202"İnsanlardan bazısı şöyle der: "Ya Rabb, bize dünyada ver." Bu kimse(lerin) ahiretten yana hiçbir nasibleri yoktur. Bazı insanlar da, "Ya Rabb, bize hem bu dünyada iyilik ver, hem de âhirette iyilik ver. Ve bizi (cehennem) âteşinin azabından koru” Der, İşte bu kimselerin, kazandıklarından payları vardır. Allah hesabı çok çabuk görendir" . Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki Cenâb-ı Hak önce, haccın menâsikinin tafsilâtını açıklamış, bundan sonra zikri emrederek, "Arafat'dan seller gibi aktığınız zaman Meş'ar-i Harâm'da Allah'ı zikrediniz. O, nasıl sizi hidayete erdirdi İse, siz de O'nu anınız" buyurmuş; sonra Allah'dan başka şeylerin zikrini terkederek, sadece Allah'ı zikretmenin münasib olduğunu beyân edip, "Babalarınızı (atalarınızı) andığınız gibi Allah'ı anınız, hatta O'nu daha kuvvetli bir biçimde anınız" buyurmuş; bu zikirden sonra da. sonunda duanın nasıl yapılacağını açıklayarak: "İnsanlardan bazısı şöyle der: Rabbimiz, bize dünyada ver" buyurmuştur. Bu, ne güzel bir tertiptir! Çünkü nefsi köreltmek ve onun karanlıklarını yok etmek için ibadetin önce yapılması gerekir. İbadetten sonra, kalbi nurlandırması ve orada Allah'ın celâl nurunun tecelli etmesi için, Allah'ı zikriyle meşguliyetin gelmesi gerekir. Zikirden sonra ise, kişi dua ile meşgul olur. Çünkü dua ancak, kendisinden önce zikir olduğu zaman kemâle erer. Nitekim Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'den de, zikri öne alarak, "Beni yaratan O'dur. Beni hidayete eriştiren de O'dur" (Şuara, 78) dediği; daha sonra da, "Ya Rabbi, bana hüküm ve hikmet ihsan et ve beni salihlere kat" (Şu'ara, 63) diye dua ettiği nakledilmiştir. Bunu iyice anladığın zaman deriz ki: Cenâb-ı Hak, duâ edenlerin iki kısım olduğunu beyân etmiştir: a) Duaları sadece dünyayı istemeye yönelik olan kimseler... b) Duaları hem dünyayı, hem ahireti istemeye yönelik olan kimseler... Bu iki kısmın dışında, duaları sadece ahireti istemeye yönelik olan bir üçüncü kısım daha vardır. Fakat âlimler bu şekilde dua etmenin meşru olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Çoğunluk böyle bir duanın meşru olmadığı görüşündedirler. Çünkü insanoğlu başkasına muhtaç ve zayıf olarak yaratılmıştır. O, tek başına dünyanın elemlerine ve âhiretin meşakkatlerine katlanamaz. Bundan dolayı onun için en uygun yol, dünyanın ve âhiretin bütün şerlerinden Rabbisine sığınmaktır. Kaffâl, Tefsir'inde, Enes (radıyallahü anh)'den, Hazret-i Peygamber efendimizin, hastalık kendisini iyice yiyip bitirmiş bir kimsenin yanına girerek, onu ziyaret ettiğini ve ona, "Bundan önce nasıl dua ediyordun?" diye sorduğunu, o adamın da, "Allah'ım, bana ahirette vereceğin cezayı dünyada iken hemen ver" diye dua ediyordum" dediğini, bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Sübhânallah! Sen, bu hastalığa katlanamazsın. Şöyle dua etseydinya: "Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, antette de iyilik ver, ve bizi cehennem ateşinin azabından koru" dediğini nakleder. Hazret-i Enes (radıyallahü anh) sözüne şöyle devam eder: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o adama duada bulundu, adam hemen şifâ buldu." Bil ki Cenâb-ı Hak, şayet insan bedenindeki tek bir damara veya tek bir saç telinin köküne acı musallat etse, insan ne yapacağını şaşırır ve bu acıdan dolayı Allah'a itaat ve zikir ile meşgul olmaktan mahrum olur. Gerek dünyası, gerek âhireti hususunda Allah'ın rahmetine