ta kendisidir" sözü, "Dua, ibâdetlerin büyüğü ve üstünüdür" manasındadır. Tıpkı, “Hac Arafat demektir.” Timizi, 2. sûrenin tefsiri, (V/214). hadisinin, Arafat'da vakfe yapmak, haccın en büyük rüknüdür" manasına gelmesi gibi. 4) Allahü Teâlâ'nın, "Yalvararak ve gizlice Rabbinize duâ ediniz" (Araf, 55); ve "De ki: "Sizin duanız olmasaydı, Rabbim size ne değer verirdi?" (Furkan, 77) ayetleridir. Bu konudaki ayetler pek çoktur. Binaenaleyh, kim duanın geçersiz olduğunu iddia ederse, o kimse hiç şüphesiz Kur'an'ı inkâr etmiş olur. Duayı Kabul Etmeyenlerin İddialarına Cevaplar Duayı kabul etmeyenlerin birinci delillerine şu şekilde cevap verilir: Bu görüş mütenakızdır (çelişiktir). Çünkü, insan duâ ederken o şeyin meydana geleceği malûm ise, sizin duanın geçersizliğini söylemenizde herhangi bir fayda yoktur. Eğer, duaya konu olan şeyin meydana gelmeyeceği biliniyorsa, onu inkâr etmenize zaten gerek kalmaz. Sonra biz diyoruz ki, Allah'ın ilminin, kaza ve kaderinin keyfiyyeti aklımız tarafından kavranılamaz. İlahi hikmet, kulun kulluğunun ancak onunla tamamlandığı, "ümit ile korku" arasında bulunma halini gerektirir. İşte buna dayanarak biz Allah'ın ilminin herşeyi ihata ettiğini, kaza ve kaderinin her şeyde carî olduğunu itiraf etmemizle beraber mükellef olduğumuzu söylüyoruz. Kaderle İlgili, " Hadisinin Mühim Bir İzahı İşte bu müşkilden dolayı sahâbe-i kiram, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e soru sorarak şöyle demişlerdir: "Ya Resulallah, bizim şu amellerimiz bitirilmiş midir, yoksa kişinin kendi başına yaptığı bir şey midir?" Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Tam aksine, olup bitmiş bir şeydir" deyince onlar, "O zaman, niçin, hangi şeyden dolayı çalışıp çabalıyoruz?" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "Çalışma; çünkü herkes, ne için yaratılmışsa, o şey kendisine kolaylaştırır. Buhari, Kader, 2, 4. buyurmuştur. Sen bu hadisteki inceliklere bak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine soru soranları iki durum arasında bırakmış, onları önce kesinleşmiş ve bitirilmiş kader ile korkutmuş; sonra da onlara, ibadetin basamağı olan âmeli, çalışmayı gerekli kılmıştır. Böylece Hazret-i Peygamber, kaza ve kaderden dolayı amel etmeyi bıraktırmamış, iki durumdan birisi için diğerini terketmemiştir. Hazret-i Peygamber böylece bildirmiştir ki çalışmanın faydası bizzat o bitmiş, takdir edilmiş durumdur; ve, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu beyanı ile o kişi daha var olmadan önce kaderce tayin edilen iş ve amelin, ömründeki günlerde o şahsa kolaylaştırıldığını (ona nasib edildiğini) anlatmak istemiştir. Ancak sen, burada müyesser (yani kolaylaştırılmış) şey ile, musahhar olan (yani âmâde kılınmış şey) arasındaki farkı bilmek istersin ve bilmeye hazırlanırsın. Çünkü bu mesele, kaza ve kader meselesi gibidir. Kesb ve rızık konusunda da hüküm aynıdır. Çünkü bunlar da aslında hükmedilmiş, bitmiş şeylerdir. Bunların peşine düşmek rızkı artırmadığı gibi, terketmek de noksanlaştırmaz. Bu kimselerin ikinci şüphelerine şöyle cevap verilir: Dua etmekten maksad, birşeyi bildirmek değil, aksine o