286

"Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez, (Herkesin) kazandığı (hayır) kendi faydasına, yaptığı (şer) kendi aleyhinedir. "Ey Rabb'imiz, eğer unutursak veya yanılırsak, bizi tutup azarlama" .

Bil ki bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

"Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" cümlesinin, Allah'ın yeni haber verdiği bir hüküm olması muhtemel olduğu gibi, "(Onlar) Dinledik, itaat ettik. Ya Rabbena, mağfiretini (isteriz), varış, ancak sanadır. Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" dediler" mânâsında, Hazret-i Peygamber ve mü'minlerden nakledilen bir söz olması da muhtemeldir.

Bu ikinci görüşü, bunun hemen peşinden, "Ey Rabb'imiz, bizi tutup azarlama..." ifâdesinin gelmiş olması da te'kid eder. Buna göre sanki Hak teâlâ, onların imân ve sâlih amele sarılmadaki hallerini anlatınca, Rab'lerini, "Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" diye tavsif ettiklerini nakletmiştir.

İkinci Mesele

Âyetin önceki kısımla ilgi ve münasebeti şöyledir: Biz bu ifâdenin mü'minlerin sözü olduğunu kabul edersek, âyetin irtibatı, "Onları dinledik, itaat ettik "dediklerinde, sanki "Biz nasıl dinleyip, itaat etmeyiz ki, O Allah, bizi sadece gücümüz ve takatimizin yeteceği şeyle mükellef tutmuştur. O, rahmetinin gereği olarak, bizden ancak kolay ve önemsiz şeyleri taleb edince, bizim de kulluğumuzun gereği olarak, O'nu dinleyip, O'na itaat etmemiz gerekir" demişlerdir" şeklinde olur. Eğer bunun bizzat Cenâb-ı Allah'ın sözü olduğunu kabul edersek, âyetin münasebeti şu şekilde olur: Onlar, "Dinledik, itaat ettik" deyip, daha sonra da 'Ta Rabbena mağfiretini (isteriz.)..' dediklerinde bu, onların "mağfiretini (isteriz)" demelerinin kendilerinden kasten sudur eden günahlarının bağışlanmasına delâlet eder. Onların "mağfiretini (isteriz)" demeleri, bu tür günahlarının bağışlanması hususunda bir taleb olunca, şüphesiz Allahü teâlâ, bu hususu onlar için hafifleterek "Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" buyurmuştur. Buna göre mânâ, "Siz dinleyip, itaat ettiğiniz ve kasten günah işlemediğiniz zaman, sizden gaflet ve yanılma neticesi sudur edecek günahlardan ötürü korkuya kapılmayın. Çünkü, "Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez, " Netice olarak bu, onların "Ya Rabbena mağfiretini (isteriz)" şeklindeki dualarının kabul edildiğini gösterir.

Üçüncü Mesele

"Ben onu birşeyle mükellef kıldım, o da onu kabul etti" denilir. "Külfet" bu kökten bir isimdir. Âyette geçen "vus"' ise, insanın gücünün yettiği, zorlanmadığı şeydir. Ferrâ, bunun "vücd" (bulmak) ve "cühd" (meşakkat) gibi bir isim olduğunu söylemiştir. Bazıları da, "vus', güçlük bakımından mechûdun (zorlanılan şeyin) altında olan, yani insanın gücü dahilinde olan şeye denir" demişlerdir.

Teklif-i Mâlâ Yutak (Takat Dışında Yük) Var Mıdır?

Mutezile, Allah'ın, kulunu gücünün yetmeyeceği ve takat getiremeyeceği şeylerle mükellef tutmayacağı konusunda bu âyete dayanmıştır. Bunun bir benzeri de, "O, din (işlerinde) üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi" (Hacc, 78); "Allah, sizden hafifletmek ister " (Nisa, 28) "Allah size kolaylık diler" (Bakara, 185) âyetleridir. Mu'tezile sözüne devamla, bu âyetin, "teklîf-i mâ lâ yutâk"ın olmadığı hususunda açık bir nass olduğunu söylemişlerdir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, burada şu iki kaide ortaya çıkar:

a) Kul, fiillerinin mucidi, yaratıcısıdır. Çünkü, eğer kulun fiillerinin yaratıcısı Allah olsaydı, kula bir fiili teklif etmek "teklif-i mâla yutak" olurdu. Çünkü, Allahü Teâlâ fiili yaratınca, o fiil muhakkak ki tahakkuk eder. Bu durumda da kulun o fiili yapma veya yapmama hususunda kat'î olarak bir kudreti bulunamaz. Kulun o fiili yapmaya kudreti olmadığı hususuna gelince, çünkü o fiil Allah'ın kudreti ile meydana gelmiştir. Meydana gelen bir şey ikinci olarak meydana getirilmez. Kulun o fiili yapmamaya kudretinin olmaması ise şöyle olur: Çünkü kulun kudreti, Allah'ın kudretinden daha zayıftır. O halde daha nasıl kulun kudreti Allah'ın kudretini men etmeye kadir olabilir? Allah o fiili yaratmadığı zaman ise, kulun onu meydana getirmesi imkânsız olur. Binâenaleyh, kulun fiilinin yaratıcısının Allah olduğunun kabul edilmesi halinde, o zaman kula o fiili teklif etmenin, "teklîf-i mâla yutak" olması gerekirdi.

b) "İstitâa" (güç yetirebilme) fiilden öncedir. Aksi halde imân etmesi emredilmiş olan kâfirin, imân etmeye muktedir olmaması gerekirdi. Binâenaleyh bu da, " teklîf-i mâla yutak" olurdu" Mu'tezile'nin bu konudaki istidlalinin tamamı işte budur.

Âlimlerimiz, "Aklî deliller bu şekildeki tekliflerin vaki olabileceğine delâlet etmektedir. Binâenaleyh bu âyetin muhtemel olan başka mânâsına başvurmak gerekir" demişlerdir.

Birinci hüccet: Küfür üzere ölen kimsenin bu şekilde ölmesi, Allahü Teâlâ'nın ezelde o kimsenin kesinlikle imân etmeyeceğini ve küfür üzere öleceğini bildirir. Böylece, Allahü Teâlâ'nın o kimsenin imân etmeyeceğinin mevcut olmasını ve imansızlığını bilmesi, çeşitli yerlerde izah ettiğimiz üzere, imanın bulunmasına münafidir, aykırıdır. Bu da, bizzat apaçık bir mukaddimedir. O halde, o kimsenin imân etmeyeceğini bile bile onu imân etmekle mükellef tutmak, ztt olan iki şeyi telif etmekle sorumlu tutmak gibi olur. Bu delil, "ilim" mevzuunda câri olduğu gibi, "cebr" hususunda da câridir.

İkinci hüccet: Kuldan bir fiilin sudûru, sebeplere dayanmaktadır. O sebepleri ise, Allahü Teâlâ yaratmıştır. Durum böyle olunca, "teklîf-i mâla yutak" kaçınılmaz olur. Biz, kuldan bir fiilin sudur etmesinin sebeplere İstinâd ettiğini söyledik. Çünkü kulun kudreti bir fiili yapmaya veya yapmamaya elverişli olunca, bu durumda iki taraftan birisinin, bir müreccih olmadan, diğerine ağır basması hâlinde, mümkün olan bir şeyin müreccihsiz meydana gelmesi gerekir ki, bu da bir yaratıcının yokluğu demektir. Yine biz, o sebeplerin Allah'tan olduğunu söyledik. Çünkü eğer o sebepler kuldan olsaydı, o sebebi meydana getirme işi, başka bir sebebe dayanırdı ki, bu durumda da teselsül îcâb ederdi. Biz, "durum böyle olunca cebr lâzım gelir" dedik; çünkü iki taraftan birini tercih eden bir sebep bulunduğunda, diğer taraf "mercûh" durumuna düşmüş olur (tercih edilmez). Mercûh olanın racih olması ise imkânsızdır, meydana gelemez. Mercûh imkânsız olunca, bu iki zıt şeyin dışına çıkılamıyacağı zaruretine binaen, râcih olan şey vâcib olmuş olur, (mutlaka meydana gelir). Öyleyse, mükellef olduğu halde kâfirden imânın sudur etmesi imkânsız olur. Böylece de teklif, "teklîf-i mâla yutak" olur.

