ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ"Bu sûre Medenî bir sûredir. Ayet sayısı ıkiyüz olup, Enfâl sûresinden sonra nazil olmuştur." 1Âyetin tefsiri için bak:2 2Elif, Lâm, Mim. Allah o Allah'dır ki O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Hay ve Kayyûmdur" ifâdesinin tefsiri, Bakara sûresinde geçti. Bununla ilgili bazı meseleler vardır: Elif lim Mîm ile ilgili Kıraat Vecihleri Âsimin râvisi Ebû Bekr, buradaki mîm harfini sükûn ile, lafzının hemzesini de fetha ile okumuştur. Diğer kıraat imamları ise, mim'i fetha ile okuyarak, lafzına vasletmişlerdir. Âsim, şu iki sebepten dolayı o şekilde okumuştur: a) Vakfa niyet edip, sonra da yeni başlamış olduğu için, hemzeyi açıkça gösterip okumak. b) Vasl elifini kat' ederek okuyanların lehçesine göre olması, yani vasi elifini vasletmeyenlere göre okunmuş olmasıdır. (......) ile "lafza-i celâl" arasını fasledip hemzeyi izhar ederek okuyanlar ise, ululamak ve tazim etmek için böyle okumuşlardır. Mîm harfini mansub okumanın iki türlü izahı vardır: 1- Birincisi Ferrâ'nın görüşüdür ki bunu Basralılardan pek çok kimse de tercih etmiştir. Bu görüşe göre harf isimlerinin sonu sükûndur. Sen; (bir, iki, üç) dediğin gibi, "elif, lâm, mim" dersin. Bu takdire göre, (......) lafzı ile yeni başlanıyor olması gerekir. Biz "Allah" lafzı ile başladığımızda, hemzesini harekeli olarak okuruz. Fakat bu imamlar, hafiflik ve kolaylık olsun diye hemzeyi düşürmüşler ve hemzenin harekesini, (......)'in mîm'i ile başlamasından dolayı, hemze varmış gibi olsun diye mîm'e vermişlerdir. Buna göre şayet, "Eğer maksad bu iki kelimeyi birbirinden ayırmak ise, hemzeyi düşürmek imkânsız olur. Eğer maksad, bu iki kelimeyi birbirine vasletmek ise, harekeli olarak hemzenin kalması imkânsız olur. Hemzenin durması imkânsız olunca, harekesi de, harekesinin mîm'e verilmesi de imkânsız olur?" denirse, biz deriz ki: Bunun yazıda düşmesi, fakat mânâca kalması ve mânâca bulunduğuna delâlet etmesi için harekesinin bırakılmış olması niçin caiz olmasın? Ferra'nın görüşünün izahı budur. 2- İkincisi Sîbeveyh'in görüşüdür. Buna göre, mîm'in harekelenmesinin sebebi, iki sakin harfin yan yana gelmiş olmasıdır. Âlimlerden çoğu bu görüşü kabul etmemişlerdir. Burada bir incelik vardır, fakat bunu özetlemek bile uzun sürer. Ben diyorum ki: Bu hususta iki bahis vardır: a) Harekenin kendisinin sebebi. b) O harekenin fetha oluşu meselesi. Birinci bahis, şu mukaddimelere dayanır: Birinci mukaddime: İki sakin harf yan yana geldiğinde, onlardan birincisi med ve lîn harflerinden olursa, ona hareke vermek gerekmez. Çünkü bu iki sakin ve (......) benzeri harfleri telaffuz etmek kolaydır. Mesela, senin, (......) demen gibi... Fakat böyle olmazsa, birinci harfi harekelemek gerekir. Çünkü bu gibi iki sakini telaffuz etmek kolay olmaz. Zira telaffuz ancak hareke ile olur. İkinci mukaddime: Sibeveyh'e göre, harf-i tarif sadece sakin olan lâm harfidir. Sakin harf ile bir kelimeye başlamak mümkün olmaz. Bundan dolayı Araplar, harf-i tarif olan sakin lamın başına bir hemze getirip, lâm'ı telaffuz edebilmek için o hemzeye hareke vermişlerdir. Buna göre, harf-i tarif lâm'ından önce Araplar, harekeli başka bir harf bulurlarsa, o zaman sakin lâm'ı onunla okuma imkânı bulmuş olurlar. Eğer lâm'dan önce, sakin bir harf bulurlarsa, o sakini harekeleyerek, lâm'ı böylece okuyabilirler. Bu takdire göre hemze-i vasl'a ihtiyaçları kalmaz. Çünkü hemze-i vasl'a, lâm'ı okumak için ihtiyaç duyulur. Kendisi ile fâm harfinin telaffuzu mümkün olan harekeli bir harf bulunduğu zaman, hemze hem şeklen, hem manaca; hem hakîkaten, hem de hükmen hazfedilir. Durum böyle olunca, varlığına hükmen delâlet etsin diye hemzenin harekesinin mim'e verildiği söylenemez. Çünkü buna, varlığına bir hükmün ve bir eserin taalluk ettiği yerlerde başvurulur. Fakat biz, durumun böyle olmadığını açıkladık. Böylece o hemzenin zâtı ve eseri ile tamamen düştüğünü anlamış oluruz. Binâenaleyh Ferrâ'rnn görüşü bâtıl olmuş olur. Üçüncü mukaddime: Harf isimlerinin sonları sakindir ve bu hususta ittifak vardır. Bu mukaddimeleri iyice anladığın zaman, biz deriz ki: Bizim (......) sözümüzdeki "mîm" sakindir. (......) deyişimizdeki lam-ı tarif de sakindir. Böylece iki sakin bir araya gelmiş oldu. Binâenaleyh mîmi harekelemek ve hemzenin de hem şeklen hem de hükmen düşmesi gerekirdi. Sibeveyh'in görüşü bu izaha göre sahih, Ferra'nın görüşü ise bâtıldır. İkinci bahis: Birisi şöyle diyebilir: "Sakin harf, harekelendiği zaman kesre ile harekelenir. O halde burada niçin fetha ile harekelenmiştir?" Zeccâc buna şöyle cevap verir: "Burada kesre uygun düşmemektedir. Çünkü (......) deki (......) kelimesinin, son mîm'inden önce yâ harfi bulunmaktadır. Eğer bu son mîm kesre ile harekelense, yâ harfi ile birlikte kesre de bulunmuş olur ki bu dile ağır gelir. Binâenaleyh kesre bırakılmış, fetha tercih edilmiştir." Ebu Ali el-Fârisî, Zeccâc'ın bu görüşünü tenkid ederek şöyle der: "Bu, bizim (Evet) dememiz ile bozulur. Çünkü bu sözümüzde râ harfi, kendisinden önce sakin yâ bulunduğu halde kesrelidir." Bence bu tenkid zayıftır. Zira kesre, biraz ağırca bir harekedir, yâ harfi de onun kızkardeşidir. Bunlar bir araya geldiklerinde kesrenin ağırlığı artar. Sonra bundan, "Allah" lafzındaki son derece hafif olan elifi telaffuz etmeye geçilir. Böylece de dil, harekelerin en ağırından en hafifine geçmiş olur ki, bir anda iki zıddan birinden diğerine geçmek, lisana zor gelir. Fakat mîm harfini fetha ile harekelediğimizde, lisân mîm'in fethasından, "Allah" lafzının hemzesine geçmiş olur ki bu kolaydır. İşte Sibeveyh'in görüşünün açıklaması bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir. Bu sûrenin sebeb-i nüzulü hakkında şu iki rivayet ileri sürülmüştür: Birinci görüş: Bu, Mukâtil b. Süleyman'ın görüşüdür. Ona göre, bu sürenin başındaki bazı âyetler yahudîler hakkında nazil olmuştur. Biz, bu hususu (Bakara, 1-2.) âyetinin tefsirinde zikretmiştik. İkinci görüş: "Bu sûrenin başından, mübâhele âyetine (Âl-i İmran. 61) kadar olan kısım hristiyanlar hakkındadır." Bu Muhammed b. İshâk'ın görüşüdür. O şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Necran'dan binitli yetmiş kişilik bir heyet geldi. İçlerinden ondördü onların eşrafından idi. Bu ondört kişinin üçü de kavmin ileri gelenlerinden idi. Bunlardan birisi başkanları idi ve ismi da Abdu'l-Mesîh idi. İkincisi danışmanları ve en ileri görüşlü olanları idi. Ona "Seyyid" (Efendi) diyorlardı ve ismi el-Eyhem idi. Üçüncüsü de, âlimleri, piskoposları ve müderrisleri idi ki ismi Ebu Harise İbn Alkame idi. O, Benû Bekir İbn Vâil kabilesinden idi. Hristiyanlıktaki eğitim ve öğretimi, hristiyantığa yaptığı hizmetleri, çalışmaları sebebi ile ve ilmi ile meşhur olduğu için, ona Rum hükümdarları tarafından izzet ve ikramlara mazhar kılınarak, kendisine birçok mallar verilmiş ve idaresine birçok kiliseler bağlanmıştı. Necran'dan gelirken bir katıra binmiş, onun yularını da kardeşi Kürz b. Alkame çekmiştir. Ebu Hârise'nin katırı yürürken birden tökezler. Kardeşi Kürz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kastederek, "O uzaktaki helak olsun" deyince, Ebu Harise, "Aksine senin anan helak olsun" dedi. Bunun üzerine Kürz, "Niçin ey kardeşim?" deyince, o cevaben, "vallahi o bizim beklemekte olduğumuz peygamberdir" der. Kürz de, "Bunu bildiğin halde, ona inanmana mâni olan nedir?" der. Ebu Harise, "Şu krallar bize çok mallar verip, izzet-ü ikramda bulundular. Eğer biz Muhammedi tasdik edecek olursak, onlar bütün verdiklerini geri alırlar" dedi. Bu cevap Kürz'ün kalbinde bir ukde oldu. Müslüman oluncaya kadar bunu gönlünde sakladı. Müslüman olunca, bu hadiseyi anlattı. Sonra bu üç ileri gelen reisleri, piskoposları ve danışmanları Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, dinlerindeki ihtilaflar üzerinde konuştular. Onlar bazan Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın Tanrı olduğunu, bazan "Allah'ın oğlu" olduğunu, bazan da üçün (Baba-Oğul-Ruhul-Kudüs) üçüncüsü olduğunu söylüyorlardı. "O, Allah'tır" demelerine, "Çünkü ölüleri diriltir, anadan doğma körleri, alaca hastalığına musab olanları ve diğer hastalan iyileştirir, gayblan haber verir, çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üfler, o da uçardı' diye delil getiriyorlardı. O'nun, Allah'ın oğlu olduğu iddiasına da, "Çünkü O'nun bilinen bir babası yoktu" diye istidlal ediyorlardı. Onun, üçün üçüncüsü olduğu görüşlerine de, "Çünkü Allah "Biz yaptık, " "Biz kıldık" diyor. Eğer Allah bir olsaydı "Ben yaptım" derdi, diye istidlal etmişlerdir. Buna karşılık Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara "İslam'a giriniz" deyince, onlar, "Biz senden daha önce İslâm'a girdik" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Yalan söylüyorsunuz. Allah'a bir oğul isnad edip duruyorken, haça taparken ve domuz eti yiyip dururken, sizin müslümanlığınız nasıl doğru olur" dedi. Onlar da: "Eğer O, Allah'ın oğlu değil ise, onun babası kimdir?" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sustu ve bunun üzerine Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin başından seksen kadar âyeti indirdi. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlarla münazaraya başlayarak, şöyle dedi: "Bilmiyor musunuz, Allah ölümsüz olan bir Hayy'dır, diridir? Hazret-i İsa ise, ölümlüdür..." "Evet biliyoruz.." "Bilmiyor musunuz ki, babasına benzemeyen hiçbir çocuk yoktur?" "Evet biliyoruz.." "Bilmiyor musunuz ki, Rabb'imiz her şeye hâkim ve kayyûmdur? Onu korur, gözetir, muhafaza eder ve rızıklandırır.. Halbuki İsa, bunların herhangi birini yapabilir mi?" "Hayır..." "Bilmiyor musunuz, yerde ve gökte bulunan hiçbir şey Allah'a gizil kalmaz? İsa ise, Allah'ın bildirdiğinden başka herhangi bir şeyi bilebilir mi?" "Hayır..." "Rabb'imiz, İsa'yı anasının rahminde dilediği gibi şekillendirdi.. Bunu bilmiyor musunuz?.. Rabb'imizin ise yemez-içmez ve abdest bozmaz olduğunu bilmiyor musunuz?" "Evet biliyoruz." "İsa'yı anası, bir kadının çocuğunu taşıdığı gibi taşımış, yine bir kadının çocuğunu doğurduğu gibi de doğurmuştur. O da, bir çocuğun beslenmesi gibi beslenmiş, gıdalanmıştı." "Evet.." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "O halde İsa, sizin iddia ettiğiniz gibi, nasıl bir ilâh olabilir?" dedi. Onlar da, bunu anladılar; ama sonra küfrân-ı nimette bulunarak, inkârı sürdürdüler. Yine onlar inadlarını sürdürerek: "Sen, isa'nın, Allah'ın (......) kelimesi ve Ondan bir ruh olduğunu zannetmiyor musun?" dediler. Hazret-i Peygamber de: "Evet, öyle biliyorum" deyince, bunun üzerine onlar: "Eh, bu da bize yeter" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allahü Teâlâ, "İşte kalblerinde bir eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak, onun teviline yeltenmek için, onun müteşabib olanına tâbi olurlar. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, "Biz ona inandık. Hepsi Rabb'imiz katındandır" derler. Akıl sahiplerinden başkası bunu iyi düşünemez" (Âl-i İmran, 7) âyetini indirdi. Sonra onlar, bu âyeti kabul etmeyince Allahü Teâlâ Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e onlarla "mübâhele"'yi (karşılıklı lanetleşmeyi) emretti.. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları "mübâhele" ye davet edince, onlar: "Ey Ebâ'l-Kâsım, bizi bırak da bir düşünelim.. Sonra, yapmamızı istediğin şeyi yapmak için sana geliriz.." dediler ve, çekip gittiler. Daha sonra bu üç kişi kendi aralarında birbirlerine, "Bu konuda ne diyorsunuz.." deyince, içlerinden birisi, "Ey, hristiyan topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, sizler hiç şüphesiz Muhammed'in peygamber olduğunu biliyorsunuz.. Andolsun ki o size, peygamberiniz hakkındaki meseleyi çok güzel izah etti... Yine, yemin ederim ki, bir peygamber ile lânetleşmeye girmiş olan her kavmin, büyüğünün küçüğünün öldüğünü; eğer siz de bunu yaparsanız, bunun sizin kökünüzü kurutacağını biliyormusunuz.. Madem ki bu dinde kalmak istiyorsunuz, o halde o adamla bir anlaşma yapın, sonra da ülkenize dönün!" dedi. Bunun üzerine onlar, Allah'ın Resûlü'ne gelerek, şöyle dediler: "Ey Ebâ'l-Kâsım, biz seninle lânetleşmemeye, seni kendi dininde bırakmaya, kendimiz de kendi dinimiz üzre kalmaya karar verdik.. O halde, malımız, mülkümüz hususunda anlaşmazlığa düştüğümüzde aramızda hükmedecek ashabından birisini beraberimizde yolla... Çünkü siz bizim nazarımızda kabule şayan kimselersiniz." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onlara: "Öğle sonu yanıma geliniz de, çok kuvvetli ve güvenilir bir hakemi sizinle beraber yollayayım.." dedi. Hazret-i Ömer ise içinden şöyle diyormuş: "Ben hiçbir zaman emirlikten hoşlanmadım. Fakat o gün, kendimin tayin edilmesini umuyordum. Öğle namazını Allah'ın Resulü ile kıldığımızda, O, selâmdan sonra, sağa ve sola bakmıyordu.. Ben de, beni görsün diye ileri atılıyordum. O ise, sürekli göz gezdiriyordu. Nihayet Ebû Ubeyde İbnu'l-Cerrâh'ı gördü. Onu çağırdı ve: "Onlarla git; ihtilâf ettikleri hususlarda aralarında hak ile hüküm ver" dedi.. Hayatımda itk defa arzuladığım emirliği, idareciliği de Ebu Ubeyde alıp götürdü.." Bil ki bu rivayetler dinî konuları açıklama ve her türlü şüpheyi giderme hususunda münazara etmenin peygamberlerin yöntemi olduğuna; münazarada bulunmanın ve meseleleri araştırmanın doğru olmadığını savunan "Haşviyye"nin yolunun ise kesinlikle bâtıl olduğuna delâlet etmektedir. Allah en iyisini bilendir. Bu Surenin Baş Tarafındaki Harika Tertip Bil ki, bu sûrenin baş tarafı, çok güzel ve hayranlık verici bir tertip (söz dizisi) arzetmektedir. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tartışmaya giren o hristiyanlara sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Sizler, ya Allah'ı tanımak veyahut da nübüvvet hususunda münazaa ediyorsunuz... Eğer münazaanız Allah hakkında ise, sizler Allah'ın bir çocuğu olduğunu söylüyorsunuz;Hazret-i Muhammed ise.O'nun bir çocuğu olmadığını söylüyor. Aklî ve kat'î delillerle hak, Hazret-i Muhammed'den yanadır. Çünkü aklî delillerle Cenâb-ı Hakk'ın Hayy ve Kayyûm olduğu sabittir. Hayy ve Kayyûm olanın ise, bir çocuğunun bulunması, aklen imkânsızdır. Eğer tartışmanız nübüvvet konusunda ise, bu da geçersizdir. Çünkü Allah Tevrat ve İncil'i Hazret-i Musa ve İsa'ya sizce hangi yol ile indirmisse aynı şey Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için de variddir. Bu yol ise, ancak mucize yoludur ki, bu mucize burada da mevcuttur. O halde, nübüvveti konusunda, O'nunla çekişmeniz nasıl mümkün olur?" İşte, âyetin münasebet vechi ve yönü budur... Bu, son derece güzel ve uygun bir münasebettir. O halde biz burada şu iki konuyu gözden geçirelim: Birinci konu: Bu, "İlahiyat"la ilgili konulardır. Biz şöyle diyoruz: "Allahü Teâlâ, Hayy ve Kayyûm'dur. Hayy ve Kayyûm olanın ise, bir çocuğunun bulunması imkânsızdır.. Biz Allahü Teâlâ'nın Hayy ve Kayyûm olduğunu söyledik.. Çünkü O, zâtı gereği "Vâcibu'l-vücud"dur. O'nun dışında kalan bütün varlıklar ise, zâtı gereği "mümkin", "muhdes" dir; onların meydana getirilmesi (tekvin), yaratılması ve icad edilmeleri, daha önce izah etmiş olduğumuz gibidir. Bunlar, Hak teâlâ'nın, "Allah (o Allah'dır ki), kendinden başka hiçbir Tanrı yoktur " (Bakara. 255) âyetinin tefsirinde geçmişti. Bütün bu varlıklar "muhdes" ve mahlûk (yaratılmış) olunca, onlardan herhangi birisinin Allah'ın çocuğu ve de ilâh olması imkânsız olur. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Göklerde ve yerde olan herşey, istisnasız, O Rahman (pek merhametli) olan Allah'a bir kul olarak gelecektir" (Meryem, 94) buyurmuştur. Yine, ilâh olanın Hayy ve Kayyûm olmasının gerektiği sabit olup, Hazret-i İsa'nın ise, çocuk olduğu, yeyip içip abdest bozduğu için, Hayy ve Kayyûm olamıyacağı da sübut bulunca; öte yandan hristiyanlar ise, Hazret-i İsa'nın öldürüldüğünü ve ölümü kendisinden savuşturmadığını iddia edip kabul edince, işte böylece Hazret-i İsa'nın Hayy ve Kayyûm olmadığı kesinlik kazanmış olur. Bu da, onun ilâh olamıyacığına kat'î olarak hüküm vermeyi gerektirir. Cenâb-ı Hakk'ın: "Hayy ve Kayyûm "(Bakara, 255) tavsifi, hristiyanların "teslîs" (üçleme) hususundaki görüşlerinin bâtıl olduğuna delâlet eden bütün delilleri ihtiva etmektedir." İkinci konu: Nübüvvet'le ilgilidir; ki işte bu hususu Cenâb-ı Hak burada, son derece güzel ve mükemmel bir biçimde anlatmıştır. Bu böyledir. Çünkü Hak teâlâ: "O, sana Kitâb'ı hak olarak indirdi" (Al-i imran, 3) buyurmuştur ki bu, bir dava (iddia) durumundadır. Sonra Cenâb-ı Hak, bu davanın doğruluğuna delâlet edecek delilleri getirerek şöyle demiştir: "Ey yahudi ve hristiyanlar! Allahü Teâlâ'nın, insanlara hidayet olmak üzere Tevrat ve İncil'i inzal ettiği hususunda bize muvafakat ediyor ve Tevrat ve İncil'in ilahî kaynaklı iki kitap olduğunu kabul ve ikrar ediyorsunuz.. Çünkü Allahü Teâlâ, bunları indirirken, sözü hak olan ile sözü bâtıi olanı birbirinden ayırmaya delâlet edecek olan mucizeyi de birlikte göndermiştir. Mucize ile, doğru olan dâva ile yalan olan davayı birbirinden ayırmak mümkün olunca, hiç şüphe yok ki bu apaçık bir fark olmuş olur. Sonra mucize olan bu hak ile bâtılın arasını ayırma işi, Tevrat ve İncil'in Allah katından indirildiği hususunda söz konusu olduğu gibi, Kur'ân'ın da Allah katından indirildiği hususunda da söz konusudur. Yol aynı olunca, bu durumda vâcib olan, Berâhime (Brahmanlar)'nin görüşünde olduğu gibi, ya hepsini yalanlamak veyahut da müslümanların inancında olduğu gibi, hepsini tasdik etmek olur. Ama, bunların bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemek ise, bir cehalet ve bir taklittir. Sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiği şeyde, Kur'ân'da, ilahı tanıma hususundaki umdeler ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini isbat hususundaki umdeleri zikredince, bundan sonra geriye, O'nun dini konusunda tartışmaya girenler için herhangi bir mazeret kalmamıştır. İşte böylece, muhakkak ki Cenâb-ı Hak, bunun peşinden tehdit ve vaîdini getirerek, "Allah'ın âyetlerini inkâr edenler yok mu? Onlar için pek yaman bir azâb vardır. Allah, cezada amansız bir gâlib-i mutlakdir" (Al-i imran, 4) buyurmuştur. Böylece zapta, (kavramaya), güzel tertip ve mükemmel telife bu sözden daha yakın bir kelâm bulunmasının mümkün olmadığı ortaya çıkmış oldu. Bu miskîni, bu hususlara hidayet eden Allah'a hamdolsun. Sınırsız nimetlerine mukabil, şükür ancak O'nadır. Allah'ın bu sözünden esas maksadın ne olduğunu özetledikten sonra, lafızlarından her birinin tefsirine geçebiliriz. Hak teâlâ'nın:"Allah o Allah'dır ki, O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur" buyruğu, hristiyanlara bir reddiyedir. Çünkü onlar, Hazret-i İsa'ya ibâdet edileceğini söylüyorlar. Böylece Allahü Teâlâ, kendisinden başka hiç kimsenin ibâdete müstehak olmadığını beyan buyurmuş, sonra da bunu gösterecek hususları da onun peşinden getirerek, "Hayy ve Kayyûm'dur" buyurmuştur. "Hayy" çok faal olan ve en üstün derecede idrâk sahibi olan (fe'âl derrâk)'dır. "Kayyûm" ise, O'nun kendi zatıyla kaîm olması; mahlukâtın, yaşantılarında muhtaç olacakları gece ile gündüzü, sıcak ile soğuğu, rüzgâr ile yağmuru ve kendisinden başka hiç kimsenin kadir olamayacağı ve sayamayacağı nimetleri veren ve, bütün mahlûkatın işlerini tedbir eden varlık demektir. Nitekim Hak teâlâ: "Allah'ın nimetlerini saymaya çalışsanız, sayamazsınız" (Nahl, 18) buyurmuştur. Hazret-i Ömer, burayı (......) şeklinde okumuştur. Katâde ise el- Hayy kelimesini, "ölümsüz, diri olan"; el kayyûm kelimesini ise, "mahlûkatının işlerini, ecellerini ve rızıklarını tedbir eden, yöneten" diye tefsir etmiştir. Saîd İbn Cübeyr'den, Hayy kelimesini, "Her canlıdan önce diri olan", " Kayyûm "u ise, "Eşi ve benzeri olmayan" diye tefsir ettiği rivayet edilmiştir. Biz, Bakara sûresinde "el-hayyu'l-kayyûm" sözümüzün, Allah hakkında muteber olan bütün sıfatları ihata ettiğini söylemiştik. "Mabûd" olanın, Hayy ve Kayyûm da olması gerektiği; aklın bedaheti ile hislerin de Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın hayy ve kayyûm olmadığına delâlet ettiği - Onlar Hazret-i İsa'nın öldürüldüğünü ve ölümden dolayı korku duyup çığlıklar attığını söylediği halde, Hazret-i İsa nasıl hayy ve kayyûm olabilir ki- sabit olunca, biz kesin olarak Hazret-i İsa'nın bir ilâh ve Cenâb-ı Hakk'ın da oğlu olmadığını anlamış olduk. Allah, zalimlerin söylemiş olduğu bu gibi şeylerden çok çok yücedir. 3"O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri de tasdik edici olarak indirdi. Bundan evvel de Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti" . Cenâb-ı Hakk'ın: "O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri de tasdik edici olarak indirdi" buyruğuna gelince, burada geçen "Kitap" dan maksat Kur'ân'dır. Biz. bu kelimenin iştikakını, Bakara sûresinin başında anlatmıştık. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın indirilmesini "tenzil"; Tevrat ve İncil'in indirilmesini ise, "inzal" ile ifâde buyurmuştur. Çünkü, "tenzil" çokluk ifâde eder. Allahü Teâlâ da Kur'ân-ı Kerim'i müteaddit detalarda parça parça indirmiştir. Böylece, bunda çokluk mânası bulunmuş olur. Tevrat ve İncil'i ise, tek bir defada indirmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu kitaplar hakkında "inzal" kelimesini özellikle kullanmıştır. Bir kimse, "sizin söylediğiniz bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın: "Kitabı kuluna indiren Allah'a hamd olsun" (Kehf, 1) ve Biz onu hak olarak indirdik, o da hak olarak indî" (Isra, 105) âyetleriyle bir müşkillik arzetmektedir". (Zira buralarda Kur'ân'ın indirilmesini bildirmek için de inzal tabiri kullanılmıştır) diyebilir. Bil ki Allahü Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'i şu iki vasıfla tavsif etmiştir. Birinci vasıf: O'nun (= hak ile) sözüdür. Ebu Müslim bu tabirin şu mânâlara gelebileceğini söylemiştir: a) Geçmiş ümmetlere dair ihtiva ettiği haberler konusunda sadık ve doğrudur. b) O'nda bulunan va'ad ve vaîdler, mükellefi İnançlar ve ameller hususunda hak olan yola yapışmaya sevkedip, onu bâtıl yollara sülük etmekten de men eder. c) O, hak ile bâtılı birbirinden ayıran bir "kavl-i fasl" olduğu, bir şaka (hezl) olmadığı mânasında olmak üzere, bir haktır. d) Esamm şöyle demektedir: Bunun mânâsı, "Allahü Teâlâ Kur'ân'ı, mahlûkata vâcib olan kulluk, nimetlere şükür, huşu ve inkıyadı izhar etme anlamında bir hak ile; bazı kimselerin bazıları üzerinde bir hakkı olan adalet ve muamelât hususlarındaki insaf ve itidal anlamındaki bir hak ile indirmiştir.." demektir, (Yani Kur'ân, Allahü Teâlâ'nın mahlukatı üzerindeki hakları ile insanların birbirleri ile olan münasebetlerindeki hakları bildirmektedir, demek istiyor.) e) "Allahü Teâlâ o Kur'ân'ı, birbiriyle çelişen bozuk mânâlarla değil, hak ile indirmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onu kulu (Muhammed'e) indirdi ve kendisinde hiçbir eğrilik yapmadı" (Kehf, 1) ve "Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı" (Nisa. 82) buyurmuştur. Kur'ân'ın Önceki Semavî Kitapları Tasdik Etmesinin Mânâsı İkinci vasıf: O'nun "Kendinden öncekileri de tasdik edici olarak" indirilmesidir. Bunun mânâsı, "Kur'ân-ı Kerim, peygamberlerin (aleyhisselâm) kitaplarıyla, Allah (c.c)'dan haber verdikleri şeyi tasdik eder" demektir. Sonra bu âyetle ilgili olarak şu iki açıklama yapılmıştır: a) Allahü Teâlâ bununla Kur'ân'ın sıhhatine işaret etmek istemiştir. Çünkü, Kur'ân eğer Allah'dan başkası tarafından olmuş olsaydı, diğer kitaplara muvafık olmazdı. Zira Hazret-i Peygamber, hiçbir âlimle bir araya gelip görüşmemiş, hiç kimseye talebelik yapmamış ve hiç kimseden birşey okumamış bir "ümmî" idi. (Kur'ân'ın uydurulmuş olduğunu söyleyenlere göre) onu uyduranın vasfı böyle olunca, onun yalan ve tahriften uzak ve salim olması imkânsız olur. Peygamber ise böyle olmayınca, O'nun bu kıssaları ancak Allah'ın vahyi ile öğrenip haberdar olduğu ortaya çıkar. b) Ebû Müslim şöyle demektedir: "Bundan murad şudur: Allahü Teâlâ bütün peygamberleri, zâtını bir tanımaya, O'na imân etmeye, O'nu kendisine yakışmayan şeylerden tenzih etmeye; adalet, ihsan ve her zaman yegâne çıkar ve faydalı yol olan dinî hükümlerle emretmeye davet etmek için göndermiştir. Binâenaleyh Kur'ân-ı Kerim, bütün bu hususlarda o kitapları (tahrif edilmemiş şekliyle) tasdik etmektedir. Geriye ise, âyetle ilgili olarak şu iki soru kalmaktadır: Birinci soru: Allahü Teâlâ, Kur'ân'dan önce indirilmiş olanları, niçin "onun önünden diye adlandırmıştır? Cevap: O haberler son derece aşikâr olduğu için, onları bu isimle vasfetmiştir. İkinci soru: Kur'ân, kendisinden önceki hükümlerin birçoğunu neshettiği halde, kendinden önceki kitapları nasıl tasdik etmiş olur? Cevap: Kitapları Kur'ân ve O'nun peygamberi olan Hazret-i Muhammed'i müjdeleyici, hükümlerinin Hazret-i Muhammed gönderilinceye kadar geçerli olduğuna ve Kur'ân inince hükümlerinin mensuh olacağına defâlet edince, bu kitaplar Kur'ân'a muvafık olmuş olurlar. Böylece de Kur'ân, onları tasdik etmiş olur. Bazı ahkâmın dışında, Kur'ân'ın, o kitapları tasdik edici olduğu konusunda herhangi bir şüphe yoktur. Çünkü, ulûhiyyet ile İlgili konuların delilleri, burada değişmez. O halde Kur'ân, Tevrat ve İncil'de varid olan haberler hususunda onları tasdik etmiş olur. Sonra Allahü Teâlâ: "Bundan evvel de Tevrat'ı ve İncin indirmişti" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Tevrat Ve İncil İsimleri Hakkında Bilgi Keşşaf sahibi şöyle demiştir: a'cemî (Arapça olmayan) iki isimdir. Bu kelimelerin Tevrat ve İncil iştikâklarıyla meşgul olmanın bir faydası yoktur." Masan el-Basrî, hemzenin fethasıyla (......) şeklinde okumuştur ki bu da bu kelimenin Arapça olmadığına delâlet eder. Çünkü, hemzenin fethasıyla (......) kalıbı, Arapça'nın vezinleri arasında yer almaz. Bil ki bu görüş, kendisinden kaçışın mümkün olmadığı hak bir görüştür. Bununla beraber, edebiyatçıların bu konudaki sözlerini nakledelim... (......) kelimesi hakkında, şu üç bahis vardır: Birinci bahis: Kelimenin iştikakı hakkındadır. Ferrâ şöyle demektedir: "Tevrat" kelimesinin mânâsı, aydınlık ve nûr demektir. Bu kelime Arapların, çakmak taşını çeliğe vurup da ateş çıktığında söyledikleri, (......) ifâdesinden alınmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak: Kasem olsun (tırnaklarıyla) ateş çıkaran (atlara).." (Adiyat, 2) buyurmuştur. Yine Araplar, (......) derler. Bunun manası, "Senin sayende hayır bana göründü" demektir. Buna göre Tevrat kendisi vesilesiyle hak zuhur edip ortaya çıktığı için, bu ismi almıştır. Bu mânaya Hak teâlâ'nın, "Andolsun ki biz Musa ile Harun'a bir ziya, takva sahipleri için de bir şeref olan Furkân'ı verdik" (Enbiya, 43) âyeti de delâlet etmektedir. İkinci bahis: Edebiyatçılar bu kelimenin vezni hakkında şu üç görüşü öne sürmüşlerdir: Birinci görüş: Ferrâ, bu kelimenin aslının, tâ harfinin fethası, vâv harfinin sükûnu ve râ ile yâ harflerinin fethasıyla (......) şeklinde olduğunu; ancak ne var ki yâ harfi hareketi olup, kendisinden önceki harfin harekesi de fethalı olduğu için, bu yâ harfinin elife çevrilmiş olduğunu söylemiştir. İkinci görüş: Yine Ferrâ, "Bu kelimenin, vezninde olmasının da caiz olduğunu; buna göre kelimenin aslının (......) şeklinde olabileceğini, ancak ne var ki, Tay kabîlesinin lehçesine göre, râ harfinin kesresinin fethaya çevrildiğini; çünkü onların (......) kelimesini (......), (......) kelimesini de (......) şeklinde telâffuz ettiklerini" de söylemiştir. Nitekim şair: "Dünya hiçbir canlı için bakî ve ebedi kalıcı değildir. Hiçbir canlı da dünyada baki değildir" demiştir. Üçüncü görüş; Bu, el-Halil ile Basralıların görüşüdür. Buna göre kelimenin aslı, (......) kalıbında olmak üzere (......)dür. Daha sonra birinci vâv harfi tâ harfine çevrilmiştir. Arapça'da bu tür "kalb"ler (çevirme) pek çoktur. Meselâ, (kültür, miras); (çok yemenin sebep olduğu rahatsızlık) ve (tevekkül) kelimeleri gibi.. Daha sonra, yâ harfi harekeli olup, kendinden önceki harfin harekesi de fetha olduğu için, elife çevrilerek kelime halini almıştır. Bu kelime, aslında olduğu gibi yâ harfiyle yazılır. Bu görüşte olanlar, Ferrâ'nın görüşünü tenkid etmişlerdir. Birinci görüşü hakkında, böyle bir kalıbın nadir olduğunu söylemişlerdir. Onlar sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: "Bizim ileri sürdüğümüz kalıbı ise çok kullanılmaktadır. Meselâ: (manastır); (kuşun kursağı, midesi) ve (eski şey) kelimeleri gibi.. Halbuki, kelimeyi daha çok kullanılan kalıba hamletmek daha münasiptir." Ferrâ'nın ikinci görüşü hakkında da, "Bu, lafzı ancak Tay kabilesinin diline nisbet etmekle tam olur. Halbuki, Kur'ân, kesinlikte bu lehçeyle nazil olmamıştır" demişlerdir. Üçüncü bahis: Tevrat kelimesi iki şekilde okunur: İmâle ve "tefhim" "kafin) ile.. Tefhim ile okuyanlar, râ harfinde tekrir sıfatı bulunduğu için, imâleyenâni olmasından dolayı okumuşlardır. Allah en iyisini bilendir. (İncîl) lafzına gelince, bu hususta da şu görüşler ileri sürülmüştür: a) Zeccac şöyle demektedir: "Bu kelime, (Çocuk, aslolan, nesil) kökünden olup, kalıbındadır. Nitekim (......) denilir. Yani, "Allah, ebeveynine lanet etsin" demektir. İşte bundan dolayı bu kitap (İncil) bu isimle adlandırılmıştır. Çünkü, İncîl, (hristiyanlık) dini hususunda kendisine başvurulan bir asıl ve temeldir." b) Bazıları da, İncil'in, Arapların bir şeyi çıkarıp ortaya koyduklarında söylemiş oldukları tabirinden alınmıştır. Meselâ, kuyudan çıkartılan suya; su gözeden sızıp çıktığında da denilir. Kendisi ile hak ortaya çıktığı için, İncil'e de bu ad verilmiştir. c) Ebû Amr eş-Şeybani şöyle demektedir (......) kelimesi, karşılıklı çekişmek anlamına gelir. İşte bu sebeple bu kitap, hristiyan topluluğu kendisi hakkında çekişip tartışmaya girdiği için, "İncîl" diye adlandırılmıştır." d) Bu kelime, "gözü büyük" anlamına gelen (......) kelimesinden alınmıştır. (geniş yara, mızrak yarası) denilmesi de, bundan dolayıdır. İncîl de, Allahü Teâlâ'nın onlar için gönderdiği bir nûr, bir ziya ve bir genişlik olduğu için, bu ismi almıştır. Etimolojinin Bazan Tutarsız Olduğu Ben derim ki, o edîblerin (dilcilerin) durumu çok şaşırtıcıdır. Onlar, her lafzın mutlaka bir başka şeyden alınmış olmasını âdeta şart koşuyorlar! Eğer durum böyle olsaydı, ya teselsül, ya da devr-i fasit gerekirdi. Bu iki şey de bâtıl olunca, önce, diğer kelimelerin kendisinden iştikak edebilmesi için, daha önce vaz olunmuş başka lafızların bulunması gerektiğini itiraf etmek vâcib olur. Durum böyle olunca, onların bir başka şeyden müştak olduğunu söyledikleri bu lafzın, asıl; o başka lafzın ise, fere olması niçin caiz olmasın? Onlara, bunun fere, şunun da asıl olduğunu kim söylemiş ki?. Çoğu kez onların fere ve müştak olarak kabul ettikleri şey son derece meşhur; onların asıl kabul ettikleri berikisi ise, son derece saklı olabilir, tanınmaz.. Yine şayet Tevrat, çok açık olduğu için "Tevrat"; İncil de asıl olduğu için "İncil" olarak isimlendirilmiş olsaydı, açık ve zahir olan her şeyin Tevrat diye isimlendirilmesi gerekirdi. Böylece de bütün görünen hadiselerin Tevrat diye isimlendirilmesi gerekirdi. Yine bir başka şeyin asit olan her şeyin de, İncil diye adlandırılması gerekirdi. Meselâ, çamur, küpün aslıdır; o halde çamurun İncil diye; altın, yüzüğün aslı; iplik de elbisenin aslıdır... Binâenaleyh, bütün bunların da incil diye adlandırılmaları gerekirdi.. Halbuki bunların, böyle isimlendirmediği herkesçe malumdur. Sonra onlar, her kelimeye mutlaka bir asıl bulmak gerektiğini kendilerine zarurî görünce, onlar yine ilk konulmuş olan kelimeye sarılıyor ve şöyle diyorlar: "Araplar şu iki lafzı, şu iki manaya, "vaz" yoluyla, tahsis etmişlerdir." İşin sonunda maksat ve gaye, yine "vaz"'a başvurmak suretiyle tamamlanınca, o halde daha niçin işin başında buna tutunmuyor ve kendimizi, bu kelimelerin aslını araştırmaya dalmaktan kurtararak rahatlatmıyoruz?.. Şunu da söyleyeyim ki, Tevrat ve İncil kelimeleri, Arabça olmayan iki isimdir. Bunlardan birisi İbranice, diğeri ise Süryanice'dir. O halde, daha nasıl aklı olan kimsenin, bunları Arapça kalıblara uydurmakla meşgul olması yakışır?.. Binâenaleyh, aklı olan kimseye yakışan en uygun yolun, bu gibi konulara iltifat etmemesi olduğu ortaya çıkmıştır. Allah en iyisini bilendir. 4Âyetin tefsiri için bak:6 5Âyetin tefsiri için bak:6 6"... Bundan önce (Tevrat ve İncil'i indirdi) (ki onlar) insanlar için bir hidâyetti. Hak ile bâtılı ayırdeden hükümleri indirdi. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler yok mu? Onlar için pek çetin bir azâb vardır. Allah cezada amansız bir gâlib-i mutlaktır. Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbirşey Allah'a gizli kalmaz. Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur. O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur. O, mutlak gâlibtir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" . Hak teâlâ'nın "-.Bundan önce (Tevrat ve İncil'i) indirdi" buyruğuna gelince, bil ki Allahü Teâlâ, Kur'ân'ı indirmeden önce Tevrat ve İncil'i indirdiğini beyan etmiş, daha sonra da Tevrat ve İncil'i, insanlar için bir hidâyet rehberi olsunlar diye indirdiğini açıklamıştır. Ka'bî şöyle der: "Bu âyet, Kur'ân'ın kâfirler için bir körlük olup onlar için bir hidâyet sebebi olmadığını iddia edenlerin görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder. Cenâb-ı Hakk'ın: "O, onlara karşı bir körlüktür' (Fussilet. 44) âyetinin mânâsına, müşriklerin Kur'ân indiğinde, mecazî mânada olmak üzere, körlüğü seçmeleri de delâlet etmektedir. Bu, kavmi kendisini dinlemediği zaman Nuh (aleyhisselâm)'un söylemiş olduğu "Benim davetim, onların ancak kaçmalarını artırdı" (Nuh, 6) demesi gibidir. Bil ki, Hak teâlâ'nın, "İnsanlar için bit hidâyettir" beyanı ile ilgili şu iki ihtimal bulunmaktadır: 1- Bunun, sadece Tevrat ve İncil ile ilgili olmasıdır. Bu takdire göre Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı "Hak" diye; Tevrat ve İncil'i ise, "Hidâyet rehberi" diye vasfetmiş olur ki, bu iki vasıf birbirine yakın şeylerdir. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinin başında, Kur'ân'ı müttakiler için bir hidâyet rehberi olarak vasfetmişti.. Öyleyse daha niye burada onu böyle vasfetmemiştir?" denilirse, biz deriz ki burada bir incelik söz konusudur: Çünkü biz Bakara sûresinde, Cenâb-ı Hakk'ın, bu hidâyetten ancak müttakiler istifâde ettiği için "Müttakiler için bir hidâyet rehberi..." (Bakara. 2) buyurduğunu söylemiştik. Böylece Kur'ân bu yönden, başkaları için sadece müttakiler için hidâyet kaynağı olur. Ama burada, hristiyanlarla yapılan bir münazara söz konusu olup, onlar da Kur'ân sayesinde hidâyete ermeyince, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak burada Kur'ân hakkında, "O bir hidâyettir" demeyip, aksine "Onlar ister kabul etsinler isterse etmesinler, bu Kur'ân bizatihî bir haktır" demiştir. Tevrat ve İncil'e gelince, onlar bu ikisinin sıhhatine inanıyor ve biz müslümanların, dinimizde, Tevrat ve İncil hakkında iftirada bulunduğumuzu iddia ediyorlardı. İşte, bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Tevrat ve İncil'i "hidâyet" diye vasfetmiştir. İşte, aklıma gelen budur. Allah, en iyisini bilendir. 2- Bu, müfessirlerin ekseriyetinin görüşüdür. Bu görüşe göre Cenâb-ı Hak, üç kitabı da "hidâyet rehberi" olarak vasfetmiştir. Böylece bu vasıf. Tevrat ve İncil'e mahsûs olmayıp, bütünüyle ilgili olmuş olur. Cenâb-ı Hak sonra, "Hak ile bâtılı ayırdeden hükümleri indirdi" buyurmuştur. Müfessirlerin ekserisi bu hususta şu üç görüşü Delinmişlerdir a) "Furkân"dan maksat, Zebur'dur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Davud'a da Zebur'u verdik" (Nisa, 163) buyurmuştur. b) Bundan maksat, Kur'ân-ı Kerim'dir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın şanını yüceltmek, hak ile bâtılın arasını ayırması sebebiyle de onu medhetmek için, tekrar zikretmiştir. Veya şöyle de denilebilir: Cenâb-ı Hak, yahudî ve hristiyanların aralarında, hak ve bâtıl hususunda meydana gelen ihtilâfların arasını ayırsın diye Kur'ân'ı, Tevrat ve İncil'den sonra indirdiğini beyan etmek için, yeniden zikretmiştir. Bu mânaya göre bir tekrar bulunmamaktadır. c) Bu, müfessirlerin ekseriyetinin görüşüdür. Buna göre bundan maksat şudur: "Allahü Teâlâ bu üç kitabı bir hidâyet rehberi, bir delil ve kılavuz kıfaığı gibi, aynı şekilde bunları helâl ile haram ve diğer şer'î hükümlerin arasını ayırdeden, furkân kılmıştır. Böylece "furkân" kelimesi, Allahü Teâlâ'nın bu kitaplarla, aklen ve naklen gerekli olan bütün şeyleri beyan ettiğine delâlet eden bir söz olmuş olur. Bu âyet hususunda müfessirlerin söylemiş olduğu sözün özeti, işte budur. Bana göre burada bir problem vardır: Bu kelimeyi "Zebur" mânasına hamletmek uzak bir ihtimaldir. Çünkü Zebur'da, şer'î kanun ve hükümlere dair bir şey bulunmamaktadır. Hatta, onda va'z ü nasihattan başka bir şey de bulunmamaktadır. Binâenaleyh, çeşitli delilleri ve hükümlerin beyânını kapsayan Tevrat ve incil'i "Furkân" diye nitelemek, Zebur'u bu şekilde tavsif etmekten daha evlâdır. Bundan muradın Kur'ân olması hususuna gelince, Hak teâlâ'nın: buyruğu makabline atfedilmiş olması itibariyle, uzak bir ihtimaldir.. Çünkü matuf, matufun aleyh'den başkadır. Kur'ân ise, (......) ifâdesinden önce zikredilmiştir. Binâenaleyh bu, "Furkân"ın Kur'ân'dan da başka bir şey olmasını gerektirir. İşte bu izahla, üçüncü görüşün de zayıflığı ortaya çıkar. Çünkü bu kitapların, hak ile bâtılın arasını ayıran olmaları hususu, öteki kitapların da vasfıdır. Her ne kadar pek nadir şiirlerde bulunsa bile, sıfatın mevsûfa atfedilmesi, Allah'ın kelâmına yakışan fesahat türünden uzak olup, zayıf bir şeydir. Bana göre bu âyetin tefsirinde dördüncü bir izah şekii daha vardır ki, o da şudur: Burada zikredilen Furkân sözünden maksat, Allahü Teâlâ'nın bu kitapları inzal buyururken, bunlarla beraber indirmiş olduğu mucizeleridir... Bu böyledir, çünkü o peygamberler bu kitabı getirip de, onların Allah tarafından ümmetlerine indirilmiş birer kitap olduklarını iddia ettiklerinde, onlar bu iddianın isbâtı hususunda bir delile ihtiyaç duyarlar... Böylece de, onların iddiasıyla yalancıların iddiası arasında açık bir fark meydana gelmiş olur. Allahü Teâlâ onların iddialarına uygun bir şekilde olmak üzere o mucizeleri izhâr edince, gerçek dâva, iddia ile yalancı ve sahte dâva, iddia arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Buna göre mucize, Furkân olmuş olur. Allahü Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'i hak ile, Tevrat ve İncil'i de Kur'ân'dan önce indirdiğinden bahsedince, O, kitap ile beraber "gerçek Furkân") da indirdiğini beyân buyurmuştur ki, bu da o Kitap'ın doğruluk ve sıhhatine delâlet eden, onunla diğer muhtelif kitaplar arasındaki farkı gösteren ezici ve kahir bir mucizedir. Bana göre, âyetin tefsiri işte böyledir. Farzet ki, müfessirlerden hiç kimse bunu söylememiş olsun.. Ancak ne var ki, ilâhî kelâmı buna hamletmek, mânânın kuvvetini, lafzın büyüklüğünü, nazmın ve tertibin dosdoğru olduğunu ifâde eder. Onların zikretmiş olduğu bu vecihler ise, bütün bunlara ters düşer. O hâlde bizim söylediğimiz şey, evlâ olanıdır. Allah ne murad ettiğini en iyi bilendir. Bil ki, Cenâb-ı Hak, şu azıcık lafızlara, ilahî bilgileri alâkadar eden şeyler ile, nübüvvet konusunun izahını ilgilendiren bütün hususları yerleştirince, bunun peşinden, bu apaçık delillerden yüz çeviren kimseleri bu yaptıklarından men etmek için, bir tehdit ve vaîdi getirerek 'Allah'ın âyetlerini inkâr edenler yok mu? Onlar için pek çetin bir azâb vardır. Allah cezada amansız bir gâlib-i mutlaktır" buyurmuştur. Bil ki bazı müfessirler bu âyeti, sadece hristiyanlarla ilgili kabul edip, umûm olan lafzı, sebeb-i nüzûlüyle sınırlamışlardır. Muhakkik müfessirler ise, "sebeb-i nüzulün hususî olmasının lafzın umumîliğine mâni olmayacağını söylemişlerdir. O halde bu ifâde, ilâhî delillerden yüz çeviren herkese şamildir. Allahü Taâlâ sonra:"Allah cezada amansız bir gâlib-i mutlaktır" buyurmuştur. (......) kelimesi, mağlub edilemeyen, yenik düşürülemeyen gâlib kimse demektir (......) kelimesi ise, cezalandırmak anlamına gelir. Bir kimse bir kimseyi cezalandırdığında (......) denilir. Leys de, bir kimse bir kimsenin yaptığı şeye ceza ile bir mukabelede bulunduğu zaman "Onu cezalandırıp intikamımı almadıkça, ondan razı olmam" denildiğini söylemiştir. (......) kelimesi, cezalandırma hususunda tam ve mükemmel bir kuvvetin bulunduğuna; püaiji ifâdesi ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu cezayı ifâ edeceğine işaret etmektedirler. Buna göre, birinci sıfat "zatî", ikinci ise "fiilî" sıfatlarından olmuş olur. Allah en iyisini bilendir. "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren ö'dur. O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur. O, mutlak gâlibtir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir." Bil ki bu kelâmın şu iki hususa ihtimali vardır: Allah'ın Kayyûmiyetine Varlığın Delil Olması: Birinci İhtimal: Allahü Teâlâ, kendisinin "Kayyûm" olduğundan bahsedip, "Kayyûm" ise, mahtûkatın maslahatlarını ve işlerini ıslâh eden olunca, bu da ancak, birincisi, O'nun bütün kemmiyet ve keyfiyetlere göre onların ihtiyaçlarını bilmesi; ikincisi de, onların ihtiyaçlarım bildiğinde bunları gidermeye muktedir olması olan şu iki husus ile tamam olunca; yine aynı şekilde bunlardan birincisi, O'nun bütün malûmatları bilmesi; ikincisi de, O'nun bütün mümkinâtlara kadir olmasıyla tahakkuk edince, buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey, Allah'a gizli kalmaz" beyânı malûmatın tamamıyla ilgili olan ilminin kemâline işaret olur ki, böyle olunca da Cenâb-ı Hak, muhakkak ki ihtiyâçların mikdarlarını, zaruretlerin derecelerini bilen, hiçbir taleb ve isteğin kendisini meşgul edemiyeceği ve İsteyenlerin isteklerinin çokluğundan dolayı, hiçbir isteği birbirine karıştırmayan bir yüce Zât olur. Sonra O'nun, "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur" sözü de, O'nun bütün mümkinâta muktedir olduğuna işaret olur ki, bu durumda da Cenâb-ı Hak mahlûkatın hepsinin yararına olan şeyleri yaratıp halketmeye kadir olmuş olur. Bu iki husus olunca da, Cenâb-ı Hakk'ın adaletle hükmedeceği, bütün mümkinât ve kâinatın kayyûmu olduğu ortaya çıkmış olur. Sonra burada bir başka incelik daha vardır ki, o da, bahsettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey, Allah'a gizli kalmaz" buyruğu ile ilmine işaret etmesidir. Cenâb-ı Hakk'ın âlim olduğunu isbat etmenin yolunun naklî bir delil olması caiz değildir. Çünkü naklî delilin sıhhatinin de bilinmesi, "Hak teâlâ'nın bütün malûmatı bildiğini" bilmeye dayanır. Aksine bunun yolu, sadece aklî delildir. Bunu da, şöyle diyerek isbat edebiliriz: Allahü Teâlâ'nın bütün fiilleri son derece muhkem ve sağlamdır. Muhkem ve yerli yerinde olan iş, onun failinin âlim birisi olduğuna delâlet eder. Allahü Teâlâ'nın âlim olmasının delili, bizim söylediğimiz bu husus olunca ve O da, kendisinin bütün malûmatı bildiğini, "Şüphe yok ki, ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" beyanıyla belirtince bunun peşinden buna delâlet eden aklî delili getirmiştir ki, o da şudur: Kendisinin, rahmin karanlıkları içerisinde şu hayranlık verici bünyeyi ve bu ilginç terkibi şekillendiren; onu, gerek şekil, gerek tabiat ve gerekse nitelikleri bakımından çeşitli olan uzuvlardan meydana getirmiş olan Zât olduğudur. Buna göre bu bünyenin bir kısmı kemik, bir kısmı kıkırdak, bir kısmı atar ve toplar damarlar ve bir kısmı da kaslardan teşekkül eder. Sonra Cenâb-ı Hak, bunları birbirine, en güzel bir biçimde ve en mükemmel bir biçimde ekleyerek, onları bir tenâsüb içinde telif etmiştir. Bu da, O'nun kudretinin tanrılığına delâlet etmektedir. Çünkü O, nutfenin bir damlasından, karakter, şekil ve renk bakımından muhtelif olan şu uzuvları yaratabilmiştir... Yine bu, Cenâb-ı Hakk'ın âlim olduğunu da gösterir. Çünkü, son derece muhkem ve güzel olan bir iş ancak, o işi çok iyi ve detayıyla bilen bir kimseden sudur eder. Buna göre Hak teâlâ'nın: "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur" beyânı, Cenâb-ı Hakk'ın bütün mümkinâta kadir olduğuna ve, "Şüphe yok ki ne yerder ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" âyetinin ifâde ettiği mânanın doğruluğuna delâlet etmiş olur. Allahü Teâlâ'nın bütün malûmatı bildiği ve bütün mümkinâta kadir elduğu sabit olunca, O'nun bütün ""muhdes've "mümkinât'ın "kayyûm"u olduğu da ortaya çıkmış olur. Böylece bütün bunların, daha önce Cenâb-ı Hakk'ın "Hayy" ve "Kayyûm" olduğuna dair zikredilen hususların bir izahı gibi olduğu ortaya çıkmış olur. Bütün bu incelikleri iyice düşünen kimse, bundan daha çok faydalı; tertibi bundan daha güzel olan ve kalblerde bundan daha fazla müessir olan bir kelâmın varlığının düşünülemeyeceğini anlamış olur. Hazret-i İsa'yı Tanrılaştıran Hristiyanların Bahaneleri İkinci ihtimal: Bu, âyetlerin sebeb-i nüzule göre değerlendirilip açıklanmasıdır.Bu böyledir, çünkü hristiyanlar Hazret-i İsa'nın ulûhiyyetini iddia etmişler ve bu hususta şu iki çeşit şüpheye dayanmışlardır: Bunlardan birisi, müşahedeye dayanan birtakım mukaddimelerden çıkarılan (istihraç) şüphedir. Diğeri ise, ilzâmî olan birtakım mukaddimelerden çıkarılmış olan şüphedir. Müşahedeye dayanan birinci şüpheye gelince, onların bu husustaki dayanakları şu iki şeyedir: a) İlmi alâkadar eden husus. b) Kudreti alâkadar eden husus... İlimle ilgili olana gelince bu, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın gayb'den haber vermesidir. Meselâ o şu adama: "Sen evinde şunu yedin!.. berikine de: "Sen de evinde şunu yaptın!" diyebiliyordu. Hristiyanların bu çeşit şüpheleri, ilmi alâkadar etmektedir. Onların kudretle ilgili olan şüphelerine gelince, bu, Hazret-i İsa'nın ölüleri diriltmiş olmast, anadan doğma körlerle, alacalı hastalan iyileştirmesi; çamurdan kuş gibi şekiller yapıp, ona üflemesi, akabinde de bunun, Allah'ın izniyle kuş olması., gibi hususlardan ileri geliyordu. Hristiyanların, işte bu çeşit şüpheleri kudreti alâkadar eden şüphedir. Hristiyanların bu meselede, bu iki çeşit şüpheden başka herhangi bir şüpheleri yoktur. Sonra Cenâb-ı Hak, onların Hazret-i İsa'nın ulûhiyyeti konusundaki görüşleri ile, teslîs konusundaki görüşlerinin bâtıl olduğuna, tavsifiyle istidlal edip "İlâhın Hayy ve Kayyûm olması gerekir. Hazret-i İsa ise, ne Hayy'dır, ne de Kayyûm'dur" demek isteyince, Hazret-i İsa'nın bir ilâh olmadığına kesinkes hükmetmek gerekmiştir. Böylece de Cenâb-ı Hak, bu ifâdenin peşinden, bu iki şüpheye cevap olacak şeyi iyice izah etmek için, işte bu âyeti getirmiştir. Hristiyanların Delillerinin Çürütülmesi Birinci şüpheye cevap: Bu şüphe ilmi alâkadar eden şüphe olup, bu da onların, "Hazret-i İsa gayblardan haber vermiştir. Binâenaleyh onun bir ilâh olması gerekir" demeleridir. Cenâb-ı Hak bu şüpheye, "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" diyerek cevap vermiştir. Bu cevabı şu şekilde açabiliriz: Hazret-i İsa'nın gayba dair bazı şeyleri bilmesinden onun ilâh olması gerekmez. Çünkü onun bunları ancak Allah'ın kendisine vahyetmesi ve ona bunları öğretmesiyle bilebileceği muhtemeldir. Ancak şu var ki, onun gayba dair diğer bazı şeyleri bilip ihata edememesi, onun ilâh olmadığına kat'î olarak delâlet etmektedir. Çünkü ilâh, yerde ve gökte hiçbir şeyin kendisine saklı kalamıyacağr Zâttır. Çünkü ilâh, yaratan Zâttır. Yaratıcının ise, mutlaka, yarattığı şeyleri detayıyla bilmesi lâzımdır. Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın ise, bütün malûmatı ve mugayyebâtı (gaibleri) bilmediği zaruri bir keyfiyettir. Hem nasıl olur ki! Hristiyanlar, Hazret-i İsa'nın, onun kendi ölümünden dolayı feryâd ü figân ettiğini söylüyorlar!... Eğer o, bütün gaybleri bilmiş olsaydı, kavminin kendisini yakalayıp öldürmek istediklerini, ve böylece de ona eziyyet edip acılar tattıracaklarını bilir ve böylece de onlar kendisini yakalamadan önce, onlardan kaçardı!.. Gayba dair bu şeyleri bilemeyince, onun bütün malûmatı ve mugayyebâtı bilmediği, haliyle ortaya çıkmış olur. Halbuki ilâh ise, hiçbir malûmatın kendisine saklı kalamıyacağı bir zâttır. Binâenaleyh, Hazret-i İsa'nın bir ilâh olmadığına kesinlikle hükmetmek gerekir. Böylece de gayba dair bazı şeyleri bilmek ile istidlal etmenin, ulûhiyyetin bulunduğuna delâlet edemeyeceği sabit olmuş olur. Ama, gayba dair bazı şeyleri bilememek, o kimsenin bir ilâh olmadığına kesinlikle delâlet etmektedir. İlmi alâkadar eden birinci şüpheye verilen cevap işte budur. İkinci şüpheye cevap, ki bu şüphe kudret ile ilgili olan şüphedir. Allahü Teâlâ bu şüpheye de, "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur" beyanıyla cevab vermiştir. Buna göre mâna şöyledir: Bazı şekil ve suretlerde, onun sözüne uygun olarak öldürüp diriltmenin bulunması, Hazret-i İsa'nın ilâh olduğunu göstermez. Çünkü, Allahü Teâlâ'nın bu diriltme sayesinde, onun mucizesini izhâr etmek ve ona ikramda bulunma ihtimali mevcuttur. Ama, Hazret-i İsa'nın bazı suret ve şekillerde öldürme ve diriltmeyi meydana getirememesi, onun ilâh olmadığına delâlet eder. Bu böyledir, çünkü ilâh nutfenin en küçük parçasından, rahimlerde şu hayranlık uyandıran terkibi ve bu şaşırtıcı telif ve teşkili meydana getirmeye kadir olan zâttır. Hazret-i İsa'nın ise, bu tarzda öldürüp diriltmeye kadir olamadığı matûmdur. Hem nasıl olur ki?.. Eğer o buna kadir olsaydı, hristiyanların iddiasına göre, onu yakalayıp öldüren kimseleri, aksine o öldürürdü. Böylece, bazı şeylerde onun sözüne uygun olarak öldürüp diriltmenin bulunması onun bir itâh olduğuna delâlet etmeyeceği ortaya çıkmış olur. Ama, bazı şekil ve suretlerde, onun maksadına uygun bir şekilde öldürüp diriltmenin olamaması, onun bir ilâh olmadığına delâlet eder. Böylece şu anlattıklarımızla, bu ikinci şüphenin de hükümsüz ve mânâsız olduğu ortaya çıkmış olur. İlzâmî olan İkinci şüpheye gelince, bu, ilzâmî olan birtakım mukaddimelere dayandırılan şüphedir. Bu da, iki çeşittir: a) Hristiyanlar şöyle diyorlar: "Ey müslümanlar, Hazret-i İsa'nın beşer olan bir babasının olmadığı hususunda bize muvafakat ediyorsunuz. O halde, Hazret-i İsa'nın Allah'ın oğlu olması gerekir!" İşte Cenâb-ı Hak buna da, "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren O'dur" diyerek cevap vermiştir. Çünkü âyette söz konusu olan "şekillendirme" işi, Allah'tan sudur eden bir iş olunca, işte bu sebeple Allahü Teâlâ isterse onu, bir babanın nutfesi vasıtasıyla şekillendirir, isterse bir baba olmaksızın doğrudan doğruya şekillendirir. Hazret-i İsa'nın Allah'ın Kelimesi ve Ruhu Olmasının Mânâsı b) Hristiyanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Hazret-i İsa'nın, "Allah'ın kelimesi ve ruhu" olduğunu söylemiyor musun? İşte bu da onun, Allah'ın oğlu olduğuna delâlet eder.." dediler. Cenâb-ı Hak da, buna şu şekilde cevap vermiştir: "...Bu lafzı bir ilzamdır. Lafz ise, hakikî ve mecazî mânalara gelebilir.. Lafzın zahiri aklî delile ters düşecek bir biçimde varid olursa, müteşâbihat faslından olur. O halde bu lafzı tevil etmek gerekir. İşte, bu da Hak teâlâ'nın, "Sana kitabı indiren O'dur. O'ndan bir kısım âyetler muhkemdir ki, bunlar kitâbm anası (esast)dır. Diğer bir kısmı da, müteşâbihtirler..." (âl-i imrân, 7) buyruğu ile kastettiğidir. Bizim bu anlattığımız şeylerle, O'nun tavsifinin, Mesih'in ne ilâh, ne de Allah'ın oğlu olmadığına delâlet eden delile işaret olduğu ortaya çıkmış olur. Hak teâlâ'nın, "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizil kalmaz" beyânı, ilmi alâkadar eden şüphelerine cevap; "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren O'dur" beyanıise, onların, Hazret-i İsa'nın öldürüp diriltmeye kadir olması ile onun beşer olan bir babasının olmaması, bundan dolayı da onun Allah'ın oğlu olması gerektiği şeklindeki istidlallerine bir cevap; Hak teâlâ'nın, "Sana kitabı indiren O'dur. O'ndan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar kitâbm anası (esası)dır. Diğer bir kısmı da, müteşâbihtirler..." (Âl-i imrân, 7) âyeti de, onların Kur'ân'da, "İsa Allah'ın ruhu ve kelimesidir" şeklinde bulunan tavsîfe (Nisa, 171) tutunmalarına bir cevaptır. Bizim söylediğimiz ve özetlediğimiz bu açıklamaları, kim iyice anlar ve kavrarsa, bu Kur'ânî ifâdelerin kısalıklarına rağmen, bu konuda kelâmcıların zikretmiş oldukları bütün şeylerden daha çok faydalı olduğunu ve daha iyi sonuç verdiğini ve, bu mesele hakkında söz konusu olabilecek bütün delilleri, şüpheleri, soruları ve bunların cevaplarını, işte bu âyetin içine aldığını anlar. Bizi, bütün bunlara ulaştıran Allah'a hamd olsun.. Allah bizi bunlara kavuşturmasaydı, biz kavuşamazdık... Bu âyetlerin tefsiri hususunda bizden önceki müfessirlerin görüşlerini zikretmiyoruz. Çünkü buna ihtiyaç yoktur. İsteyen kimseler, kitaplara müracaat edebilirler. Sonra Cenâb-ı Hak, hristiyanların şüphelerine cevap verince, hristiyanları "teslîs" akidesinden men etmek için, tevhîd akidesini tekrar zikrederek, "O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur. Or mutlak gâlibh'r. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur. Buna göre Aziz, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin tamlığına; Hakîm ise ilminin mükemmelliğine işarettir. Bu da, Hazret-i İsa'nın bazı gaybları bildiğinin, bazı suretlerde öldürmeyi ve diriltmeyi meydana getirmeye kadir olduğunun onun ilâh olmasına kâfi gelmeyeceğine dair, daha önce geçmiş olan açıklamaların yeniden bir anlatımı ve te'kîdidir. Çünkü ilâhın kudretinin mutlaka tam olması gerekir, ki bu da bu tavsiftek ilminin de mükemmel olması gerekir ki, bu dalafzının ifâde ettiği hususlardır. Geriye ise, âyetle ilgili bazı ince meselelerin izahı kalmıştır. Hak teâlâ'nın, "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" buyruğundan murad, Allah'a hiçbir şeyin saklı ve gizli kalamayacağıdır. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hak, mutlak bıraksaydı daha belîğ olacağı halde, niçin "yerde ve gökte" buyurmak suretiyle kayıtlamıştır?" denilirse, biz deriz ki: Bundan maksat, kullara, ilminin mükemmelliğini anlatmaktır. Onların bu mânayı ve inceliği anlamaları, gökler ve yerler zikredildiği zaman daha güçlü olur. Bu böyledir, çünkü hissiyatımız, göklerin ve yerin azametini görünce, aklın Allah'ın ilminin azametini tanımasına yardımcı olur. Hissiyat, matlûb olanı elde etme konusunda akla yardımcı olduğu zaman, anlama ve kavrayış daha tam, idrâk daha mükemmel olur. İşte bu sebepten dolayı, ince nüktelerin izah edilmesi istendiğinde, bu mânaları anlatmak için birer örnek zikredilir. Çünkü misâl getirmek, anlamaya yardımcı olur. Cenâb-ı Hakk'ın:"Sizi şekillendiren O'dur" beyânına gelince, Vahidî şöyle der: "Tasvir" bir şeye bir suret ve şekil vermektir. Suret ise, o şeyin cüzleri arasında bir uyum sağlanmak istendiği zaman, o şeyin meydana gelen şeklidir. Bu kelimenin aslı, bir kimse bir şeyi eğdiği zaman söylenilenetmiş, onlara benzemiştir. Bu husustaki sözün tamamını, Hak teâlâ'nın:"Onları kendine meyletttir" (Bakara, 260) âyetinin tefsirinde zikretmiştik. Erhâm kelimesine gelince, bu rahim kelimesinin çoğuludur. Bunun kökü de, "rahmet" kelimesinden gelir. Bu böyledir, çünkü aynı anneden doğmak, kardeşlerin birbirine merhamet edip şefkatli davranmalarını gerektirir. İşte bu sebepten dolayı bu uzuv, "rahim" diye adlandırılmıştır. Allah en iyisini bilendir. 7"Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da, müteşabihtirler. İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak ve onun teviline yeltenmek için onun müteşabih olanına tâbi olurlar. Halbuki onun tevilini Allah 'dan başkası bilemez. İlimde derinleşmiş olanlar ise, "Biz ona inandık. Hepsi Rabb'imiz katındandır" derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebillir. Bil ki, bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Biz, Hak teâlâ'nın, 'Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" ifâdesinin, kendisinden önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu iki ihtimalin bulunduğunu söylemiştik: a) Bunun, Hak teâlâ'nın "Kayyûm" olmasının bir takriri ve te'kîdi gibi olması. b) Bunun, hristiyanların şüphelerine mukabil verilmiş bir cevap olması.. Birinci ihtimale göre biz deriz ki, Cenâb-ı Hak, kendisinin Kayyûm olduğunu ve mahlûkatın bütün maslahatlarını yerine getiren zât olduğunu oeyân etmek istemiştir. Mahlûkatın maslahatları ise iki kısımdır: 1- Cismanî, 2- Ruhanî... Cismanî olanların en şereflisi, bünyenin düzgün ve yerli yerinde olması, mizacın da en güzel suret ve en güzel şekillere göre düzenlenmiş (tesviye) olmasıdır. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Analarınızın rahminde sizi şekillendiren O'dur" buyruğu ile murad edilendir. Ruhanî maslahatların en şereflisi ise, ruhun, kendisiyle beraber bütün mevcudatın suretlerinin kendisinde tecellî eden parlak ve cifâlı bir ayna gibi olduğu ilimdir... Bu da, Hak teâlâ'nın, "Sana kitabı indiren Odur" beyânı ile murâd edilendir. İkinci ihtimale gelince, biz hristiyanların şüphelerinden birisinin de, Kur'ân'da Hazret-i İsa'nın sıfatıyla ilgili olarak geçen, "O, Allah'ın ruhu ve kelimesidir.." (nisa, 171)âyetine sarılmaları olduğunu daha önce söylemiştik. İşte bu sebeple bu âyet ile Kur'ân'ın muhkem ve müteşabih âyetleri ihtiva ettiğini; müteşâbihata sarılmanın caiz olmadığını beyân buyurmuştur. Bu âyetin kendinden önceki âyetlerle münasebeti işte budur. Bu ise, son derece güzet ve doğrudur. Bil ki Kur'ân-ı Kerim, kendisinin tamamiyle muhkem yine tamamiyle müteşabih; aynı şekilde bir kısmı- nın muhkem, bir kısmının da müteşabih olduğuna delâlet etmektedir. Kur'ân'ın tamamiyle muhkem olduğunu gösteren Cenâb-ı "Elif-Iâm:râ. Bunlar, hakîm (muhkem) olan bir kitabın âyetleridir" (Yunus, 1) verâ, (Bu), âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır" (Hûd, 1) âyetleridir. Buna göre Cenâb-ı Hak, bu iki âyette Kur'ân'ın tamamının muhkem olduğunu belirtmiştir. Bu mânadaki "muhkem"den murad, Kur'ân'ın hak, lâfızları fasih, mânaları da sahîh bir kelâm olduğudur, kur'ân-ı Kerîm, lafızlarının fesahati ve mânalarının kuvveti bakımından, söylenilen bütün söz ve kelâmlardan daha üstündür. Bu iki sıfat hususunda, Kur'ân'a denk olabilecek bir söz söylemeye hiç kimse güç yetiremez. Araplar, muhkem yapılan ve çözülmesi mümkün olmayan sağlam akidler hakkında, "Bu muhkemdir!.." demektedirler. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'ân'ın tamamını muhkem diye vasfetmesinin mânası budur. Kur'ân'ın tamamının müteşabih olduğunu gösteren ise, "Allah, sözün en güzelini müteşabih ve mesânî bir kitap halinde indirdi" (Zumer. 23) âyetidir. Bunun manası, "güzellik bakımından Kur'ân'ın bir kısmı bir kısmına benzer ve birbirini doğrular" demektir. Hak teâlâ: "Onlar hâlâ Kur'ân'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer O, Allah'dan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki onun içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı" (Nisa. 82) âyetiyle de işte buna işaret etmektedir. Yani, "Onun bir kısmı bir kısmını nakzeder, fesahat veya rekâkette söz birliği dağılırdı" demektir. Kur'ân'ın bir kısmının muhkem bir kısmının da müteşabih olduğunu gösteren âyet ise, bizim şu anda tefsirini yaptığımız âyettir. Bu sebeple önce lügat bakımından "muhkem" ve "müteşâbih"in ne olduğunu; sonra da şeriat ödündeki mânâlarını tefsir etmemiz gerekir. "Muhkem"e gelince: Araplar "Geri çevirdim, mâni oldum" mânasında derler. Zâlimi zulmünden men ettiği için hakime, "Hâkim" denilmiştir. Atın başkaldırmasını önledjği için, geme de denilmiştir. Neha demiştir. Yani, "Çocuğunu kötülüklerden men ettiğin gibi yetimi de men et." Cerîr ise, demiştir. Yani, "Cahillerinize (sefihlerinize) mâni olun, onları engelleyin." Yine, denilir. Yani, "Kendisine saldıracak kimseleri men edebilecek, muhkem ve sağlam bir yapı."