kulluğu, zilleti, kalbin kırıklığını ve tamamen Allah'a yönelişi ortaya koymadır. Üçüncü şüphelerine şöyle cevap verilir: Daha önce maslahat olmayan (yani kulun yararına olmayan) şeyin, dua vesilesiyle maslahata dönüşmesi mümkündür. Dördüncü şüphelerine ise şöyle cevap verilir: Kulun dua etmeden maksadı, zelil ve yoksul olduğunu ortaya koymak, daha sonra da Allah'ın takdir ettiği şeylere razı olduğunu ifâde etmek olursa, bu, kulluk makamlarının en büyüğüdür. Bu konuda, diğer şüphelere de bu cevap verilebilir. Duanın Kabul Edilmediği Durumları Nasıl İzah Edersiniz? Ayetle ilgili meşhur ve güç bir soru vardır. O da, Allahü teâlâ'nın bir âyette, "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim" (Mü'min, 60) buyurup bu ayette "Dua ettiği zaman, dua edenin duasına icabet ederim" ve, "Darda kalan, kendisine dua ettiği zaman ona (Allah'tan başka) icabet eden var mıdır?" (Neml, 62) buyurmuştur. Sonra biz, duâ ve niyazda çok yalvarıp yakaran kimseleri görüyoruz ki dualarına icabet edilmiyor. Buna şöyle cevap veririz; Bu ayet, her nekadar mutlak manada ise, bu manada bir başka ayet de mukayyed olarak gelmiştir: Bu da, "Hayır, sadece O (Allah'a) dua edersiniz. O da dilerse, duâ ettiğiniz şeyi (belâyı) açar (giderir) (Enam. 41) âyetidir. (Bu ayet, icabeti Allah'ın dilemesiyle kayıtlamıştır) Bir konuda mutlak olanın mukayyed olana hamledildiğinde şüphe yoktur. Bu ayetlerdeki mananın izahı hususunda şu vecihler zikredilmiştir: 1) Dua eden kimsenin, duasına bir karşılık bulması gerekir. Bu karşılık ya dua ederek taleb ettiği şeyi elde etmektir. Bu, dua ile istenen şey kadere uygun ise, olur. Eğer istenen şeye ilâhi kâza ve kader müsait değilse, Cenâb-ı Allah o kimsenin kalbine bir sekînet (huzur ve rahatlık), göğsüne bir genişlik ve mevcud belâya tahammülünü kolaylaştıracak bir sabır verir. Binaenaleyh her halükârda dua etmek fâidesiz değildir. Bu da, icabet (duayı kabul) çeşitlerinden bir çeşittir. 2) Kaffâl Tefsiri'nde, Ebu Sâid el-Hudri (radıyallahü anh)'den, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Müslümanın duası, günah veya sıla-ı rahmi koparma hususunda olmamak şartıyla şu üç şekilden biri ile kabul edilir: Ya dünyada onun istediği peşin verilir; veya onun için (mükâfaat) ahirete saklanır veyahut da yaptığı dua kadarı ile kendisinden bir belâ ve kötülük giderilir. Müsned; 3/18. Bu soruya cevap verme hususunda, tam açıklama işte bu hadiste vardır. Çünkü Hak teâlâ, Bana dua edin ki size icabet edeyim" (Mümin, 60) buyurmuş. "Ben size derhal icabet ederim" dememiştir. Buna göre Allahü teâlâ, bu kimseye ahirette de olsa icabet ettiği (duasını kabul ettiği) zaman, ilâhî va'adi tahakkuk etmiş olur. 3) Cenâb-ı Hakk'ın, " Bana dua edin ki size icabet edeyim" (Mümin, 60) buyruğu, dua eden kimsenin Rabbini bilip kabul etmiş olmasını gerektirir. Aksi halde o, Allah'a değil, aslında bir varlığı bulunmayan hayali bir şeye dua etmiş olur. Bu sebeble, dua eden kimsenin şartının Rabbisini tanıyan bir kimse olacağı ortaya çıkmış olur. Cenâb-ı Allah'ın ancak kaza, kader, ilim ve hikmetine uygun olan şeyi yapması da O'nun vasıflarındandır. Dua eden kimse Rabbisinin bu vasıfta