Üçüncü hüccet: Teklif, ya, iki sebebin müsavi olması durumunda kula teveccüh eder veyahut da, iki sebepten birisinin rüçhâniyyeti söz konusu olduğu halde teveccüh eder. Buna göre, eğer birincisi olursa bu "teklîf-i mâla yutak" olmuş olur. Çünkü eşitlik, rüçhaniyyete zıddır. Kul, sebepler eşit olduğu halde mükellef tutulduğu zaman, o vakit de kul iki zıddın arasını cem etmekle mükellef tutulmuş olur. Eğer ikincisi olursa, "râcih" olanın (meydana gelmesi) vâcib, "mercûh" olanın ise (meydana gelmesi) imkânsız olur. Eğer râcih olanın teklif edilmesi söz konusu olursa, muhakkak ki vâcib olan tahakkuk etmiş olur. Eğer, teklif mercûh olan ile ilgili olursa, bu durumda da, imkânsız olan teklif edilmiş olur.

Dördüncü hüccet: Allahü Teâlâ, Ebu Leheb'i imân etmekle mükellef tutmuştur. İmân ise, Allah'ı, haber verdiği her şeyde tasdik etmektir. Allahü Teâlâ, Ebu Leheb'in imân etmeyeceğini haber vermiştir. Bu durumda da Ebu Leheb, imân etmeyeceğine imân etmekle mükellef olmuş olur ki, bu da "teklîf-i mâla yutak" olur.

Beşinci hüccet: Kul, fiilinin tafsilâtını bilemez. Çünkü, parmağını hareket ettiren bir kimse, içinde parmağını hareket ettirmiş olduğu anların sayısını bilemez. Zira, kelâmcılara göre yavaş hareket, duraklamalarla karışık birtakım hareketlerden ibarettir. Kulun ise, bazı vakitlerde hareket edeceği, bazı vakitlerde hareket etmeyeceği ve yine nerede hareket edip nerede hareket etmeyeceği hatırına gelmez. Dolayısıyla kul fiilinin tafsilâtını bilemeyince, onun mucidi, yaratıcısı da olamaz. Çünkü o, bir takım fiillerden meydana gelmekte olan bu hususi sayıyı îcâd etmeyi, meydana getirmeyi kastetmemiştir. Eğer o, daha fazlasını ve daha azını değil de bu sayıyı yapmış olsaydı, o zaman da muhakkak ki mümkin, müreccihsiz ağır basmış olurdu ki, bu da imkânsızdır. Böylece kulun mûcid olmadığı, fiillerini yaratmadığı ortaya çıkmış olur. Kul, fiillerinin yaratıcısı olmayınca da, zikrettiğimiz şekilde, "teklîf-i mâla yutak" kaçınılmaz olur. İşte bu konuda söylenebilecek olan aklî, kat'î ve yakın ifâde eden açıklamalar bunlardır.

Böylece biz, âyetin mutlaka tevil edilmesi gerektiğini anlamış olduk. Tevîl konusunda da birkaç vecih bulunmaktadır:

Birinci vecih: En doğru olan bu izah şekline göre, şu husus sabit olmuştur ki: Aklî olan kat'î bir delil ile sem'î (nakfi) olan zahir bir delil arasında bir tearuz, çatışma meydana geldiğinde kişi ya ikisini de tasdik eder ki bu muhaldir; zira bu, iki zıddı birlikte kabul etmek demektir, veya ikisini de yalanlar ki bu da muhaldir; zira bu, iki zıddı iptal etmek olur veyahut da aklî olan kat'î delili yalanlayıp semî olan zahir delili tercih eder ki, bu da aklî delilleri ta'n edip tenkid etme yolunun açılmasına sebep olur. Ve ne zaman böyle olursa, o vakit tevhîd, nübüvvet ve Kur'ân bâtıl olur, geçersiz olur. Semî delilin tercih edilmesi, hem aklî delili, hem de semî, naklî delili yaralamaya yol açar. Geriye sadece, aklî delillerin sıhhatinin kat'îliğine hükmedip, naklî olan zahir delili başka mânasına hamletmek kalmaktadır... Müşebbihenin tutunmuş olduğu zahirî mânaları savuşturma ve def etme hususunda Mutezile'nin sürekli olarak dayandığı kaide işte budur.. İşte bu yolla biz, ister bilelim ister bilmeyelim, bu âyetin mücmel bir te'vili olduğunu, o zaman da tafsilâtlı bir biçimde bu te'vîle dalıp ondan söz etmeye gerek kalmadığını anlamış olduk.

İkinci vecih: Emir ve nehiy konusundaki teklifin anlamı sadece, kulun ne zaman şunu yaparsa sevablandınlacağını; ne zaman da yapmazsa cezalandırılacağını bildirmektir. Buna göre emir ifâde eden zahir bir delil bulunup, emredilen şey de mümkin olursa, o zaman bu hakikaten bir emir ve teklif olmuş olur. Aksi halde hakikatte bir teklif olmayıp, daha doğrusu o kimseye ahirette ceza verileceğini bildirmek ve onun ancak ateş için yaratılmış olduğunu ihsas ettirmek olmuş olur.

Üçüncü vecih: Buna göre, insan ölmediği sürece, biz Allahü Teâlâ'nın onun küfür üzerine ölüp ölmeyeceğini bildiğini bilemeyiz, idrak edemeyiz. Öyleyse biz, bir engelin mevcudiyeti konusunda şüphe duyabiliriz. Binâenaleyh bizim ona imân etmeyi emretmemiz ve onu imâna teşvik etmemiz gerekecektir. O kimse küfür üzere öldüğünde, onun ölümünden sonra, onun hakkında bir engelin bulunmuş olduğunu anlarız... Böylece de, hayatta bulunduğu sürece mükellef tutulma şartının o kimsede bulunmamış olduğu ortaya çıkar... Bu sözler, "cebr"i savunanların öncülerinden bir grubun görüşüdür.

Dördüncü vecih: Biz, "Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını ytiklemez" sözünün, Allahü Teâlâ'nın kavli olmayıp, mü'minlerin söylediği söz olduğunu, binâenaleyh bir hüccet olamıyacağını açıklamıştık... Ancak ne var ki bu zayıftır. Bu böyledir, 'çünkü Allahü Teâlâ ne zaman bunu mü'minlerden bir medh ve onları övmek sadedinde nakledince, bundan dolayı mü'minlerin bu sözde sâdık ve doğru olmaları vâcib olur. Çünkü onlar bu hususta yalan söylemiş olsalardı, Allahü Teâlâ'nın bundan dolayı onları yüceltmesi ve övmesi caiz olmazdı... Bu konuda söylenebilmesi mümkün olan şeylerin tamamı işte bundan ibarettir. Biz, Yüce Allah'tan aczimizi ve anlayıştaki kusurumuzu bağışlamasını ve hatalarımızı affetmesini diliyoruz. Zira biz, ancak Hakk'ı taleb ediyor ve ancak doğru olanı istiyoruz.