... Uygun olmayan şeyleri engellediği için de "hikmet'e bu ad verilmiştir. "Müteşâbih" kelimesine gelince bu, iki şeyden birinin zihni tefrik etmekten âciz bırakacak bir tarzda, diğerine benzemesidir. Nitekim Hak teâlâ: "Çünkü bizce birçok inekler birbirine benzemektedir"(Bakara, 70) cennet meyvelerinin vasfı hususundao, birbirinin benzerleri olarak onlara sunuldu" (Bakara, 25)yani "görünüşleri aynı, tadları farklı olarak sunuldu" ve Kalbleri birbirine ne kadar da benzemişl.." (Bakara, 118) buyurmuştur. Yine, kişi iki şeyi birbirinden ayıramadığı zaman, denilmesi de böyledir. Helâl-haram demeyip ihlâl eden kimselere de (ashâbu'l-mahârîk), ashâbu'ş-şubeh (şühpe ashabı) denilir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: (bir başka rivayette deşeklindedir). "Helâl bellidir; haram da bellidir. Bu ikisi arasında ise, şüpheli birçok şeyler vardır. Buhari, İman, 39; Müslim, musâkât 107-108(3/1219-1220). Sonra, insan, müteşâbih olan iki şeyi birbirinden ayırdetmede acze düşünce, -müsebbebe (neticeye) sebebin vasfını verme kabilinden olarak- kesin bir bilgiye ulaşamadığı şeyi insan "müteşâbih" diye niteler; Bunun bir benzeri de, "müşkil" kelimesidir. O, müşkil olduğu için, yani başkasının şekline girip, ona benzediği ve böylece de o İkisi birbirine benzeştiği için bu adla adlandırılmış; daha sonraysa, kapalılığı her ne kadar bu cihet itibariyle değilse bile, gizli ve kapatı olan her şeye, "müşkil" ismi verilmiştir. Burada şöyle denilmesi de ihtimal dahilindedir: Müşkil, sabit olup olmadığı bilinemeyen, varlığı, akıl ve zihinde, yokluğuna müsavî ve ona müşabih olanı, birini diğerinden ayırdetmede ağırbasan taraf bulunmayan şeye denir. Nitekim bilinmeyen, malûm olmayana da müteşâbih denir. İşte, lügat itibariyle "müteşâbih" ve "muhkem" kelimelerinin tahkiki budur. Biz deriz ki: İnsanlar, muhkem ve mûteşabih kelimelerinin tefsiri konusunda birçok açıklamalarda bulundular. Biz de, muhakkik ulemâdan ekseriyetin benimsemiş olduğu özet izahı zikredeceğiz.. Sonra da, diğer insanların bu konudaki görüşlerini anlatacağız. Diyoruz ki: Bir mânâyı ifâde için konulmuş (mevzu) olan lafız, bu manadan başkasına da ya muhtemeldir, ya da değildir. Eğer lafız bir manayı ifâde için vaz' olunmuşsa ve bu mânadan başkasına da ihtimali yoksa, buna "nas" denilir. Bu lafzın başka manaya da muhtemel olmasına gelince, bu durumda, lafzın iki mânadan birisine ihtimali ya diğerine baskın ve üstün (râcih) olur, veya böyle olmayıp, iki mânaya da ihtimali müsavi olur. Eğer, lafzın iki mânadan birisine ihtimali diğerine râcih, yani üstün olursa, bu lafız, râcihe nisbetle "zahir", "mercûh"a, (kendisine üstün gelinilene) nisbetle de "müevvel" olarak isimlendirilir. Lafzın iki manaya da ihtimalinin müsavi olması haline gelince, lafız, ikisine nisbetle "müşterek" belirtilmek suretiyle ikisinden birine nisbetle de "mücmel" olarak isimlendirilir. Yaptığımız bu taksime göre şu sonuç ortaya çıkmıştır: Lafız ya "nass" ya "zahir", ya "müevvel", ya "müşterek", ya da "mücmel" olur. "Nass" ve "zâhir"e gelince, bunlar tercih konusunda müşterekdirler. Ancak ne var ki "nass", başka mânaya mâni olan râcihtir. "Zahir" ise, başka mânâya mâni olmayan râcihtir. İşte bu ortak mikdar, "muhkem" olarak isimlendirilmektedir. Mücmel ve müevvel'e gelince bunlar, lafzın bu mânaya delâletinin râcih olmadığı hususunda müşterektirler. Mücmel, her ne kadar râcih olmasa dahi, mercûh da değildir. Müevvel ise, ayrı bir delilin bulunması durumu müstesna, râcih olmasa bile mercûhtur. (İşte mücmel ile müevvel arasındaki) bu ortak hususiyet "mûteşabih" diye adlandırılmıştır. Çünkü anlayamamak, her iki kısımda da söz konusudur. Biz ise daha önce, ya bilinmeyen şeyin nefyi, zihnen o şeyin isbâtına benzediği için, yahut da kendisinde "teşâbüh"ün, benzeşmenin meydana geldiği lafız anlaşılmaz olduğu için, o şeyin "müteşâbih" diye isimlendirildiğini böylece de "sebeb"in ismini"müsebbeb"e ıtlak etmek suretiyle bu bilinmeyen şeye, "müteşâbih" lâfzının isim olarak verildiğini beyân etmiştik.. Muhkem ve müteşâbih hakkında son söz budur. Sonra bil ki, lâfız iki mefhuma nisbetle de müsavi olursa burada zihin duraksar. Meselâ, hem "hayz"a, hem de temizlik mânasına gelebilen (......) kelimesinde olduğu gibi... Buradaki zorluk ve müşkillik, esas vaz' itibariyle lafzın iki mânadan birisi hakkında "râcih", diğeri hakkında da "mercûh" olmasında; sonra da "râcih"in bâtıl, mercûhun da gerçek olmasındadır. Bunun Kur'ân'dan misâli, Cenâb-ı Hakk'ın: "Bir memleketi helak etmek istediğimiz vakit onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emrederiz de, onlar orada İtâattan çıkarlar, böylece de ilahî söz onlar hakkında hak olur" (İsrâ, 16) âyetidir. Bu âyetin zahirine göre, onlar, itâattan çıkmakla emrolunmaktadırlar... Bu âyetin muhkemi ise, "Allah çirkin olanı emretmez" (A'râf, 28) âyetidir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın kâfirlerden nakletmiş olduğu, "Onlar bir hayâsızlık yaptıklarında, "Biz atalarımızı da bunu yaparlarken bulduk, Allah bize bunu emretti" (Araf, 28) şeklindeki iddiaya bir reddiyedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu" (Tevbe. 67) âyeti de böyledir. "Nisyân" (unutmak) kelimesinin zahirî mânası, "ilm"in zıddıdır. Buna göre, kelimenin (kabul edilen) mercûh mânası da, terketmektir. (Yani, "Allah da onlara lütufta bulunmayı bıraktı, terketti demektir.) Bu husustaki muhkem âyetler ise, "Senin Rabb'in unutucu değildir " (Meryem, 64) ve "Benim Rabb'im ne şaşırır ne de unutur!.." (Ta-hâ, 52) âyetleridir. Şunu bil ki, bu çok büyük bir mevzudur. Diyeceğimiz şu ki, her bir mezheb sahibi, kendi mezhebine, görüşüne muvafık âyetlerin muhkem, muarızının görüşüne muvafık âyetlerin de müteşâbih olduğunu iddia etmektedir. Meselâ Mu'tezile, Cenâb-ı Hakk'ın 'Dileyen İmân etsin; dileyen kâfir olsun" (Kehf, 29) âyetinin muhkem "Alemlerin Rabb'İ olan Allah dilemeyince, siz de dileyemezsiniz "(Tekvir, 29) âyetinin de müteşâbih olduğunu öne sürmektedir. Ehl-i sünnet ise, bunu tersine çevirir... Bundan dolayı bu konuda, kendisine müracaat edilecek olan bir kanunun tesbit edilmesi gerekir. Buna göre biz deriz ki: Lafız iki manaya ihtimalli olur; onun, bu mânalardan birisine nisbetle ihtimâli râcih, diğerine nisbetle de ihtimâli mercûh olur ve biz de, lafzın mânasını râcih olana hamteder de mercûh olana hamletmezsek, işte bu "muhkem"; eğer biz lafzı, mercûh olan mânaya hamleder de râcih mânaya hamletmezsek, işte bu da "müteşâbih" olur. Buna göre biz deriz ki, lafzı râcih olan mânasından alıp rnercûh olan mânaya hamletmemiz için, mutlaka bu konuda ayrı bir delilin bulunması gerekir. Bu ayrı delil de, ya lafzı, ya da aklî bir delil olur. Birinci kısım (lafzı delil): Biz deriz ki bu, bu iki lafzı delil arasında bir çelişki bulunduğu zaman hasıl olur. Bu iki delil arasında da bir çelişki bulunduğu zaman, diğerinin zahirini gözetmek için, birinin zahirî manasını bırakmak, bunun aksinden daha evlâ değildir. Meğer ki şöyle denilsin: Bunlardan birisi, o mânaya delâleti konusunda kat'î olur, diğeri ise kat'î olmazsa, işte bu durumda bir rüçhaniyet durumu meydana gelmiş olur. Veyahut da şöyle denilebilir: "Bunlardan her biri, her ne kadar râcih ise de, ne var ki onlardan birisi tercihe daha şayan (ercah) olursa, bu durumda bir rüçhaniyet sözkonusu olur. Ancak biz şöyle diyoruz: "Birinci durum bâtıldır; çünkü lafzî deliller kesinlikle kat'î olamazlar. Çünkü her lafzî delil, kelimelerin başka başka lehçelerdeki nakline, çeşitli sarf ve nahiv kurallarının nakline; müşterek, mecaz, tahsîs ve takdir (izmâr) gibi hususların olmamasına ve naklî delil ile aklî delil arasında bir çelişkinin bulunmamasına dayanır. Bütün bunların meydana gelmesi ise, kat'î olmayıp zannîdir. Zannî olan şeye dayanan şeyin, zannî olması ise daha uygundur. Böylece, lafzî delillerin hiçbirinin kesin bir delil olamayacağı ortaya çıkmış olur. İkinci kısma (aklî delil) gelince, şöyle denilebilir: İki delilden biri, diğerinden daha kuvvetlidir. Eğer, her ikisinde de aynı ihtimal söz konusu ise, bu doğrudur; ancak, bu duruma göre lafzî delili zahirinden alıp, mercûh olan mânaya hamletmek zannî olur. Bu gibi şeylere ise, usûle dair (itikadı) meselelerde dayanmak caiz değildir. Aksine bu gibi delillere, furû-ı fıkıh meselelerinde dayanılır. Böylece zikrettiğimiz bu husus ile, lafzı râcih olan mânasından alıp mercûh olan mânaya vermek, kat'î (itikadî) meselelerde caiz değildir. Ancak, lafzın zahirinin imkânsızlığını ihsas ettirecek, aklî ve kat'î bir delilin bulunması durumu müstesna... Biz kısaca şunu anlamış olduk ki, lafzi mercûh olan mânasında kullanmak, zahirî mânasına hamletmek mümkün olmadığı zaman caizdir. İşte bu durumda da, tevil yapmak gerekir. Böylece, lafzi râcih olan mânasından alıp mercûh olan mânasına hamletmenin, ancak râcih olan mânanın aklen imkânsız olduğuna dair kat'î - aklî bir delilin olması durumunda mümkün olacağı ortaya çıkmış olur. Sonra, böyle bir delil bulunup, mükellef de, Allah'ın muradının, o lafzın zahirinden murad edilen şey olmadığını anlarsa, bu durumda mükellef mercûh olan o mânanın ne olduğunu bilmek zorunda değildir. Çünkü bunu bilmenin yolu ancak, bir mecazı başka bir mecaza, bir tevili başka bir tevile tercih etmekte olur. Bu tercih ise, ancak lafzî bir delil ile mümkün olur. Lafzî deliller ise, yukarda da açıkladığımız gibi zannîdirler; bilhassa, bir mercûh mânâyı başka bir mercûh mânâya tercih etme hususunda kullanılan deliller son derece zayıf olur.. Bütün bunlar, ancak bir zannı ve zayıflığı ifâde ederler. Kat'î meselelerde bu gibi delillere dayanmak imkânsızdır. Metod bakımından şu güçlü tahkikten, incelemeden dolayı, lafzi zahirî mânâsına hamletmenin imkânsız olduğuna dair kat'î delillerin bulunmasından sonra, tevîl suretiyle o lafzın mânâsını tayine çalışmak olmaz.. Bu konuda söyleyebileceğimiz şeyler, işte bunlardan ibarettir. Doğruluk ve hidâyete ileten Allah'dır. Muhkem ve Müteşabih Hakkında Görüşler Âlimlerin muhkem ve müteşâbih hakkındaki grüşleri Birinci görüş: İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan nakledilen görüştür. O, şöyle demiştir: Muhkem âyetler, En'âm süresindeki şu üç âyettir: "Deki: "Celin, üzerinize Rabbinizin neleri haram ettiğini ben okuyayım. O'na hiç bir şeyi ortak yapmayın. Anaya babaya iyilik edin. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların da rızkını biz vereceğiz. Fuhşiyâtın açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. Haksız yere Allah'ın haram ettiği cana kıymayın. İşte (Allah) sizer aklınızı başınıza alasınız diye, bunları emretti. Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, o en güzel olanından başka bir suretle yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı tam ve doğru yapın. Biz, hiç kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi teklif etmeyiz. Bir söz söylediğinizde, (hakkında konuşacağınız kimse) akrabanız dâhi olsa, adaleti gözetin. Allah'ın ahdini yerine getirin. İşte (Allah) iyice düşünesiniz diye, size bunları emretti. Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. (Başka) yollara tâbi olmayın. Sonra sizi O (Allah)'ın yolundan ayırır. İşte (Allah), tttika edesiniz diye, size bunları emretti" (En'am, 151-153). Müteşâbih âyetler ise, yahudilere müteşâbih gelen âyetlerdir. Bunlar, sûrelerin başlarında zikredilen hurûf-u mukattaadır. Çünkü yahûdiler, bu harfleri ebced hesabına göre mânâlandırıyor ve bunlardan ümmet-i Muhammed'in ömrünün ne kadar olacağını çıkarmak istiyorlardı. İşte bu nedenle, iş onlara karışık gelmiş ve müteşâbih olmuştur. Ben de derim ki: Allah tarafından olan mükellefiyetler iki kısma ayrılır. Bunların bir kısmı, şeriatların değişmesi ile değişmesi caiz olmayanlardır. Meselâ, Allah'a itaat etmeyi, zulüm, yalan, cehalet ve haksız yere adam Öldürmekten kaçınmayı emretmek gibi... Bir kısmı ise, şeriatlara göre değişen mükellefiyetlerdir. Meselâ, namazların sayısı, zekâtın miktarı, alış-veriş, nikah ve benzeri şeylerin şartları gibi... Buna göre birinci kısım, İbn Abbas'a göre muhkem diye adlandırılan kısımdır. Çünkü En'âm süresindeki üç âyet, bu kısmı kapsamaktadır. Müteşâbih'e gelince bu, bizim mücmel diye adlandırdığımız şeydir. Bu da, aynı anda iki ayrı mânaya delâlet eden lafızdır. Çünkü bu lafızların, kendisiyle tefsir edilebildiği bütün mânalara delâletleri, mütesaviyen olup, ayrıca bir delil ile olmamaktadır. Nitekim biz bu hususu, Bakara sûresinin başında özetle açıklamıştık... İkinci görüş: Bu da İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir. Bu görüşe göre Muhkem, nâsih olan; müteşâbih ise mensûh olan âyetlerdir. Üçüncü görüş: Esamm şöyle demiştir: "Muhkem, delâleti açık ve sarih olandır. Meselâ, Allahü Teâlâ'nın, mahlûkatı yaratmasıyla alâkalı olarak şu âyetlerde bildirdiği şeyler gibi... "Sonra, nutfeyi de alaka haline getirdik" (Mü'minun, 16); "Canlı olan herşeyi sudan yarattık" (Enbiya, 30) ve, "Gökten su indirdi de, o su ile, size rızık olmak üzere, (çeşitli) meyveler bitirdi" (Bakara, 22). Müteşâbih ise, bilinip ortaya konulabilmesi için, düşünüp tefekkürde bulunmaya ihtiyaç gösteren şeydir. Meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, insanlar toprak olduktan sonra, onları yeniden dirilteceğine dair hükmetmesi gibi... Eğer onlar, bu hususu iyice tefekkür edip düşünürler ise, onlara göre müteşâbih olan, muhkem hale gelir. Çünkü ilk başta yaratmaya kadir olan, onu tekrar yaratmaya da kadirdir." Bil ki, Esamm'ın bu sözü fazla açık değildir. Çünkü eğer o, "muhkem, delilleri açık olandır" sözüyle muhkemin, lafzının manasına olan delâleti belli ve râcih olan şey olduğunu; müteşâbih'in ise, böyle olmayan şey olduğunu ve bunun da ya denk olan mücmel, yahut da mercûh olan müevvel (el-müevvelü'l-mercûh), (el-mücmelu'l-mütesâvî) diye iki kısma ayrıldığını kastediyorsa, bu, bizim daha önce zikretmiş olduğumuz husustur. Eğer bu ifâdesi ile muhkemin, delilsiz olarak mânâsının doğruluğu bilinen şey olduğunu kastediyorsa, bu durumda "muhkemin mânası: "Aklın zarurî olarak doğruluğunu bildiği şey"; müteşabih'in mânası ise: "Aklın delile dayanarak doğruluğunu bildiği şey" demek olur. Buna göre Kur'ân'ın tamamı müteşâbih olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra nutfeyi de 'alaka haline getirdik" (Müminun, 16) âyeti, doğruluğunun bilinmesi hususunda aklî delillere ihtiyaç duyulan bir husustur. Tabiatcılar bunun sebebinin ya tabiatlar ve mevsimler fusûl), yahut yıldızların tesirleri, ya da dört ana maddenin birleşme ve kaynaşma özellikleri olduğunu söyler. Keza ölümden sonra diriltilme ve hasrolunmanın isbatı bir delile muhtaç olduğu gibi o olayların Allahü teâlâ'ya isnâd edilmesi de bir delile muhtaçtır. Esamin şöyle diyebilir: "Bu şeylerin hepsi bir delile muhtaç ise de bunlar, bir taraftan mukaddimeleri -nâdir istisnalar dışında-, hatalardan emin olunacak şekilde, tertipli ve açık olması itibariyle hakkındaki delil zahir olan, diğer taraftan hakkındaki delil gizli, mukaddimeleri hem çok, hem de tertipsiz olan diye iki kısma ayrılıp birinci kısma muhkem, ikinci kısma ise müteşâbih denir. Dördüncü görüş: İster açık bir delil ile olsun, ister gizli bir delil ile olsun, bilinebilen herşey muhkem, bilinmeyen herşey de müteşâbihtir. Meselâ, kıyametin ne zaman kopacağını, insanların sevab veya cezalarının miktarını bilmek gibi.. Bunun bir benzeri, Allahü teâlâ'nın, "Sana kıyametin ne zaman demir atacağını sorarlar" (Araf, 187) âyetidir. Müteşabihlerin Bulunmasındaki Faydalar Kur'ân-ı Kerim'in bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşâbih olmasının faydaları hakkındadır. Bil ki, bazı inkarcılar, Kur'ân-ı Kerim'i, müteşâbih âyetler ihtiva ettiği için tenkid etmiş ve şöyle demişlerdir: "Siz diyorsunuz ki mahlûkatın bütün mükellefiyetleri kıyamet kopuncaya kadar, bu Kur'ân'a bağlıdır. Amma biz, değişik görüşlerdeki herkesin, kendi görüşünü isbat için Kur'ân'a tutunduğunu görüyoruz. Meselâ Cebriye, Allahü teâlâ'nın: 'Halbuki biz, o Kur'ân'ı iyice anlayabilmelerine mâni olmak için yüreklerinin üstüne perdeler, kulaklarının içine de ağırlık koyduk" (En'âm, 25) gibi cebri ifâde eden âyetlere tutunurken, Kaderiyye (kaderi inkâr edenler), "Hayır, bu kâfirlerin fikridir. Nitekim Allahü teâlâ bu sözü, kınama siyakında olarak şu âyette kâfirlerden nakletmektedir: "O (kâfir)ler dediler ki: "Bizi davet edip durduğun (îmâna) karşı kalblerimiz örtü içindedir ve kulaklarımızda ağırlık vardır" (Fussilet, 5); "Kalblerimiz perdelidir" dediler (Bakara, 88). Yine âhirette Allah'ın görüleceğine inanan kimseler, "Ogün yüzler vardır, pınl pırıldır. Rab'lerine bakarlar" (Kıyame, 22-23) âyetine tutunurken, ru'yetullahı kabul etmeyenlerde, "O'na gözler erişemez" âyetine tutunur. Allah için yönü (ciheti) kabul edenler, "Onlar, üstlerindeki Rab'lerinden korkarlar" (Nahl, 50) ve "Rahman (Allah) arşı istilâ etti" (Tâ-hâ, 5) âyetlerine; kabul etmeyenler ise, "O'nun benzeri gibisi (dahi) yoktur" (Şûra, 11) âyetine tutunurlar. Sonra bu gruplardan herbiri mezhebine uygun gelen âyetleri muhkem, uygun gelmeyen âyetleri ise, müteşâbih diye adlandırmıştır. Çoğu kez, bunların birini diğerine tercih işi, çok kapalı tercihlere ve zayıf izahlara dayanır. Binâenaleyh hakim olan Allah'a, kıyamete kadar dinin her hususunda kendisine başvurulacak bir merci olan bu kitabını, böyle kılmış olması nasıl yakışır? O, kitabını böyle müteşâbihlerden uzak, açık've net kılmış olsaydı, maksadın meydana gelmesine daha uygun olmaz mıydı?" Bil ki müteşâbihin faydaları hususunda âlimler birçok izahlar yapmışlardır: 1- Müteşâbih bulunduğu zaman, hakka ulaşmak daha zor ve güç olur. Güçlüğün fazla oluşu, daha çok sevabı gerektirir. Nitekim Allahü teâlâ: "Yoksa siz, Allah içinizden savaşanları belli etmeden ve sabredenleri belli etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Âl-i imran, 142) buyurmuştur. 2- Eğer Kur'ân'ın bütünü muhkem olsaydı, o zaman ancak bir tek mezhebe uygun düşerdi ve onun açık beyânı bu tek mezhebin dışındaki bütün mezhebleri bâtıla çıkarırdı. Bu da çeşitli mezheb sahiblerini onu kabulden ve onun üzerinde tefekkürden uzaklaştıran şeylerden olurdu. Halbuki Kur'ân'dan istifâde, ancak hem muhkem, hem müteşâbih âyetleri ihtiva ettiği zaman hasıl olur. Bu durumda her görüş ve mezheb sahibi, görüş ve mezhebini güçlendirecek, sözüne kuvvet verecek şeyi o Kur'ân'da bulmayı arzu eder. O zaman da bütün mezheb sahibleri onun üzerinde tefekkür ve teemmül etmeye gayret eder. Bu tefekkür ile (düşünme) teemmülü (incelemeyi) iyice yapınca, muhkem âyetler, müteşâbih olanların müfessiri olur ve bu yolla bâtıl yolda olanlar yanlışlarından kurtulup hakka ulaşırlar. 3- Kur'ân-ı Kerim hem muhkem, hem de müteşâbih âyetleri ihtiva ettiği zaman bu, onun üzerinde düşünen kimseyi, aklın delâlet ve yardımına muhtaç eder. O zaman da insan taklitçilik karanlığından kurtulur ve istidlal ile delilin ışığına ulaşır. Fakat bütün Kur'ân muhkem olsaydı, aklî delillere tutunmaya ve başvurmaya ihtiyaç duyulmazdı. O zaman ise insan, cehalet ve taklid içinde kalırdı. 4- Kur'ân-ı Kerim hem muhkem, hem de müteşâbih âyetler ihtiva ettiği için, insanlar onun te'vil ve tefsir yolları ile bazı âyetlerinin diğer bazısına tercihi yollarını öğrenmeye muhtaç oldular. Bunları öğrenme işi de, nahiv, lügat ve fıkıh usûlü gibi birçok ilimleri elde etmeye bağlı olmuştur. Eğer durum böyle olmasaydı, insan bu birçok ilmi elde etme ihtiyacı hissetmezdi. Kur'ân'da bu müteşabihlerin yer alması, işte bu büyük faydalardan dolayı olmuştur. 5- Bu, bu konudaki en kuvvetli ve önemli sebebtir: Kur'ân, avam -havas, âtim- câhil bütün insanlar için bir daveti ihtiva etmektedir. Avâm'ın karakteri, işlerin çoğunda hakikatleri idrâk etmekten kaçınır. Bundan dolayı daha başlangıçta avamdan birisi, cisim olmayan, mekan tutmayan ve işaretle gösterilmeyen bir varlıktan haber verildiğini duyduğunda, o, bunun aslında olmadığını, "yok" olduğunu zanneder ve böylece ona kulak asmaz. Binâenaleyh en faydalı olan şekil, hayal ve tasavvur ettikleri şeylerin bir kısmına uygun düşecek ifâdelerle avama hitab olunmasıdır. Bu ifâde tarzının, işin asıl hakikatine delâlet eden unsurlarla da ihtiva etmesi gerekir. Birinci kısım, ki bu avamın daha işin başında hitâb olundukları şeylerdir, müteşâbihat; ikinci kısım -ki bu da onlar için işin sonunda anlaşılan şeylerdir- muhkemat babından olmuş olur. Bu konuda bizim derleyip sunabildiğimiz şeyler bunlardır. Allah, muradının ne olduğunu en iyi bilendir. Bu konuları iyice kavradığına göre, biz yine tefsire dönelim: Hak teâlâ'nın: "Sana kitabı indiren O'dur" âyetindeki "Kitap"tan murad Kur'ân'dır. Allah: "Onda bir kısım âyetler muhkemdir" buyurmuştur. Muhkem de, mânâları ya akli kesin delillerle kuvvetlendirilmiş olur ki bu kat'î meselelerde söz konusudur; yahut da mânâları kendisinden daha güçlü muarız delillerden hâlî olur. Sonra Hak teâlâ: "Ki bunlar kitabın anasıdır" buyurmuştur. Bu hususta iki soru vardır: Kitabın Esası Muhkem Âyetlerdir Birinci Soru: Muhkem'in, müteşabih âyetin anası olması ne demektir? Cevap: Arapçada "Ümm" (ana), birşeyin kendisinden meydana geldiği asıl ve temel demektir. Muhkem âyetler, zatları gereği manaları anlaşılır olup, müteşâbih âyetler de ancak muhkem yardımı ile anlaşılır olunca, şüphesiz muhkem, müteşâbihin annesi gibi olmuş olur. Şöyle de denilmiştir: İncil'de "Baba" lafzı şu şekilde geçmiştir: İncil'de, "Mahlûkatın kendisi sebebi ile ayakta durduğu, diriltilinceye kadar mahlûkatın kendisi sebebi ile sabit olacağı eşyayı yaratan kadîm Allah..." şeklinde bir tabir yer alır. Böylece İncil, bu manayı -oğulun babasından meydana gelmesi cihetiyle- "baba"lık mefhumu ile ifâde etmiştir. Amma sonra tercümede, velâdet doğurtma cihetiyle olan (biyolojik) babalık vehmi veren bir ifâde kullanılmıştır. Böylece Hak teâlâ'nın, "Allah'ın evlâd edinmesi olacak şey değildir" (Meryem, 36)âyeti muhkem olmuş olur. Çünkü bunun mânası kesin aklî delillerle de kuvvet bulmuştur. Hak teâlâ'nın, "İsâ, yalnızca Allah'ın peygamberi ve kelimesidir. Onu Meryem'e atmıştır. O Allah tarafından bir ruhtur" (Nisa, 171) âyeti ise, anlaşılması için muhkem âyetlere başvurulması gereken müteşâbih âyetlerden olmuş olur. İkinci soru: Cenâb-ı Hak, niçin "Kitabın anaları" dememiş de Kitabın anası" demiştir? Cevap: Muhkem âyetlerin hepsi tek bir şey, müteşâbihin tamamı da diğer bir şey gibidir. Birisi diğerinin anasıdır. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, "Meryem 'in oğlunu da, anasını da bir âyet kıldık" (Mü'minûn, 50) âyetidir. Allahü teâlâ burada, "iki âyet kıldık" dememiştir. Hak teâlâ, bu ikisinin tek bir âyet olması manasında, böyle demiştir. İşte burada da böyledir. (......) Kelimesinin Hususiyyeti Daha sonra Cenâb-ı Allah: "Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir" buyurmuştur. Müteşâbihâtın ne olduğunu anladın. Buradaki, (......) lafzına gelince, bunun hakkında Halil ve Sibeveyh şöyle demişlerdir. (......) kelimesi sadece bir yönden, diğer ism-i tafdillerden farklıdır. Çünkü bu kelime (......) kelimesinin çoğuludur, (......) ise, (......) lafzının müennesidir. (......) vezni üzeredir. Bu vezin üzere olan (yani ism-i tafdil), veya harf-i tarif ile kullanılır. Ve, "Zeyd, Amr'dan efdaldir" veya "Zeyd, efdal (en üstün)dür" denilir. Buna göre (......) konusunda lam-ı tarif harf-i cerrine tabidir. Buna kıyasen "Zeyd, Amr'dan daha başkadır" veya "Başka Zeyd" denilir. Ne var ki nahiv âlimleri, (......) harf-i cerri'ni bu bâbtan hazf etmişlerdir. Çünkü bu kalıbın bizzat lafzı, (......) harf-i cerri'nin mânasını gerektirir. İşte bundan dolayı onlar, lafzın bu delaletiyle yetinerek, harf-i cerrini kullanmamışlardır. Harf-i tarif olan elif-lâm (......) harf-i cerri'ne tâbi olur, böylece elif-lâm da düşer. Bu kelimenin elif-lâmsız kullanılması caiz olunca (......) şeklini alır. Buna göre (......) kelimesi, onun çoğulu olmuş olur. Böylece bu lafız, cemi ve müfredinde elif-lâmın düşmesi konusunda, benzerlerinin hükmünü almamış olur. Kalblerinde Eğrilik Bulunanlar Sonra, Cenâb-ı Hak: "Kalblerinde eğrilik bulunanlara gelince" buyurmuştur. Bil ki, Allahü Teâlâ, kitabı Kur'ân-ı Kerim'in muhkem ve müteşâbih diye iki kısma ayrıldığını beyan edince, kalblerinde eğrilik bulunanların, Kur'ân'ın ancak müteşâbih âyetlerine tutunacaklarını bildirmiştir. (......) kelimesi, "hakdan sapmak ve dönmek" anlamına gelir. Meselâ: (......) denilir ki, bu - sapıyor- sapmak" anlamındadır. Âlimler, Hak teâlâ'nın, "Kalplerinde sapıklık vardır" ifadesiyle, kimlerin murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Rebî şöyle der: "Bu kimseler, Necran heyetidir. Çünkü onlar Hazret-i İsa hakkında, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tartıştıklarında şöyle demişlerdi: "İsâ, Allah'ın kelimesi ve Ondan bir ruh değil midir?" Allah'ın Resulü de, "Evet!" deyince, onlar, "Bu bize kâfidir" dediler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimeyi indirdi. Daha sonra ise, "Muhakkak ki İsa'nın hali de, Allah nezdinde, Âdem'in hali gibidir" (Âli imrân, 59) âyetini inzal etti..." Kelbî ise bunların yahudîler olduğunu söylemiştir. Çünkü yahudiler, bu ümmetin ömrünün ne kadar olacağını öğrenmek istemişler ve bunu da, sûrelerin başında bulunan hurûf-ı mukattaadan çıkarmak istemişlerdir. Katâde ve Zeccâc ise, bu kimselerin, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfirler olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak âyet-i kerimenin sonunda, "Halbuki onun tevilini Allah'dan başkası bitemez" buyurmuştur. Burda söz konusu olan, kıyametin kopma zamanından başkası değildir.. Çünkü Cenâb-ı Hak bu vaktin bilgisini, bütün canlılardan, hatta melekler ve peygamberlerden (aleyhisselâm) dahi gizlemiştir. Muhakkik ulemâ ise şöyle demektedir: Bu ifâde, bâtıla sarılan ve kendi bâtılı için müteşâbihle ihticâc eden herkese şâmildir. Çünkü lâfız '"amm" (umûmî) bir lafızdır. Sebebin hususî olması, lafzın umumiliğine mani değildir. Bu tabire, kendisinde bir karışıklık ve iltibas bulunan her husus dahildir. Allah'ın, Resulü Hazret-i Muhammed'e yardım edeceğine dair va'adiyle, kâfirlere azâb edeceğine dair vaîd ve tehdidi de böyledir. Nitekim kâfirler, "Bize, Allah'ın azabım getir!" (Ankebût, 29), "Bize kıyamet gelmeyecek" (Sebe'. 3) ve, "Bize melekler gelmeli değil miydi?.." (Hicr, 7) demişler, böylece de itikâd bakımından zayıf olan kimselerin akıllarını karıştırmışlardır. Yine bu ifâdenin muhtevasına, "Müşebbihe"nin, "Rahman Arşa istiva etti" (Ta-hâ, 5) buyruğu ile bulundukları istidlal de dahildir. Çünkü akim açık delaletiyle şu gerçek sabittir. Bir mekânda bulunan herşey, küçüklük bakımından ya bölünmeyen bir cüz gjbi olur, ki bu ittifakla bâtıldır; yahut da o şey o cüzden daha büyük olur, böylece de o şey bölünen bir mürekkeb nesne olur.. Her mürekkeb ise, mümkin ve muhdesdir.. İşte bu açık delil ile, Allahü Teâlâ'nın bir mekânda bulunmasının imkânsızlığı ortaya çıkar. Böylece de, Hak teâlâ'nın: "Rahman olan Allah Arş'a istiva etti" (Tâ-hâ, 5) buyruğu müteşâbih bir ifâde olmuş olur. Buna göre kim bu âyetle istidlalde bulunursa, böylece o kimse müteşâbihe tutunmuş olur. Mutezile'nin, fiili tamâmiyle kula nısbet etme hususundaki delillerin zâhirleriyle istidlal etmeleri de böyledir.Çünkü aklî delille, fiilin sudûru, bir sebebin bulunmasına dayandığı; o sebebin de Allah'tan olduğu, yine, ne zaman böyle olursa, sebep bulunduğunda fiilin meydana geleceği, sebep bulunmadığında da fiilin meydana gelemiyeceği sabit olunca, işte bu durumda fiili tamamiyle kula nisbet etmek bâtıl ve herşeyin Allah'ın kaza, kader ve meşîetiyle olduğu sabit olur. Böylece de Mutezile'nin delillerin zahirine tutunarak yapmış oldukları bütün istidlaller, müteşâbihat ile yapılan istidlal olmuş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, kat'î delillerden yüz çevirip, işi delillerin zayıf olan zahirlerine hasreden bu kimselerin, kalblerinde haktan bir sapma bulunduğu ve, bâtılı yerleştirmek istedikleri için müteşabihatlara tutunduklarını beyân etmiştir. Bil ki, dünyada sen, her grubun kendi görüşüne uygun olan âyetleri muhkem; muhaliflerinin mezhebine uygun düşen âyetleri de müteşâbih olarak isimlendirdiğini görürsün.. Bu iş böyledir.. Cübbaî'ye bir baksana.. Çünkü o, "Allah'a zulmü, yalanı ve "mâla yutâkı" nisbet eden "mücebbire", müteşâbihatla İstidlal eden kimselerdir" demektedir. Ebu Müslim el- İsfehanî ise şöyle demiştir: "Fitneyi isteyen sapık kimse, dalâl âyetleriyle ilgilenen ve bunları, Allahü Teâlâ'nın, "Sâmiri onları saptırdı" (Tâ-hâ, 65); "Firavn, kavmini saptırdı, doğru yola iletmedi" (Tâ-hâ, 79)ve "(Allah) onunla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz" (Bakara, 26) âyetleri ile beyân ettiği muhkem âyetlere başvurup onları tefsir etmeyen kimsedir. Yine onlar Hak teâlâ'nın, "Bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman, onun ni'met ve refahtan şımarmış elebaşlarına emrederiz de orada İtaatten çakarlar" (isra. 16) âyetini, "Allahü teâlâ onları helak etmiş, fâsık olmalarını istemiş ve mahlûkâtını helak etmek için sebep aramıştır" diye tefsir etmişlerdir. Halbuki Cenâb-ı Hak, "Allah size kolaylık diler, güçlük istemez" (Bakara, 185) ve "Allah size açıkça bildirmek ve size hidayet etmek ister" (Nisa, 26) buyurmuştur. Yine onlar, Hak teâlâ'nın, "Biz, âhirete inanmayanların amellerini kendilerine süslü gösterdik de onlar şaşırıp kalıyorlar" (Neml, 4) âyetini, "Allahü teâlâ'nın onlara şaşkınlığı süslü göstermesi, böylece de onların Kur'ân'daki hükümleri bozmalarıdır" diye tefsir etmişlerdir. Bu tıpkı Cenâb-ı Allah'ın: "Bir kavm, özlerindeki (güzel hal ve ahlâkı) değiştirip bozmadıkça, Allah da onların (halini) değiştirip bozmaz" (Ra'd, 11) ve "Biz, ahâlisi zâlim olan memleketlerden başkasını helak etmeyiz" (Kasas, 59) âyetleri gibidir. Hak teâlâ, "Onlar körlüğü hidâyete tercih ettiler); "Kim doğru yolu bulursa, o doğru yolu ancak kendi faydasına bulmuş olur" (isrâ, 15) ve "Fakat Allah, size imânı sevdirdi, onu kalblerinizde süsledi" (Hucurat, 7) buyurmuştur. O hâlde, daha nasıl Allah şaşkınlığı süslü gösterir." İşte Ebû Müslim'in söyledikleri bunlar... Onun niçin kendi mezhebine muvafık görünen âyetlere muhkem, muvafık olmayan âyetlere de müteşâbih hükmünü vermiş olduğunu keşke bilseydim! Ve yine keşke, niçin kendi mezhebine muvafık olan âyetleri zahirine göre, muvafık olmayan âyetleri de zahirinden çevirerek aldığını bilseydim! Malumdur ki bu durum ancak, açık aklî delillere başvurmakla tamamlanır. Aklî deliller, Mu'tezile'nin görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder. Çünkü onlara göre, bir müreccih olmaksızın, iki fiilden birincisini Allah'ın yapıp, ikincisini yapmadığını kabul etmek icab eder. Bu ise sâniin olmadığını bildirmek demektir. Bu da ancak şunu kabul etmekle mümkündür: "Kuldan sadır olan mükemmel düzenli iş, onu yapanın, onu bilmesine delâlet etmez." İşte bu durumda da, bir muhassis (seçici) olmaksızın, -ne daha fazla, ne daha noksan olmamak üzere- tam o belli rakamın seçildiğini söylemek gerekir ki, bu da sanii (yapanı) kabul etmemek demektir. Bundan aynı zamanda muhkem bir fiilin sâdır olmasının, onu yapanın âlim olduğuna delâlet etmeyeceği neticesi de çıkar. O takdirde de Allahü teâlâ'nın fiillerinin sapasağlam ve muhkem olmasından, Allah'ın âlim olduğuna istidlalde bulunma kapısı kapanmış olur. Şayet göklerdeki ve yerdeki bütün canlılar bu delillere karşı birleşseler, yine de bu delilleri reddedemezler. İşte bu apaçık aklî deliller ortaya çıkınca, akıllı bir kimsenin kaza ve kadere delâlet eden, âyetleri müteşâbih sayması nasıl caiz olur? Bu anlattıklarımızdan, insanların nezdinde her zaman geçerli olan kanunun, kendi mezheblerine muvafık olan âyetlerin muhkem, muhalif olan âyetlerin de müteşâbih olarak kabul edilmesi olduğu meydana çıkmaktadır. İnsaflı olan muhakkik âlim, âyetlerdeki bu işi üç kısma ayırır: a) Zahiri, aklî delillerle sağlamlaşan âyetler. İşte gerçek muhkem âyet budur. b) Zahirî mânâlarının imkânsız olduğuna dâir kat'î deliller bulunan âyetler. İşte Allahü teâlâ'nın muradının, onun zahirinden başka bir mânâ olduğuna hükmettiğimiz âyetler bunlardır. c) Ne sübûtu, ne de nefyi hususunda hakkında böyle deliller bulunmayan âyetlerdir ki, böylesi âyetlerin hakkı, onlarda tevakkuf etmektir. O zaman böyle bir ifâde, "hakkındaki durumun karışması ve iki taraftan birisinin diğerinden ayrılamaması" mânâsında müteşâbih olmuş olur. Fakat ağır basan zanna göre, bu ifâde ve âyetler zahirlerine göre hamledirilrler. İşte bu konuda söyleyebileceklerim bunlardan ibarettir. Allahü teâlâ, muradını en iyi bilendir. Bil ki Cenâb-ı Hak, sapık kimselerin müteşâbih âyetlere tabî olduklarını açıklayınca, bu konuda iki gayelerinin olduğunu beyân etmiştir:Birincisi, "sırf fitne aramak için...", İkincisi de, "Onun te'viline yeltenmek için.." ifâdesi ile gösterilmiştir. Birinci gayeleri, fitne çıkarmaktır. Bil ki, "fitne" Arapça'da, "birşeyde aşırı davranıp ifrata düşmek" anlamına gelir. Meselâ (......) Yani, "falanca dünyayı taleb etme hususunda aşırı gitti ve ölçüyü kaçırdı" denilir. Müfessirler, bu "fitne" kelimesinin tefsiri hususunda birkaç izah zikretmişlerdir: a) Esamm şöyle demiştir: "Onlar, din hususunda böyle müteşâbih meseleleri kurcalayınca, dinî meselelerde birbirine muhalif düşmüşlerdir. Bu da birbirleriyle savaşmalarına ve karışıklıkların çıkmasına sebebiyet vermiştir. İşte burada bahsedilen fitne budur. b) Bu müteşâbih âyetlere tutunmak, tutunanın kalbine bid'ati ve bâtıl düşünceyi yerleştirir. Böylece de o kişi, bu bâtıl fikre meftun olur. Hep onunla ilgilenir ve hiçbir şekilde bundan geri durmaz. c) Dinde fitne, dinden sapmaktır. Malumdur ki, din konusundaki fitne ve fesattan daha büyük bir fitne ve fesat yoktur İkinci gayeleri, müteşabihleri te'vtle yeltenmeleridir. Bil ki, "te'vil" kelimesi, tefsir etme ve açıklama manasındadır. Kelimenin Arapça'daki asıl mânâsı, "kendisine başvurulan merci ve dönülüp varılan yer" şeklindedir. Bu, "İş o hale varıp döndü" anlamında söylediğin şeklindeki ifâdeden alınmıştır. Bir şeyi, başka bir hale dönderip getirdiğinde dersin. İşte bu "te'vil" kelimesinin lügat mânâsıdır. Daha sonra "tefsir" de te'vil diye isimlendirilmiştir. Cenâb-ı Allah, "Sana sabredemediğin şeylerin te'vilini haber vereceğim.." (Kehf, 78) ve "Bu hem hayırlı hem de te'vil olarak daha güzeldir" (Nisa, 59) buyurmuştur. Bu, lafzın kendisine dönüp vardığı mânayı haber vermektir. Bil ki, âyette geçen te'vilden murad şudur: Onlar, Allah'ın kitabında hakkında bir delil ve bir açıklama bulunmayan bir tefsire yöneliyorlar. Meselâ, kıyametin ne zaman kopacağını, her itaatkâr insanın sevabının ve her isyankâr kulun günahının mikdarının ne kadar olduğunu araştırırlar. Kâdî şöyle demiştir: "Bu kalblerinde eğrilik bulunan insanlar, müteşâbih âyetleri iki şekilde tefsir ederler: a) Onları, gerçek manasının dışında bir mânâya hamlederler. Âyetteki "Sırf fitne aramak için" ifâdesinden murad budur. b) Müteşâbih âyetlerden, delili olmayan hükümler çıkarırlar. Âyetteki "Onun teviline yeltenmek için..." ifâdesinden murad da bu dur." Daha sonra Cenâb-ı Allah, bu kalblerinde eğrilik olanların yolunu ayıplama hususunda daha fazlasını söyleyerek, "Halbuki onun tc'vütni Allah'dan başkası bilemez" buyurmuştur. Bu noktada âlimler ihtilaf etmişlerdir. Şöyle ki: 1- Bazıları şöyle demiştir: "Bu söz burada tamamlanmaktadır. Peşisıra gelen buyruğunun başındaki vâv harfi, vâv-ı ibtidâiyyedir." Bu görüşe göre, müteşâbih âyetlerin mânasını ancak Allahü teâlâ bilir. Bu, İbn Abbas, Hazret-i Aişe, Mâlik b. Enes (radıyallahü anha)m) İle Kisâî, Ferrâ ve Mu'tezile'den Ebu Ali el-Cübbâî'nin görüşüdür. Bizce de, tercihe şayan görüş budur. 2- "Bu söz, kısmı ile birlikte tamamlanmaktadır." Bu görüşe göre, müteşâbih âyetlerin mânâsını bilme, Cenâb-ı Allah için söz konusu olduğu gibi, ilimde derinleşmiş olanlar için de söz konusudur. Bu, İbn Abbas, Mücâhid, Rebî b. Enes ve çoğu kelâmcılardan rivayet edilen bir görüştür. Müteşâbihlerin Mânâsını Yalnız Allah Bilir Birinci görüşün doğruluğuna birçok hüccet delâlet eder: Birinci hüccet: Lafzın râcih bir mânâsı olup, sonra da ondan daha kuvvetli bir delil bu râcih zahirî mânânın murad edilmediğine delâlet edince, biz Allah'ın muradının, bu hakikî mânânın mecazlarından birisi olduğunu anlarız. Mecazlarda ise bir çokluk vardır. Bu birçok ihtimalden birisini diğerine tercih, ancak lügavî tercihler ile olabilir. Lügâvî tercihler ise ancak zayıf bir zan ifâde edebilirler. Mesele, katî ve kesin olmayı gerektiren bir mesele olunca, zayıf zannî delillere göre konuşmak caiz değildir. Bunun misâli şudur: Cenâb-ı Hak, "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" (Bakara. 286) buyurmuştur. Sonra ise, bu âyetin tefsiri esnasında zikrettiğimiz beş delil ile açıkladığımız üzere, böylesi mükellefiyetlerin bulunduğuna kesin delil vardır. Biz böylece anlıyoruz ki, Allahü teâlâ'nın muradı, bu âyetin zahirinin delâlet ettiği mânâ değildir. Binâenaleyh âyetin lafzını, mecazi manalarından birisine hamletmek gerekir. Mecazlarda ise birçok ihtimal söz konusudur. Bu ihtimallerden birisini diğerine tercih, ancak lügavî tercihlerle olur. Lügâvî tercihler ise, zayıf bir zan ifâde eder. Âyetteki mesele, zannî meselelerden değildir. Bundan dolayı, bu hususta zannî delillerle konuşmanın bâtıl olması gerekir. Yine Cenâb-ı Hak, "O Rahman arşı istiva etmiştir" (Ta-ha. 5) buyurmuştur. Deliller, ilâhın bir mekânda olmasının imkânsızlığını göstermektedir. Böylece anlıyoruz ki, Allahü Teâlâ'nın bu âyetten muradı, âyetin zahirinin ifâde ettiği mânâ değildir. Ancak ne var ki bu lafzın birçok mecazî manaları vardır. O lafzı bu muhtemel mecazî mânâlardan birisine hamletmek zanni olan lügavi tercihlerle olur. Allah'ın zatı ve sıfatları hususunda zan ile konuşmak, müslumanların icmâsı ile caiz değildir. Bu delil, bu meselede kât'î bir delildir. Taassuptan uzak olan bir kalb bu delili kabul eder ve bozulmamış fıtrat bunun doğruluğuna şâhiddir. Muvaffakiyyet Allah'tandır. İkinci hüccet: Bu âyetten önceki ifâde, müteşâbihin te'viline yeltenmenin kınanmış olduğuna işaret eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, "İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak ve onun te'viline yeltenmek için, onun müteşâbih olanına tâbi olur" buyurmuştur. Eğer müteşâbihi te'vile yeltenmek caiz olsaydı, Allahü teâlâ bunu zemmetmezdi. Buna göre şayet, "Bundan maksadın, kıyametin vaktini araştırma olması niçin caiz olmasın? Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kıyametin demir atmasının ne zaman olacağını sana sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Rabb'imin nezdindedir" (A'raf, 187) buyurmuştur. Yine âyette bahsedilen şeyden maksadın, sevâb ve ikâbın mikdarını, feth ve ilâhî yardımın ne zaman geleceğini araştırma olması niçin caiz olmasın? Nitekim onlar, "Bize melekleri getirmeli değil miydin?" (Hicr, 7) demişlerdir" denirse, biz de deriz ki: Allahü teâlâ Kitab'ını muhkem ve müteşâbih diye iki kısma ayırınca ve akıl bu taksimin, "lafzın râcih mânâsına hamlinin muhkem, râcih olmayan mânâsına hamlinin müteşâbih olması" cihetinden oluşunun doğruluğuna delâlet edip sonra Allahü teâlâ da müteşâbihin te'viline ve tefsirine yeltenenlerin yolunu kınayınca, bunun müteşâbihin bir kısmıyla ilgili olup, diğerleri ile ilgili sayılmaması, zahiri terk etme olur ki bu da caiz değildir. Üçüncü hüccet: Allahü teâlâ, ilimde derinleşmiş kimseleri, "Biz ona inandık, hepsi Rabb'imizin katındandır" demeleri sebebiyle ve "İmân edenlerin onun Rab Teâlâ dan gelen bir gerçek olduğunu bilmeleri..." (Bakara, 26) sebebiyle medhetmiştir. Bu ilimde derinleşmiş olanlar, eğer müteşâbihi detaylı bir şekilde bilmiş olsalardı, müteşâbihe olduğu gibi imân etmelerinden dolayı medhedilmezlerdi. Çünkü birşeyi derinlemesine bilen herkesin ona mutlaka imân etmesi gerekir. İlimde derinleşmiş olan kimseler, Allahü Teâlâ'nın sınırsız malûmatı bildiğini kat'î delillerle bilen, Kur'ân'ın kelâmullah olduğuna ve onun bâtıl ve anlamsız şeyler söylemediğine inanan kimselerdir. Onlar Kur'ân'dan bir âyet duyup, kat'î deliller de onun zahirinin murad edilmesinin caiz olmadığına; aksine bundan muradın zahirî mânadan başka bir mâna olduğuna delâlet edip, sonra onlar bunun mânasının ne olduğunu, tayinini Allah'ın ilmine havale edip ve de bu mânanın, her ne olursa olsun, kesinlikle hak ve gerçek olduğuna kat'î olarak hükmettiklerinde.. İşte Allah'ı bilme hususunda derinleşmiş olan kimseler bunlar olmuş olurlar., . Çünkü bu âlimleri, zahirin terked ileceği ne dair kesin hüküm vermeleri ve bundan neyin murad edildiğini alettayin bilememeleri, onları Allah'a imân etme ve Kur'ân'ın doğruluğuna kesin hüküm verme konusunda sarsmamış, etkilememiştir. Dördüncü hüccet: Şayet Hak teâlâ'nın, (......) buyruğu, (......) lafzına atfedilmiş olsaydı, o zaman Hak teâlâ'nın, sözü, bir mütbedâ, başlangıç cümlesi olurdu ki, bu da fesahat zevkine yakışmayan bir durumdur. Bilâkis evlâ olanı "Ve onlar, "Ona îman ettik" derler" veyahut da ve, "ona îman ettik" derler" denilmesidir. Buna göre şayet, "Bu ifâdenin doğru anlaşılması hususunda şu iki izah yapılmıştır: a) Âyetteki (......) sözü, haberdir ve buna göre cümlenin takdiri "Te'vili bilen bu âlimler, "Biz ona imân ettik derler" şeklindedir. b) "(......) sözü, (......) kelimesinin halidir" denilirse, biz deriz ki: Birinci ihtimal, kabul edilemez. Çünkü Allahü teâlâ'nın kelâmını, herhangibir takdire ihtiyaç duymayacak biçimde tefsir etmek, takdire ihtiyaç duyacak şekilde tefsir etmekten daha uygundur. İkinci ihtimale gelince, zi'l-hâl önceden geçen bir kelimedir. Burada ise hem Allah'ın ismi, hem de "râsihûn" önceden geçmiştir. Binâenaleyh âyetteki, "Biz ona inandık" ifâdesinin, "Allah" lafzının değil, "râsihûn" lafzının hâli kılınması gerekir. Bu da âyetin zahirini terketmek olur. Binâenaleyh o görüş, ancak âyetin zahirini terketmekle tam olur. Bizim görüşümüzde ise, buna gerek kalmaz. Bundan dolayı, bu görüş daha evla olur. Beşinci hüccet: Ayetteki, sözü, "Onlar, tafsilatını bildikleri şeye de, bilmedikleri şeye de inanırlar" mânâsındadır. Eğer onlar, herşeyi teferruatı ile bilmiş olsalardı, bu sözün bir mânâsı olmazdı. Altıncı hüccet: İbn Abbas (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kur'ân'ın tefsiri dört çeşittir: a) Herkesin bildiği tefsir. b) Anadilleri Arapça olması sebebi ile, Arapların bilip anladıkları tefsir. c) Alimlerin bilebildiği tefsir. d) Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği tefsir. Mâlik İbnu Enes (r.h)'e "istivâ"nın ne olduğu sorulduğunda, o şöyle cevap vermiştir: "İstiva malumdur. Nasıl olduğu bilinemez. Ona îman etmek vacibtir. Onun ne olduğunu sormak ise bid'âttır." Biz bu meselenin bir kısmını, Bakara sûresi'nin başında anlattık. Burada anlattıklarımız, orada anlattıklarımıza katılır ise, mesele hakkındaki izahımız tamamlanmış olur. Muvaffakiyyet Allah'tandır. Sonra Allahü Teâlâ İlimde derinleşmiş olanlar ise, "Biz ona inandık. Hepsi Rabb'imizin " derler" Ve " kaç mesele vardır: Arapçada "rusûh", birşeyin iyice içinde olmak demektir. Bil ki ilimde râsih olan, yakînî ve kat'î deliller ile Allah'ın zât ve sıfatlarını; Kur'ân'ın Allah'ın kelâmı olduğunu bilen kimsedir. Böyle birisi, Kur'ân'ın bir müteşâbih âyetini görüp, kat'î delil de Allah'ın muradının o âyetin zahirî mânâsı olmadığına delâlet edince, Allah'ın muradının âyetin zahirî mânâsından başka olduğunu ve o muradın hak olduğunu, âyetin zâhîrî mânâsının bırakılmasının, Kur'ân'ın sıhhatini tenkid etmede bir şüphe teşkil etmeyeceğini kesinkes anlamış olur. " Cenâb-ı Allah onların daha sonra dediklerini nakletmiştir ki bunun mânâsı "Onlardan herbiri, "muhkem de, müteşâbih de Rabb'imizin katındandır" derler" şeklindedir. Bu ifâde ile ilgili şu iki soru vardır: Birinci soru: Eğer âyett"Hepsi Rabb'imizdendir" denilmiş olsaydı, bu da yeterli olurdu. Öyle ise, âyette ayrıca (katında) lafzının getirilmesindeki fayda nedir? Cevap: Müteşâbih âyetlere îman hususunda, daha güçlü ifâdeye ihtiyaç duyulur. İşte bundan dolayı, ifâde daha te'kidli olsun diye, (......) kelimesi zikredilmiştir. İkinci soru (......) kelimesinin muzâfun ileyhinin hazfi niçin caiz olmuştur? Cevap: Çünkü bu kelime, muzâfun ileyhine kuvvetli bir şekilde delâlet etmektedir ve muzâfun ileyh hazfedilse bile mânâda bir karışıklık olmamaktadır. Allahü Teâlâ daha sonra "Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilir" buyurmuştur. Bu, Allahü teâlâ tarafından, "Biz ona inandık" diyenlere bir medh-ü senadır. Mânası ise, "Kur'ân'da bulunanlardan ancak aklı kâmil olan kimseler va'z-ü nasihat alır" şeklindedir. Bu ifâde, onların, Kur'ân'ı anlama hususunda akıllarım kullandıklarına ve zahirî mânâsı aklî delillere uygun olan âyetlerin muhkem, uygun gelmeyenlerin ele müteşâbih olduğunu anladıklarına, sonra hepsinin sözünde çelişki ve bâtılın'bulunması mümkün olmayan Allah'ın sözleri olduğunu bildiklerine, böylece de müteşâbih'in Allah katında mutlaka uygun bir mânâsının bulunduğunu idrâk ettiklerine âdeta delâlet etmektedir. Bu âyet, aklî delillerden bahseden, bunlar ile Allah'ın zât, sıfat ve fiillerini bilmeye yol arayan ve Kur'ân'ı aklî delillere göre, dit ve i'râba uygun gelecek şekilde tefsir eden kelâmcıların makamlarının yüceliğini gösterir. Bil ki, birşey ne kadar şerefli olur ise, onun zıddı da o kadar âdî olur. Aynen bunun gibi, Kur'ân'ı tefsire çalışan kimse, bu sıfatları taşırsa, onun mertebesi de, Allah'ın medh-ü sena ettiği yüksek derecelere çıkmış olur. Usûl, dil ve nahiv ilimlerinde derinleşmeden Kur'ân hakkında söz söylendiğinde bu, Allah'ın muradından gayetuzak bir söz olur. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân'ı sırf kendi anlayışına göre tefsir eden kimse, cehennemdeki yerine hazırlansın' buyurmuştur. 8"Ey Rabb'imiz, bizi doğru yola ilettikten sonra, kalblerimizi saptırma.. Bize, kendi katından bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı en çok olan sensin sen" . Bil ki, Allahü teâlâ, ilimde derinleşmiş kimselerin, 'Biz ona iman ettik" dediklerini naklettiği gibi, yine onların, "Ey Rabb'imiz, bizi doğru yola ilettikten sonra, kalblerimizi saptırma. Bize, kendi katından bir rahmet bağışla..." diye dua ettiklerini de nakletmiştir. Önceki âyet delâlet ettiği için, bu âyetin başında "derler" lafzı hazfedil mistir. Bu durum, onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler. "Ey Rabb'imiz, sen bunları boşuna yaratmadın" (Al-i İmran, 191) âyetinde de aynıdır. Ehl-i Sünnet ile Mu'tezile'nin bu âyet hakkındaki sözleri farklıdır: Ehl-i Sünnetin görüşü açıktır ve şu şekildedir: Kalb, hem îmana hem de küfre yönelmeye elverişlidir. Bu iki taraftan birisine, ancak Cenâb-ı Hakk'ın yaratacağı bir irâde ve sebep olması halinde meyleder. Eğer bu irâde ve sebep, küfre götürür ise, işte bu hızlan (= yardımın kesilmesi), izâgâ (= saptırma), sadd (= engellemek), hatm ( = mühürleme), tab' (= damgalamak), reyn ( = paslanma), kasve(= katılaşma), vakr( = ağırlık), kinân(= örtü) ve Kur'ân'da geçen benzeri lafızlar ile ifâde edilir. Eğer bu irâde ve sebep, îmana götürür ise, bu da tevfîk (= muvaffak kılma), reşâd (= doğruyu gösterme), hidayet, tesdîd (- doğrultup düzeltme), tesbit (= yerinde sağlamlaştırma), ismet (= muhafaza etme) ve Kur'ân'da geçen benzeri lafızlarla ifâde edilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Mü'minin kalbi Rahman Allah'ın parmaklarından ikisi arasındadır" Tirmizi, Kader, 7 (4/448); Müslim, Kader, 17 (4/2045). buyurmuştur. Hadiste geçen bu iki parmaktan murad, bahsettiğimiz iki sebeptir. İnsan, iki parmağı arasındaki birşeyi, o iki parmağı ile evirip çevirdiği gibi, kalb de Hakk'ın o iki sebebi vasıtası ile, o iki sebep arasında evrilir çevrilir. Kim insaflı olur, işi zora koşmaz ve bunu bizzat kendinde dener ise, bu mânâyı gözle görüyormuş, elle tutuyormuş gibi bulur. Herhangi bir yaratıcı ve müessir olmadan îmana ve küfre götüren bu iki sebepten birisinin meydana gelmesini mümkün gören kimse, Yaratıcıyı inkâr etmiş olur; İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ey kalbleri ve gözleri evirip çeviren (Allah'ım), kalbimi dinin üzere sebatlı kıl" Tirmizi, Kader, 7 (4/448). demiştir ki bu, bizim söylediğimiz manadadır. İlimde derinleşmiş olanlar, Allah'ın indirdiği muhkem ve müteşâbih'in hepsine îman edince, Hak subhânehû ve Teâlâ'ya, kalblerini Hakk'a meylettirdikten sonra bâtıla saptırmaması hususunda yalvarıp yakarmıslardır. İşte bu, Kur'ânî bir tahkîk ile de güç bulmuş aklî bir görüştür. Bu söylediklerimizi şu husus da te'kîd eder: Allahü teâlâ, mü'minleri, müteşâbih âyetlerin peşine düşmeyip, onlara olduğu gibi toptan îman ettikleri ve onlara dalmadıkları için medhetmiştir. Binâenaleyh onların, bu zamanda olduğu gibi, müteşâbih âyetler üzerinde konuşmaları tuhaf olur. Bu sebeple onların, muhkem olduğuna inandıkları için, bu duayı yapmaları gerekir. Sonra Allahü teâlâ, onların böyle duâ etmeleri sebebiyle, bu ifâdeyi onları medh ve sena etme sadedinde getirmiştir ki, bu da bu âyetin muhkem âyetlerin en güçlülerinden olduğuna delâlet eder. Bu, son derece kuvvetli bir izahtır. Mu'tezile ise, "Deliller, kalpleri saptırmanın Allah'ın fiili olmasının caiz olmayacağına delalet ettiği için, bu âyeti te'vil etmek gerekir" demişlerdir. Onların delillerini (Bakara, 6) âyetini tefsir ederken zikretmiştik. Onların bu konuda, özellikle kendisiyle ihticâc ettikleri şey ise "İşte onlar sapıp eğrildikleri zaman, Allah da onların kalblerini saptırdı" (Saf, 5) âyetidir. Bu, sapıklığın başlangıcının kullar tarafından olduğu hususunda açık bir ifâdedir. Onların bu âyet hakkında yapmış olduğu te'viller ise, şunlardır: a) Bu te'vîli Cübbaî öne sürmüş, Kadî de tercih etmiştir. Buna göre: (......) sözünden maksat, "kendisiyle kalblerinin îman sıfatı üzere olmayı sürdürdüğü fiillerini men etmel" demektir. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ, men edilmeye müstehak olduklarında lütuflarını onlardan men edince "Allah onları saptırdı" denilmesi caiz olur. Bunun bu şekilde olacağına, Hak teâlâ'nın: "İşte onlar sapıp eğrildikleri zaman, Allah da onların kalblerini saptırmıştır" (Saf, 5) âyeti de delâlet eder. b) Esamm şöyle demektedir: Bunun mânâsı, "Kalblerimizin kendisiyle sapıp meyledeceği bir belâya bizi mübtelâ kılma!" demektir. Bu, Hak teâlâ'nın tıpkı, "Şayet biz onlara, "kendinizi öldürün, yahud yurtlarınızdan çıkın" diye yazsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Onlar, kendilerine öğütlenen şeyi hakkıyla yapsalardı, bu hem kendilerini muhakkak ki daha hayırlı, hem de (îmanlarını) daha da sağlamlaştırmış olurdu" (Nisa, 66) âyeti gibidir. Yine O, "O, Rahman olan Allah'ı inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını gümüşten yapardık" (Zuhruf. 33) buyurmuştur ki, bunun mânâsı, "Kendisiyle sapıp meyletmekten emin olamayacağımız ibâdetlerle bizi mükellef kılma!" demektir. Bazen bir kimse şöyle diyebilir: "Beni, sana eziyet verecek şeylere sevketme, zorlama!" Yani, "Meydana geldiğinde, sana eziyet vermiş olacağım şeyleri yapma!" demektir. c) Ka'bî de, (......) ifâdesinin mânasının, "Bizi sapıtmış kimseler diye adlandırma!" şeklinde olduğunu; nitekim bir kimse bir kimseyi kâfir olarak adlandırdığında "Falanca falancayı tekfir etti" denildiğini söylemiştir. d) Cübbaî bunun mânasının, "Bizi ulaştırıp götürdükten sonra, kalblerimizi senin cennetinden ve sevabından saptırma!" şeklinde olduğunu söylemiştir ki bu, doğruya birincisinden daha yakındır. Ancak ne var ki bu, başka bir şeye de hamledilebilir. Bu da şudur: Allahü Teâlâ'nın, o kimsenin o anda mü'min olduğunu; eğer ikinci seneye kalırsa (ömrü uzarsa) onun muhakkak ki kâfir olacağını bilmesidir. Buna göre, sözünün mânası, "o kimse kâfir olmadan önce Allahü Teâlâ'nın o kimseyi öldürmesi" mânasına hamledilmiştir. Bu böyledir, çünkü onu ikinci seneye kadar diri olarak bırakmak, bir mânâda, onu cennet yolundan saptırmak demektir. e) Esamm, (......) ifâdesinin mânasının, "Bizi aklımızın nuruyla hidâyete erdirdikten sonra, cinnet getirmek suretiyle, aklın kemâlinden mahrum bırakma, saptırma!" şeklinde olduğunu söylemiştir. f) Ebu Müslim ise, bunun mânasının, "sapmamamız için, bizi şeytandan ve nefsimizin şerlerinden koru..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Bu âyetin te'vili hususunda onların ileri sürdükleri görüşlerin tamamı budur ki, hepsi de tamamiyle zayıftır. Birinci görüşleri: Bu zayıftır, çünkü onlara göre Allah'ın kudretiyle, haklarında lütuf olarak yapabileceği herşeyi yapması vâcibtir. Eğer bunu yapmazsa, uluhiyyeti geçersiz olur; hem câhil, hem de muhtaç olmuş olur. Böyle olan şeyin duâ ile taleb edilmesine zaten ihtiyaç kalmaz.. Aksine bu görüşün, Allah'a, lütuf fiillerinin tamamını vâcib kılmayan Bişr İbn Mu'temir ve arkadaşlarının görüşüne göre carî olması gerekir. İkinci görüşleri de zayıftır. Çünkü eğer Allah, teklifteki katılığın, mükellefi kötü olan şeye sevketmede bir tesirinin olduğunu bilirse bu, Allah hakkında kötü bir şey olur. Eğer mükellefi çirkin olan bir şeye sevketme hususunda bunun kesinlikle hiçbir tesirinin olmadığını bilirse, kulun itaatkâr ve âsi olması hususunda, bunun varlığı, yokluğu gibi olur. Bu sebeple de, duayı bu yöne yöneltmenin herhangi bir mânası olmaz. Üçüncüsü de zayıftır; çünkü, sapık ve kâfir diye isimlendirmek, varlık ve yokluk bakımından küfürle beraber bulunurlar. Halbuki küfür ve sapıklık, kulun ihtiyarıyladır. O halde, "Bizi sapıklık ve kâfir ismiyle isimlendirme" demenin ne faydası var? Dördüncüsü de böyledir; çünkü, Allah'ın, o kimsenin ikinci sene kâfir olacağını bilmesi, onu daha önceden öldürmesini gerektirseydi, onun, o kimsenin ömür boyu kâfir olarak yaşayacağını, asla îman etmeyeceğini bilmesi onu yaratmamasını gerektirirdi. Beşincisi de zayıftır; çünkü bu ifâde, o âyetten önce geçen, "Kalblerinde eğrilik bulunanlara gelince..." sözüyle ilgilidir. Altıncısı da aynıdır; çünkü şeytandan ve nefsin şerlerinden korunmak takdir edilmişse, o.mutlaka olacaktır. O halde duâ etmenin faydası nedir? Eğer takdir edilmemişse, onun olması da imkânsız olur. Bu durumda da duâ etmenin bir faydası yoktur. Böylece, bu anlattıklarımızla bütün bu hususların zayıf ve geçersiz; hak olan şeyin de bizim söylediğimiz şey olduğu ortaya çıkmış olur. Buna göre eğer, "Bu görüşe göre Hak teâlâ'nın: "İşte onlar sapıp eğrildiklerî zaman, Allah da onların kalblerini saptırmıştır" (Saf, 5) buyruğunu nasıl tefsir ederiz?"denilirse, biz deriz ki, şöyle denilebilir: Allahü Teâlâ onları baştan saptırmış, ama onlar da bundan sonra kendileri sapmaya devam etmişlerdir. Sonra ilk defa Allah'tan olan bu sapıklığa, birincisinden başka olan sapıklıklar terettüp edip, bitişmiştir. Bütün bunlarda herhangi bir aykırı durum yoktur. Hak teâlâ'nın: "Bizi doğru yola ilettikten sonra., ." ifâdesine gelince, bunun mânası, "Bizleri ihtidaya erdirdikten sonra..." demektir. Bu da, kalbte hidâyetin meydana gelmesinin Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği hususunda açık ve sarih bir ifâdedir. Sonra Cenâb-ı Hak "Bize, kendi katından bir rahmet bağışla" buyurmuştur. Bil ki kalbi, uygun olmayan şeylerden temizlemek, onu uygun olan şeylerle nûrlandırmaktan önce gelir. İşte bu sebeple bu mü'minler, Rab'lerinden önce kalblerini bâtıl ve bozuk inançlara meylettirmemesini; daha sonra da O'ndan kalblerini marifetullah nûrlanyla nurlandırmasını, uzuv ve organlarını da itaat süsüyle süslemesini istemişlerdir. Allah bütün rahmet çeşitlerini içine alsın diye, nekire olmak üzere (......) buyurmuştur. Rahmet çeşitlerinin ilki, kalbte imân, tevhîd ve marifetullah nurunun bulunması; ikincisi, uzuv ve organlarda tâat, kulluk ve hizmet nurunun bulunması; üçüncüsü, dünyada emniyet, sıhhat ve kendi kendine yetecek miktarda geçim vasıtalarının bulunması; dördüncüsü, ölürken ölüm sarhoşluğunun kolay olması; beşincisi, kabirde soruların ve kabir karanlığının kolay olması; altıncısı, kıyamette ceza ve hitabın kolay olması, günahların affedilip iyiliklerin üstün getirilmesidir. Buna göre, Hak teâlâ'nın buyruğu rahmetin bütün kısımlarını içine alır. Susturucu, ve apaçık aklî delillerle, Allah'dan başka bir Rahîm'in, bir Kerîm'in olmadığı ortaya çıkınca, muhakkak ki Cenâb-ı Hak bu hususu, maksat ve gayenin ancak kendisi tarafından meydana getirileceğine aklın, ruhun ve kalbin dikkatini çekmek için, bu hususu sözüyle te'kîd etmiştir. Kula nisbetle, bu maksat ve gaye son derece yüce olduğu için, şüphesiz Cenâb-ı Hak da bu ifâdeyi nekire iilarak buyurmuştur. Buna göre kul sanki şöyle demek istemiştir: "Ya Rabbi! Senin rahmetinin en mükemmelini taleb ediyorum... Senin katından olan ve sana layık olan bir rahmet istiyorum..." Bu ifâde ise, rahmetin son derece yüce ve ulu olduğunu gösterir. Sonra Cenâb-ı Hakk "Şüphesiz bağışı en çok olan sensin sen" buyurmuştur. Buna göre kul, sanki şunu söylemiştir: "Allah'ım, bu duamla senden istediğim şey, bana nisbetle çok büyük bir şeydir, Ancak senin kereminin kemâline, cömertliğinin ve rahmetinin zirvesine nisbetle, önemsiz bir şeydir... O hâlde sen, eşyanın hakikâtinin, zâtının, mâhiyyetinin ve varlığının kendisinden meydana geldiği atiyye ve bağışında, çok bağışlayansın... Buna göre senin dışında kalan her şey, senin cömertliğinden, ihsan ve kereminden meydana gelmiştir.. Ey, lütfü ve iyiliği devamlı olan; ezelden beri ihsan sahibi olan Rab! Bu miskinin ümitlerini boşa çıkarıp, dualarını reddetme.. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi, ikramda bulunanların en cömerdi, onu fazlınla rahmetine lâyık kıl!" 9"Ey Rabb'imiz, muhakkak ki sen, hakkında hiç şüphe bulunmayan bir gün için insanları toplayacak olansın!.. Şüphesiz, Allah sözünden caymaz" Bil ki, bu duâ ilimde derinleşen kimselerin sözlerinin geriye kalanıdır. Bu böyledir; çünkü onlar, Allah'dan kendilerini sapmaktan korumasını, hidâyet ve rahmetini kendilerine has kılmasını isteyince, sanki şöyle demek istemişlerdir: "Bu talepten maksadımız, dünya istekleriyle ilgili bir şey değildir... Çünkü bunlar, fani şeylerdir, sona ericidirler. Bu duamızdan en büyük gayemiz âhiretle ilgili olandır... Çünkü biz, ey Rabb'imiz, senin, hesaba çekmek için kıyamette insanları bir araya getireceğini biliyoruz.. Yine, senin va'adinden ve sözünden dönmeyeceğini; sözünün yalan olmadığını da biliyoruz... Kalbleri haktan sapan kimseler, orada devamlı bir azâb içinde kalırlar... Tevfîkini, hidâyetini ve rahmetini verip, kendilerini mü'min kıldığın kimseler ise, orada ebedî saadet ve ikramlar içinde bulunurlar..." Buna göre bu duadan en büyük maksat, âhiret ile ilgili olan kısımdır. Geriye âyetle ilgili birkaç mesele kalmıştır: Hak teâlâ'nın: (......) buyruğunun takdiri, "İnsanları hakkında şüphe olmayan bir günde, hesaba çekmek, cezalandırmak için toplayacak olansın" şeklindedir. Buna göre bu ifâdeden maksat açık olduğu için (......) kelimesi hazfedilmiştir. Cübbaî şöyle demektedir: "Mü'minlerin sözü kısmında bitmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, kavlidir. Buna göre insanlar, "Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen, kendisinde hiç şüphe bulunmayan bir gün için insanları toplayacak olansın!" dediğinde, Allahü Teâlâ da, onları bu konuda tasdik etmiş ve onların sözlerini, "Şüphesiz, Allah sözünden caymaz" diyerek te'kîd etmiştir. Bu, Hak teâlâ'nın bu sûrenin sonunda, mü'minlerden naklettiği: "Ey Rabbimiz, peygamberlerinin lisânı ile bize va'adetmiş olduğun şeyleri ver bize... Kıyamet günü yüzümüzü kara çıkarma. Şüphe yok ki sen, sözünden asla dönmezsin" (Âl-i imrân, 194) âyeti gibidir." Bazı âlimler de, bunun gaibten muhataba geçilmek suretiyle bir iltifat olduğunu söylemişlerdir. Kur'ân-ı Kerim'de bunun misalleri pek çoktur. Nitekim Hak teâlâ:"Nihayet siz gemide bulunduğunuz ve gemiler de güzel bir rüzgâr ile bunları akar gibi götürdükleri zaman..." (Yunus. 22) buyurmuş, (hitaptan gıyaba geçmiştir.) Buna göre şayet "Mü'minler bu âyette (Âl-i imran, 194) âyetinde de demişlerdir" denilirse, ben derim ki: Allah en iyisini bilir ya, İkisi arasındaki fark şudur: Bu âyet (âli imran, 9) heybet ve ta'zîm makamında getirilmiştir. Yani ulûhiyyet, mazlumun hakkını zâlimden almak için haşir ve neşrin (ölümden sonra dirıltilmenin) bulunmasını gerektirir. Buna göre O'nu, burada İsm-i Âzamıyla zikretmek, daha muvafık ve evlâdır. Ama Âl-i İmran 194'dekifl buyruğuna gelince, bu makam, kulun Rabb'inden kendisine lütfuyla in'âmda bulunmasını ve günahlarım bağışlamasını istediği makamdır. Buna göre bu makam heybet makamı değildir. İşte bundan dolayı şüphesiz Cenâb-ı Hak, (âli imran, 194) buyurmuştur. Hak teâlâ'nın Vaidinden (Azaptan)Geçmesi Cübbaî bu âyette, fasıkların mutlaka azapla tehdid edildikleri hususunda istidlal ederek, şöyle demiştir: Allahü teâlâ'nın Vaîdinden "Çünkü vaîd de, "Rabb'imizin bize va'adettiğinl hak olarak bulduk. Siz de, Rabb'inizin (tehdit olarak) size va'adettiğinigerçek olarak buldunuz mu?" (Araf, 44) âyetinin delaletiyle, va'ad lafzının kapsamında ele alınmıştır. Buna göre kelimeleri aynı mânayı ifâde eder. Allahü Teâlâ da bu âyette, miadından caymayacağını haber vermiştir. Böylece bu âyet, O'nun vaîdinden de caymayacağına bir delil olur." Cevap: Biz, Allahü Teâlâ'nın, fâsıkları mutlaka azapla tehdid ettiğini kabul etmiyoruz. Daha doğrusu bu ceza, ulemâ arasında ittifakla "tevbe etmeme şartına" bağlandığı gibi, bize göre Cenâb-ı Hakk'ın affetmeme şartıyla da mukayyettir. Nasıl siz bu şartı ayrı bir delille isbât ettiyseniz, bunun gibi biz de, affın bulunmamasını ayrı, munfasıl bir delille isbât ettik.. Biz, Allahü Teâlâ'nın onları tehdit ettiğini kabul ediyoruz, ama bu vaîdin (tehdîdin) "va'ad" lafzının kapsamına girdiğini kabul etmiyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın, . 