ihtiyaç duymayacakk olan kimdir? Böylece duayı sadece âhirete yönelik yapmanın caiz olmadığı ortaya çıkmış olur. Bu ayette de, ilk iki kısım zikredilip, bu üçüncü kısımdan bahsedilmemek suretiyle, anlatılan bu hususa bir işaret yapılmıştır. Alimler, Hak teâlâ'nınduayı sadece dünyaya yönelik yaptıklarını bildirdiği kimselerin kimler olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir: Bazı alimler, bunların kâfirler olduğunu söylemişlerdir. Nitekim İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, müşrikler vakfe yaptıkları zaman, "Allah'ım, bize rızık olarak develer, sığırlar, koyunlar, köleler ve cariyeler ver" diyorlar, fakat tevbe etmiyor, mağfiret talebinde bulunmuyorlardı. Çünkü onlar ölümden sonra dirilişi ve âhiret hayatını inkâr ediyorlardı. Enes (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre ise, onlar şöyle diyorlardı: "Allah'ım, bize yağmur yağdır ve düşmanımıza karşı bize yardım et." İşte Cenâb-ı Hak, bu kısımdan olan bir kimsenin, ahirette bir payı olmadığını, yani onun için orada hiç bir ikramın, nimetin ve sevabın bulunmayacağını haber vermiştir. Atim Ebu Ali ed-Dehhâk (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği nakledilmiştir: "Cehennemlikler, yenecek içecek şeyleri isteyerek, "(Ey cennet ehli), bize su verin, ya da bize Allah'ın size dünyada iken rızık olarak verdiği şeylerden yollayın" diye yardım isterler. Fakat şehvetleri onlara galebe ettiği için, onlar hem dünyada, hem de ahirette rezil ve rüsvay olmuşlardır." Diğer bazı alimler ise şöyle demişlerdir: Bunlar mü'minler de olabilir. Fakat bunlar Allahü teâlâ'dan ahiretlert için değil de, dünyaları için dua etmişlerdir. En yüce ve en şerefli bir makam olan dua makamında, ahiretteki ebedî ' nimetleri istemekten yüz çevirerek, dünyanın geçici ve fânî metâını istedikleri için, onların bu duaları günahlardan sayılmıştır. Böyle yapan kimseye de bazen, onu yapan her ne kadar Müslüman da olsa, "Onun ahirette hiçbir nasibi yoktur" denilebilir. Nitekim"Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir fiyat karşılığında satanlar yok mu, işte onlara ahirette hiçbir nasib yoktur" (Âl-i İmran, 77) âyetinin, yalan yemin ederek başkasının malını alan kimse hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Şüphesiz Allah, bu dini hiçbir nasibi olmayan kimseler ile kuvvetlendirir" Buhâri, Kader, 5: Miulim, imân. 178 (1/105) (Benzen bir hadis). dediği rivayet edilmiştir. Bu hadis birkaç manaya getir: a) Tevbe etmeleri müstesna, ahirette onun için bir pay yoktur. b) Allah'ın affı müstesna, onun için ahirette bir pay ve nasib yoktur. c) Onlara, Allah'tan ahireti için dua eden kimselerin nasibi gibi bir nasib yoktur. Yine yalan yemin etmeyenlerin nasibi gibi bir nasib, yalan yere yemin ederek mal elde eden kimseler için söz konusu yoktur. Allah en iyi bilendir. "Ya Rabbena bize dünyada ver." ayetinde, fiilinin mef'ulü, malum gibi olduğu için hazfedilmiştir. Bil ki saadetin mertebeleri, ruhanî, bedenî ve haricî olmak üzere üç tanedir. Ruhanî olan iki çeşittir: a) Nazarî kuvveti ilimle tamamlamak, b) Amelî kuvveti üstün ahlâk ile tamamlamak. Bedenî sâadet mertebesi, sıhhat ve güzellik olmak üzere iki çeşittir. Haricî saadet mertebesi ise, mal ve makam olmak üzere ikidir. Buna göre insanın, "Ya Rabbena, bize dünyada ver.." duası, bütün bu kısımları içine alır. Çünkü ilim ile dünyada süslenmek ve akranlarının üstüne çıkmak murad edilir ise, bu dünyevi