Cenâb-ı Hakk'ın: "(Herkesin) kazandığı (hayır) kendi faydasına, yaptığı (şer) de kendi aleyhinedir" beyanına gelince, bunda birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âlimler, dil bakımından (......) ile (......) kelimeleri arasında bir farkın bulunup bulunmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Vahidî (r.h), "Dilcilere göre doğru olan, aralarında hiçbir fark bulunmayıp, kelimelerinin ayni olduğudur" demiştir.

Nitekim Zürrumme: O babasını bu kesbi kazanır vaziyette buldu" demiştir. Kur'ân-ı Kerimde bunussöylemektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, şöyle buyurmaktadır:"Her nefis kazandığına karşılık bir rehindir" (Müddessir, 38); "Herkesin kazanacağı kendisinden başkasına ait değildir" (Enam, 164) "Hayır, kim bir kötülük kazanır da, suçu kendisini çepeçevre kuşatırsa " (Bakara, 81) "Erkek müminlerle kadın mü'minlere işlemedikleri şeyler yüzünden eza edenler..." (Ahzâb, 58). Böylece bütün bu âyetler, bu iki lafızdan her birinin diğerinin yerine kullanılabildiğine delâlet eder.

Âlimlerden, bu iki kelime arasında fark bulunduğunu kabul edenler de vardır. Bu konuda şu iki görüş ileri sürülmüştür.

a) (......) kelimesi, (......) kelimesinden daha hususidir. Çünkü "kesb" kişinin hem kendisi hem de başkaları için bir şey kazanmasına, Keşşaf sahibi şöyle demektedir: Hayrı işlemek "kesb" kelimesiyle, şerri yapmak ise "iktisâb" kelimesiyle ifâde edilir. Çünkü kesbetmesine denilir. "İktisâb" ise, insanın sadece kendisi için bir şey kazanması hakkında kullanılır. Meselâ, "Falanca, çoluk çocuğu için kazanıyor, kesbediyor" denilir de, (......) denilmez.

b) "iktisâb", bir işte tasarrufta bulunma, çalışıp çabalama demektir. Şer, nefsin arzuladığı şeylerden olup, nefis de ona can atıp, çoğunlukla onu emredince, nefis onu kazanmak ve elde etmek için çok gayret eder ve çok didinir. İşte bu anlamdan dolayı, nefis, şer konusunda "müktesibe" (çalışıp çabalayan) olarak isimlendirilmiştir. Hayır konusunda durum böyle olmayınca, nefis, çalışıp çabatamaya delâlet etmeyen bir şekilde vasfedilmiştir. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Mutezile, bu âyet-i kerimeyle, kulun, fiilin kendi icadı ve kendi yapmasıyla olduğu hususuna istidlalde bulunarak, şöyle demektedir: "Çünkü âyet, hayrın ve şerrin kula nisbet edilmesi hususunda sarih bir hüküm ifâde eder. Eğer bu, Allah'ın yaratmasıyta olsaydı, bunun kula nisbet edilmesi bâtıl olur ve kuldan sudur eden fiiller de, kendisi hususunda kulun kesinlikle hiçbir dahli ve kudreti bulunmadığı rengi, boyu-bosu, şekli ve diğer hususlar gibi olmuş olur." Bu konuda söylenecek söz ise, herkesçe malûmdur. Muvafakiyyet Allah'tandır. '

Kâdî şöyle demektedir: "Eğer kulların fiillerinin yaratıcısı Allah olsaydı, teklifin hiçbir anlamı olmazdı. Kulların Cenâb-ı Hak'tan, kendilerine ağır teklifte bulunmamasını istemelerine gelince, onlara göre ağır olan teklif, Allahü Teâlâ'nın kullarda onu yaratması ve o şeyden dolayı kullara herhangi bir yorgunluk ve zorluğun arız olmaması sebebiyle, hafif gibidir...

Üçüncü Mesele

Alimlerimiz bu ayeti kerimeyle “ihbât” görüşünün yanlışlığına istidlalde bulunarak şöyle derler: "Çünkü Allahü Teâlâ bu iki hususu da birlikte emretmiş, nefsin, kesbettiği şeylerden sevâb elde edeceğini, iktisâb ettiği şeylerden dolayı da cezaya duçar olacağını beyan buyurmuştur. İşte bu husus, sevâb ve ikâbın bir arada bulunacağı ve birinin meydana gelmesinden diğerinin zail olmasının gerekmeyeceği hususunda sarih bir ifâdedir."

Cübbâî şöyle der: "Âyetin zahiri, her ne kadar mutlak bir mânaya delâlet etse bile, bu zahiri mâna bir kayıtta mukayyettir. Buna göre ifâdenin takdiri, "Nefis onu iptal etmediği sürece, salih amelin mükâfaatından elde ettiği şey, sevap onun lehine; tevbe ile örtmediği sürece, iktisâb ettiği mes'uliyet ve ikab ise, onun aleyhinedir" şeklinde olur.

Biz, sevabın saf ve devamlı bir menfaat olması, İkâbın ise, saf ve devamlı bir zarar olması gerektiğini; bu ikisini bir araya getirmenin mümkün olmadığını, böylece de, bu ikisinden elde edilen sevap ve ikâbın da cem edilmesinin mümkün olmadığını açıkladığımız için, böyle bir takdire başvurduk."

Bil ki, bu husustaki gerekli açıklama Hak teâlâ'nın, "Başa kakarak ve eziyet ederek sadakalarının boşa çıkarmayın" (Bakara, 264) âyetinin tefsirinde tafsilatlı bir şekilde yapılmıştı. Bu sebepte onu burada tekrarlamıyoruz.

Dördüncü Mesele

Kelâmcılardan birçoğu, bu âyetle, Allahü Teâlâ'nın, babalarının günahlarından dolayı çocuklarına azâb etmeyeceği hususunda istidlal etmişlerdir. Bu husustaki istidlalin vechi gayet açıktır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın: "Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez" (isra, 15) âyetidir.

Beşinci Mesele

Fukaha, bir şeyi elde, mülkiyyette tutmada aslolanın devamlılık (istimrar) olduğuna bu âyeti delil getirirler.

Çünkü, Hak teâlâ'nın: buyruğundaki lâm, mülkiyyetin devamına ve ihtisasına delâlet eder. Bu husus Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in:

"Herkes, kendi kazandığına babasından, çocuğundan ve diğer bütün insanlardan daha fazla hak sahibidir" hadisiyle de kuvvet kazanır. Bu kaide ve düstur tekarrur edip yerleşince, bundan birçok fıkhî meseleler çıkmıştır. Şöyle ki:

a) Bedeli tazmin edilen şeyler, karşılığı ödenmekle mülk olmazlar. Çünkü mülkün devamlılığını gerektiren şey mevcuttur. Bu da Hak teâlâ'nın hükmüdür. Sonradan meydana gelen şey, ya gasbtır veyahut da tazmin etmedir. Bu ikisiyse, "ümm-i veled" ve "müdebbere" deliliyle, mülkiyyet hakkını izale edemezler.

b) Bir kimse bir alanı gasbedip, onu kendi binasına, evine katsa, veyahut da buğday gasbedip onu un haline getirse, yine Cenâb-ı Hakk'ın: hükmünden dolayı, mülkiyyet yok olmaz.