44) buyruğuna gelince, biz deriz ki bunun, Cenâb-ı Hakk'ın:arı elim bir azâbla müjdele" (Âl-i imrân, 21) ve "Tâd (o azabı!) Hani sen, çok uluf çok şerefli idin!" (Duhân. 49) âyetlerinde olduğu gibi olması niçin caiz olmasın? Yine bundan muradın, "Onların, putlarından Allah katında kendilerine şefaat etmelerini beklemesi.." olması niye caiz olmasın? Böylece bu va'adden (Araf, 44) murad, putlardan beklemiş oldukları bu fayda ve menfaat olur.. "Vaîd" meselesiyle ilgili sözümüzün tamamı, Bakara sûresinde, "Hayır! Kim bir kötülük kazanır da, suçu kendisini çepeçevre kuşatırsa, onlar cehennemliktir, onlar orada, ebedî olarak kalıcıdırlar" (Bakara, 81) âyetinin tefsirinde geçmişti.. Vahidî, "Basît" adlı eserinde, başka bir izahtan da bahsederek şöyle der: "Bunun, düşmanların vaîd (tehdit)'ine değil de dostların va'adine hamledilmesi niçin caiz olmasın? Çünkü vaîd'den caymak, Araplar nezdinde güzel bir şeydir." Vahidî sözüne devamla, "Bunun delili ise, Arapların bunu methetmeleridir. Nitekim şair "O, sürür verici bir şeyi va'adettiğinde, va adini yerine getirir... Ama, zarar verici bir şeyle tehdit ettiğinde de, af duygusu bunu yapmasına mâni olur.." demiştir. Ebu Amr İbn el-Alâ ile Amr İbn Ubeyd arasında şöyle bir münazara geçtiği rivayet edilmiştir: Ebu Amr, Amr'a: "Büyük günah sahipleri hakkında ne dersin?" dedi. O: "Ben derim ki, Allah hem alabildiğine va'adetmiştir hem de alabildiğine va'îdde bulunmuştur. O, va'adini yerine getireceği gibi, va'îdıni de yerine getirecektir" dedi. Bunun üzerine Ebu Amr: "Sen yabancı bir adamsın. Ben konuştuğun dilin yabancı olduğunu söylemiyorum, kalbinin yabancı olduğunu söylüyorum. Çünkü Araplar va'adden dönmeyi bir ayıp, va'îdden (tehdidden) dönmeyi ise bir fazilet sayarlar" dedi ve şu şiiri söyledi: "Ben bir va adde veya bir va 'idde (tehdidde) bulunur isem, va 'îdimi yerine getirmem ama, vaadimi tutarım." Bil ki Mu'tezile, Ebu Amr İbn el-Alâ bu sözü söyleyince, Amr İbn Ubeyd'in ona şöyle dediğini de nakletmişlerdir: "Ya Ebâ Amr, Allah da "Kendisini yalanlayan" diye adlandırılabilir mi?" deyince o: "Hayır!" dedi. Bunun üzerine Amr İbn Ubeyd: "Senin istidlalin düştü, hükümsüz oldu!" dedi. Mu'tezile, Ebu Amr İbn el-Alâ'nın, buna karşılık hiçbir şey söyleyemediğini de nakletmiştir. Buna göre, Ebu Amr İbn el-Alâ'nın bu soruya şöyle diyerek cevap vermesi mümkün idi: "Sen vaîd'i va'ad'e kıyasladın. Ama ben, bunu şu iki konu arasındaki farkı beyân etmek için zikrettim: Va'ad, Allah üzerinde bir haktır... Vaîd ise, O'nun hakkıdır. Buna göre, kendi hakkından vazgeçen kimse, cömertliğini ve kerem sahibi olduğunu göstermiş olur. Başkasının hakkını düşüren, iskât eden kimseye gelince, işte bu kimse kınanır... Böylece, va'ad ile vaîd arasındaki fark ortaya çıkmış ve senin kıyâsın da bâtıl olmuş olur... Sen bu şiiri, bu farkı ortaya koymak için zikrettin.. Senin, "Eğer yapmazsa, o kendisini yalanlamış ve yalancı olmuş olur mu?" şeklindeki sözüne gelince, bunun cevabı da şudur: Bu, vaîdin şartsız olarak bulunması halinde söz konusu olur.. Halbuki, bana göre bütün vaîdler, O'nun afvetmemesine bağlıdır. Binâenaleyh O'nun affetmemesinden dolayı, sözüne bir yatan arız olması gerekmez. İşte bu anlatılanla ilgili olarak söylenebilecek sözümüz bundan ibarettir. 10"O İnkâr edenler yok mu? Ne malları, ne evlâdlan, Allah'dan gelebilecek hiçbir şeyden onları asla kurtaramaz... İşte onlar, ateşin yakacağı kimselerin ta kendileridir" . Bil ki, Allah (c.c) mü'minlerin yalvarış ve yakarışlarını anlatınca, bunun peşinden kâfirlerin durumunun keyfiyyeîini; cezalarının çok elim ve çetin olacağını açıklamıştır. İşte, âyetin makabli ile münasebeti budur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Hak teâlâ'nın: "O inkâr edenler yok mu? Ne malları, ne evlâtları, Allah'dan gelebilecek hiçbir şeyden onları asla kurtaramaz" buyruğu hakkında şu iki görüş bulunmaktadır: Birinci görüş: Bu âyette söz konusu edilenler, Necran heyetidir.. Çünkü biz, onların kıssasını anlatırken, Ebu Harise İbn Alkame'nin kardeşine şöyle dediğini de nakletmiştik: "Ben O'nun gerçekten, Allah'ın Resulü olduğunu kesinlikle bilmekteyim... Ama ne var ki bunu açıklarsam, Rûm kralları bana vermiş olduğu mal ve makamı geri alırlar." İşte bunun üzerine Allahü Teâlâ, onların mallarının, çoluk-çocuklarının dünya ve âhirette, onlardan azabı kesinlikle def edemiyeceğini beyân buyurmuştur. İkinci görüş: Lafız umûmidir; sebebin hususi olması, lafzın umûmî olmasına mâni değildir. Bil ki, en büyük azâb, istifâde ettiği herşeyin kişinin elinden gidip, bunun yerini elem ve acı verici sebeplerin almasıdır. Birincisine gelince, bu Hak teâlâ'nın: "Ne malları, ne evladları, Allah'dan gelebilecek hiçbir şeyden onları asla kurtaramaz" buyruğu ile kastedilendir.. Bu böyledir, çünkü kişi dünyevî tehlikeler ve belâlar sırasında malına ve çocuklarına sığınır. İşte bu iki şey, tehlikeleri kendisinden savuşturma hususunda kendisine başvuracağı en yakın iki sığınaktır. Bu sebeple Hak teâlâ, bu âhiret gününün vasıflarının dünyanın vasıflarına uymadığını beyân buyurmuştur. Çünkü o günde, zararları def etmek için kendisine başvurulan en yakın merci olan bu iki şey bulunmayınca, diğer şeylerin bulunmaması, daha evlâdır.. Bu âyetin bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın: "Ogünde ne mal fayda verir, ne de evlat Allah'a salim bir kalble gelenler müstesna..." (Şuarâ, 88-89); "Mal ve evlat, dünya hayatının zînetidir. Bakî olacak iyi âmeller iser Rabb 'inin katında sevapça da daha hayırlı, ümit etme bakımından da daha hayırlıdır" (Kehf, 46): "O'nun söylediğine biz mirasçı olacağız ve o, bize tek başına gelecektir " (Meryem, 81) ve "Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi, (âhirette de) huzurumuza yapayalnız, teker teker gelmişsinizdir.. Size ihsan ettiğimiz şeyleri de, sırtlarınızın arkasında bırakmışsınızdır" (Enâm, 94) âyetleridir. Bunun yerini, elem ve acı verici sebeplerin alması şeklinde olan ikinci kısma gelince, buna da Cenâb-ı Hak, "İşte onlar, ateşin yakacağı kimselerin ta kendileridir" sözüyle işaret etmiştir. Azabın ne olduğunu açıklama konusunda bu, adetâ zirvede bulunan çok manidar bir ifâdedir. Çünkü, cehennemin kuru odunlarla yanarcasına, kâfirlerle tutuşup yanmasından daha şiddetli bir azâb olamaz. Bu kelime, vâvın fethasıyla (......) şeklinde okunduğunda, ateşin kendisiyle tutuştuğu odun anlamına gelir. Damme ile, (......) şeklinde okunursa, (ateş iyice tutuştu) ifâdesindeki fiilin masdarı (mef'ûl-i mutlakı) olur. Bu ifâde, (Geldi, vârid oldu, bulundu...) sözü gibidir. Hak teâlâ'nın, "Allah'dan..." ifâdesi hakkında da şu iki izah yapılmıştır: a) Takdir, "Ne malları, ne evladları o nları Allah'ın azabından kurtaramaz.." şeklindedir. Buna göre, kelam buna delâlet ettiğinden dolayı, muzâfazfedilmiştir. b) Ebu Ubeyde, bu ifâdenin başında bulunan (......) harf-i cerrinin (......) (Kat, nezd, yan..) manasında olduğunu, takdirin ise, "Ne malları, ne evlatları Allah katında onlara hiçbir fayda veremiyecek" şeklinde olduğunu söylemiştir. 11"(Onların gidişatı), tıpkı Firavun hanedanının ve onlardan evvelkilerin gidişi gibidir. Onlar, bizim âyetlerimizi yalanladılar da, Allah da kendilerini günâhları yüzünden yakalayıverdi. Allah, cezası pek çetin olandır" . Bir şey hususunda gayret gösterip yorulduğunda, (......) denilir. Nitekim Cenab-ı Hak da "Âdetiniz veçhile yedi sene..." (Yusuf, 47) buyurmuştur. Yani, "Ciddiyyet, gayret ve aralık vermeksizin.." demektir. Bütün gün gezip yorulan ve gayret sarfeden kimse için de "Falanca yorucu bir gün geçirdi" denilir. Bu kelimenin lügavî bakımdan mânası, işte budur. (......) kelimesi daha sonra, bir durum, iş ve bir örf-âdet manasına kullanılmıştır. Nitekim: (......) denilir. Yani, "Falancanın âdeti budur.." Bazı kimseler de, (......) kelimesinin devam anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, âyetteki teşbihin keyfiyyeti hususunda şu izahlar yapılmıştır; a) (......) kelimesinin gayret ve çaba sarfetme (içtihâd) mânasına alınması.. Kelimenin lügavî mânası da budur. Bu, Esamm ve Zeccâc'ın görüşüdür. Buna göre, bu teşbihin izah şekli ise şöyledir: "Kâfirlerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlama ve dinini inkâr hususundaki gayret ve çabaları, Firavun ve hanedanının, Hazret-i Musa'ya karşı olan menfî gayret ve çabaları gibidir, ona benzer... Sonra biz onları günahları yüzünden nasıl helak ettiysek, bunları, Kureyş Kâfirleri'ni de öylece helak ederiz..." b) kelimesinin, iş ve durum anlamında tefsir edilmesidir. Bu hususta birkaç izah şekli vardır: 1- ifâdesinin anlamı, "Bunların durumu ve Hazret-i Muhammed'i yalanlama hususunda yaptıkları, Hazret-i Musa'yı yalanlama konusunda Firavun hanedanının durumu gibidir.." şeklindedir. Bu durumda, bu izah ile bundan önceki izah arasında herhangi bir fark yoktur. Ancak ne var ki biz, birinci izah şeklinde (......) kelimesini çaba ve gayret sarfetmeye hamlederken, burada kelimeyi "iş ve durum" anlamına hamlettik. 2- Âyetin takdiri şöyledir: "İnkâr edenler yok mu? Onların ne malları, ne evlâdları, Allah katında onlara hiçbir fayda sağlamayacak. Allah, daha önce Firavun hanedanına yaptığı gibi ve âdeti veçhile, onları ateşin yakıtı yapacaktır.. Çünkü onlar peygamberlerini yalanlayınca, Allah da onları, günahları sebebiyle yakalayıp cezalandırmıştır." masdarı bazan failine bazan damef'ûlüne muzâf kılınmaktadır. Burada murad, Allah'ın, Firavun hanedanı hakkındaki işi., gibi" mânâsıdır. Çünkü onlar, peygamberlerini yalanlayınca, Allah da günahları sebebiyle onları yakalayıp, cezalandırmıştır.. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetleridir"Onları, Allah'ın sevgisi gibi severler" (Bakara, 165), yani "Onları (putları), Allah'a olan sevgileri gibi bir sevgiyle severler" (mef'ûlüne muzâf)."Senden önce göndermiş olduğumuz peygamberler için de sünnet." (isra, 77). Yani, "Bu, senden önce göndermiş olduğumuz peygamberler hakkındaki sünnetimdir." (failine muzâf) demektir. 3- Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Âyet-i Kerime'nin, hem Allahü Teâlâ'ya nisbet ve izafe edilen âdeti, hem de kâfirlere nisbet edilen âdeti ihtiva etmesi muhtemeldir. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: Muhakkak ki, Hazret-i Muhammed'e eziyyet etme hususunda şu kâfirlerin âdeti ve halleri, peygamberlerine eziyyet hususunda kendilerinden önceki kimselerin âdeti gibidir. Bunları helak etme hususundaki âdetimiz, daha önce o kâfirleri helak etmedeki âdetimiz gibidir." Bütün bu takdirlere göre kastedilen şey, kâfirlerin eziyetine karşı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yardım etmek ve O'na, Allah'ın o kâfirlerden intikam alacağını müjdelemektir. c) ve' kelimeleri, birşeyde eğleşmek, oyalanmak ve uzun süre kalmak manalarında tefsir edilir. Buna göre âyetin takdiril "onların ateşte kalışları, Firavun hanedanının ateşte kalışları gibi olacaktır" şeklindedir. d) (......) kelimesi, daha önce zikrettiğimiz gibi, çaba ve gayret sarfetmek anlamına da gelir. Yorgunluk ve meşakkat, bu gayretin bir neticesidir. Buna göre mana, "onların azabtan karşılaştıkları meşakkat ve yorgunlukları, Firavun hanedanının azab sebebi ile gördüğü meşakkat ve yorgunluk gibidir" şeklinde olur. Çünkü Allahü teâlâ, onların azabının hemen tahakkuk ettiğini beyân etmiştir. Bunu gösteren de, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Onlar) suda boğuldular, ardından da bir ateşe atıldılar.." (Nuh. 25) âyetidir. Yine onlara olan azabın son derece şiddetli olduğunu gösteren de şu âyettir: "O, sabah akşam kendisine arzolunacaklan ateştir. Kıyametin kopacağı gün "Firavun hanedanını azâbm en çetinine sokun" (denilecek)" (Mü'min, 46). e) Müşebbeh (m benzetilen), onların mallarının ve evlatlarının, azablarını giderme hususunda onlara hiçbir fayda veremeyecek olmasıdır. Onlar, Firavun hanedanına bu iki yönden benzetilmişlerdir. Buna göre mânâ şöyle olur: "Muhakkak ki siz. Firavun hanedanının ve onlardan önce geçip peygamberlerini yalanlayan milletlerin başına gelmiş olan, vuku bulduğunda ne mallarının ne de çocuklarının kendilerine fayda vermediği, başlarına geldiğinde onları çaresiz bırakmış olan o dünyevî azabı biliyorsunuz. İşte ey Muhammedi yalanlayan kâfirler, o milletlerin başına gelen azab gibi bir azabın er ya da geç sizin başınıza da geleceği ve ne mallarınızın ne de çocuklarınızın size hiç fayda veremeyeceği konusunda sizin haliniz de onların hâli gibidir. f) Bu âyetteki vech-i teşbihin (benzetme yönünün), şu bakımdan olması da muhtemeldir: "Sizden öncekilerin başına nasıl köklerini kurutan dünyevî bir azab gelmiş ise, işte ey Peygamberi inkâr edenler, böyle bir azab sizin başınıza da çökecektir. Bu azab da, sizin öldürülmeniz, esir edilmeniz ve mallarınızın ganimet olarak alınmasıdır." Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın: "O inkâr edenlere, "yakında mağlub olacaksınız ve (toptan) cehenneme sürüleceksiniz. O ne kötü yataktır" de (Âl-i İmran. 12) âyeti buna delâlet etmektedir. Hak teâlâ sanki burada, nasıl o kavmin başına dünyevî bir azab gelip de, onlar devamlı bir azab içinde kalmışlar ise, aynı şekilde Hazret-i Muhammed'i yalanlayanların başına da iki şeyin geleceğini haber vermiştir. Bunlardan birincisi, dünyevî mihnet ve meşakkatlerdir ki bunlar, öldürülme, esir alma ve hor-hakîr kılınmadır. İkincisi ise, ebedî ve elim bir azaba sürüklenmedir. İşte son olarak zikredilen bu iki azabı, Kâdî (r.h) söylemiştir. Cenâb-ı Hakk'ın: sözünün manası, "Onlardan önce yaşamış olan ve peygamberlerini yalanlamış olan milletler" demektir. Hak teâlâ'nın: "Onlar bizim âyetlerimizi yalanladılar" ifâdesindeki "âyetler"den murad mu'cizelerdir. Onlar bu mu'cizeleri yalanladıklarında, şüphe yok ki peygamberleri de yalanlamış oldular. Cenâb-ı Allah daha sonra "Allah da kendilerini"günahları yüzünden çarptı" buyurmuştur. Burada (çarptı, yakaladı) kelimesi kullanılmıştır. Çünkü başına bir ceza gelen kimse, kurtulamayan esir ve yakalanmış bir insan gibi olur aha sonra Allahü teâlâ: "Allah, cezası pek çetin olandır" buyurmuştur ki bunun mânası açıktır. Müşriklerin Yenileceğini Bildiren Âyetler ve İniş Sebebi 12"O inkâr edenlere, "Yakında mağlub olacaksınız ve (toptan) cehenneme sürüleceksiniz. O ne kötü yataktır" de!" . Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Hamza ve Kisâî bu âyeti, her iki fiil-i müzarîde de yâ ile şeklinde, diğer kıraat imamları ise te harfi ile (......) şeklinde okumuşlardır. Bunu yâ ile okuyanlara göre mana, "Onlara mağlub olacakları ulaştı..." şeklinde olur. Bu kıraatin doğruluğuna"İmân edenlere, "Allah'ın günlerinin (geleceğini) ümid etmeyenlere aldırış etmemelerini söyle" (Câsiye 14) ve meyenlere aldırış etmemelerini söyle.." (Câsiye, 14) ve "Mü'min erkeklere söyle, bakışlarını kıssınlar" (Nûr, 30) âyetleri de delâlet eder. Allahü teâlâ bu âyette, "bakışlarını kıssınlar" buyurmuş, bakışlarınızı kısınızj-at dememiştir. "Te" harfi ile okuyanlar ise, fiilleri muhatab kabul etmişlerdir. Bu kıraatin güzel olduğuna da "Allah, peygamberlerinden, "size kitap verdim..' diye mtsâk aldığı zaman.." (Âl-i İmran, 81) âyeti delâlet eder. Mâna bakımından bu iki kıraatin farkı şudur: "Te" ile okumak, onlara başlarına gelecek mağlubiyet ve cehenneme sürülmeyi, onlara haber vermeyi emir manasına gelir. Yâ ile okumak ise, onlara bunu bizzat söylemeyi emir mânasına gelir. Allah en iyi bilendir. Sebeb-i Nüzulü Âlimler bu âyetin hususunda şu iki rivayeti ileri sürmüşlerdir: 1- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Bedir'de Kureyş'e karşı savaşıp Medine'ye döndüğünde, yahudileri, Benî Kaynuka mevkiinde toplayarak onlara şöyle der: "Ey yahudiler, Kureyş'in başına gelen, sizin de başınıza gelmeden önce müslüman olunuz" dedi. Onlar da: "Ey Muhammed, Kureyş'ten, savaştan anlamayan bir grubu öldürüp yenmen seni aldatmasın. Eğer bizimle savaşsaydın, anlardın" dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, bu âyeti indirdi. 2- Medineli yahudiler, Bedir'de kâfirlerin başına geleni öğrenince "Allah'a yemin ederiz ki, bu, Hazret-i Musa'nın Tevrat'ta müjdelediği ve vasıflarını sayıp, sancağının yere düşmeyeceğini haber verdiği ümmî peygamberdir" dediler. Daha sonra da birbirlerine, "Hele acele etmeyiniz" dediler. Uhud Savaşı olup, Hazret-i Peygamber'in ashabı gerileyince, onlar, "Bu, o müjdelenen peygamber değil" dediler ve şekavetleri daha ağır bastığı için müslüman olmadılar. İşte bunun üzerine Allah, bu âyeti indirdi. 3- Bu âyet, Allahü teâlâ'nın küfür üzere öleceklerini bildiği bir gurup belli kâfir hakkında gelmiştir. Âyette, onların kimler olduğunu belirten bir açıklama yoktur. "Teklîf-i Mala Yutâk"ın caiz olduğunu söyleyenler, bu âyeti delil getirmiş ve şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ kâfirlerden bu grubun, cehenneme toplanacaklarını haber vermiştir. Eğer onlar imân edip, tâate yönelselerdi, bu haber yalana dönmüş olurdu. Bu ise imkânsızdır. İmkânsızı gerektiren şey de imkânsızdır. Binâenaleyh onların imân etmeleri ve tâatte bulunmaları imkânsızdır. Halbuki onlar, bunlarla emrolunmuşlardır. Buna göre onlara, imkânsız olan güç yetiremeyecekleri bir şey emrolunmuştur." Bu meselenin geniş izahı (Bakara, 6) âyetinin tefsirinde geçmiştir. İslâm'ın Zaferinin Önceden Haber Verilmesi Âyette geçen "Mağlup olacaksınız" buyruğu, haber verdiği şey, aynen vuku bulmuştur, Binâenaleyh, bu gaybtan haber vermedir ve bir mu'cizedir. Bunun bir benzeri de, "Rumlar yakın bir yerde mağlub oldu. Onlar bu yenilmelerinin ardından galib geleceklerdir" (Rûm; 2-3) âyeti ile; Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) hakkındaki, "Evlerinizde ne yiyor ve ne biriktiriyorsanız size haber veririm..." (Âl-i İmran, 49) âyetidir. Âyet, kıyamette yeniden dirilmenin, haşrın ve neşrin olacağına, ve kâfirlerin dönderileceği yerin cehennem olduğuna delâlet etmektedir. Cenâb-ı Allah bu âyetin sonunda, "ne kötü yataktır" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü Hak teâlâ o kâfirlerin cehennemde toplanacaklarını haber verince, "O ne kötü yataktır!" diye onu vasfetmiştir. Mihâd kelimesi "yatak gibi üzerinde uyunan ve rahat edilen yer" mânasındadır. Allahü teâlâ "Yeri de biz döşedik. Biz ne güzel döşeyicileriz!" (zariyat, 48) buyurmuştur. Allahü teâlâ, kâfirlerin cehenneme gireceklerini haber verince, o cehennemin şerli olduğunu bildirmiştir. Çünkü âyetteki (......) kelimesi, şer ve şiddet mânasına gelen (......) kelimesinden alınmıştır. Nitekim Allahü Teâlâ: "Zulmedenleri şiddetli birazab ile yakaladık" buyurmuştur. Cehennem malum, biz ondan Allah'ın fazlına sığınıyoruz. 13“Karşılaşan iki toplulukta, sizin için muhakkak bir ibret vardır. (Onlardan) bir cemaat Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise kâfir idi. Onlar, öbürlerini gözleriyle, kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, kalb gözlen açık olanlar için bir ibret vardır" . Bil ki bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: Birinci Mesele Cenâb-ı Hak buyurmamış da buyurmuştur. Bunun iki izah şekli bulunmaktadır; a) Bu lâfız, mânaya hamledilmektedir. Buna göre bundan murad, "Bunu getirmek, sizin için bir ibret olmuştur" şeklindedir. b) Ferrâ şöyle demiştir: (......) ile (......) kelimeleri arasında fasfedici bir kelime zikredilmiştir.. Bu da, (......) kelimesidir. (Bunun için (......) olmamıştır)". Âyetin makabli ile münasebeti şudur: Biz, "Yakında mağlûb olacaksınız ve toptan cehenneme sürüleceksiniz" (Âl-i İmran, 13) âyetinin yahudiler hakkında nazil olduğunu; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları İslâm'a davet edince onların inatlaşarak. "Biz, gerek savaşmayı bilememe, gerekse zayıflık hususunda Kureyş'e benzemeyiz.. Aksine, bizim gücümüz ve savaş bilgimiz, bizimle çatışmaya girecek herkesi yenecek durumdadır..." dediklerini; bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, onları, "Eğer siz güçlü kuvvetli, harb ve savaş ehli olsanız dahi, muhakkak ki yakında mağlûb olacak ve cehenneme sürüleceksiniz" dediğini zikretmiştik. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu hükmün sıhhatine delâlet eden şeyi zikrederek: "Karşılaşan iki grupta, sizin için muhakkak bir ibret vardır" buyurmuştur. Yani, Bedir Harbi buna delâlet etmiştir.. Çünkü, çokluk ve teçhizat bolluğu kâfirler; azlık ve teçhizat azlığı da müslümanlartarafındaydı. Sonraysa Cenâb-ı Hak kâfirleri kahr ü perişan etmiş, müslümanları da muzaffer ve yardımına mazhar kılmıştır. Bu da, bu galibiyyetin Allahü Teâlâ'nın te'yidi ve yardımı ile olduğuna delâlet etmektedir. Durumu böyle olan herkes, ister güçlü olsunlar isterse olmasınlar, bütün hasımlarını ve düşmanlarını yenecektir.. İşte bunun gibi, bu ifâdeler, her ne kadar silah kullanmayı ve savaşmayı iyi bilseler dahi, Hazret-i Peygamber'in yahudileri hezimete uğratıp onları ezeceğine delâlet eden açıklamanın yerini tutmuştur. Böylece de bu âyet, "Kâfirlere de ki: "Yakında mağlûb olacaksınız.." (âli İmran 12) âyetinin hükmünün sıhhatine bir delil olmuştur. Âyetin, kendisinden önceki âyetle münasebet şekli işte budur. (......) kelimesi, Cemâat anlamına gelir. Müfessirler, "iki topluluk"tan muradın, Bedir gününde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashâbıyla, Mekke müşrikleri olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Rivayet edildiğine göre Bedir günü'nde müşrikler dokuzyüzelli kişiydiler. İçlerinde Ebû Süfyan ve Ebu Cehil de bulunuyordu. Savaş meydanına yüz atlı savaşçı sürmüşlerdi.. Yanlarında, yediyüz tane de deve bulunuyordu.. Süvarilerin hepsi zırhlı olup, yüz kişi kadardılar.. Piyade savaşçılar arasında da, ayrıca zırhlı olanlar bulunmaktaydı. Müslümanlar ise üçyüzonüç kişiydiler... Her dört kişiye bir deve düşmekteydi. İçlerinde altı kişi zırhlıydı. İki de süvari bulunmaktaydı... İşte, böylesi bir durumda müslümanların kâfirleri mağlub etmesi, apaçık bir âyet ve ezici bir mu'cize idi... Şunu bil ki âlimlerimiz, bu hâdisenin apaçık bir âyet olması hususunda birkaç izah şekli zikretmişlerdir: a) Müslümanların mukavemet etmelerine mâni olacak birçok sebep bulunmaktaydı: Sayıca az olmaları; savaşmak maksadıyla çıkmadıkları için yanlarına teçhizat almamış olmaları; silâh ve at azlığı gibi... Ayrıca bu, yapacakları ilk savaş idi. Çünkü bu, Hazret-i Peygamber'in yapacağı gazvelerin ilki idi. Müşriklerin durumu ise, tamamiyle tersineydi: Çünkü onların sayısı fazlaydı; savaş için hazırlıklı olarak çıkmışlardı; önceki zamanlarda da birçok kez savaşmışlardı; bu bakımdan savaşa alışkın idiler... Durum böyle olunca, sayıca az ve zayıf olan, silâhı az ve savaşmayı da pek bilmeyen böyle bir topluluğun, silâhı bol, ayrıca savaş için de teçhizattanmış olan kalabalık sayıdaki bir topluluğu mağlub etmesi âdeten mümkün değildir... Ama, durum âdetin ve alışılmışın hilâfına olarak tahakkuk edince bu, bir mu'cize olmuştur. b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kavmine, Cerâb-ı Hakk'ın: "Hani Allah size, iki taifeden bitinin muhakkak ki sizin olacağını vaadediyordu..." (Enfâl, 7) âyet-i kerimesiyle kendisine yardım edeceğrni haber vermiştir. Âyetteki iki taifeden birisinden murad, ya Kureyş topluluğu veya Ebû Süfyan'ın kervanıdır. Hazret-i Peygamber Bedir savaşından önce tek tek, "şurası, falancanın öldürülüp düşeceği yer; şurası, falancanın öldürülüp yıkılacağı yer ilh..." diye haber vermişti... Onun geleceğe dair vermiş olduğu haberin muhtevası, aynen onun haber verdiği gibi gerçekleşince bu, gaybden bir haber ve bir mu'cize olmuştur. c) Allahü Teâlâ'nın bundan sonra zikrettiği ifâde... Bu da, "Onları dış gözleriyle kendilerinin iki katı görüyorlardı" sözüdür. Bu son ifâdenin tefsirinde en sahih olan görüşe göre, görenler müşrikler; görülenler de mü'minlerdir... Buna göre mâna şöyledir: "Müşrikler mü'minleri, ikibine yakın bir rakamla, kendilerinin sayılarının iki misli olarak veya, müslümanların sayısının iki misli olan altıyüz kişi olarak görmüşlerdir. Bu, bir mu'cize'dir. Buna göre eğer, "mevcut olmayan, gerçekte bulunmayan bir şeyin görülebileceğini söylemek, safsataya götürür" denilirse biz deriz ki: Biz, buradaki rü'yeti, zannetme ve tahmin etme anlamına hamlediyoruz. Bu böyledir. Çünkü çok korkan kinişe, az sayıdaki bir topluluğu gayet kalabalık zannedebilir. Veya şöyle diyebiliriz: "Allahü Teâlâ melekleri de indirdiği için, müslüman askerlerin sayısı çoğalmıştır.." Ama birinci cevap daha uygundur. Çünkü ifâde, sadece iki gruptan söz etmekte olup, meleklerin kıssası burada söz konusu değildir. d) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Allahü Teâlâ, bu savaşta peygamberlerini beşbin melekle te'yîd etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak: "O da, "Muhakkak ki ben size bin (melek) ile yardım edeceğim" diyerek duanı kabul buyurdu" (Enfal, 9) ve "Evet, siz sabreder, sakınırsanız, bu (düşmanlar) da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabb'iniz size alâmetti beşbin melekle imdâd edecektir (Al-i İmran, 125) buyurmuştur. Dörtbin melek bin melekle beraber beşbin melek eder. Bu meleklerin işaretleri, atlarının kuyruk ve perçemlerinde bulunan beyaz yün idi... Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, dilediğini yardımıyla destekler" buyruğu ile kasdettiği de, budur.. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak daha sonra "(Onlardan) bir grup Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise kâfir idi" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır: Buradaki (......) kelimesinin meşhur kıraati, merfû olarak (......) şeklinde okunmasıdır kısmı isebunun gibi 'şeklinde okunmuştur. Bu ifâdeler (......) kelimesinden bedel olmak üzere mecrur olarakşeklinde; "ihtisas" veya, fiilindeki zamirden hâl olarakşeklinde de okunmuştur. Vahidî (r.h), ref ile okumanın daha üstün olduğunu; çünkü bunun mânasının, "Onlardan birisi Allah yolunda savaşır, diğeri de..." şeklinde olduğunu; binâenaleyh, bu ifâdenin başlangıç (müste'nef) cümlesi olarak merfû okunduğunu söylemiştir. Allah yolunda savaşan topluluktan murad, müslü- manlardır. Çünkü onlar, Allah'ın dinine yardım etmek için savaşmışlardır. Cenâb-ı Hakk'ın:"Diğeri ise kâfir..." tavsifi ile kastedilen ise, Kureyş kâfirleridir. Müşriklerin Müminleri İki Misli Fazla Görmeleri ve Öteki İhtimaller Cenâb-ı Hak sonra, "Onlar, öbürlerini gözleriyle, kendilerinin iki katı görüyorlardı" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır: Nâfi ile Âsım'ın ravisi Ebân, (Siz onları görürsünüz); diğer kıraat imamları ise yâ ile, (Onlar, onları görürler) şeklinde okumuşlardır. Bundan önceki ifâde yahudilere hitâb ettiği için, bu kelimeyi tâ ile okuyanlar, (......) şeklinde okumuşlardır. Buna göre mâna, "Ey yahudiler sizler, müslümanları olduklarının iki katı sayıda"; veyahut da, "kâfirlerin iki katı olarak..." görüyorsunuz" şeklindedir. Veyahut da âyet Kureyş müşriklerine bir hitâb olmuş olur. Buna göre mâna, "Ey Kureyş müşrikleri, sizler müslümanları, sizin kâfir güruhunuzun iki katı sayıda görüyorusunuz..." şeklinde olur. Yâ ile okuyanlar ise, hitâbtan sonra zikredilen gâlibiyyet ve nusretten dolayı böyle okumuşlardır. Buda, Hak teâlâ'nın, "(Onlardan) bir grup Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise, kâfir idi. Onlar, öbürlerini gözleriyle kendilerinin iki kah görüyorlardı" buyruğudur. Buna göre O'nun, "Onlar, öbürlerini görüyor" şeklindeki ifâdesi, bu iki gruptan birisinden haber verme anlamına gelir. Bil ki bu âyette, hem kâfir hem de müslüman gruptan bahsedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın: (......) sözünün mânası, görenlerin kâfirler; görülenlerin ise müslüman topluluk olması muhtemel olduğu gibi, bunun aksi de muhtemeldir. Böylece iki ihtimal mevcuttur.Hak teâlâ'nın, sözüne gelince, bundan muradın, "görenlerin iki katı" mânası olması muhtemel olduğu gibi, "görülenlerin iki katı" mânası olması da muhtemeldir. Buna göre bu âyet, şu dört ihtimali kapsamaktadır: Birinci ihtimal: Bundan murad, kâfir olan tarafın, müslümanları, kendilerinin, müşriklerin iki katı, yani ikibine yakın bir sayıda görmeleridir. İkinci ihtimal: Kâfir grubun, müslümanları, müslümanların sayısının iki katı, yani altıyüzyirmi küsur kadar görmeleridir... Bundaki hikmet, kâfirler korkup da savaşmasınlar diye, Allahü Teâlâ'nın, müslümanları azlıklarına rağmen, müşriklerin gözünde çok kalabalık göstermesidir. Buna göre, şayet "Bu, Hak teâlâ'nın Enfâl süresindeki, "ve sizi de onların gözünde azaltıyordu" (Enfâl, 44) âyetiyle bir tezâd teşkil eder." denilirse, cevap olarak biz de deriz ki, bu azaltma ve çoğaltma işi, iki ayrı durumda cereyan etmiştir. Buna göre, Cenâb-ı Hak, ilk önce müslümanları onların gözüne az gösterdi.. Böylece de onlar, müslümanlara hücum ederek, taarruza geçtiler. Müslümanlarla bizzat karşı karşıya geldiklerinde ise, Allah müslümanları müşriklere çok gösterdi; bunun üzerine de onlar mağlup oldular... Sonra Cenâb-ı Hakk'ın, müslümanları, işin başında onlara az gösterip, işin sonunda çok göstermesi, Cenâb-ı Hakk'ın kudretini daha çok gösterir ve mu'cizeyi de, daha net ve belirgin olarak ortaya koymuş olur. Üçüncü ihtimal: Görenlerin müslümanlar, görülenlerin ise müşrikler olmasıdır.. Buna göre müslümanlar, müşrikleri kendilerinin iki katı, yani attıyüz küsur kadar görmüşlerdir. Bundaki hikmeti ise, Allahü Teâlâ'nın tek bir müslümana iki kâfire mukavemet göstermesini emretmiş olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Eğer sizden sabr u sebat eden yirmi kişi bulunursa, onlar İkiyüz (kişiyi) yenerler" (Enfal, 65) buyurmuştur. İmdi şayet: "Nasıl oldu da müslümanlar, kâfirleri, kendilerinin iki misli olarak (yani altıyüz küsur) gördüler, halbuki onlar kendilerinin üç misli idiler?" denirse, cevaben deriz ki: Allahü teâlâ, müslümanlara mağlup edeceklerini bildikleri kadar müşriği göstermiştir. Bu da şöyle olmuştur: Cenâb-ı Hak: "Eğer sizden sabr u sebat eden yirmi kişi bulunursa, onlar ikiyüz (kişiyi) yenerler" (Enfâl, 65) buyurmuştur. Böylece Allahü teâlâ onları cesaretlendirmek ve kalblerınden korkuyu gidermek için, müşriklerin sayısını onlara bu kadar göstermiştir. Dördüncü İhtimal: Görenler, müslümanlardır. Onlar müşrikleri, müşriklerin iki katı kadar görüyorlardı.. Bu, hiç kimsenin öne süremeyeceği bir görüştür. Çünkü bu durum, mü'minlerin kalbine korku salmak suretiyle, müşriklere yardım etmek demektir. Âyet ise, bu durumu nefyeder. Beşinci ihtimal: Bu âyetle ilgili beşinci bir ihtimal daha vardır. Bu da şudur: Biz âyetin başında, hitabın yahudiler hakkında olduğunu söylemiştik. Buna göre, bundan murad edilen mâna, "Ey yahudiler, sizler, kuvvet ve ihtişam bakımından müşrikleri mü'minlerin iki katı olarak görüyordunuz" şeklinde olur. Buna göre eğer, "Kâfirler müslümanların üç katı olduğu halde, nasıl olur da yahudiler müşrikleri müslümanların iki katı olarak görmüşlerdir?" denilirse, bunun cevabı yukarda geçmişti.. Bu mevzûyla ilgili olarak geriye iki bahis kalmıştır: Birinci bahis: Birinci ve ikinci ihtimâl, yok olan (ma'dûm)'ın görülebildiğini iktizâ etmektedir. Üçüncü ihtimal ise, bulunan ve mevcut olanın görülmemesini gerektirmiştir. Birincisi, aklen imkânsızdır. Çünkü yok olan şey görülemez. Binâenaleyh, âyette "rü'yet" (görmek) ifâdesini, kuvvetlice zannetmek manasına hamletmek gerekir. İkincisine gelince bu, âlimlerimize göre caizdir. Çünkü bize göre şartların mevcut, hasselerin (duyu organlarının) sıhhatli olması durumunda, idrâk etmek vâcib değil de caiz olmuş olur. O zaman, mu'cize ve harikulade hallerin zuhur ettiği zamandır. Binâenaleyh böyle bir mu'cize'nin meydana gelmiş olabileceğini söylemek uzak bir İhtimal değildir. Mu'tezile'ye göreyse, şartlar mevcut olup, duyu organları da sağlam olursa, idrâk etmek mutlaka olur. İşte bu sebepten dolayı Kâdî bu konuda şu gerekçeleri befirtmiştir: a) Muharebe ve savaş esnasında insan, başını askere çevirerek, onlara iyice bakmak için vakit bulamaz. Bundan dolayı da o, şüphesiz hepsini değil bazısını görür. b) Muharebe esnasında diğer bazılarını idrâk edip görmeye mâni olacak toz toprak bulunur. c) Şöyle de denilebilir: Allahü teâlâ, havada, askerin üçde birini görmeye mâni olacak herhangi bir şey yaratmaya da kadirdir. İşte bütün bunlar ihtimâl dahilindedir. İkinci bahis: "Lafız, her ne kadar görenlerin, müşrikler ile müslümanlar olabilmesine ihtimalli ise de, bu iki ihtimalde en belirgin ve en açık olanı hangisidir?" denilirse, denilir ki: Müşriklerin görenler olması daha evlâdır. Buna şu hususlar da delâlet etmektedir: a) Fiilin fâiliyle olan münasebeti, mef'ûlüyle olan münasebetinden daha kuvvetlidir. Buna göre, önce geçen iki şeyin en yakınını fail, en uzağını da mef'ûl kabul etmek, bunun aksini yapmaktan daha evlâdır. Önce geçenlerin en yakını ise, Hak teâlâ'nın beyânıdır. b) Âyetin başı olan "Sizin için muhakkak bir âyet vardır" buyruğu, kâfirlere hitâbtır. Buna göre, Nâfi'nin "tâ" harfiyle okuması da, hitabın kâfirlere olmasından dolayı idi.. Buna göre mâna, "Ey Kureyş müşrikleri, sizler müslümanları, onların iki katı olarak görüyordunuz..." şeklinde olur. Bu kıraat, ancak görenlerin müşrikler olması halinde doğru olur. c) Allahü Teâlâ, "Karşılaşan İki toplulukta, sizin için muhakkak bir ibret vardır" demiş olduğu için, bunu kâfirlere karşı bir mu'cize yapmıştır. Bu sebeple, bu durumun, onlar için bir hüccet olabilmesi için, onların görüp müşahede ettikleri bir şey olması gerekir. Ama, bu durumun mü'minler için söz konusu olması halinde, bunu kâfirler için bir hüccet kabul etmek doğru olmaz. Allah, en iyisini bilendir. Gören tarafın müslümanlar olduğunu söyleyen kimseler de, şu şekilde delil serdedip tartışmışlardır: Görenlerin müşrikler olduğunun kabul edilmesi halinde, mevcut olmayan şeyin görülmesi gerekir ki, bu imkânsızdır. Ama, görenlerin mü'minler olduğu kabul edilirse, bundan, mevcut olan bir şeyin görülmemesi gerekir ki, bu imkânsız değildir. Dolayısıyla bu daha evlâdır. Allah. "Onu gördüm - görmek.." denilir. Yine, Uykuda güzel bir rüya gördüm" denilir. Buna göre rü'yet, uyumaya en iyisini bilendir. Sonra Hak teâlâ: "gözgörüşüyle" buyurmuştur, uykuda rüyaya tahsis edilmiştir. Yine Araplar, gözü bir şeye iliştiği zaman "O az önce gözümün önündeydi" der. Buna göre (......) kelimesi, mef'ûlü mutlak olmasından dolayı mansüb kılınması caiz olduğu gibi, bir mekâna zarf olması sebebiyle mansûb olması da caizdir. Nitekim sen, Siz onları, önünüzde görüyorsunuz" dersin.ne "O benim nazarımda çok kıymetlidir, eşsiz bir gerdanlık gibidir" "Onun benim nazarımda köpekten, farkı yoktur" tabirleri de böyledir. Sonra Cenâb-ı Hak "Allah, dilediğini yardımıyla destekler" buyurmuştur. Allah müslümanlara iki şekilde yardım eder: a) Bedir'deki yardımı gibi, onları muzaffer kılmakla olan yardımı... b) Hüccet ve delil bakımından yardımı.. Bu ikinci mânaya göre, mü'minlerden bozguna uğramış bir topluluk bulunduğunu farzetsek, onlara hüccet ve (uhrevî) güzel bir sonuç bakımından yardım edildiği için, "onlar yardım edilmişlerin ta kendileridir!" denilmesi caizdir. Âyetten kastedilen ise şudur: "Yardım ve muzafferiyet, sayı, ihtişam ve silâh çokluğu ile değil, ancak Allah'ın te'yîdi ve yardımı ile tahakkuk eder." Sonra Allahü Teâlâ "Şüphesizbunda, kalb gözleri açık olanlar için bir ibret vardır" buyurmuştur. (......) kelimesi itibâr, (ölçüp biçme, kıyaslama) mânasına gelir. "İtibâr" ise, kendisiyle cehaletten ilme geçilen alâmet, nisan demektir. Bu kelimenin aslı, bir taraftan diğer tarafa geçme anlamına gelen (......) kelimesidir. lafzı da buradan gelip mânayı muhataba geçiren, intikâl ettiren söz demektirf ifâdesi de böyledir; çünkü rüyayı te'vil de, rüyanın mânasını ortaya koyar, açıklar.. O'nun ifâdesinin mânası ise, "akıl sahipleri için..." demektir. Nitekim, "O, bu işi iyi bilir" anlamında olmak üzere denilir. Allah en iyi bilendir. 14"Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş; salma güzel atlar, hayvanlar, ekinlerden yana nefsin İsteklerine sevgi, insanlar için bezenip süslenmiştir. Bunlar, dünya hayâtının geçici menfaatidir. Nihayet dönüp varılacak yerin bütün güzelliği Allah'ın nezdindedir" . Bu Âyetin Mâkabliyle Münasebeti Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: Âyet-i kerime'nin mâkabliyle münasebeti hakkında iki görüş vardır: Birinci görüş: Şu kıssayla ilgili olan açıklamadır: Biz, (Necran'dan gelen) hristiyan hey'etinden Ebû Harise İbn Alkame'nin kardeşine, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözünde doğru olduğunu bildiğini" itiraf ettiğini; ancak ne var ki bunu, Rum krallarının kendisine vermiş oldukları mal ve makamı geri atacakları endişesiyle açığa vurmadığını söylemiştik.. Yine biz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Bedir savaşından sonra, yahudileri İslâm'a davet ettiğini, onların ise buna mukabil, kendilerinin güç ve kuvvetlerini ortaya koyup, mallarına ve silâhlarına güvendiklerini anlatmıştık... Böylece Cenâb-ı Hak bu âyette, bu ve bunların dışındaki diğer dünya metâının zeval bulacağını, yok olacağını; âhiretin ise hayırlı ve daha baki olacağını beyan buyurmuştur. İkinci görüş: Yapılmış olan umumî te'vile göre, bu şöyledir: Allahü Teâlâ önceki âyette, "Allah, dilediğini yardımıyla te'yid eder Şüphesiz bunda; kalb gözleri açık olanlar için bir ibret vardır" (Âl-i İmran. 13) buyurunca, bunun peşinden o "ibref'in beyânı yerine geçecek olan bir açıklama getirmiştir ki, o da şudur: "Allahü teâlâ insanlara, cismanî şehvete tutku ile dünyevî lezzetlerin ve hazların hoş gösterildiğini, sonra bunların lezzetleri rlevam etmeyen fâni şeyler olup, geriye ise onların sorumluluklarının kalacağını beyân etmiş; daha sonra da, "De ki, "Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" (âl-i imran, 15) ifadesiyle insanları âhiret ile ilgili olan şeylere teşvik etmiş, daha sonra da, Âl-i İmran 17. âyetinin sonuna kadarki kısımda, sabreden ve doğru olan kimselerden kullukta sebat edenler için hazırlanmış olan âhiretin güzelliklerini, tayyibâtını açıklamıştır. Bu Tezyîn (Süsleme) İşini Yapan Kimdir? Âlimler, Hak teâlâ'nın, buyruğundaki "tezyin", süslü gösterme işini yapanın kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bizim âlimlerimizin bu konudaki görüşleri açıktır. Çünkü onlara göre bütün fiillerin yaratıcısı Allah'tır. Yine onlar şöyle de demişlerdir: (Bu'bezeyen ve süsleyenin) şeytan olduğunun kabul edilmesi durumunda, o zaman şeytana küfrünü ve bid'atını süslü gösteren kimdir? Eğer bunun başka bir şeytan olduğu söylenirse, neticede teselsül gerekir. Eğer bu, bizzat o şeytanın kendisinden meydana gelmiş ise, bu, insan hakkında da aynıdır. Eğer bu küfür ve btd'ât Allah'ın yaratması ile meydana gelmiş ise - ki doğru olan da budur- bu, insan hakkında da aynıdır. Kur'ân'dabu nükteye "Ey Rabb'imiz, işte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Kendimiz nasıl azmışsak onları da öylece azdırdık" (Kasas, 63) âyetinde işaret edilmektedir. Yani "Bir kimse, bizim onları azdırıp saptırdığımıza inanıyor ise, ya bizi saptıran kimdir?" Bu söz son derece açıktır. Mu'tezile'den Kâdî, kendilerinden şu üç görüşü nakletmiştir: Birinci görüş: Kâdî, Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Şeytan insanlara süslemiştir ve bu hususta Allah adına yemin etmiştir." Kâdî, Mu'tezile namına şu delilleri ileri sürmüştür: a) Allahü teâlâ şehvetlere dair sevgiyi, mutlak olarak zikretmiştir. Dolayısıyla, bu ifâdenin kapsamına haram olan şehvetler de girer. Haram olan şehvetleri süsleyen ise, ancak şeytandır. b) Allahü Teâlâ, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten bahsetmiştir. Bu çok malı böylesine sevmek, ancak dünyayı talebinin kıblesi ve bütün amaçlarının nihâî hedefi edinen kimselere yakışır. Çünkü âhireti tercih eden kimseler, kendilerini başkasına muhtaç bırakmayacak miktar ile yetinirler. c) Hak teâlâ'nın, "Bunlar, dünya hayâtının geçici mefaatıdır" buyruğudur. Muhakkak ki Cenâb-ı Hak, bunu dünyayı zemmetmek, fazla önemsememek sadedinde zikretmiştir. Kınanmış olan bir şeyin ise, o kimseye süslenmiş olması imkânsızdır. d) O'nun bu âyetten sonra, "De ki, "size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" (âl-i imran, 15) buyurmuştur ki bu ifâdeden Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, kulun dünyâya iltifatını önleyip, dünyayı onun gözünden düşürmektir. Bu ise, dünya gözünde büyümüş olan kimselere uygun düşmez. İkinci görüş: Bu, Mu'tezile'den diğer bir grubun görüşüdür. Buna göre süsleyen, Allah'tır. Bu görüşte olanlar, buna birkaç şekilde istidlalde bulunmuşlardır: a) Allahü teâlâ nasıl, âhiretin menfaatlerine insanları teşvik etmiş ise, aynı şekilde dünyanın lezzetlerini de yaratmış ve bunları kullarına mubah kılmıştır. Hak teâlâ'nın, bunları insanlara mubah kılması, tezyin edip süslemek manasına gelir. Çünkü Cenâb-ı Hak, şehveti ve şehvet duyulan şeyi yaratıp, şehvet duyan insanlarda da onlardan tad alacaklarına dair bir bilgi yaratarak, o şeyleri almayı insana mubah kılınca, Cenâb-ı Hak, onları tezyin etmiş ve süslemiş olur. b) Lezzet veren bu şeylerden istifâde etmek, âhiret menfaatine götüren birer vesiledir. Allahü teâlâ, bu vesilelere başvurmayı teşvik etmiştir. Dolayısı ile bunları süsleyen Allah olmuş olur. Biz, bunlardan istifâde etmenin, âhiret mükâfaatına götüren vesileler olduğunu söylüyoruz. Bu, şu bakımlardan olur: 1- İnsanın matını tasadduk etmesi bakımından... 2- İnsan, bunlar sayesinde Allah'a itâata güç ve kuvvet kazanır. 3- İnsan bunlardan istifâde edip, bunların ancak Allah'ın yaratması ve yardımı ile müyesser olduğunu bildiğinde, bu, kulun büyük bir şükür edâ etmesine sebeb olur. İşte bundan dolayıdır ki es-Sahib İbn Abbâd şöyle derdi: "Yazın soğuk suyu içmek, hamdin kalbin derinliklerinden çıkmasına sebep olur." es-Sahib, bu mânâda bir de şiir söylemiştir. 4- Bu lezîz ve güzel şeylerden istifâde edebilen, bunları bırakıp, kullukla meşgul olunca ve kulluk yolunda çeşitli sıkıntılara katlanınca daha büyük mükâfaatlar elde eder. Böylece bütün bu izahlardan, o güzel şeylerden istifâde etmenin, âhiret mükâfaatım elde etmeye birer vesife olduğu sabit olur. 5- Allahü teâlâ: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur" (Bakara 29); "De ki, "Allah'ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıklan kim haram etmiş?" (Araf, 32); "Her namazınızda güzel elbisenizi giyinin" (A'râf, 31); "Biz yer üzerinde olan şeylere, onlara mahsus birer zînet verdik" (Kehf, 7); "O, gökten su indirip, sizin için onunla rızık olarak türlü türlü meyveler çıkardı" (Bakara, 22); ve "Yerdeki şeylerden helâl ve temiz olmak şartıyla yiyin" (Bakara, 168) Bütün bu âyetler, süsleyenin Allahü teâlâ olduğuna delâlet "O, insanlar için süsledi.." şeklinde okuması da bu görüşü te'kîd eder. Üçüncü görüş: Ebu Ali el-Cübbâî ile Kâdî'nin kendi görüşüdür ve meseleyi taksim etmektedir: Çünkü, bu konuda vâcib veya mendub olan herşeyin müzeyyini (süsleyeni) Allahü teâlâ'dır. Haram olan herşeyin süsleyeni ise şeytandır. Kâdî'nin söylediği işte budur. Bunlardan başka bir üçüncü kısım daha vardır ki bu, yapılmasında veya yapılmamasında herhangi bir sevab veya ikâb bulunmayan mubahlardır. Kâdî bu kısımdan bahsetmemiştir. Halbuki bunu da söylemesi ve bu mubahları süsleyenin Allah mı, şeytan mı olduğunu belirtmesi gerekirdi. Hak teâlâ'nın: "Nefsin isteklerini sevme" hakkındaki âyetidir. Bununla ilgili şu üç izah yapılmıştır; Birinci izah: Buradaki "şehevat", arzu edilen şeyler demektir. Aradaki irtibattan dolayı, arzu edilen şeyler mecazî olarak böyle isimlendirilmiştir. Nitekim, aynı şekilde, güç yetirilen şeye "kudret", ümid edilen şeye "reca" (ümit); bilinen şeye de "ilim" denilmiştir. Bu, Arapça'da yaygın olan bir istiare (mecaz)dir. Meselâ, "şu, onun arzu duyduğu şeydir" manasında"Şu, falancanın şehvetidir" denilir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Arzu edilen şeylerin, "şehvet" diye isimlendirilmesinde, şu iki mânâ vardır: a) Allahü teâlâ, arzu duyulmuş olmaları ve istifâde edilmede aşın hırs duyulmaları hususlarında mübalağa etmek için, âyette sayılan şeyleri "bizzat şehvetin ve arzunun kendisi" olarak saymıştır. b) Şehvet, filozoflara göre, rezîl ve kınanmış bir sıfattır. Bu şehvet ve arzuların peşine düşenler, kendilerinin hayvan gibi olduklarını görürler. Binâenaleyh âyette bu lafzın zikredilmesinden maksad, insanları bunlardan nefret ettirmektir. İkinci izah: Kelâmcılar şöyle demişlerdir: "Bu âyet, sevginin şehvetten farklı birşey olduğunu gösterir. Çünkü bu âyette, Allahü teâlâ sevgiyi şehvete muzaaf kılmıştır. Muzaaf, muzaafun ileyh'ten başkadır. O halde şehvet, Allah'ın yarattığı fiillerden, muhabbet ise kulun fiillerindendir. Muhabbet (sevgi), insanın bütün maksad ve yaşayışını, leziz ve hoş şeyleri aramaya hasretmesinden ibarettir. Üçüncü izah: Filozoflar şöyle demişlerdir: "İnsan, bazan sevmemek istediği halde bir şeyi sevebilir.Meselâ, bir müslümanın gönlü, bazan bazı haramlara meyledebilir. Fakat o, o haramları sevmemek ve onlara meyletmemek ister. Ama hem bir şeyi seven, hem de o şeyi sevmeyi isteyen kimsenin sevgisi, sevginin (muhabbetin) en ileri derecesidir. Eğer böyle bir sevgi hayır yönünde olur ise, bu saadetin mükemmel şekli olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın, "Gerçekten ben, hayır sevgisine düştüm" (Sâd, 32) dediğini nakletmiştir. Bunun mânası, "Ben, hayrı seviyorum ve hayrı, bahsettiği gibi olur. Çünkü âyetteki, "Nefsin istekleri insanlara bezenfp süslenmiştir" ifâdesi, şu üç sevmiş olmamı da seviyorum" demektir. Eğer bu sevgi şer yönünde olursa, bu, Allahü Teâlâ'nın işte bu âyette âl-i imran mertebeye delâlet eder: a) İnsan, arzu ve şehvet duyulan herşeye arzu duyar. b) İnsan, kendisinin o şeylere olan arzusunu da sever. c) İnsan, bu sevginin güzel ve bir fazilet olduğuna inanır. Bu cümlede, bu üç derece bir araya gelince, bu dereceler şiddet ve kuvvet bakımından en üst noktaya ulaşır ve bundan kurtulma, ancak Allah'ın vereceği büyük bir muvaffakiyyetle olur. Sonra Hak teâlâ bunu insanlara nisbet etmiştir. Bu âyetteki "insanlar" sözü başına harf-i tarif gelmiş olan, umûmi bir lafızdır. Dolayısıyla istiğrak ifâde eder. Binâenaleyh kelimenin zahiri, bu sevginin bütün insanlarda bulunduğunu gösterir. Akıl da buna delâlet eder. Çünkü leziz ve faydalı olan herşey, zatı gereği sevilir ve arzu edilir. Faydalı ve leziz şeyler, cismânî ve ruhanî olmak üzere iki kısımdır. Cismânî olanlar işin başında herkes için söz konusudur. Ruhanî olanlar ise ancak, nâdir olarak bir tek insan için olur. Sonra bu insan için, o ruhanî lezzet ancakcismânî lezzetleri cezbetmesi, kuvvetli ve yerleşmiş bir meleke gibi olur. O'nun insanı, ruhanî lezzetlere çekmesi ise, ufacık bir sebeple kaybol ab ilecek arızî, sonradan olma bir hal gibi olur. Hiç şüphesiz insanlara galip olan, cismânî lezzetlere duyulan bu şiddetli temayüldür. Fakat ruhanî lezzetleri elde etmeye duyulan temayül ancak pek ender insan için söz konusu olur. Sonra bu ruhanî lezzet, o ender insanlar için de ancak çok nâdir zamanlarda olur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu hükmü umûmi kılarak, "Nefsin isteklerine olan sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir" buyurmuştur. Hak teâlâ'nın "Kadınlara, oğullara" sözüne gelince, bunda iki bahis bulunmaktadır. Birinci bahis: (......) ifâdesindeki (......) harf-i cerri, "O halde murdardan, putlardan kaçının!..", (Hacc, 30) âyetindeki harf-i cer gibidir. Bu son âyetin takdiri nasıl, "Murdarın ta kendisi olan putlardan kaçının!" şeklindeyse, bu âyetin takdiri de bunun gibidir. Yâni "İnsanlara, can atılan, arzu duyulan şeylerin ta kendileri olan kadın sevgisi, şunlar, şunlar... ilh. süslü gösterildi" demektir. İkinci bahis: Şunu bil ki, Cenâb-ı Hak burada arzu duyulan, can atılan dört şey saymıştır: a) Kadınlar... Ençok onlardan hoşlanıldığı, haz alındığı ve onlarla olan ünsiyet ve yakınlık daha mükemmel ve tam olduğu için, Cenâb-ı Hak önce onları zikretmiştir. İşte bunun için Cenâb-ı Hak, "Size kendilerine ısınmanız için sizin cinsinizden zevceler yaratmış olması, aranıza da bir sevgi ve merhamet duygusu yerleştirmiş olması..." (Rûm. 21) buyurmuştur. Bunu teyid eden bir başka husus da, helak edici ve yakıcı şiddetli bir aşkın, ancak şehvet ve düşkünlüğün bu nev'inde bulunmasıdır. b) Çocuk sevgisi... Oğullara olan sevgi ıkzlara olan sevgiden daha fazla olduğu için, Cenâb-ı Hak, hassaten oğulları zikretmiştir. Oğullardan istifâde şekli ise, onlardan sürür duyma, onlarla çoğalıp artma, vb. şeyler açısından açıktır, bellidir. Bil ki Allahü teâlâ'nın insanın kalbinde zevce ve oğul sevgilerini yaratmasında yüce bir hikmet vardır. Çünkü eğer bu sevgi olmasaydı, doğum ve çoğalma meydana gelmez, bu da insan neslinin sona ermesine sebebiyyet verirdi.. Bu sevgi, âdeta fıtrî bir özelliktir. Bundan dolayıdır ki bu, bütün hayvanlarda bulunmaktadır. Bundaki hikmet ise, bahsettiğimiz veçhile, neslin bekâsını da sağlamaktır. c) (ve) d) Yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş..." Bu ifâdeyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci bahis: Zeccâc şöyle demiştir: "Kıntar" bir şeyi bağlamak ve sağlamlaştırmak anlamından alınmıştır."Denk" kelimesi de, bağlamak suretiyle sağlamlaştırıldığı için, yine bu mânadan alınmıştır. Buna göre "kıntar" kelimesi, çeşitli belâları savuşturma hususunda kendisine bel bağlandığı "çok mal" anlamına gelir." Ebü Ubeyde, Arapların "kıntâr" hakkında, onun sinirlanamayacak kadar çok olan bir ölçü, mikdar olduğunu söylediklerini nakletmiştir. Bil ki, doğru olan. da budur. Bazı kimseler ise, "kıntâr"ı tahdit edip sınırlamaya çalışmışlardır. Bu konuda da bazı rivayetler bulunmaktadır. Ebû Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber'in: “Kıntar, onikibin “ukiyye” dir Dârimî, Fezaılü'l-Kur'an, 32 (2/467). buyurduğunu rivayet etmiştir. Enes (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "kıntâr"ın bin dinar olduğunu rivayet etmiştir. Ubeyy İbn Kâ'b (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamberin: “Kıntar, bin ikiyüz “ ukiyyedir” dir Dârimî, Fezaılü'l-Kur'an, 32 (2/468). dediğini rivayet etmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh), "kıntâr"ın bin dinar veyahut onikibin dirhem olduğunu söylemiştir ki, bu verilecek diyet miktarıdır. Hasan el-Basrî de bu görüştedir. Kelbî, "kıntâr, Bizanslıların dilinde, bir öküz derisi dolusu altın veya gümüş miktarına denilir " demiştir. Bu hususta, bu sayılanlardan başka görüşler de bulunmaktadır. Ama biz onları zikretmedik. Çünkü onlar, kat'î bir delille desteklenmemektedir. İkinci bahis: (......) kelimesi, kökünden olup veznindedir ve pekiştirme için kullanılır. Nitekim Araplar, "binlerce" "Yığın yığın mal" "Çok sayıda deve" ve "Çok fazla dirhem.." demektedirler. Kelbî ise (......) kelimesinin, bir şeyin üç katını; ise, bunun iki katını ifâde ettiğini, neticede toplamın ise o şeyin altı mislini ve altı katını gösterdiğini söylemiştir. Üçüncü bahis: Altın ve gümüş, bütün eşyanın bedeli olabilecekleri için, sevilmektedirler. Binâenaleyh, bunlara sahip olan kimse, âdeta herşeye sahip olmuş gibidir. Bir şeye sahip olmak (mâlikiyyet) sıfatı, kudreti ifâde eder. Kudret ise, bir kemâl sıfatıdır. Kemâl ve mükemmellik ise, zâtı itibariyle sevilir. Altın ve gümüş de zâtı itibariyle sevilen bu kemâlin elde edilmesinin en mükemmel vesilesi olduğu ve mahbûba götüren vesile de mahbub olduğu (sevildiği) için, işte bu iki şey de sevilmektedirler. e) (......) "salma güzel atlar" hakkındadır. Vahidî şöyle demiştir: (......) kelimesi, (kadınlar) ve (topluluk, cemâat) kelimeleri gibi, kendi lafzından müfredi olmayan bir kelimedir. Atlar da, yürüyüşlerindeki (âdeta) gurur ve kibirden dolayı, (......) diye isimlendirilmiştir. İnsanın gururlu ve kibirli bir biçimde gezmesi de (gururlanmak, kibirlenmek) diye isimlendirilmiştir. Hayâl ve tehayyûl de, bu kuvvenin, söz konusu olan şekli ve sureti zihnimize getirmek için gezip dolaşması sebebiyle bu ismi almıştır. Arıkuşu da, çalımlı yürüdüğü, bazan kırmızı, bazan da yeşil göründüğü için (kibirli) diye isimlendirilmiştir. Âlimler, (......) kelimesinin mânâsında ihtilaf ederek şu üç görüşü ileri sürmüşlerdir: 1- Bu, salıverilmiş, otlayan hayvan demektir. Sen hayvanı otlasın diye mer'âya saldığında (......) dersin. Nitekim sen, O şeyi ayakta tuttum" Onu güzelleştirdim" "Onu büyüttüm" dersin. Bundan maksad, hayvan otladığı zaman güzelliğinin artmasıdır. Hak teâlâ'nın: "Orada (hayvanlarınızı) otlatırsınız" (Nahl, 10) âyeti de bu mânâdadır. 2- Bu kelime, nişanlanmış ve alâmetlendirilmiş mânâsındadır. Ebû Müslim el-İsfahânî şöyle demiştir: "Bu, ya ismi maksûr olan (......) kelimesinden, yada hemzeli olan(......) kelimesindendir. Her ikisi de aynı mânâya, yani güzel görünüm mânâsına gelir. Allahü teâlâ"Secde izinden nişanlan yüzleridir" (Feth, 29) buyurmuştur. Bu görüşte olanlar, bu alâmetin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ebû Müslim, "Bu alâmet ve nişanlardan murad, atların ağzında ve alnında olan beyazlıktır. Bu da atların alınlarının ve ayaklarının beyaz ve sekili olmasıdır " demiştir. Esamm, bunun alacalık; Katâde, alacasızlık; Müerric ise, dağlanmış mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Ebû Müslim'in görüşü daha güzeldir. Çünkü âyette, malların en kıymetlisine işaret vardır. Bu da atın, sakarlı ve sekili olmasıdır. Âlimlerin diğer görüşleri ise, at hususunda herhangi bir kıymet ifâde etmezler. 3- Mücâhid ve İkrime'nin görüşüne göre, "müsevveme" "mutahhame" (temiz ve güzel atlar) demektir. Kaffâl, "mutahhame" kelimesinin güzel kadın manasına geldiğini söylemiştir. f)"hayvanlar" hakkındadır. "En'âm" kelimesi, (......) kelimesinin çoğuludur. (......) deve, sığır ve davar mânâsındadır. Bunlardan, devenin dışında kalan diğer iki cins için denilmez. Fakat tek başına devenin cinsi için bu kelime kullanılır. Çünkü, bu kelime çoğunlukla deve için kullanılmıştır. g) "ekinler" hakkındadır. Bu kelimenin iştikakım (Bakara, 205) âyetinin tefsirinde anlattık. Cenâb-ı Hak, bu yedi şeyi saydıktan sonra "Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatidir" buyurdu. Kâdî şöyle der: "Dünya hayatının geçici faydalarının, sırf onlardan istifâde edilsin diye yaratılmış olduğu herkesin malumudur. Öyle ise, niçin bu âyetteki süslemenin (tezyinin) Allah'a nisbeti caiz değildir? deniliyor." Sonra şöyle demiştir: Dünya metâından faydalanma çeşitli şekillerde olur: 1- Kendisine meta verilen insanın, tek başına bundan istifâde etmesi olup bu şekildeki istifâde kınanmıştır. 2- İnsanın ihtiyacı olduğu halde, elindeki metâdan istifâde etmemesi olup bu da kınanmıştır. 3- İnsanın elindeki meta'ı, kendisini âhiret menfaatlerine ulaştırmayacak şekilde, mubah yollarla kullanmasıdır ki, bu ne medhedilmiş, ne de kınanmıştır. 4- İnsanın elindeki metâdan, kendisini âhiretin güzellik ve faydalarına ulaştıracak bir biçimde istifâde etmesidir. Bu ise, medhedilmiş olan istifâde şeklidir. Allahü Teâlâ sonra"Nihayet dönüp varılacak olan yerin bütün güzelliği, O'nun, Allah'ın nezdindedir" buyurmuştur. Bil ki, Arapça'da (......) kelimesi, varılacak müracaat edilecek yer demektir. Nitekim, - "Adam döndü, baş vurdu... Dönmek" denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak"Muhakkak ki ancak bizedir onların dönüşleri"5) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın bu sözden maksadı: "Allah'ın kendisine dünyayı vermiş olduğu kimselere vâcib olanın, o malını âhiretini imâr ve ihya edecek şeylere ve kendisini âhiret saadetine götürecek yollara sarfetmek olduğunu" beyân etmektir. Sonra, maksat varılacak olan yere teşvik etmek olduğu için Cenâb-ı Hak (......) kelimesini de, "güzellik" kelimesiyle nitelemiştir. Eğer, "Varılacak yer iki kısımdır. Son derece güzel olan cennet ve güzellikten hâlî olan ateş... O halde Cenâb-ı Hak, mutlak olan varılacak yeri niçin güzellikle vasfetmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bizzat kastedilen varış yeri, cennettir. Ama cehennem ise, bizzat olmayıp ârizî olarak maksûddur. Çünkü Cenâb-ı Hak, mahlûkatı azâb için değil, merhamet etmek için yaratmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak Hadis-i kudsîde: Rahmetim gazabımı geçmiştir" Buhâri, tevhid, 55; Müslim, tevbe, 14-16 (4/2107-2108). buyurmuştur. Bu, kendisi vasıtasıyla gizli birçok sırlara muttali olunacak bir sırdır. 15"De ki: "Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Muttaki olanlar için, Rab'leri katında altlarından ırmaklar akanr içlerinde ebedî kalacakları cennetler, tertemiz zevceler ve Allah'dan da bir hoşnutluk vardır. Allah, kullarını hakkıyla görücüdür" . Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: İbn Âmir, Âsim, Hamza ve Kisâî, iki hemze ile olmak üzere, (......) şeklinde okumuşlardır. Ebû Amr ve Nâfi'in bu âyeti nasıl okudukları hususundaki rivayetler ise, farklıdır. Âlimler, istifhamın ne ile ilgili olduğu hususunda şu üç izahı yapmışlardır: a) Mâna, "Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" diye sorulup, sonra da söze başlanılarak, "Muttaki olanlar için, Rab'leri katında şunlar şunlar vardır" denilmesi şeklindedir. b) "Muttaki olanlar için, size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" diye sorulup, sonra da söze başlanılarak, "Rableri katında altından ırmaklar akan cennetler... vardır" denilmesidir. c) "Müttakî olanlar için, Rab'leri katında bunlardan daha hayırlı olanı size haber vereyim mi?" diye sorulup, sonra da söze başlanılarak, "Altından ırmaklar akan cennetleri..." denilmiş olmalıdır. Âyetin mâkabliyle münasebeti hususunda şunlar ileri sürülmüştür: a) Allahü teâlâ: "Nihayet dönüp varılacak yerin bütün güzelliği, O'nun, (Allah'ın) nezdindedir" (âli imran, 14) buyurunca, bu âyette de, dönüp varılacak olan o yerin haddi zâtında güzel olduğu gibi, onun aynı zamanda bu dünyadan da güzel ve efdal olduğunu beyân buyurarak, "De ki: "Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" buyurmuştur. b) Allahü Teâlâ dünya nimetlerini tâdâd edip sayınca, âhiret menfaatlerinin bunlardan daha hayırlı olduğunu beyân etmiştir. Nitekim O, bir başka âyetinde de, "Âhiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir" (Alâ. 17) buyurmuştur. c) Cenâb-ı Hak sanki şuna dikkat çekmiştir: "Senin bu dünyadaki işin, her ne kadar güzel ve muntazam olsa da, senin âhiretle ilgili olan işin daha hayırlı ve daha üstündür." Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı ise kuluna şunu öğretmektir: Dünya hayatı, annenin karnından daha güzel, daha geniş ve daha rahat olduğu gibi, aynı şekilde âhiret de dünyadan daha güzel, daha geniş ve daha rahattır. Biz, âhiret nimetlerinin dünya nimetlerinden daha ayırlı olduğunu söyledik.. Çünkü dünya nimetlerine sıkıntılar bulaşmıştır. Halbuki, âhiret nimetleri bu tür sıkıntılardan tamamiyle uzaktır, berîdir. Yine dünya nimetleri, muhakkak ki sonludur; âhiret nimetleriyse ebedî ve sonsuz, kalıcıdır. Hak teâlâ'nın "Muttaki olanlar için., vardır" buyruğuna gelince, biz takvayı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Müttakiler için bir hidâyet rehberidir" (Bakara, 2) âyetinin tefsirinde açıklamıştık. Özet olarak şunu diyebiliriz: İnsan, kendisine vâcib (farz) olanları hakkıyla ifâ edip, haram olanlardan da kaçınmadığı sürece muttaki olamaz. Âlimlerimizden birisi şöyle demiştir: Takva, şirkten korunmak ve sakınmaktan ibarettir. Çünkü takva, Kur'ân'ın prfüne göre, îmana tahsis edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Takva kelimesini onlara zaruri ve elzem kıldı" (Feth, 26) buyurmuştur.Lafzın zahiri de buna mutabıktır. Çünkü şirkten ittikâ etmek, bütün haramlardan ve özellikle kimi haramlardan ittikâ edip sakınmayı da içine alır. Zira, müşterek olmanın mahiyeti, farklılığın mahiyetine delâlet etmez. Buna göre takvanın hakikati ve mahiyeti, şirkten korunma tahakkuk etti mi gerçekleşir. Kur'ân'ın örfü de buna mutabıktır. Bunun için kelimeyi buna hamletmek vâcib olmuştur. Binâenaleyh, Hak teâlâ'nın âyetteki ifâdesi, Allah'ı inkârdan sakınan (ittikâ eden) herkesi içine alır. Cenâb-ı Hakk'ın "Muttaki olanlar için Rableri katında., vardır" sözüyle ilgili iki ihtimal vardır: a) Bu ifâdenin, kendinden önce geçmiş olan (......) kelimesinin sıfatı olmasıdır. Buna göre cümlenin takdiri, "Size, Rab'leri katında, muttaki olanlar için bundan daha hayırlı olanı haber vereyim mi?" şeklindedir. b) (......) sözünün (......) ifâdesinin sıfatı olmasıdır. Buna göre âyetin mânası şöyle olur: "Rab'leri katında muttakî olan kimseler için, dünya menfaatlerinden daha hayırlısı vardır..." Böylece bu, o büyük sevabın ancak, Rab'leri katında muttaki olanlar için söz konusu olacağına işaret etmiş olur. Böylece Allah'ın ezelî ilminde münafık olanlar bu ifâdenin muhtevasından çıkmış, mü'min olanlar ise muhtevaya dâhil olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Cennetler" kelimesine gelince, bunun takdiri "O, cennetlerdir" şeklindedir. Bazıları (......) lafzından bedel olarak, cer ile (......) şeklinde okumuşlardır. Bil ki, Hak teâlâ'nın, "Altlarından ırmaklar akın cennetler..." sözü, cennetlerin en iyilerini anlatmaktadır. Bu ifâdeye, cennette olacak yeme, içme, istirahat ve gezinti gibi bütün nimetler girer. Hulâsa olarak "cennet" sözü, bütün istenen şeyleri ifâde etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Canlarının isteyecek gözlerinin hoşlanacağı ne varsa oradadır" (Zuhruf, 71) buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak "İçlerinde ebedi kalacakları..." buyurmuştur ki bundan murad cennet nimetlerinin devamlı olacağıdır. Daha sonra Hak teâlâ: "Temizlenmiş zevceler vardır" buyurmuştur. Biz bu ifâdedeki incelikleri, Bakara süresindeki, (Bakara. 