olduğunu bilince, kalbi ve aklı ile, "Ya Rabbi falanca işimi mutlaka yap" demesi imkânsız olur. Aksine bu kişinin, "Eğer şu işimv senin kaza, kader ve hikmetine uygun ise bunu yap" demesi gerekir. İşte ayette icabet edileceği bildirilen dua bu şartları haiz olan duadır. Bu takdire göre de, dördüncü sual kendiliğinden ortadan kalkar. Çünkü "duâ" ve "duaya icabet" lâfızları birçok manaya gelebilir: a) "Duâ" tevhid ve Allah'a medh-ü senadan ibarettir. Meselâ kul, "Ey kendisinden başka ilah olmayan Allah'ım..." der. Buna, "dua" denmiştir. Çünkü sen bununla Allah'ı tanıyıp, O'nu birleyip medh-ü sena etmiş olmaktasın. İşte bu izahtan dolayı, bu söze de "dua" denmiştir. Bu mana "dua" diye isimlendirilince, lâfızlar aynı cinsten olduğu için, bunun kabulü de "icabet" diye ifâde edilmiştir. Bunun benzeri şeyler pek çoktur. İbnü'l-Enbârî ise şöyle demiştir. "Ayette geçen, (......) kelimesinin manası, "Dinliyorum, işitiyorum" demektir. Çünkü işitme ile icabet etme arasında bir çeşit mülâzemet (birbirini gerektirme) vardır. İşte bundan dolayı, işitmek ile icabet etmek kelimeleri birbirlerinin yerine kullanılırlar. Binaenaleyh bizim, "Allah hamdeden kimseyi duydu" sözümüz, "Allah ona icabet etti (hamdini kabul etti)" manasınadır; aynı şekilde, "Dua edenin duasına icabet ederim" ayetinin manası, "Onun duasını işitirim" demektir. Allahü teâlâ'nın, "Bana dua edin ki size İcabet edeyim" (Mümin, 60) ayetini, bu mânaya hamlettiğimizde mesele çözülmüş olur. b) "Duâ"dan murad, günahlardan tevbe etmektir. Bu böyledir, çünkü tevbe eden, tevbe ederken Cenâb-ı Allah'a dua etmektedir. Bu manaya göre duaya icabet etmek de, tevbeyi kabul etmekten ibarettir. Yine bu izah tarzına göre de problem söz konusu değildir. c) "Duâ" dan murad ibâdettir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Dua ibadetin ta kendisidir" Tirmızı, 3. sûrenin tefsiri, 16; İbn Mace. Duâ, 1; Ahmed İbn Hanbel, IV 267. vd. buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbiniz, "Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim. Bana ibâdet etmekten büyüklenenterr hor ve hakir olarak cehenneme girecekler" (Mümin, 60) ayeti de bu manaya delâlet eder. Böylece burada, duadan maksadın ibadet olduğu ortaya çıkmış olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu izaha göre, Allah'ın dualara "icabet" etmesi, kendisine itaat edenlere mükâffatı tastamam vermesinden ibarettir. Nitekim Cenâb-ı Hak, İman eden ve salih ameller işleyenlere icabet eder ve onlara fazl-u kereminden bol bol verir" (Şûra. 26) buyurmuştur. İşte bu izaha göre de bu müşkil ortadan kaldırılmış olur. d) Duanın, "kulun Rabbinden ihtiyaçlarını istemesi", şeklinde tefsir edilmesidir. Böylece dile getirilen istek, eğer bu açıklamaya göre ise, diğer üç izaha göre yapılmış olamaz. Böylece de problem ortadan kalkmış olur. Dördüncü Mesele Mu'tezile, "Dua ettiği zaman dua edenin duasını kabul ederim" ayetinin, "İman edip de imanlarına (şirk) zulmünü bulaştırmayan.." (Enam.82)mü'minlere has olduğunu söylemiştir. Çünkü inşanı, "Allahü teâlâ, onun duasına icabet etmiştir" diye anlattığımızda bu, insanı medhetme ve yüceltmedir. Görmüyor