c) Komşunun şuf'a hakkı yoktur. Çünkü mülkün devamını gerektiren şey mevcuttur. O da, buyruğudur. Bir kimsenin bir şeydeki ortağı ile komşusu arasındaki fark, komşusunun ortağına takdim edilemiyeceği, ona tercih edilemiyeceği deliliyle, son derece açıktır. Bu da, ikisi arasında eşitliğin bulunmasına mânidir. Bir de, komşunun devreye sokulmasıyla ortaya çıkacak olan zarar, daha azdır. (Bundan dolayı, daha fazla olan zarardan kaçınmak için, ortağı gözetmek gerekir.) Bir de ortaklıkta, ortaklığın yükünü çekmek gerekir, buna ihtiyaç duyulur. Halbuki bu mâna, komşuda bulunmamaktadır.

d) El kesmek, tazminin vâcib olmasına mani değildir. Çünkü mülkiyyetin devamlılığını gerektiren şey bulunmaktadır ki, bu da hükmüdür. El kesmek, çalınan şeyin varolması ve kaybolmaması halinde, çalan kimsenin onu esas sahibine vermesinin vâcib olması deliliyle, mülkiyyetin zevalini gerektirmez. O halde el kesmek, o şeyin, o kimsenin mülkü olmamasını iktiza etmez.

e) Zekâtın farz olmadığını söyleyenler de, bu âyetle istidlal etmişlerdir.

Buna verilecek cevap ise, "Zekâtı gerektiren deliller daha hususîdir. Ehass olan hükümler ise, 'amm olan delillerden öncedir" şeklindedir.

Özet olarak, bu âyet-i kerime fürû fıkıhta çok büyük bir kaide ve asıldır. Allah en iyisini bilendir.

Sonra bil ki, Allahü Teâlâ, mü'minlerin dualarını nakletmiştir. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Duâ ibâdetin özüdür" İbn Mâce, duâ, 1 (2/1258); Tirmizi, dua, 1 (5/456). buyurmuştur. Çünkü duâ eden kimse, kendisinin fakirlik, ihtiyaç, zillet ve yoksulluk makamında olduğunu müşahede eder; yine o, Allah'ın celâl sıfatlarını, keremini, izzetini, bütün âlemlerden müstağni olup yüce olması sıfatıyla da O'nun azametini müşahede eder. Bütün tâat ve ibâdetlerden maksat ise, işte budur. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, bu büyük ilimleri ihtiva eden bu yüce sûreyi, Allah'a duâ etmek ve O'na yakarıda bulunmakla bitirmiştir.

Duanın hakikâtlan hususundaki sözümüzü, Cenâb-ı Hakk'ın: "Kullarım sana beni sorduklarında, (bilsinler ki) ben onlara yakınım" (Bakara, 186)âyetinin tefsirinde zikretmiştik.

Cenâb-ı Hak daha sonra, Ta Rabbenaeğer unutursak, veya yanılırsak, bizi tutup azarlama" buyurmuştur. Âyetle ilgili bir mesele vardır.

Birinci Mesele

Bil ki Allahü Teâlâ, mü'minlerin dört çeşit duâ yaptıklarım anlatmış, dördüncüsü hariç, bunların başında da "Rabbena" hitabını zikretmiştir.

O, dördüncü duâ olan "Bizi affet ve bizi bağışla" (Bakara, 286) dileğinin başında, bu kelimeyi zikretmemiştir.

Mü'minlerin yaptıkları birinci çeşit duâ, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ya Rabbena, eğer unutursak veya yanıhrsak, bizi tutup azarlama" dileğidir. Bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Bizi tutup azarlama sözünün mânası, "Bizi cezalandırma" demektir.

Burada bir müşareket mânası olmadığı halde, Cenâb-ı Hak bu lafzı "müfâale" kalıbındı. etirmiştir. Çünkü unutan kimse, nefsine hakim olmuş ve yaptığı şeyden dolayı onu azartamıştır. Böylece günahı sebebiyle onu cezalandıran kimse, nefsine sıkıntı verme konusunda ona yardım eden bir kimse gibi olmuş olur. Bana göre burada başka bir izah şekli daha vardır. Şöyle ki: Allah, günahkâr kimseyi azâb ile muâhaze eder. Günahkâr kimse de -birinin yakasına yapışan kimse gibi- âdeta ondan ısrarla af ve ihsan diler ve anlar ki kendisini azabdan kurtaracak O'ndan başka kimse yoktur. İşte bu sebepten dolayı kul, günahından ötürü Allah'tan korktuğunda yine O'na sarılıyor.. İki taraftan herbiri böylece diğerini yakaladığı için, bu buradalafzıyla beyan edilmiştir.

İkinci Mesele

Âyet-i kerimedeki "unutmak" kelimesi hakkında iki görüş vardır:

Birinci görüş: Bundan murad, bizzat, hatırlamanın zıddı olan unutmadır. Buna göre şayet, "Unutan kimsenin yaptığı iş, Cenâb-ı Hakk'ın, "teklîf-i mâla yutâkı" caiz olamaması aklî delili ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de:

"Ümmetimden hatanın, unutmanın ve cebren kendilerine yaptırılmış olan şeylerin hükmü kaldırıldı, affedildi" Aynı manada, değişik bir ifâde ile: Ibn Mâce, talâk, 16 (1/659); Keşfu'l-Hafâ, 1/433. buyurmuş olması nakli deliliyle de, affın doğrudan konusudur. Unutmak, kat'î olarak affın konusu olunca, mü'minlerin dualarında, unuttukları şeylerden dolayı Cenâb-ı Hak'tan aff talebinde bulunmalarının anlamı nedir?" denilirse, buna şu şekilde cevap veririz:

1- Unutma bazan, sahibinin mazur görüleceği şeylerde olur, bazan da mazur görülemeyeceği şeyler hakkında olur. Baksana, bir kimse elbisesinde kan görse, sonra da onu temizlemeyi sonraya bıraksa ve unutsa, elbisesinde kan olduğu halde namaz kılsa, kusurlu sayılır. Çünkü onun, kanı hemen temizlemesi gerekirdi. Fakat o, elbisesindeki kanı hiç görmeksizin namaz kılsa, mazur sayılır. Yine bir kimse, bir yerde bulunan av hayvanına öldürmek için bir şey atsa ve bu bir insana isabet etse, o avcı attığı şeyin o av hayvanına mı, yoksa başka birisine mi isabet edeceğini bilemeyeceği bir durumda olduğu halde, ihtiyatlı davranmazsa, bu kişi kınanır ve suçlu görülür. Fakat hata edeceğine açık işaretler bulunmaz ve bu durumda okunu veya taşını atar da, bir insanı vurursa, o zaman bu kişi mazur sayılır. İşte bunun gibi, insan mütalaadan ve tekrar etmekten gafil olur da Kur'ân-ı Kerim'i unutursa, kınanır. Fakat devamlı Kur'ân okuduğu halde, Kur'ân'ı unutmuş ise, bu kimse mazur sayılır. Böylece unutmanın iki çeşit olduğu ve bir kısmının mazur görülüp, bir kısmının mazur görülmediği ortaya çıkmış olur. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yerine getirmesi gereken bir şeyini hatırlamak istediği zaman, parmağına iplik bağlardı. Bu anlattıklarımız ile, unutan kimsenin bazan mazur görülemeyeceği ortaya çıkmış olur. Bu, kişi tekrar tekrar hatırlamayı terkedip, hatıriatıcı vesileleri terkettiği zaman olur. Böyle olduğu zaman, insanın dua ederek bağışlanmasını dilemesi doğrudur.