25) âyetinin tefsirinde zikrettik. Bu husustaki sözün özü şudur: Nimet, ne kadar büyük de olsa, ünsiyetin ancak kendileri ile meydana geldiği kadınlarla tamamlanır. Allahü teâlâ, kadınları, onlarda bulunması arzu edile bütün sıfatları içine alan tek bir sıfatla tavsif ederek "mutahhare" (tertemiz) buyurmuştur. Bu lafzın mânâsına, hayız ile nifastan ve insan tabiatının nefret ettiği ve kadınlarda görülebilecek diğer durumlardan temizlenme ile, onların kötü huylardan, çirkin isterden, bozuk ahlâklardan ve geçimsizlikten temiz ve uzak olmaları da girer. Allah'ın Rızası En Büyük Mükâfaattır Daha sonra da Cenâb-ı Allah: "ve Allah'dan da bir hoşnutluk (vardır) " buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır: Âsim, râ harfini ötüre okuyarakşeklinde; diğer imamlar ise kesre ile tşeklinde okumuşlardır. Ötüre ile olan kıraat Kays ve Temîm kabilelerinin lehçesine göredir. Ferrâ şöyle demiştir "Razı oldum" denilir. Kesre ile "rıdvan" şeklindeki okunan kelimenin benzeri kalıplar, kelimeleridir. "Rudvan" şeklinde okunan kelimenin benzeri kalıplar da tuğyan, ruchân, küfrân ve şükran gibi kelimelerdir. Kelâmcılar şöyle demişlerdir: "Sevabın iki rüknü vardır: a) Menfaat ki bu, bizim bahsetmiş olduğumuz husustur. b) Ta'zîm ki rıdvândan (= hoşnutluktan) kastedilen budur. Bu böyledir, çünkü cennetliklerin, bu devamlı nimetlerin yanında Cenâb-ı Hakk'ın kendilerinden razı olduğunu, onları medh-ü sena ettiğini bilmeleri, cennetin o nimetlerinden hasıl olan sevinçlerini daha da artırır. Hükemâ şöyle demiştir: Bu âyetteki "cennetler ve cennet nimetleri" cisnânî cennetlere, "rıdvân" (hoşnutluk) ise ruhanî cennetlere işarettir. Makamların en yücesi.hiç şüphesiz ruhanî cennettir ki bu da, kulun ruhunda Allah'ın celâl nurlarının tecellî etmesinden ve O'nun marifetullah'a gark olmasından ibarettir. Bu makamların ilk basamağında kul, Allahü teâlâ'dan razı; son basamağında Allah kulundan razı olmuş olur. Bu hususa Cenâb-ı Hak "Sen Ondan razı; O senden razı olarak" (Fecr, 28) diyerek işaret etmiştir. Bunun bir benzeri de, "Allah mü'min erkek ve kadınlara, içlerinde ebedî kalıcı oldukları halde, altından ırmaklar akan Adn cennetlerini ve çok güzel meskenler va'adetti. Allah'tan olan bir tek rıdvân (rıza) ise daha büyüktür. İşte en büyük saadet budur" (Tevbe, 72) âyetidir. Daha sonra Allahü teâlâ: "Allah kullarını hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Yani, Allah kullarının menfaatlerini çok iyi bilendir. Bundan dolayı kulların da, kendilerini, Allah'ın onlar için seçtiği âhiret nimetlerini tercih ederek ve Allah'ın, bırakmalarını istediği dünyevî şeyleri bırakarak, nefislerini ikna etmeleri ve zühde yönelmeleri gerekir. 16"(O takvaya erenler): "Ey Rabb'imiz, biz îmân ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla ve bizi o ateşin azabından koru" dîyenler(dir)" . Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âyetteki (diyenler...) ifâdesinin i'râb bakımından yeri hususunda şu ihtimaller vardır: 1- Bir önceki âyette geçen, ifâdesinin sıfatı olduğu için mahallen mecrurdur. Buna göre takdiri “... diyen muttakiler için” şeklindedir. Bu ifadenin, bir önceki ayetteki “Bi'l-ıbâdi” kelimesinin sıfatı olması da caizdir. O zaman takdiri “Allah kullarını hakkıyla görücüdür. Onlar Rableri katında kendileri için cennetler olan muttakîler ve şöyle şöyle diyenlerdir" şeklindedir. 2- Bu kelime, medh üzere mahallen 3- Bu, tahsisten ötürü mahallen merfudur ve takdiri mansubtur. 'Onlar, şöyle şöyle diyenlerdir" şeklinde olur. Bil ki Allahü teâlâ onların önce, "Ey Rabb'imiz, biz iman ettik" dediklerini, daha sonra da, "Artık bizim günahlarımızı bağışla" diye duâ ettiklerini nakletmiştir. Bu da, onların sırf imânları ile Allah'ın mağfiretini istemeye yol bulduklarını gösterir. Allahü teâlâ bu sözü onları medh ve sena etmek için nakletmiştir. Binâenaleyh bu, kulun sırf imânı ile, Allah'ın rahmet ve mağfiretine müstehak olacağına delâlet eder. Buna göre şayet, "İmân, bütün taatlardan ibarettir" derlerse, biz onların bu görüşlerini Hak teâlâ'nın, kara, 3) âyetinin tefsirinde saydığımız deliller ile çürüttük. Yine her hususta Allah'a itaat eden ve bütün günahlarından tevbe eden kimseyi cehenneme sokmak, onlarca, Allah için kabîh sayılacak bir iş olur. Kabîh, ya cehaletten ya da ihtiyaçtan dolayı yapılan şeydir. Bunların ikisi de Allah hakkında muhaldir. Muhali gerektiren şey de muhaldir. O halde, Allah'ın böyle kimseleri cehenneme sokması da muhaldir. Meydana gelmesi aklen imkânsız olan şeyi, Allah'ın yapmaması hususunda, duâ edip yalvarmak abes ve kabîh olur. Bu âyetin bir benzeri de, bu sûrenin sonlarındaki, "Ey Rabb'imiz, doğrusu biz, "Rabb'inize inanın" diye imâna çağıran bir davetçiyi tşitip hemen İmâna geldik. Ey Rabb'imiz artık bizim günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve canımızı da iyilerle beraber al" (Âl-i İmran, 193) âyetidir. İmdi eğer, "Allahü teâlâ, mağfiretin meydana gelmesi için yapılması gereken bütün taatleri hesaba katmamış mıdır? Çünkü bu âyetten sonra, "Sabredenler ve sâdıklar.." buyurmuştur" denilir ise, biz de şöyle deriz: Bu âyetin mânâsı, bizim söylediğimizi te'yid eder. Çünkü Allahü teâlâ, yalnızca imân etmeyi, mağfireti istemenin vesilesi kılmış, sonra da bunun peşinden itaat edenlerin, sabırlı ve sadık olma gibi sıfatlarını zikretmiştir. Eğer bu sıfatlar mağfiretin meydana gelmesi için şart olsaydı, âyette mağfiretten önce zikredilmeleri daha münasip olurdu. Cenâb-ı Hak imânın hemen peşinden mağfiret istemeden bahsedip, daha sonra da bu sıfatları zikrettiği için, biz mağfiretin meydana gelmesinde bu sıfatların nazar-ı dikkate alınmayıp, bunların, derecelerin mükemmelleşmesinde nazar-ı dikkate alındığını anlamış oluyoruz. 17"(Onlar) sabredenler, sâdıklar, itaatla boyun eğenler, infâk edenler, seherlerde Allah'tan mağfiret isteyenlerdir" . Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: (......) kelimesi medh ile mansubtur. Takdiri "Sabredenleri ve... kastediyorum" şeklindedir. Yine bu kelimenin, mahallen mecrur olan, (......)den bedel olarak, mecrur olduğu da söylenmiştir. Bil ki Hak teâlâ burada beş sıfat saymıştır: Birinci sıfat, Onların sabredenler oluşudur: Onların sabredenler oluşundan murad, farz ve mendub olan İbâdetleri eda ile yasaklanmış şeyleri terk hususunda sabr-u sebat göstermeleri ve başlarına gelen her türlü meşakkat ile sıkıntıya katlanmalarıdır. Bu, belâlar karşısında feryad ve figan etmeyerek, aksine Cenâb-ı Hakk'ın: "Onlar, kendilerine bir belâ geldiği zaman, ' Sahibimiz Allah'dır ve yalnız O 'na döneceğiz" diyenlerdir" (Bakara, 156) âyetinde buyurduğu gibi, kalben Allah'tan razı ve hoşnud olurlar. Süfyan b. Uyeyne, Hak teâlâ'nın: "Onları, emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık" (Enbiya, 73) âyeti hakkında: "Bu âyet, onların Cenâb-ı Hak katındaki bu üstün mertebeleri, sabırlarından ötürü haketmiş olduklarına delâlet etmektedir" demiştir. Rivayet edildiğine göre bir adam, Şibli (rh.a)'nin yanına varıp, ona: "Sabredenlere en zor gelen sabır hangisidir?" diye sormuş. O: "Allahü teâlâ hakkında sabretmek" deyince, adam: "Hayır", demiş. Bunun üzerine Şibli: "Allah için sabretmek.." demiş. Adam yine: "Hayır" demiş. Bunun üzerine"Allah ile (O'ndan yardım alarak) sabretmek..." demiş. Adam yine: "Hayır" deyince, Şibli: "Ya ne..?" diye sormuş. Adam: "Allah'tan (gelenlere) sabretmektir" demiş. Bunun üzerine Şibli, sanki ölüyormuş gibi bir çığlık atmış. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de sabredenleri çokça medhetmiştir. Meselâ O: "Sıkıntıda, hastalıkta ve muharebenin kızıştığı zamanlarda sabredenler..." (Bakara, 177) buyurmuştur. Üçüncü sıfat, onların itaatle boyun eğmeleridir: Biz bunu, Hak teâlâ'nın (Bakara, 238) âyetinin tefsirinde izah ettik. Özet olarak bu, ibâdetlere devam edip, onları bırakmamak demektir. Beşinci sıfat, onların seherlerde Allah'tan mağfiret istemeleridir: Seher, fecrin doğuşundan önceki zamandır. Bir kimse, bu vakitte yemek yediği zaman denilir. Bil ki bu kimselerden murad, geceleyin namaz kılıp, sonra bunun peşine istiğfar ve duâ edenlerdir. Çünkü insan ancak namaz kıldıktan sonra duâ ve istiğfar ile meşgul olabilir. Öyle ise "seherlerde Allah'tan mağfiret İsteyenler" ifâdesi, onların istiğfardan önce gece namazı kıldıklarına delâlet eder. Şunu bil ki seher vakti yapılan istiğfarın, imânın kuvveti ve kulluğun kemâli üzerindeki te'siri şu birkaç bakımdan daha fazladır: a) Seher vaktinde, daha önce karanlık herşeyi bürümüş iken, sabahın aydınlığı doğar. Sabah aydınlığının doğması ile sanki ölü gibi olan canlılar dirilirler. İşte o zaman, herkesi saran bir cömertlik ve mükemmel bir feyz-i İlâhî vaktidir. Binâenaleyh büyük âlemin sabahının aydınlığının doğuşu ile küçük âlemin sabahının doğması uzak bir ihtimal değildir. Bu doğuş, kalbte Allah'ın celâl nurunun tecellî etmesidir. b) Seher vakti, uykunun en tatlı olduğu zamandır. Kul, bu lezzetten yüz çevirip de, ubûdiyyete yönelince, tâati en mükemmel bir seviyeye ulaşır. c) İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, Allahü teâlâ, bununla sabah namazını kılanları kastetmiştir. Âyetteki “Sabırlılar ve sadıklar" demek, 'sabredenler ve sadık olanlar' demekten daha güzeldir. Çünkü "sabırlı ve sadık" lafızları, ifâde ettikleri sıfatların, o kimselerin âdetleri ve huyları haline geldiğine ve onlardan ayrılmaz birer sıfat olduğuna delâlet eder. Bil ki, Allahü teâlâ'nın kulları üzerinde birçok mükellefiyetleri vardır. Sabreden kimse, bütün bu mükellefiyetleri yerine getirmeye sabreden kimsedir. Sonra kul, bu taatların dışında, kendisine başka taatları da mecbur kılar. Bu da, mesela bir taata başlamış olması sebebiyle olabilir. Bu mertebenin en üst derecesi, kendi kendine bir taatı mecbur kılan insanın, onu kendine vacib kılmada nefsini sâdık çıkarması gerekir. Bu da, kendine vâcib kıldığı şeyi tam bir şekilde yapması ile olur. Sâdık olma derecesi, sabır derecesinden sonra olduğu için, Cenâb-ı Allah âyette önce sabredenleri, sonra da sâdıkları zikretmiştir. Daha sonra Hak teâlâ, bu iki nevi tâata devam etmeye teşvik buyurarak "itaatla boyun eğenler..." demiştir. İşte bu üç lafız, böylece insanları bütün tâat çeşitlerine devam etmeye teşvik için getirilmiştir. Allahü Teâlâ, bunların peşisıra da belli tâatları zikretmiştir. Tâatların, kıymetçe en büyüğü şu iki şeydir: â) Mal ile hizmet... Buna, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ın mahlûkatına karşı şefkat etmek.." diye işaret etmiştir. Cenâb-ı Hak bu hususu, "infâk edenler" diye belirtmiştir. b) İnsanın nefsi ile hizmeti... Buna da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ın emirlerine saygı duymak.." diye işaret etmiştir. Cenâb-ı Hak bu hususu, "Seherlerde Allah'tan mağfiret isteyenlerdir" buyruğu ile belirtmiştir. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, infâk edenleri, mağfiret isteyenlerden önce zikretmiştir. Niçin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hadisinde Allah'ın emirlerine ta'zimi önce, mahlûkata şefkatli olmayı ise sonra zikretti?" denilirse, biz deriz ki: Âyet, kulun en alt basamaktan, en üst itaat basamağına doğru yükselişini göstermektedir. Bundan dolayı, bu sıra, "Seherlerde Allah'tan mağfiret isteyenler" tavsifiyle son bulmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hadisinde ise, "Allah'ın emirlerine ta'zim" ifâdesi, kulun en şerefli mertebeden, en düşük mertebeye inişini göstermek için getirilmiştir. Bu sebeple, âyette ve hadiste sıra, birbirinin tersi olmuştur. Âyette sayılan bu beş sıfat, bunların tek bir mevsûfa (şahsa) ait olacağına işarettir. Binâenaleyh bu sıfatların başlarındaki atıf harflerinin hazfi gerekirdi. Nitekim "O yaratıcı, bârî ve suret veren Allah'dır” (Haşr: 59/24) ayetinde böyledir. Fakat burada, atıf harfi olan vavlar getirilmiştir. Doğrusunu Allah bilir, fakat öyle sanıyorum ki, bu kendisinde bu sıfatlardan tek bir tanesi bulunanın da, ayetteki büyük medhin muhtevasına girdiğini ve bol mükafaata ereceğini gösteriyor. En iyisini Allah bilir. Allah'ın Meleklerinin ve İlim Ehlinin Tevhide Şehadet Etmeleri 18“Allah, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığı hakikatine, adeleti ayakta tutarak tutarak şahadet etti. Melekler ve ilim sahipleri de (şahadet ettiler). Ondan başka tanrı yoktur. O, aziz ve hakimdir" . Bil ki Allahü teâlâ, mü'minleri, "Ey Rabb'imiz, biz imân ettik..." dedikleri için medh-ü sena edince, peşisıra, imânın delillerinin aşikâr ve ortada olduğunu açıklayarak, "Allah şahadet eder ki..." buyurdu. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği ile ilgili her bilginin isbatı naklî delille mümkün değildir. Fakat böyle olmayan her ilmin naklî delille isbâtı mümkündür. Bu, melekler ve ilim sahipleri için de böyledir. Fakat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin doğruluğunu anlayıp bilmek, Allah'ın bir olduğunu bilmeye dayanmaz. Bundan dolayı Allah'ın birliğini, sırf Kur'ânî, naklî delillerle isbât etmek caizdir. Allahü teâlâ'nın Şehâdeti Bunu bu şekilde iyice anladığında biz deriz ki: Âlimler âyetinin izahı hususunda şu iki görüşü belirtmişlerdir: 1- Allah'ın ve meleklerle ilim sahiplerinin şehâdeti aynı mânâdadır. 2- Hepsi aynı manada değildir. iki şekilde izah mümkündür: Birinci görüşü şu iki şekilde izah mümkündür: a) Şahadeti, "ilme dayalı olarak haber vermek" mânâsından ibaret saymak... Bu mânâ, hem Allah, hem melekler, vermesidir. Biz, bu konuda nakli delille istidlal edilebileceğini daha önce söylemiştik. Bunun melekler ve ilim sahipleri için aynı mânada oluşu ise, hepsinin de Allah'ın bir olduğunu, eşi ve benzeri olmadığını haber vermeleridir. Bu izaha göre, âyetteki "şahâdet"ten anlaşılan mânânın, gerek Allah, gerek melekler ve gerekse ilim sahipleri için aynı olduğu sabit olmuş olur. hem de ilim sahipleri için aynıdır. Allah tarafından bu mânâda oluşu, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerim'de, kendisinin bir olduğunu ve kendisinden başka tanrı olmadığını haber vermesidir. Biz, bu konuda nakli delille istidlal edilebileceğini daha önce söylemiştik. b) Âyetteki şahadeti, "açıklayıp ortaya koyma" mânâsında anlamak... Çünkü Allahü teâlâ, kendisinin tek ilah olduğuna delâlet edecek şeyleri yaratmak suretiyle, bu şehâdeti açıklamış ve ortaya koymuştur. Melekler ve ilim sahipleri de Allah'ın tek olduğunu ortaya koymuş ve bunu hem nakit hem de aklî delillerle beyân etmişlerdir. Melekler bunu peygamberlere; peygamberler, âlimlere; âlimler de bütün insanlara açıklamışlardır. Buna göre aradaki fark, sadece açıklama ve beyan etmenin şeklindedir. Binâenaleyh açıklama ve ortaya koyma mânâsı, gerek Allah hakkında, gerekse ilim sahibleri hakkında aynıdır. Bu sebeple "şahâdet"ten anlaşılan mânânın, her iki izaha göre de aynı olduğu ortaya çıkmış olur. Bütün bunlardan maksad, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sanki şöyle demesidir: "Allah'ın birliği, kendi şahadeti ve şahadetlerine itibar edilen bütün mahlûkatının şahadeti ile sabit olmuş bir hakikattir. Bu güçlü din ve sağlam yol, hristiyanlardan ve putperestlerden kendini bilmez câhillerin karşı çıkmaları ile zayıflamasın. O halde sen ve ümmetin bu din üzere devam edin. Çünkü bu İslâm'dır. Allah katındaki din de işte bu İslâm'dır. İkinci görüş şöyle diyenlerin görüşüdür: Allah'ın kendi birliği hususundaki şahadeti, bir olduğuna dâir delilleri yaratmasından ibarettir. Meleklerle ilim sahiplerinin şahadeti ise, bunların Allah'ın birliğini ikrar edip imân etmelerinden ibarettir. Bu iki mânâdan herbiri "şahadet" kelimesi ile ifâde edilebildiği için, her ikisini de "şahadet" kelimesiyle anlatmak, garip görülecek bir şey değildir. Bunun bir benzeri de: "Şüphesiz Allah ve melekleri o peygambere salât ederler. Ey İmân edenler siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin" (Ahzâb. 56) âyetidir. Hepsi aynı lafızla ifâde edildiği halde, Allah'ın salâtının meleklerinkinden, me- leklerinkinin de mü'minlerin salâtından farklı olduğu herkesin malumudur. İmdi eğer, "Allah'ın birliğini iddia eden yine kendisidir. O halde, iddia eden nasıl bunun şahidi olur?" denilirse, buna şu şekillerde cevap verilir: 1- Hakiki şâhid, sadece Allahü teâlâ'dır. Çünkü Hak teâlâ, eşyayı yaratan ve onları kendisinin birliğine delil kılandır. Eğer o deliller olmasaydı, bu şahadet doğru olmazdı. Bu delilleri getirdikten sonra, âlimleri bunları bilmeye muvaffak kılan da O'dur. Eğer Allah'ın yarattığı o deliller olmasaydı ve Allah âlimleri onları bilmeye muvaffak kılmasaydı, âlimler o deliller sayesinde tevhid bilgisine ulaşmaktan âciz olurlardı. Durum böyle olunca, kendisinin birliğine şâhid olan, yine kendisi olmuş olur. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "De ki "şâhid olma bakımından hangi şey daha büyük?" De ki "Allah.." (Enam, 19) buyurmaktadır. 2- Ezelî ve ebedî olarak mevcud olan, Allah'tır. O'nun dışındaki varlıklar, ezelde sırf bir yokluk idiler. Yok olan, burada bulunmayana, var olan da burada bulunana benzer. Buna göre, Allah'ın dışında kalan herşey, gâib olmuş olur. Allah'ın şahadeti ile, gâib olan şeyler şâhid olmuş olur. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın bizzat kendisi, herşeyin şahidi olmuş olur. İşte bu sebeple de O, "Allah, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığı hakikatine... şahâdetetti" buyurmuştur. 3- Bu, hernekadar şahadet etme şeklinde ise de, aslında ikrar etme mânâsındadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, kendisinden başka tanrı olmadığını haber verince, O'nun dışındaki herşey O'nun kulu olmuş olur. Kerîm olan Mevlâ'ya, kullarının menfaatlarını zedelemek uygun düşmez. Buna göre bu söz, Kerîm olana keremin vâcib olması nev'inden, mahlûkatının bütün yönlerini ıslâh edip iyileştirmesinin gerektiğini İkrar etme yerine geçmiş olur. 4- İbn Abbas, âyeti (......) şeklinde, (......) kelimesini hemzenin kesresi ile; bundan sonra gelen âyeti ise, hemzenin fethası ile (......) okumuştur. Buna göre âyetin mânâsı, "Allah, kendi katındaki elinin İslâm dini olduğuna şahadet eder" şeklinde olur ki bu durumda "Kendinden başka tanrı yoktur" cümlesi, bir ara cümlesi olmuş olur. Bil ki bu dördüncü cevaba itimad edilmez. Çünkü bu kıraat, âlimlerce makbul değildir. Makbul olduğunu farzetsek bile, birinci kıraat ittifak edilen kıraattir. Binâenaleyh bu husustaki müşkil, son kıraat ile cevaplandırılamaz. Âyetteki "ilim sahiplerinden maksad, Allah'ın birliğini kat'î delillerle bilen kimselerdir. Çünkü şahadet, ancak bir bilgiye dayalı olarak yapıldığında makbul olur. İşte bundan ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Birşeyi güneş gibi iyice bildiğin zaman, şahadet et" buyurmuştur. Bu, bu yüce mertebenin ve şerefli derecenin ancak usûl âlimleri (kelâmcılar) için söz konusu olduğunu gösterir. Hak teâlâ'nın: "adaleti ayakta tutarak.." tabiri ile ilgili birkaç mesele vardır: (......) kelimesi mansubtur ve mansub oluşu hususunda şu ihtimaller söylenmiştir: 1- Hâl olduğu için mansubtur. Hâl olmasına göre şu takdirler yapılmıştır: a) Bunun takdiri, "Allah, adaleti ayakta tutarak, ... şahadet etti" şeklindedir. b) bunun, lafzının hâli olması da caizdir. Takdiri ise, Adaleti ayakta tutan O'ndan başka ilâh yoktur" şeklinde olur. Bu çeşit hallere, "hâl-i müekkide" denir.bdullah cesur bir şekilde bize geldi" ve Abdullah'tan başka cesur adam yoktur" demen gibi... 2- Bu kelimeninkelimesinin sıfatı olması... Buna göre takdir: "O'ndan başka, adaleti ayakta tutan bir ilâh yoktur" şeklindedir. Bu, uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Araplar, sıfatla mevsûfun arasını ayırabiliyorlar. 3- Medh üzere mansubtur Buna göre eğer "Medih'ten ötürü mansub olan kelimenin marife olması gerekmez mi? Meselâ "Hamd Allah'a mahsustur. Hamîd olan Allah'ı (övüyorum)" sözünde olduğu gibi..?" denilirse, biz deriz ki: Bu bazan nekire olarak da gelebilir. Nitekim Sibeveyh şu şiiri isnad etmiştir: "Ve, linetlerden hâil yakası bağrı açık, gulyabaniler gibi olan emzirici kadınlara sığınır." İkinci Mesele (......) ifâdesi hakkında şu iki görüş de ileri sürülmüştür: 1- Bu, mü'minlerin hâlidir. Buna göre mânâ: "Bu ahadeti yerine getirmede adaleti ayakta tutma ilim sahiblerinden herbirinin hâti olduğu hâlde onlar, şahadet ederler" şeklindedir. 2- Müfessirlerin ekserisinin görüşü olup, buna göre bu kelime "Allah" lafzından hâldir. (......) tabiri, "adaleti ayakta tutup, yerine getirerek" manasındadır. Nitekim "Falanca, işleri idare eden, yani, onları dosdoğru yürütendir" denilir. Bil ki, bu adaletten, dünya ile ilgili olanlar ve din ile ilgili olanlar vardır. Dünya ile ilgili olanlar hususunda, önce Allah'ın, insanın uzuvlarını nasıl yarattığına bir bak! O zaman Allah Tealâ'nın, bunda da âdil olduğunu anlarsın. Sonra insanların güzel ve çirkin, zengin ve fakir, sıhhatli ve hasta, uzun ömürlü ve kısa ömürlü, lezzet ile elemler bakımından farkı farklı oluşlarına bir bak ve bütün bunların Allah'ın adaleti, hikmeti ve doğru işi neticesi olduğuna kesin inan. Sonra maddelerin ve feleklerin nasıl yaratılmış olduklarına ve herbirinin belli hususî bir mikdar ile takdir edilmiş olduklarına bak ve bütün bunların bir hikmet ve isabet olduğuna kesin hükmet. Din ile ilgili adalet hususunda, insanların ilim ve cehalet, zekâ ve aptallık, hidâyet ve azgınlık bakımlarından farklı oluşlarına bak ve bütün bunların bir âdâlet ve denge neticesi olduğuna kesin hükmet. Keşşaf sahibi burada, Mu'tezilî itikadına taassubla yapışarak âyetin, İslâm'ın "adl ve tevhid"den ibaret olduğuna delâlet ettiğini iddia etmiştir. Halbuki o zavallı, bu gibi şeyleri bilemez. Fakat o, fuzûlî bir adam olup, bilmediği şeylere dalar. O, âyetin, Allah'ı görmeyi caiz görenler ile cebr itikadında olanların, Allah'ın dini olan İslâm dinî üzere olmadıklarına delâlet ettiğini ileri sürmüştür. Hayret, şaşılacak şey! Mu'tezile'nin ileri gelenleri, ömürlerini, "Allah görülebilecek olsaydı, bir cisim olması gerekirdi" iddialarına delil aramakla harcamışlar ve bu hususta kat'î aklî bir münasebet olmaksızın, şahide başvurmaktan başka bir şey bulamamışlardır. İlmin kokusunu alamayan o zavallı, böyle bir delili nereden bulacak? Cebr ile ilgili hadîse gelince, o miskinin buna dalması, " kendini ilgilendirmeyen bir konuya dalması demektir. Çünkü O, Allahü teâlâ'nın bütün cüz'iyyâtı bildiğini, insanın da Allah'ın ilmini (bildiğinin aksini yaparak) cehle döndürmesinin mümkün olamayacağını kabul ettiğine göre, o da cebr inancını itiraf etmiş olur. O nerede, böyle meselelere dalma nerede!... Allahü teâlâ sonra, "O'ndan başka tanrı yoktur" buyurmuştur. Bu cümlenin âyette tekrar edilmesi, şu incelikleri ifâde eder: a) Âyetin takdiri, "Allah kendisinden başka ilah olmadığına şahadet etmiştir. O, buna şahadet edince, kendisinden başka ilâh olmadığı doğru olmuş olur" şeklindedir. Bunun bir benzeri de, "Delil Allah'ın bir olduğunu göstermektedir. Durum her ne zaman böyle olsa, Allah'ın birliğine hükmetmek doğru olur" sözüdür. b) Allahü teâlâ, kendisinin kendinden başka ilâh olmadığına şahadet ettiğini, melekler ile ilim sahiplerinin de buna şahadet ettiklerini haber verince mânâ şöyle olmuştur: Sanki O şöyle demiştir: "Ey Muhammed ümmeti, sizler Allah'ın ve melekler ile ilim sahiplerinin şahadetine uygun şekilde, "Allah'tan başka tanrı yoktur" diyerek şahadet getirin. Böylece bu tekrardan maksad. bu cümleyi, onların şahadetlerine uygun bir şekilde söylemeyi emretmektir. c) Bu tekrarın faydası, müslümana, her zaman bu kelimeyi tekrarlamasının gerektiğini bildirmektir. Çünkü insanın sözlerinin en kıymetlisi bu kelime-i tevhiddir. Binâenaleyh insan çoğu zamanında bu kelimeyi söyleyip tekrar etmekle meşgul olursa, en kıymetli ibâdetle meşgul olmuş olur. Bundan dolayı âyetteki tekrardan maksad, kulları bu kelimeyi tekrar tekrar söylemeye teşvik etme olur. d) Allahü teâlâ, cümlesini birinci olarak, ibâdete yalnız kendisinin layık olduğunu bildirmek için; ikinci olarak da kendisinin adaletle hükmedeceğini ve zulmetmeyeceğini bildirmek için zikretmiştir. Cenâb-ı Hak (O), aziz ve hâkimdir" buyurmuştur. "Azîz", Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin, "hakîm" ise ilminin mükemmelliğine işaret etmektedir. İlâhın, ancak bu iki sıfatla ilâh olması mümkündür. Çünkü ilâhın adaleti ayakta tutması, ancak ihtiyaçların hepsinin mikdarını bilip, mahlûkatın işlerini yaratmaya kadir olmakla tam olur. Allah "azîz" vasfını "hakîm" vasfından önce getirmiştir. Çünkü O'nun kudretini bilmek, istidlal yolu ile bilgi etmede, O'nurı âlim olduğunu bilmeden önce gelir. İstidlali bilgilerde bu önce olduğu için ve hitap istidlal eden insanlara yapıldığı için, Allah, izzet sıfatını hikmet sıfatından önce zikretmiştir. Allah Katında Geçerli Din İslâm'dır 19"Allah katında gerçek din, İslâm'dır. Hitap verilenler, kendilerine İlim geldikten sonra, ancak aralarındaki hasedden dolayı ihtilafa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse (bilsin ki) Allah, hesabı pek çabuk görendir" . Cenâb-ı Allah'ın "Allah katında gerçek din İslâm'dır" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: Kıraat imamları, -Kisâî hâriç- baştaki hemzeyi meksur olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Kisâî ise, meftuh olarak okumuştur. Ekseriyetin kıraatinin ebebi açıktır. Çünkü bu âyetten önceki söz, tamamlanmıştır. (Bu yeni bir sözdür.) Kisâî'nin kıraatinin izahı hususunda nahivciler şu üç görüşü zikretmişlerdir: a) Bunun takdiri, Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına, Allah katında gerçek dinin İslâm olduğuna şahadet etmiştir" şeklindedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın bir olması, gerçek dinin İslâm olmasını gerektirir. Zira İslâm dini, Allah'ın vahdaniyetini de içine almaktadır. b) Bunun takdiri, "Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına ve Allah katında gerçek dinin İslâm olduğuna şahadet etmiştir" şeklindedir. c) Basralılara göre, ikinci cümle, birinci cümlesinden bedeldir. Biz, İslâm dininin tevhidin kendisini içine aldığını söylersek, bu senin "Zeyd'in kendisini dövdüm" demen gibi olur. Eğer, "İslâm dini tevhidi içine alır" der isek, bu, senin "Zeyd'e yani başına vurdum" sözün gibi, bedel-i istimal kabilinden olur. -Binâenaleyh şayet, "Bu izaha göre, "Allah" isminin yeniden bu cümlede getirilmesinin göz ardı edilmiş olması gerekir. Bu, Zeyd'e yani Zeyd'in başına vurdum" denilmesi gibi olur.?" denilir ise, biz deriz ki, Araplar bazan zamirin yerine açık ismi getirirler. Nitekim şâir:"Ölümü, hiçbir şeyin ölümü geçemediğini görüyorum" demiştir. Bunun misalleri pek çoktur. Ayetin, kendinden önceki âyetle irtibatı, (......) şeklinde okuyanlara göre şöyledir: "Allah, kendisinden başka ilâh olmadığı ve katında gerçek din İslâm olduğu için şahadet etmiştir. Çünkü İslâm tevhid dinidir. Allahü teâlâ da bu tevhide şahadet ettiği için, Allah katında gerçek dinin İslâm olması gerekmiştir." Âyeti, (......) şeklinde okuyanlara göre ise, Allahü teâlâ tevhidin, bizzat kendisinin, meleklerin ve ilim sahiplerinin doğruluğuna şahadet ettiği bir din olduğunu beyân buyurmuştur. Her ne zaman durum böyle olursa, Allah katında gerçek dinin İslâm olduğunun söylenmesi gerekir. Arapçada "Din" "Karşılık, mükâfaat ve ceza demektir; verilen mükâfaatın sebebi oldukları için yapılan ibâdetlere de "din" denilmiştir. İslâm'ın Manası, İmân Ve İslâm "İslâm" kelimesinin Arapçada üç mânası vardır: a) İslâm: İslâm'a, yani boyun eğip itaata girmeden ibarettir. Nitekim Cenâb-ı Hak, buyurmuştur, yani "Size boyun eğip uyanlara...... "mü'min değilsin" demeyiniz" (Nisa, 94). b) "silm'e giren" yani "barışa giren" demektir. Bu tıpkı Arapların, "Bir yerde uzun zaman kaldı ve kıtlığa düştü" sözleri gibidir. "Silm" kelimesi, selâmet (kurtuluş) mânâsındadır. c) İbnu'l-Enbârî şöyle demiştir: "Müslim" kelimesi, ibâdetini sırf Allah için yapan mânâsındadır. Bu, Arapların O, falancaya hastır" sözlerinden alınmıştır. Buna göre "İslâm" kelimesinin mânâsı: Dini ve inancı sırf Allah'a has kılma ve yapma demektir. Lügâvî bakımdan, "İslâm" lafzının izahı bundan ibarettir. "İslâm"ın şeriat örfündeki mânâsı "imân"dır. Bunun delili şu iki şeydir: 1- Tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyet. Çünkü "Allah katında gerçek din İslâm'dır" buyruğu, Allah katında makbul olan dinin sadece İslâm olduğunu gösterir. Binâenaleyh eğer imân, İslâm'dan başka birşey olsaydı, imânın Allah katında makbul bir din olmaması gerekirdi. Bunun böyle olmadığında ise bir şüphe yoktur. 2- Hak teâlâ'nın, "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz" (âli imran, 85) âyetidir. Eğer imân, İslâm'dan başka birşey olsaydı, imânın da Allah katında kabul olunmayan bir din olması gerekirdi. Buna göre şayet, "Bedeviler, "imân ettik " dediler. De ki: "Siz imân etmediniz. Fakat (bari) "Müslüman olduk" deyin.." (Hucurat. 14) âyeti, İslâm'ın imândan başka birşey olduğu hususunda açık bir ifâdedir" denilir ise, biz deriz ki: Yukarıda da açıkladığımız gibi, lügâvi bakımdan İslâm, inkiyad edib boyun eğme mânâsındadır. Münafıklar da kılıç korkusundan ötürü, zahiren inkiyâd edip müslümanların isteklerine uyunca, görünüşe göre onlardan da İslâm tahakkuk etmiş olur. Zahiren İmânları da bulunmuş olur. Çünkü Hak teâlâ: "Müşrik kadınları, onlar îmân etmedikçe nikahlamayınız ' (Bakara, 221) buyurmuştur. Üzerinde hüküm yürütülebilecek imân, zahiren yapılan ikrardır. Buna göre, İslâm ile imân bazan zahire göre, bazan da hakikata göre nazâr-ı dikkate alınmıştır. Münafık için zahirî bir İslâm bulunup, kalbi Allah'ın dinine inkiyâd etmediği için, bâtınî bir İslâm bulunmayınca, âyetin mânâsı şöyle olmuş olur: "Siz kalben ve içinizden müslüman olmadınız. Fakat zahiren "Müslüman olduk" deyiniz." Allah en iyisini bilendir. Cenâb-ı Allah: "Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, sırf, kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) Allah hesabı pek çabuk görendir " buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Ehli Kitabın Aralarında İhtilafa Düşmeleri Âyetten maksat, Cenâb-ı Hakk'ın, delilleri izah ettiğini, şüpheleri giderdiğini, kendilerine kitap verilenlerin ise, ancak kendi kusurları sebebiyle inkâra sapmış olduklarını açıklamaktır. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kitap verilenler... ihtilâf etmedi" ifâdesinde birkaç izah bulunmaktadır: a) Bunlardan murad, yahudilerdir. Yahudilerin ihtilâfları ise şudur: Hazret-i Musa'nın vefatı yaklaştığı zaman, Tevrat'ı yetmiş âlime teslim eder ve onları Tevrat'ın bekçileri yaparak, Yûşa'yı da halef bırakır. Aradan birkaç nesil geçince, bu yetmiş âlimin oğulları, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki hased ve ihtiras sebebiyle Tevrat hakkında ihtilâfa düşerler ve dünya arzusundan dolayı birbirlerine hased ederler. b) Bunlardan murad, hristiyanlardır. Düştükleri ihtilaf ise, Allah'ın kulu ve resulü olduğuna dair kendilerine ilim geldikten sonra, Hazret-i İsa'nın durumu hakkındaki ihtilâflarıdır. c) Bunlardan murad, yahudî ve hristiyanlardır. Bunların ihtilâfları ise, yahudilerin "Uzeyr Allah'ın oğludur!" demesi; hristiyanların da, "Mesih Allah'ın oğludur" demesi, böylece Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkâr etmeleridir. Öte yandan da, "Peygamberliğe, bizler Kureyş'ten daha lâyıkız; çünkü onlar ümmîdirler; bizler ise, Kitap sahibiyiz!" şeklinde görüş öne sürmeleridir. Ancak kendilerine İlim gelditen sonra" ifâdesinden murad ise, "şayet iyicetetkik edip düşünselerdi, kendileri için bir ilim hasıledecek deliller onlara geldikten sonra..." şeklindedir. Çünkü biz, bunu (delillere değil de) ilme hamletseydik, onlar inatçı olmuş olurlardı. Büyük bir topluluk hakkında ise inat, doğru olmaz. Bu âyet, ehl-i kitabın tamamı hakkında gelmiştir ki, onlar da büyük bir toplulukturlar. "ihtirastan dolayı" kelimesinin mansûb olması hakkında iki görüş vardır: a) Ahfeş'in görüşü: Buna göre bu kelime "mefûlün leh" olduğu için mansûbtur. Yani, "hasetleri sebebiyle, ihtirasları için" demektir. Bu senin şöyle demene benzer: "Sana, hayrı talep ve kötülüğü men etmek için geldim!" b) Zeccâc'ın görüşü: Buna göre bu kelime, mânâ yoluyla masdar olduğu için mansûbtur. Çünkü "Kendilerine kitap verilenler azmadı..." ifâdesi yerine kâimdir. Böylece de âyetteki (......) kelimesi masdar yapılmıştır. Mef'ûlün leh ile masdar arasındaki fark şudur: Mef'ûlün leh, fiilin gayesidir. Masdar ise, failin ortaya koyduğu bir mef'ûl-ü mutlakdır. Ahfeş, Hak teâlâ'nın (......) ifâdesinin, O'nun (ihtilâf etti) sözünün mef'ûlü olup, takdirinin ise, "Onlar aralarında hasetten dolayı, ancak, aralarında bir hased vesilesi olarak kendilerine ilim geldikten sonra ihtilâf ettiler" şeklinde olduğunu söylemiştir. Onun dışındakiler ise mânânın, "Onlar ancak, kendilerine ilim geldikten sonra, ve de sırf aralarındaki azgınlık ve hased ve tecâvüzden dolayı ihtilâf ettiler" şeklinde olduğunu söylemiştir. Kaffâl ise şunu söylemiştir: Bu ikincisi birincisinden daha güzeldir; çünkü birincisi, onların kendilerine gelmiş olan ilim sebebiyle ihtilâfa düştüklerini vehmettirirken, ikinci görüş de onların ancak, hased ve azgınlıklarından dolayı ihtilâfa düşmüş olduklarını ifâde eder. Allahü teâlâ daha sonra "Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) Allah hesabı pek çabuk görendir" buyurmuştur. Bu, bir tehdittir. Bu tabir hakkında iki izah şekli vardır: a) Bunun mânâsı, "Âyetleri inkâr eden kimse, çarçabuk Allah'a varır, Allah da onu hesaba çeker, yani küfründen dolayı onu cezalandırır" şeklindedir. b) "Allahü teâlâ, amelleri her ne kadar çok olsa da o kimseye, âmellerini, günahlarını ve muhtelif inkârlarını süratli ve eksiksiz bir şekilde bildirecektir " demektir. Ehl-i Kitap Karşısındaki Tutum 20"Eğer seninle mücâdele ederlerse, (şöyle) de: "Ben, bana tâbi olanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim etmişimdir." Kendilerine kitap verilenlerle ümmîlere de de ki: "İslâm'a girdiniz mi?" Eğer İslâm'a girerlerse, muhakkak ki doğru yolu bulurlar. Eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Allah, kullarını hakkıyla görücüdür" . Bil ki, Allahü Teâlâ daha önce, ehl-i kitabın kendilerine ilim geldikten sonra ihtilâf ettiklerini ve buna rağmen küfürlerinde ısrar ettiklerini zikredince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e onlarla olan mücadelesinde onlara söyleyeceği şeyi beyân ederek;"Eğer seninle mücadele ederlerse, (şöyle) de: Ben kendimi Allah'a teslim etmişimdir." Bu sözün zikredilmesinin sebebi hususunda iki izah şekli vardır: Birinci şekil: Bu, onlarla mücadele etmekten yüz çevirmeyi ifâde eder. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyet nazil olmadan önce, kendisinin sıdkına dair hüccet ve delilleri defalarca ve muhtelif şekillerde onlara göstermişti. Zira bu sûre Medenî'dir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, Kur'ân-ı Kerim, ağacın duâ etmesi, kurdun konuşması vb. şekillerde onlara mucizeler göstermişti. Yine Cenâb-ı Allah bu âyetten önce, İslâm dininin doğruluğuna dair âyetler de zikretmişti. Bu âyetlerin birincisi, Allahü Teâlâ'nın, "O hayydır, kayyûmdur" (Al-i imran, 2) sözüyle ilâhlığı konusunda hristiyanların sözlerinin bozuk ve fasit olduğuna dair zikrettiği hüccet ile, Hazret-i Peygamberin nübüvvetinin doğruluğuna dair, "Sana, bir hak olarak kitabı indirdi" (Âl-i İmran. 3) sözüyle zikretmiş olduğu hüccettir. Allahü teâlâ ayrıca onların şüphelerini zikretmiş, bunların hepsine, daha önce de açıkladığımız gibi cevap vermiştir. Sonra onlara, (Âl-i İmran. 13) âyetinin tefsirinde de açıkladığımız şekilde, Bedir günü müşahede ettikleri başka mu'cizeleri de zikretmiştir. Sonra, "Allah şu hakikati, kendinden başka hiçbir İlâh olmadığını açıkladı" (Âl-i İmran, 18) sözüyle, tevhîd konusundaki sözünün doğruluğunu beyân edip, Allah'ın bir zıddı, benzeri, eşi ve çocuğu bulunmadığını açıklamıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, bu yahudi ve hristiyanların haktan sapmalarının ve din konusundaki ihtilâflarının, ancak onların azgınirk ve hasetlerinden ötürü olduğunu bildirmiştir. İşte bu açıklamalar, eğer onlar ihlas sahibi olsalardı, onları Hakk'a boyun eğmeye ve deliller üzerinde tefekküre sevkederdi. Böylece kâfir fırkalarının aleyhine hüccet getirme sebeplerinin tamamı, hiçbir şey kalmaksızın meydana gelmiş, bulunmuştur. İşte bundan sonra Allahü teâlâ: "Ben, bana tâbi olanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim etmişimdir" buyurmuştur. Yani, "Biz delilleri ve apaçık hüccetleri iyice açıkladık. Eğer siz taassub ve hasedi bırakır da bunlara sarılırsanız, sizler de hidâyete ermiş olursunuz. Şayet bu delil ve hüccetlerden yüz çevirirseniz, muhakkak ki Allah sizi cezalandırır." İşte bu te'vil, bütün sözlerde alışılmış bir yöntemdir. Zira, hakkı savunan kimse, inatçı ve bâtıldan yana olan birisiyle karşı karşıya gelip de, ona karşı birbiri ardınca hüccetleri sıraladığında, sonunda şöyle der: "Ben ve bana uyanlar, hakka inkiyâd edip ona teslim oluyor, Allah'a kulluk etmeye yöneliyoruz. Binâenaleyh, getirdiğim bunca delillerden sonra bana uyar ve üzerinde bulunduğum Hakk'a ittibâ ederseniz, hidâyete ermiş olursunuz; eğer böyle olmaktan yüz çevirirseniz, şunu bilin ki Allah hakkıyla görüp gözetendir." İşte, Hak'tan yana olup da delil getiren kimsenin, inatçı ve bâtıldan yana olan kimseye karşı en son söyleyeceği şey, başvuracağı metod budur. İkinci şekil, şöyle dememizdir: Hak teâlâ'nın: "Kendimi Allah'a teslim etmişimdir" sözü, bir delil getirme ve onu ortaya koymadır. Bunu şu şekillerde açıklayabiliriz: Birinci vecih: Ehl-i kitap, Allah'ın varlığını, O'nun ibâdete müstehak olduğunu kabul ediyorlardı. Buna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sanki, ehl-i kitaba şöyle demek istemiştir: "Bu, hepimizin anlaştığı bir husustur. Buna göre ben, üzerinde anlaşmış olduğumuz miktara tutunuyor ve insanları buna davet ediyorum. Aramızdaki ihtilâf bu konularda değildir. Sizler, iddiacı makamındasınız. O halde iddialarınızı isbât etmeniz gerekir.." Çünkü yahudiler, teşbîh ve tecsimi; hristiyanlar, Hazret-i İsa'nın Hanlığını; müşriklerse putlara ibâdet etmenin şart olduğunu iddia ediyorlardı. Binâenaleyh bunları iddia eden kimselerin, bunları isbât etmeleri gerekir. Ama bana gelince, ben sadece Allah'a itaat etmenin ve O'na kullukta bulunmanın farz olduğunu söylüyorum ki, bu hususta siz de aynı görüştesiniz." Bu âyetin bir benzeri de, Hak teâlâ'nın: "De ki: "Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müsâvî olan bir kelimeye yani şuna gelin: "Allah'dan başkasına tapmayalım.." (Al-i imran, 64) âyetidir. İkinci vecih: Ebü Müslim el-İsfehanî'nin söylediği şu husustur: Yahudi, hristiyan ve putperestler, bazı yasa ve hükümler hariç, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in büyüklüğünü, O'nun sözündeki haklılığını ve dinindeki sıdkını kabul ediyorlardı. Böylece Allahü teâlâ Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Hazret-i İbrahim'in dinine tâbi olmasını emretmiş, ve "Sonra sana, "Bir muvahhid müslüman olarak İbrahim'in dinine uy!" diye vahyettik" (Nahl, 123)diye buyurmuştur. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, burada bu mevzuda, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Hazret-i İbrahim'in söylediği söz gibi söylemesini emretmiştir. Çünkü Hazret-i İbrahim, "Şüphesiz ki ben, bir muvahhid olarak yüzümü, o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim" (En âm, 79) demişti. Buna göre Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kendimi teslim etmişimdir" (Enam, 79) sözü, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in "Yüzümü yönelttim" desi gibidir. Yani, "Allahü Teâlâ'nın dışındaki bütün her nev'i mâbûddan yüz çevirip, ibâdetimle sırf Allah'a yöneldim ve ibâdeti sırf O'na has kıldım" demektir. Buna göre âyetin takdiri şöyledir Allahü teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ya Muhammed, eğer onlar seninle bu tafsilatlı meselelerde tartışırlarsa de ki: "Ben, Hazret-i İbrahim'in yoluna yapışmışım, O'nun yolundayım! Sizler de O'nun yolunun hak olduğunu ve her türlü şüphe ve töhmetten uzak olduğunu kabul ediyorsunuz..." Buna göre bu, ilzâmî delillere tutunmak kabilinden olur ve Hak teâlâ'nın: "Onlarla mücadeleni en güzel bir şekilde yap" (Nahl, 125) buyruğunun kapsamına girmiş olur. Üçüncü vecih: Bu konuyu yazarken hatırıma gelen, şu husustur: "Allahü Teâlâ bu âyetten önce, "Allah katında gerçek dinin İslâm olup, başkası olmadığını" belirtmişti. Sonra da O, "Eğer seninle mücadele ederlerse..." buyurmuştur. Bunun m, ânâsı, "Yani, "Allah katında gerçek dinin İslâm olduğunu" söylemen konusunda seninle mücâdele ederlerse, de ki bunun delili, kendimi Allah'a teslim etmiş olmamdır... Bu böyledir, çünkü dinden maksad Rubûbiyyetin gereklerini bihakkın yerine getirmektir. Ben zâtımı Allah'a teslim edip, O'ndan başkasına ibâdet etmeyip, hayrı sadece O'ndan bekler, sadece O'nun hüküm ve hükümranlığından korkar ve başkasını da O'na ortak koşmazsam, işte bütün bunlar O'nun Rubûbiyyetinin ve benim ubûdiyyetimin gereklerini bihakkın yerine getirme, vefa gösterme olur." Böylece, kâmil dinin İslâm olduğunu söylemek sahih olur. İşte, bu izah da âyete münasip ve uygun düşer. Dördüncü vecih: Hatırıma şu da gelmiştir: Bu âyet, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'den naklettiği, "Babacığım, işitmeyen, görmeyen, sana hiçbir faydası olmaz şeylere niye tapıyorsun?" (Meryem, 43) sözüne münasiptir. Yani, "İbâdet ancak fayda ve zarar verebilen, işimi, kudret elinde; hükmümü ise, kudret kabzesinde tutan bir varlık için caizdir" demektir. Çünkü hristiyanlardan herbiri, Hazret-i İsa'nın bu tür şeylere kadir olamıyacağını bilince Hazret-i İsa'ya teslim olup, ona inkiyâd etmem aklen mümkün olmaz.. Ben, zâtımı ancak, hayır ve şerrin, fayda ve zararın, tedbir ve takdirin kendisinden sudur ettiği zâta teslim ederim... Beşinci vecih: Bu ifâdenin, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Rabb'i O'na: "(Kendini Hakk'a) teslim et" dediği zaman O, "Alemlerin Rabb'ine teslim oldum" demişti" (Bakara, 131) sözündeki metoduna bir işaret olması da muhtemeldir Bu, İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Hak teâlâ'nınl "Kendimi Allah'a teslim etmişimdir" sözüne gelince, bunda birkaç izah şekli bulunmaktadır: a) Ferrâ, bunun mânâsının, "ibâdet ve amelimi sırf O'na tahsis ettim" şeklinde olduğunu; "sırt O'nun için yaptım, O'na başkası ortak olmadı" mânâsında da, tl denildiğini belirterek şöyle der: "Buradaki yüz, zât) kelimesinden maksat, Hak teâlâ'nın tıpkı:, der. Yine kendisinden geri dönemiyeceği bir şeye dalan kimseye de, "yüz üstü gitti" denilir. b) Bu tabirin mânâsı, "işimin ve ibâdetimin özünü Allah'a teslim ettim" demektir. Buna göre mânâ, "Benden sadır olan her ameli yapmamın yegâne sebebi, Allah'a kulluk, O'nun ulûhiyyetine ve hükümlerine inkiyâddır " şeklindedir. c) Bu tabirin mânası, "Kendimi Allah'a adadım" demektir. İbâdet hususunda, kişinin kendisini Allah'a adamasından daha yüce bir makam bulunmaz. Böylece insan kendisini Allah'a ibâdete vermiş, Allah'ın dışındaki herşeyden yüz çevirmiş gibi olur. Cenâb-ı Hakk'ın: "Vebana tâbi olanlar., ."buyruğuna gelince, bunda iki mesele vardır: Âsim, Hamza ve Kisâî kesre ile yetinip, Hazret-i Osman Mushafı'na ittibâ ederek, yâ harfini hazfedip şeklinde; diğer kıraat imamları ise, kelimenin aslını gözeterek (......) şeklinde okumuşlardır. Bu ifâdenin başında (......) lafzı, O'nun (......) ifadesindeki tâ harfine atfedildiği için, mahallen merfûdur. Yani mâna, "Bana tabî olan da, kendisini Allah'a teslim etmiştir" şeklindedir. İmdi şayet, "Cenâb-ı Hak (......) değil de, niçin (......) buyurmuştur?" denilirse biz deriz ki: Söz O'nun ifadesiyle uzayınca, (araya bu söz girince), bu ifâde muttasıl zamirin te'kidi yerine geçmiş olur. Şayet meselâ, "Ben, evet ben ve Zeyd teslim olduk!" denilmeyip de, '.ıi "Teslim oldum, Zeyd de..." denilmiş olsa güzel olmaz, doğru olmaz. Ama "Bugün ben ve beraberimde gelenler, gönül rahatlığıyla teslim olduk" denilirse, doğru ve güzel olur. Sonra Hak teâlâ: "Kendilerine kitap verilenlerle ümmilere de de ki: "İslâm'agirdiniz mi?" buyurmuştur. Bu hususta da birkaç mesele vardır: Âyet, Hazret-i Muhammed'in dinine muvafık olmayan, uymayan kimselerin tamamını kapsamaktadır. Bu böyledir, çünkü onların bir kısmı, yahudi ve hristiyanlar gibi kitap ehli olma davalarında ister haklı olsunlar, isterse davalarında mecüstler gibi yalancı olmuş olsunlar, ehl-i kitaptırlar; onların bir kısmı ise, ehl-i kitaptan değillerdir ki, bunlar da putlara tapan müşriklerdir. Şu iki sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, müşrik Arapları "ümmî" diye tavsif etmiştir: a) Onlar ilâhî bir kitaba sahip olduklarını iddia etmedikleri için, okuma ve yazma bilmeyen kimselere teşbih edilerek, ümmî diye tavsif edilmişlerdir. b) Bundan murad, onların okuyup yazması olan kimselerden olmayışlarıdır. Bu okuyup yazmama işi, onların galip sıfatlarıdır. Onların içinde okuyup yazması olanlar bulunsa bile, bu onlar arasında pek nadir olan bir husustur. Allah en İyisini bilendir. Bu âyet, Hak teâlâ'nınakkında umûmî bir ifâde olduğunu gösterir. Çünkü, kendilerine bir kitap indirildiğini kabul edenler, O'nun: "Kendilerine kitap verilenler..." tavsifinin; kitabı olmayanlar da, O'nun "ümmîler.." tavsifinin muhtevasına dahildirler. Sonra Cenâb-ı Hak:"İslâm'a girdiniz mi?" buyurmuştur. Bu ifâdenin başındaki istifham hemzesi, istifhâm-ı takriridir. Bundan maksat, teslim olmayı emirdir. Nahivciler şöyle demişlerdir: Hak teâlâ emri, istifham şeklinde getirmiştir. Çünkü bu ifâde, fiilin yapılmasını isteme, buna davet etme hususunda bir emir gibidir. Ancak, emri bir istifham cümlesiyle ifâde etmedeki mânâ daha çoktur. Bu da, muhatabın inatçı olduğunu, insaftan uzak bir kimse olduğunu anlatmaktır. Çünkü âdil ve insaflı kimseye bir hüccet ve delil izhâr edilince, hiç beklemeksizin hemen o anda onu kabul eder. Bu senin, meseleyi kendisine iyice izah edip, her türlü açıklamayı yapmış olduğun kimseye, "Meseleyi anladın mı?" demen gibidir. Çünkü bu ifâdede, muhatabın anlayışının kıt olduğuna bir işaret bulunmaktadır. Nitekim Hak teâlâ, içkiyle ilgili âyetin sonunda "Vazgeçtiniz değil mi?" (Maide, 91) buyurmuştur. Bu tabirde onların yasaklanan şeyden vazgeçmek istemediklerine ve ona karşı aşırı bir istek duyduklarına bir işaret bulunmaktadır. Allahü teâlâ daha sonra, "Eğer İslâm'a girerlerse, muhakkak ki doğru yolu bulurlar" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü İslâm, Allah'ın kendisine ilettiği, hidâyet ettiği şeylere sımsıkı sarılmaktır. Allah'ın hidâyetine sarılan ise, hidâyete ulaşmış olur. Bu ifâdenin, "Eğer İslâm'da sebat ederseniz, âhirette kurtuluşa ve necata ulaşırsınız" mânasında olması da muhtemeldir. Sonra, Cenâb-ı Hak buyurmuştur. Yani, "İslâm 'a girmekten ve sana ittibâ etmekten yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir" demektir. Bundan maksat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli edip, O'nun vazifesinin sadece delilleri tebliğ ederek, onları açıklamak olduğunu anlatmaktır. O, getirmiş olduğu Kur'ân'ı tebliğ edince, üzerine düşeni bihakkın ifâ etmiş olur. Onların kabul edip etmemesi, ona ait bir şey değildir. Allahü Teâlâ daha sonra "Allah, kullarını hakkıyla görendir" buyurmuştur ki, bu da bir va'ad ve vaîd ifâde eder ve bunun mânâsı da açıktır. 21Âyetin tefsiri için bak:22 22"Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberleri öldürenler ve nsanlardan adaleti emredenlerin canına kıyanlar yok mu? Onları çok cıklı bir azâb ile müjdele. İşte onlar öyle kimselerdir ki, yaptıkları, dünyada da, âhirette de boşa gitmiştir. Onların hiçbir yardımcısı da yoktur" . Bil ki Allahü teâlâ daha önce, "Eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir" âyeti ile, İslâm'ı kabul etmeyip yüzçevirenlerin durumunu zikredince, bunun peşinden bu yüzçevirenlerin sıfatlarını getirerek, şü üç sıfatı zikretmiştir: Allah'ın Yolundan Yüz Çevirenlerin Başlıca Sıfatları Birinci sıfat: Hak teâlâ'nın "Allah'ınâyetlerini inkâr edenler" vasfıdır. Eğer, "Âyetin zahiri, onların Allah'ın bütün âyetlerini inkâr ettiklerini ifâde ediyor. Halbuki yahudi ve hristiyanlar böyle değiller. Çünkü onlar, yaratıcı olan Allah'ı, Allah'ın ilmi ve kudreti ile âhireti kabul ederler?" denilir ise, biz deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap verilir: 1- Biz bu sözdeki "Allah'ın âyetleri"ni, daha önce bahsedilmiş olan Kur'ân ve Hazret-i Muhammed mânâsına alabiliriz. 2- Bu tabiri, umûm üzere bırakır ve şöyle diyebiliriz: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini inkâr eden kimse, Allah'ın bütün âyetlerini inkâr etmiş olur. Çünkü bu hususta tenakuza düşen kimse, Allah'ın hiçbir âyetine imân etmiş olmaz. Zira eğer o, herhangi bir âyete imân etmiş olsaydı, hepsine imân etmiş olurdu. İkinci sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "Haksız yere peygamberleri öldürenler..." vasfıdır. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: Hasan el-Basri, âyeti (......) şeklinde okumuştur ki, bu, mübalağayı, çokça öldürmeyi ifâde eder. Ebû Ubeyde İbn el- Cerrah (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ya Resûlallah, Kıyamet günü en şiddetli azâb görecek olan kimdir?" diye sorulduğunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bir peygamberi veya ma'rufa emredip kötülükten nehyeden bir insanı öldüren kimsedir" buyurdu, sonra da bu âyet-i kerimeyi okudu. Daha sonra ise şöyle dedi: "Ya Eba Ubeyde, İsrailoğulları günün evvelinde tek bir saatte kırküç peygamber öldürdüler. Bunun üzerine İsrâiloğullarının zâhidlerinden yüzoniki kişi kalkıp, peygamberleri öldürenlere emr-i ma'ruf nehy-i münker yapmışlar, İsrâiloğulları da aynı günün sonunda onların hepsini katletmişlerdir. İşte Allahü teâlâ'nın âyette bahsettiği kimseler bunlardar." Yine o yahudiler, Yahya İbn Zekeriyya (aleyhisselâm)'yi öldürmüş ve Hazret-i İsa'yı öldürdüklerini iddia etmişlerdir. İşte onların bu sözüne göre, kendilerinin peygamberleri öldürdükleri sabit olmuştur. Bu âyet hakkında birkaç sual vardır: Birinci sual: Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın âyetlerini inkâr edenler" vasfı gelecek hükmündedir. Çünkü bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında olup da kendileri peygamber öldürmemiş ve adaletle hükmetmemiş kimseler için bir va'îd (tehdid)dir. Öyle ise bu nasıl doğru olur? . Buna şu iki şekilde cevap verilir: 1- Bu, onların ecdadının âdeti olduğu için, bunun onlara nisbeti de doğru olmuştur. Çünkü onlar da atalarının yolunu tasvip etmiş ve benimsemişlerdir. Yine babanın işi, -oğlu ona razı olup, onun yolunda gittiği zaman- bazan oğluna da nisbet edilir. 2- Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ve mü'minleri öldürmek istiyorlardı. Fakat Allahü teâlâ, onu, onlardan korumuştur. Onlar, bunu çok istedikleri için, peygamber öldürme vasfının mecazî olarak onlara verilmesi yerindedir. Bu tıpkı "Ateş yakıcı, zehir öldürücüdür" denilmesi gibidir. Yani "Ateşe giren ve zehir içen bulunduğunda, "öldürme", bu İkisinin ayrılmaz vasfı olur" demektir.Bunda da bu, ancak böyle olur. İkinci soru: Hak teâlâ'nın, peygamberleri öldürmek zaten haksız yere olduğu halde, "Haksız yere peygamberleri öldürenler.." demesinin mânâsı nedir? Cevap: Biz, bunu Bakara sûresinde (Bakara, 61) âyetinin tefsirinde izah etmiştik. Bundan maksad, onların ne büyük bir günah işlemiş olduklarını göstermektir. Yine onların, peygamberleri öldürmedeki zulümleri ile adaleti gerçekleştirmeyi kastetmiş oldukları da söylenebilir. Üçüncü soru: Hak teâlâ'nın, "Peygamberleri öldürenler.. ilh." sözünün zahirî mânası, onların bütün peygamberleri öldürdüklerini gösterir. Halbuki onların, peygamberlerin ne tamamını, ne ekserisini ve ne de yarısını öldürmedikleri bilinen bir husustur. Cevap: "Peygamberler" kelimesinin başındaki harf-i tarif, istiğrak mânasına değil, ahd mânâsına hamledilmiştir. Üçüncü sıfat: Cenâb-ı Allah'ın: "ve insanlar içinde adaleti emredenlerin canına kıyanlar.." vasfıdır. Bu ifâde ile ilgili bir-iki mesele vardır: Sadece Hamza, buradaki "savaşırlar" şeklinde; diğer kıraat imamları ise (öldürürler) şeklinde okumuşlardır ki, her iki kıraatin mânâsı birdir. Çünkü onlar bazan savaşarak peygamberleri öldürürler, bazan da savaş olmaksızın doğrudan öldürürlerdi. Ubeyy İbn Ka'b (radıyallahü anh), bu âyeti: "Peygamberleri ve adaleti emredenleri öldürenler.." şeklinde okumuştur. İkinci Mesele Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Bu âyet, korku ve tehlike zamanlarında, emr-i ma'ruf, nehy-i münker (iyiyi yayma, kötülükten sakındırma) yapan kimselerin mertebelerinin, yücelik bakımından peygamberlerin mertebelerinin hemen peşinden geldiğine delâlet etmektedir." Bir insanın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda ayağa kalkarak: "Hangi cihad daha üstündür?" dediği, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de: "Cihadın en faziletlisi, zâlim bir hükümdara karşı hakkı söylemektir" İbn Mâce, fiten, 20 (H/1329). buyurduğu rivayet edilmiştir. Bil ki, Allahü teâlâ onları, bu üç sıfatla tavsif ettiği gibi, onları üç yönden de tehdid etmiştir: Birinci tehdid: Allah'ın: "Onları çok acıklı bir azab ile müjdele.." ifadesidir. Bununla ilgili iki mesele vardır: Bu ifâde, âyetin başındaki di edatının haberi olduğu halde, ceza ve cevap mânâsında olduğu için başına 'fâ' harfi gelmiştir. İfâdenin takdiri "Kim inkâr ederse., onları müjdele.." şeklindedir. Bu ifâde, mecazî mânâya hamledilmiştir. Bu da, o kimseleri azâbla korkutmanın, itaatkâr kimseleri nimetlerle müjdeleme yerine geçmiş olmasıdır. "Müjdeleme" hakkındaki açıklamamız (Bakara, 25) âyetinin tefsirinde geçmişti. İkinci tehdid: Hak teâlâ'nın "İşte onlar öyle kimselerdir ki yaptıkları dünyada da âhirette de boşa gitmiştir" buyruğudur. Bil ki Cenâb-ı Hak bu âyetle, kâfirlerin iyi amellerinin, mükâfaatlarının dünya ve âhirette boşa gideceğini beyân buyurmuştur. Bunların dünyada boşa çıkması, medhedilecek yerde zem, sena edilecek yerde lanet edilmesi ile olur. Yine bu dünyada boşa gitmenin manasına, öldürülmeleri, esir alınmaları, mallarının ganimet, kendilerinin köle olması gibi, o yahudilerin başına gelen apaçık zilletler de girer. Amellerinin boşa çıkması, sevabın ikâba dönüştürülmesi ile olur. Üçüncü tehdid: Allahü teâlâ'nın:"Onların hiçbir yardımcısı da yoktur" ifadesidir. Bil ki Allahü teâlâ, ilk tehdidi ile onlar için elem ve kötülük sebeplerinin toplandığını, ikincisi ile menfaat yollarının onlara tamamen kapandığını, bu üçüncü tehdid ve vaîd'i ile de, onlar için bunların, hiçbir yardımcıları ve koruyucuları olmayacak şekilde vuku bulacağını göstermiştir. Allah en iyisini bilir. 23Âyetin tefsiri için bak:25 24Âyetin tefsiri için bak:25 25"Kitaptan kendilerine bir nasip verilmiş olanları görmedin mi ki, aralarında hakem olsun diye Allah'ın kitabına çağınlıyorlar da, sonra onlardan bir zümre (o kitaba) arkalarını dönüyorlar. Onlar, yüz çevirmeyi adet edinmiş kimselerdir. Bunun sebebi şudur: Onlar, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak" dediler. Uydurdukları bu şey, dinleri hususunda onları yanıltmıştır. Onları, (kopmasında) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız ve kendilerine haksızlık edilmeyerek herkese kazandığı tastamam ödendiği zaman (halleri) nice olacak?" Bil ki, Cenâb-ı Allah: "Eğerseninle mücâdele ederlerse, (şöyle) de: "Ben, kendimi Allah'a teslim ettim" (Âl-i İmran, 20) diyerek, bu yahucli milletinin küfürdeki inadlarına dikkat çekince, bu âyette de onların inadlarının ileri derecede olduğunu açıkladı. Çünkü onlar, inandıklarını iddia ettikleri kitaba, yani Tevrat'a uymaya davet edildiklerinde, azgınlık gösterip, arkalarını dönüyorlar. Bu, onların son derece inadcı olduklarını gösterir. Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: Âyetteki "Kitaptan kendilerine bir nasib verilmiş olanları görmedin mi.." ifâdesi, bütün ehl-i kitabı içine alır. Şüphesiz ki bu, zemm (kınama) için gelmektedir. Fakat bir başka delil, ehl-i kitap'tan herkesin böyle zemme müstehak olmadığını göstermektedir. Çünkü Allahü teâlâ: "Ehl-i Kitap içinde ayakta dikilen bir topluluk vardır ki onlar gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah 'in âyetlerini okurlar" (Al-i imran, 113) buyurmuştur. "olanlar..." ifâdesinde geçen "Kitap"tan murad, Kur'ân'dan başka bir kitaptır. Çünkü Allahü teâlâ o kitabı kâfir olan yahudi ve hristiyanlara izafe etmiştir. Durum böyle olunca, o kitabın, onların hak olduğuna ve Allah katından geldiğine inandıkları kitap mânasında anlaşılması gerekir. Kitabın Hükmünden Yüz Çevirenler Hakkında Âyetin Nüzul Sebebi Bu âyetin sebeb-i nüzulü olarak birkaç rivayet zikredilmiştir: 1- İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, yahudilerden bir kadın ile bir erkek zina ettiler. Bunlar, asalet sahibi ailelerden idiler. Tevrat'ta da zinanın cezası olarak recm (taşlanarak öldürülme) hükmü var idi. Asîl oldukları için onları recmetmeyi istemediler ve o ikisinin meselesinde, recmt bırakmaya, onun şeriatında recmi terk etmeye bir ruhsat olur ümidi ile Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e başvurdular. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de recmedilmelerine hükmedince, bunu kabul etmediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sizinle benim aramda Tevrat hakem olsun. Çünkü onda recm hükmü vardır. Sizin en bilgiliniz kimdir?" dedi. Onlar, Abdullah b. Sûriya el-Fedekî" dediler. Onu getirip bir de Tevrat getirdiler. Abdullah İbn Sûriya, Tevrat'taki recm âyetine gelince, elini onun üzerine koyup gizlemek istedi. Bunun üzerine Abdullah b. Selâm (radıyallahü anh), "Yâ Resûlallah, recm âyetinin yeri geçti" diye haber verdi. Bunun üzerine o elini kaldırdı ve recm âyetini buldular. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, o kadın ile erkeğin recmed il melerini emretti. Allah'ın laneti üzerlerine olasıca yahudiler, bundan dolayı son derece gazablandılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirdi. 2- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yahudilerin midraslarına girmişti. Orada, yahudilerden bir grup bulunmaktaydı. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onları İslâm'a davet etti. Bunun üzerine onlar, "Sen hangi din üzeresin?" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İbrahim ümmeti üzereyim.." cevabını verdi. Onlar da "İbrahim bir yahudi idi" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Öyle ise Tevrat'a gelin " dedi. Onlar buna yanaşmayınca Cenâb-ı Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. 3- Hazret-i Peygamberin peygamberliğinin alâmetleri Tevrat'ta zikredilmiş, O'nun peygamberliğinin sıhhatine delâlet eden deliller de, aynı zamanda orada bulunmaktaydı. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları Tevrat'a ve Tevrat'ta kendisinin peygamberliğine delâlet eden sözlere davet etti. Ama onlar bundan kaçındılar. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerimeyi indirdi. Buna göre mâna şöyle olur: "Onlar, kitapları olan Tevrat'ın hükmüne icabet etmekten kaçındıkları için, onların, senin kitabın Kur'ân'a muhalefet etmelerine şaşma! İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, Tevrat'ı getirin de onu okuyun!" (âli imran, 93) buyurmuştur. Bu rivayete göre işte bu âyet, Tevrat'ta, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin gerçekliğine ve doğruluğuna dair delillerin bulunduğuna delâlet etmektedir. Çünkü onlar Tevrat'ta, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin sıhhatine delâlet edecek delillerin bulunmadığını bilselerdi, Tevrat'ta bulunan şeyleri çarçabuk ortaya koymaya yönelirlerdi. Ancak ne var ki onlar bunu gizlemişlerdir. 4- Bu hüküm, yahudi ve hristiyanlar hakkında umûmî bir hükümdür. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Muhammed'in nübüvvetine delâlet eden deliller, Tevrat ve İncil'de mevcut idi. Onlar da Tevrat ve İncil'in hükmüne davet olunmuşlar, ama onlar bunu kabulden kaçınıp diretmişlerdi. Cenâb-ı Hakk'ın"Kitaptan bir nasib" sözünün mânâsı, "Kitabın ilminden bir nasib" demektir. Çünkü bu ifâdeyi zahirine göre efe alırsak, onların hepsine de verilmiş olduğu anlaşılır. Halbuki, bu ifâdeden maksat onların âlimleridir ki, Kitâb'ın hükmüne davet edilenler de bunlardır. Çünkü kitabı bilmeyen kimseler, kitaba davet edilip çağırılmazlar... Hak teâlâ'nın: Allah'ın kitabına çagınlıyorlar"buyruğu hakkında iki görüş vardır: Birinci görüş: İbn Abbas ve Hasan el-Basrî (radıyallahü anh)'nin görüşüdür ki, buna göre buradaki "kitap" lafzından maksat Kur'ân'dır. Buna göre şayet, "Onlar, kendisini tasdik edip de inanmadıkları bir kitabın hükmüne nasıl davet edilirler?" denilirse, biz deriz ki: Onlar, Kur'ân-ı Kerim'in Allah katından bir kitap olduğunu gösteren deliller getirildikten sonra O'nun hükmüne çağrılmışlardır. İkinci görüş: Müfessirlerin pek çoğunun görüşüdür. Buna göre buradaki "kitap" sözünden maksat Tevrat'tır. Bu görüşte olanlar şu delilleri ileri sürmüşlerdir: a) Âyetin sebeb-i nüzulü hususunda zikredilen rivayetler, yahudilerin, Tevrat'ın hükmünü tatbik etmeye çağırıldıklarına, fakat onların bu davetten imtina edip kaçındıklarına delâlet etmektedir. b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların inâd edip hakkı kabul etmeyişlerine taaccûb etmiştir. Taaccüb, onların sıhhat ve doğruluğuna inandıkları ve hak olduğunu kabul ettikleri kitabın (Tevrat'ın) hükmünü kabul etmedikleri zaman söz konusudur. c) Bu, âyetten önceki ifâdelere uygun düşen bir görüştür. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ, peygamberinin görevinin sadece tebliğ olduğunu beyân edip; delillerin apaçık meydanda olmasına rağmen, peygamberine, onların O'nu yalanlamak konusunda söylediklerine karşı sabrı tavsiye edince, onların sıhhatine inandıkları bizzat kendi kitaplarına karşı büyüklenme ve inatlaşma yolunu tutup, böylece de Tevrat'ta Hazret-i Muhammed'in nübüvvetine delâlet eden delilleri gizlediklerini beyân buyurmuştur. Bu da, onların son derece katı bir taassub içinde bulunduklarını ve hakkı kabulden uzaklaştıklarını gösterir. Hak teâlâ'nın: "Aralarında hakem olsun diye" buyruğunun mânası, "Kitap, aralarında hükmetsin diye" şeklindedir. Hükmetmenin kitâb'a nisbet edilmesi, meşhur bir mecazdır. Bu ifâde meçhul sîgasıyla "Hükmolunsun.. diye" şeklinde de okunmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Hak teâlâ'nın: buyruğu, söz konusu ihtilâfın, onlarla Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında bulunduğunu değil de, onların kendi arasında bulunmasını gerektirir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu davet esnasında, onlardan bir kısmının bu daveti kabul etmediklerini bildirmiştir ki bunlar, İsrâiloğullarının "âlimler" olduklarını iddia edip öne sürdükleri başkanlarıdır." Cenâb-ı Hak sonra"Onlar yüz çeviren kimselerdir" buyurmuştur ki, bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: a) Arkalarını dönenler başkanlar ile âlimlerdir. Yüz çevirenler ise, bunların dışındakilerdir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Sonra âlimler sırt çevirince, halk da, âlimlerinin sırt çevirmiş olmasından dolayı, Hazret-i Muhammed'i kabul etmekten yüz çevirmişlerdir. b) Hem sırtını dönüp, hem de yüz çevirenler tek bir zümredir. Buna göre mânâ, "Onlar söz konusu olan bu mesele hususundaki delilleri dinlemeyip arkalarını dönmüşler; diğer mesele ve elde etmek istedikleri hususlar konusunda da, diğer hüccetleri dinlemekten yüz çevirmişlerdir" şeklinde olur. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: Sen, onların sadece bu meseleye sırt çevirdiklerini zannetme! Bilâkis onlar, herşeyden yüz çevirip, kabule yanaşmazlar. Cenâb-ı Hakk'ın: "Bunun sebebi şudur: Onlar, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak" dediler" sözüne gelince, bu ifâdenin tefsiri konusundaki açıklamalarımız Bakara süresindek (Bakara, 80) âyetinin tefsirinde geçmişti, Âyetin mâkabliyle münâsebeti şöyledir: Allahü Teâlâ önceki kısımda, "Sonra da onlardan bir zümre (o kitaba) arkalarını dönüyorlar. Onlar, yüz çevirmeyi âdet edinmiş kimselerdir" buyurunca, bu âyette de, bu sırt dönme ve yüz çevirmenin, sırf onların, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacaktır" demiş olmaları ile meydana geldiğini belirtmiştir. Cübbâî şöyle demektedir: "Bu âyette, cehennemliklerin cehennemden çıkarılacaklarını söyleyenlerin görüşlerinin bâtıl ve yanlış olduğuna bir delâlet bulunmaktadır. Çünkü, eğer bu husus Ümmet-i Muhammed hakkında doğru olursa, aynı şekilde diğer ümmetler hakkında da doğru olur. Eğer bu diğer ümmetler hakkında sabit ve doğru olursa, bunu söyleyen yalancı olmaz ve aynı zamanda kınanmaya müstehak olmaz.. Cenâb-ı Hak bu hususu kınamak için zikredince, cehennemliklerin cehennemden çıkacaklarına dair verilen hükmün yanlış bir hüküm olduğunu anlamış oluruz." Ben de derim ki: Onun böyle bir sözü söylememesi gerekirdi. Çünkü onun mezhebine göre affetmek, Allah için güzel ve caiz olan bir husustur. Durum böyle olunca, bu ümmetin affedilmiş olmasından, diğer ümmetlerin de affedileceği neticesi çıkmaz.. Biz böyle bir şeyin gerektiğini kabul etsek bile, fakat siz niçin, "Fâsıkın cehennemden çıkarılacağını söyleyen kimselerin zemmediteceğini" söylediniz? Daha doğrusu burada bundan başka şu izahlar da bulunmaktadır: a) Onlar belki de, fâsıkın azâb müddetinin kısa ve az olacağı hususunda kat'î konuştukları için söz konusu zemmi hak etmişlerdir. Çünkü rivayet edildiğine göre onlar, "Bizim azâb göreceğimiz müddet, yedi gündür" diyorlardı. Onlardan bazıları da, "Daha doğrusu, buzağıya tapma müddeti olan kırk gecedir" diyorlardı. b) Onlar dinin esasları hususunda gevşek davranıyorlar ve: "Bizden bir hatanın sâdır olduğu kabul edilse bile, bizim azabımız az olacaktır" diyorlardı. Bu yanlıştır, çünkü bize göre tevhîd, nübüvvet ve âhiret hususunda hatalı davranan, yanlış inanan kimsenin azabı ebedîdir. Çünkü o kâfirdir; kâfirin de azabı ebedî ve daimîdir. c) Onlar: "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak" dedikleri zaman, Hazret-i Muhammed'i yalanlamayı önemsiz bir iş kabul ettiler ve bunun, cezanın artmasında bir tesiri olmadığına inandılar. Böylece de bu, Hazret-i Muhammed'i apaçık bir biçimde yalanlama olmuştur. Bu ise küfürdür; şüphe yok ki küfründe ısrarlı olan kâfirin azabı da ebedîdir. Durum, bizim söylediğimiz gibi olduğuna göre, Cübbâî'nin bu âyeti hüccet getirmesi zayıf bir durumdur. Bu hususta tafsilatlı açıklama, Bakara sûresinde (80. âyetinde) geçmişti. Cenâb-ı Allah "Uydurdukları bu şey, dinleri hususunda onları yanıltmıştır" buyurmuştur. Bil ki âlimler, buradaki "Uydurdukları şey "den muradın ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu, onların "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Maide, 8) şeklindeki sözleridir denilmiştir. Yine bunun, onların, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacaktır " şeklindeki sözleri olduğu da söylenmiştir. Bazıları da: "Onları, Hazret-i Muhammed'e, "Biz hak üzereyiz, sen ise bâtıl üzere.." demeleri aldatmıştır" demiştir. Allahü Teâlânları, (vukuunda) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman nice olacak?" buyurmuştur. Bunun mânâsı şudur: Allahü Teâlâ onların içinde bulundukları cehalet sebebiyle aldanışlarını anlattıktan sonra, cehaletin tamamiyle ortadan kalkacağı ve aldanışların ortaya çıkacağı bir günün mutlaka geleceğini beyân edip, "Onları, (vukuunda) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman nice olacak?'" buyurmuştur. Bu sözde bir hazif vardır ve takdiri "onların durumları ve halleri nice olacak?" şeklindedir. (......) (= nasıl, nice) kelimesi kendisine delâlet ettiği için "hal" kelimesi hazfolunurbeni ziyaret etmemiş olsa bile, ben ona ikram ederim. Ya beni ziyaret etseydi nasıl olurdu?" dersin. Yaneni ziyaret etseydi, hali nasıl olurdu?" demektir. Şunu bil ki bu hazif, nefsi, o kişinin "ziyaret etseydi" ifâdesindeki bütün ikram ve izzet çeşitlerini ve bu âyette de bütün azab çeşitlerini araştırıp hatırlamaya sevkedeceği için, daha fazla belagatı ifâde etmektedir. Hak teâlâ: "Onları bir gün için topladığımız zaman..." buyurmuş, Bir günde..." buyurmamıştır. Çünkü bundan murad cezalandırılacakları bir gün için", veya "hesaba çekilecekleri bir gün için..." mânâsıdır. Böylece, muzaaf olan kelime düşürülmüş, lam harf-i cerri, düşen bu kelimeye delâlet etmiştir. Ferrâ, "fâm harfinin, mahzuf bir işle ilgili olduğunu" söyler. Sen "Onlar perşembe günü için toplandılar " dediğinde, bunun mânası Onlar, perşembe günü olan bir iş için toplandılar" demektir. Fakatlar, perşembe gününde toplandılar" dediğinde, herhangibir "iş" takdir etmemiş olursun. Yine malumdur ki, bu hesap gününün faydası, insanlara hakettiklerini vermek ve sevaba nail olanlar ile cezaya müstehak olanlar arasındaki farkı göstermektir. Âyetteki (......) sıfatı, "kendisinde şek olmayan" mânasındadır. Âhirette Hiç Kimseye Zulmedilmez Cenâb-ı Hak "Herkese kazandığı tastamam ödendiği zaman..." buyurmuştur. Eğer sen "kazandığı" ifâdesini, kulun iş ve ameline hamledersen, sözde bir hazif bulunmuş olur ki bunun takdiri de "Herkese kazandığı sevap veya ikâbın karşılığı verilecektir" şeklindedir. Eğer sen "kazandığı" ifâdesini, sevap ve ikâb mânasında alırsan, böyle bir takdire gerek kalmaz. Allahü Teâlâ sonra: "Kendilerine haksızlık edilmeyecek" buyurmuştur. Binâenaleyh onların itaatlarının sevabı eksiltilmez ve günahlarının cezası da arttırılmaz. Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın: "Herkese kazandığı tastamam ödendi(ği zaman)..." buyruğunu, bazıları va'îd-i ilâhiye delil getirirlerken, aynı şekilde "ehl-i kıble olan büyük günah sahiplerinin cehennemde ebedî kalmayacaklarını" söyleyen ehl-i sünnet âlimleri de bu ifâde ile istidlal etmişlerdir. Birinciler şöyle demişlerdir: "Şüphe yok ki büyük günah sahibi, işlediği o günah sebebi ile cezayı hak etmiştir. Âyet-i kerime ise, herkese amelinin ve kazandığı şeylerin karşılığının tastamam verileceğine delâlet etmektedir. Bu, büyük günah sahibine cezanın ulaşmasını gerektirir." Biz buna şöyle cevap veririz: Bu istidlal, umûmî ifâdeler cümlesindendir. Biz daha önce, Mu'tezile'nin umûmî ifâdelere tutunmasından bahsetmiştik. Bizim âlimlerimiz ise şöyle demektedirler: "Mû'min, muhakkak ki imanın sevabını haketmiştir. Binâenaleyh, "Herkese kazandığı tastamam ödendiği (zaman) " âyetinden dolayı, bu sevabın kendisine tastamam verilmesi gerekir. Bu kulun, önce cennette sevabının ödenip, daha sonra ceza yurdu cehenneme atılması icmâ ile bâtıldır." Yahut da şöyle denilir: "Kul önce cehennemde cezalandırılır. Sonra da, içinde ebedî kalmak üzere, sevap yurdu cennete geçirilir.." Bizim, ulaşmak istediğimiz netice de işte budur. Eğer, "Onların imanlarından elde ettikleri sevabın, günahlarının cezası ile boşa gittiğinin söylenmesi niçin caiz olmasın?" denilir ise, biz deriz ki: Bu, bâtıldır. Çünkü biz "ihbat" (sevapların, günahlar yüzünden boşa gitmesi) görüşünün imkânsız olduğunu Bakara sûresinde açıklamıştık (Bakara, 17. âyette). Yine biz zarurî olarak biliyoruz ki. yetmiş senelik tevhîdî inancın sevabı, bir yudum içkinin günahından çok Tazıdır. Bu konuda bizimle tartışan kimse, boşuboşuna inadlaşmış olur. İhbat"m doğru olduğunu kabul etsek bile, bir yudum içki içmenin günahı ile imanın bütün sevabının düşmesi imkânsızdır. Yahya İbn Muaz(r.h) şöyle derdi: "Bir anlık imanın sevabı, yetmiş yıllık küfrü düşürür. O halde, yetmiş y.ılık imanın sevabının bir anlık günahın cezası ile düşeceği nasıl düşünülebilir?" Şüphe yok ki bu açık bir sözdür. 26Âyetin tefsiri için bak:27 27"De ki: "Allahım, Ey mülkün sahibi sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri) alırsın. Dilediğin kimsenin kadrini yükseltir, dilediğini de alçaltırsın. Hayır, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye hakkıyla kadirsin. Geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü de gecenin içine sokarsın. Ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Sen, dilediğin kimseye hesapsız rızık verirsin" Ayetinin Mâkabliyle Münasebeti Bil ki Hak teâlâ tevhîd'in, nübüvvetin ve İslâm dininin doğruluğunun delillerini zikredip, sonra Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer seninle mücâdele ederlerse, (şöyle) de: "Ben, bana tabî olanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim etmişimdir" (Âl-i İmran, 20) deyip; daha sonra, O'na karşı çıkan ehl-i kitabın sıfatlarından Allah'ı inkâr etme ve peygamberler ile sâlih kişileri haksız yere öldürmeyi zikredip, "Kitaptan kendilerine bir nasib verilmiş olanları görmedin mi..." (Al-i imran, 23) âyetinde onların son derece inadcı ve isyankâr olduklarını anlatıp, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak" (Al-i imran, 24) âyeti ile, ne kadar büyük bir aldanış içinde olduklarını ifâde edip, daha sonra da "Onları, (vukuunda) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman halleri nice olacak!" diyerek onlar hakkında ilahî tehdidini zikredince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), O'nun ve O'na tâbi olanların yolunun, bu inadcı ve azgın kâfirlerin yolundan farklı olduğunu gösteren dua ve tesbihlerde bulunmasını emretmiş, Allah'ı nasıl yücelteceğini, nasıl ta'zim edeceğini O'na nasıl dua ve talepte bulunacağını öğreterekî "De ki: "Allahım, Ey mülkün sahibi..." buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili bir kaç mesele vardır: Lafzı Hakkında Bilgi Nahiv âlimleri, lafzl hakkında ihtilâf etmişlerdir. Halil ve Sibeveyh bu lafzın, (Ey Allah) manasında olup, sondaki şeddeli "mim" harfinin ise nida edatının yerini tuttuğunu söylemişlerdir. Ferrâ'ya gelince, bu lafzın aslının, Ey Allah'ım, (hakkımda) hayrı dile" tabiri olduğunu, çok söylendiği için nida edatı ile (......) kelimesinin hemzesini Arapların hazfettiklerini, böylece bu cümleninşekline dönüştüğünü söylemiştir. Bunun bir benzeri de, Arapların"gel" sözleridir. Bu sözün aslı dır. Buna, (......) kelimesi bitişerek, şeklini almıştır. Halil ile Sibeveyh'in, Ferrâ'nın görüşünün yanlışlığına dair delilleri şunlardır: 1- Eğer durum, Ferrâ'nın dediği gibi olsaydı, arada bir atıf harfi olmaksızın "Allah'ım, şöyle yap" denilemeze. Çünkü bunun takdiri, meselâ "Allah'ım, hayrımızı dile ve bizi bağışla" şeklindedir. Halbuki, "Allahümme" kelimesinden sonra atıf harfi getiren hiçbir kimse görmedik. 2- Bu, Zeccâc'ın delilidir: Şayet durum Ferrâ'nın dediği gibi olsaydı, bu ifâdenin aslına göre de söylenmesi caiz olur ve denilebilirdi. Nitekim "Yazıklar olsun" denilir. Bu ifâde aslı üzere kullanılarak da denilir. 3- Eğer durum Ferrâ'nın dediği gibi olsaydı, nida harfi hazfedilmiş olur vedenilmesi de caiz olurdu. Bu caiz olmadığına göre, Ferrâ'nın görüşünün yanlış olduğunu anlarız. Aksine biz diyoruz ki: Nida harfinin bulunması gerekir. Nitekim "Ya Allah, beni bağışla" da denilir. Ferrâ bütün bunlara şöyle diyerek cevap verir: Birinci görüşünüz zayıftır. Çünkü (......) ifâdesi, Allah'ım kastet, dile" mânâsındadır. Eğer bunun mânâsı, şeklinde olsaydı, bu durumda ma'tuf, ma'tûfun aleyhten başka birşey olurdu. Böylece de istenen şey ikiye çıkmış olurdu: Birisi, onunayrımızı) dile' sözü; ikincisi ise"Bizi bağışla" sözüdür. Fakat biz atıf harfini hazfettiğimiz zaman, onunsözüsözünün bir açıklaması olmuş olur Böylece de her İkisi ile taleb edilen şey, tek bir şey olmuş olur ve bu daha te'kidli olur. Kur'ân'da bunun benzerleri çoktur. İkinci görüşünüz de zayıftır. Çünkü bize göre bunun aslı, "Ey Allah, hayrımızı dile" ifadesidir. Bunun asıl üzere kullanılabileceğini kim inkâr ediyor. Yine pek çok lafızda, fer'in aslın yerini tutması caiz değildir. Baksana, Halil ile Sibeveyh'e göre, "O, ne kerimdir!" ifâdesinin mânâsı, "Hangi şey onu böylesine kerim yaptı?" şeklindedir. Sonra taaccüb mânası sadedinde aslının bu şekilde olduğunu iddia ettikleri bu söz, hiç kullanılmamıştır lafzında da böyledir. Üçüncü görüşünüz de zayıftır. (......) denilemiyeceğini kim kabul ediyor?" Ferra bu hususta şu şiiri nakletmiştir: "Sana düşen, her tesbih ettiğinde veya her duâ ettiğinde "Ey Allah'ım" demendir." Ferrâ sözüne devamla, "Basralıların "Bu, meşhur bir şiir değildir " şeklindeki sözlerinin neticesi, nakli yalanlamaya götürür. Biz bu kapıyı açarsak, dil ve nahiv namına hiç bir şey tenkidden halt kalamaz. Muarızımızın, "harf-i nidanın zikredilmesi lâzımdır" şeklindeki görüşüne cevap olarak da şunu söyleyebiliriz: Nida harfi bazan hazfedilebilir. Nitekim, Cenâb-ı Hak da:"Yusuf, ey çok doğru sözlü, bize fetva ver" (Yusuf, 46) âyetinde de nida harfini hazfetmiştir. Binâenaleyh böyle bir hazfin sadece bu isme tahsis edilmiş olması da uzak Dir ihtimal sayılmaz" demiştir. Ferrâ daha sonra, Basralıların görüşünün yanlışlığına şu delilleri de getirmiştir: a) Biz bu tabirdeki mîm harfinin, nida harfinin yerine getirilmiş olduğunu söylersek, nidayı münâdâdan sonraya bırakmış oluruz ki, bu kesinlikle caiz değildir. Çünkü, hiçbir zaman denilemez. Halbuki sizin görüşünüze göre, durum böyle olmaktadır. b) Eğer bu harf, nida harfinin yerini tutmuş ve onun yerine getirilmiş olsaydı, bunun aynısının diğer isimlerde de yapılması caiz olurdu, denilebildiği gibi, (......) ve (......) de denilebilirdi. c) Eğer mîm harfi nida harfinin yerine getirilmiş olsaydı, o zaman nida harfiyle mîm harfi, aynı anda bir kelimede bulunamazlardı. Ancak ne var ki, bizirr kendisiyle istidlal ettiğimiz şiirdemîm harfiyle nida harfi aynı anda bulunmuştur. d) Biz, Arapların, kelimenin başına gelmiş olan, fakat kelimeden başka olan harflerin bir kısmının mânâsını ifâde etmek için, bu mim harfini tam isimlerin başına getirdiklerini görmemekteyiz. Binâenaleyh bu tek lafızda, bunu yapmak, dil konusunda umûmi olan bir kaidenin ve İstikranın hilâfına hükmetmek olur ki bu caiz değildir. Bu konuda söylenebilecek sözün tamamı, işte bundan ibarettir. İkinci Mesele (......) vasfının mansub oluşu hususunda iki görüş vardır: a) Sibeveyh'in görüşüne göre bu, nidadan ötürü mansubtur."Deki: "Allah'ım, ey göklerin ve yerin yaratıcısı!" (Zümer, 46) âyetinde de durum aynıdır. Bunun, ifâdesinin sıfatı olması caiz değildir. Çünküisim ve harften meydana gelmiş bir lafızdır. Böyle birleşik bir lafzın sıfat olması mümkün değildir. b) Bu kelime, Müberred ve Zeccâc'a göre, müfred münâda'nın sıfatıdır. Çünkü lafzı, sonundaki mîm ile birlikte, başında lı nida edatı bulunan müfred münadâ yerindedir. Sıfatın, nida edatının yanısıra kullanılması imkânsız olmadığı gibi, mîm harfinin yanısıra kullanılması da imkânsız değildir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethettiğinde ümmetine Bizans ve Fars İmparatorluklarımı da birgün ele geçireceklerini müjdeledi. Bunun üzerine münafık ve yahudiler, "Olacak değil. Fars ve Bizans krallıkları Muhammed'in eline nasıl geçebilir. Onlar Muhammed'den daha güçlü ve kuvvetli" dediler. Yine rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hendek Savaşı'nda, kazılacak hendeğin sınırlarını çizip, her on kişilik gurubun "kırk zira'lık bir yer kazmalarını" söyledi. Müslümanlar hendek kazarken, bîr yerae kazmaların gücünün yetmediği tepe gibi bir kaya karşılarına çıktı. Bunun üzerine Selmân (radıyallahü anh)'ı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gönderdiler, o da durumu haber verdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Selmân'ın elinden levyeyi alıp, o taşa öyle bir vuruş vurdu ki taş yarıldı ve taştan karanlık gecenin ortasında kandil gibi etrafı aydınlatan bir şimşek çıktı. Bunun üzerine hem Hazret-i Peygamber, hem de müslümanlar tekbir getirdiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sanki köpeklerin azı dişi gibi (sıra sıra) Hîre'nin köşkleri bana göründü" dedi. İkinci vuruşunda, "Bana, rum diyarının kırmızı sarayları göründü"; üçüncü vuruşta da, "Bana, San'a'nın sarayları göründü' dedi. "Ve Cebrail (aleyhisselâm) bana, ümmetimin bütün bu milletlere gâlib geleceğini haber- verdi, müjdeler olsun" buyurdu. Bunun üzerine münafıklar, "Peygamberinizin asılsız va'adlerde bulunuşuna, Yesrib (Medine)'den, Hîre'nin köşklerini ve Kisra'nın saraylarını size haber verişine ve buraların elinize geçeceğine şaşmıyor musunuz? Halbuki siz şu anda, savaşa çıkmaya bile kadir olamıyorsunuz ve korkunuzdan hendek kazıyorsunuz" dediler. Bunun üzerine işte bu âyet-i kerime nazil oldu. Allah en iyisini bilendir. Hasan el-Basrî de şöyle demiştir: "Hak teâlâ, Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, kendisinden, Fars ve Bizans Krallıkları'nın mülkünü kendisine vermesini istemesini ve Arapların üzerindeki zilleti Fars ve Rumlar üzerine geçirmesini niyaz etmesini emretti. Allah'ın bunu emretmiş olması, Hazret-i Peygamber'in duasını kabul edeceğine bir delildir. Diğer peygamberlerin durumu da aynıdır. Onlar bir dua etmekle emrolundukları zaman, onların o duaları mutlaka kabul olunurdu. "Mülk", kudret; "Mâlik" ise, kadir mânasındadır. "Mâlike'l-mülkü" vasfının mânâsı, kudrete kadir olan demektir. Binâenaleyh mana, "mahlûkâtın kadir oldukları şeyler üzerindeki her türlü kudretleri, ancak Allahü teâlâ'nın kadir kılmasıyla olur. Buna göre O, her kadiri, gücünün yettiği şeye kudretli; her mâliki de sahib olduğu mülke sahip kılan demektir. Keşşaf sahibi, "Mâlike'l-mülk"ün; "O, mülkün cinsine sahiptir. Dolayısıyla O, mülk sahiplerinin sahip oldukları şeydeki tasarrufları gibi, mülk cinsinde tasarruf eder" manasında olduğunu söylemiştir. Bil ki Allahü teâlâ, kendisinin mutlak mânâda mâlikü'l-mülk olduğunu beyân edince, bundan sonra bunun teferruatına girip, şu beş şeyi zikretmiştir. Mülkün Sahibi Olan Allah'ın Tasarrufatı 1- "Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" buyurmuştur. Bu ifâde hakkında âlimler çeşitli izahlar yapmışlardır. Mülkden Nübüvvet Kasdolunmaktadır a) Bundan murad, nübüvvet ve risâlet mülküdür. Nitekim Hak teâlâ: "Biz, gerçekten İbrahim soyuna da kitap ve hikmet verdik. Onlara büyük bir mülk bahşettik" (Nisa, 54)buyurmuştur. Peygamberlik, en büyük mülk mertebesidir. Çünkü âlimlerin diğer insanlar üzerinde, manen; zâlim hükümdarların da zahiren büyük tesirleri vardır. Peygamberlerin ise hem manen, hem de maddeten insanlar üzerinde tesiri vardır. Manen tesirleri, her insanın onların din ve şeriatlarını kabul edip, onun hak olduğuna inanmalarının gerekmesidir. Maddeten olan tesirleri de, insanlar isyan edip hakkı dinlemediklerinde, o insanların ölümü hak etmiş olmalarıdır. Bazı insanların, kendileri gibi bir insanı Allah'ın peygamber olarak göndermesini imkânsız görmeleri, bu izahı kuvvetlendirir. Böylece Allahü teâlâ, onların "Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi" 94) dediklerini nakletmiş ve "Eğer onu bir melek yapsaydık, onu da muhakkak bir insan (şeklinde)gösterirdik" (Enam, 9)buyurmuştur. Bazı insanlar da, Allah'ın insan bir peygamber gönderebileceğini kabul etmiş, fakat "Şu Kur'ân iki memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 31) dedikleri, âyette de nakledildiği gibi, "Muhammed, fakir ve yetim birisidir. Bu büyük makam ona nasıl yakışır?" demişlerdir. Yahudiler, "Peygamberlik bizim ata aittir. Kureyş, nübüvvet ve kitap ehli değildir. Binâenaleyh nübüvvet, Muhammed'e nasıl yakışır?" derlerken; münafıklar da, "Yoksa onlar Allah'ın fazlından insanlara verdiği şeylere hased mi ediyorlar" (Nisa, 54) âyetinde de belirtildiği gibi, Hazret-i Peygamber'in nübüvvetini çekemiyorlardı. Yine biz, Cenâb-ı Hakk'ın: "O inkâr edenlere de ki: "Yakında mağlub olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. O, ne kötü yataktır" (Âl-i imran, 12) âyetini tefsir ederken, yahudilerin sayılarının, silâhlarının ve kuvvetlerinin çokluğu ile Hazret-i Peygamber'e karşı büyülendiklerini söylemiştik. Sonra, Cenâb-ı Hak, bütün bu zümrelere mülkün yegâne mâlikinin kendisi olduğunu, dolayısıyla da mülkünü istediği kimselere vereceğini beyân etmek suretiyle reddiyede bulunmuş ve, "Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" buyurmuştur. Buna göre şayet, "Siz Allahü Teâlâ'nın, "Sen mülkü dilediğine verirsin" buyruğunu, nübüvvet mülkünü vermek mânasına alırsanız, o zaman O'nun "Mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" ifâdesini de, peygamber yapmış olduğu kimseleri, peygamberlikten bazan azleder anlamına hamletmemiz gerekir. Halbuki, bunun caiz olmadığı bilinen bir husustur" denilirse, biz deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap verilebilir: Birinci cevap: Allahü teâlâ peygamberliği bir kimsenin sülalesine verip, sonra da nübüvveti onun neslinden çekip alarak, bununla bir önceki soydan olmayan başka bir insanı şereflendirince, Allahü teâlâ'nın, peygamberliği onlardan çekip almış olduğunun söylenmesi doğru olur. Yahudiler nübüvvetin, mutlaka ve mutlaka, İsrâiloğulları içinde kalacağına inanıyorlardı. Allahü teâlâ Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i nübüvvet ile şereflendirince, "O nübüvvet mülkünü İsrailoğullarından alıp Araplara verdi" denilmesi doğru olur. İkinci cevap: O'nun, "Mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" buyruğundan maksat, onu verdikten sonra çekip geri alma mânası değil de, onları, o mülkünden mahrum edip onlara o mülkü vermeme mânâsıdır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın: "Allah îman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır" (Bakara, 257) âyetidir. Oysa ki bu tabir asla küfür zulmetine düşmemiş olan kimseleri de içine alır... Yine Allahü Teâlâ, kâfirlerin, peygamberlere (aleyhisselâm), "...Yahud mutlaka bizim dinimize döneceksiniz" (A'raf, 88) dediklerini, o peygamberlerin de, "Sizin dininize dönmemiz olacak şey değildir, Rabb'imiz olan Allah dilerse başka..." (A'raf, 89) dediklerini haber vermiştir. Oysa ki peygamberler, hiçbir zaman onların dininde olmamışlardır. Cenâb-ı Hakk'ın: "Mülkü dilediğine verirsin" buyruğunu nübüvvet mülkü şeklinde tefsir edenlerin görüşlerinin izahı konusundaki sözün özeti budur. Mülkten, Makam Ve Mal Çokluğu Kasdolunmuştur b) Mülkden murad, örfde mülk olarak adlandırılan her şeydir. Bu da şu şeylerin tamamından ibarettir: 1- Mal ve makam çokluğu... Mal çokluğuna gelince, bu ifâdenin içine canlı ve cansız her şey; evler, gelir getiren araziler, tarlalar, ekinler ve nesiller dahildir.. Makam çokluğuna gelince, bu bir kimsenin insanlar nazarında heybetli ve güç sahibi, sözü yerine getirilen ve kendisine itaat edilen bir kimse olmasıyla olur. 2- Bu, bir kimsenin, başkalarının kendisine itaat, emir ve yasaklan doğrultusunda hareket etmesinin vâcib olduğu bir mevki ve makamda bulunmasıyla olur. 3- Bu, bir kimsenin, birisi mülkünde kendisiyle münazaaya girip tartıştığında, tartışmaya giren o kimseyi ezip onu mağlub edebileceği bir makamda bulunmasıyla mümkün olur. Bütün bunların ise, sadece Allah tarafından meydana getirilebileceği bilinen bir keyfiyyettir. Birinci şıkka gelince: Biz son derece zeki olan topluluklar görüyoruz.. Onlar son derece yorulup, en büyük ilgi ve itinayı göstermelerine rağmen, azıcık mal dahi elde edemiyorlar. Yine biz, gafil ve ahmak olan nice kimseler görüyoruz ki, sayısız derecede mal ve mülke sahiptirler... Makam elde etmeye gelince, bu daha da açıktır. Çünkü biz nice hükümdar ve yönetici görmekteyiz ki, makam elde etmek uğruna çok büyük mallar harcıyorlar, fakat buna rağmen halkın ve tebaanın gözünde, her gün daha fazla zelil ve hakir olmaya devam ediyorfar. Durum bazen bunun aksi olabilir. Bu da, insanın gönüllerde büyümesi, kalblerde şecaat ve heybet arzetmesi, kendisine büyük-küçük herkesin boyun eğip inkiyâd etmesi ve uzak-yakın herkesin ona boyun eğmesiyle olur. İkinci şıkka gelince, ki bu kendisine boyun eğmenin vâcib olmasıdır. Bunun, Allahü teâlâ'nın kullarından bazısını kendisiyle şereflendirdiği malûm olan bir keyfiyyettir. Üçüncü şıkka gelince, ki bu kendisiyle münazaa eden kimseyi mağlub edip yenmektir. Bunun da ancak Allahü teâlâ'nın yardım ve tevfikiyle olacağı da herkesçe bilinen bir husustur. Çünkü biz, nice az grupların, Allah'ın izniyle çok ve kalabalık zümrelere galip geldiğini müşahede ettik. İşte şu durumda aklî delille de, Allahü Teâlâ'nın, "Mülkü dilediğine verirsin" buyruğunun doğruluğu ortaya çıkmış oldu. Bil ki, burada Mu'tezile'nin görüşü bulunmaktadır. Ka'bî şöyle der: "O'nun, "Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" sözünün mânası irâde ve ihtiyar yoluyla değil, ancak müstehak olma yoluyladır. Böylece Cenâb-ı Hak, mülkü onun hakkını verecek olan kimseye verir; yine onu ancak, Rabb'inin emrine isyan eden kimselerden çekip alır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Zalimler ahdime nail olamaz" (Bakara, 124) âyeti de buna delâlet eder. Yine Cenâb-ı Hak, "Salih kulu" (Tâlût) hakkında, "Muhakkak Allah onu sizin üstünüze beğenip seçmiştir. Ona ilimce ve vücudca bir üstünlük vermiştir" (Bakara. 247) buyurmuş ve bunu mülkün sebebi kılmıştır." Cübbâî de şöyle demektedir: "Bu hüküm, âdil hükümdarlar hakkındadır. Fakat zâlim hükümdarların mülklerinin Allah'ın vermesi ile olması caiz değildir. Hem bu nasıl Allah'ın vermesi ile olur ki. Çünkü Allahü teâlâ, onların melik olmamalarını gerekli kılmış ve onları bundan men etmiştir. Böylece bizim bu söylediklerimizle, Allahü teâlâ'nın kendilerine hükümdarlık verdiği kimselerin sadece âdil hükümdarlar olduğu, zâlim hükümdarların ise böyle olmadığı sabit olmuş olur. Mu'tezile şöyle demiştir: "Bunun bir benzeri de, bizim rızık hakkında söylediğimiz husustur. Rızık mefhumuna, Allah'ın istifâde edilmesini yasakladığı ve sahibine verilmesini emrettiği haram şeyler girmez. Burada da böyledir. Mülkü almak bunun aksinedir. Çünkü kendisini gerektiren bir menfaattan ötürü mülkü âdil hükümdarlardan çekip alabileceği gibi, zâlim hükümdarlardan da çekip alabilir. Mülkün çekilip alınması şu şekillerde olur: Ölüm ile, aklın giderilmesi ile, kuvvet, güç ve hislerin alınması ile, çeşitli musibetlerin gelip malların telef olmasıyla olabilir. Bir de, Allahü teâlâ hak yolda olan kimseye, bâtıl yolda olan zorba hükümdarların elindeki mülkü çekip almasını emreder, Ona güç ve muzafferiyet verir. Binâenaleyh hak yolda olan bir hükümdar, böyle bâtıl yoldaki birisi ile savaşıp, onu yenerek mülkünü elinden aldığı zaman, bu çekip almanın da Allah'a isnad edilmesi caiz olur. Çünkü bu da O'nun emri ile tahakkuk etmiştir. Allah'ın Fars mülkünü, Peygamberinin vasıtasıyla çekip alması, işte bu tarz üzere olan bir çekip almadır." Bu konuda, Mu'tezile'nin sözünün tamamı budur. Bil ki bu konu, son derece önemli bir konudur. Bu böyledir, çünkü mülkün zâlim olan bir kimsenin eline geçmesi hâlinde şöyle denilebilir: Bu, ya herhangi bir fail olmadan meydana gelmiştir veya o zâlim kimsenin fiiliyle meydana gelmiştir veyahut da Allah'a ait birtakım sebepler vasıtasıyla meydana gelmiştir.... Birinci ihtimal, bir yaratıcının bulunmamasını gerektirir.. İkincisi de bâtıldır, çünkü herkes mülkün ve devletin kendisine ait olmasını ister.. Dolayısıyla bu ortamda, her isteyen bunu elde edemez. Binâenaleyh, geriye sadece şöyle denilmesi kalır. Zâlimin mülkü, ancak Allahü Teâlâ'nın o mülkü ona vermesiyle bulunur.. Bu, açık bir sözdür. Bunu, şu husus da teyid etmektedir: Bir kimse bazan, insanların kendisine saygı gösterdiği, kalblerin kendisine meylettiği bir makamda bulunur; yardım onun yoldaşı, zafer ise, dostu olur; her neye el atsa gayesine ulaşır... Bazan da bunun tersi olur.. Bir kimse, hükümdarların bu değişik durumları hakkında iyice düşününce, bütün bunların ancak Allah'ın takdiri ile olduğunu bilmeye mecbur kalır... İşte bu sebepten dolayı şairlerin hakimi şöyle demektedir: "Eğer zenginlik beceri ve kurnazlıkla olsaydı, sen benim, göğün basamaklarının en yücesine tutunup, yükseldiğimi görürdün. Ama ne var ki, zenginlikten mahrum oluş, akıllı kimselerin nasibidir. Çünkü, zenginlik ve akıl, birbirinden iyice uzak olan iki şeydir. Kaza ve kaderin varlığına ve mevcudiyetine delâlet eden şey de, akıllı kimselerin muhtaç, ahmağın yaşantısının ise, çok hoş olmasıdır." c) Hak teâlâ'nın, "Mülkü dilediğine verirsin" beyânı, bütün mülk çeşitlerine hamledilmiştir. Böylece bu ifâdenin muhtevasına nübüvvet, ilim, akıl, sıhhat ve güzel ahlâk, nüfuz ve kudret, muhabbet, mal ve mülk de girer. Bu böyledir. Çünkü lafız umumîdir; delilsiz tahsis etmek caiz değildir. Hak teâlâ'nın:"Dilediğin kimsenin kadrini yükseltir, dilediğini de alçaltının" beyânına gelince, bil ki "İzzet" bazan dinî, bazan da dünyevî olur. Dinî husustaki izzet çeşitlerinin en şereflisi imandır. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Halbuki izzet, kuvvet ve galibiyyet Allah'ındır, peygamberinindir, mü'minlerindir" (Münafikun, 8) buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, izzeti gerektirecek şeylerin en kıymetlisi iman; zilleti gerektiren şeylerin en kötüsü ise küfür olduğuna göre, bu durumda şayet iman ve küfür, sırf kulun dilemesiyle meydana gelmiş olursa, kulun, nefsini imanla azîz ve şerefli kılması veyahut da onun küfür ile kendisini zelil ve hakîr kılması, Allah'ın o kulu azîz kılınacak her şeyle azîz ve şerefli kılmasından veyahut da, zelil kılınacak her türlü şeyle onu zelil kılmasından daha büyük bir şey olmuş olur. Eğer durum böyle olsaydı, kulun bu sıfatlardaki payı, Allah'ın payından daha tam ve daha mükemmel olurdu. Bunun kesinlikle bâtıl olduğu da herkesin malumudur. Böylece, iman ve hak ile şerefli, küfür ve bâtıl ile de zelîl kılmanın ancak Allah tarafından olduğunu anlamış oluyoruz. İşte yaptığımız bu izah, bu meselede son derece güçlü bir izahtır. Kâdî şöyle demektedir: Allah'a nisbet edilen şereflendirme, bazen dinî, bazen de dünyevî olur. Dinî olanına gelince, bu şudur: Sevabın, gerek dünyada gerekse âhirette mutlaka tazîmi, medhi ve şerefi ihtiva etmesi gerekir. Yine Allahü Teâlâ kullarına çok lütuflarda bulunmak suretiyle yardım eder ve onları menfaatlerine uygun bir biçimde düşmanlarına üstün getirir. Dünyevî olanına gelince bu, o kimseye canlı ve cansız birçok mal vermek, ekinlerini ve hayvanların doğurganlığını arttırmak ve halkın kalbinde ona karşı bir saygı hissi yaratmak suretiyle olur. Bil ki bizim görüşümüz, yukarıdaki açıklamaları kabul edemez. Çünkü, Allahü Teâlâ'nın sevap hakkındaki tazimi, O'na vâcib olup, yerine getirmesi gereken bir haktır. Eğer Allah bunu yapmazsa, ilâh olmaktan uzaklaşır ve mahtûkatın ilâhı da olamaz. Böylece Hak teâlâ, bu tazimleri vermek, göstermek suretiyle kendisinin Hanlığını zeval bulmaktan korumuş olur. Ama kula gelince o, bu tazimleri gerektiren imanı kendisine tahsis edince, işte kendisini aziz kılan o olmuş olur. Böylece de onun kendi nefsini aziz kılması, Allah'ın onu aziz kılmasından daha büyük olmuş olur. Bu sebeple biz, zikredilen bu sözün, muarızlarımızın aleyhine bir söz olduğunu anlamış oluruz. Hak teâlâ'nın "Dilediğini de alçaltırsın" sözüne gelince, Cübbâî bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Allahü Teâlâ dünya ve âhirette, sadece kendi düşmanlarını zelîl eder. Ama, hiçbir dostunu, fakir düşürse, hasta etse ve başkalarına muhtaç kılsa bile, asla zelîl kılmaz.. Çünkü Allahü Teâlâ bütün bu sıkıntıları, dostlarını âhirette azîz ve şerefli kılmak için yapmıştır. Bu da ya sevap ya da bedel yoluyla olur. Bu tıpkı bir kan aldırma ve hacamat yapma gibidir.. Çünkü bu iki şey, her ne kadar o anda acı ve elem verseler bile, ancak bunların peşinden büyük fayda temin edileceği için, bunların bir azab verme vasıtası olduğu söylenemez." Cübbâî sözüne devamla şöyle der: "Fakirlik zillet olarak vasfedilirse, bu mecazî mânâdan dolayıdır. Nitekim Allahü Teâlâ mü'minlerin birbirlerine olan yumuşaklığını da "Mü'minlere karşı alçak gönüllü..." (Maide, 54) tabiriyle zillet olarak adlandırmıştır. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Allah'ın bâtılı savunan kulunu zelîl kılması, ancak şu şekillerde olabilir: a) Zemmetmek ve lanetlemek. b) Onları yardım ve hüccetten mahrum bırakmak, c) Onlara, kendi dinindeki kimselerin işlerini gördürtmek, hizmet ettirmek ve onların mallarını müslümanlara ganimet yapmak... d) Ve onlara, âhirette ceza vermek." Mu'tezile'nin sözünün tamamı, işte budur. Bize göre Allahü Teâlâ, bazı kimseleri İman ve marifetle aziz kılar, bazı kimseleri de küfür ve dalâlet ile zelîl kılar. Azîz kılma ile zelîl kılmanın en büyüğü, işte bunlardır. Bunun böyle olduğunu şunlar da göstermektedir: a) İslâm'ın azîz, küfrün de zelîl kılınması işinin mutlaka bir faili olması gerekir. Bu fail ya kuldur veyahut da Allah'dır. Birinci ihtimal bâtıldır, çünkü hiç kimse küfrü benimsemez... Aksine, herkes iman etmeyi, marifeti ve hidâyeti ister. Kul iman etmeyi isteyip, fakat bunu elde edemez, bilâkis cehalete ulaşırsa, bunun meydana gelmesinin kuldan değil, Allah tarafından olduğunu anlamış oluruz. b) Kulda meydana gelen cehalet, ya bir şüpheden dolayı meydana gelmiştir veyahut da kulun onu, bizzat kendisinin icad etmiş olduğu söylenebilir. Birinci durum bâtıldır; çünkü, şayet her cehalet kendisinden önce bulunan bir başka cehalet sebebiyle bulunmuş olsaydı, teselsül gerekirdi. Bu ise, imkânsızdır. Binâenaleyh geriye şöyle denilmesi ihtimali kalır: Bütün bu durumlar, kulun, Önce geçen bir sebep kesinlikle bulunmaksızın, onun doğrudan doğruya yaptığı bir cehalete dayanır. Ancak ne var ki, biz içimizde, hiçbir akıllının, gerektiren bir sebep olmadan cehalet üzere olmasına razı olacağını sanmıyoruz. Böylece bunun, Allah'ın kulunu zelîl kılması ve hüsrana uğratmasıyla tahakkuk ettiğini anlamış oluyoruz. c) Biz, fiilin mutlaka bir sebebi ve bir müreccihi olduğunu, bu müreccihin ise Allah olduğunu beyân etmiştik. Eğer bu tercih hayır tarafında olursa, bu azîz kılma; eğer cehalet, şer ve dalalet tarafında olursa, bu da zelîl kılma olur. Böylece, azîz ve zelîl kılanın Allahü Teâlâ olduğu ortaya çıkmış olur. Cenâb-ı Hakk'ın "Hayır, yalnız senin elindedir" ifâdesine gelince, bil ki, (......) kelimesinden murad, kudrettir. Buna göre mâna, "Hayır, yalnız senin kudretindedir" şeklinde olur. lafzındaki elif-lâm umûm ifâde eder. Buna göre mânâ, "Her türlü bereket ve hayırlar, ancak senin kudretinle meydana gelir" şeklinde olur. Yine, Hak teâlâ'nın, tabiri, hasr ifâde eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Hayır, senin; -başkasının değil, yalnız senin- elindedir..." demek istemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Sizin dininiz ancak size; benim dinim de, ancak bana... " (Kâfirun, 8) buyurmuştur. Yani, "Sizin dininiz size, -başkasına değil-..." demektir. İşte bu hasr, hayrın başkasının elinde olmasını nefyeder. Böylece, elîf-lâm'ın umûmu ifâdesinin de hasr ifâde etmesi sebebiyle bu âyet, bütün hayırların Allah'dan olduğuna; O'nun yaratması, O'nun tekvini, îcadı ve ibdâı ile meydana geldiğine delâlet eder. Bunu iyice anladığında biz deriz ki, hayırların en üstünü ve en mükemmeli, Allah'a iman edip O'nu tanımaktır. Bu sebeple, hayrın da kulun yaratmasıyla değil, Allah'ın yaratmasıyla olması gerekir. İşte bu açık bir istidlaldir. Âlimlerimizden, bunu iyice açıklayıp şöyle diyenler vardır: İki failden birisi, diğerinin fiilinden daha üstün ve şereflisini yaptığı zaman, bu fail, bu iyisini yapan kimse diğerinden daha mükemmel ve üstün olmuş olur. İmanın hayır ve, hayrın dışında bulunan her şeyden üstü.-; olduğu hususunda hiçbir şüphe yoktur. Buna göre şayet iman etme işi, Allah'ın yaratmasıyla değil de kulun yaratmasıyla olmuş olsaydı, kulun hayırlı, faziletli ve mükemmel olmak gibi hususlarda, Allah'dan daha ileri derecede bulunması gerekirdi. Bu ise, çok çirkin olan bir küfürdür. Böylece bu âyet, bu açıdan da, imanın Allah'ın yaratması ile olduğuna delâlet etmektedir. Eğer, "Bu âyet, bir başka açıdan sizin aleyhinize hüccettir. Çünkü, Allahü Teâlâ "Hayır ancak senin elindedir" buyurunca, bunun mânâsı, "Senin elinde sadece hayır vardır" olur.. Bu da, küfrün ve masiyetin, Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmesini gerektirir" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Hak teâlâ'nınözü, hayrın yalnız O'nun elinde olduğunu, başkasının elinde olmadığını ifâde eder. Bu da, hayrın başkasının elinde olmasını nefyeder, ama O'nun elinde hayır ve hayrın dışında kalan şeylerin bulunmasını asla nefyetmez. Ancak ne var ki, Cenab-ı Hak burada, kendisinden istifâde edilen şey olduğu için, Özellikle hayrı zikretmiştir. İşte bu mânâdan dolayı burada hayır kelimesi saraheten zikredilmiştir. Kâdî şöyle demektedir: "Şayet Hak teâlâ, kullar tarafından yapılan her hayra Allah onları muktedir kılıp, onları bu hayra iletmeseydi, onlar bunu yapamazlardı. İşte bu mânâ ve sebepten dolayı, Allah'a nisbet edilmiştir." Ancak ne var ki, bu zayıf bir görüştür. Çünkü bu izaha göre hayrın bazısı Allah'a, hayırların en şereflisi olan (İman) ise, kula nisbet edilmiş olur ki, bu da bu nassın hilâfınadır. Hak teâlâ'nın"Şüphesiz ki sen, her şeye hakkıyla kadirsin" buyruğuna gelince bu, daha önce zikredilen, Cenâb-ı Hakk'ın mülkü veren, çekip alan, insanları azîz ve zetîl kılan yegâne mâlik olması hususlarını bir te'kid gibidir. Gece Ve Gündüzün Uzayıp Kısalması Hak teâlâ'nın:geceyigündüzün içine sokarsın, gündüzü de gecenin içine sokarsın" âyeti ile ilgili iki vecih vardır: T- Allahü teâlâ geceyi kısaltır, ondan kalan kısmı da gündüze ilave eder. Bazan da bunun tersi olur. Hak teâlâ, âlemin (dünyanın) düzenini buna bağladığı için bunu böyle yapmıştır. 2- Bundan murad şudur: Allahü Teâlâ gündüzün peşinden geceyi getirir ve dünyaya gündüzün ışığı hakim iken, ona karanlığı giydirir. Sonra gecenin peşinden de gündüzü getirir ve dünyaya gündüzün ziyasını giydirir. Binâenaleyh gece ile gündüzün birbirlerine girdirilmesinden murad, her birinin diğerinin hemen peşinden yaratılması olmuş olur. Birinci mânâ âyetin lafzına daha uygundur. Çünkü gündüz uzun olup da ondan (hergün) kısaltılan kısım geceye katıldığında, ondan kısaltılan bu kısımlar geceye dahil olmuş olur. Allah Ölüden Diri, Diriden Ölü Çıkarır Cenâb-ı Hakk'ın: 'Ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın" buyruğu ile ilgili bazı meseleler var: Bir kısım imamlar (......) kelimesini şeddeli olarak (......) şeklinde, diğer birkısım imamlar ise şeddesiz (......) şeklinde okumuşlardır. Bunlar aynı mânâya gelen iki değişik okuyuş şeklidir. Müberred, "Basralıların bu iki kıraatin de eşit olduğu hususunda icmâ ettiklerini" söylemiştir. Nitekim Araplar şu şiiri söylemişlerdir: "Ölü, ancak dirilerin ölüsüdür." Bu (......) ve (......) kelimeleri gibidir. Bazıları da, (......) kelimesinin "ölmüş olan" mânâsına; (......) kelimesinin ise, "henüz ölmemiş kimse" mânâsına geldiğini söylemişlerdir. Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır: 1- Allah İbrahim'i Âzer'den meydana getirdiği gibi, kâfirden mü'min; Nuh'dan Kenan gibi kâfirleri meydana getirdiği gibi de, mü'minden kâfir çıkarır. 2- İyiden kötüyü, kötüden iyiyi çıkarır. 3- O, meniden canlıyı, yumurtadan kuşu ve canlıdan nutfeyi. kuştan yumurtayı çıkarır. 4- Tane'den başağı, başaktan taneyi, çekirdekten hurma ağacını, hurma ağacından çekirdeği çıkarır. Kaffâl (r.h), bu ifâdenin bütün bu mânâlara ihtimali olduğunu söyleyerek şöyle devam etmiştir: "Küfür ile iman meselesinde Cenâb-ı Hak, "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz..." (En'am, 122) buyurmuş, "ölü" ile kâfir olanı, "diriltme" ile de onu hidayete erdirmesini murad etmiştir. Böylece küfrü ölüm, imanı da hayat saymıştır. Yine Hak teâlâ, topraktan bitkiyi çıkarmayı "diriltme", bundan öncesini de "ölüm" kabul etmiş ve "Ölümden sonra yeryüzünü diriltir" (Rum, 50); "Derken biz o (bulutu) ölü bir toprağa sürüp onunla yeri, ölümünün ardından canlandırmışızdir" (Fatır, 9) ve "Allah'ı nasıl olup da inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz ölüler iken, sizi O diriltti. Sonra sizi yine öldürecek, tekrar diriltecek.." (Bakara. 28) buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın: "Sen, dilediğin kimseye hesapsız rızık verirsin" beyânı ile ilgili şu izahlar yapılmıştır: a) Allah, dilediği kimselere dilediği şeyleri verir. Bundan dolayı o kimse Allah'a hesap soramaz. Çünkü O'nun üzerinde, O'nu hesaba çekecek hiçbir hükümdar yoktur. Aksine dilediği kimselere hesapsız nimetler veren Melîk O'dur... b) "Sen, dilediğin kimseleri sınırsız ve hadsiz olarak rızıklandırırsın. Ona bolca rızık verir ve rızkını genişletirsin." Nitekim birisinin bağışı çok olarak tavsif edilmek istendiğinde, "Falanca hesapsız infâk eder" denilir. Arapların, insanın malının çokluğunu ifâde etmek için kullandıkları benzeri bir sözleri de, "O'nun sayısız malı var" şeklindedir. c) "Sen, dilediğin kimseleri hesapsız olarak rızıklandırırsın" yani "müstehak olmayan kimselere de, sırf fazl-ı İlâhin olarak bunu yaparsın." Çünkü müstehak olmaya göre veren kimse, sınırlı vermiş olur. Bu mânâya taraftar olan birisi şöyle demiştir: "Sen kullarını, amellerine göre rızıklandırmazsın." Allah en iyisini bilendir. Mü'minlerden Başkasını Dost Edinmenin Tehlikesi 28"Mü'minler, mü'minler dışında da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, Allah ile onun ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı, sakınmış olmanız müstesna.... Allah size, kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihayet dönüş ancak Allah'adır" . Bu âyetin, önceki âyetlerle ilgi ve münasebeti şu iki şekilde izah edilir: 1- Allahü teâlâ, kendisini ta'zîm hususunda mü'minlere gereken şeyleri zikredince, bunu müteakiben mü'minlerin diğer insanlarla muamelelerinde kendilerine vacib olan şeyi zikretmiştir. Çünkü bir işin mükemmelliği ancak şu iki şeyledir: Allah'ın emirlerine saygı ve insanlara şefkat... Bundan dolayı O, "Mü'minler, mü'minler dışında kâfirleri dost edinmesin" buyurmuştur. 2- Allahü teâlâ, dünya ve âhiretin mâliki olduğunu beyân edince, düşmanlarına değil, kendisi yanındaki mükâfaat ve nimetlere, kendisinin dostlarındaki lütuflara rağbet edilmesi gerektiğini açıklamıştır. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âyetin sebeb-i nüzulü hususunda birkaç rivayet zikredilmiştir: a) Yahudilerden bir grup, onları dinlerinden saptırmak için bir müslüman grubun yanına geldiler. Bunun üzerine Rifâ'a İbn el-Münzir, Abdurrahman İbn Cübeyr ve Sa'îd İbn Heyseme, müslümanların bu topluluğa, "yahûdılerden kaçının ve onların sizi dininizden çıkarma çabalarına karşı uyanık olun" dediler. İşte bunun üzerine, bu âyet nazil oldu. b) Mukâtil, "Bu âyet Hatib İbn Ebî Belte'a (radıyallahü anh) ile bazı müslümanlar hakkında nazil olmuştur. Bunlar, Mekke kâfirlerine sevgi duyuyorlardı. Allahü teâlâ, onları bu sevgiden nehyetti. c) Bu, Abdullah İbn Übeyy münafığı ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Çünkü bunlar yahudi ve müşrikleri dost ediniyor, müslümanların haberlerini onlara ulaştırıyor ve onların Hazret-i Peygamber'e galip gelmesini arzu ediyorlardı. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. d) Bu âyet, Ubade İbn Sâmit (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Çünkü onun yahudilerden anlaşmalı olduğu kimseler vardı. Hendek Savaşı'nda o, "Ya Resûlallah, beraberimde beşyüz kadar yahudî var. Benimle beraber harbe çıkmalarını istiyorum" demişti de bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Buna göre eğer, "Allahü teâlâ, "Kim bunu yaparsa Allah ile onun ilişiği kesilir" buyurmuştur. Bu, kâfirlerin sıfatıdır?" denilir ise, biz deriz ki:, Bunun mânâsı, "ona, Allah'ın velayetinden (dostluğundan) hiçbir payı yoktur" şeklindedir. Bu ise, kâfirleri dost edinmenin haram kılınması hususunda küfrü gerektirmez. Bil ki Allahü Teâlâ, bu mânada olmak üzere, birçok âyet indirmiştir. Meselâ, "Ey iman edenler, kendi (din kardeş)lerinizden başkasını sırdaş edinmeyin" "Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmin, Allah'a ve Resulüne muhalefet eden kimselerle dost olmalarını göremezsin" (Mücadele. 22), "Ey iman edenler, ne yahudileri, ne hristiyanlan kendinize dost edinmeyin" (Maide, 51); "Ey iman edenlerr benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin" (Mümtehine, 1) ve "Mü'min erkekler de, mü'min kadınlar da birbirinin dostlarıdırlar" (Tevbe, 71) âyetleri gibi.. Mü'min, Kâfirlerle Nasıl Dost Olur? Bil ki mü'minin kâfiri dost edinmesi birkaç şekilde olur: a) Onun küfrüne razı olup, bundan dolayı onu dost edinmesi. Bu, mü'min için yasaklanmıştır. Çünkü böyle yapan herkes, o kâfiri dininde ve inkârında tasvip etmiş olur. Küfrü tasvip etme ve küfre razı olma küfürdür. Binâenaleyh o kişinin, bu vasfı ile mü'min kalması imkansız olur. Eğer, "Allahü teâlâ, "Kim bunu yaparsa, Allah ile onun ilişiği kesilir" buyurmamış mıdır? Bu, küfrü gerektirmemektedir. Zira bu, bu âyetin hükmüne dahil değildir. Çünkü Allahü teâlâ, "Ey imân edenler..." (Mümtehine, 1)buyurmuştur. Binâenaleyh bu hitabın, mü'minin, ona rağmen mü'min kalabildiği birşey hususunda olması gerekir" denilir ise... b) Dünyevî meselelerde zahiren kâfirlerle güzel ilişkilerde bulunmak... Bu, mü'mine yasak kılınmamıştır. c) Bu, ilk iki şekil arasında orta bir haldir. Buna göre, kâfirleri dost edinmenin anlamı, ister akrabalık sebebi ile, isterse dinin bâtıl olduğunu bildiği halde ona duyulacak bir sevgi sebebi ile olsun kâfire meyletmek, yardım etmek, destek olmak ve yardımcı olmaktır. Bu ise, küfrü gerektirmez. Fakat bu da mü'mine yasaktır. Çünkü kâfir ile bu mânâda dostluk kurmak, bazan mü'mini onun yolunu güzel bulmaya ve onun dininden hoşlanmaya sevkeder. Bu da zamanla o mü'mini İslâm'dan çıkarır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah mü'minleri tehdit ederek, "Kim bunu yaparsa, Allah ile onun ilişiği kesilir" demiştir. Eğer, "Bu âyetten muradın, mü'minleri bırakıp da, sırf onları dost edinme manasında, kâfirleri dost edinmeyi yasaklama olması; hem kâfirleri hem de mü'minleri dost edinmeleri halinde ise bunun yasaklanmamış olması ve yine "müminler... kâfirleri dost edinmesin..." âyetinde ise bundan fazla bir mânânın bulunması niçin caiz olmasın? Çünkü insan bazan (gerçekte) dost edinmediği halde, dostça davranabilir. Binâenaleyh kâfiri dost edinmeyi yasaklamak, dostça davranmayı yasaklamak mânâsına gelmez" denilir ise; Biz deriz ki: Âyette her iki ihtimal bulunsa bile, onları dost edinmenin caiz olmayacağına delâlet eden diğer âyetler, her iki ihtimalin de düştüğünü göstermektedir. (......) kelimesindeki zâl harfi, nehiyden dolayı meczum olduğu için sakin kılınmış, iki sakin harf (elif-lâmın lamıyla, sakin zâl) bir araya geldiği için de, zâl harfi kesre ile harekelenmiştir. Zeccâc ise: "Haber cümlesi olarak merfû okunsaydı, caiz olurdu" demiştir ki, buna göre mânâ"Her kim mü'min ise, onun, kâfiri dost edinmesi yakışmaz" şeklinde olur. Şunu bil ki, gerek nehyin, gerekse haber cümlesinin ifâde ettiği mâna birbirine yakındır. Zira, mü'minin sıfatı, kâfiri dost edinmemek olunca, muhakkak ki onu dost edinmekten nehyolunmuş demektir. Mü'min kâfiri dost edinmekten nehyedilince de, muhakkak ki bunu yapmamak onun şanı ve şiarı olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, (......) sözünün mânası, "Allah dan başka şahidlerinizi de çağırın" (Bakara, 23) âyetindeki (......) ifâdesinin (......) anlamına gelmesi gibi, "Mü'minlerden başkasını" anlamındadır. Bu böyledir, çünkü (......) lafzı, mekâna tahsis edilmiştir. Meselâ sen (......) dersin; yani, "Zeyd, Amr'dan daha aşağıda olan bir yere oturdu..." Sonra, mekân bakımından başkasından ayrı ve farklı olan kimse, (zât bakımından da) ondan başka ve ona mugayirdir. İşte bu sebeple (......) kelimesi, "Başka, ayrı" mânalarında kullanılır olmuştur. Cenâb-ı Hak daha sonra "Kim bunu yaparsa, Allah ile olan ilişiğini kesmiştir" buyurmuştur. Bu ifâdede bir hazf bulunmaktadır. Buna göre mâna şöyledir: "Ona, Allah'ın dostluğundan, hakkında dostluk kelimesinin kullanılabileceği hiçbir şey yoktur!" Yani, "O, tamamiyle Allah'ın dostluğundan sıyrılmış, uzaklaşmıştır" demektir. Bu, makûl bir şeydir, çünkü hem dost ile, hem de dostun düşmanıyla dost olmak, birbirine zıd iki şeydir. Nitekim şair de şöyle söylemiştir: "Düşmanlarımı seviyorsun, sonra da benim, senin dostun olduğumu iddia ediyorsun. Belli ki, sende bir ahmaklık var (Ahmaklık senden uzak değil!) Mânanın, "Onun Allah'ın diniyle hiçbir münasebeti kalmamıştır" şeklinde olması da muhtemeldir ki, bu daha beliğdir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı, sakınırsanız müstesna" buyurmuştur. Bu ifâdede birkaç mesele vardır: (......) kelimesini kisâî imâle ile, Hamza tefhîm ile imâle arası, diğer imamlar da tefhîm ile okumuşlardır. Ya'kûb ise, kelimeyi (......) şeklinde okumuştur. (......) kelimesini imâle ile okumak, kelimedeki elif harfinin aslının yâ harfi olduğunu belirtsin diye caiz olmuştur. Bu kelimenin vezni ise, (sükûnet ve teenni) ve (çok yemekten dolayı midede meydana gelen acı, hastalık) kelimelerinde olduğu gibi, veznindedir. Tefhîm ile okunması ise, isti'lâ harfi olan kâf harfinden dolayıdır. Vahidî şöyle demiştir: Sen, (ittikâ ettim, çekindim, korundum) dediğinde, bunun masdarı (......) olur. Allahü Teâlâ âyette buyurmuş, ama kelimenin mef'ûl-ü mutlakını şeklinde getirmiş şeklinde getirmemiştir. Çünkü (......) kelimesi, masdar yerine kullanılan bir isimdir. Aynı şekilde"İyice oturdu" ve (İyice bindi) denilir. Allahü Teâlâ da "Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti ve onu, güzel bir nebat gibi büyüttü" (Al-i imran, 37) buyurmuştur. Nitekim şair de şöyle demiştir: "Senin bol bol, yüz defa verişinden sonra..." Şair burada (Bolluk içinde olmak) kelimesini, vermek kelimesinin masdarı yerinde kullanmıştır. Vahidî sözünü şöyle sürdürmüştür: "Buradaki (......) kelimesinin, (atıcılar, atanlar) kelimesi gibi kabul edilmesi de caizdir. Buna göre kelime, hâl-i müekkide (te'kîd eden bir hal) olmuş olur.." Zorlama Halinde İnkâr Etmenin Cevazı Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Müseylemetü'l- Kezzab, Hazret-i Peygamber'in ashabından olan iki adam yakaladı. Onlardan birisine, "Sen, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ediyor musun?" deyince, adam "Evet, evet, evet!" dedi. Bunun üzerine Müseyleme, "Benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehadet eder misin?" deyince, adam "Evet" dedi.. Müseyleme, kendisinin Ben! Hanife Kabilesi'nin peygamberi, Hazret-i Muhammed'in de Kureyş Kabilesi'nin peygamberi olduğunu iddia ediyordu. Bunun üzerine o adamı bırakıp diğerini çağırdı ve ona, "Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdette bulunuyor musun?" dedi. Adam, "Evet" dedi. Daha sonra, "Benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehâdette bulunuyor musun?" deyince, adam üç kere, "Ben sağırım..." dedi. Müseyleme bunun üzerine yanına gelerek onu katletti. Bu olay Hazret-i Peygamber'e intikal ettiği zaman O şöyle buyurdu: "Şu öldürülen kimseye gelince, o yakînî imanı ve sıdki üzere gitti.. Allah mübarek etsin. Diğeri iser Allah'ın tanımış olduğu ruhsatı kullandı. Bundan dolayı ona bir günah ve vebal yoktur." Bil ki bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kalbi iman üzere mutmain olduğu halde, zorlananlar müstesna" (Nahl, 106) âyetidir. Bil ki, takiyye'nin birçok hükmü vardır. Bunlardan bazılarını zikredeceğiz: Birinci hüküm: Takiyye ancak, müslüman kişi, kâfir bir topluluk içinde bulunduğu ve o kâfirlerden, canı ve malı hususunda korkup, böylece de onlara diliyle müdârâda bulunarak, yumuşak davrandığı zaman olur. Bu da, diliyle onlara düşmanlık göstermemekle olur. Hatta, o kişinin sevgi ve dostluk duyduğu zannını veren sözler söylemesi de caizdir. Ama bu, gönlünde aksini gizlemesi ve söylediği her şeyde târîzde bulunması şartıyla caizdir. Çünkü takiyyenin tesiri, ancak zahirde olup, kalbin hallerinde değildir. İkinci hüküm: O müslümanın, takiyye yapması caiz olduğu halde, imanı ve hakkı açıklaması daha güzeldir. Bunun delili, yukarıda zikrettiğimiz Müseylime hadisesidir. Üçüncü hüküm: Takiyye ancak, dostluk ve düşmanlık göstermeyle ilgili durumlarda caizdir. Bazan, dini izhar etmekle ilgili konularda da caiz olur. Ama, öldürme, zina, malı gasbetme, yalancı şahidlik, namustu kimselere iftira ve kâfirleri müslümanların gizli hallerine muttali kılmak gibi, zararı başkalarına dokunan şeylere gelince, bunlarda takiyye yapmak kesinlikle caiz değildir. Dördüncü hüküm: Âyetin zahiri, takiyyenin sadece hükümran ve galip olan kâfirlerle birlikte bulunulduğu zaman helâl olduğuna delâlet öder. Ama ne var ki, Şafiî (radıyallahü anh)'ye göre, müslümanlar arasındaki durum, müslümanlarla müşrikler arasındaki duruma benzediği zaman, canlarını korumak için müslümanların takiyye yapması helâl olur. Beşinci hüküm: "Canı korumak için takiyye caizdir. Buna göre malı korumak için de takiyye caiz olur mu?" denilirse, bunun caiz olacağına hükmetmek muhtemeldir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Müslüman kimsenin malının dokunulmazlığı, kanının ve canının dokunulmazlığı gibidir" Müsned, 1/446. Kim malı uğrunda öldürülürse, o şehiddir" Tirmizi, diyât, 22(IV/28). buyurmuştur. Bir de, malı korumaya duyulan ihtiyaç son derece zaruridir. Meselâ su, çok pahalı bir biçimde satıldığında, abdest almanın farziyyeti hükmü sakıt; fazla mal ve para noksanlaşmasına sebebiyet vermemek için, teyemmüm ile yetinmek caiz olur. O halde bu, burada nasıl caiz olmasın? Allah en iyi bilendir. Altıncı hüküm: Mücahid şöyle demiştir: "Bu hüküm, İslâm'ın ilk yıllarında, mü'minlerin azlığı ve zayıflığı sebebiyle geçerli idi. Ama İslâm devleti güç kuvvet kazandıktan sonra, bu hüküm geçersiz olmuştur. Avf, Hasan el-Basrî'nin, "Takiyye, mü'minler için Kıyamete kadar geçerlidir" dediğini rivayet etmiştir ki, bu görüş daha evlâdır. Çünkü, kişinin nefsinden zararı savuşturması, imkânlar nisbetinde vâcib olan bir şeydir. Sonra Cenâb-ı Hak, Allah sizi, yüce Zatından sakındırıyor" buyurmuştur. Bu söz hakkında iki görüş bulunmaktadır: a) Bu ifâdede bir hazf bulunmaktadır. Buna göre kelâmın takdiri, "Allah sizi, kendisinin ikâbından sakındırıyor" şeklindedir. Ebu Müslim, mânanın şöyle olduğunu söylemiştir: "Allah, sizi kendisine isyan edip, böylece de O'nun azabına müstehak olmaktan sakındırıyor." Bu ifâdede elimesinin zikredilmesinin faydast şudur: Cenâb-ı Hak şayet demiş olsaydı bu, kendisinden sakındırılmak istenen şeyin, Allah'-dan mı yoksa başkasından mı sâdır olan bir ikâb ve ceza olduğunu ortaya koyamazdı. Cenâb-ı Hak burada, (......) kelimesini zikredince, işte böyle bir karışıklık ihtimâli önlenmiş olur. O'ndan sudur eden cezânın, cezaların en büyüğü olduğu gerçeği, herkesçe malûmdur. Çünkü Allah, nihayetsiz şeylere kadirdir. Ve yine hiç kimse, O'nun dilediği şeyi geri çevirip engelleyemez. b) Âyetteki (......) kelimesi, kâfirleri dost edinme manasıyla ilgilidir. Yani, "Allah sizi bu gibi fiillerden, (kâfirleri dost edinmekten) men ediyor" demektir. Cenâb-ı Hak hâyet dönüş de ancak Allah adır" buyurmuştur. Bunun mânası, "Allah, huzuruna vardığınızda tahakkuk edecek olan cezasından sizi sakındırır" demektir. 