bir saadet olur. Üstün ahlâk ile dünyada reis olmak ve dünyevî menfaatları toplamak murad edilir ise, bu da dünyevî bir saadet olur. Öldükten sonra dirilmeye ve ahirete inanmayan herkes, ne ruhanî ne de cismânî hiçbir fazilet istemez, ancak bunları dünyevî bir menfaat için ister. Daha sonra Hak Teââ, bu grub hakkında, "Bu kimsenin ahirette bir nasibi yoktur" buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, "Kim ahiret mahsûlünü dilerse, onun mahsûlünü artırırız. Kim de (sadece) dünya ekini (menfaati) isterse ona da yalnız bundan veririz. Ahirette de ise ona hiçbir nasib yoktur" (Şûra, 20) ayetidir. Sonra Hak teâlâ bu ayette, o kimsenin dünyevî hususta ettiği duaya icabet olunup olunmayacağından bahsetmemiştir. Bazı âlimler, bu gibi insanların icabete (dualarının kabulüne) lâyık olmadıklarını, çünkü insanın duasının kabul edilmesinin, övgüye değer bir durum olduğunu; bunun ise ancak Allah'ın velî kulları ve keramet ehli kulları için sabit olacağını; fakat bu kimsenin, duasına icabet edilmese bile o mükellef ve sağ olduğu müddetçe, Allahü teâlâ, "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur kir onun rızkı Allah'ın üzerine olmasın" (Hud, 6) buyurduğu gibi, Allah'ın ona rızkını vereceğini söylemişlerdir. Diğer bazı alimler ise, bu gibi insanların dualarının bazen kabul edilebileceğini, fakat bu kabul edilişin ilahî bir mekr ve istidrâc (daha çok azması için fırsat vermek) için olduğunu söylemişlerdir. İslâm'ın Hülâsası Mahiyetinde Müslümanın Örnek Duası Allahü teâlâ'nın "Bazı insanlar da 'Ya Rabbena, bize, hem bu dünyada iyilik ver, hem ahirette iyilik ver ve bizi (cehennem) azabından koru" der" ayeti ile ilgili olarak müfessirler birçok izahta bulunmuşlardır: a) Dünyevi hasene (iyilik), sıhhat, emniyet, yeterti rızık, sâlih evlâd, sâliha eş ve düşmanlara karşı galib olmaktan ibarettir. Allahü Teâlâ, rızık ve benzeri şeylerdeki bolluğu da, "hasene" (iyilik) diye isimlendirerek, "Sana bir iyilik dokunsa, bu onları üzer" (Tevbe. 50) buyurmuştur. Yine, "De ki, sizler bizim için ancak iki iyilikten birisini bekliyorsunuz" (Tevbe, 52) ayetindeki "iki iyiliğin" muzaffer olma ve şehidlik olduğu söylenmiştir. Uhrevî bakımdan "hasene" (iyilik), sevab elde etmek ve azab-ı İlâhî'den kurtulmaktır. Hülâsa, "Ey Rabbimiz, bize hem bu dünyada iyilik ver, hem de ahirette.." duası, bütün dünyevî ve uhrevî menfaatlan kendisinde toplayan bir ifadedir. Hammâd b. Seleme'nin, Sabit'ten rivayet ettiğine göre, onlar Enes (radıyallahü anh)'e. "Bizim için dua et" dediler. O da, bunun üzerine, "Ya Rabbena, bize hem bu dünyada iyilik ver, hem de ahirette ve bizi cehennem ateşinden koru" demisti. Onlar, "Bize daha fazla dua et" dediklerinde, o aynı duayı tekrar etmiş, yine "Bize daha da fazlasını söyle.." dediklerinde, Hazret-i Enes (radıyallahü anh): "Daha ne istiyorsunuz? Ben sizin için, dünya ve ahiretin en hayırlı şeylerini istedim demiştir. Gerçekten Enes (radıyallahü anh) doğru söylemiştir. Çünkü kulun, dünya ve ahiretten başka yurdu yoktur. Binaenaleyh o, dünya ve ahiretin iyiliklerini istediğinde, geriye bir şey kalmamıştır. b) Dünyadaki "hasene" (iyilik) ten murad, faydalı iştir. Bu faydalı iş de, Allah'a imân ve ibadettir. Ahiretteki "hasene" den murad İse, devamlı lezzet ve ta'zim; Allah'ın zikriyle, Allah'a ünsiyet (yakınlık), muhabbet ve O'nu görme ile olan nimetlenmedir. Dahhak'ın ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayetine göre, bir adam Rabbisine şöyle diyerek dua etmiştir: "Ya Rabbena, bize hem bu dünyada iyilik ver, hem ahirette iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu adamın Allah'dan dünyevî bir şey istediğini sanmıyorum" dedi. Bazı sahâbîler, "Fakat ya Resûlallah, o, "Bize hem bu dünyada iyilik ver.." dedi?" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "O, "Ey Rabbimiz, bize bu dünyada sâlih amel ver.." diyor" buyurdu. Bu, Hak teâlâ'nın "Onlar, "Rabbimiz, bize zevcelerimizden ve soyumuzdan göz aydınlığı (olacak kimseler) ihsan et" derler" (Furkan.74) ayeti ile te'kid edilmiştir. Ayetteki "göz aydınlığı", onların çoluk çocuklarını itaatkâr, mü'min ve kullukta devamlı görmeleridir. c) Kadâde "Dünyevî ve uhrevî hasene (iyilik) istemenin, her iki dünyada da afiyeti taleb etmektir" demiştir. Hasan el-Basrî'den, "dünyadaki hasene"nin, Allah'ın kitabını anlamak; ahiretteki hasenenin ise cennet olduğu" rivayet edilmiştir. Bil ki ayet ile ilgili araştırmanın kaynağı şudur: Şayet ayette, denilmiş olsaydı, bu ifadede bütün hasene (iyilik)leri içine alırdı. Fakat Hak teâlâ, buyurmuştur. Ayetteki "hasene" kelimesi, müsbet manada gelen cümledeki "nekire" bir kelimedir. Dolayısıyla bu sadece "bir hasene" manasına gelir. İşte bu sebepten dolayı, müfessirferden mütekaddim olanlardan her biri bu lâfzı, "hasene" (iyilik) çeşitlerinden, kendilerince en güzeline hamletmişlerdir. İmdi şayet, "Hasene" yerine, marife olarak, denilseydi, bu bütün haseneleri içine almaz mıydı? O halde niçin, bu şekilde marife olarak getirilmedi de nekre olarak getirildi" denirse, derim ki: Bunu en iyi bilen Allah'tır, fakat öyle sanıyorum ki burada, daha önce de beyân ettiğimiz gibi, dua eden kimse, "Ya Rabbena, bana şunu ve bunu ver" dememeli, aksine, "Allah'ım şu ve şu, benim menfaatime ve senin kaza ve kaderine uygun ise onu bana nasîb et" demelidir. Buna göre insan, "Ya Rabbi, bana dünyada ve âhirette şu iyiliği ver" derse, bu kesinlik ifade eder. Bunun doğru olmadığını daha önce açıklamıştık. Fakat insan, nekre olarak "hasene" kelimesini getirir ve "dünyada bana bir hasene (iyilik) ver" derse, bundan murad, tek bir iyilik olur ki bu da Allah'ın kaza, kader, rıza, hüküm ve hikmetine uygun düşen bir hasene olur, Binaenaleyh bu şekilde (ayetteki gibi) dua, edebe riayete ve yakîn esaslarına devam etmeye daha uygun olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte bunlara, kazandıklarından bir nasib vardır" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki, (......) kelimesi hakkında iki görüş vardır: a) Bu sadece, dünya ve ahireti isteyen ikinci gruba İşarettir. Bunun delili, 'Onun için ahirette bir pay yoktur" buyrularak, birinci gruba ait hükmün zikredilmiş olmasıdır. b) Bu, her iki gruba da râcidir. Yani, "Bunlardan her biri için, niyeti nisbetinde, yaptığı amelden bir pay vardır" demektir. Buna göre, kim öldükten sonra dirilmeyi inkâr eder de, sırf dünyevi menfaatleri elde etmek için haccederse, bu ondan sudur eden bir küfür ve şirktir. Allah bu fiili cezalandırır. Veyahut da bundan murad, Allah'ın da, 'Kim ahiret mahsûlünü dilerse, onun mahsûlünü artırırız. Kim de (sadece) dünya ekini (menfaati) İsterse ona da yalnız bundan veririz. Ahirette ise ona hiçbir nasîb yoktur" (Şura, 20) ayetinde de buyurduğu gibi, "kim dünya için çalışır çabalarsa, çalışmasının karşılığı dünyada o kimseye verilir" şeklinde olur. Ayette Geçen Kesble İlgili Üç Sual ve