2- Bu, takdiren bir duadır. Bu böyledir. Çünkü bu duada bulunan mü'minler, Allah'tan nasıl korkulması gerekiyor ise öylece ittikâ eden kimselerdir. Bu sebeple, onlardan yakışıksız birşey, ancak unutma ve hatadan dolayı sâdır olur. Binâenaleyh onların bu şekilde duâ etmiş olmakla vasfediîmeleri, muaheze olunacakları şeylerden tamamen uzak olduklarını göstermek içindir. Sanki şöyle denilmektedir: "Eğer unutma sebebi ile muaheze etme mümkün ise, Ey Rabb'imiz sen, bizi ondan dolayı muaheze etme."

3- Duadan maksad, Allah'a olan tazarrû ve yakarışı göstermek olup, birşey istemek değildir. İşte bundan dolayı, duâ eden kimse çoğunlukla, İster duâ etsin, ister etmesin, Allah'ın yapacağını kesin olarak bildiği bir şekilde duâ eder. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Ya Rabbi, sen hak ile hükmet" (Enbiya, 11?) ve "Ey Rabbimiz, peygamberlerin lisanı ile bize vaadettiklerini bize ver. Kıyamet günü yüzümüzü kara çıkartma" (Al-i imrân, 194). Melekler de şöyle duâ etmişlerdir: "Tevbe edenleri, senin yoluna uyup gidenleri yarlığa..." (Mümin, n) İşte bunun gibi, bu âyette de, unutmanın affedileceğini bilmek, duada mağfiret talebinde bulunmanın yerinde olmasına manî değildir.

4- Unutan kimsenin muaheze edilmesi, aklen imkânsız değildir. Çünkü insan unuttuğunda muaheze edileceğini bilirse, hesaba çekilme korkusundan dolayı hafızasını hep diri tutar. O zaman da ondan, herhangi bir unutma sadır olmaz. Fakat hatırlamayı sürdürmek ve hafızayı diri tutmak nefse zor gelen bir iştir. Bu durum akıl için söz konusu olunca, bu hususta duâ edip Allah'tan mağfiret talebinde bulunmanın güzel olması gerekir.

5- "Teklîf-i mâ-lâ yutâk"ı caiz gören âlimler, bu âyeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Unutan kimse o işi yapmaktan kaçınmaya muktedir değildir. Şayet Allahü teâlâ'nın onu cezalandırması aklen caiz olmasaydı, o kimse duâ ederek, muaheze edilmemesini istemezdi."

İkinci Görüş: "Nisyân" (unutma) kelimesi, terketme manasına hamledilir.

Nitekim Cenâb-ı Allah: "Fakat o unuttu, yani âmeli terketti. Biz onda bir azm bulamadık" (Tâhâ, 115) ve "Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu" (Tevbe, 67)yani "Onlar Allah için âmel etmeyi terkettiler, Allah da onları terketti" buyurmuştur. Bir kimse arkadaşına,

"Beni terketme" mânâsında, "Bağışından beni de unutma der. Buna göre, bu âyetteki nisyandan murad, yanlış bir te'vilden dolayı bir fiili terketmek hatâdan murad da, yine yanlış bir mânâlandırmadan dolayı bir fiili yapmaktır.

Üçüncü Mesele

Bu âyet-i kerimede zikredilmiş olan "nisyan" ve "hata"nın, ya uygun olmayan birşeyi yapmaya yönelme mânasına uygun bir şekilde tefsir edilmiş oldukları, yahut da ikisinden birisinin bu şekilde tefsir edilmiş olduğu anlaşılmıştır. Birinci ihtimal, büyük günah sahiplerinin affedileceğine delâlet etmektedir. Çünkü bir günaha yönelme, unutkanlık ve hata halinde meydana gelip, sonra da Cenâb-ı Hak, "Ey Rabb'imiz, eğer unutursak veya yanıhrsak, bizi tutup sorguya çekme" sözü ile kendisine duâ etmelerini emredince, bu, müslümanların hatalarından dolayı azab olunmamalarını Allah'tan istemeleri hususunda bir emir olmuş olur. İşte Allah, mü'minlere bunu istemeyi emredince, bu emir, Allah'ın onların isteğini karşılayacağına delâlet etmiştir. Bu da, büyük günah sahiplerinin affedileceğini gösterir. İkinci ihtimal içindeki iki ihtimale gelince, bunların her ikisi de geçersizdir. Çünkü hasmımıza göre, bunlardan dolayı hesaba çekilmek "kabîh" (çirkin)dir. Allah tarafından yapılması kabîh (yakışıksız) görülen şeyi duâ ile istemek ise imkânsızdır.

Buna göre eğer, "unutan kimse, geçen meselede anlattığınız gibi, hatırda tutmayı kasden terkettiği için bazan muaheze olunur" denilir ise, biz deriz ki: O kimse, gerçekte hatırlamayı kasden ve bile bile terkettiği için muaheze olunmaktadır. Binâenaleyh buradaki muaheze, onun bunu bilerek terketmesinden dolayı meydana gelmiştir. Bu zikrettiğimiz şeylerin zahiri, bu âyet-i kerimenin, büyük günah işleyenlerin de affının umulacağına delalet ettiğini gösterir.

"... Rabbena, bizden evvelkilere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme..." .

Bil ki bu ifâde, ikinci bir duadır. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Âyetteki (......) kelimesi lügatte ağırlık ve şiddet mânâsına gelmektedir. Nitekim şâir Nâbiğa şöyle demiştir:

"Ey, zulmün, kavmin liderlerini bürüyüp kaplamasına mani olan ve, iyice tanımalarından sonra, onların sıkıntılarını yüklenen kimse..."

Daha sonra, ahidler, ağır olduğu için isr diye isimlendirilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak "ve üzerinize bu ağır ahdimi alıp kabul ettiniz mi?" (Al-i İmran, 81) yani "ahdimi ve mîsakımı..." buyurmuştur.

İsr kelimesinin bir manası da temayül ve şefkattir. Nitekim, denilir. Yani, "Hiçbir yakınlık ve akrabalık beni ona meylettirmez" demektir. Temayül ve şefkat, "isr" diye isimlendirilmiştir. Çünkü senin bir kimseye olan temayül ve şefkatin, ona dokunan hertürlü kötülüğü, kalbine ağırlaştırır.

İkinci Mesele

Müfessirler, bu âyetle ilgili şu ki açıklamayı yapmışlardır:

1- "Bizden önceki yahudîlere katı ve sert davrandığın gibi, mükellefiyetler hususunda bize sert davranma." Bu müfessirler şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, yahudilere elli vakit namazı farz kılmış, mallarının dörtte birini zekat olarak vermelerini ve elbiselerine pislik bulaştığında, o kısmı kesmelerini emretmiştir. Yine yahudiler bir şeyi unutup yapmadıklarında, daha dünyada iken hemen cezalandırılmışlardır. Bir hata işlediklerinde, daha önce kendilerine helâl olan yiyeceklerin bir kısmı onlara haram kılınmıştır. Nitekim Hak teâlâ: "Yahudilerden bir zulüm sebebiyle biz onlara, kendileri için helâl kılınan temiz ve güzel şeyleri haram ettik" (Nisa, 160) ve, "Gerçekte biz onlara, "kendinizi öldürün, yahud yurtlarınızdan çıkın" diye yazsaydik, içlerinden birazı müstesna olmak üzere, bunu yapmazlardı.." (Nisa. 66) buyurmuştur.

Yine, Tâlût'un kavminden yolcu olanlara, nehirden su içmeleri haram kılınmış ve onların azabı, bu dünyada hemencecik cezalandırılması olmuştur. Nitekim Hak teâlâ: "Biz birtakım yüzleri silip ve belirsiz edip de enselerine çevirmezden, yahud cumartesi yaranına ettiğimiz lanet gibi kendilerini de lanetlemeden önce..." (Nisa.47) buyurmuştur. Onlar bundan dolayı domuzlara ve maymunlara çevrilmişlerdir.