musun, insanın dinî bakımdan halini yüceltmede mübalağa etmek istediğimizde, "O, duası kabul edilen bir zattır" deriz. Bu vasıf, dinî bakımdan en büyük mertebelerden biri; "fâsık" vasfı dinî bakımdan hor ve hakirliği gerektiren bir şey olduğuna göre, "duasına icabet edilme" vasfının ancak imanına fâsıklığı bulaştırmamış kimseler için olduğu sabit olur. Cenâb-ı Allah, fâsığın bile, bazan isteğini yerine getirir. Fakat buna "icabet" denilmez. Allah'tı Teâlâ'nın, "Öyleyse bana icabet etsinler ve iman etsinler.." ayetinde birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu emrin izahı hususunda şöyle denilmelidir: Cenâb-ı Allah "Ben, her hâl ü kârda senden müstağni olduğum halde, duana icabet ediyorum. O halde, her bakımdan bana muhtaç olduğuna göre, sen de benim duama (davetime) icabet et" buyurmuştur. Bu, ne büyük bir keremdir. Burada, şöyle bir başka incelik daha vardır: Allahü teâlâ, "Sen benim duama icabet et ki, senin duana icabet edeyim" dememiştir. Çünkü eğer Allahü Teâlâ böyle demiş olsaydı ayet, "bana icabet etsinler.." şeklinde değil, "Benim duama (davetime) icabet etsinler" şeklinde olurdu. İşte bu, Hak teâlâ'nın kuluna icabet edişinin, Onun kendiliğinden bir lütfü olduğuna; bunun kulun O'na itaatine bağlı olmadığına ve bu konuda Rab Teâlâ'nın kulunun duasına icabet etmesinin, o kulun Allah'a ibâdet ile meşgul olmasından önce olduğuna bir tenbihtir. İşte bu dördüncü meselede, Mu'tezile'den naklettiğimiz görüşün bozuk ve yanlış olduğuna delâlet eder. İkinci Mesele Vahidi, ve, fiillerinin aynı manaya geldiğini söylemiştir. Ka'bûl-Ganevi şöyle demiştir: "Bir dua eden, "Ey, nidalara icabet eden (cevap veren) zât" diye dua etti ama, ona o esnada bir icabet eden icabet etmedi." Manâ ehli zatlar şöyle demişlerdir: "Kulun Allah'a icabet etmesi, O'na itaat etmesidir. Allah'ın kuluna icabet etmesi ise, O'nun, kuluna kulun istediğini vermesidir. Çünkü herşeye icabet, o şeye uygun şekilde olur." Üçüncü Mesele Kulun Allah'a icabeti eğer kalb ve lisan ile bir icâbet olursa, işte bu imandır. Bu takdire göre, ayeti sırf bir tekrar olur. Eğer kulun Allah'a icabeti, itaatinden ibaret olursa, o zaman da iman taatten önce olur. Buna göre ise ayet, "Öyleyse bana imân etsinler ve bana icabet etsinler" şeklinde olmalıydı. O halde niçin ayetteki lâfızlar bu şekilde sıralanmamıştır? Cevap: Kulun icabet etmesi, Allah'a boyun eğip teslim olmasından ibarettir. Halbuki iman sadece kalbe âit bir sıfattır. İşte bu, kulun iman nuruna ve kuvvetine, ancak itaat ve ibâdetle ulaşılabileceğine delâlet eder. Allahü Teâlâ'nın, "Umulur ki onlar hak yolu bulurlar" ifâdesine gelince, Keşşaf sahibi, buradaki fiilin şın harfinin fethası ve kesresi ile, şekillerinde okunduğunu söylemiştir. Buna göre ayetin manası, "Onlar bana icabet edip imân ettikleri zaman, dinî ve dünyevi menfaatlerine yol bulurlar" şeklinde olur. Çünkü "reşid", böyle olan kimseye denir. Meselâ, "falanca reşiddir" denilir. Nitekim Hak teâlâ "Eğer onlarda bir reşidlik (akıl ve elverişli hal) görürseniz..." (Nisa, 6) ve, "işte bunlar, reşid kimselerdir" (Hucurat, 7) buyurmuştur. Bu Ayetin Neshedtci (nâsih) Olup Olmadığı |
﴾ 186 ﴿