Cevabı Allahü teâlâ'nın beyanı hususunda birkaç soru vardır: Birinci Soru: ayeti, tahkiri ve azlığı ifade eden bir cümledir. Binaenaleyh bundan maksad nedir? Cevab: Bundan murad, "Onların kesb ve amelleri sebebiyle, onlara hem dünyevi hem uhrevî paylar vardır" manasıdır. Buna göre, ifadesinin başındaki, teb'iz (bazısı) manasına değil, ibtidâ-i gaye (başlangıç) manasınadır. İkinci Soru: Bu ayet, mükâfaatın amele göre olacağına delâlet eder mi? Cevab: Evet, fakat bu, zatî bir müstehak oluşa göre değil, Allah'ın va'adine göredir. Üçüncü Soru: Kesb nedir? Cevab: Kesb, insanın ameli karşılığında elde ettiği şeye verilen addır. Buna göre, ya bir menfaati celbetme, ya da bir zararı defetmesi şartıyla o şey, insanın kesbi ve müktesebi olur. Bu izaha göre, kazanç hususunda, "Bunlar falancanın kesbidir, falancanın kesbi (kârı, kazancı) çok veya az kazançtı (kesbli) dır" denilir. Çünkü bununla ancak "kazanç" kastedilir. Alimlerimizin, "Kesb, cebr ile halk (yaratma) arasında orta noktadır" şeklindeki sözleri, eski kelâm kitaplarında zikredilmiştir. Hak teâlâ'nınv"Allah hesabı çok çabuk görendir" ayeti ile ilgili bir-iki mesele vardır: (......) tabiri bu kökten olup, "bir insanın sayılan şan ve şöhretleri" manasına gelir. "önem verip saydı" demektir. Zeccac, "Arapça'da "hisâb" Arapların, "Bu sana yeter" manasında söyledikleri, (......) ifadesinden alınmıştır. İnsanlar arasındaki muamelelerdeki (alış -verişteki) hesab da böyle isimlendirilmiştir. Çünkü bu hesab ile yeterli miktar ve bu hususta o miktardan fazlalık ve noksanlığın olmadığı anlaşılır" demiştir. Yüce Allah'ın Mahlûkatı Hesaba Çekmesi Ne Demektir? Alimler, Hak teâlâ'nın, mahlûkâtını hesaba çekmesinin ne manada olduğunda ihtilâf ederek şu görüşleri söylemişlerdir: a) "Hısâb"ın manası, Allahü teâlâ nın, o insanlara lehlerine ve aleyhlerine olan şeyleri bildirmesidir. Yani Hak teâlâ, insanların kalblerinde, amellerinin mikdannı, nicelik ve niteliğini ve onlara vereceği mükâfaat ve cezanın mikdannı bilebilecekleri zarurî (kesin) bir ilim yaratır. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir:" Bu mecazî ifadenin izahı şudur: Hesab, insanın lehine ve aleyhine olan şeyi bilmesine vesile olan şeydir". Buna göre, Allah'ın bu bildirmesine "hisâb" demek, sebebin isminin, müsebbebe (neticeye) verilmesi kabilinden olur ki bu çokça kullanılan bir mecaz çeşididir. İbn Abbâs(radıyallahü anh)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Mahlûkat için herhangi bir hesab yoktur. Aksine onlar Allah'ın huzurunda dururlar ve içinde günahları yazılı olan kitapları (amel defterleri) sağ taraflarından verilir ve onlara, "Bunlar, sizin günahlarınız. Fakat ben bunları affettim" denilir. Sonra onlara iyiliklerinin yazılı olduğu kitaplar verilir ve "Bunlar sizin iyiliklerinizdir, Ben onların sevabını size kat kat verdim" denilir." b) Ahiretteki muhasebe (hesaplaşma), cezalandırmadan ibarettir. Nitekim Hak teâlâ, "Nice şehirler, Rablerinin ve Allah'ın peygamberlerinin emrinden çıktılar da biz onları şiddetli bir hesapla hesaba çektik" (Talak, 8) buyurmuştur. Buradaki mecazın izahı şöyledir: Hesab, alıp-verme sebebidir. Sebebin ismini müsebbebe (neticesine) vermek caizdir. Bundan dolayı mücâzât (cezalandırma) yerine "hesâb" lâfzı kullanılabilir. c) Hak teâlâ, kullarına, amellerinin durumu ve kendilerine nasıl bir sevab ve ceza olduğu hususunda konuşabilir. Buna göre, Allah'ın kelâmının harf ve seslerden