Kaffâl şöyle demektedir: "Kim şu yahudilerin iddia ettikleri Tevrat'ın beşinci bölümüne bakarsa, Cenâb-ı Hakk'ın onlardan ne derece sert ve katı olan ahitler almış olduğuna vakıf olur ve çok şaşırtıcı şeyler görür. İşte mü'minler bundan dolayı Rab Teâlâ'dan, bu gibi ahitlerden kendilerini korumasını taleb etmişlerdir. O da, fazl u keremiyle mü'minlerden bu tür ahitler almamıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu ümmetin vasfıyla ilgili olarak, "O, onların ağır yüklerini sırtlarında olan zincirleri indiriyor.." (A'râf. 157) buyurmuş, Hazret-i Peygamberde, "Ümmetimden "mesh" (maymuna çevrilme), "hasf (yere batırılma) ve boğulma gibi ilahî cezalar kaldırılmıştır" buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, "Sen onların arasında bulunurken, Allah onlara azâb edici değildir. Onlar istiğfar ederlerken de Allah yine onları azâblandırıcı değildir" (Enfâl, 33) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber de, "Ben, kolay ve müsamahakâr olan Haniflik (tevhid inancı) ile gönderildim" Müsned, 5/266. buyurmuştur. Mü'minler, Cenâb-ı Hakk'ın teklîflerini hafifletmesini istemişlerdir. Çünkü ağır olan mükellefiyetlerde kusur işlemek ihtimali fazladır. Kusur işlemek ise, Allah tarafından cezalandırmayı gerektirir. Halbuki, onların ilâhî azaba dayanacak takatleri yoktur. İşte bu sebeple muhakkak ki, tekliflerde kolaylığı taleb etmişlerdir.

2- "Şiddet ve katılık bakımından bizden öncekilerin misak ve ahdine benzer bir misak ve ahdi bize yükleme, Allahım!" Bu görüş öz olarak, birinci görüşe dayanır. Ancak ne var ki, bunda, fazladan bazı kayıtlar bulunmaktadır. Binaenaleyh birinci görüş daha evlâdır.

Üçüncü Mesele

Bir kimse şöyle diyebilir: "Gerek aklî gerekse naklî deliller, Cenâb-ı Hakk'ın "Ekremul ekremîn" (çok ikram edenlerin en fazla ikram edeni) ve "Erhamu'r-râhimin" (= ve merhamet edenlerin en fazla merhamet edeni) olduğuna delâlet etmektedir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın yahudilere şiddetli ve katı mükellefiyetler yükleyip, böylece onların çeşitli ihtilâflara ve inatlaşmalara da düşmelerine sebep olmasındaki hikmet nedir?" Mutezile, "Birşeyin, bir insan hakkında faydalı, başka bir insan hakkında ise zararlı olması mümkündür. Binâenaleyh yahudilerin tabiatlarında katılık ve kötülük ağır basmaktadır. Onlar, ancak böyle güç ve zor mükellefiyetle yola gelirlerdi. Ümmet-i Muhammed'in tabiatında ise, incelik ve güzel huy hâkimdir. Bundan dolayı, onlara uygun olan hükümlerin hafif ve katılıktan uzak olmasıdır" demiştir.

Âlimlerimiz ise şöyle cevap vermişlerdir: Birinci makamda zikrettiğimiz o suali, ikinci makama alıyor ve şöyle diyoruz: Niçin Cenâb-ı Hak, yahudileri tabiatları sert, kalbleri katı ve himmetleri az olarak yaratmış ve böylece onlar da bu kadar sert ve katı tekliflerle karşı karşıya kalmışlardır? Niçin yine Allahü Teâlâ, ümmet-i Muhammed'i, tabiatları yumuşak, huyları güzel ve himmetleri yüce olarak yaratmış ve onlara menfaat sağlamak hususunda hafif ve kolay mükellefiyetler kâfi gelmiştir? Kim iyice düşünür ve insaf ederse, bu niçinlerin tutarsız olduğunu anlar. Allah'tan gelen herşey Mu'tezile terazisinde tartılmaktan yüce ve uzaktır. Allahü Teâlâ dilediğini yapar, istediği şekilde hükmeder. "O, yapacağından mes'ûl olmaz, fakat onlar (insanlar) mes'ûl olurlar" (Enbiya, 23)

"Ey Rabb'imiz, takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme"

Takat Getirilemeyecek Yük Hakkında

Bil ki bu, mü'minlerin yaptığı üçüncü duadır. Bununla ilgili birkaç mes'ele vardır:

Birinci Mesele

"Taat" kelimesinin, "itaat"tan, "câbe" kelimesinin, "icâbet"ten gelen birer isim oluşu gibi, "takat" kelimesi de "itâka" masdarından bir isimdir. Bu kelime, masdarı yerine kullanılmıştır.

İkinci Mesele

Âlimlerimizden, "teklîf-i mâlâyutâk"ın caiz olduğu hususunda bu âyeti delil getirenler vardır. Çünkü eğer bu caiz olmasaydı, duâ ile Allah'tan onun kaldırılmasının istenmesi yerinde olmazdı.

Mu'tezile buna, şu hususları ileri sürerek cevap verir:

1- Âyetteki "Takat getiremeyeceğimiz şeyi... "sözünün mânâsı, "yapmak çok zor olan şey" demektir. Bu tıpkı, bir insanın ağır görerek, "Falancaya bakmaya gücüm yetmez" demesi gibidir. Nitekim Şâir "Eğer sen, bana gücümün yetmeyeceği şeyi yüklersen, seni (şimdi) sevindiren güzel huyum, seni üzer" demiştir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in köleler hakkında şöyle dediği, hadiste gelmiştir: "Kölenin yiyeceği ve giyeceği sahibinin üzerinedir. Köle güç yetiremeyeceği işte mükellef tutulmaz." Müslim, eymân, 41 (3/1284).

Yani, "ona zor gelen işlerle..." demektir.

İmran b. el-Husayn (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hasta olan, oturarak namaz kılar. Eğer buna da gücü yetmez ise, yan yatarak kılar". Ibn Mâce, ikâme, 139 (1/386-387) (Aynı manada...)

Buna göre hadisteki "gücü yetmez ise.." ifâdesi "oturacak kadar gücü yoksa" mânâsında olmayıp, aksine bütün fukahâ bu ifâdeden maksadın, "oturması hâlinde, o insan için çok büyük bir meşakkat söz konusu olursa" mânâsı olduğunu söylemişlerdir. Hak teâlâ da kâfirleri anlatırken"Onlar işitmeye tahammül edemezler" ( Hud, 20) yâni, "O, onlara çok zor gelir" buyurmuştur.

2- Cenâb-ı Hak, "Takat getiremiyeceğimiz şeyi bize teklif etme" buyurmamış da, "Takat getiremiyeceğimiz şeyi bize yükleme" buyurmuştur. Bir şeyi "tahmîl" etmek, yüklemek, kişinin yüklenmeye takat getiremiyeceği şeyi onun üzerine koymaktır; binâenaleyh bundan murad "azâb" olmuş olur. Buna göre mânâ: "Bize, taşımaya katlanamayacağımız azabını yükleme" şeklinde olur. Eğer âyeti bu mânâya hamledersek, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu, hakikat ifâde eder. Şayet bunu "teklif etme, mükellef klima" mânâsına hamledersek, mecaz olur. Bu sebeple, birincisi daha uygundur.

3- Farzedelim ki onlar, Cenâb-ı Hak'tan, kendilerini, takat getiremiyecekleri şeylerle mükellef kılmamasını istemiş olsunlar... Fakat bu, bunun aksinin yapılmasının caiz olduğuna da delâlet etmez. Çünkü, bu ifâde eğer buna delâlet ederse, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabb'im, hak ile hükmet" (Enbiya, 112) ifâdesi de Cenâb-ı Hakk'ın bâtıl ile hükmetmesinin cevazına delâlet ederdi!.. Bunun gibi İbrahim (aleyhisselâm)'in, "İnsanların diriltileceğigünde, beni utandırma" (Şuarâ, 87) sözü de, Cenâb-ı Hakk'ın peygamberlerini utandırmasının caiz olduğuna delâlet ederdi!.. Öte yandan Cenâb-ı Allah Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Kâfirlere ve münâfiklara itaat etme!" (Ahzab, 48) demiştir. Bu, Hazret-i Peygamber'in kâfirlere ve münafıklara itaat etmesinin cevazına delâlet etmez.. Cenâb-ı Hakk'ın

"Andolsun ki, eğer sen şirk koşmuş olsaydın, muhakkak ki amelin boşa giderdi" (Zümer, 65) âyeti hakkında söylenebilecek söz de bunun gibidir. Mu'tezile'nin cevaplarının tamamı işte budur.

Bizim âlimlerimiz buna şöyle diyerek cevap vermişlerdir: Birincisi: İki yönden reddedilir:

a) Şayet, Cenâb-ı Hakk'ın: "Takat getiremiyeceğimiz şeyi bize yükleme" sözü, "onlara olan teklifleri zorlaştırmama" anlamına hamledilirse, bu takdirde bu âyetin manasıyla, bundan önce bulunan, "Ey Rabb'imiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme" ifâdesinin mânâsı aynı olurdu. Bu ise, sırf tekrardır. Tekrar ise, caiz değildir.

b) Biz, âyette geçen (......) kelimesinin güç yetirmek ve muktedir olmak anlamlarına geldiğini açıkladık. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın: buyruğunun zahirî mânası, "kendisine güç yetiremediğimiz şeyi bize yükleme!" şeklinde olur. Bu konuda söylenebilecek en son şey, bu lafzın, bazı kullanış şekillerinde mecazen istikbâl anlamına geldiğidir... Ancak ne var ki asl olan, lafzı hakikî mânâsına hamletmektir.

İkincisine de şöyle cevap verilir: Tahammül etmek, yüklenmek kelimesi Kur'ân dilinde, "teklif" mânâsına tahsis edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz ve teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler; bundan korktular. İnsan ise bunu yüklendi..." (Ahzab. 72) buyurmuştur.

Sonra farzedelim ki, bu anlayış bulunmamış olsun.. Ama ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın: "Takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme" buyruğu hem azâb hem de teklif hakkında umûmî bir mânâ ifâde eder. Binâenaleyh kelimeyi zahirine göre amel ettirmek gerekir. Tahsis etmeye gelince, bu bir hüccet olmadan yapılırsa caiz değildir.

Üçüncüye ise şöyle cevap verilir: Bir şeyi yapmak imkânsız olunca, bu imkânsızı duâ ve niyaz yoluyla O'ndan taleb etmek caiz olmaz. Bu tıpkı, duasında ve niyazında, "Ey Rabb'imiz, iki zıddı bir araya getirme! Kadîm olanı muhdese çevirme" diyen kimsenin durumu gibi olur.. Oysa ki bu, caiz değildir.. Sizin zikrettiğiniz şey de böyledir.

Bu sabit olunca deriz ki, asl olan işte budur. Mufassal (detaylı) bir delil sebebiyle bazı durumlarda bunu terketmek caiz olsa da diğer hallerde delil olmaksızın terketmek gerekmez. Muvaffakiyyet Allah'tandır.

Üçüncü Mesele

Bilmek gerekir ki, âyet-i kerime hakkında geriye birkaç soru kalmıştır:

Birinci soru: Cenâb-ı Hak önceki âyette buyurmuşken, burada niçindemiştir? Niye, birincisini "hami" kelimesine; ikincisini de "tahmil" kelimesine tahsis etmiştir

Cevap: Güç olanın taşınması (hami) mümkündür. Takat getirilemeyene gelince, bunu taşımak (hami) mümkün değildir. Takat getirilemeyen şeyde söz konusu olan ise.-onun sadece "yüklenilmesi" (tahmîl)'dir. Zor ve meşakkatli olan şeye gelince, bunu hem taşımak (hami), yüklenmek; hem de başkasına yüklemek (tahmîi) mümkündür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak son âyet-i kerimede "tahmil" (yüklemek) kelimesini zikretmiştir.

İkinci soru: Kul, "üstümüze ağır bir yük yükleme" sözüyle kendisini zor bir işte mükellef kılmamasını taleb edince, Allah'ın, takat getirilemeyecek şeyle mükellef kılmaması da bunun zarurî neticelerinden olmuştur. Buna göre, bu tertibin aksi daha evlâdır.

Cevap: Benim hatırıma gelen, gerçekteyse bilgisi Allah katında olan şey şudur: Kulun iki makamı vardır:

a) Şeriatın zahirini yerine getirmek;

b) Mükâşefeye yönelmek., ki bu, insanın marifetullâh ile, Allah'a hizmet, O'na taât ve nimetlerine de şükür ile meşgul olmasıdır.

Birinci makamda, Cenâb-ı Hakk'ın, güç gelen mükellefiyetler yüklememesi taleb edilir. İkinci makamda ise insan şöyle der: "Ya Rabbi, benden, senin celâline lâyık bir hamd ve övgü; nimet ve lütuflarına lâyık bir şükür; kudsiyyet ve azametine lâyık bir marifet isteme!.. Çünkü, benim zikrim, fikrim ve şükrüm buna uygun değildir... Buna gücüm de yetmez.." Şeriat "hakikât"ten önce olduğu için, Allahü Teâlâ, "Üstümüze ağır bir yük yükleme" sözünü, "Takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme" ifâdesinden önce zikretmiştir.

Üçüncü soru: Allahü Teâlâ, mü'minlerden, onların cemî sîgasıyla, "Eğer unuttuk yahut yanildıysak, bizi tutup azarlama, "Bizden öncekilere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme" ve "Takat getiremiyeceğimiz şeyi bize yükleme" diyerek, toplu bir biçimde bu duaları yaptıklarını nakletmiştir. Duâ zamanında bir araya gelmenin faydası nedir?

Cevap: Bundan maksat, duanın kabulünün topluca yapılınca daha mükemmel olacağını beyan etmektir. Bu böyledir. Çünkü her insanın himmet ve gayretinin ayrı ayrı tesirleri vardır. Bunlar ve sebepler tek bir şey üzerinde bir araya geldiklerinde, o şeyin tahakkuku daha mükemmel olur.

"Bizi affet, bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen Mevlâmızsın bizim. Kafir toplumlara karşı da bize yardım et" .

Bil ki, önceki üç çeşit duada taleb edilen şey, Allahü Teâlâ'nın yapmaması, o şeyleri terketmesidir. Bu duâlâr da "Rabbimiz.." lafzına bitişik olarak gelmiştir. Fakat bu dördüncü duâdâ afzı bulunmamaktadır; zahiri de, Allah'ın bir şeyi yapmasını istemeye delâlet etmektedir. Bu hususla ilgili iki soru vardır:

Birinci soru: Burada niçin lâfzı zikredilmemiştir?