mürekkeb olmadığını söyleyen kimseler şöyle derler: "Allahü teâlâ, mükellefin tıpkı gözünde, Allah'ın kadîm zatını görebileceği bir görme gücü yarattığı gibi, kulağında da Allah'ın kadîm kelâmını dinleyebileceği bir duyma gücü yaratır." O'nun kelâmının bir ses şeklinde olduğunu söyleyenler ise şöyle derler: "Allahü teâlâ, ilahî kelâmını onlardan her birinin kulağında veya kulağına yakın bir cisimde, bu ilahî kelâmın sesinin kuvvetinin, başka bir mükellefi, mükellef olduğu şeyi anlamaktan engellemıyecek bir şekilde, her mükellefin duyacağı bir kelâmı yaratır. Allahü teâlâ'nın mahlûkâtını hesaba çekmesinden murad, işte budur. Allah'ın Serî'ul-Hisab Vasfının Manası Âlimler, Hak teâlâ'nın "serî'ul-hisâb" oluşunun manası hususunda şu görüşleri zikretmişlerdir: a) Allahın hesaba çekmesi, ya her mükellefin kalbinde, amellerinin sevab ve cezalarının ne kadar olduğunu bilebilecekleri zarurî (kesin) bir bilgi yaratması veya her mükellefe hakettiği mükâfatı ulaştırması veyahut her mükellefin kulağında ilahî kadîm kelâmı duyabilecek bir gücü yaratması veyahut da her mekellefin kulağında sevab ve cezasının ne kadar olduğunu ifade eden bir ses yaratması manasına gelir. Bu dört izaha göre de, Allahü teâlâ'nın hesaba çekmesinin manası, O'nun bir şey yaratması manasınadır. Kudret-i İlâhiyye bütün mümkinâta taalluk ettiğine, Allah'ın yaratması ile yoktan var etmesi daha önce geçen bir maddeye, bir müddete ve bir alete dayanmadığına ve O'nu bir iş, diğer bir işten alıkoyamayacağına göre, Hak teâlâ göz açıp kapamadan daha kısa bir zamanda bütün mahlûkatı yaratmaya hiç şüphesiz kâdirdir. İşte bu sebepten ötürü, hadiste, "Şüphesiz Allahü teâlâ, bütün mahlûkah. Bir deve sağımı kadar vakitte hesaba çeker" şeklinde gelmiştir. b) Allahü teâlâ'nın "Serî'ul-hisâb" oluşunun manası, O'nun, kullarının duasını çabuk kabul edip icabette bulunması manasınadır. Çünkü Hak teâlâ, aynı vakitte kendisinden, dünyevî ve uhrevi, farklı farklı birçok şeyleri isteyen kimseler isterler de, O da, bunları birbirine karıştırmadan herkese istediğini verir. Eğer bu iş, mahlûkâttan birisinin elinde olsaydı, bunların hesabı uzar ve birbirine girerdi. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, kendisinin "serî'ul-hisab" (Hesabı çok çabuk gören) olduğunu, yani isteyenlerin bütün isteklerini bildiğini bildirmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, el tutup bir akid (alış-veriş) yapmaya, bir düşünceye ve bir hazırlık (hesaplama) yapmaya muhtaç değildir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ey, kendisini hiç bir durum, başka bir durumdan alıkoyamayacak olan (Allah'ım)" Benzeri bir hadis için bkz. Keşfu'l-Hafâ, 2/396 şeklindeki duasının manası işte budur. Bu husustaki sözün özü şudur: Allahü teâlâ'nın olması bütün mahlûkâtın durum ve amellerini bilmesi manasınadır. Bu mecazî ifadenin izahı şöyledir: Hesab eden kimse, hesabıyla o şeyi bilebilmek için bu hesabı yapar. Binaenaleyh hesab, ilmin (bilginin) meydana gelme sebebidir. Burada sebebin ismi, müsebbebe (neticeye) verilmiştir. c) Allah'ın serî'ul-hisâb oluşu, O'nun muhasebesinin (hesaba çekmesinin) kesin olacağı manasınadır. Muayyen Günlerde Tekbir Getirme (Teşrik Tekbirleri) Emri "Bir de sayılı (belit) günlerde Allah'ı zikredin. Kim iki günde (Mina'dan dönmek için) acele ederse, ona günah yoktur. Kim de geri kalır (orada daha durur) ise ona da günah yoktur. (Bu), takva sahibi (olanlar) içindir. |
﴾ 202 ﴿