Cevap: Nida etmeye ancak, uzaklık söz konusu olduğu zaman ihtiyaç duyulur. Nida edilen şey yakın olduğunda ise, nidaya İhtiyaç duyulmaz. Bu duada (......) nidası, kulun yalvarıp yakarmaya devam ettiğinde Allah'a kurbiyyete nail olacağını bildirmek için hazf edilmiştir. Bu, kendisiyle başka sırlara muttali olunacak büyük bir sırdır.

Af, Mağfiret ve Rahmet Arasındaki Fark

İkinci soru: "Afv", "mağfiret" ve "rahmet" kelimeleri arasında ne fark vardır?

Cevap: Afv, kuldan cezanın düşmesidir; mağfiret, kulu utandırmak ve rezil-rüsvay etmek azabından koruyarak, onun suçunu örtmektir. Buna göre kul sanki şöyle demektedir: "Senden afv diliyorum. Beni affettiğin zaman, günahımı ört! Çünkü, kabir azabından halâs olmak, ancak onun peşinden utanç azabından da halâs olunduğunda, kurtulunduğunda hoş olur.." Birincisi cismanî, ikincisi ise ruhanî bir azâbtır. Kul her ikisinden de kurtulunca, mükâfaat istemeye yönelir. Bu da iki kısımdır: Cismânî mükâfaat ki bu cennet nimetleri, onun lezzetleri ve oradaki hoş ve güzel şeylerdir. Diğeri ise, ruhanî bir mükâafattır ki bunun da zirvesi, Allah'ın celâl nurlarının o kimseye tecelli etmesi ve, takati nisbetinde Allah'ın kibriyâsının, yüceliğinin o kimseye inkişâf etmesi, zuhur etmesidir. Bu da, o kimsenin Allah'ın dışında bulunan herşeyden sıyrılarak, tamamiyle Allah'ın celâlinin nuruna boğulmasıyla, istiğrakıyla mükmün olur. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın "Bize merhamet et!" buyruğu cismanî mükâfaatı; O'nun bundan sonra demesi de, "ruhanî mükâfaatı" ve kulun bütün benliğiyle Allah'a yönelmek istediğini gösterir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "Sen Mevlâmızsın bizim" buyruğu, o anda bulunan kimselerin (hâzirûn) yaptığı bir hitâbtır. Belki de kelâmcılardan pek çoğu, bu açıklamaları tuhaf görür ve bunların tâat kabilinden söylenilmiş şeyler olduğunu söylerler. Yemin ederim ki, onlar söyledikleri şeylerde doğru söylemektedirler, zira onların ilimdeki dereceleri budur. "Şüphesiz ki Rabb'in, yolundan sapan kimseleri çok iyi bilenin ta kendisidir. O, hidâyete ulaşmış olan kimseleri de pek İyi bilendir" (Necm, 30).

Cenâb-ı Hakk'ın "Sen Mevlâmızsın bizim" buyruğunda bir başka anlam daha vardır. O da şudur: Bu kelime, kulun son derece huşu ve inkiyâd içinde bulunduğunu; kendisine ulaşan her nimetin sahibinin Allah olduğunu ve elde ettiği her türlü ikramı ve ihsanı O'nun lütfettiğini itiraf ettiğini gösterir. Hiç şüphesiz işte bu sebeple, kullar duâ ederken, Allah'ın lütfü ve ihsanına dair söz ederlerken kendilerinin, ancak Cenâb-ı Hakk'ın tedbiriyle işlerinin tamamlanacağı bir çocuk ve, ancak Mevlasının ıslâhıyla işlerinin yoluna gireceği bir kul durumunda olduklarını; Allahü Teâlâ'nın, gökler ve yerin Kayyûm'u olduğunu, bütün işleri yoluna koyan olduğunu, "Ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcı" (Enam. 40) âyetinde de belirttiği gibi, hakikatte her şeyin müdebbiri (yöneticisi) O olduğunu izhar etmişlerdir.

Bu âyetin bir benzeri de, "Allah, imân edenlerin dostudur" (Bakara, 257); yani, "yardım edenidir", "Muhakkak ki Allah, onun dostudur" (Tahrim, 4) ve "Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah muhakkak ki imân edenlerin doshıdur. Kâfirlerinse dostu yoktur" (Muhammed, 11) âyetleridir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Kâfir toplumlara karşı da bize yardım et" buyurmuştur. Yani, "Onlarla savaşırken, onlarla hüccetleşirken ve, Hak teâlâ'nın, "Onu diğer bütün dinlerden üstün kılmak için" (Saf, 9) âyetinde de buyurduğu gibi, İslâm devletinin onların devletlerinin üzerine çıkması hususunda, onlara karşı bize yardım eti" demektir. Muhakkik ulemâdan, "Kâfir toplumlara karşı da bize yardım et" duasından maksadın, "Ruhanî- melekî kuvvetlerle, mâsivâullah'tan başkasına çağıran cismanî güçleri kahretme konusunda Allah'tan yardım istemek olduğunu" söyleyenler de bulunmaktadır. Bakara sûresi bu ifâdelerle sona ermektedir.

Vahidî (r.h), Mukâtil İbn Süleyman'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hazret-i Peygamber Miraca çıktığında, ona Bakara sûresinin son âyetleri verilmiştir. Bunun üzerine melekler, "Hiç şüphesiz Allahü Teâlâ"Peygamber "imân etti" diyerek, sana güzel bir övgüyle ikramda bulundu. Binâenaleyh, sen O'ndan iste, ve O'na yalvar yakar.." dediler. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber'e nasıl duâ edeceğini öğretir.. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Ey Rabb'imiz, bağışlamanı dileriz.. Dönüş ancak sanadır" deyince de, Allahü Teâlâ, "Şüphesiz ben sizi bağışladım!" der. Hazret-i Peygamber, "Bizi muâhaze etme!..." deyince, Allah(c.c), "Ben sizi muâhaze etmeyeceğim!" buyurur. Hazret-i Peygamber "Üstümüze ağır bir yük yükleme" deyince Cenâb-ı Hak, "Ben size katı davranmayacağım" buyurur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme" deyince, Cenâb-ı Hak, "Bunu size yüklemiyeceğim" buyurur. Hazret-i Muhammed: "Bizi atfet bizi bağışla ve bize merhamet et" deyince, Allahü Teâlâ da, "Muhakkak ki sizi affettim, sizi bağışladım, size merhamet ettim ve, kâfir toplumlara karşı da size yardım ettim" buyurur.

Bazı rivayetlerde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bu şekilde duâ ederken, meleklerin "Amîn" (= kabul buyur) dedikleri de yer almıştır.

Bu kelimelerin yazarı şu yoksul, fakir, muhtaç kimse de şöyle der: "Ey Allah'ım, ey efendim! Araştırdığım ve yazdığım her şey ile, sadece senin rızanı ve yüce cemâlini gözettim. Eğer isabet ettiysem, senin muvaffak kılmanla isabet etmişimdir. Sen bunları, lütfün ve ihsanınla, bu yoksul ve muhtaç kimseden kabul et!.. Eğer hata ettiysem, ey ısrar edenlerin ısrarının canını asla sıkmadığı ve isteyenlerin isteklerinin de kendisini meşgul etmediği Allahım! Sen lütfü kereminle, benim günahlarımı bağışla..." Bunlar, bu sûrenin tefsiri hakkında söylediğim son sözlerdir. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'adır. Salât ü selâm ise, efendimiz, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile O'nun âline ve ashabına olsun...

286 ﴿