29"De ki: "Sinelerinizde (göğüslerinizde) olanı gizleseniz de, açıklasanız da, Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olan herşeyi de bilir. Allah, herşeye kadir olandır" . Bil ki, Allahü Teâlâ mü'minleri, kâfirleri zahiren ve bâtınen dost edinmekten men edip, bundan sadece zahirde olan takiyye halini istisna edince, bunun peşinden, takiyye vaktinde kişinin bâtınının zahirine benzemesine dair tehdit ve vaîdini getirmiştir. Bunun sebebi şudur: Çünkü takiyye esnasında dostluk izhâr etmeye yönelen kimsenin zahire göre yaptığı bu işi, o kimsenin bâtınında da böyle bir dostluğun meydana gelmesine sebep olur. İşte bu sebeple şüphesiz Cenâb-ı Hak, kendisinin zahirî halleri bildiği gibi bâtinî halleri de bildiğini beyân etmiş ve kuluna, kalben yapmaya azmettiği herşeye mukabil, mutlaka ceza vereceğini bildirmiştir. Âyetle ilgili birkaç soru bulunmaktadır: Birinci soru: Bu âyet, bir şart cümlesidir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın "Göğüslerinizde olanı gizleseniz de, açıklasanız da..." sözü şart; "Allah onu bilir" sözü de bir cezâdır. Cezânın şarta dayandığı ve şarttan sonra bulunduğu hususunda hiç şüphe yoktur. Bu ise, Allah'ın ilminin sonradan olmasını (hudûs) gerektirir. Cevap: Allahü Teâlâ'nın ilminin, o şeyin o anda meydana geleceği hususuna taalluk etmesi, o şey ancak o anda meydana geldiği takdirde söz konusu ptur. Sonra bu değişiklik ve yenilenme, Cenâb-ı Allah'ın ilminin hakikâtine değil, ancak nisbet edilme, izafe edilme ve taalluk etme gibi hususlarda olur. Bu mesele çok derin bir mesele olup, kelâm ilminde de ele alınmıştır. İkinci soru: Sebepler ve inançların mahalli, kalbtir. O halde, Cenâb-ı Hak niçin "kalblerinizde olanı saklasanız da" dememiş de, "Göğüslerinizde olanı gizleseniz de..." buyurmuştur? Cevap: Çünkü kalb, göğüstedir. Binâenaleyh, kalp-yerine göğüs kelimesinin getirilmesi caizdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İnsan'ların göğüslerinde vesvese verir..." (Nas, 5) ve "Muhakkak ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalbler kör olur" (Hacc, 46) buyurmuştur. Üçüncü soru: Eğer bu âyet hatıra gelen herşey hakkında bir va'îd olur ise, o zaman teklîf-i mâla yutak olur? Cevap: Biz bu husustaki görüşü, Bakara sûresinin sonund Bakara, 284) âyetinin tefsirinde açıklamıştık. Sonra Cenâb-ı Allah "Göklerde ve yerde olan herseyi bilir" buyurmuştur. Bil ki buradaki (......) fiili, müste'nef bir cümle fiili olarak merfudur. Bunlarla savaşın ki, Allah onları azablandırsın" (Tevbe. 14) âyeti gibidir. (Allah bu âyetteki, ve diğer fiilleri cezmetmiş, devamında) "Allah teybe nasip eder" (Tevbe, 15) buyurarak buradaki fiili merfû getirmiştir. Bu "Fakat Allah dilerse, senin kalbini mühürler. Allah bâtılı mahveder" (Şura, 24) âyetinde (......) kelimesinin merfû oluşu gibidir. Allahü teâlâ'nın, "Göklerde ve yerde olan her şeyi bilir" buyruğunda son derece etkili bir sakındırma vardır. Çünkü Allahü teâlâ'ya, yerlerde ve göklerde hiçbirşey gizli kalmayınca, göğüslerdeki kalplerde olan şeyler O'na nasıl gizli kalır? Sonra Cenâb-ı Hak, bu sakındırmayı tamamlamak için "Allah, herşeye kadir olandır" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü Allahü teâlâ kendisinin herşeyi bildiğini beyân ettiğine göre, kulun kalbindekini ve hak ettiği sevabı ile ikâbının miktarını da bilmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak kendisinin herşeye kadir olduğunu bu ifâde ile açıklamıştır ki, buna göre O, herkese hakettiği şeyi ulaştırmaya da kadirdir. Bu ifâdeyle va'ad ve va'îd ile tergîb ve terhîb tamamlanmış olur. 30"O gün, herkes ne hayır işledi ise karşısında (onu) hazırlanmış bulacak, ne kötülük yaptı ise de, onunla kendi arasında uzak bir mesafe olmasını arzu edecek. Allah, sizi yüce zatından sakındırıyor. Allah kullarına ra'ûftur" . Bil ki bu âyet, tergîb (teşvik) ve terhîb (korkutma) babından olup, daha önce geçen sözü tamamlamaktadır. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Âlimler, buradaki (......) kelimesinin âmili (mütealliki) konusunda birkaç vecih zikretmişlerdir: a) İbnu'l-Enbarî, bu kelimenin müteallâkının, 28. âyetin sonundaki (......) kelimesi olduğunu, takdirinin ise.. o günde dönüş ancak Allah'adır" şeklinde olduğunu söylemiştir. b) Kelimenin âmili, önceki âyettekifâdesindeki fiildir. Cenâb-ı Hak sanki "Allah sizi bu gündeki ikâbından sakındırır" demiştir. c) Bu kelimenin âmili, bir önceki âyet sonundakiüdür. Yani "Her nefsin, yaptığı hayrı karşısında hazırlanmış bulacağı o günde, Allah her şeye kadirdir" demektir, Ancak diğer günlerin de, Allah'ın kudreti bakımından o günden bir farkı olmadığı halde, o günün önemini belirtmek ve şerefini yüceltmek maksadıyla bilhassa bu gün zikredilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın Din gününün sahibi" (Fatiha. 3) âyetinde de aynıdır. d) Âmil, âyette gelen fiilidir. Buna göre mana, "Her nefis o günde şunu şunu arzu eder" şeklindedir. e) Kelimenin, mahzuf bir fiil sebebiyle mansub olması da caizdir. Buna göre, kelamın takdiri"Her nefsin şunu şunu bulacağı o günü hatırla" şeklinde olur. Yapılan İyi ve Kötü Amellerin Âhirette Hazır Bulunması Bil ki yapılan amel bakî değildir. Binâenaleyh onu Kıyamet günü bulmak mümkün değildir. Bundan ötürü, bu ifâdenin iki şekilde te'vili gerekir: 1- Kul, amel defterlerini bulur. Bu, Hak teâlâ'nın, "Şüphe yok ki yaptığınız şeyleri biz yazıyorduk" (Câsiye, 29) ve "(Allah) onlara yaptıkları şeyleri haber verecek. Allah onları saymış, onlar ise unutmuşlardır" (Mücadele, 6) âyetleri ile beyân ettiği durumdur. 2- Kul, amellerinin karşılığını bulur. Buna göre âyetteki "hazırlanmış bulacak " tabirinden maksad, o amel defterlerinin Kıyamet gününde hazırlanmış olması olabileceği gibi, amellerin karşılığının hazırlanmış olması da olabilir. Bu tıpkı, "Onlar işlediklerini hazır bulmuşlardır" (Kehf, 49) âyetinde ifâde edildiği gibidir. Her iki mânaya göre de, tergîb ve terhîb söz konusudur. Hak teâlâ'nın "Ne kötülük yaptı ise de, onunla kendi arasında uzak bir mesafe olmasını arzu edecek" beyânı hakkında şu iki mesele vardır: Vahidî şöyle demektedir: "Burada daha açık olan (......) lafzının, (o şey, ki o) manasına alınıp, iilinin de ism-i mevsûlünün sılası yapılarak birinci (......)'ya atfedilmesidir. Burada (......)'nın şartiyye olması caiz olmaz; aksi halde (......) kelimesinin mahallinin mansûb veya mecrûr olması gerekirdi. Halbuki, herkes bunu merfû olarak okumuştur. Böylece de bu, buradaki (......)'nın (......) anlamında olduğunun bir delili olmuş olur. Buna göre şayet, "Abdullah İbn Mesûd'un (diledi, arzu etti) şeklindeki okuyuşuna göre, buradaki (......)'nın şartiyye olması doğru olamaz mı?" denilirse, biz deriz ki, bu doğru olur. Ne var ki, mânayı mübteda ve haber cümlesine göre vermek daha yerinde ve müessir olur. Zira bu, kâfirlerin o gündeki durumunun anlatılmasıdır; ayrıca meşhur olan kıraate de daha muvafık olmuştur. Hak teâlânın buyruğundaki vâv hakkında şu iki görüş bulunmaktadır. Birinci görüş: Bu, Ebu Müslim el-İsfehanî'nin Hak buyruğundaki vâv görüşüdür. Bu görüşe göre, bu ifâdenin başındaki vâv, atıf vâvıdır. Kelamın takdiri ise, "Her ne hayır işledi ise ve her ne kötülük yaptı ise bulur" şeklindedir. Hak teâlâ'nın, "Onunla kendi arasında uzak bir mesafe olmasını arzu edecek" ifâdesinin cümledeki yeri hakkında iki izah şekli vadır: a) Bu cümlelafzının sıfatıdır. Buna göre kelamın takdiri şöyle olur: "Kendisi arasında uzun bir mesafe olmasını arzu ettiği kötü fiillerden her ne işledi ise..." b) Bu cümle, haldir. Buna göre takdiri, "Ogün, kendisinden uzaklaşmayı arzu edecek olduğu bir halde, işlediği her kötülüğü hazır bulur" şeklinde olur. İkinci görüş: Buradaki vâv harfi, isti'naf vâvıdır. Buna göre âyet, günahkârların mutlaka cezalandırılacağı görüşüne bir delil değildir. Çünkü burası lütuf ve ikram-ı İlâhinin bahsedildiği bir âyet olup sevap bakımından amellerinin karşılığının hazır olacağına bir nasstır. İkâb cihetine gelince, bu âyet bunun hazır olacağına dâir bir nass değildir. Doğrusu Hak teâlâ burada, kullarının o ikabtan kaçacağını ve uzaklaşmayı isteyeceklerini anlatmıştır. Bu da, va'ad yönünün gerçekleşmesinin, va'îd'in gerçekleşmesinden daha uygun olduğuna dikkat çeker. (......) kelimesi, "varılan son sınır" demektir. Bunun bir benzeri "Keşke seninle benim aramda doğu ile batı kadar uzaklık olsaydı. (Sen) ne kötü arkadaş(mışsmî)" (Zuhruf. 38) âyetidir. Bil ki bu temenniden murad, ister zaman, ister mekân itibari ile bir uzaklığı anlayalım, malumdur. Çünkü maksud olan, uzak olmayı temenni ediştir. Hak teâlâ daha sonra, "Allah sizi yüce zatından sakındırıyor" buyurmuştur ki bu ilâhî va'îdi te'kid etmektedir. Sonra da, "Allah kullarına ra'ûftur" buyurmuştur. Bu hususta bazı izahlar yapılmıştır: a) Allahü teâlâ, insanları kendisinden sakındırdığı, ilminin ve kudretinin mükemmelliğini öğrettiği, insanlara mühlet tanıdığı, fakat ihmal etmediği, rahmetini celbedecek şeylere onları teşvik ettiği ve gadabına müstehak olacak şeyleri yapmaktan sakındırdığı için, kullarına karşı ra'ûftur. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Allah'ın, kullarını kendisinin azabından sakındırması, onlara olan re'fetindendir." b) Allah, tevbe etmeleri, tedbirli olmaları ve kusurlarını telâfi etmeleri için kullarına zaman tanımış olması bakımından kullarına ra'ûftur. c) Allahü teâlâ, bir va'îd olarak, "Allah, sizi yüce zatından sakındırıyor" buyurunca, bunun peşisıra va'ad ve rahmetinin, va'îd ve gazabına galib geldiğini bildirmek için, bir va'ad olarak "Allah, kullarına ra'ûftur" buyurmuştur. d) Kur'ân-ı Kerim'de "ibâd" (kullar) lafzı, mü'minlere hastır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yeryüzünde vakar ve tevazu île yürüyen Rahmanın o kullan..." (Furkan, 63)ve "O pınardan Allah'ın kulları içerler.." (İnsan, 6) buyurmuştur. Buna göre mana şöyledir: Allahü teâlâ kâfir ve fâsıklar hakkındaki tehdidini zikredince, ehl-i taat ile ilgili va'adini bildirerek, "Allah, kullarına ra'ûftur" buyurmuştur. Yani, "Allah fâsıklardan intikam aldığı gibi, kendisine itaat edip muhsin olanlara karşı da ra'ûftur" demektir. Allah ‘Seven Resulullah'a tabi Olur 31"De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafur ve rahimdir" . Bil ki Allahü teâlâ yahudileri, kendisine ve peygamberlerine imâna, tehdid ve va'îdleri ile davet edince, onları bir başka şekilde de buna davet etmiştir ki, o da şudur. Yahudiler: "Biz, Allah'ın oğulları ve dostlanyız" (Maide, 18) diyorlardı. Bundan dolayı bu âyet nazil olmuştur. Yine rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyş, Mescid-i Haram'da putlara taparken, yanlarında durup şöyle dedi: "Ey Kureyş topluluğu, vallahi siz Hazret-i İbrahim'in dinine muhalefet ediyorsunuz." Bunun üzerine Kureyşliler, "Biz, Allah'ı sevdiğimiz için, "Bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye bu putlara tapıyoruz" (zümer, 3) dediler. İşte bundan dolayı, tefsir ettiğimiz âyet nazil oldu. Bir başka rivayete göre, hristiyanlar "Biz, Allah'ı sevdiğimizden ötürü Mesih (İsâ)'ya ta'zim ediyoruz" dedikleri için bu âyet nazil olmuştur. Hülâsa olarak, bu insan gruplarından herbiri Allah'r sevdiğini ve Allah'ın rızası ile taatını gözettiklerini iddia ederler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ey habibim, "Eğer Allah'ı sevdiğiniz iddianızda doğru iseniz, O'nun emirlerine boyun eğip, O'na muhalefet etmekten kaçının" de" buyurmuştur. Buna göre sözün manası şöyle olur: "Allah'ı seven herkesin, O'nun gazabını çekecek şeylerden mutlaka iyice kaçınması lazım. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini kesin gösteren deliller bulunduğuna göre, ona uymak gerekir. Eğer ona uyulmuyor ise, bu o sevginin bulunmadığına delâlet eder." Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır: Muhabbet" (sevgi) ile ilgili uzun açıklamamız, Bakara, 165)âyetinin tefsirinde gec- misti. Kelamcılar, "Allah'ı sevmenin", "O'nu yüceltme, O'na taat, ve O'nun mükâfaatını sevme" manasında olduğunda ısrar ederek şöyle derler: "Muhabbet, irâde cinsinden bir fiilidir. İrâde ise, acak sonradan olan varlıklar ve menfaatlerle ilgilidir." Kelamcıların bu görüşü zayıftır. Çünkü, herşey hakkında, "O, bir başka sebepten ötürü sevilmiştir" denilemez. Aksi halde teselsül ve devr-i fasit gerekir. Binâenaleyh bunun, bizzat sevilen birşeyde son bulması gerekir. Nitekim biz, lezzetin li-zâtihi mahbub olduğunu biliriz. Yine biz Rüstem ve İsfendiyar'ın kahramanlıkları hususundaki haberlerini duyduğumuzda, bize hiç faydası olmadığına inandığımız halde, gönlümüz onlara meyleder. Hatta çoğu kez bu meyi ve sevginin, üzerinde ısrar etmek caiz olmayan bir hata ve günah olduğuna inanırız. Böylece biz, lezzetin li-zatihî sevimli oluşu gibi, kemâlin de li-zâtihî mahbûb olduğunu anlarız. Kemâlin kemali Hak Subhânehu ve Teâlâ'ya aittir. Binâenaleyh bu durum, Allah'ın zâtından ve kendileri için Allah'ın kemâl ile celâl eserlerinden bir eserin tecellî ettiği Allah katındaki mukarreblerden ötürü, li-zâtihî mahbûb olmasını (sevilmesini) gerektirir. Kelamcılar şöyle derler: "Allah'ın kuluna muhabbeti (sevgisi), hem dinî hem de dünyevî bakımdan hayır ve menfaatleri kuluna ulaştırmasını irâde etmesinden ibarettir." Yahudiler, kendilerinin Allah'ı sevdiklerini iddia ediyorlar ve Allah'ın da kendilerini sevmesine arzulu olduklarını ortaya koyuyorlardı. Âyet, şu iki bakımdan, Allah'ı sevmenin peygambere uymayı gerekli kıldığını göstermektedir: a) Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabî olun. Çünkü mu'cizeler, Allahü teâlâ'nın bana uymanızı gerekli kıldığını göstermektedir. b) Eğer siz Allah'ın sizi sevmesini arzu ediyorsanız, yine bana uyunuz. Çünkü bana uyduğunuzda Allah'a itaat etmiş olursunuz. Allah ise, kendisine itaat eden herkesi sever. Yine bana uymanızda, Allah'a itaat, O'na ta'zim ve O'nun dışındaki bütün varlıklara ta'zimi terkten başka birşeye davet yoktur. Allah'ı seven herkes, buna arzu duyar. Çünkü muhabbet, sevilene (mahbûba) tamamıyla yönelmeyi ve mahbûbun dışındaki herşeyden yüz çevirmeyi gerektirir. Üçüncü Mesele Keşşaf sahibi, bu konuda Allah'ın velilerini tenkide dalarak burada akıllı insanın müstehcen kitaplarda bile yazamayacağı şeyleri yazmıştır. O'nun evliyâulahi tenkide cüret ettiğini farzetsen bile, bu gibi çirkin sözleri tefsire dair eserine koymaya nasıl cesaret etmiştir? Biz, Allah'tan muhafazasını ve hidayetini talep ederiz. Allahü teâlâ sonra, "ve günahlarınızı bağışlasın" buyurmuştur. Allah'ın kulunu sevmesinden murad, ona sevab vermesi; günahlarını bağışlamasından murad ise, onun cezasını kaldırmasıdır. İşte bu, her akıllının isteyeceği en büyük ve en önemli şeydir. Sonra O, "Allah, gafur ve rahîmdir" buyurmuştur. Yani, Allah, kullarının çeşitli günahlarını diğer insanlardan gizlemesi bakımından dünyada iken gafur, fazlı ve keremi ile de onlara âhirette rahimdir. 32"De ki: "Allah'a ve peygamberine itaat edin. "Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez" . Rivayet olunduğuna göre "De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin..." âyeti nazil olduğu zaman, Abdullah İbn Übeyy münafığı, "Muhammed kendine itaati, Allah'a itaat gibi sayıyor ve hristiyanların İsa'yı sevdikleri gibi, bizim de kendisini sevmemizi emrediyor" dedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu hususta sözün özü şudur: Birinci âyet, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ittibâ etmenin vâcib olmasını iktizâ edip, sonra da münafıklar, "Muhammed, hristiyanların İsa hakkında söylediklerinin aynısını kendi için iddia ediyor" diyerek, İslâm hakkında ortaya bir şüphe atınca, Allahü Teâlâ işte bu şüpheyi izâle etmek için bu âyeti zikrederek, "De ki: "Allah'a ve peygamberine itaat edin" buyurmuştur. Yani, "Allahü Teâlâ size, bana uymanızı vâcib kılmıştır. Bu, hristiyanların Hazret-i İsa hakkında söyledikleri şeyler ile değil, aksine benim Allah katından görevlendirilmiş bir peygamber olmamdan dolayıdır" demektir. Allah'ın emirlerini tebliğ eden zat peygamber olduğuna göre, ona itaat etmek vâcib olur. Binâenaleyh, peygambere uymak bu manadan ötürüdür; yoksa münafıkların İslâm hakkında ortaya attıkları şüpheler dolayısıyla değil!.. Cenâb-ı Hak sonra, "Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez" buyurmuştur. Yani, "Eğer onlar yüz çevirirlerse, onlar için Allah'ın sevgisi asla söz konusu olamaz. Çünkü Allahü Teâlâ, kendisine itaat edenleri mutlaka övmüş ve methetmiş; inkâr edenleri ise, hor ve hakir olmaya müstehak kılmıştır. Bu ikinci durum ise, Allah'ın sevgisinin zıddı bir durumdur" demektir. Allah en iyisini bilendir. Yüce Allah'ın Peygamberleri Mümtaz Kılması 33Âyetin tefsiri için bak:34 34"Muhakkak ki Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim hanedanını, İmrân âilesini, hepsi de birbirinden olan bir tek zürriyet olarak, bütün âlemlerin üzerinde mümtaz kıldı. Allah hakkıyla bilicidir" . Bil ki Allahü Teâlâ, muhabbetinin ancak peygamberlerine uymakla tamamlandığını beyan edince, peygamberlerinin, derecelerinin yüceliğini ve makamlarının şerefini açıklamış ve "Muhakkak ki Allah Adem'i... mümtaz kıldı" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır: Mahlukların Bazı Nev'ileri ve Hangisinin Daha Üstün Olduğu Bil ki mahlûkât iki kısımdır. Mükellef olanlar, mükellef olmayanlar... Âlimler mükellef olan varlıkların, mükellef olmayanlardan daha efdal olduğu hususunda ve mükelleflerin şu dört kısım olduğunda ittifak etmişlerdir; a) Melekler, b) İnsanlar, c) Cinler, d) Şeytanlar... Melekleri ele alacak olursak, hadislerde, Allahü teâlâ'nın bunları rüzgârdan yarattığı rivayet edilmiştir. Âlimlerden, bunun böyle olduğuna aklî deliller getirenler vardır: 1- Melekler, rüzgârdan yaratıldıkları için, en süratli bir şekilde uçabilmektedirler. 2- Yine bu sebepten ötürü onlar, Arş'ı taşıyabiliyorlar. Çünkü rüzgâr da eşyayı taşıyabiliyor. 3- Yine bu sebepten ötürü onlar rûhânî varlıklar diye adlandırılmışlardır. Başka bir rivayette onların nurdan yaratıldığı yer almıştır. İşte bundan dolayı, saf ve temizdirler. İbadetlerini Allah'a has kılmışlardır. Bu hususta en iyisi, bu iki görüşü birleştirmektir. Buna göre biz deriz ki: Onların bedenleri rüzgârdan, ruhları ise nurdan yaratılmıştır. Gökler âleminin sakinleri işte bunlardır. Şeytanlara gelince bunların hepsi kâfirdir. İblisin kâfir olduğu açıktır. Çünkü Hak teâlâ, onun hakkında, "O, kâfirlerdendir" (Bakara, 34) buyurmuştur. Diğer şeytanlar da ataları iblis gibi kâfirdirler. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz şeytanlar, sizinle mücâdele etmeleri için kendi dostlarına mutlaka telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşrik olursunuz" (Enam, 121) buyurmuştur. Bütün şeytanların özelliği, insanoğluna düşman olmaktır. Çünkü Allahü teâlâ, "O (iblis) cinden olduğu için Rabb'inin emrinden dışarı çıkmıştı. Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun neslini, hepsi sizin düşmanınız olduğu halde, dost edinir misiniz?" (Kehf, 50) ve "Biz böylece her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık" (Enam, 112) buyurmuştur. Şeytanların bir özelliği de ateşten yaratılmış olmalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, iblisin, "Beni ateşten yarattın, onu (Adem'i) ise çamurdan yarattın" (Araf, 12) sözünü nakletmiş ve "Cann'ı (iblisi) da daha önce çok şiddetli ateşten yarattık" (hicr, 27) buyurmuştur. Cinlere gelince, bunların kâfirleri ve mü'minleri vardır. Nitekim Hak teâlâ, "Gerçekten kimimiz müslüman, kimimiz ise zalimdir. Müslüman olanlar, doğru yolu aramış (bulmuşlardır" (Cin, 14) gediklerini nakletmiştir. İnsanlara gelince, hiç şüphesiz onların da bir ilk ataları vardır. Aksi halde, bu, sonu olmayan bir durum olur. Kur'ân, bu ilk atanın Hazret-i Âdem olduğunu bildirmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, tefsir etmekte olduğumuz Âl-i İmran sûresinde, "Muhakkak ki Allah katında İsa'nın hali, Âdem'in hâli gibidir. (Allah) onu topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi, o da (can gelip) oluverdi" (Âl-i İmran, 59) ve "Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan, ondan da onun eşini vücuda getiren Rabb'inizden ittikâ edin..." (nisa, 1) buyurmuştur. İnsanların Meleklerden Üstünlüğü Bunu böylece bildiğin zaman biz deriz ki: Âlimler insanın, cinn ve şeytanlardan efdal olduğu hususunda İttifak etmiş, insanın mı yoksa meleklerin mi daha üstün olduğu meselesinde ise ihtilaf etmişlerdir. Biz bu meseleyi, (Bakara, 34) âyetinin tefsirinde iyiden iyiye inceledik. İnsanın daha üstün olduğuna hükmedenler, tefsir ettiğimiz âyeti Delil getirmişlerdir. Çünkü "istifa" (seçip, mümtaz .kılma), daha büyük bir şerefin olduğuna ve derece yüksekliğine delâlet eder. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem ve soyundan gelen peygamberleri bütün âlemler üzerine seçip mümtaz kıldığını bildirdiğine göre, onların meleklerden de üstün olmaları gerekir. Çünkü melekler de "âlemler" Buna göre eğer, "Bu âyeti, burada zikredilen insanların bütün âlemlere üstün kılınmış olmaları manasına alırsak, bu bizi bir tenakuza götürür. Çünkü büyük bir topluluğa dahil olan fertlerden herbiri, bütün âlemlerden daha üstün olarak tavsif edildiğinden, onların herbirinin bütün âlemlerden, yine herbirinin diğerinden daha üstün olması gerekir ki bu imkânsızdır. Fakat biz bu ifâdeyi, onların herbirinin kendi zamanlarındaki âlemlerden veyahut da kendi cinslerinin âleminden efdal oldukları manasında alırsak, böyle bir tenakuz söz konusu olmaz. Binâenaleyh tenakuzu ortadan kaldırmak için, âyeti bu mânâya hamletmek gerekir. Yine Cenâb-ı Hak, İsrailoğullarından bahsederken, "Sizi bütün âlemlere üstün kılmıştım" (Bakara, 47) buyurmuştur. Bu sözden, onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den daha üstün oldukları mânâsı çıkmaz. Biz, bundan maksadın onların herbirinin yaşadığı devirdeki âlemler olduğunu söylüyoruz. Burada da böyledir?" denirse, bunun cevabı, Cenâb-ı Allah'ın bu âyetinde aşikârdır. Zira "Adem'i âlemler üzerine mümtaz kıldı" sözü, "âlem" vasfı verilecek her şeye şamil olduğundan, melekler de buna dahil olur. Bu konuda söylenecek son söz, aksine delâlet eden bir delilden dolayı, âlem lafzının umûmî mânâsı ile amel etmek, bazı durumlarda bırakılır. Ama delile dayanmayan hallerde bunu terketmemiz doğru değildir. İstıfa Kelimesi Hakkında Bilgi (......) fiili Arapça'da, "seçti, tercih etti" manasına gelir. Buna göre lafzının manası, bulanık- lıklardan uzak ve saf olan, görülen ve müşahede edilebilen birşeye benzetilerek, "onları mahlûkâtının en arısı ve durusu kıldı" demektir. Bu kelime şu üç şekilde söylenir. Bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Musa'ya "Ben seni risâletimle.. bütün insanlardan mümtaz kıldım" (A'raf, 144) sözü ile, Hazret-i İbrahim, İshâk ve Ya'kûb (aleyhisselâm) hakkındaki, "Çünkü onlar bizim katımızda, cidden seçkinlerden, hayırlılardandı" (Sâd, 47) sözüdür. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Âyetle ilgili şu iki görüş vardır: 1- Mana, "şüphesiz Allah, Âdem'in ve Nuh'un dinlerini seçip mümtaz kıldı..." şeklindedir. Buna göre âyetteki "lstıfâ"nın manası, onların dini ve şeriatları ile ilgili olur. Bu manaya göre, bir muzâfın hazfedilmiş olduğu kabul edilir. 2- Mânâ, "Allah, onları kötü sıfatlardan arındırmış ve güzel hasletlerle süslemiştir" şeklindedir. Bu ikinci görüş şu iki sebepten ötürü daha evlâdır: a) Biz bu ikinci mânâda bir hazfin olduğunu söylemeye muhtaç olmayız. b) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, peygamberliğini kime vereceğini en iyi bilendir" (Enam, 124) âyetine daha uygundur. Halîmî, "Minhâc" isimli kitabında şunu söylemiştir: "Peygamberlerin gerek cismânî, gerekse ruhanî kuvvetlerde, mutlaka diğer insanlardan farklı olmaları gerekir. Cismânî kuvvetler, ya müdrike (idrâk eden, kavrayan), yahut da muharrike (hareket ettirici) olur. Müdrike kuvvetler ya zahirî, ya da bâtınî olan nişlerdir. Zahirî hisler beştir: a) Görme Kuvveti: Yemin olsun ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de bu sıfatın en mükemmel şekli vardı. Bunun böyle olduğuna şu iki şey delâlet etmektedir: Birincisi: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): yeryüzü benim için toplandı ve bana onun doğusu batısı gösterildi" Müslim, Fiten, 19 (4/2215) (Aynı manada, değişik metinle...) buyurmuştur. İkincisi: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Saflarınızı düzeltin ve sıkiaştinp sağlamlaştırırı. Çünkü ben, arkamdan sizi görüyorum" Müsned, 3/102, 182; Buhâri, Ezan, 71-72. buyurmuştur. Bu kuvvetin bir benzeri de, Hazret-i İbrahim'de vardır. O da, Hak teâlâ'nın, "Biz İbrahim'e, göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylece gösterfyorduk" (Enam, 75) âyetinde ifâde edilen husustur. Âlimler bu âyeti tefsir ederken, Allahü teâlâ'nın Hazret-i İbrahim'in görme hissini kuvvetlendirdiğini ve böylece onun metekût âleminin en yücesinden en alt tabakasına kadar görüp müşahede ettiğini belirtmişlerdir." Halimi (r.h) şöyle devam eder: "Bu uzak görülecek bir ihtimal değildir. Çünkü her gören bir değildir. Rivayet edildiğine göre Zerkâu'l-Yemâme, bir şeyi üç günlük yoldan görebiliyordu. Binâenaleyh, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in görme kabiliyetinin onunkinden daha kuvvetli olması uzak bir ihtimal değildir. b) İşitme kuvveti... Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu hususta da insanların en güçlüsü idi. Bunun böyle olduğuna şu iki husus da delâlet etmektedir: 1-Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sema gıcırdadı; onun gıcırdamaya hakkı var. Semada orada bir ayak koyacak hiçbir yer yoktur ki, orada Allahü Teâlâ'ya secde eden bir melek bulunmasın..." Tirmizi, Zühd, 9 (4/556); İbn Mâce, Zühd. 19 (2/1402). buyurmuştur. Böylece Hazret-i Peygamber semânın gıcırtısını duymuştur. 2- Bir defasında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir ses duymuş da ve bunun, cehenneme yuvarlanan, fakat cehennemin dibine henüz ulaşamayan bir kaya parçasının çıkardığı ses olduğunu söylemişti. Halimi, "Felsefecilerin bunu imkânsız görmeleri mümkün değildir. Çünkü, onlar Pisagor'un kendisini eğittiğini, böylece de onun, feleklerin çıkardığı en alçak sesleri dahi duyduğunu kabul etmektedirler. Bu gücün bir benzeri de, karınca kıssasında, Hazret-i Süleyman için söz konusudur. Nitekim Cenâb-ı Hak bundan bahsederek, "Bir karınca dedi ki: "Ey karıncalar, yuvalarınıza girin" (Neml, 18) buyurmuştur. Böylece Allahü Teâlâ Hazret-i Süleyman'a karıncanın sözünü duyurmuş ve O'nu bunun mânasına vâkıf kılmıştı. Bu aynı zamanda, anlama kuvvetini de ilgilendirir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) kurt ve deve ile konuşurken de, bu durum kendisi için gerçekleşmiştir. c) Koklama kuvveti... Bu, Yakûb (aleyhisselâm) hakkında tahakkuk eden durum gibidir. Çünkü Yusuf (aleyhisselâm), gömleğinin götürülüp babası Yakûb (aleyhisselâm)'un yüzüne değdirilmesini söyleyip de kervan Mısır'dan yola çıkınca, Hazret-i Yakûb, "İnanın ki, (şimdi) Yusuf'un kokusunu duyuyorum" (Yusuf, 94) demiş ve bu kokuyu bir günlük yoldan almış idi. d) Tatma kuvveti... Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "(Hayvanın) bu kolu, bana kendisinin zehirli olduğunu haber veriyor" Dârimî, Mukaddime, 11 (1/32); Ebu Davud, Dıyât, 6(4/174). dediğinde, kendisi hakkında tahakkuk etmiş olan durumdur. e) Dokunma kuvveti... Bu, Hazret-i İbrahim hakkında tahakkuk eden şey gibidir. Çünkü Allahü Teâlâ, ateşi onun hakkında serin ve emniyetli kılmıştır. Bunun bir benzeri, ateşte yanmadığı söylenen, hatta bir madde çıkararak ateşi söndürdüğü kabul edilen "semende!" kuşuyla, kızgın çöllerde yürüyen devekuşu'nda müşahede edilirken, bunun olması nasıl imkânsız görülebilir? Bâtınî hislere gelince, hafıza (ezberleme) kuvveti bundandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Seni okutacağız da, asla unutmayacaksın" (A'la, 6) buyurmuştur. Zekâ kuvveti de bunun gibidir. Nitekim Hazret-i Ali (radıyallahü anh), "Allah'ın resulü bana bin çeşit ilim öğretti. Ben de bu bin çeşidin her birinden bin çeşit ilim çıkardım" buyurmuştur. Bir velinin durumu böyle olunca, ya peygamberin durumu nasıl olur? Muharrik kuvvetlere (kuvâ-yı muharrike) gelince, bu, meselâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in miraca, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın da canlı olarak göğe yükselmesi ve, haberlerde yer aldığı gibi, Hazret-i İdris ve Hazret-i İlyas (aleyhisselâm)'ın göğe kaldırılması gibi şeylerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Nezdinde kitaptan bir (Hm olan, "Ben, göz açıp kapamadan önce onu sana getiririm" dedi" (Neml, 40). Ruhânî-aklî kuvvetlere gelince, bunun da son derece mükemmel ve son derece berrak olması gerekir. Bil ki bu konuda sözün tamamı şudur: Nebevî, kutsî nefisler, mahiyetleri itibari ile diğer nefislerden farklıdırlar. Zeka, ietânet, asalet, hükümran olma ve cismânî ve şehevî duygulardan berî olma hususlarındaki kemâl, bu peygamber nefislerinin ayrılmaz vasıflarıdır. Çünkü ruh, berraklığın ve şerefin zirvesinde olup, beden de temizliğin zirvesinde bulununca, bu muharrik ve müdrik kuvvetler, alabildiğine mükemmel olur. Zira bu nefisler, ruhun özünden çıkan ve bedene ulaşan nurlara göre akıp giderler. Gerek fail (verici merkez), gerekse kabil (yani, alıcı) ne zaman mükemmelliğin zirvesinde olsalar, onlardan sâdır olan şeyler de aynı şekilde kuvvetli, kıymetli ve hâlis olurlar. Bunu böylece anladığında, bil ki Hak teâlâ'nın buyruğunun manası şudur: "Şüphesiz Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem'i, ya "melek beşerden daha üstündür" diyenlere göre, süflî âlemin (yerin) sakinlerinden, yahut da "insan, mahlûkatın en şereflisidir" diyenlere göre, ulvî âlemin (göğün) sakinlerinden seçip mümtaz kılmış, sonra da ruhanî kuvvetlerin en mükemmelini, Hazret-i Adem'in soyundan belli bir gruba vermiştir. Bunlar, Hazret-i İdrîs (aleyhisselâm)'e sonra Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'a, sonra da Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e kadar ulaşan, Hazret-i Şit (aleyhisselâm) ve onun soyudur. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'den sonra iki kol çıkmıştır: Biri Hazret-i İsmail (aleyhisselâm)'in kolu, diğeri Hazret-i İshak (aleyhisselâm)'ın koludur. Böylece Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsmail'i, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'de zuhur edecek kutsî ruhun başlangıcı; Hazret-i İshâk'ı da, Hazret-i Ya'kûb ve îysû kollarının başlangıcı kılmıştır. Böylece nübüvveti Ya'kûb (aleyhisselâm)'un, hükümdarlığı da îysû (aleyhisselâm)'ın soyuna vermiştir. Bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kadar böyle devam etmiştir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zuhur edince, nübüvvet ve saltanat nurları, Hazret-i Muhammed'e geçmiştir ve bunlar Kıyamete kadar ümmet-i Muhammed de kalacaktır. Bu konuda iyice düşünen herkes, neticede çok şaşırtıcı sırlara ulaşır. Âlimlerden bazıları şöyle demişlerdir: "Âyette bahsedilen, "İbrahim'in hanedanı" tabirinden maksat, mü'minlerdir. Bu Hak teâlâ'nın tıpkı, "Firavun hanedanını, azâbın en çetinine sokunuz!" (Mü'min.46) âyeti gibidir. Fakat bu hususta doğru olan görüş, bu ifâdeden maksadın, İbrahim (aleyhisselâm)'in çocukları olduğudur ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni insanlara imam yapacağım" buyurmuş, (İbrahim): "Zürriyetimden de" demiş, Allah ise, "Benim ahdim zalimlere erişmez" buyurmuştu" (Bakara. 184)âyetiyle ifâde ettiği husustur. "İmrân'ın hanedanı" meselesine gelince, âlimler bunun kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bunun Musa ve Harun (aleyhisselâm)'un babası olan İmran olduğunu söylemişlerdir ki, nesebi şudur: İmrân İbn Yashur İbn Kahif İbn Lavî İbn Yakûb İbn İshak İbn İbrahim... Böylece "Âl-i İmrân"dan maksat, Hazret-i Musa ve Harun ile onların peşinden gelen peygamberlerdir. Bazıları da bunun, Hazret-i Meryem'in babası olan İmrân İbn Mâsân olduğunu söylemişlerdir ki, bu, Süleyman İbn Dâvûd İbn İşâ neslinden olur. Bunlar da, Yahûza İbn Yakûb İbn İshak İbn İbrahim (aleyhisselâm) soyundandır. Âlimler, bu iki İmrân arasında 1800 sene bulunduğunu söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar, bunun doğruluğu hususunda şunları delil getirmişlerdir: a) Hak teâlâ'nın, "İmrân ailesini bütün âlemlere" tabirinin peşinden getirilen, anne tarafından Hazret-i İsa'nın dedesi olan İmran İbn Mâsân'dır. Binâenaleyh sözü buna hamletmek daha evlâdır. b) Bu sözden maksat şudur: Hristiyanlar, elinde tecellî eden mu'cizelerden dolayı, Hazret-i İsa'nın tanrı olduğunu iddia ediyorlardı. Buna karşılık Cenâb-ı Hak da şöyle der: Onun elinde zuhur eden bu nevî mu'cizeler, Allahü Teâlâ'nın ona olan bir ikramı sebebiyle meydana gelmiştir. Çünkü Allahü Teâlâ, Hazret-i İsa'yı zamanının âlemlerine üstün kılarak seçip, ona büyük ikramlarda bulunmuştur. Binâenaleyh bu ifâdeyi burada, İmrân İbn Masan'a hamletmek, sözü Hazret-i Musa ve Harun'un babası olan İmran'a hamletmekten daha evlâ olur. c) Bu ifâde, Hak teâlâ'nın, "Kendisini de, oğlunu da âlemlere bir ibret kılmıştık" (Enbiya, 91) buyruğuna da son derece uygun düşmektedir. Bil ki, bu izahlar, kuvvetli birer delil olmayıp, aksine zannî birtakım fikirlerdir. Burada, bu iki ihtimal daima mevcuttur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Hepsi birbirinden olan bir tek zürriyet olarak..." tabiri hakkında iki mesele vardır: (......) kelimesinin mansûb olması hakkında şu iki görüş belirtilebilir: a) Bu lafız, "İbrahim hanedanı" lafzından bedeldir. b) Hal olduğu için, mansûbtur. Yani, "onları, hepsi birbirinden olan bir tek zürriyet olarak seçti" demektir. Âyetin tefsiriyle ilgili şu açıklamalar yapılmıştır: a) "Tevhîd, ihlâs ve tâat hususlarında, hepsi birbirinden olan bir tek zürriyet olarak..." demektir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Münafık erkekler ve münafik kadınlar birbirlerindendirler" (Tevbe, 67) âyetidir. Onlar nifak konusunda müşterek olmalarından dolayı böyle söylenmiştir. b) "Hazret-i Âdem'in dışında kalanlar, ondan çoğalmışlardır.." mânasında olmak üzere, "Hepsi birbirinden olan bir tek zürriyet olarak" demektir. Buna göre (......) kelimesiyle kastedilenler, Hazret-i Âdem'in dışında kalanlar olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah hakkıyla işitici ve bilicidir" buyruğuna gelince, Kaffâl şöyle demektedir: "Bu tabirin manası, "Allah kullarının sözlerini bihakkın duyan, onların kalplerini ve fiillerini bihakkın bilendir; O ancak, insanlar içinden, söz ve fiil bakımından müstakim olduğunu bildiği kimseleri peygamber olarak seçer. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "Allah peygamberliğini kime vereceğini en iyi bilendir" (Enam, 124) ve "Muhakkak ki onlar, hayr işlerinde yarışırlar, umarak ve korkarak bize duâ ederlerdi- Onlar bizim için derin saygı gösterenlerdi" (Enbiya, 90) âyetleridir. Burada yapılan bir başka izah da şudur: Yahudiler: "Biz İbrahim'in soyundan, fmrân'ın da âilesindeniz. O hâlde biz, Allah'ın oğulları ve O'nun dostlarıyız"; hristiyanlar da, "İsa, Allah'ın oğludur" diyorlar, hatta bazıları da bu sözün bâtıl ve yanlış olduğunu da biliyorlardı. Ama ne var ki, halkın kalbini hoşnut etmek için, bu görüşlerini sürdürüyorlardı. Burada Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Allah, sizin bu bâtıl sözlerinizi bihakkın duyan ve bu sözlerin izdeki bozuk maksatlarınızı da bihakkın bilendir. İşte bu sebeple de sizi, cezalandıracak olandır..." Böylece âyetin baş tarafı, nebî ve resullerin şerefli mertebelerini beyân etmiş, sonu ise kendi dinlerinde sebat edip devam ettirdiklerini iddia eden o yalancı toplulukları (yahudi ve hristiyanları) bir tehdit mânası taşımıştır. Bil ki, Allahü Teâlâ bu âyetin peşinden pek çok kıssa zikretmiştir. Birinci Kıssa: Hazret-i Meryem İle Annesi "Hanne" (aleyhisselâm)'nin Kıssası 35Âyetin tefsiri için bak:37 36Âyetin tefsiri için bak:37 37"Hani İmrân'ın karısı: "Ya Rabbi karnımdakini hür bir kul olarak sana adadım. Bunu benden kabul buyur. Muhakkak ki hakkıyla İşiten, kemâliyle bilen, ancak sensin sen" demişti. Ama çocuğunu (kız) doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyor iken: "Ya Rabbi, işte ben bir kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Hakikaten ben onun adını Meryem koydum. Ben onu da, zürriyetini der kovulmuş şeytandan sana sığındırırım" dedi. Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti ve onu, güzel bir bitki gibi büyüttü ve onu Zekeriyyâ'ya emânet etti. Zekeriyyâ ne zaman mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek bulurdu. "Meryem, bu sana nereden (geliyor?)" dedi. O da: "Allah taraûndandır. Şüphe yok ki, Allah kimi dilerse ona hesapsız rızık verir" dedi" Âl-i imran, 35-37). Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âyetteki (......) kelimesinin i'râbdaki yeri hakkında şu görüşler takdim edilmiştir: a) Ebu Ubeyde, bu kelimenin mânâda bir etkisinin olmadığını söylemiştir. Buna göre mânâ, bu kelimenin i'râbda mahalli olmayacak şekilde, "İmrân'ın karısı dedi" şeklinde olur. Zeccâc: "Ebu Ubeyde bu hususta herhangi birşey yapmadı. Çünkü, Allah'ın kitabındaki bir harfi mânasız ve hükümsüz addetmek ve zaruret olmadan, O'nun kitabından herhangi bir harfi hazfetmek caiz değildir" demiştir. b) Ahfeş ile Müberred, Âyetin takdirinin, ' "İmrân'ın karısının... dediği vakti hatırla...." şeklinde olduğunu ve Allah'ın kitabında bunun pekçok misâli olduğunu" söylemişlerdir. c) Zeccâc, âyetin takdirinin, "Allah, "İmrân'ın karısı., dediği zaman, İmrân'ın soyunu kendi zamanının âlemlerine üstün kılmıştır" şeklinde olduğunu söylemiştir. Îbnu'l-Enbârî bu hususu tenkid ederek şöyle der: "Allahü Teâlâ, İmrân'ın ailesini seçmesini, Hazret-i Âdem ve Nuh'un seçilmesi ile beraber zikretmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Âdem ve Nuh'u seçmesi, İmrân'ın karısının sözünden önce tahakkuk ettiğine göre, bu seçmenin, İmrân'ın karısının bu sözü söylediği o vakit ile kayıtlı olduğunu söylemek imkânsız olur." Buna şu şekilde cevap verilebilir: Bunların herbirinin seçilmesinin tesiri, onlardan her birinin vücuda geldiği ve tâatleri de zuhur ettiğinde söz konusu olur. Binâenaleyh, Allah'ın, Hazret-i Âdem'i onu yaratırken; Hazret-i Nuh'u, onu var ederken; İmrân'ın ailesini de, İmrân'ın hanımı bu sözü söylediği zaman seçtiğinin söylenmesi caizdir. d) Bazı âlimler de, bu ifâdenin kendisinden önceki ifâdelerle ilgili olup kelâmın takdirinin ise"Allah, İmrân'ın karısı bu sözü söylerken, bihakkın duyan ve bihakkın bilendir" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Buna göre şayet, "Allah, İmrân'ın karısı bu sözü söylemeden önce de bihakkın duyan ve bilen idi. Buna göre böyle bir kayıt zikretmenin mânası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Allahü Teâlâ'nın o sözü duyması, o sözün meydana gelmesiyle; Allahü Teâlâ'nın o sözün söylendiğini bilmesi de, o sözün zikredilmesiyle mukayyettir. İlim ve duyma konusundaki değişiklik, ancak nisbet ve taalluk cihetiyledir. Meryem'in Annesinin Adağının Mahiyeti Zekeriyyâ İbn Ezen (?) ile İmrân İbn Mâ'sân aynı çağda yaşamışlardır. İmrân'ın hanımı ise Hannân Bintî Fâküz'dür. Hazret-i Zekeriyyâ, Hazret-i Meryem'in kızkardeşi olan İsa'nın kızı ile evliydi. Yahya (aleyhisselâm) ise, teyzesinin oğluydu. Sonra, bu adağın keyfiyyetine dair pekçok rivayet vardır. Birinci rivayet: İkrime şöyle demiştir: Hanne, hiç çocuk doğuramamıştı, Çocuğu olan diğer kadınlara gıbta ediyordu. Sonra o, şöyle dedi: "Allah'ım, eğer sen bana bir çocuk nasib edersen, Beytu'l-Makdis'in hizmetçisi olması gayesiyle, senin rızan için onu Beytu'l-Makdis'e vakfediyorum." İkinci rivayet: Muhammed İbn İshâk da şöyle demiştir: "Hazret-i Meryem'in annesinin çocuğu olmamıştı. Derken kadın yaşlanmıştı. Bir gün ağacın gölgesi altında iken, yavrusuna bir şeyler yediren bir kuş gördü. Bunun üzerine gönlünde çocuk sevgisi kımıldadı.. İşte bu sebeple Rabb'ine, kendisine bir çocuk bağışlaması için duâ etti. Derken Meryem'e hamile kaldı. Bu arada İmrân da öldü. Hazret-i Meryem'in annesi, kendisinin hamile olduğunu hissedince, Beytu'l-Makdis'e vakfetti. Hasan el-Basrî de şöyle demiştir: O bütün bunları Allah'ın ilhamıyla yapmıştır. Eğer Allah'ın ilhamı olmasaydı, o bunu yapamazdı. Bu, Hazret-i İbrahim'in, rüyasında oğlunu kesmesi, böylece de bunun, her ne kadar vahye dayanmasa dahi, Allah'ın bir emri olduğunu anlaması, Allah'ın Hazret-i Musa'nın annesine de ilham edip, böylece onun bir vahiy olmaksızın, Hazret-i Musa'yı denize bırakması hadisesi gibidir. Muharrer Kelimesi Hakkında Bilgi Âyette geçen (......) tabirinin mânası, "Hâlis, mahzâ, katıksız hür, azâd edilmiş..." demektir. Meselâ, bir köleyi kölelikten kurtarıp azâd ettiğinde, kitabı düzeltip, onda herhangi bir yanlışlık bırakmayacak bir biçimde hatadan arındırdığı zaman da (......) denilir. Yine, bir kimsenin kendisini herşeyden tecrid edip, başkalarına olan bütün bağımlılığını kestiği zaman, kumdan, taştan, balçıktan ve herhangi bir kusurdan uzak ve temiz olduğu zaman da, (......), yani hâlis çamur) denilir. Bu kelimenin tefsiri" manasına gelince, Şâ'bî, "sırf ibâde tahsis edilmiş olarak" manasına geldiğini söylerken, bunun manasının "Mabede hizmetçi olarak"; "Allah'a tâat etmek için dünya işlerinden azade olarak"; "havrada kitâb'ı okuyup onu öğrenen kimselere hizmetçi olarak..." gibi anlamlara geldiği de söylenmiştir. Bütün bunların mânası, "Hanne'nin bu çocuğu, Allah'a itaat için vakfetmiş olduğudur." Esâmm ise şöyle demiştir: " İsrailoğullarının ne bir ganimeti, ne de bir esiri yoktu. Bunun için, onların hürriyete kavuşturup azâd etmeleri, çocuklarını, yukarıda anlatmış olduğumuz şekilde vakfetmeleriyle oluyordu. Çünkü, onların dinine göre, çocuk hizmette bulunabileceği çağa geldiğinde, onun ebeveynine hizmet etmesi vâcib oluyordu. Böylece de onlar, adakta bulunmak suretiyle çocukların bu şekildeki hizmetlerinden feragat ediyor; onları, Beytu I-Makdis'e hizmet ile Allah'a itaat ve ibâdete tahsis ediyorlardı." Yine bu şekilde hürriyete kavuşturulan kimseler, bulûğa erinceye kadar havrada kalıyor, oranın hizmetlerini görüyor, sonra da burada kalıp kalmama hususunda muhayyer bırakılıyorlardı. Eğer çocuk burada kalmayı istemeyip gitmek isterse, gidiyordu. Eğer kalmayı isterse, artık bundan sonra oradan bir daha ayrılamazdı. Bütün peygamberlerin neslinde, Beytu'l-Madis'e adanmış bir hizmetçi bulunmaktadır, denilmiştir. Bu adak, ancak erkek çocuklar için caizdir. Kız çocuklarına gelince, hayız ve diğer özel halleri sebebiyle, bu işe ehil görülmüyorlardı. Sonra, Hanne mutlak mânada bir adakta bulunmuştu. Bu, ya o işi takdire göre düşündüğü içindir veyahut da bu adağı erkek çocuk arzusuna vesile kıldığı içindir.. Âyetteki (......) kelimesinin mansub oluşunun iki izah şekli vardır: a) O, lafzından hal olarak mansûbtur. Takdiri de, "Karnımdakıni hür olarak sana adadım" şeklindedir. b) Bu, İbn Kuteybe'nın görüşüdür; buna göre mâna "karnımdakıni senin için azâd etmeye nezrettim, adakta bulundum" şeklindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak Hanne'den naklederek, Bunu benden kabul buyur. Muhakkak ki hakkıyla işiten, kemâliyle bilen, ancak sensin sen..." buyurmuştur. Tekabbül, birşeyi hoşnut olarak alıp kabul etmektir. Vahidî şöyle demiştir: "Bu kelimenin aslı mukabele (karşılıklı alıp verme) kelimesidir. Çünkü bir mükâfaat ile mukabelede bulunmayı ifade eder. Bu, yaptığı bu şeyle ancak Allah'ın rızasını talep ve Allah'a ibâdette ihlâsı talep eden kimsenin sözüdür. Sonra Hanne, "Muhakkak ki hakkıyla işiten, kemâliyle bilen, ancak sensin sen" demiştir; bu, "Ancak sensin benim tazarrûmu, duamı ve yakarışımı işiten ve kalbimdekini, gönlümdekini ve niyetimdekini bilen..." demektir. Bil ki, bu çeşit nezr, İsrailoğullarının şeriatı'nda mevcut idi. Ama bizim şeriatımızda mevcut değildir. Şeriatların bu gibi konularda farklılık arzetmesi imkânsız değildir. Allahü Teâlâ "Vaktaki (kız) çocuğunu doğurunca" buyurmuştur. Bil ki, buradaki (......) zamiri, ya onun karnındaki kız çocuğu hakkındadır, çünkü Cenâb-ı Allah onun kız olacağını bilmektedir, veyahut bu hususta şöyle denilir: Bu zamir müennes ve mukadder olan (nefs, can) ve (canlı, ruh sahibi) kelimelerine aittir. Veyahut da bu kelime, nezredilmiş olan şeye (......) kelimesine aittir denilebilir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Rabb'im, muhakkak ki ben onu kız olarak doğurdum.. dedi" buyurmuştur. Bil ki, bu sözün manası şudur: Karnındakini vakfetme konusunda, daha önce verilmiş bir nezri vardır. Onun zann-ı galibine göre, bu erkek olacaktı. Binâenaleyh, bu adağında bunu bir şart olarak belirtmedi. Onların âdetine göre, Mescid'e hizmet ve Allah'a tâat ve ibadet için adanan ve âzâd edilen çocuklar kız çocukları değil, oğlan çocukları idi. Bunun için Hanne, adağının kabul görecek bir şekilde olmadığından korkarak ve daha önceki nezrini mutlak zikretmesinden özür beyân ederek, "Ya Rabbi, işte ben bir kız doğurdum" der; bunu Allahü Teâlâ'ya bildirmek amacıyla zikretmez, çünkü Allahü Teâlâ onun bildirmesine muhtaç olmaktan münezzehtir. Bilakis, özür beyan etmek amacıyla zikreder. Allahü Teâlâ, "Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyor İken..." buyurmuştur. Âsım'dan rivayetinde Ebu Bekr ile İbn Âmir ifâdeyi Hanne'nin sözünün bir hikâye edilişi olmak üzere, tâ harfinin ötresiyle (......) şeklinde okumuştur. Buna göre bundaki fayda şu olur: Hanne, "İşte ben bir kız doğurdum" deyince, bunu Allah'a haber verdiğinin sanılmasından korkmuş, bundan dolayı da, "Allah benim ne doğurduğumu daha iyi bilir ya!" ifadesiyle böyle bir şüpheyi izâle etmiştir. Böylece onun bu sözü, Allah'a bildirmek için değil de, özür beyân amacıyla söylemiş olduğu sabit olur. Diğer kıraat âlimleri de, Allahü Teâlâ'nın sözü olarak, sükûn ile (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre mana şöyle olur: Allahü Teâlâ, onun çocuğunun şanını yüceltmek ve Hanne'nin bu çocuğun kadrini takdir edemediğini göstermek için, "Allah onun ne doğurduğunu daha İyi biliyor iken..." buyurmuştur. Buna göre mâna şöyle olur: "Allahü Teâlâ onun doğurduğu ve ona takdir ve tahsis ettiği büyük şeyleri; onu ve çocuğunu, âlemler için bir mucize kılacağını en iyi bilendir. O ise, bunun câhilidir, bu konuda hiçbir şey bilemez. İşte bundan dolayı üzüldü..." İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın kıraatinde bu ifâde, Allahü Teâlâ'nın ona bir hitabı olarak, "Allah senin ne doğurduğunu daha iyi biliyor..." şeklinde okunmuştur. Yani, "Sen, sana bağışlanan bu şeyin kıymetini bilemezsin. Ondaki harikulade halleri ve mucizeleri yegâne bilen ancak Allah'tır" demektir. "Erkek, Kız Gibi Değildir" Sözünün İzahı Allahü Teâlâ, sonra, Hanne'den naklederek, Erkek, kız gibi değildir" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki izah şekli vardır: a) Onun muradı, erkek çocuğun kız çocuğundan üstün olduğunu ifâde etmektir. Bu üstünlük, birkaç yöndendir: 1- Onların şeriatına göre, oğlan çocuklarını bırakıp da kız çocuklarını âzâd etmek caiz değildir. 2- Erkek çocuklarının, ibâdet yerine hizmette daim olmaları mümkündür; ama hayız ve kadınlara mahsus özel haller sebebiyle, kadınların devam etmesi mümkün değildir. 3- Güçlü ve kuvvetli oldukları için bu hizmete erkekler daha elverişli olup, kadınlarsa uygun değildirler. Çünkü kadınlar zayıf varlıklar olup, bu hizmeti lâyıta veçhile beceremezler. 4- Bu hizmeti yaparken insanlarla bir arada bulunmasında bir mahzur ve ayıp yoktur; kadınlar ise böyle değildir. 5- Erkeklerin insanlar arasına karışmasında, kadınlar için söz konusu olabilecek töhmet sözkonusu değildir. İşte bunlar bu mânada olmak üzere, erkeklerin kadınlardan üstün olmalarını iktiza eder. b) Bu sözden maksat, o kız çocuğunu erkeğe tercih ettiğini belirtmektir. O sanki şöyle demiştir; "Benim arzum, erkek çocuğu idi; bu kız çocuğu ise, bana Allah'ın bir bağışıdır. Arzum olan erkek çocuğu, Allah'ın hibesi olan kız çocuğu gibi olamaz." Bu söz bu kadının, Rabb'in kuluna yaptığı şeyin, kulun kendisi için murad ettiğinden daha hayırlı olduğunu bilerek, Celâlullah'ın marifet ve bilgisine dalmış olduğunu gösterir. Meryem İsmi Verilmesi Hakkında Sonra Hak teâlâ, Hanne'den ikinci bir söz olarak"Hakikaten ben onun adım Meryem koydum" sözünü nakletmiştir. Bununla ilgili bazı bahisler bulunmaktadır: Birinci bahis: Bu sözün zahiri, bizim de anlattığımız gibi, Hanne, Meryem'e hamile kaldığında, İmran'ın ölmüş olduğuna delâlet eder. İşte bundan dolayı, burada, doğan çocuğa isim verme işini anne üstlenmiştir. Çünkü âdete göre bu, babaların üstlenmiş olduğu bir iştir. İkinci bahis: (......) kelimesi, onların dilinde, "İbâdet eden, âbid kadın" mânasına gelmekteydi. Hanne onu bu şekilde isimlendirmek suretiyle, Cenâb-ı Allah'tan, onu dinî ve dünyevî belâlardan korumasını talep etmeyi murad etmiştir. Onun, bundan sonra söylemiş olduğu şu söz de, bu görüşü te'kid etmektedir: "Ben onu da, zürriyetini de, kovulmuş şeytandan sana sığındırırım." Üçüncü bahis: Bu sözün mânası, "Ben onu bu kelimeyle isimlendirdim", yani, "Bu kelimeyi ona isim yaptım, kıldım" şeklindedir. Bu, isim, müsemmâ (isimlendirilen şey) ve tesmiye (İsim verme)'nin üç farklı şey olduğuna delâlet eder. Allahü Teâlâ sonra, üçüncü bir söz olarak ondan, "Ben onu da, zürriyetini de, kovulmuş şeytandan sana sığındırırım" ifâdesini nakletmiştir. Çünkü, Mescide hizmet etmesi için arzu etmiş olduğu oğlan çocuğuna nail olamayınca, Allahü Teâlâ'ya, o kız çocuğunu kovulmuş şeytandan korumasını ve bu kızı, mutî ve sâlih kadınlar cümlesinden kılmasını niyaz etti... "Kovulmuş şeytan" tâbirinin tefsiri, bu kitabın başında geçmişti. Cenâb-ı Allah, Hanne'nin bu sözlerini nakledince, "Bunun üzerine Rabb'i onu güzel bir kabul ile kabul etti" buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır: Allahü Teâlâ burada buyurdu, ama fiile uygun olarak, buyurmadı. Zira bu ki masdar da birbirine yakın mânaya gelir. Allahü Teâlâ: "Allah sizi yerden nebat (gibi) bitirdi" (Nuh, 17) buyurmuştur. Burada, mastarı yerine, aynı mânada olan (......) kelimesini kullanmıştır. Kabul kelimesi, Arapların, bir kimse bir şeyden hoşnut olduğunda bunu ifâde etmek için söylemiş oldukları (......) tabirinden alınma bir masdardır. Sibeveyh şöyle demiştir: (......) vezni üzere gelen beş, masdar vardır. Bunlar (temizlenmek), (abdest almak), (tutuşmak) ve (düşkün olmak) kelimeleridir. Fakat çoğunlukla, (......) kelimesi mastar olduğu zaman ötreli vükûd şeklinde okunur." Ferra ve Zeccâc, kabûlen kelimesinin, ötreli olarak kubûlen şeklinde olmasını caiz görmüşlerdir. Sa'leb, İbnu'l-A'rabî'den bu kelimenin şeklinde kullanıldığını rivayet etmiştir. Âyetteki bu kelime hakkında bir başka izah daha vardır ki, o da şudur.vezni, söz konusu olan işi ortaya koyan kimsenin, o işi çok itinâ ile yaptığına delâlet eder. Meselâ ve benzeri kelimelerde olduğu gibi... Çünkü bu iki kelime, sabır ve celâdet göstermede ciddiyeti ifâde etmektedir. Buradaki tekabbele fiili de bunun gibi, kabul göstermede ileri bir dereceyi ve mübalağayı gösterir. Buna göre eğer, "Öyleyse Allahü Teâlâ niçin vurgunun daha mükemmel olması için (......) buyurmamıştır?" denilirse, buna şöyle cevap verilir. Tekabbül lafzı, her ne kadar bizin söylediğimiz mânayı ifâde ediyorsa da, aynı zamanda, mizacın aksine bir çeşit tekellüfü ve zora girmeyi de ifâde etmektedir. Kabul lafzı ise, mizaca uygun ve tekellüfsüz bir kabul etme mânasını taşımaktadır. İşte bundan dolayı Allahü Teâlâ önce, ciddiyet ve önem vermeyi ifâde etmek için tekabbele fiilini, sonra bunun, mizacın hilâfına değil de mizaca uygun bir kabul olduğunu ifâde etmek için kabul masdarını getirmiştir. Bu mânalar, Cenâb-ı Allah hakkında her ne kadar imkânsız ise de, mecaz yoluyla bu, bu kız çocuğunun terbiyesine Cenâb-ı Hakk'ın büyük bir ilgi ve itinâ gösterdiğine delâlet eder. İşte bu izah, yerinde ve makul bir açıklamadır. Allah'ın 'Güzelce Kabûlü'nün Mânâsı Müfessirler bu "güzel kabul"ün izahı konusunda bazı açıklamalar ve vecihler zikretmişlerdir. Birinci vecih: Allahü Teâlâ, Meryem'i ve çocuğu İsa (aleyhisselâm)'yı, şeytanın dokunmasından himaye etmiştir. Ebu Hüreyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir; "Doğan her çocuk doğduğunda, ona şeytan dokunur da, şeytanın dokunmasından dolayı o, çığlıklar atarak doğar.. Meryem ve oğlu İsa bundan müstesnadır. " Buhâri, Enbiya, 44; Müslim, Fezâil. 146 (4/1838). Ebu Hüreyre (radıyallahü anh) daha sonra, "Eğer isterseniz, "Ben onu da, zürriyetini de kovulmuş şeytandan sana sığındırırım" âyetini okuyunuz" demiştir. Kâdî, bu hadisi şöyle diyerek tenkid etmiştir: "Bu, kat'î delilin hilâfına olan bir haber-i vâhiddir. Binâenaleyh, bu haberin reddedilmesi gerekir. Biz, birçok sebepten dolayı, "o, delilin hilâfınadır!" a) Şeytan ancak, hayır ve şerri bilen kimseyi şerre davet edebilir.. Çocuk ise böyle değildir. dedik: b) Eğer şeytanın dürtmeye gücü olsaydı, salih kimseleri yok edip onların güzel hallerini bozmak için, bundan daha fazlasını yapabilirdi. ile Hazret-i İsa'ya has kılınmıştır? d) Eğer şeytanın dürtmesi söz konusu olsaydı, ona tesiri kalmaya devam c) Sonra bu istisna niçin diğer peygamberlere de değil de, sadece Hazret-i Meryem ederdi ve eğer tesiri de katmaya devam etseydi, çocuğun çığlık ve ağlaması devam ederdi..." Durum böyle olmayınca, bunun yanlış olduğunu anlamış olduk..." Bil ki, bütün bu vecihler, ihtimal dahilindedir. Ama bu gibi şeylerle, bir haberi reddetmek caiz değildir. Allah en iyisini bilendir. İkinci vecih: Rivayet edildiğine göre, Hanne, Meryem'i doğurunca, onu bir beze sararak mescid'e götürdü ve, Harun (aleyhisselâm) neslinden olan âlimlerin yanına koydu. Onlar, Kabe'nin perdedarları gibi Beytu'l-Makdis'in hizmetkârları idiler. Oraya varınca o, "şu vakfedilmiş kız çocuğunu alın.." dedi. Bunun üzerine onlar, onu almak hususunda birbirleriyle yarıştılar. Zira o, önderlerinin kızı idi... Mâsânoğulları, İsraîloğullarının önderi, âlimleri ve idarecileri idiler. Bunun üzerine Zekeriyya (aleyhisselâm) onlara, "Ben onu alıp büyütmeye sizden daha lâyığım.. Onun teyzesi benim hanımımdır" dedi. Onlar da, "Hayır, kura çekmeden olmaz" dediler. Bunun üzerine, yirmiyedi kişi olan onlar, nehrin kıyısına vardılar ve vahiy yazmış oldukları kalemleri, "Kimin kalemi suyun yüzüne çıkarsa, o üstün gelsin" diye, nehre attılar... Böylece kalemlerini üç defa suya attılar. Her seferinde de Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın kalemi suyun yüzüne çıktı, ama onların kalemi battı. Neticede Meryem (aleyhisselâm)'in bakımını Zekeriyya (aleyhisselâm) üstlendi. Üçüncü vecih: Kaffâl, Hasan el-Basrî'den onun, "Nasıl Hazret-i İsâ çocuk iken konuşmuş ise, Meryem de çocuk iken konuştu ve hiç meme emmedi.. Çünkü onun rızkı, cennetten geliyordu " dediğini rivayet etmiştir. Dördüncü vecih: Onların şeriatında âdet şöyle idi: Çocuk, ancak oğlan olduğunda ve, akıl baliğ olup mescid'e hizmete de gücü yettiği vakit vakfedilebilırdi.. Burada Allahü Teâlâ bu kadının duasına icabet edince bu kız çocuğunu, henüz küçük ve mescide de hizmete gücü yetmeyeceği bir hal ve durumda kabul etmiştir. "Güzel kabul"ün tefsiri hakkında zikredilmiş olan muhtelif açıklamalar işte bunlardır. Meryem'in Nebat Gibi Büyütülmesi Sonra Cenâb-ı Hak, Ve onu, güzel bir bitki gibi büyüttü" buyurmuştur. İbnu'l-Enbarî, bu ifâdenin takdirinin, Allah onu büyüttü, o da güzel bir bitki gibi büyüdü" şeklinde olduğunu söylemiştir Sonra bazı âlimler bu güzel büyütmeyi, dünyevî bir büyütme anlamına alırken, diğer bazıları da dinî bir büyütme anlamına almışlardır. Birinci görüşte olanlar, "Bunun mânası şudur: Meryem bir günde, diğer çocukların bir senede büyüdüğü kadar büyüyordu.." demişlerdir. Büyütmenin dinî bakımdan olduğunu söyleyenler de, "Çünkü o, salâh, doğruluk, iffet ve tâat bakımından büyüyüp gelişiyordu" demişlerdi. Meryem'in Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm)'ın Uhdesine Verilmesi Sonra Cenâb-ı Hak, "Ve onu, Zekeriyyâya emânet etti" buyurmuştur. Bu tabirde iki mesele vardır: Bu kelime, "Taahhüd etti, ediyor-taahhüd etmek ve taahhüd eden" şeklinde kullanılmaktadır. (kefil olan), bir kimseye harcamada bulunan ve onun işlerini ıslâh ve düzeltme konusunda özel ihtimam gösteren şahıs demektir. Hadis-i şerifte, Ben ve, yetimin kefili, (cennette) şu iki parmağım gibi (yan yana olacağız) " buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak da, ' "Onu da bana bırak" (Sâd, 23) buyurmuştur. Âsim, Hamza ve Kisâî, buradaki fiili şeddeli olarak (......) şeklinde okumuşlar; ama (......) kelimesinin okunuşunda ihtilâf etmişlerdir. Âsim, med ile okumuş; Hamza ve Kisaı de, "Allah Meryem'i Zekeriyyâ'nın himayesine verdi" manasında olmak üzere, kasr ile okumuşlardır. Med ile Şeklinde okuyan, nasb halini açıkça göstermiştir. Kasr ile okuyana göreyse, kelimesi mahallen mansubtur. Diğer kıraat âlimleri de med ile merfû olarak, "Zekeriyyâ onu kendi yanına, himayesine aldı" anlamında olmak üzere (......) şeklinde okumuşlardır. Tercih edilen görüş budur; çünkü bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların hangisi Meryem'i himayesine alacak" (Âl-i İmran, 44) âyetine münasip düşmektedir. Çoğunluk da bu görüştedir. İbn Kesîr'den gelen bir rivayette ise, fa harfinin kesresi ile bu kelime (......) şeklinde okunmuştur. (......) kelimesini med ve kasır ile okumaya gelince bunlar (......) ve (harb) kelimeleri gibi, iki kullanıştır. Mücâhid ise, âyetteki her üç fiilin de emir sîgası üzere (Onu kabul et), (Onu büyüt yetiştir) ve (Onu emânet et) şeklinde (......) kelimesini de mansub (fethalı) okumuştur. Buna göre Hanne, Allahü teâlâ'ya şöyle diyerek dua etmiştir: "Ey (bu çocuğun) Rabb'i, onu kabul et"; "Ey bu çocuğun Rabb'i, onu büyütüp yetiştir ve Zekeriyya'yı onun vekili kıl." Âlimler, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın Hazret-i Meryem'e ne zaman kefil olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Çoğu âlimler bunun, Meryem (aleyhisselâm) henüz bebek iken olduğu görüşündedirler. Bu hususta birçok rivayet bulunmaktadır. Diğer bazı âlimler ise, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın, Meryem'in bakımını, onun sütten kesilmesinden sonra üstlendiğini söylemişler ve buna da şu iki şeyi delil getirmişlerdir: a) Allahü teâlâ, önce "Onu, güzel bir bitki gibi büyüttü" buyurmuş, sonra "ve onu, Zekeriyya'nın uhdesine verdi" demiştir. Bu, söz konusu kefilliğin, o güzel büyütüşten sonra olduğunu hissettirir. b) Cenâb-ı Hak, "ve onu Zekeriyya'nın uhdesine verdi. Zekeriyya ne zaman mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek bulurdu. "Meryem, bu sana nerden (geliyor?)" dedi O da, "Bu, Allah tarafındandır" dedi" buyurmuştur. Bu ifâde, Hazret-i Meryem'in bu kefalet esnasında sütten ayrılmış olduğuna delâlet eder. Birinci görüşü savunan kimseler, bu âyetteki vâv (ve) lafzının, bir sırayı göstermediğini, bu güzel bir şekilde büyütme ve Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın ona kefil oluşunun aynı zamanda olabileceğini söyleyerek cevap vermişlerdir. Bu görüştekiler, şu ikinci delili de öne sürmüşlerdir: Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın, Hazret-i Meryem'in yanına varıp, ona bu şekilde soru sorması, belki de kefil olduğu zamanın sonunda meydana gelmiştir. Meryem'e Mihrabda Rızık Verilmesi Sonra Cenâb-ı Hak, "Zekeriyya ne zaman mihraba girdiyse, onun yanında yiyecek bulurdu" buyurmuştur. Bu âyet ile ilgili birkaç mesele vardır: "Mihrab", "yukarıda ve yüksekte bulunan yer, oda" demektir. Nitekim şâir Ömer b. Ebî Rebî'a şöyle demiştir: "Mihrabın, odanın sahibesi... O'na geldiğimde merdivene çıkmadıkça, ona yaklaşamadım." Esma'î, "Hani onlar mihraba tırmanmışlardı" (Sad, 21) âyetini delil getirerek, mihrabın, "oda" manasında olduğunu söylemiştir. Çünkü(tırmanıp aşmak) fiili, ancak yüksek bir yer olduğunda söz konusu olur. Yine "mihrab"ın, en yüce ve en kıymetli meclis manasına geldiği de söylenmiştir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Meryem, genç bir kız olunca, Zekeriyyâ (aleyhisselâm), ona mescid içinde bir oda inşâ eder. Onun kapısını ise, ancak bir merdivenle çıkılabilecek şekilde yüksekte duvarın orta yerinden açar. Zekeriyyâ (aleyhisselâm) mescidden çıktığı zaman, üzerine yedi kapıyı kilitlerdi. Bu Âyet Evliyanın Kerametinin Delillerindendir Bizim âlimlerimiz, evliyanın kerametinin hak olduğuna bu âyeti delil getirmişlerdir. Bu âyet ile buna şöyle istidlal edilir: Allahü teâlâ Zekeriyyâ (aleyhisselâm) her ne zaman, Meryem (aleyhisselâm)'in yanına mihraba girdiğinde, onun yanında bir rızık bulduğunu, ona"Ey Meryem, bu sana nerden geliyor?" dediğini, onun da "Bu, Allah katındandır" diye cevap verdiğini bildirmiştir. Öyle ise bu rızkın onun yanında bulunması ya harikulade bir olaydır veya değildir. Bunun harikulade (olağanüstü) bir hâdise olmadığını söylersek, bu görüş şu beş bakımdan geçersiz olur: a) Bu takdirde, bu rızkın Hazret-i Meryem'in yanında bulunması, onun şânının yüceliğine, şerefinin derecesine ve bu meziyet ile diğer insanlardan üstün oluşuna bir delil olmazdı. Halbuki bu âyetten muradın, bunu ifâde etmek olduğu malumdur. b) Hak teâlâ bu âyetten sonra, "Orada Zekeriyya Rabb'ine, "Yarabbi, bana senin tarafından çok temiz bir zürriyet bağışla " diye duâ etti" (âl-i imran, 38) buyurmuştur. Kur'ân-ı Kerim, Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nın hem kendisinin hem de hanımının ihtiyarlığı sebebi ile, bir çocuk sahibi olmaktan ümidi kesmiş olduklarına delâlet etmektedir. Zekeriyya (aleyhisselâm), Hazret-i Meryem'deki bu harikulade hadiseyi müşahede edince, kendisinin de bir çocuğu olmasını arzu etti. İşte bu sebeple de, "İşte orada Zekeriyya Rabbine şöyle dua etti.." âyeti yerinde olmuştur. Şayet onun, Meryem (aleyhisselâm)'de müşahede ettiği şey, harikulade bir hadise olmasaydı, onun bu hadiseyi görmüş olması, yine Harikulade bir şekilde yaşlı hanımından bir çocuğu olması arzusunu doğurmazdı. c) Ayetteki (......) kelimesinin nekire olması, bu rızkın şânının yüceliğine delâlet etmektedir. Sanki şöyle denilmiştir: "Bir rızık, yani, nadide ve hayranlık uyandıran bir rızık..." İşte bu hâdise eğer harikulade bir olay olursa, ancak o zaman bu âyetin siyakına uygun düşen bir mana ifâde etmiş olur. d) Hak teâlâ, "Kendisini de oğlunu da âlemlere bir mu'cize kıldık" (Enbiya, 91) buyurmuştur. Bu gösterir ki, Meryem ve Hazret-i İsa'da harikulade haller zuhur etmiştir. Aksi halde bu âyetin ifâde ettiği mana doğru olmazdı. Eğer, "Bundan murad, "Allahü teâlâ'nın Meryem (aleyhisselâm)'e bir erkekten olmaksızın bir oğul vermiş olmasıdır" denilmesi niçin caiz olmasın?" denilir ise deriz ki: Bu, tek başına bir mu'cize değildir, bilakis bunun doğru olduğunu ortaya koymak için başka bir mu'cizeye ihtiyaç vardır. O halde, bu âyeti o mânâya nasıl hamledebiliriz? Aksine bu âyetten murad, Meryem (aleyhisselâm)'in doğru olduğuna ve temizliğine delâlet edecek şeyleri ortaya çıkarmaktır. Bu ise, ancak oğlu İsâ (aleyhisselâm)'nın elinde de tecelli edeceği gibi, onun elinde harikulade şeylerin zuhur etmesiyle mümkündür. e) Çok sayıdaki rivayete göre, Zekeriyya (aleyhisselâm), Hazret-i Meryem'in yanında yazın kış meyvelerini, kışın da yaz meyvelerini buluyordu. Böylece Meryem (aleyhisselâm) için tecellî eden bu durumun, harikulade bir iş olduğu ortaya çıkmaktadır. Biz deriz ki: Şöyle de denilebilir: Bu hâdise, peygamberlerden birisinin mu'cizesi idi, veya böyle değildi. Birinci ihtimal bâtıldır. Çünkü o zaman, Zekeriyya (aleyhisselâm) peygamber idi. Şayet bu, onun bir mu'cizesi olsaydı bu işin halini ve gerçek durumunu bilir, bu mesele ona kanşıktgelmez ve ona "Bu, sana nerden geliyor?" demezdi. Yine Hak teâlâ'nın, "İşte orada Zekeriyya Rabbine şöyle dua etti.." ifâdesi, Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın, Meryem'e bunları sorduğunu, Meryem'in de bunun Allah katından olduğunu söylediğini, bunun üzerine Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın da kısır, yaşlı ve doğuramayacak durumda olan karısından harikulade bir şekilde bir çocuk elde etme arzusuna düştüğünü bildirmektedir. Bu ise, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın bu hallere, ancak Meryem'in bildirmesi ile vakıf olduğuna delâlet eder. Durum böyle olunca, bu harikulade hâlin Hazret-i Zekeriyya'nın bir mu'cizesi olmadığı kesinlik kazanır. Geriye söylenecek tek şey kalmaktadır: Bu, ya İsâ (aleyhisselâm)'nın, ya da Hazret-i Meryem'in kerametidir. Hangisi olursa olsun, her iki durumda da maksad hasıl olmaktadır. İşte velilerin kerametlerinin vâki ve hak olduğuna dâir, bu âyetle istidlal şekli böyledir. Ebu Ali el-Cübbâi buna itiraz etmiş ve şöyle demiştir: "Bu harikulade hallerin, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın mu'cizelerinden olduğunun söylenmesi niçin caiz olmasın? Bu, iki şekilde açıklanabilir: 1- Zekeriyya (aleyhisselâm), Hazret-i Meryem için, genel olarak Allah'ın ona rızık ulaştırmasına dua etti. Allah indinden ona gelen rızıkların tafsilatından çoğu kez habersiz idi. Binâenaleyh herhangi bir zamanda, bizzat rızık olan bir şeyi gördüğünde ona, "Bu, sana nereden geliyor?" dedi. Meryem de, "Bu, Allah katındandır" diye cevap verdi. İşte buna göre, Allahü teâlâ'nın bu mu'cizeyi, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın duası ile ortaya çıkardığı anlaşılmış olur. 2- Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın, Hazret-i Meryem'in yanında alışılmış fakat gökten gelen bir rızık görmüş olması muhtemeldir. Bu durumda, Zekeriyya (aleyhisselâm), bunun Meryem'e bir insan tarafından gönderildiğinden endişe ederek sormuş, Meryem (aleyhisselâm) de, "Bu, Allah katındandır, başkasından değil..." diye cevap vermiştir. İkinci bir izah olarak biz Meryem (aleyhisselâm)'in yanında harikulade herhangibir şeyin meydana geldiğini kabul etmiyoruz. Aksine âyetin manası şöyledir: "Allahü teâlâ, zühd ve ibâdet ile meşgul olan hanımlara infâkta bulunmaya can atan bazı mü'minler eliyle, Hazret-i Meryem'i rızıklandınyordu. Zekeriyya (aleyhisselâm), bu yiyeceklerden herhangibir şey görünce, bunun ona, uygun olmayan bir şekilde gelmiş olmasından korktu. İşte bundan dolayı, durumun aslını ona sordu." Cübbâî'nin, âyetin tefsiri olarak söylediği söz bundan ibarettir. Onun bu izahları son derece zayıftır. Çünkü, eğer bu, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın bir rnu'cizesi olsaydı, ona bu şeyleri taleb etme hususunda Allah katından izin verilirdi. Bunu taleb etme hususunda izinli olsaydı, onun meydana geleceğini kesin olarak bilirdi. Bunu bilince de, durumun aslını Hazret-i Meryem'den sorması imkansız olurdu. Yine buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte orada Zekeriyya Rabbine şöyle dua etti.." âyetinin bir manası kalmazdı. Bu, aynı zamanda Cübbâî'nin ikinci izahı için de bir cevaptır. Onun üçüncü sualine gelince, bu da son derece zayıftır. Çünkü bu takdirde, böylesi bir hadiseyi, sadece Hazret-i Meryem'e tahsis etmenin bir mânası yoktur. Yine eğer Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın kalbinde, bu yiyeceklerin ona, uygun olmayan bir şekilde gelmiş olabileceği ihtimali var idiyse, bu şüphenin, sırf Meryem'in sözü ile zait olması nasıl kabul edilebilir? İşte biz böylece, bu suallerin geçersiz olduğunu anlamış olduk. Muvaffakiyyet ancak Allah'tandır. Mu'tezile, bu harikulade hallerin, peygamberlerin doğruluklarının delilleri olduğunu söyleyerek, kerametin imkânsız olduğuna istidlal etmişler ve "nasıl ki sapasağlam bir işin, bir bilgiyi göstermesi, o işin âlim olmayan bir kimse tarafından yapılamayacağını gösteriyor ise, aynı şekilde nübüvvetin delili, peygamberlerden başkası elinde bulunamaz" demişlerdir. Buna birkaç bakımdan cevap verilir; 1- Harikulade bir fiilin zuhur etmesi, iddiada bulunan kimsenin doğruluğuna bir delildir. Bu harikulade fiilin sahibi eğer peygamberlik iddia etmiş ise, bu fiil onun gerçekten peygamber olduğuna delalet eder. Eğer o şahıs, "velilik" iddia etmiş ise, bu onun bir velî olduğunu gösterir. 2- Bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Peygamberler, bu mu'cizeleri izhâr etmekle; veliler ise bu harikulade hallerini gizlemekle emrolunmuşlardır." 3- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir mu'cize getirdiğini öne sürmüş ve o hususta kesin konuşmuştur. Velilerin ise, harikulade halleri hususunda kat'î konuşması mükmün değildir. 4- Mu'cizeye karşı konulamaması gerekir. Keramete karşı konulması ise mümkündür. Bu konuda sözün özü işte budur. Muvaffakiyyet ancak Allah'tandır. Hak teâlâ sonra, Hazret-i Meryem'den naklederek, "Şüphe yok ki Allah kimi dilerse, ona hesapsız rızık verir" buyurmuştur. Bu ifâdenin, Hazret-i Meryem'in sözüne dahil olması muhtemel olduğu gibi, Hak teâlâ'nın kendi sözü olması da muhtemeldir. "Hesapsız" tabiri, "çokluğu ölçülemeyecek derecede", veya "isteyen bir kimsenin, meydana gelmesine uygun bir şekilde istemesi bulunmaksızın, yani istenmeden" manasındadır. Bu, "(Allah) onu, hesaba katmadığı bir taraftan rızıklandırır" (Alâk, 3) âyeti gibidir. İşte Hanne'nin kıssası hakkındaki söz burada sona ermektedir. Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın Kıssası 38"Orada Zekeriyya Rabbine, "Ya Rabbi, bana senin tarafindan çok temiz bir zürriyet ihsan et. Muhakkak ki duayı hakkıyla işitip kabul eden ancaksensin" diye duâ etti" . Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: Bil ki, (orada, ) ve (orada) kelimeleri mekan için(esnasında, zamanında) kelimeleri de zaman için kullanılır. Allahü teâlâ, "Artık orada yenildiler ve zelil ve makhûr geri döndüler" (A'raf. 119) buyurmuştur ki buradaki (orada) kelimesi, onların bulunduğu mekâna işaret etmektedir. Yine Allahü teâlâ "Elleri boyunlarına tegfr olarak, o (cehennemin) en dar yerine atıldıkları vakit orada "(Yetiş ey) helak!" diye bağırırlar" (Furkân, 13) yani, "o dar yerde.." buyurmuştur. (......) kelimesi bazan, zaman için de kullanılır. Nitekim Hak teâlâ, "İşte o zamanda velayet hak olan Allah'ındır" (Kehf, 44) buyurmuştur. Bu âyette (......) kelimesi, duruma ve zamana işaret etmektedir. Bunu anladığın zaman deriz ki: Tefsir ettiğimiz âyetteki (......) kelimesini mekan manasında almamız caizdir, yani "Meryem (aleyhisselâm)'in yanında Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın oturmuş olduğu o mekanda bu kerametleri müşahede etti ve Rabb'ine duâ etti..." demek olur. Yine bu kelimeyi zaman manasında almamız da caizdir ve "Bu vakitte Rabb'ine duâ etti.." demek olur. Bil ki, ."Orada dua etti" cümlesi, Hazret-i , Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın, bu esnada, bu dua ile alakalı bir işi görünce bu duayı yaptığını ifâde eder. Âlimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Muhakkik âlimlerden ve müfessirlerden büyük bir çoğunluk şöyle demişlerdir: "Zekeriyya (aleyhisselâm), Hazret-i Meryem'in yanında, kışın yaz meyveleri, yazın da kış meyveleri gördü. Onun yanında bu harikuladelikleri gördüğü zaman, Allahü teâlâ'nın kendisi için de böyle harikulade haller vermesini ve ihtiyar, kısır hanımından bir çocukla kendisini rızıklandırmasını arzu etti." Bu husustaki ikinci görüş, evliyanın kerametini ve peygamberlerin irhâsâtını inkâr eden Mu'tezile'nin görüşüdür. Onlar, "Zekeriyya (aleyhisselâm), salah, iffet ve takva izlerinin Hazret-i Meryem'de toplanmış olduğunu görünce, bir çocuğu olmasını arzuladı ve bunu temenni edip, bu esnada dua etti" demişlerdir. Bil ki birinci görüş daha uygundur. Çünkü bir kimsede zühd, iffet ve güzel ahlakın meydana gelmesi, harikulade hallerin olduğuna delâlet etmez. Binâenaleyh bunları görmek, insanı harikulade halleri istemeye sevketmez. Ama harikulade halleri görmek, bazan insanı harikulade bir işin kendisi için de olmasını istemeye arzulandırır. İhtiyar bir erkek ile kısır bir kadının çocuklarının olması, harikulade hallerdendir. Bundan dolayı âyeti, birinci mânâda anlamak daha uygundur. İmdi şayet, "Siz, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın, Allahü teâlâ'nın harikulade halleri yaratmaya kudreti olduğunu, ancak Meryem'in yanındaki bu kerametleri müşahede ettiği zaman anladığını söylüyorsanız, bu, Allah'ın kudreti hususunda Zekeriyya (aleyhisselâm)'ya şüphe isnâd etmek olur?" denilir ise ve biz de buna karşı "O, Allah'ın bunlara kadir olduğunu biliyordu. Bu harikulade halleri görmesi, Allah'ın kudreti hususundaki bilgisinin artması için bir sebep olmamıştır. Binâenaleyh o kerametleri görmesinin, bu hususta bir tesiri yoktur" der, ve âyetteki (Orada veya o zaman) sözünün bir mânâsı kalmaz" denilir ise, Buna şöyle cevap verilir: Zekeriyya (aleyhisselâm), bundan önce de bunların mühim olduğunu biliyordu. Fakat bunlar hiç olmuş mu, olmamış mı, onu bilmiyordu. Bu halleri bizzat görünce, onlar vuku bulduğunda bir velinin kerameti olduğunu ve bir peygamber için mu'cize olarak haydi haydi meydana gelebileceğini bilip anladı. Hiç şüphesiz, bu kerametleri müşahede edince bu evlat arzusu kuvvetlendi. Peygamberin Her Duası Kabul Edir Mi? "Nebîve Resullerin duaları, dualarının kabulünün bir menfaat temin etmeyecek olması ve böylece de dualarının reddolunması ihtimaline karşı, ancak Allah'ın izninden sonra olur. Çünkü onların dualarının kabul edilmemesi peygamberlik makamında bir noksanlık olur." İşte kelamcılar böyle söylemişlerdir. Bana göre burada bir mesele vardır. Çünkü Allahü teâlâ mutlak olarak duaya izin verip, duaları bazan kabul edeceğini, bazan da kabul etmeyeceğini beyân ettiğine göre, peygamberlerin de günah olmayan hususlarda her istedikleri ve diledikleri zaman dua etmeye hakları var. Sonra Hak teâlâ, onların da dualarını bazan kabul eder, bazan etmez. Bu, onların peygamberlik mertebeleri için bir eksiklik olmaz. Çünkü onlar, Allah'ın rahmet kapısında dilenmektedirler. Eğer Allahü Teâlâ onlara icabet eder, dualarını kabul ederse, bu O'nun fazlından ve ihsanındandır. Yok eğer onlara icabet etmez ise, peygamber de nihayet bir mahlûktur. Yaratanın kapısında daha üstün bir mertebesi olsun diye (böyle olmuştur). Hak teâlâ'nın Zekeriyya (aleyhisselâm)'dan naklettiği"Bana, senin tarafından çok temiz bir zürriyet ihsan et" buyruğu ile ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: Burada ki (......) kelimesi ile ilgili izah, Kehf Sûresi'nde gelecektir. Bu âyette onun zikredilmesinin faydası şudur: Örf ve âdette bir çocuğun olmasının, belli bazı sebepleri vardır. Zekeriyya (aleyhisselâm), bu sebepler kendinde olmadığı halde bir çocuk isteyince, bunun manası, "Allah'ım, bu hadisedeki sebepleri ortadan kaldırmanı ve bu sebeplerden hiçbiri vasıta olmaksızın sırf kudretinle bu çocuğu yaratmanı senden niyaz ediyorum" şeklinde olmuştur. "Zürriyet", nesil ve soy manasında bir kelimedir ve müfredi, cem, müzekkeri, müennesi hep bu lafızla ifâde edilir. Âyetteki bu kelimeden murad, tek bir çocuktur. Bu, Hak teâlâ'nın, "Binâenaleyh bana, tarafindan bir velî, oğul ihsan et" (Meryem, 6) âyetinde olduğu gibidir. Ferrâ, "Zürriyet kelimesi zahiren müennes olduğu için, "tayyibeten" kelimesi de müennes getirilmiştir. Müzekkerlik ve müenneslik bazan lafızdan, bazan mânadan dolayı olur. Biz bu hususun, ancak cins isimleri için böyle olduğunu söylüyoruz. Bu, alem isimlerde caiz değildir. Çünkü meselâ denilemez. Zira alem isimler, ancak ismi olduğu şahsı ifâde ederler. O şahıs eğer müzekker ise, ancak o takdirde, o ismin fiili müzekker getirilebilir" demiştir. Hak teâlâ'nın, Muhakkak ki sen, duayı hakkıyla işitensin" buyruğundan murad, Allah'ın duâ edenin sesini duyması değildir. Çünkü bu zaten malumdur. Binâenaleyh bundan murad, Allah'ın onun duasına icabet 'edip, ümidini boşa çıkarmamasıdır. Bu, tıpkı namaz kılanların "Allah kendisine hamdedeni işitti" demeleri gibidir. Onlar bununla Allah'ın mü'minlerden hamdedenlerin hamdini kabul etmesini kastederler. Bunun böyle olduğu, Hak teâlâ'nın, Meryem Sûresi'nde Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm)'dan naklettiği, "Ya Rabbi, sana dua etmekle bedbaht olmadım " (Meryem, 5) sözü ile de kuvvet bulmuştur. 39Âyetin tefsiri için bak:40 40"O, mihrabda durup namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: "Gerçekten Allah sana, kendisinden bir kelimeyi tasdik edici efendi hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olan Yahya'yı müjdeler." O da, "Ya Rabbi bana ihtiyarlık gelip çatmış iken ve karım da kısır olduğu halde, benim nasıl bir oğlum olabilir?" dedi. (Allah), "Allah, işte böyle ne dilerse yapar" dedi" . Âyetle ilgili iki mesele vardır: Hamza ve Kisâî, fiili müzekker getirerek ve imâle ile (......) şeklinde, diğer kıraat imamları ise, "melâike" lafzı müennes olduğu için (......) şeklinde okumuşlardır. Fiilin müzekker olmasının sebebi, fiilin isimden önce gelmiş olması; müennes olmasının izahı ise fiilin meleklere ait olmasıdır. "Mihrâb" kelimesini, İbn Âmir imâle ile, diğerleri ise tefhim ile okumuşlardır. Bu âyeti İbn Mes'udi (Cebrail ona şöyle nida etti) şeklinde okumuştur. Lafzın zahiri bu nidanın melekler tarafından olduğuna delâlet etmektedir. Bunun büyük bir şeref verme olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh başka bir delil nida edenin sadece Cebrail (aleyhisselâm) olduğunu gösterir ise, biz o zaman o manaya geçer ve bu lafzı te'vil ederiz. Çünkü yiyecek ve giyeceklerin hepsini yiyip giymediği malum olduğu halde, "Falanca güzel yemekler yer, ve güzel elbiseler giyer" denilir ki bu, "O şahıs bu cinsten yer ve bu cinsten giyinir" manasındadır. Kur'ân'da şu âyet bunun misalidir: "İnsanlar onlara şöyle dediler..." (Al-i İmran, 173) âyetidir. Bu âyetteki "insanlar"dan murad, sadece Nu'aym İbn Mes'ud el-Eşca'î'dir. O, "İnsanlar size karşı ordu hazırladı" (Al-i İmran. 173) demiştir. Bu ifâdesindeki "insanlar"dan muradı da sadece Ebû Süfyan'dır. , Mufaddal İbn Seleme şöyle demektedir: "Eğer sözü söyleyen bir lider ve başkan olur ise arkadaşları ve ordusu da beraberinde olduğu için, onun hakkında cemî sîgası kullanmak caizdir. Cebrail (aleyhisselâm) meleklerin başkanı olduğu ve çoğu zaman beraberinde meleklerden bir grupla gönderildiği için, böyle söylemiş olabilir." Hak teâlâ:O, mihrabda durup namaz kılarken..." ifâdesi, Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nın şeriatında da namazın farz olduğuna delalet eder. ıhrab" in, ne manaya geldiğini daha önce söylemiştik. Hak teâlâ'nın, "Gerçekten Allah sana, Yahya'yı müjdeler" beyanı ile ilgili birkaç mesele vardır: "Müjdeleme" (beşaretin) ne olduğunu (Bakara. 25) âyetinin tefsirinde açıklamıştık. Hak teâlâ'nın, "Gerçekten Allah sana, Yahya'yı müjdeler" buyruğu için şu iki açıklama yapılmıştır: a) Allahü teâlâ, Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'ya ismi Yahya olan ve kendisinin şerefli bir soyu gelecek birisinin peygamberler arasında yer alacağını daha önce bildirmişti. Buna göre, Hazret-i Zekeriyya'ya "İsmi Yahya olan o peygamber senin çocuğun olacak" denilince, bu Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'yı, Yahya (aleyhisselâm) ile müjdeleme olmuştur. b) Bu, "Allah, ismi Yahya olan bir çocukla seni müjdeler" demektir. İbn Âmir ve Hamza, hemzenin kesresi ile diğer kıraat imamları ise hemzenin fethası ile (......) şeklinde okumuşlardır. Kesre ile okuyanlar, orada "kavi" masdarından mahzuf bir fiil olduğunu, veyahut da "nida etme" fiilinin de bir se bu "Melekler, "Allah seni müjdeliyor" diye ona nida ettiler" şeklinde olduğunu düşünerek böyle okumuşlardır. Hamza ve Kisâî, yâ harfinin fethası, bâ'nın sükûnu ve şın harfinin ötüresi ile (......) şeklinde, diğer kıraat imamları ise (......) şeklinde okumuşlardır. Bu (......) şeklinde de kıraat olunmuştur. Ebu Zeyd, bu fiilin sülâsî birinci babtan tef'îl ve if'âl batılarından aynı manaya gelmek üzere kullanıldığını söylemiştir. Hamza ve Kisâî, yâ harfinden dolayı "Yahya" kelimesini imâle ile, diğerleri ise tefhim ile okumuşlardır. Bu peygamberin "Yahya" diye isimlendirilişinin sebebini Meryem sûresinde anlattık. Yahya (aleyhisselâm)'nın Üç Sıfatı Bil ki Allahü Teâlâ bu âyette Yahya (aleyhisselâm)'nın şu üç sıfatını zikretmiştir: Birinci sıfat: "Allah'tan bir kelimeyi tasdik edici" sözüdür. Bununla ilgili iki mesele vardır: Vahidî, "musaddıkan " kelimesinin, nekire olduğu için ve "Yahya" kelimesi de marife olduğu için hal olarak mansub olduğunu söylemiştir. Hazret-i İsa'ya "Allah'ın Kelimesi" Denilmesinin Mânâsı Âyetteki Allah'tan bir kelime" sözünün mânası hakkında iki görüş vardır: a) Bu, Ebû Ubeyde'nin görüşüdür. Buna göre, bu ifade, "Allah'tan olan bir kitap" manasındadır. Ebû Ubeyde, "kelime"nin kitap manasına geldiğine, Arapların, uzun bir kasideyi kastederek söyledikleri "Falanca bir kelime inşâd etti" demelerini delil getirmiştir. b) Bu, âlimlerin ekserisinin görüşüdür. Buna göre, bu ifâdeden maksad, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'dır. Bu hususta Süddî şöyle demiştir: "Birisi Yahya (aleyhisselâm)'ya. diğeri de İsâ (aleyhisselâm)'ya hamile iken, Hazret-i Yahya'nın annesi Hazret-i İsa'nın annesiyle karşılaşır ve ona "Meryem, biliyor musun ben hamileyim?" dedi. Meryem de "Ben de hamileyim" dedi. Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nın hanımı "Ben karnımdaki çocuğun, senin karnındaki çocuğa secde ettiğini hissediyorum" dedi. İşte, "Allah'tan olan bir kelimeyi tasdik edici" âyeti ile ifâde edilen budur. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Yahya (aleyhisselâm). Hazret-i İsa'dan altı ay daha büyük idi ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın Allah'ın kelimesi ve ruhullah (yani Allah'ın üflediği bir ruh) olduğuna ilk iman eden ve tasdik eden Yahya (aleyhisselâm) olmuştu. Sonra Yahya (aleyhisselâm), İsa (aleyhisselâm) göğe kaldırılmazdan önce öldürüldü. İmdi eğer, 'Bu âyette ve "Meryem oğlu İsa Mesih, yalnızca Allah'ın peygamberi ve kelimesidir" (Nisa, 171) âyetinde, İsâ (aleyhisselâm), niçin "Kelime" diye adlandırılmıştır?" denilir ise, biz şöyle deriz: Bunun sebepleri şunlar olabilir: 1- Allahü teâlâ, onu bir baba vasıtası olmaksızın (ol) kelimesi ve emriyle yaratmıştır. Yaratılışı sırf Allah'ın kelimesi ile olduğu ve baba ile tohum vasıta kılınmaksızın yaratıldığı için, "mahlûk" (yaratılmış) şeyin, "halk" (yaratma); "makdûr" (güç yetirilen) şeyin, "kudret" (güç); "mercüvv" (umulan) şeyin "recâ" (ümid) ve "müştehâ" (arzu edilen) şeyin "şehvet" (arzu) diye adlandırılışı gibi, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) da "Kelime" diye adlandırılmıştır. Bu Arapça'da yaygın bir kullanış şeklidir. 2- Çocukluğunda konuşup, ona daha çocuk iken Allah kitap vermiştir. Böylece O, konuşma hususunda büyük bir dereceye erişmiştir. Bu izaha göre O, "Kelime" diye adlandırılmıştır. Bu, bir insan cömertlik ve ikbâlde mükemmel olduğunda ona, "Falanca serâpâ cömertlik ve ikbâldir" denilmesi gibidir. 3- "Kelime"nin, mana ve hakikatleri ifâde edişi gibi, Hazret-i Isâ (aleyhisselâm) da hakikat ve ilâhi sırları anlatıyordu. İşte bundan dolayı O, "Kelime" diye adlandırılmıştır. Yüce Allah'ın O'na "Ruh" adını vermesi de böyledir. İnsan ruhla yaşadığı gibi, Allah, Hazret-i İsa vasıtasıyla insanları dalâletten kurtarıp hayata kavuşturmuştu. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'i de "Rûh" diye adlandırmış ve 'İşte biz, böylece sana da emrimizden bir rûh vahyettik" (şura, 52) buyurmuştur. 4- Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın geleceği, kendinden önceki peygamberlerin kitaplarında müjdelenmiştir. O peygamber olarak geldiğinde, "İşte bahsedilen o "Kelime" (müjde) budur" denilmiştir. İşte bundan dolayı o, "kelime" diye adlandırılmıştır. Âlimler bu görüşü izah ederken şöyle demişlerdir: Bunun mecazî manası şu şekildedir: Birisi bir şeyin olacağını haber verdiğinde ve o şey de meydana geldiğinde, "Sözüm çıktı. Ben dememiş miydim?" der. Yani, "Söylemiş olduğum ve konuştuğum şey gerçekleşti" demektir. Bunun bir benzeri de, "Kâfirlere karşı Rabb'inin, "onların muhakkak cehennemlik olacakları" sözü ("kelime'si) işte böylece gerçekleşmiştir" (Mümin, 6) ve "Fakat azab kelimesi kâfirlerin üzerine hak oldu" (Zümer, 71) âyetleridir. 5- İnsan bazan "fazlullah" ve "lütfullah" (Allah'ın fazlı ve lütfü) diye adlandırılır. Tıpkı bunun gibi, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın alem olan ismi de "Kelimetullah" ve "Ruhullah" (Allah'ın kelimesi ve ruhu) olmuş olur. Bil ki, Allah'ın kelimesi, bizzat O'nun kelâmıdır. Ehl-i Sünnet'e göre Allah'ın kelâmı, zâtı ile kâim ve kadîm bir sıfatıdır. Mu'tezile'ye göre ise, Allahü teâlâ'nın bir cisimde yarattığı ve konuluş itibari ile (vad'an) belli birtakım manalara delâlet eden seslerdir. Kadîm sıfatın veya birtakım arazlar olan ve devam etmeyen o seslerin, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın bizzat zâtının kendisi olduğunun söylenmesinin imkânsız olacağına dair zarurî bir ilim bulunmaktadır. Aklın bedahetine göre bu bâtıl olunca, geriye sadece bu ifâdeyi te'vil etmek kalır. İkinci sıfat: Hak teâlâ'nın, "efendi" ifadesidir. Müfessirler bu hususta da şunları zikretmişlerdir. İbn Abbas, "seyyid" kelimesinin mânasının "halîm" anlamına geldiğini söylemiştir. Cübbaî şöyle der: "O, mü'minlerin seyyidi, dinî hususlarda, yani ilim, hilm, ibâdet ve takva konularında onların önderi idi." Mücahid, bunun mânasının, "Allah katında kerîm';' İbnu'l-Müseyyeb "âlim, fakiri"; İkrime ise, "gazabına mağlup olmayan" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Kadî ise, "seyyid"in, önder ve kendisine başvurulan, mercî anlamlarına geldiğini söyler. O, dinî bakımlardan seyyid olunca, dinî hususlarda kendisine başvurulan kişi ve kendisine uyulan kimse olmuş olur. Böylece de bu mefhuma, ilim, hilm, kerem, iffet, zühd ve takva gibi zikredilmiş olan bütün sıfatlar dahil olmuş olur. Hazret-i Yahya'nın Hasûr Vasfının İzahı Üçüncü sıfat: Hak teâlâ'nın"Nefsine hakim" tavsifidir. Bu ifâdede birkaç mesele vardır: Arapça'da (......) kelimesinin manası, hapsetmek, engellemek, vb. mânâlara gelir, (Onu hapsetti, engelledi) denilir. Adamın sidiği bağlandığında, denilir, ise, sır tutan ve sırrı gizleyen kimseye denildiği gibi, aynı zamanda, son derece cimri ve eli sıkı kimse anlamına da gelir. Müfessirlerin bu hususta iki görüşü vardır: a) Yahya (aleyhisselâm), kadınlara yaklaşmaktan (cimâ'dan) âciz idi. Sonra âlimlerden bir kısmı bunun, onun cinsiyyet uzvunun küçük olmasından ileri geldiğini; bazıları, inzal vâki olmadığı için; diğer bazıları da, bunun iktidarsızlıktan ileri gelmiş olduğunu söylemiştir. Bu açıklamaya göre (......) vezninde olan (......) kelimesi, mef'ûl mânasına gelmektedir. Buna göre sanki o, kadınlara karşı mahbûs ve mahsur, yani engellenmiş demektir. Bu ifâdenin benzer kalıpları ise, (......) kelimesini (binilmiş) kelimesinin de (sağılmış) anlamına gelmesidir. Bize göre, bu görüş yanlıştır. Çünkü bu, bir noksanlık alâmetidir. Medh makamında noksanlık ifâde eden sıfatı zikretmek ise, caiz değildir. Bir de, meseleyi bu açıklamaya göre alırsak Yahya (aleyhisselâm), bu konuda herhangi bir mükâfaat ve saygıya müstehak olamaz. b) Bu, muhakkik alimlerin tercihi olan görüştür. Buna göre Yahya (aleyhisselâm) acziyetinden dolayı değil, iffet ve zühdünden dolayı kadınlara yaklaşmazdı. Çünkü hasûr, nefsini çok engelleyen ve gemleyen kimse demektir. Nitekim, çok yiyen kimseye denilir. Yine bu anlamda olmak üzere, (çok içen), (çok zulmeden) ve (çok haksızlık ve zulmeden) kelimeleri kullanılır. Nefsi engelleme ancak, onun sebebi bulunması halinde mümkün olur. Eğer kudret ve sebep yoksa, insanın hasûr (kendini çok engelleyen) olması şöyle dursun, hasır (kendini engelleyen) olması bile düşünülemez. Çünkü, kendini çokça men etme ve engelleme, ancak çok arzu etme, sebepler ve kudret, buna güç yetirebilme bulunduğu zaman tahakkuk edebilir. Bu takdire göre "hasûr" kelimesi vezninin manasına gelmesi gibi hasûr kelimesi hasır anlamına gelmektedir. Âlimlerimiz bu âyeti, evlenmeyip bekâr kalmanın daha faziletli olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Yahya (aleyhisselâm)'yı evlenmediği için medhetmiştir. Bu, evlenmemenin Yahya (aleyhisselâm)'nın şeriatında efdal olduğuna delâlet eder. O'nun şeriatında evlenmemenin efdal olduğu sabit olunca, durumun bu şeriatta da, hem naklen hem de nassan böyle olması gerekir. Nassdan olan delile gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy" (Enam, 90) âyetidir. Aklî delil de şudur: Mevcut olan şeylerde aslolan, o şeyin olduğu üzere devam etmesidir. Nesh ise, aslın hilâfına bir durumdur. olan şeyleri y Dördüncü sıfat: Hak teâlâ'nın, "Ve bir peygamber..." sözüdür. Şunu bil ki seyyidlik, şu iki şeye işarettir: a) Seyyid olan kişinin, dini öğretme ile ilgili meselelerde, insanların faydasına apmaya muktedir olabilmesidir. b) Onların terbiye edilmeleri ve, emr-i maruf ve nehy-i münker ile ilgili hususlarda, insanların yararlarına olan şeyleri belirleyip, bunları yerine getirmek ise, tam ve eksiksiz bir zühde işarettir. Seyyidlik ile hasûr bir arada bulunduğu zaman, işte nübüvvet o vakit meydana gelir. Çünkü, bu iki durumdan sonra bulunan şey ancak nübüvvettir. Beşinci sıfat: Hak teâlâ'nın "Sâlihlerden..." sözüdür. Bu ifâde için şu üç izah yapılmıştır: a) Bunun mânası, "Yahya (aleyhisselâm), sâlih Kimselerin zürriyetindendir" demektir. b) Bunun mânası; "O, hayırlıdır" şeklindedir. Nitekim, hayırlı bir kimse hakkında, "O, sâlihlerdendir" denilmektedir. c) Hazret-i Yahya'nın sâlih olması, diğer peygamberlerin salâh hâlinden daha tam ve daha mükemmeldir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hiçbir peygamber yok ki, günah İşlememiş veya günaha niyet etmemiş olsun; Yahya müstesna... Çünkü o, ne günah istemiştir, ne de günaha niyet etmiştir!.. " Yakın manada bir hadis için bkz. Müsned, 1/254, 292. buyurmuştur. Eğer: "nübüvvet mertebesi, sâlih olma mertebesinden daha üstün olduğuna, Cenâb-ı Hak da onu nübüvvet vasfı ile nitelediğine göre, bundan sonra ayrıca onun sâlih olma vasfıyla nitelemesinin faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Süleyman (aleyhisselâm) peygamber olduğu halde "Rahmetinle beni salih rın arasına ilhak eyle" (Neml, 19) dememiş midir? Bu husustaki sözün tahkiki ve özü şudur: Peygamberlerin, sâlih olmak bakımından öyle bir dereceleri vardır ki, eğer bu bulunmazsa, peygamberlik de bulunmaz. Onlara nisbetle salih olmanın bu derece ve mikdarı, bize nisbetle farzları ifâ edip, muhafaza etmek gibidir. Salihliğin bu derece ve miktarına ortak olmalarından sonra, bu miktarın üzerindeki fazlalık bakımından onların dereceleri birbirlerinden farklıdır. Payı, bu miktardan daha fazla olan her peygamberin, kadri ve mertebesi de daha yüce olur. Allah en iyi bilendir. Hazret-i Zekeriyya, Allah'ın Kendisine Çocuk Vermesini Neden İmkânsız Gördü? Allahü Teâlâ'nın, "Va Rab, "Nasıl benim bir oğlum olabilir?" dedi" âyetiyle ilgili iki soru vardır: Birinci soru: Ayetteki (......) kelimesi, ya Allah'a, veyahut da meleklere karşı bir hitaptır. Bunun Allah'a karşı hitap olması caizdir, çünkü bir önceki âyet, Zekeriyya'ya nida edip seslenenlerin melekler olduğunu göstermektedir. Buna göre bu sözün, başkasına değil, yine aynı münadiye hitap olması gerekir.. Oysaki bunun, nida eden meleklere bir hitâb olması caiz değildir. Çünkü insanın, bir meleğe, ya Rabbil demesi caiz değildir? Cevap: Müfessirlerin bununla ilgili iki izahı vardır: a) Melekler Zekeriyya'ya seslenip de, O'na Yahya (aleyhisselâm)'yı müjdeleyince, Zekeriyya (aleyhisselâm) şaşırdı ve bu taaccübü izâle etmek için, Allah'a yöneldi. b) Bu, meleklere karşı bir hitaptır. Buradaki (......) kelimesi, "mürebbî- terbiye eden" anlamına işarettir. Mahlûkun da bu kelimeyle nitelenmesi caizdir. Nitekim "Falanca beni terbiye ediyor ve bana güzel davranıyor" denilir. İkinci soru: Oğul isteyen, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın bizzat kendisi olduğu halde, sonra Cenâb-ı Allah onun duasını kabul edince, o niçin bundan dolayı teaccüb etti ve bunu olmayacak bir şey gördü? Cevap: Onun bu sözü, Allah'ın buna kadir olup olamıyacağı hususunda bir şüphesi bulunduğu için değildir. Bunun böyle olmadığının iki delili vardır: a) Herkes bilir ki, çocuk normal olarak nutfeden yaratılır. Çünkü, insandan olmayan bir nutfe veya nutfeden olmayan bir yaratık bulunsaydı, o zaman teselsül ve hadiselerin ezelde meydana gelmiş olmaları gerekirdi ki, bu imkânsızdır. Böylece biz, Allahü Teâlâ'nın nutfeden olmaksızın yarattığı bir insanın veya insandan olmaksızın yarattığı bir nutfenin varlığını kabul etmemiz gerektiğini anlarız. b) Zekeriyya (aleyhisselâm) bunu, Allahü Teâlâ'dan talep etmiştir. Eğer bu, ona göre muhal ve imkânsız olsaydı, bunu Allah'dan istemezdi. Binâenaleyh, bu iki izah ile, O'nun, "Ya Rabbi, nasıl benim bir oğlum olabilir?" sözünü, bunu ihtimal dışı gördüğü için söylememiş olduğu sabit olur. Bilakis âlimler bu hususta bazı açıklamalarda bulunmuşlardır: 1- Âyetteki lafzı, "nereden, nasıl (olacak)?" mânasındadır. Buna göre âyetin manasının, "Sen, ister normal şekilde, isterse ikinci alışılmadık şekilde olsun, nasıl bir çocuk verirsin?" şeklinde olması muhtemeldir. Bu böyledir, çünkü Zekeriyya (aleyhisselâm) için çocuğun olmasının iki yolu vardır: Birincisi: Allahü Teâlâ'nın onu tekrar gençleştirmesi, sonra da ileri yaşına rağmen, ona bu çocuğu vermesi... Buna göre, buyruğunun mânası, "Allahım, gerek normal şekilde, gerekse alışılmadık şekilde olsun, çocuğu bana nasıl verirsin?" şeklindedir. Ona da, "İşte bu şekilde olur bu.. Çünkü Allah dilediğini yapar.. " denilmiştir. Bu görüş, Hasan el-Basri ve Esamm'ın görüşüdür. İkincisi: Bir şeyden ümidini kesmiş olan kimse, onun meydana gelmesini uzak ihtimal zanneder. Ama, bu maksadının meydana geldiğini görünce, sevincinin şiddetinden dolayı âdeta dehşete düşerek, -kendisine çok büyük mallar bağışlayan bir kimseyi görüp, "Bu malları nasıl hibe ettin? Neden bunları hibe etmeyi istedin, nasıl olup da bu kadar mal hibe etmeye gönlün razı oldu!" diyen kimse gibi, - "Bu nasıl oldu? Bu nereden vaki oldu?" der.. Burada da böyledir; Zekeriyyâ (aleyhisselâm) bunu uzak ihtimal zannettiği hâlde, Allahü Teâlâ'nın kendisinin duasına icabet ettiğini görünce, onun neşesi ve sevinci artmış, bundan dolayı da böyle söylemiştir. 2- Melekler, Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'yı Yahya ile müjdelediklerinde o, kız tarafından mı, yoksa kendi sulbünden mi bu çocukla rızıklandırılacağını bitemedi.. İşte bu ihtimalden dolayı o bu sözü zikretti. 3- Kul, bir şeye çok arzulu olur da, onu efendisinden isterse, sonra efendisi de, ona istediğini vereceğini vaadederse, isteyen kişi bu va'adi duymaktan dolayı son derece lezzet alır ve çoğu zaman, bu cevabın tekrar edilmesi için, isteğini tekrar eder, böylece de bu cevabın tekrarlanmasına tekrar tekrar tad alır.İşte Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nınbu sözü tekrarlamasının sebebi, bu kabil birşey olabilir. 4- Süfyfin İbn Uyeyne'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nin duası, çocukla müjdelenmesinden altmış yıl önceydi.. Öyle ki O, müjdeleme anında, böyle istekte bulunduğunu unutmuştu. Binâenaleyh O, ihtiyarlığında böyle bir müjdeyi duyunca, Allah'ın kudreti hakkındaki şüpheden dolayı değil, mûtad durumdan ötürü bunu yadırgamış, pek uzak ihtimal zannetmiş ve yukardaki sözünü söylemişti. 5- Süddî, Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'ın bu müjdeyi duyduğu zaman, O'na şeytan gelerek, müjdeyi veren bu sesin şeytandan olduğunu ve ona, "Bu şeytan seninle alay etmiştir" dediğini; bunun üzerine de Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nın durumu birbirine karıştırdığını, işte bundan dolayı da, "Ya Rabbi, nasıl benim bir oğlum olabilir?" dediğini; O'nun bu sözden maksadının ise, Allah'ın bu sözün şeytanın likasından değil, vahiy ve meleklerin sözü olduğuna delâlet eden bir âyeti göstermesi olduğunu" söylemiştir. Kâdî de şöyle der: "Peygamberlere vahyedilirken meleklerin sözünün şeytanların sözüne karışması caiz değildir. Çünkü biz böyle bir şeyin olabileceğini söylersek, bütün şeriatlara karşı duyulan güven kaybolur." Şöyle denilmesi de mümkündür: Dinî konular hususundaki vahyin doğruluğuna dair mu'cizeler bulununca, o zaman bu vahyin şüphesiz melekler vasıtasıyla Allah'tan olduğuna; bunda şeytanın bir parmağı bulunmadığına dair bir güven ve itimad meydana gelmiş olur. Ama dünyevî işler ve çocukla ilgili olan hususlara gelince, mu'cizeler çoğu kez bunu desteklemez.. Bu sebeple de muhakkak geriye, onun şeytandan olması ihtimali kalır. Binâenaleyh, muhakkak ki kişi, bu ihtimali zihninden atabilmek için, Allah'a müracaat eder. Cenâb-ı Hakk'ın Bana hakikaten ihtiyarlık gelip çatmış iken..." sözü hakkında birkaç mesele vardır: (......) lafzı, insan yaşlandığı zaman söylenilen?(Adam yaşlandı, yaşlanıyor) tabirinin masdarıdır. İbn Abbas, "Hazret-i Zekeriyya'nın, çocukla müjdelendiği günde 120, hanımının ise 98 yaşında olduğunu" söylemiştir. Ehl-i meânî şöyle demiştir: Kendisine rastlayıp ulaşmış olduğun herşey, aynı zamanda sana rastlamış ve ulaşmış demektir. dili "ihtiyarlığa ulaştım, ihtiyarladım" demek her ne zaman caiz olursa, "yaşlılık bana yetişti, ulaştı" denilmesi de caiz olur. Bunun böyle olduğuna, Arapların, "Duvarla karşılaştım ve, duvar benimle karşılaşıyor" demeleri delâlet eder. Buna göre eğer, (şehre ulaştım) yerine(şehir bana ulaştı) demek caiz olur" derseniz, biz deriz ki: Bu caiz olmaz. Bu iki durum arasındaki fark şudur: İhtiyarlık, insanı adeta isteyen, arzulayan bir şey gibidir. Binâenaleyh, insan ihtiyarladığında, ihtiyarlık âdeta ona gelmiş gibi olur. İnsan da, üzerinden yıllar geçmiş olması sebebiyle, ihtiyarlığa varmış, ulaşmış olur. Ama belde, şehir, ona giden insanı arzulayan gibi değildir... İşte böylece, bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Karım da kısır olduğu halde..." tabirine gelince; Bil ki, âkir kelimesi, doğum yapmamış, yapamamış kadın için kullanılır(kısır oldu, kısır olmak...) denilir. Yine, denilir; yani, "Adamın zürriyeti olmadı" Hiçbirşey bitmeyen toprağa da denilir. Bil ki, Zekeriyya (aleyhisselâm), bu uzak ihtimal sayma durumunu pekiştirmek için, kendi yaşlılığının yanısıra, hanımının da kısır olduğunu belirtmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, işte böyle ne dilerse yapar" dedi" buyruğuna gelince, bu konuda iki bahis vardır: a) Cenâb-ı Hakk'ın, sözü, daha önce geçmiş olan şeye râcidir. Önce geçmiş olan şey de, O'nun, "Ya Rabbi, nasıl benim bir oğlum olabilir? dedi" ifâdesindeki (Rabbim...) sözüdür. Biz bunun failinin Allah veyahut da Cibrîl olmasının muhtemel olduğunu söylemiştik. b) Keşşaf sahibi, tabirinin mübteda olduğunu söylemiştir.. Yani, "Allah işte bu sıfat üzeredir, böyledir" demektir. (Dilediğini yapar) sözü ise, onun beyânıdır. Yani, "Allah, istediği harikulade fiili yapar" demektir. 41"(Zekeriya) "Ya Rabbi, bana bir alâmet göster" dedi. Allah, "Senin alâmetin, işaretleşmenin dışında, insanlara üç gün bir şey söyleyememendir... Bununla birlikte sen, Rabb'ini çok zikret ve akşam sabah O'nu tesbih et" dedi" . Bil ki, Zekeriyya (aleyhisselâm) kendisine verilen müjdenin aşırı sevinci, Rabb'inin ikramı ve kendisine olan in'âmına güveninden dolayı, kendisine bu hamileliğin bulunduğuna dair bir alâmetin gösterilmesini istedi.. Çünkü, hamilelik durumu hemen belli olmaz. İşte bunun için O, "Ya Rabbi, bana bir alâmet göster" deyince, Cenâb-ı Hak da, "Senin alâmetin, işaretleşmenin dışında, insanlara üç gün birşey söyleyememendir" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hak burada "üç gün", Meryem sûresinde ise, "üç gece"yi zikretmiştir. Böylece bu iki âyetin toplamı, bu alâmetin geceleriyle beraber üç gün içinde bulunduğuna delâlet eder. Âlimler, bu âyetin tefsiri hususunda şunları söylemiş- terdir: a) Allahü Teâlâ Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın konuşma kabiliyetini almış, o da insanlarla ancak remz ve işaretleşme yoluyla konuşabil mistir. Bunda şu iki fayda vardır: 1- Bunun, hanımının çocuğa kaldığına alâmet olması.. 2- Allahü Teâlâ, o süre içerisinde kendini zikir ve kendisine tâatla meşgul olsun da bu büyük nimete şükretsin diye, O'nu dilini dünyevî şeylerden alıkoymuş ve onu zikr, tesbîh ve tahlilde bulunmaya teşvik etmiştir. Bu açıklamaya göre, tek şey maksûdun bir alâmeti ve bu nimetin şükrünün edası olur. Böylece de bu şey, bütün maksatları kendinde toplamış olur. Sonra şunu bil ki, bu hâdise birçok yönden bir mu'cizeyi ihtiva etmektedir: 1- O'nun tesbîh ve zikirde bulunmaya gücünün olup, dünyevî meseleleri konuşamaması, en büyük mucizelerdendir. 2- Bünyesi sağlam ve yapısı da elverişli olduğu halde, bu aczin, belli ve muayyen günlerde tahakkuk etmesi, diğer mu'cizeler cümlesindendir. 3- Zekeriyya (aleyhisselâm)'da bu hal meydana geldiğinde çocuğun da meydana geleceğinin bildirilmesi, sonra durumun aynen onun haber verdiği gibi ortaya çıkması da, mu'cizelerden bir mu'cize olur. b) Ebu Müslim'in görüşü olup buna göre bu âyetin mânası şöyledir:. Zekeriyya (aleyhisselâm) Cenâb-ı Hak'tan hamileliğin meydana geldiğine dair bir alâmet isteyince, Allahü Teâlâ ona, "senin alâmetin, konuşamamandır; yani sen üç gün üç gece insanlarla konuşmayıp, insanlardan ve dünyadan yüz çevirerek, zikir, tesbih ve tehlil ile meşgul olup, böyle bir bağışından dolayı Allah'a şükretmekle emrolunursun.. Eğer bir şeye ihtiyacın olursa, bunu işaretle göster.. Bu tâatla emroluhduğun zaman şunu bil ki, senin bu arzun meydana gelecektir" demiştir. Bu görüş, bana göre güzel ve makûldür. Ebu Müslim'in tefsir hususundaki sözü güzeldir; o sözdeki inceliklere ve nüktelere çokça temas etmektedir.. c) Katâde'den rivayet edildiğine göre, Zekeriyya (aleyhisselâm), meleklerin müjdesinden sonra bir alâmet istemiş olduğu için cezalandırılmış, konuşma melekesi engellenerek, konuşamaz hâle getirilmiştir. Hazret-i Zekeriyya'nın İşaretle Konuşması Cenâb-ı Hakk'ın "İşaretleşmenin dışında..." buyruğuna gelince bunda iki mesele vardır: Birinci Mesele (......) kelimesinin aslı, hareket etmektir. Bir şey hareket ettiği zaman, denilir. Bu anlamda olmak üzere, denize de denilir. Sonra âlimler, buradaki remz hususunda, çeşitli görüşler belirterek ihtilâf etmişlerdir: a) Bu, nasıl olursa olsun et, baş, kaş, göz veya dudaklarla yapılan işaretten ibarettir. b) Remz, konuşma veya ses olmaksızın, kelimeyi dudak hareketleriyle göstermekten ibarettir. Alimler, "Remz kelimesini bu mânaya hamletmek daha uygundur; çünkü remz ile konuşma sırasındaki dudakların hareketi, sesli konuşma sırasındaki dudak hareketlerine uygun olacağı için, işaretle anlatım, mümkün bir şeydir. Buna göre bu hareketlerle, kişinin zihnindeki mânaları anlamak daha kolay olmuş olur. c) Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın gizli ve alçak bir sesle konuşmuş olması mümkündür. Buna göre, sadece yüksek sesle konuşması yasaklanmıştı... Eğer, "Remz, bir söz çeşidi değildir; o halde niçin insanlarla konuşmamandır" ifâdesinden istisna edilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Remz, konuşmadan kastedilen amacı yerine getirdiği için, "söz" olarak isimlendirilmiştir. Ve yine bu istisnanın, "istisna-yı munkatî" olması da mümkündür. Ama biz "remz" kelimesini alçak sesle konuşma manasına alırsak, buradaki problem kendiliğinden ortadan kalkar. İkinci Mesele Yahya İbn Vessâb, buradaki (......) kelimesini, (rumuz, işaret) kelimesinin çoğulu olarak şeklinde iki ötre ile okumuştur.. Nitekim (peygamber, elçi) kelimesinin çoğulu da, bunun gibi gelmektedir... Bu kelime yineharflerinin fethasıylaşeklinde de okunmuştur. Bu durumdakelimesi, Zekeriyya (aleyhisselâm) ve diğer insanlardan hâl olmuş olur. Buna göre ifâdesinin mânası "Nasıl ki insanlar bir dilsizle işaretlerle konuşuyor, dilsizler de onlara işaretlerle cevaperiyorsa, bunun gibi, sen de insanlarla karşılıklı olarak remz ve işaretlerle konuşacaksın" şeklinde olur. Zikir Konusunda Buradan Alınacak Ders Hak teâlâ sonra, "Sen, Rabb'ini çok zikret" buyurmuştur. Bunun iki izahı bulunmaktadır: a) Allahü Teâlâ onun dilini, işaret ile konuşmanın dışında, dünya meselelerini konuşmaktan alıkoydu. Ama, zikir ve tesbihat konusundaysa, dili normal işini icra ediyordu.. İşte bu da, apaçık mu'cizeler cümlesindendir. b) Buradaki zikir'den murad, kalb ile zikirdir. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ'nın marifet denizine gark olmuş olanların âdeti, başlangıçta bir süre lisân ile zikre devam etmektir. Kalb, Allah'ın zikrinin nurlarıyla dolduğundaysa, dil susar, zikir kalbte devam eder. İşte bundan dolayı arif kimseler, "Allah'ı tanıyanın, dili tutulur" demişlerdir. Buna göre Zekeriyyâ (aleyhisselâm) sanki, susmak ve zikir ile marifetin mânalarını kalbinde hatırlayıp tutarak, onları devam ettirmekle ernrolunmuştur. Aşiyy ve İbkâr Kelimelerinin Mânası "Ve akşam sabah O'nu tesbih et" sözünde iki mesele vardır: Birinci Mesele (......) kelimesi, güneşin ufka doğru inmeye başladığı zamandan ufukta kayboluncaya kadar geçen zamanı ifâde etmektedir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Ne, kuşluk serinliğinin katlanabileceğin gölgesi vardır. Ne de akşam serinliğinin tadacağın gölgesi..." (......) kelimesi, güneşin zeval vaktinden, tamamiyle battığı süreye kadar geçen zaman içerisindeki gölgedir. (......) kelimesi ise, bir kimse sabah erkenden bir iş için yola çıktığı zaman söylenilen, (......) kelimesinin masdarıdır. (......) kelimeleri de aynı mânaya gelmektedir. İlk çıkan mahsûle ve meyvelere adının verilmesi de bundandır. İşte kelimenin kök mânası budur. Daha sonra, fecrin doğuşu ile kuşluk vaktine kadar olan zamana, (......) ismi verildiği gibi, (......) ismi verilmiştir. Bazı âlimler ise bu kelimeyi, hemzenin fethasıyta (......) şeklinde okumuşlardır. Bu, (seher vakti) kelimesinin çoğulunun oluşu gibi, (......) kelimesinin çoğuludur. Nitekim, bâ ve kâf harflerinin fethasıyla (Ona sabah erkenden geldim) denilir. İkinci Mesele Âyetteki ifâdesi hakkında şu iki görüş zikredilmiştir: 1- Bundan murad, "namaz kıl" demektir. Çünkü namaz da "Tesbih" diye adlandırılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Haydi akşama girerken ve sabaha ererken Allah'ı "tesbih edin" (Yani namaz kılın)" (Rum, 17) buyurmuştur. Namaz içinde tesbih de yapıldığından ötürü, namazın "Tesbih" diye adlandırılması caiz olmuştur. İşte burada delil, şu iki bakımdan bu ihtimalin olabileceğini göstermektedir: a) Şayet biz bu ifâdeyi "tesbih" ve "tehlîl" etme manasına alır isek, bu âyet ile bundan önceki "Rabb'ini çok zikret" âyeti arasında bir fark olmazdı. Binâenaleyh bu bâtıl olmuş olur. Çünkü birşeyin yine kendisine, (aynısına) atfedilmesi caiz değildir. b) Bu, Hak teâlâ'nın, "Gündüzün iki tarafinda namaz kıl" (Hûd, 114) âyetine son derece uygundur. 2- Hak teâlâ'nın "Rabb'ini çok zikret" ifadesi lisân ile zikretme mânâsına hamledilir. Üçüncü Kıssa Hazret-i Meryem'in Tertemiz Oluşu 42Âyetin tefsiri için bak:43 43"Hani melekler: "Ey Meryem, şüphesiz ki Allah sana seçkin bir hususiyet verdi. Seni tertemiz (büyüttü), seni dünyadaki bütün kadınlar üzerinde mümtaz kıldı. Ey Meryem huşu ile Rabb'inin divanına dur, secdeye kapan ve rükû edenlerle beraber rükû et" demişlerdi" . Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Buradaki (......) kelimesinin i'rabtaki âmili, bu sûrenin âyetinin (35. âyet) başındaki (......) ifadesidir. Sonra bu âyet, 35. âyete atfedimiştir. Bunun takdirinil (Meleklerin şöyle şöyle dediği zamanı hatırla) şeklinde olduğu da söylenmiştir. İkinci Mesele Âlimler, buradaki "Melekler" den maksadın, sadece Cebrail (as) olduğunu ve bunun aynen, "O (Allah), kendi emri ile meleklerle ruhu (vahyi) gönderir" (Nahl, 2). (Yani, Cebrail (aleyhisselâm) ile...) âyeti gibi olduğunu söylemişlerdir. Her nekadar bu mânâ, âyetin zahirini bırakma gibi görünüyor ise de, verilmesi gereken bir mânâdır. Çünkü Meryem Süresindeki bir âyet, Hazret-i Meryem ile konuşanın Cebrail (aleyhisselâm) olduğunu göstermektedir. O da, şu âyettir: "Derken biz ona ruhumuz (Cebrail'i) göndermiştik de o kendisine yaratılışça tam bir beşer şeklinde görünmüştü" (Meryem.18). Bil ki, Meryem (aleyhisselâm), bir peygamber değildi. Çünkü Allahü teâlâ, "Biz senden evvel de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını (peygamber olarak) göndermedik" (Enbiya, 7) ve (Yusuf, 109) buyurmuştur. Durum böyle olunca, Cibril (aleyhisselâm)'i ona göndermek, ya onun için bir keramettir, ki bu velilerin kerametini mümkin gören kimselerin görüşüdür; ya da Hazret-i İsa (aleyhisselâm) için bir irhâstır, ki bu da hem bize, hem de Mu'tezile'den Ka'bî'ye göre caizdir; Yahut da Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm) için bir mu'cizedir, ki bu da Mu'tezile'nin ekserisinin görüşüdür. Bazı âlimler bunun, Cenâb-ı Hakk'ın da "Musa'nın anasına da... diye vahyettik" (Kasas.7)âyetinde belirttiği gibi, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın annesine olduğu gibi, ruha bir mana üfleme, kalbe ilkâ ve ilham kabilinden bir şey olduğunu söylemişlerdir. Hazret-i Meryem'in Istıfa Edilmesinin Mânası Bil ki bu âyette ilk önce "istifa" (seçme, seçkin kılma), sonra ikinci olarak temizleme, üçüncü olarak da, âlemlerin kadınları üzerine mümtaz kılma (ıstıfâ) zikredilmiştir. Birinci istifa'nın, ikinci "ıstıfa" ile aynı mânada olması caiz değildir. Çünkü birşeyi aynen tekrar etmek uygun düşmez. Binâenaleyh birinci "ıstıfa"yı, Hazret-i Meryem'in ömrünün ilk yıllarında başına gelen güzel işlere, ikinci "ıstıfa"yı ise ömrünün son yıllarında karşılaştığı güzel şeylere hamletmek gerekir. Birinci istifa şunlarla alakalıdır: 1- Allahü teâlâ, ondan başka hiçbir kadına böyle olmayı nasip etmemiş iken, kadın olmasına rağmen onun Beyt-i Makdis'in hizmeti için verilmesini kabul buyurmuştur. 2- Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Hazret-i Meryem'i annesi doğrurur doğurmaz ona hiçbirşey yedirip emzirmeden onu Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm)'ya teslim etmiş ve onun rızkı cennetten gelmeye başlamıştır." 3- Allahü teâlâ, onu kendisine ibâdet etsin diye başka meşgalelerden uzaklaştırmış ve bu mânada çeşitli lütuf, hidayet ve ismetlerini ona has kılmıştır. 4- Hak teâlâ, onun iaşesini, kendi uhdesine almış, böylece "(Zekeriyya), "Meryem bu sana nereden (geliyor?) dedi. O da, "Bu, Allah tarafindandır" (âl-i imran. 37) âyetinde de belirtildiği gibi, onun rızkı Allah tarafından gelmiştir. 5- Cenâb-ı Allah, ona meleklerin sözünü açıkça duyurmuştur. Bu, ondan başka hiçbir kadına nasib olmamıştır. İşte birinci "ıstıfa"dan maksad bunlardır. Âyetteki temizleme (tertemiz büyütme)nin manaları da şunlardır: 1- Allahü teâlâ onu inkâr ve günahtan tertemiz kılmıştır. Bu, tıpkı Allahü teâlâ'nın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımları hakkında buyurduğu, "(Allah) sizi tertemiz yapmak diler" (Ahzâb. 33) âyeti gibidir. 2- Allahü teâlâ, onu erkeklerin dokunmasından uzak tutup temizlemiştir. 3- Onu, hayızdan temiz ve uzak kılmıştır. Âlimler onun hiç hayız görmediğini söylemişlerdir. 4- Allah, onu kötü işlerden ve çirkin âdetlerden uzak tutarak temizlemiştir. 5- O, Meryem'i yahudilerin katilliğinden, töhmet ve yalanlarından muhafaza ederek temiz kılmıştır. İkinci "ıstıfâ"dan murad ise şudur: Allahü teâlâ, Hazret-i İsa'yı ona babasız olarak vermiş, İsâ (aleyhisselâm)'yı, annesinden doğarken konuşturmuş ve böylece o da, annesinin ileri sürülen töhmetlerden temiz olduğunu gösterecek şeylerle şehâdette bulunmuş ve Cenâb-ı Hak hem onu, hem de oğlunu bütün insanlar için bir mu'cize kılmıştır. İşte bu üç lafızdan kastedilen manalar bunlardır. Beşinci Mesele Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "(örnek olarak) âlemin kadınlarından şu dördü saha yeter: Meryem, Firavun'un karısı Asiye, Hatice ve Fatma" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu hadisin, sayılan dört kadının, bütün kadınlardan efdal olduğuna delâlet ettiği; âyetin de Meryem (aleyhisselâm)'ın bunların hepsinden efdal olduğuna delâlet ettiği ve buna göre bundan muradın, Hazret-i Meryem'in kendi zamanındaki kadınlar üzerine seçilip mümtaz kılındığını söylemenin, zahiri manayı bırakmak olduğu ileri sürülmüştür. Sonra Hak teâlâ "Ey Meryem huşu ile Rabb'inin divanına dur, secdeye kapan" buyurmuştur. Âyette geçen "Kunût" kelimesinin ne manaya geldiği, (Bakara, 238) âyetinin tefsirinde geçti. Hülâsa olarak diyebilirz ki, Allahü teâlâ kendisinden olan bu büyük bağış ve lütuflarını Hazret-i Meryem'e has kıldığını beyân buyurunca o güzel nimetlere şükretmesi için daha fazla taatta bulunmasını gerekli kılmıştır. Bu âyetle ilgili şu sorular vardır: Meryem'in Secde Ve Rükû İle Mükellefiyeti Hakkında Birinci soru: Allahü Teâlâ niçin bu âyette secdeyi rükûdan önce zikretmiştir? Cevap: a) Bunların başındaki atıf vâvı, tertibi değil, beraberliği ifâde eder. b) Kulun, Allah'a en yakın olduğu zaman, secde ettiği zamandır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"Kulun, Rabb'ineen yakın olduğu zaman, secde esnasındaki hâlidir" Müslim, Salat, 215 (1/350). buyurmuştur. Secde bu derece faziletli ve şerefli olduğu için, Cenâb-ı Hak onu diğer ibâdet şekillerinden önce zikretmiştir. Sonra Cenâb-ı Allah "ve rükû edenlerle beraber rükû et" buyurmuştur. Bu, Allah'ın ona namaz kılmayı emrettiğinin bir işaretidir. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak ona, çoğu zaman secdeye devam etmesini emretmiştir. Fakat o, namazı belli vakitlerde kılıyordu. c) Ibnu'l-Enbârî, âyetteki tabirinin genel olarak, ibâdeti emir, bundan sonraki tabirinin ise, uygun vakitlerde secde ve rükûyu emir manasında olduğunu; yoksa bundan muradın, hem secdeyi hem de rükûyu beraber yapıp, secdeyi rükûdan önce yapması manasında olmadığını belirtmiştir. Allah en iyi bilendir. d) Namaz, "secde" diye de adlandırılır. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "Secdelerin arkasından da O'nu tesbih et" (Kâf, 40) âyetinde de "secde" namaz manasına alınmıştır. Hadiste "Sizden biri mescide girdiği zaman iki secde yapsın, yani iki rekat namaz kılsın" buyurmuştur. Yine "mescid" lafzı da, "sücûd" (secde etme) masdarından bir isimdir ki, bundan maksat, secde edilecek değil, namaz kılınacak yer demektir. Bir de namazın en şerefli parçası secdedir. Bir şeyi en şerefli parçasının ismi ile adlandırmak, meşhur bir mecâz çeşididir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki Hak teâlâ'nın, emrinin mânası, "Ey Meryem kalk"emrinin mânası ise "namaz kıl" demektir. Binâenaleyh "secde" ile namaz kastedilmiş olur. Bunun peşine "ve rükû edenlerle beraber rükû et" buyurmuştur ki bu ya ona cemaatla namaz kılmasını emir olur; bu durumda 'Secdeye kapan" buyruğu, tek başına namaz kılmayı, "ve rükû edenlerle beraber rükû et" buyruğu da cemaatla namaz kılmasını emir olur. Veyahut da rükûdan maksat tevâzûdur. Bu durumda da "secdeye kapan" sözü, açıkça namazı emir, "rükû edenlerle beraber rükû et" sözü ise namazda kalben huşu ve huzur içinde olmasını emretmek olur. e) Belki de onların şeriatına göre, secde rükûdan önce idi. İkinci soru: Âyetteki "Rükû edenlerle beraber rükû et" emrinden murad nedir? Cevap: Bunun manasının, "Onların yaptığı gibi yap" şeklinde olduğu, ve yine bu emirden muradın, her nekadar Meryem, insanların içine karışmasa dahi, Beyt-i Makdis'in etrafında yaşayan kimselerle birlikte Beyt-i Makdis'te cemaat halinde namaz kılmasının emredilmesi olduğu da söylenmiştir. Üçüncü soru: Cenâb-ı Hak niçin "Rükû eden kadınlarla birlikte rükû et" dememiştir? Cevap: Çünkü erkeklerin içine karışmadan uygun bir yerde erkeklere uymak, kadınlara uymaktan daha efdaldır. Bil ki müfessirler şöyle demişlerdir: "Melekler bu sözleri açıkça bizzat Hazret-i Meryem'e söyleyince o kalkıp namaz kılmaya başlamış ve ayakları şişip, ayaklarından kanlar akıncaya kadar namaz kılmıştır. Bu Gaybî Hadiseleri Bildirmek Hazret-i Peygamberin Nübüvvetinin Delilidir 44"Bunlar, sana vahyetmekte ğumuzgayb haberlerindendir. Meryem'ionlardan hangisi himayesine alacak diye kalemlerini atarlarken senyanlarında eğildin. Çekişirlerken de yine yanlarında yoktun" . Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktardır: Birinci Mesele (Bunlar) lafzı, yukarıda geçen şeylere işarettir. Buna göre mânası, "yukarıda geçen Hanne, Zekeriyya, Yahya ve Meryem oğlu İsa'nın kıssaları gayb haberlerindendir. Binâenaleyh sen bunları ancak vahy ile bilebilirsin" şeklindedir. İmdi, eğer: "Hazret-i Peygamberin, o hâdiseleri görmediği bildiriliyor. Bu zaten belli olup şüphe konusu değildir. Halbuki onları, o kıssaları bilenlerden nakletmesi zannı bulunduğu halde böyle bir nakil şüphesi reddedilmiyor?" denilirse cevaben deriz ki: Bu yahudilerce yakînen bilinen bir şeydi. Çünkü Hazret-i Peygamberi(sallallahü aleyhi ve sellem) okuyup yazan birisi değildi ve onlar da vahyi inkâr ediyorlardı. Bu durumda geriye sadece müşahede kalmıştı. Bu müşahedede, olmayacak bir şey görülse de, okuyup yazmasını bilmediğini bildikleri halde, vahyi inkâr edenlere hakaret olsun diye, nefyedilmiştir. Bunun bir benzeri de, "Musa'ya o emri vahyettiğimiz zaman sen batı tarafında (hazır) değildin, görenlerden de değildin " (Kasas. 4); "Nidâ ettiğimiz vakit de sen Tûr dağının yanında değildin" (Kasas. 46); "(Yusufun kardeşleri) işleyecekleri işi kararlaştırırlarken sen yanlarında değildin" (Yusuf, 102) ve "Onları bundan evvel ne sen biliyordun ne kavmin" (Hüd, 49) âyetleridir. İkinci Mesele (......) gaybtan haber vermektir. (......) ise, Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli manalarda kullanılmıştır. Bu manaları, "Vahy, vahyolunana işaret etme, yazma ve bunlar gibi başka gizli yollarla birşeyi bildirmektir" şeklindeki tarif toplar. Bu tarife göre, ilham da vahiy sayılır. Nitekim Hak teâlâ, "Rabb'in bal arısına vahyetti..." (Nahl, 68);Şeytanlar hakkında, "Onlardostlarına vahyederler" (Enam, 121), ve "(Zekeriyya) onlara "sabah akşam tesbihte bulunun" dîye vahyetti" (Meryem, 12) buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak bu şeyleri Cebrail (aleyhisselâm) vasıtası ile, başka insanlara gizli ve kapalı olacak bir biçimde Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'e ulaştırınca, bunu "vahiy" olarak isimlendirdi. Cenâb-ı Allah'ın, "Meryem, onlardan hangisi himayesine alacak diye kalemlerini atarlarken (sen yanlarında değildin)" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: Meryem'e Kimin Bakacağı Hususunda Kur'a Çekmeleri Âlimler, o kalemlerin ne olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır: a) "Kalemler"den murad, onların Tevrat ve diğer kitapları yazdıkları kalemlerdir. Bu kalemler ile şu şekilde kura çekmişlerdir: Kalemi, suyun akış istikâmetinin ters yönüne doğru giden, bu kefalete hak kazanacaktı. Onlar bunu yaptıklarında, Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın kalemi sadece bu şekilde suyun aksi istikametine gitti. İşte böylece onlar, Hazret-i Meryem'i onun himayesine almasını kabul ettiler. Bu, âlimlerin çoğunun görüşüdür. b) Onlar değneklerini akan suya attılar, sadece Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın değneği suyun akış istikâmetinin tersine gitti. Böylece kurayı o kazandı. Bu, Rebî'in görüşüdür. c) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Onların kalemlerini atmaları, ümmetlerin ihtilâf esnasında kur'a çekmeleri manasındadır. Onlar böylece, üzerlerinde isimleri yazılı olan şeyleri kur'a için çekiyorlar, kimin ismi çıkar ise, onu ona veriyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Derken onlar kur'a çekmişlerdi de (Yunus) yenilenlerden olmuştu" (Saffat, 141) buyurmuştur. Bu, Arapların kumarda kazanılan devenin etini paylaşmak için çektikleri fal oklarına benziyor. Bu hisseler, kesilip parçalandığı için, "kalemler" diye adlandırılmıştır. Birşeyi parça parça edersen (......) dersin. İşte bu sebepten dolayı, yazı yazılan şeye de "kalem" denmiştir. Kâdî şöyle demiştir: "Bu şeylere kalem denilmesi, aslî iştikak bakımından doğru ise de, örf, "kalem" kelimesini yazı yazılan şey mânasına tahsis etmiştir. Binâenaleyh bu lafzı bu mânâya almak gerekir. İkinci Mesele Âyetin zahiri onların, o istedikleri şeyi elde etme hususunda kalemlerini, bazısının bazısından imtiyazlı olduğunu ortaya koyacak bir biçimde bir şeye attıklarına delâlet etmektedir. Fakat bu atmanın nasıl olduğuna dâir bir işaret yoktur. Ancak ne var ki haberde, onların kalemlerinin suyun akış yönünün ters istikametinde hareket etmesi şartıyla kalemlerini suya attıkları ve böylece de ona mâlik oldukları rivayet edilmiştir. Sonra bu iş, Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm) için tahakkuk etmiştir. İşte bu sebeple de O, Hazret-i Meryem'e kefalet etmeye hak kazanmıştır. Allah en iyisini bilendir. Üçüncü Mesele Âlimler, neticede onları münakaşaya götüren Hazret-i Meryem'e kefil olma arzularının sebebinin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. İşte bundan dolay bazıları, Hazret-i Meryem'in babası İmran'ın onların başkanı ve ileri gelenleri olduğunu, babasının bu hakkından dolayı Hazret-i Meryem'e kefil olma hususunda istekli olduklarını; bazıları da annesinin onu Allah'a ibâdete ve Beyt-i Makdis'in hizmetine adamış olması, bu sebeple onların ona kefalet etmede arzulu olduklarını söylemişlerdir. Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: "Hayır, önceki ilâhî kitaplarda Hazret-i Meryem'in ve Hazret-i İsa'nın halleri haber verildiği için, bu sebepten dolayı onu ibâdet olsun diye himaye etmek istemişler ve bundan ötürü çekişmişlerdir. Dördüncü Mesele Bu münakaşa edip çekişenlerin kimler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, onların Beyt-i Makdis'e hizmet edenler; bazıları da bunların, onların âlimleri, din adamları ve vahiy kâtipleri olduğunu söylemişlerdir. Onların, dinî bakımdan faziletli ve bu yolda istekli havas kişiler olduklarında şüphe yoktur. Hak teâlâ'nın"Meryem'i onlardan hangisi himayesine alacak" sözünde bir hazif vardır. Takdiri ise, Meryem'i hangisinin himayesine alacağını görsünler diye kalemler, ni atıyorlardı" şeklindedir. Bu husus zaten malum olduğu için, hazfedilmesi daha güzel olmuştur. Hak teâlâ'nın "Çekişirlerken de yanlarında yoktun" buyruğunun mânası, "Onlar Hazret-i Meryem'i kimin himaye edeceğini belirlemek için kur'a atarlar ve münakaşa ederlerken orada bulunmuyordun" şeklindedir. Bu çekişmeden muradın, kur'adan önceki durum olması muhtemel olduğu gibi, kur'adan sonra meydana gelen bir başka çekişme olması da muhtemeldir. Netice olarak diyebiliriz ki bu âyetten maksat, onların Hazret-i Meryem'i himaye hususunda çok arzulu olduklarını göstermektir. Bu da ancak annesi Hanne'nin duası sebebiyle olmuştur. Çünkü o, "Benden olan bu (adağı) kabul et. Şüphesiz hakkıyla işiten, kemaliyle bilen sensin sen" (Âl-i İmran, 35) ve "Ben onu da, zürriyetini de o taşlanmış şey tandan sana sığındırırım" (Âl-i İmran, 36) demiş idi. Meleklerin Meryem'i İsa İle Müjdelemeleri 45Âyetin tefsiri için bak:46 46"Hani melekler şöyle demişlerdi: "Ey Meryem, Allah, kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsâ Mesîh. Dünyada da âhirette de itibarlıdır. (Allah'a) çok yakın olanlardandır. Beşiğinde de yetişkinlik hâlinde de insanlara söz söyleyecektir. O, sâlihlerdendir" dediği zaman (da sen yanlarında değildin)" . Bil ki, Allahü teâlâ, Hazret-i Meryem'in işinin başındaki ve sonraki hallerini iyice açıklayınca, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı nasıl doğurduğunu da açıklayarak"Melekler, "Ey Meryem, Allah seni müjdeliyor dediği zaman..." demiştir. Bu ifâde hususunda iki mesele vardır: Birinci Mesele Âlimler buradaki, edatının amitinin ne olduğu susunda ihtilaf etmişlerdir. 1- Bunun âmilinin, bir önceki âyetteki son "Sen yanlarında değildin" sözü, 2- Veya, "çekişiyorlar" sözü olduğu söylendiği gibi; 3- (35. âyetin başındaki) (......) kavline atfedilmiş olduğu da söylenmiştir. 4- Keza, kelamın takdiri şöyle yapılmıştır: "sana anlattığım işbu Zekeriyya'ya ait meseleler ve Allah'ın ona Yahya'yı ihsan etmesi, meleklerin Meryem'e: "Ey Meryem, Allah seni müjdeliyor" dedikleri sırada olmuştu." 5- Ebû Ubeyde ise bu konuda bilinen mezhebini sürdürür ki, o da, bu gibi âyetlerdeki lafızlarının zâid sayılmasıdır. Bil ki ilk iki görüşte bazı zayıflıklar vardır. Çünkü Hazret-i Meryem, onlar kalemlerini atarlar ve bu hususta münakaşa ederlerken, Hazret-i İsa ile müjdelenecek yaşta değildi. Fakat Hasan el-Basrî'nin şu sözü bu konuda istisna edilebilir: "Hazret-i Meryem, küçük yaşta iken de akıllı idi. Çünkü bu ona yapılan bir ikramdı." Eğer bu doğru ise, o yaşta iken ona meleklerin Hazret-i İsa'yı müjdelemeleri caiz olur. Aksi halde bu müjdenin, onun bunları akledebileceği bir zamana kadar tehir edilmesi gerekir. Baz; âlimler buna cevap hususunda zorlanarak şöyle demişlerdir: "Bu çekişme ve müjdenin uzun bir zaman içinde meydana gelmiş olduğu söylenebilir. Nitekim sen, "Ben onunla falan sene karşılaşmıştım" dersin." Bu, son derece uzak bir ihtimaldir. Bu hususta doğru olan üçüncü ve dördüncü izahlardır. Ebu Ubeyde'nin görüşünün zayıflığını ise, size izah etmiştik. Allah en iyi bilendir. İkinci Mesele Hak teâlâ'nın, "Melekler, "Ey Meryem, Allah seni müjdeliyor" dediği zaman" sözünün zahiri, meleklerin birden fazia olduğunu gösterir. Fakat bu hususta meşhur olan görüş, bu nida edip müjdeyi verenin Cibril (aleyhisselâm) olduğudur. Bu hususu daha önce izah etmiştik. "Müjdeleme" (beşâret)in ne olduğunu da, Ay (Bakara, 25)âyetinin tefsirini yaparken söylemiştik. Hazret-i İsa'ya "Kelime" Denilmesi Hangi Mânaya Gelir? Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendinden bir kelime" ifâdesindeki "keli-me"nin ne olduğunu birçok mânâ ile izah etmiştik. Fakat buraya en uygunolanı şu iki izahtır: a) Her çocuk, Cenâb-ı Hakk'ın (ol) "kelimesi" vasıtası ile yaratılmış ise de, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) hakkında âdeten ve örfen doğum için, bilinen sebep olan baba yoktur. Bu sebeple, onun meydana gelmesinin bu kelimeye nisbeti daha mükemmel ve tam olmuştur. Böylece bu açıklamaya göre, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) sanki "kelime"nin kendisi gibi kabul edilmiştir. Nitekim çok cömert ve ikbâl sahibi olanlara, mübalağa yoluyla, mertliğin bizzat kendisidir, mahza keremdir ve ikbali açık olandır" denilir. Burada da böyledir. b) Âdil hükümdar bazan, adaletin gölgesinin ve ihsanın nurunun meydana çıkmasına sebep olduğu için, "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi (Zıllullah) ve O'nun nuru (Nurullah)" diye vasıflandırılır. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) da, açıklamalarının çokluğu, Allah'ın kelamı hususundaki şüphe ve tahrifatı gidermesi sebebi ile, Allah'ın kelâmının ortaya çıkmasına vesile olduğu için "Kelimetullah" diye isimlendirilmesi yadırganacak birşey değildir. Hazret-i İsa'nın Babasız Yaratılmasının İzahı Eğer, "Niçin bir babanın tohumu olmadan, bir çocuğun doğması mümkündür" dediniz?" denilir ise, biz deriz ki: Müslümanların usul ve kaidelerine göre, bu açıktır. Buna, şu iki şey delâlet eder: 1- Cisimlerin, hayat, anlayış, konuşma meydana gelecek bir şekilde terkib edilip birleşmeleri, "mümkin" olan bir iştir. Allahü teâlâ'nın bütün mümkinata kadir olduğu sabittir. O halde, Allahü teâlâ bir şahsı, baba nutfesi olmadan da yaratabilir. Bu hususun "mümkin" olduğu sabit olup, peygamberin de doğruluğuna mucizeler delâlet edince, bunun doğru olması gerekir. Sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mümkin olan bu işin vuku bulmuş olduğunu haber vermiştir. Sâdık olan birisi, bir mümkinin meydana geldiğini haber verince, onun bu şekilde olduğuna kesin hüküm vermek ve inanmak gerekir. Böylece bizim söylediğimiz şeyin doğruluğu sabit olmuş olur. 2- Hak teâlâ'nın, "Muhakkak ki İsa'nın hâli de, Allah indinde Âdem'in hâli gibidir" (Âl-i imran, 59) âyetidir. Buna göre Allah'ın Hazret-i Adem'i babasız olarak yaratması imkansız görülmediğine göre, Hazret-i İsa'yı babasız yaratması hiç imkansız görülemez. İşte bu açık bir hüccettir. Felsefecilerin prensiplerine göre de, bunun mümkün olduğu açıktır. Bunun böyle olduğuna şu hususlar delalet eder: a) Felsefeciler, doğurtma suretiyle olmayan bir üreme yoluyla insanların meydana gelmelerinin imkansız olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Onlar şöyle demişlerdir: "Çünkü insanın bedeni, bu bedendeki hususî mizacın meydana gelmesi ile o bedeni yöneten nefs-i natıkayı kabule kabiliyetlidir. Bu mizaç ise ancak, dört unsurun (ateş, su, hava, toprak) belli bir süre içinde ve belli miktarlarda karışımı ile meydana gelir. Bu sebeple, bu unsurların parçalarının insanın bedenine uygun miktarlarda bir araya gelip imtizaç etmeleri imkansız değildir. İşte, mizaç ile ilgili keyfiyet ve hususiyetlerin bir araya gelmesi esnasında bu unsurların imtizacı vâcib olur. Mizaç ile ilgili keyfiyet ve hususiyetlerin meydana gelmesi esnasında, o bedene ruhun girmesi vâcib olur. Böylece insanın üreme yoluyla meydana gelmesinin mâkûl ve mümkin olduğu sabit olur. Durum böyle olunca insanın, bir baba olmaksızın meydana gelmesi öncelikle caiz ve mümkin olur. b) Biz, meselâ farenin balçıktan, yılanların bitkilerden ve akreplerin de güzel kokulu bir tür nebattan meydana gelmesi gibi tevellüt yolu ile birçok canlının (normal olmayan bir üreme ile) meydana geldiklerini müşahede etmekteyiz. Bu durum böyle olunca, bir çocuğun babasız olarak meydana gelmesinin imkansız olmaması, haydi haydi mümkündür. c) Zihindeki tahayyüller çoğu zaman, bir çok hadisenin meydana gelmesine sebep olmaktadır. Çünkü olumsuz bazı şeyleri düşünmek, gazabın ortaya çıkmasına ve bedende ısının yükselmesine sebep olur. Uzun bir tahta, yere konulduğunda insan onun üzerinde yürüyemez mi? Tabiî ki yürür. Fakat bu tahta köprü gibi derin bir çukurun üzerine uzatıldığında, insan onun üzerinde yürüyemez. Aksine her yürüdüğünde düşer. Bu ise, sırf o insanın düşeceğini tasavvur etmesinin bu düşmeye sebep olmasından dolayıdır. Felsefeciler, kitaplarında bu konuyla ilgili pek çok misaller zikretmişler ve bunları, mu'cize ile kerametlerin olabileceğini beyân için bir asıl ve düstur saymışlardır. Buna göre, Hazret-i Meryem'in de, Hazret-i İsa'nın suretini zihninde hayal ettiğinde bunun, o çocuğun kendisinin rahmine yapışmasına kâfi geldiğinin söylenmesine hangi mâni vardır? Bütün bu hususlar mümkün ve muhtemel olunca, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın babasız olarak meydana geldiğini söylemek, imkansız olmayan bir söz olur. Şayet sen gelmiş geçmiş bütün tabiî ilimler, tıp ve felsefe bilginlerinden bir çocuğun babasız olarak meydana gelmesinin imkansızlığını gösterecek ikna edici bir delil getirmelerini istesen, onlar, örf ve âdetin istikrasına (yani taranmasına) başvurmaktan başka bir yol bulamazlar. Halbuki filozoflar, bu gibi tarama ile elde edilen neticelerin ilim şöyle dursun, zann-ı galip bile ifâde edemeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece biz, bunun mümkün bir iş olduğunu anlamış olduk. Binâenaleyh Allah, insanlara bunu bildirdiğine göre, bunun böyle olduğuna kesin inanmak gerekir. Hak teâlâ'nın, ifâdesindeki harf-i cerri, teb'îz (bazısı, kısmen) manasını ifâde etmez. Çünkü eğer böyle olsaydı, Allahü teâlâ'nın, cüzlerden ve kısımlardan meydana gelmiş olması ve o zaman toplanabilen, ayrılabilen bir varlık olması gerekirdi. Böyle olan her varlık ise muhdes (sonradan meydana gelme)dir. Allah, böyle olmaktan münezzehtir. Aksine buradaki lafzının manası, "ibtida-i gâye"dir. Çünkü Hazret-i İsa'nın babası olmadığı için, yaratılıp meydana getirilmesinde, Cenâb-ı Hakk'ın "ol" kelimesinin tesiri, daha mükemmel ve açık olmuştur. Buna göre, Allah'ın kelimesinin, Hazret-i İsa'nın, meydana gelmesinin başlangıcı olması daha mükemmel olmuş olur. Binâenaleyh mana, hristiyanların ve hulûliyye nin vehmettiği şey değil, bizim zikrettiğimiz şey olur. Mesih Lafzının Mânası Hak teâlâ'nın, "Adı, İsa Mesih, Meryem'in oğlu" tabiri ile ilgili birkaç sual vardır: Birinci sual: "Mesih" lafzı, müştak (türemiş) bir isim midir, yoksa bu mânaya verilmiş bir özel isim midir? Cevap: Bu hususta iki görüş vardır: 1- Ebü Ubeyde ve Leys şöyle demişlerdir: "Bunun İbrancada aslı "Meşîhâ"dır. Araplar bu kelimeyi arapçalaştırmış ve lafzını değiştirmişlerdir. "İsa" kelimesinin aslı da, îşû" idi. Niketim onlar, "Musa" lafzının aslının İbrancada "Muşa" veya "Mîşâ" olduğunu da söylemişlerdir. Bu görüşe göre, bu kelime müştak değildir. 2- "Bu, müştak bir kelimedir." Âlimlerin çoğu bu görüştedirler ve bu hususta şu izahları yapmışlardır: a) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Hazret-i İsa, Mesih diye adlandırılmıştır. Çünkü onun meshedip dokunduğu her hasta iyileşirdi." b) Ahmed b. Yahya şöyle der: "Çünkü o, yeryüzünü mesheder, yani dolaşıp gezerdi. Yüzölçümü "mesaha" da bu köktendir. Bu manaya göre, çok fasık ve içkici adama denildiği gibi, mübalağa ifade etsin diye Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya da "Mesih" (çokça gezen) denilmiştir. c) O, mesih idi. Çünkü Allah rızası için yetimlerin başını meshederdi. Bütün bu görüşlere göre "fa'îl" vezninde olan bu kelime, "râhîm" manasında olan "rahîm" kelimesi gibi, ism-i fail manasındadır. d) O, günahları ve kötülükleri meshedip silerdi. e) O, "Mesih" diye adlandırılmıştır, çünkü ayağında çukur yok idi, yani düztaban idi. f) O, "Mesih" diye isimlendirilmiştir. Çünkü ona, ancak peygamberlere sürülen temiz ve mübarek bir koku sürülmüştür. Sonra bu görüştekiler şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın, bu kokuyu, doğduğu zaman kendisine bu koku sürülen herkesin peygamber olacağını melekler bilsin diye, bir alâmet kılmış olması mümkündür." g) O, "Mesih" olarak isimlendirilmiştir. Çünkü o doğduğu zaman, Cebrail (aleyhisselâm), onu şeytanın dokunmasından korumak için, kanadıyla onu meshedip sarmıştır. h) O, "Mesih" diye isimlendirilmiştir. Çünkü ana karnından ilahi bir koku sürülmüş olarak doğmuştur. Bu görüşlere göre ise, "mesîh" kelimesi, ism-i mef'ul manasında olarak "memsûh" (meshedilmiş) yerine olmuş olur. Böylece fa'îl vezni mef'ûl manasına gelmiş olur. Ebû Amr b. Alâ, Mesih'in "melik, hükümdar"; Nehaî ise, "siddîk, sözü özü doğru" manasına geldiğini söylemişlerdir. Allah en iyisini bilendir. Belki de bu ikisi bunu, kelimenin kendisine delâlet etmesi sebebiyle değil de, Hazret-i İsa'yı medhetme cihetinden söylemişlerdir. Ama, Deccâl'in Mesih diye adlandırılmasına gelince, o şu iki sebepten dolayı bu ismi almıştır: a) Onun iki gözünden birisi, silme ve dümdüz ve kör olduğu için... b) Kısa bir zamanda, yeryüzünü dolaşıp katettiği için.. Âlimler sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: Yeryüzünde dolaştığı ve onun her tarafını katetmiş olduğu için, ona Deccâl ismi verilmiştir. Nitekim, Deccâl bu işi yaptığında, denilir. Deccâl'in, Deccâl diye isimtendirilmesinin sebebinin, "Bir kimse göz boyayıp da, işi karmakarışık ettiği" zaman söylenilen tabirinden alındığı ileri sürülmüştür. Hazret-i İsa İle İlgili Bazı Sorular ve Cevaplar İkinci sual: "Mesîh, Onun lakabı, İsa da O'nun ismi gibidir... O halde, niçin lakab isimden önce getirilmiştir?" Cevap: Mesih, Siddîk ve Faruk lakapları gibi, O'nun çok şerefli olduğunu ve mertebesinin de çok kıymetli olduğunu ifâde eden bir lâkap gibidir. Böylece Allahü Teâlâ O'nu, derecesinin yüksekliğini ifâde etsin diye, önce lakabıyla, sonra da kendi özel ismiyle zikretmiştir. Üçüncü sual: Hitâb, zaten Meryem (aleyhisselâm)'e yapılmışken, daha niçin "Meryem oğlu İsa" denilmiştir? Cevap: Çünkü peygamberler, annelerine değil, babalarına nisbet edilirler. Cenâb-ı Hak Hazret-i İsa'yı babaya değil, annesine nisbet edince, bu Hazret-i Meryem'e, Hazret-i İsa'nın babasız olarak dünyaya geleceğini bir bildirme olmuştur. Böylece de bu, faziletinin artmasına ve derecesinin yücelmesine sebep olmuş olur. Dördüncü sual: Hak teâlâ'nın, "Onun ismi" sözündeki zamir, lafzına racidir. Halbuki, "kelime" lafzı ise, müennestir. O halde niçin zamir müzekker olarak getirilmiştir? Cevap: "Kelime" lafzı her ne kadar müennes ise de, onunla isimlenen şey müzekkerdir. Beşinci sual: Cenâb-ı Hak niçin demiştir? Halbuki bu ifâdede isim olan, sadece "İsa" lafzıdır? Mesih ise lakab, "Meryem'in oğlu" kısmı ise sıfattır... Cevap: İsim, müsemmânın alâmeti ve onu bildiren şeydir. Buna göre sanki, "O'nun kendisiyle tanıtılıp ortaya konulduğu şey, bu üç şeyin toplamıdır" denilmiştir. Hazret-i İsa Dünyada da Ahirette de İtibarlıdır Cenâb-ı Hakk'ın, "Dünyada da ahirette de itibarlıdır" tavsîfine gelince, bunda iki mesele vardır: Birinci Mesele Vecîh kelimesinin mânası, makam, şeref ve kadr ü kıymet sahibi, itibarlı demektir. Bir kimsenin hem halk hem de idare nezdinde makam ve rütbesi yüksek olduğu zaman denilir. Bazı dilciler de şöyle demişlerdir: Vecîh, kerîm anlamına gelir. Çünkü insanın uzuvlarının en şereflisi, onun yüzüdür.. Böylece yüz, kerem ve kemâlden bir istiare olmuş olur. Bil ki, Cenâb-ı Hak Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı da, "itabarlıdır" diye vasfetmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, siz de Musa'yı incitenler gibi olmayın. Nihayet Allah onu dedikleri şeyden temize çıkardı. O, Allah katında itibarlı idi" (Ahzâb, 69) buyurmuştur. Sonra müfessirler bu tabirin tefsiri hakkında şu görüşleri ileri sürmüşlerdir: a) Hasan el-Basrî şöyle der: "O, peygamber olması sebebiyle dünyada, Allah katında derecesinin yüce olması sebebiyle de ahirette itibarlıdır." b) Musa (aleyhisselâm), Allah katında itibarlıdır. İsa (aleyhisselâm)'ya gelince, duası müstecâb olması, ölüleri diriltip, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmesi sebebiyle dünyada; Cenâb-ı Hakk'ın onu, kendisine inanan ümmetine şefaatçi kılıp, ulü'l-azm peygamberlerin şefaatini kabul ettiği gibi, ümmeti hakkındaki O'nun şefaatini kabul ettiği için, âhirette itibarlıdır, O, vecîhtir... c) Allahü Teâlâ O'nu, yahudilerin kendisini vasfetmiş olduğu kusur ve ayıplardan temiz kılmış olması sebebiyle dünyada; sevabının çokluğu ve Allah katındaki derecesinin yüksekliği sebebiyle âhirette itibarlı, makam ve mertebe sahibi kılmıştır. İmdi şayet, "Yahudiler, O'na hertürlü kötü muameleyi reva görmüşken, o bu dünyada nasıl makam ve mevki sahibi, itibarlı olabilir?" denilirse biz deriz ki, Allahü Teâlâ Hazret-i Musa'yı, yahudilerin O'nu kınamış olmalarına ve Cenâb-ı Hakk'in O'nu, onların dediklerinden temiz ve berî kılıncaya kadar O'na eziyyet etmiş olmalarına rağmen, "vecîh", (gözde, itibarlı) diye isimlendirmiş olduğunu söyledik. Bu da, Hazret-i Musa'nın itibarlı, makam ve mertebe sahibi olmasına bir zarar vermez... İşte burada da böyledir. İkinci Mesele Zeccac, (......) kelimesi, hal olduğu için mansûbtur" demiştir. Buna göre mâna ise, "Allah seni, dünya ve âhirette itibarlı olan şu evlatla müjdeler" şeklinde olur. Ferrâ ise, bu kelimenin harf-i tariften tecerrüd ettiği için (......) şeklini aldığını söylemiştir. Buna göre sanki o, bu tabirin aslının, "Meryem'in itibarlı ve gözde olan oğlu İsa..." şeklinde olduğunu söylemiş, böylece de bu kelimeden harf-i tarifin tecrid edilmiş olduğunu ifâde etmiştir. Hak teâlâ'nın, "(Allah'a) çok yakın olanlardandır" buyruğuna gelince, bu hususta şu görüşler belirtilmiştir: a) Allahü Teâlâ bu tabiri ile meleklere büyük bir medihde bulunmuş, bu sıfat vasıtasıyla onu da meleklere ilhak etmiş, onların derecesine çıkarmıştır. b) Bu vasıf, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın göklere yükseleceğine ve meleklerle arkadaş olacağına, âdeta dikkat çekmektedir. c) Âhirette her İtibarlı kimsenin, mukarreb ve Allah'a yakın olması söz konusu değildir. Çünkü cennetlikler de kendi aralarında derece derecedirler. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Siz de üç sınıf olmuşsunuzdur: Sağ ehli... O sağ ehli ne mutludurlar! Sol ehli. ..O sol ehil ne bedbahttır! Hayır yarışlarında ta öne geçip kazananlara gelince: Onlar öncüdürler.. İşte onlar, (Allah'a) en çok yaklaştırılmış olanlardır" (vakıa, 7-11) buyurmuştur. Hazret-i İsa'nın Beşikte ve Olgunluk Çağında Konuşması Hak teâlâ'nın, "Beşiğinde de, yetişkinlik halinde de insanlara söz söyleyecektir" buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu sözün başındaki vâv harfi, atıf vâvı olup, bu ifâdeyi kendinden önce geçmiş olan (......) kelimesine atfetmektedir. Buna göre kelamın takdiri, şöyledir: Cenâb-ı Allah sanki, "itibarlı ve insanlara söz söyleyen..." demiştir. Bana göre, yapılmış olan bu takdir zayıftır; çünkü bir zaruret ve elde edilecek bir fayda olmadığı sürece, fiil cümlesini isim cümlesine atfetmek caiz değildir. Evlâ olanı ise, âyetin takdirinin, "Allahü Teâlâ seni, dünya ve âhirette itibarlı; Allah'a yakın kullardan, mukarreblerden sayılmış; ismi, Meryem oğlu İsa Mestti olan bir kelime ile müjdeler..." şeklinde olmasıdır. İşte bu kelamın tamamı, tek bir cümledir. Sonra Cenâb-ı Hak, "... Ve insanlara söz söylemektedir" buyurmuştur ki, böylece bu kelam Cenâb-ı ifâdesine atfedilmiş olur. İkinci Mesele Âyette geçen (......) kelimesiyle ilgili, iki görüş bulunmaktadır: a) Bunun mânası, "annesinin kucağı" demektir. b) Süt döneminde çocuğun yattığı yer olarak bilinen maruf şey, yani beşiktir. Bu ifâdeden murad, "o insanlara, çocukların beşiğe muhtaç oldukları bir durumda iken konuşmuş olması..." olduğu halde, bu nasıl olmuştur?.. Halbuki maksat, ister annesinin kucağında isterse beşikte olsun değişmez. Üçüncü Mesele Âyetteki"ve yetişkinlik halinde" kelimesi "beşiğinde" ifâdesine atfedilmiştir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "O, insanlarla küçük iken de, yetişkin iken de konuşur." Burada birkaç sual vardır: Birinci sual: "Kehl", ne mânaya gelir? Cevap: Arapça'da bu kelime, insanın güçlü kuvvetli olup, delikanlılığının kemâle ermesi durumuna denir. Bu ifâde, bitkiler büyüyüp kemâle erdikleri zaman Arapların kullandıklarsözünden alınmıştır. Nitekim A'şa, şu şiiri söylemiştir: "Birbirine giren ve çok da güzel olan bitkilerle bürünmüş; olgunluğunun zirvesine ulaşmış, suya da iyice kanmış bitkinin büyük bir kısmı güneşle beraber döner..." O, buradaki "Müktehil" kelimesi ile, son derece güzel ve mükemmel oluş manasını kastetmiştir. İkinci sual: Hazret-i İsa'nın beşikte iken konuşması bir mû'cizedir. Fakat yetişkin iken konuşması, bir mu'cize değildir. O halde bunu söylemenin faydası nedir? Cevap: Buna, birkaç bakımdan cevap verilebilir: 1- Bu sözden murad, Hazret-i İsa'nın çocukluktan yetişkin oluncaya kadar birçok değişik haller geçirmiş olduğunu açıklamaktır. Halbuki yüce İlah hakkında böyle değişiklikler imkânsızdır. Bu ifâdeden maksad ise, İsâ (aleyhisselâm)'nın bir ilah olduğunu söyleyen Necran heyetinin sözünü reddetmektir. 2- Bundan murad, onun insanlarla, annesinin temizliğini ve iffetini göstermek için beşikte iken bir defa, yetişkinliğinde ise vahyi ve nübüvveti açıklamak için çokça konuştuğunu göstermektir. 3- Ebu Müslim şunu söylemiştir: "Bu ifâdenin mânası şöyledir:'O, hem beşikte iken, hem de yetişkinlik döneminde insanlarla aynı şekilde ve aynı biçimde konuşmuştur." Bu, şüphe yok ki son derece tesirli bir mû'cizedir." 4- Esamm şöyle demiştir: "Bundan murad, "O yetişkinlik çağına ulaşır" demektir. Kehl Tabirinin Mânâsı Üçüncü sual: Hazret-i İsa'nın göğe yükseltilinceye kadarki ömrünün otuzüç yıl altı ay olduğu nakledilmiştir. Bu duruma göre o, yetişkinlik çağına varmamıştır. Cevap: Buna iki yönden cevap verilebilir: a) Biz, (......) kelimesinin Arapça'da tam ve kâmil olmaktan ibaret olduğunu beyân etmiştik. İnsanın en mükemmel hali ise, o otuz ilâ kırk yaşı arasında bulunduğu zaman olur. Binâenaleyh, Hazret-i İsa'nın bu yaşta iken, diye vasfedilmiş olması doğru olmuş olur. b) Bu, Hüseyn İbn Fadl el-Becelî'nin görüşüdür. Buna göre, Hak teâlâ'-nı tabirinden maksat, Hazret-i İsa'nın âhir zamanda semâdan inerek insanlarla konuşup, Deccâl'i de öldürmesinden sonra, böyle yeryüzüne ineceğine dair bir nass bulunmaktadır" demiştir. Hazret-i İsa'nın Bebek İken Konuşmasına Hristiyanların İtirazı Hristiyanlar, Hazret-i İsa'nın beşikte konuşmasını kabul etmemişler ve kendi görüşlerinin doğruluğuna da, şöyle istidlal etmişlerdir: Onun beşikteyken konuşması, en garip ve en şaşırtıcı bir durumdur. Bu gibi vakıaların meydana gelmesi durumunda hiç şüphesiz ki, eğer bu hâdise meydana gelmişse, bu hâdisenin mutlaka sözlerine itibar edilecek ve hükme medar olacak çok kalabalık bir topluluğun huzurunda meydana gelmiş olması gerekirdi... Çünkü bu gibi mu'cizelerin bir iki kişiye mahsus olması mümkün değildir. Gerçekten son derece hayret verici bir vakıa, kalabalık bir topluluğun huzurunda meydana gelirse, muhakkak ki bunu rivayet etmenin sebep ve yolları da fazlalaşır. Böylece de bu, tevatür derecesine ulaşmış olur. Tevatür derecesine ulaşmış olan bir şeyi gizlemek ise, imkânsızdır. Ve yine, eğer böyle bir şey meydana gelmiş olsaydı, bunu gizlemek imkânsız olurdu. Çünkü hristiyanlar, Hazret-i İsa'yı sevme konusunda çok aşırı davranarak, onun bir iiâh olduğunu dahi söylemişlerdir.. Böyle olan kimselerin, Hazret-i İsa'nın menkîbe ve faziletlerini gizleme hususunda çaba sarfetmeleri imkânsız olur; bilakis, onun hakkındaki bir menkîbeyi bin yapar... Böylece, böyle bir vakıa şayet meydana gelmiş olsaydı, bunu en iyi bilen kimselerin hristiyanlar olması gerekirdi. Onlar bunu inkâr etme hususunda mutabık olunca, bu işin kesinlikle meydana gelmemiş olduğunu anlamış oluruz. Kelâmcılar bu şüpheye şu şekilde cevap vermişler ve şöyle demişlerdir: Hazret-i İsa'nın beşikte konuşması, ancak Hazret-i Meryem'in fuhuş ve zinadan beri ve masum olduğuna bir detil olsun diye meydana gelmiştir... Orada bulunanlar ise, az bir topluluk idi.. Böylece bu sözü duyanlar pek az bir topluluk olmuştur. Böylesi az sayıdaki topluluk içinde, hakikatlerin gizlenmesi hususunda bir ittifakın meydana gelmesi uzak bir ihtimal değildir. Bunun şöyle olması muhtemeldir: O az sayıdaki topluluk, bunu anlatmıştır, amma o yahudiler onları bu konuda yalanlayarak, iftirada bulunmakla suçlamışlardır. Bunun üzerine onlar da bu sebepten dolayı susmuşlar, bu sebeplerden ötürü mesele, Allahü Teâlâ onu Hazret-i Muhammed'e bildirmesine kadar gizli ve saklı kalmıştır. Kaldı ki bütün hristiyanlar bunu inkâr etmemektedir. Çünkü, meselâ Ca'fer İbn Ebî Tâlib'den şu rivayet edilmiştir: Necaşî'ye Meryem sûresi okunduğu zaman Necaşî, "İsa (aleyhisselâm)'nın hadisesiyle, bu sözde zikredilen hadise arasında zerrece fark bulunmamaktadır" demiştir. Cenâb-ı Hak daha sonra"O, salihlerdendir" buyurmuştur. Eğer, "Hazret-i İsa'nın Allahü Teâlâ'dan bir kelime olması; dünyada ve âhirette itibarlı olması, Allah katında O'na çok yakın olanlardan olması, insanlarla beşikte ve yetişkinlik çağında konuşması... Evet, bu sıfatlardan her biri, onun salih kimselerden olması sıfatından daha yüce ve daha şereflidir.. O hâlde Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsa'nın sıfatlarını niçin, "Ve, sahillerdendir" vasfı ile bitirmiştir?" denilirse, deriz ki: Kişinin sâlih olmasından daha büyük bir rütbe yoktur. Çünkü kişi böyle olduğu zaman, yaptığı ve yapmadığı bütün işlerde en güzel yola ve en mükemmel usûle uyar, devamlı ona tâbi olur. Bunun, gerek dünyevî, gerek dinî hususlarda, kalbî ve uzvî fiillerin bütününe dair makamları içine aldığı, herkesçe malumdur. Binâenaleyh, Allahü Teâlâ, bazı tafsilatları zikredince, bunun peşinden derecelerin en yükseğine delâlet eden bu sözü getirmiştir... 47Âyetin tefsiri için bak:49 48Âyetin tefsiri için bak:49 49"Dedi ki: "Rabb'im, bana bir beşer dokunmamışken, benim nasıl çocuğum olabilir?" (Allah), "Öyle.. (Fakat) Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmettiği zaman, ona sadece ol! der, o da oluverir.." dedi. Allah ona yazmayı, hikmeti, Tevrâti ve İncil'i öğretecek.. Onu İsrailoğullarına peygamber gönderecek... (Onlara o), "Muhakkak ki ben size Rabb'inizden bir mu'cize getirdim. Gerçekte, ben size çamurdan kuşa benzer bir şey yapar, ona üflerim de Allah'ın izniyle o, derhal bir kuş olur. Allah'ın izniyle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyor, ne biriktiriyorsunuz, onları size haber veririm. Muhakkak ki bunlarda, sizin için, eğer iman ediciler iseniz, bir ibret vardır" deyecek" . Müfessirler şöyle demişlerdir: Hazret-i Meryem, böyle demiştir. Çünkü, bir şey ile müjdelemek, âdetin hilafına vaki olan şeyden teaccüb etmeyi gerektirir. Biz bunun aynısını Hazret-i Zekeriyya'nın kıssasında açıklamıştık. Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir işe hükmettiği zaman, ona sadece ol! der, o da oluverir" tabirinin tefsiri Bakara, 117. âyetin tefsirinde geçmişti. Hak teâlâ'nın 'Allah ona yazmayı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek" buyruğuna gelince, bunda iki mesele vardır: Birinci Mesele Nâfî ve Âsim, yâ harfiyle diğer kıraat imamları da nün ile (......) şeklinde okumuşlardır. Yâ harfiyle okunması halinde, bu cümle "(Fakat) Allah dilediğini yaratır" cümlesine atfedil mistir. Müberred, "bu ifâdenin "Seni bir kelimeyle müjdel' (Âl-i İmran, 45) âyetine atfedildiğini" söylemiştir. Nûn ile okuyanlar, âyetin takdirinin şöyle olduğunu söylemişlerdir: "Meryem, "Ya Rabbi, benim nasıl çocuğum olabilir?" demişti... Bunun üzerine de, Cenâb-ı Hak ona, "Öyle.. (Fakat) Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmetiği zaman, ona sadece ol! der, o da oluverir" demişti. Bu, her ne kadar gaib sîgasıyla bir haber verme ise de bu, Allahü Teâlâ'nın kendisinden bir haber vermesidir. Bu sebeple hiç şüphesiz, bu ifâdeye, gayb sîgasıyla olmayan haber vermeyi birleştirmesi güzel olmuş, bundan ötürü de "ve, ona öğreteceğiz..." buyurmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun mânası, 'İşte böylece biz, dilediğimizi yaratıyor, kitabı ve hikmeti öğretiyoruz" şeklindedir. Allah en iyisini bilendir. Kitap, Hikmet, Tevrat ve İncil'in Sıralanmasındaki Sır Bu âyette, atıf vâvıyla birbirine atfedilmiş olan dört mevzu bulunmaktadır. Bana göre doğruya en yakın olanı şöyle denilmesidir; Kitap kelimesinden murad, yazı ve kitabet sanatını öğretmektir. Hikmet'den murad, ilimleri öğretip, ahlâkı güzelleştirmektir. Çünkü insanın kemâli ve mükemmelliği, hakkı zâtı gereği, hayrı da, onunla amel etmek için bilip tanımasındadır. Bu ikisinin toplamı "hikmet" diye adlandırılmıştır. Sonra Hazret-i İsa, hat ve yazı sanatını öğrenip, aklî ve şer'İ ilimleri de kavrayınca, Cenâb-ı Hak ona Tevrat'ı öğretmiştir. Hak yazının öğretilmesinden sonra öğretmişti; çünkü Tevrat ilahî bir kitab olup, içinde de büyük sırlar bulunmakta idi. İnsanın, birçok ilimleri öğrenmedikçe, ilahî kitapların sırlarından bahsetmeye girişmesi mümkün değildir. Sonra Cenâb-ı Hak, dördüncü olarak İncil'i zikretmiştir. O, İncil'i Tevrat'tan sonra getirmiştir. Çünkü önce yazıyı öğrenip, sonra hak ilimlerini elde edip, daha sonra da, Hak teâlâ'nın ondan önceki peygamberlere göndermiş olduğu kitapların sırlarını iyice ihata edip anlayınca, O'nun böylece ilimdeki derecesi yükselmiş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak o kimseye, bundan sonra başka bir kitap indirip, onu o kitabın sırlarına vakıf kılınca işte bu; ilimde, anlayışta, aklî-şer'î sırları kavrayışta ve ulvî ve süflî hikmetlere muttali olmada en yüksek nokta ve en yüce payedir. İşte, bu dört lafzın tertibi hususunda söyleyebileceklerim bundan ibarettir. Hazret-i İsa'nın, İsrailoğullarına Resul Gönderilmesi Cenâb-ı Hak daha sonra, "Onu İsrailoğullarına bir peygamber gönderecek.. (Onlara O), "muhakkak ki ben size Rabb'inizden bir mu'cize getirdim(diyecek)" buyurmuştur. Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu âyetle ilgili şu izahlar bulunmaktadır: a) Âyetin takdiri, "Biz ona yazı yazmayı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğreteceğiz; onu, İsrailoğullarına, "Ben size Rabb'inizden bir mu'cize getirdim, ." diyen bir peygamber olarak yollayacağız.. şeklindedir. Herhangi bir karışıklığa sebebiyet vermediği sürece hazfler yapmak "güzeldir. b) Zeccâc, şöyle demiştir: "Bana göre kelamın takdirinde tercih edilmesi gereken durum, "O, insanlarla bir resul olarak konuşuyordu" şeklinde olmasıdır. Biz bu takdiri, Hazret-i İsa'nın, "Ben size... getirdim" ifâdesi münasebetiyle yaptık.. Buna göre mana, "Hazret-i İsa onlarla, "Ben size bir mû'cize getirdim" diyen bir resul olarak konuşuyordu, şeklinde olur" demiştir. c) Ahfeş, "İstersen, vâv harfini zâid kabul edebilirsin; buna göre takdir de, "Allah ona yazı yazmayı, hikmeti, Tevrat'ı ve onu İsrailoğullarına, kendilerine "Ben size bir mu'cize getirdim diyen bir peygamber olarak İncil'i de öğretecektir" şeklindedir. İkinci Mesele Bu âyet, bazı yahudilerin görüşlerinin hilâfına olarak, Hazret-i İsa'nın bütün İsrailoğullarına bir peygamber olarak gönderildiğine delâlet eder. Bazı yahudiler ise Hazret-i İsa'nın, içlerinden hususi bir topluluğa peygamber olarak gönderilmiş olduğunu söylemişlerdir. Üçüncü Mesele Âyet-i kerimede geçen (......) kelimesiyle, müfred bir mana, cins mânası kastedilmiştir. Çünkü Allahü Teâlâ burada, tek bir tane değil, birçok mu'cizeyi sayıp tâdâd etmiştir. Ki, bunlar da ölüleri diriltmek, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmek, gayblardan haber vermektir.. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki ben size Rabb'inizden bir mu'cize getirdim" buyruğundaki "mu'cize" kelimesinden murad müfred, tek birşey olmayıp cinstir... Cenâb-ı Hak, daha sonra "Gerçekte, ben size çamurdan kuşa benzer bir şey yapar, ona üflerim de Allah'ın izniyle derhal bir kuş olur" buyurmuştur. Bil ki, Allahü Teâlâ burada Hazret-i İsa'nın mu'cizesi olarak beş çeşit mu'cizeden bahsetmiştir. Birinci Çeşit Mucize Hazret-i İsa'nın Mucizelerinden Birinci Nev'i: Çamurdan Kuş Burada, bu âyette zikretmiş olduğu mu'cize olup bunda birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Hamza, hemzenin fethasıyla (......); Nâfi ise, hemzenin kesresiyle (......) şeklinde okumuşlardır. Buna göre, meftuh okuyanlar, bu kısmsözünden bedel yapmışlardır. Buna Cenâb-ı Hak sanki, "Ben size, çamurdan kuşa benzer bir şey yapma (mu'cizesini) getirdim..." demiştir. Kesre ile okuyanların kıraatinin ise iki izahı bulunmaktadır: a) Bu, müste'nef (yeni başlayan) bir sözdür ve bu ifâdenin mâkabliyle de bir münasebeti kalmamıştır. b) Hazret-i İsa, "mu'cize, âyet "Muhakkak ki ben, size çamurdan kuşa benzer birşey yaparım..." sözüyle açıklamıştır. Önceki cümlenin, mübtedâ olacak bir biçimde gelen daha sonraki bir cümleyle tefsir edilmesi caizdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, iman edip de güzel ameller işleyenlere vaadetmiştir" (Maide, 9) buyurmuş, daha sonra da va'adedilen şeyi"Onlar için bir mağfiret vardır" şeklinde açıklamıştır. Yine Cenâb-ı Hak "Muhakkak ki İsâ'nın hâli, Allah katında, Âdem'in hâli gibidir" (Âl-i İmran, 59) buyurmuş, daha sonra "gibi.." kelimesin"Onu topraktan yarattı" sözüyle açıklamıştır. Bu izah çok güzeldir. Çünkü bu, mânâ bakımından "Muhakkak ki ben yaratırım" ifâdesini (......) kelimesinden bedel kılarak fetha ile okuyan kimsenin kıraati gibidir. Halk (Yaratma) Burada "Ölçmek, Takdir” Manasındadır cümlesinin mânası, Yani, "Ben onu takdir eder, Ölçüp biçer, şekil verir; bu şekilde mey-. Biz Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 21) âyetinin tefsirinde, "halk" (yaratma) kelimesinin "takdir etmek, ölçüp değerlendirmek" mânasına geldiğini açıklamıştık. Bunu, burada da zikretmemizde bir mahzur yoktur. Biz deriz ki, bunun bu manaya geldiğine Kur'ân, şiir ve istişhâd delâlet etmektedir. Kur'ân'a gelince, bunlar şu âyetlerdir: a) Allahü Teâlâ'nın, "yaratıp, takdir edenlerin en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir" (Mü'minûn, 14) âyeti.. Bu böyledir, çünkü kulun, yaratma ve îcât etme mânasında "hâlık, yaratıcı" olamayacağı sabittir. Binâenaleyh onun "hâlık" olması, "takdir etmek, ölçüp biçmek ve inceden inceye düzenlemek, tesviye etmek" mânasına alınması gerekir. b) "Halk" (yaratma) fafzı, yalana da ad olarak verilebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Şuarâ sûresi 137. âyetinde, "Bu, evvelkilerin yalan ve düzmecelerinden başka birşey değildir"; Ankebût sûresi 17. âyetinde, "Yalan uydurup düzüyorsunuz" ve Sâd sûresi 7. âyetinde de, "Bu, ancak bir uydurmadır" buyurmuştur. Buna göre yalan söyleyen kimse, hâlık diye adlandırılmıştır. Çünkü o kimse, kafasında yalan takdir edip, sonra ona şekil vererek gerçekleştirir. c) Tefsirini yapmakta olduğumuz, "Gerçekte, ben size çamurdan kuş biçimi gibi bir şey yapar, yani onu düzenler ve tesviye ederim..." âyetiyle, Mâide süresindeki, "Hanı, çamurdan kuşa benzer bir şey yapıyordun.." (Mâide, 110) âyeti, "halk" kelimesinin takdir ve tasvir etme, suret verme manalarına geldiğine delâlet eder. Hak teâlâ'nın, "Yerde olan her şeyi sizin için yaratan... Odur..." (Bakara, 29) âyetidir. Bu ifâdedeki lafzı, maziye, yani geçmiş zamana işarettir. Biz bu ifâdeyi icâd ve ibda mânasına alırsak, mâna, "Yeryüzünde olan herşeyi Hak teâlâ geçmiş zamanda icâd etmiştir" şeklinde olur ki, bu da ittifakla yanlıştır. O halde, sözün doğru olabilmesi için "halk" (yaratmak) kelimesini, takdir etmek manasına hamletmek gerekir. Bu hususta doğru olan mâna da, "Allahü Teâlâ, geçmişte, yeryüzünde şu anda meydana gelen her şeyi takdir etmişti..." şeklinde olan mânâdır. Şiirden delile gelince, bu, şairin şu beytidir: ' yemin olsun ki sen, kafandan uydurduğun şeyleri iftira ediyorsun. Halbuki bazıları iser kafalarından birşeyter tasarlıyorlar ama başkasına iftira olarak söylemiyorlar." Yine başka bir şairin, şu beytidir: "Deriyi ölçüp biçen kadın ve erkek işçilerin elinde ancak derinin güzeli gıcırdar." Istişhâda gelince, bu da şudur: Bir başka örneğe bakarak ayakkabıyı ölçüp biçip, onu iyice düzelttiğinde denilir. (......) kelimesi, bir miktar hayır, pay, hisse demektir. Yine, , "Hakkı, müstehak olduğu şey budur" mânasında olmak üzere denilir. Düz ve çıplak kaya parçasına denilir. Çünkü düz olmada istiva; sert, girintili çıkıntılı olmada ise, ihtilaf ve pürüzler bulunmaktadır. Böylece, "halk" (yaratmak) kelimesinin takdir etmek, düzenlemek mânasından ibaret olduğu ortaya çıkmış oldu. Allah'a Hâlık İsmi Verilmesine İtiraz Edenlere Cevap Bütün bunları iyice anladığın zaman biz deriz ki, Allah'a (Hâlık) isminin verilip verilemiyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ebu Abdillah el-Basri "Hakiki mânada olmak üzere, Allah'a bu kelimenin isnâd edilmesinin caiz olmadığını; çünkü takdir edip düzenlemenin, zan ve hesaplar yapmaktan ibaret olduğunu, bunun ise, Allah hakkında muhal olacağını" söylemiştir. Âlimlerimiz ise, "Hâlık, ancak Allah'tır" demişler ve bunun böyle olduğuna şu âyeti delil getirmişlerdir: "Allah her şeyin halikı, yaratıcısıdır" (Zümer, 62). Âlimlerimizden bazıları da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizi gökten ve yerden rızıklandıracak, Allah'tan başka bîr yaratan var mı?" (Fâtır, 3) âyetiyle istidlal etmişlerdir ki, bu zayıftır. Çünkü bunun mânası, "Allah'tan başka gökten rızık vermek vasfıyla nitelenmiş olan bir yaratıcı var mıdır?" demektir. Bizim, "Durumu bu olan yaratıcı sadece Allah'tır" şeklindeki sözümüzün doğru olmasından, "Allah'tan başka hâlık yoktur" sözünün doğru olması gerekmez. Âlimlerimiz, Ebu Abdillah el-Basrî'nin bu sözünü şu şekilde cevaplandırmışlardır: "Takdir edip iyice düzenlemek, ilim ve zandan ibarettir. Ancak ne var ki zan, Allah hakkında imkânsız olsa bile, O'nun hakkında ilim mutlaka sabittir. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki, Hak teâlâ'nın, buyruğunun mânası, "Ben tasvîr ve takdir ediyor, suret veriyor, ölçüp biçiyorum..." şeklindedir. O'nun, Kuşa benzeyen bir şey" sözündeki hey'e kelimesinin mânası, "hazırlanmış, takdir edilmiş şekil, heyet" demektir. Bu, senin bir şeyi ölçüp takdir ettiğin zaman söylemiş olduğuntabirinden alınmıştır. O'nun "derken ona üflerim" sözünün mânası ise, "Ben bu şekillendirilmiş, tasvir edilmiş çamura üflerim" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın izniyle, derhal bir kuş olur" buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Nâfi, bu ifâdeyi elif ile ve müfred olarak (bir kuş); diğer kıraat imamları ise, cemî sîgâsıyla (......) şeklinde okumuşlardır. Maide süresindeki 110. âyette geçen (......) kelimesi hakkında da durum aynıdır (......) kelimesi cins isim olup, hem müfrede hem de cem'e ıtlak edilebilir, söylenebilir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i İsa (aleyhisselâm), peygamber olduğunu iddia edip mu'cizeler izhâr edince, onlar Hazret-i İsa'nın işini zorlaştırmaya başlayarak, ondan bir yarasa meydana getirmesini, yaratmasını istemişlerdir. O da bunun üzerine bir balçık almış ve ona, yarasa şeklini vermiş; sonra da ona üfleyince, o gök ile yer arasında uçmuş... Vehb, şöyle demiştir: "O, insanlar kendisini görebildikleri müddetçe uçuyor, onların gözlerinin göremiyeceği bir yere varınca, ölüp yere düşüyordu." Sonra âlimler, bu hususta ihtilâf ederek, içlerinden bir grup, Hazret-i İsa'nın yarasadan başka birşey yaratmadığını; bu manadan dolayı Nâfi'nin bu kelimeyi müfred olarak (......) şeklinde okuduğunu söylerken; başkaları da, Hazret-i İsa'nın çok çeşitli kuşlar yarattığını, bu mânadan dolayı da, diğer kıraat imamlarının bu kelimeyi çoğul olarak, (......) şeklinde okuduklarını söylemişlerdir. Hazret-i İsa'nın Nefesi (Üflemesi) Kelâmcılardan bazıları bu âyetin, ruhun, rüzgâr gibi ince bir cisim olduğuna delâlet ettiğini, bundan dolayı da Cenâb-ı Hakk'ın onu "üflemek..." ile vasfettiğini söylemişlerdir. Sonra burada, incelenmesi gereken bir husus vardır. Bu da şudur: "Allahü Teâlâ Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın nefesine öyle bir hususiyet vermişti ki, O herhangi bir şeye üflediğinde O'nun o şeye üflemesi, o şeyin hayatiyet kazanmasını gerektiriyordu" denilebilir mi? Veyahut da, "Hayır, durum böyle değildi; bilakis Allahü Teâlâ, Hazret-i İsa'nın o şeye üflemesi sırasında bir mu'cize izhâr etmek suretiyle, kendi kudretiyle o cisimde hayâtı yaratıyordu..." denilebilir mi? Bu ikinci görüş, doğru ve gerçek olan görüştür, çünkü Cenâb-ı Hak, "O, ölümü de, hayatı da yaratandır" (Mulk. 2) buyurmuştur. Ve yine Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in hükümdar (Nemrud) ile olan münazarası sırasında, "Rabb'tm, dirilten ve öldürendir" (Bakara, 258) dediğini nakletmiştir. Eğer, diriltme sıfatı Allah'tan başkaları için de söz konusu olsaydı, hiç şüphe yok ki Hazret-i İbrahim'in bu istidlali geçersiz olurdu. Üçüncü Mesele Kur'ân-ı Kerim, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın, Cibril (aleyhisselâm)'in Meryem (aleyhisselâm)'e üflemesinden tevellüt edip, meydana geldiğini göstermektedir. Cibril (aleyhisselâm) ise, sırf ruh ve mahza ruhanî bir varlıktır. Binâenaleyh şüphesiz, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya üflemesi, ona hayat ve rûh vermek içindir. Dördüncü Mesele Hak teâlâ'nın, (......) buyruğunun mânası, "Allah'ın izni olmadıkça, (Âl-i İmran, 145) yani, "Ancak Allah'ın ölümü icâd edip yaratması bulunmadıkça, hiçbir nefsin ölmesi mümkün değildir" âyetinden dolayı, Allah'ın yaratması ve tekvîniyle demektir. Hazret-i İsa, bu şüpheyi izâle etmek ve, "Ben bunu tasvir ediyorum, ama ona can verip onda hayatı yaratan, peygamberlerinin elinden mu'cizeler izhar etmek için bunu yapan Allah'dır" hükmüne dikkatleri çekmek için, "Allah'ın izniyle" kaydını zikretmiştir. İkinci, Üçüncü Ve Dördüncü Çeşit Mucizeler: Hastalar Ve Ölüler Bu Hak teâlâ'nın "Allah'ın izniyle anadan doğma körü ve alacalıyı İyileştirir, ölüleri diriltirim..." buyruğudur. Dilcilerin çoğu, ekmeh kelimesinin, anadan doğma kör olan kimse anlamına geldiği kanaatindedirler. Halil ve başka âlimler, bu kelimenin, daha önce görüyorken sonradan görmez olan kimse anlamına geldiğini söylemişlerdir. Mücahid'den de bunun, "geceleyin görmeyen kimse" anlamına geldiği rivayet edilmiştir. Bu ümmet (tabiîn) içinde, tefsir sahibi Katâde İbn Diâme es-Sedûsî'den başka anadan doğma kör kimse olmadığı söylenmiştir. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın yanına elli bin kişi toplanmıştı; gücü yetenler onun yanına geliyor, gücü yetmeyenlerin yanına da Hazret-i İsa gidiyordu. Onun iyileştirmesi, sadece duâ ile oluyordu.. Kelbî, "Hazret-i İsa'nın ölüleri, 'Ta Hayy, ya Kayyûm!.." diyerek dirilttiğini; dostu olan Azer'i böylece dirilttiğini, Sâm İbn Nuh'u kabrinden çağırdığını, onun da diri olarak kabrinden çıktığını;, sonra bir ihtiyarın, o anda ölmüş olan oğluna uğradığını, O'nun hemen Allah'a duâ ettiğini, onun da diri olarak tabutundan çıkıp, çoluk çocuğunun yanına döndüğünü" söylemiştir. Hazret-i İsa'nın "Allah'ın izniyle" demesi, onun bir ilâh olduğuna inanan kimselerin, bu vehimlerini bertaraf etmek içindir. Beşinci Nev'i Mucize: Gaybdan Haber Vermesi Bu, onun gaybdan haber vermesidir ki, Cenâb-ı Hak bu mu'cizeyi, Hazret-i , İsa'nın bir sözü olarak, "Evlerinizde ne yiyor, ne biriktiyorsunuz, onları size haber veririm" sözünde belirtmiştir. Bu ifâde hakkında iki mesele vardır; Birinci Mesele Bu âyet hakkında şu iki izah ve görüş bulunmaktadır a) Hazret-i İsa, ilk önce gaybfardan haber veriyordu. Süddî şunu rivayet etmiştir: "O, çocuklarla oynuyor, sonra onlara, babalarının ve annelerinin ne yaptığını haber veriyordu. Bunun üzerine O, çocuğa annesinin kendisi için şunları şunları sakladığını haber veriyordu; çocuk ise evine dönüyor ve, o şeyi alıncaya kadar ağlıyordu.. Sonra ise ana-babalar çocuklarına, "Bu sihirbazla oynamayın!" diyor ve onları bir evde topluyorlardı. Hazret-i İsa onları aramaya geldiğinde ise, çocukların anne-babalan Hazret-i İsa'ya, "Çocuklar evde değiller!" diyorlardı. Hazret-i İsa da, "Peki, evde kim var?" diye sorduğunda, onlar, "Domuzlar var.." diyorlardı. Hazret-i İsa da, "İşte, öyle olsunlar!" deyince onlar da domuz haline geliyorlardı. b) Hazret-i İsa'nın gayblardan haber vermesi, gökten sofra indiği zaman zuhur etmişti. Bu böyledir, çünkü İsrailoğulları, bu sofradan geriye birşey bırakıp biriktirmekten nehyedilmişlerdi. Ama onlar, yine de yiyecek biriktirip, saklıyorlardı. Hazret-i İsa da, işte onlara neler sakladıklarını haber veriyordu. İkinci Mesele Bu şekilde gaybten haber vermek, bir mu'cizedir Çünkü, (gaybten) haber verdiklerini iddia eden müneccimmlerin bunu haber vermeleri, ancak daha önce geçmiş olan bir soruya İstinâd ediyordu. Onlar bu soruyu sorduktan sonra, bir âlet vasıtasıyla bu haberleri ortaya koymaya çalışıyor, bu âlet vasıtasıyla yıldızların çeşitli hal ve durumlarını bilip tesbit etmeye gayret sarfediyorlardı. Sonra müneccimler, kendilerinin çoğu kez yanılmış olduklarını da kabul etmektedirler. Ama gaybta haber vermeye gelince bu, daha önce herhangi bir soru bulunmadan ve de bir âletten de istifâde etmeksizin, sadece Allah'tan alınan vahiy ile olmaktadır. Sonra Hazret-i İsa (aleyhisselâm) sözünü "Muhakkak ki bunlarda sizin için, eğer iman ediciler İseniz, bir ibret vardır" diye bitirmiştir. Bu sözün mânası, "mu'cizevî delillerin, peygamberlerin doğruluğuna delâlet ettiğine inanan herkes için bu beş şeyde, iddia sahibinin doğruluğunu gösteren güçlü ve susturucu mu'cizeler vardır. Evet, mu'cizenin, iddia sahibinin doğruluğuna delalet ettiğini inkâr edenler de vardır. Bunlar, Brahmanlardır. Çünkü mu'cizelerin meydana gelmesi bunlara kifayet etmez. Fakat mu'cize'nin, iddia sahibinin doğruluğuna delâlet ettiğine inanan kimselerin bu mu'cizeler hakkında söyleyecekleri hiçbir söz yoktur. 50Âyetin tefsiri için bak:51 51"Benden önceki Tevrat'ı tasdik edici olarak ve size haram kılınmış olanbazı şeyleri helâl kılmak için (geldim). Size Rabb'inizden âyet (mu'cize) getirdim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Şüphe yok ki Allah benim de Rabb'imr sizin de Rabb'inizdir. Öyle ise O'na kulluk edin. İşte sırat-ı müstakim budur" . Hazret-i İsa'nın Tevrat'ı Tasdik Etmesinin Mânası Bil ki Hazret-i İsa (aleyhisselâm), bu apaçık mu'cizeler ile, kendisinin Allah katından gönderilmiş bir peygaber olduğunu açıklayınca, bunun peşisıra hangi sebeplerle gönderildiğini beyân etmiştir. Onlar da şu iki şeydir: 1- "Önümdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak..." Bu tabir ile ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Biz, bir önceki âyetteki sözünün takdirinin "Ben, "Muhakkak size bir âyet getirdim" diyen birisini İsrailoğullarına peygamber olarak gönderiyorum" şeklinde olduğunu söylemiştik. Buna göre bu âyetteki (......) kelimesi, oradaki cümlesine ma'tuftur. Bunun takdiri ise şu şekildedir: "Ben, muhakkak size âyet getirdim ve önümdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak gönderildim" diyen birisini İsrailoğullarına peygamber olarak gönderiyorum" sözün delâlet etmesi sebebiyle, bu kısımların hazfi yerinde olmuştur. İkinci Mesele Her peygamberin, bütün peygamberleri tasdik etmesi gerekir. Çünkü onların peygamberliklerinin sabit olmasının yolu da mu'cizedir. Buna göre mu'ci- zesi bulunan herkesin peygamber olduğunu kabul etmek gerekir. İşte bu sebepten ötürü biz, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya Tevrat'ın verilmiş olduğunu tasdik etmesi gerektiğini söyledik. Hazret-i İsa'nın İsrailoğullarına peygamber olarak gönderilişinin maksatlarından birisi belki de, Tevrat'ı iyice anlatıp münkirlerin şüphelerini ve cahillerin yaptığı tahrifatları ortadan kaldırmaktır. Hazret-i İsa'nın Şeriatının Bazı Haramları Helal Kılması 2- "Ve size haram kılınmış olan bazı şeyleri size helâl kılmak için..." Bu hususta bir suâl vardır, o da şudur: "Bu son kısım bir önceki ifâde ile tezad teşkil eder. Çünkü bu, Hazret-i İsa'nın Tevrat'ta İsrailoğullarına haram kılınmış olan bazı şeyleri helâl kılmak için geldiğini gösteren açık bir ifâdedir. Bu da İncil'in hükmünün, Tevrat'ın bu hususlardaki hükmünün aksini ifâde etmesi gerekir. Binâenaleyh bu, Hazret-i -İsa'nın "Önümdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak" şeklindeki sözü ile tezad teşkil eder? Buna şöyle cevap verilir: Bu iki ifâde arasında herhangi bir tenakuz yoktur. Çünkü Tevrat'ı tasdik etmek demek, onda bulunan herşeyin hak ve doğru olduğuna inanmaktan başka birşey değildir. İkincisi Tevrat'ta zikredilmediğine göre, Hazret-i İsa'nın Tevrat'ta haram kılınan şeyleri helâl kılması, O'nun Tevrat'ı tasdik edişine ters düşmez. Yine Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın geleceği Tevrat'ta müjdelendiğine göre, Hazret-i İsa'nın gelmesi ve O'nun şeriatı, Tevrat'a ters düşmüş olmaz. Sonra âlimler bu hususta ihtilaf ederek, bazıları, Hazret-i İsa'nın Tevrat'ın hiçbir hükmünü değiştirmediğini söylemişlerdir. Vehb İbn Münebbih şöyle demiştir: "Hazret-i İsa (aleyhisselâm), Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın şeriatında idi. O da cumartesi yasağını kabul ediyor ve kıble olarak Beyt-i Makdis'e dönüyordu." Sonra Vehb, "Size haram kılınmış olan bazı şeyleri size helâl kılmak için (geldim)" ifâdesini şu iki şekilde tefsir etmiş ve: a) "Yahudi âlimleri, kendi kendilerine bazı asılsız hükümler uydurmuş ve bunları Hazret-i Musa'ya nisbet etmişlerdi. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) gelince, bu gibi hükümleri kaldırmış ve bunların asılsız olduğunu belirtip, durumu Hazret-i Musa (aleyhisselâm) zamanındaki şekline getirmiştir. b) Allahü teâlâ, İsrai loğ utlarının işledikleri bazı günahlardan ötürü, onlara bir ceza olsun diye, bazı şeyleri onlara haram kılmıştı. Nitekim Hak teâlâ, "Yahudilerin işledikleri bir zulüm sebebi ile, biz (evvelce) kendileri için helâl kılınan temiz ve güzel şeyleri onlara haram kıldık" (Nisa. 160) buyurmuştur. Sonra bu haram kılma, yahudiler için devam edegelmiştir. Daha sonra Hazret-i İsa (aleyhisselâm) gelerek, bu çetin hükümleri kaldırmıştır" demiştir. Diğer bazı âlimler ise şöyle demişlerdir: Hazret-i İsa (aleyhisselâm), Tevrat'ın birçok hükmünü kaldırmıştır. Fakat bu, onun, yukarıda da açıkladığımız gibi, Tevrat'ı tasdik etmiş olmasına bir zarar vermez. O, cumartesi ile ilgili hükmü kaldırmış, onun yerine pazar günü hükmünü koymuştur. O, yaptığı her işte isabetlidir. Çünkü biz, nâsih ile mensuh'un, ikisinin de hak ve doğru olduğunu beyân etmiştik. Daha sonra Cenâb-ı Allah "Size Rabb'inizden âyet (mu'cize) getirdim" buyurmuştur. Bu ifâde tekrar edilmiştir. Çünkü insanı, eskiden beri alıştığı şeylerin tesirinden koparmak zordur. İşte bundan dolayı Hazret-i İsa'nın sözü onların kalplerine daha faydalı ve tabiatları üzerinde daha tesirli olsun diye, mu'cizeleri tekrar zikretmiş, sonra onları korkutarak Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin" demiştir. Çünkü peygambere itaat etmek, Allah'tan ittikâ etmenin gereklerindendir. Böylece O, "Gerçekten Allah'tan korktuğunuz zaman, Rabb'im adına size emrettiğim şeylerde de bana itaat etmeniz gerekir" demiş, daha sonra da sözünü şöyle bitirmiştir "Şüphe yok ki Allah benim de Rabb'im, sizin de Rabb'İnizdir. Öyle ise O'na kulluk edin. İşte sırat-ı müstakim budur." Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın bu sözden maksadı, kendisi hakkında bâtıl şeyler uydurup, O'nun ilâh veya İlâh'ın oğlu olduğunu söylemesinler diye, Allah'a boyun eğdiğini izhâr etmek ve O'nun kulu olduğunu itiraf etmektir. Çünkü O'nun, Allah'a kul olduğunu kabul edip ikrar etmesi, câhil hristiyanların O'nun hakkında iddia ettiği şeylere manî olur. Sonra O, "Öyle ise Allah'a kulluk edin" demiştir ki bu, "Allahü teâlâ bütün mahlukatın Rabb'i olduğuna göre, herkesin O'na ibâdet etmesi gerekir" manasındadır. Sonra da o bu hükmünü, "İşte sırat-ı müstakim (en doğru yol) budur" diyerek te'kid etmiştir. 52Âyetin tefsiri için bak:54 53Âyetin tefsiri için bak:54 54"Ne zaman ki İsa onlarda inkâr emareleri gördü, dedi ki: "Allah'a (doğru giden yolda) bana yardım edecekler kim?" Havariler: "Biziz Allah'ın (dininin) yardımcıları. Allah'a İnandık. Sen de şâhid ol ki, biz muhakkak müslümanlarız" dediler. "Ey Rabb'imiz, senin indirdiğin (o kitaba) inandık, o peygambere de tâbi olduk. Artık bizi şahitlerle beraber yaz." (Yahudiler) hileye saptılar, Allah da onların hilelerine ceza verdi. Allah hilekârları cezalandıranların en hayırlısıdır" . Bil ki, Allahü teâlâ, Hazret-i Meryem'i Hazret-i İsa gibi bir çocukla müjdeleyişini anlatıp, onun özelliklerini iyice açıklayınca, mu'cizelerini bildirip, burada doğumunun hikayesini anlatmayarak, bu hadiseyi derinlemesine Meryem Sûresi'nde zikredince, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) bu mu'cizeleri kendilerine gösterdiği ve bu delilleri ortaya koyduğu zaman o yahudilerin ne yaptıklarını beyân etmeye başladı. "Ne zaman ki İsâ onlarda inkâr emareleri gördü" buyurdu. Bu ifâde ile alâkalı bâzt meseleler bulunmaktadır. Hazret-i İsa'nın Yahudilerde İnkâr Alametleri Görmesi (......) kelimesi, birşeyi duyup hissetmek manasından ibarettir. Bunun iki izahı vardır: a) Bu kelimeyi zahiri mânasına vererek, "Onlar, inkârlarını söylüyorlardı. Hazret-i İsa da Allah'ın izniyle bunu duyup hissetti" mânâsında olduğunu söylemek. b) Bu kelimeyi te'vil ederek, bundan murad şudur demek: "Hazret-i İsa, onların küfürde ısrarlı olduklarını, kendini öldürmeye niyetlendiklerini bildi." Bu, şüphesi olmayan kesin bir bilgi haline gelince, Allahü teâlâ, duyularla meydana gelen bu ilmi, "hissetme" diye ifâde etmiştir. İkinci Mesele Âlimler, yahudilerin inkârlarının ortaya çıkmasına sebep olan şeyin ne olduğu hususunda, şu görüşleri belirterek ihtilaf etmişlerdir: 1- Süddî şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı İsrailoğullarına bir peygamber olarak gönderdiği zaman, o gelip onları Allah'ın dinine davet etmişti. Onlar küfürlerinde inâd edip ona uymadılar. Bunun üzerine o onlardan korktu ve saklandı. İsa (aleyhisselâm)'nın kavmi içindeki durumu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in durumu gibi idi. O da Mekke'de iken mustaz'af (güçsüz bırakılmış) bir kimse idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in müşrikler onu öldürmek istedikleri zaman Sevr mağarasında ve kendine inanan mü'minlerin evlerinde gizlenişi gibi, Hazret-i isa (aleyhisselâm)da İsrailoğullarından gizlenmiş idi. Sonra annesiyle birlikte, yeryüzünü dolaşmak için (saklandığı yerden) çıktı. Bir şehre, bir adama rastladı. Bu adam son derece izzet-ü ikram gösterdi. Orada zâlim bir hükümdar vardı. İşte bu adam bir gün, mahzun bir şekilde Hazret-i İsa'nın yanına geldi. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) bunun sebebini sorunca şöyle dedi: "Bu şehrin adamı, zalim bir adamdır. O, bizden her adama, kendisini ve ordusunu yedirip içireceği bir gün tayin etti.. Bu günse benim sıram; ama durumum kötü..." Hazret-i Meryem (aleyhisselâm) bunu duyunca, "Evladım, Allah'a dua et de, Allah o adama isteğini versin.." dedi. Bunun üzerine Hazret-i İsa, "Anneciğim, eğer bunu yaparsam, bundan bir şer meydana gelir." dedi. Buna karşılık Hazret-i Meryem, "O, ihsanda bulunup ikram etti.. Onun için, ona da mutlaka ihsanda bulunup ikram etmek gerekir" deyince, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) şöyle dedi: "O hükümdarın gelmesi yaklaştığı zaman, tencere ve kırbalarını suyla doldur. Sonra da bunu yapıp bitirdiğini bana bildir.." O adam bu işleri yapıp bitirince Hazret-i İsa, Allah'a duâ etti.. Bunun üzerine, tencerede bulunan şeyler pişip (yemek haline), su kırbalarındaki su da şarap haline geldi.. Hükümdar geldiği zaman, yedi, içti ve bu içkinin nereden alındığını sordu. Bu soru üzerine adam, cevap vermemek için oyalandı. Hükümdar ise ısrar edip, neticede ona anlattırdı, gerçeği öğrendi. Hükümdar bunu öğrenince, "Allah'a duâ ederek suyu şarap haline getiren bir kimseye, çocuğunu, Allah'ın diriltmesi için duâ ettiğinde mutlaka icabet olunur" dedi. Kralın oğlu, birkaç gün önce ölmüş idi. Bunun üzerine hükümdar Hazret-i İsa'yı çağırtarak, ondan duâ etmesini istedi. Bunun üzerine de, Hazret-i İsa "Bunu yapamayız.. Çünkü o yaşarsa, bir şerre sebep olabilir" dedi. Bu cevap üzerine kral, "Ne olacağı umurumda değil, yeter ki ben onu göreyim.. Eğer sen onu diriltirsen, bu yaptığın şeye müsaade ederim..." dedi. Bu teklif üzerine Hazret-i İsa, Allah'a duâ etti.. Bunun üzerine çocuk (dirilip ayağa kalktı) ve böylece döndü. Ülkesinin insanları onun yaşadığını görünce, derhal silaha sarılarak birbirleriyle savaşmaya başladılar.. Hazret-i İsa'nın durumu da, halk arasında böylece son derece meşhur oldu.. Yahudiler, bundan dolayı, öldürmeyi amaçlayarak, onu kınayıp, açıkça onu inkâra başladılar. 2- Yahudiler, Hazret-i İsa'nın Tevrat'ta müjdelenen Mesîh olduğunu.ve kendi dinlerini neshedeceğini biliyorlardı. İşte bu sebeple onlar, işin hemen başında ona ta'n ettiler ve öldürmeye çalıştılar. Hazret-i İsa açıktan açığa davete başlayınca, yahudilerin kızgınlıkları arttı.. Onu rahatsız etmeye başlayarak, öldürmek istediler. 3- Hazret-i İsa, kendilerini imana davet etmiş olduğu kavminin iman etmeyeceğini ve çağrısının onlara hiçbir fayda vermeyeceğini zannetti.. Böylece, onlar hakkındaki bu zannının gerçek olup olmadığını anlamak için onları denemek istedi de, onlara, "Allah'a (doğru giden yolda) bana yardım edecekler kim?" dedi. Bu soru üzerine O'na, havarilerden başka hiç kimse olumlu cevap vermedi.. İşte o zaman, havarilerin dışında kalan herkesin kâfir olduğunu; dinini inkâr etme ve kendisini de öldürme hususunda kararlı ve ısrarlı olduklarını anladı. Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a (doğru giden yolda) bana yardım edecekler kim?" sözü hakkında iki mesele vardır: Birinci Mesele Âyetle ilgili şu izahlar yapılmıştır a) Hazret-i İsa (aleyhisselâm), İsrailoğullarını dine davet edip, onlar da bu konuda diretince, onlardan uzaklaşarak yeryüzünde dolaşmaya başladı. Derken, balık avlayan bir grup avcının yanına geldi. Onların içinde Şemûn, Yakûb ve Yuhanna İbn Zebedî bulunuyordu. Bu kimseler daha sonra, oniki havariye dahil olacaklardır.. Hazret-i İsa onlara şöyle dedi: "Şu anda balık avlıyorsunuz, ama bana tâbi olursanız, ebedî hayat için insanları avlayan kimseler olursunuz..." Bunun üzerine avcılar Hazret-i İsa'dan bir mu'cize istediler.. Şemûn ağını o gece suya atmış, ama hiçbir şey de avlayamamıştı. Hazret-i İsa ona, ağını ikinci kez suya atmasını emretti.. Bu sefer, Şemûn'un ağı, nerdeyse parçalanacak kadar balıkla doldu taştı; bu durum karşısında onlar, başka bir geminin çalışanlarından yardım istediler, tam iki gemi dolusu balık elde ettiler.. O zaman onlar, Hazret-i İsa'ya iman ettiler... b) Hazret-i İsa, "Allah'a (doğru giden yolda) bana yardım edecekler kim?" sözünü, yahudiler O'nu öldürmek için bir araya toplanıp anlaştıkları zaman, işin en sonunda söylemiştir. Sonra burada şu iki ihtimal söz konusu olabilir: Birinci ihtimal: Yahudiler, O'nu öldürmek için arayıp, O da onlardan uzaklaşmak istediğinde, bu ontki havariye, "Allah tarafından bana benzetilmek suretiyle, yerime öldürülmeye karşılık, cennette benim arkadaşım olmayı hanginiz ister?" dedi. Bu soruya onların bir kısmı icabet etti. Hristiyanların İncil'lerinde zikrettikleri de şudur: "Yahudiler, Hazret-i İsa'yı yakalayınca, Şemûn kılıcını çekip, içlerindeki büyük bir âlime ait olan bir köleye vurarak, onun kulağını uçurdu. Bunun üzerine Hazret-i İsa ona, "Yeter!" dedi. Sonra da, kölenin kulağını alarak yerine koydu; kulak tıpkı eski haline geldi.. Netice olarak, Hazret-i İsa'nın yardım talep etmesinden maksadı, onları, kendisine yönelebilecek kötülüğü savuşturmaya yöneltmek, teşvik etmektir. İkinci ihtimal: Hazret-i İsa onları, yahudilerle savaşmaya davet etmişti. Çünkü Cenâb-ı Hak, başka bir sûrede, "Nitekim Meryem oğlu İsa, havarilerine, "Allah'a (doğru giden yolda) benim yardımcılarım kim olacak?" demiş, havariler de, "Allah'ın yardımcıları biziz" demişlerdi. İşte İsrailoğullarından bir zümre iman etmiş, bir zümre de küfürde kalmıştı. Nihayet biz, o iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik de, bu suretle galip geldiler" (saf. 14) buyurmuştur. İkinci Mesele Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a..." buyruğudur. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır: a) Bunun takdiri, "Allah'a gitmem veya O'na iltica etmem durumunda, kim bana yardımcı olur?" şeklindedir. b) Bunun takdiri, "Allah'ın emrini açıklayıp, O'nun dinini ortaya koyuncaya kadar, benim yardımcılarım kim olacaktır?" şeklindedir. Bu ikinci takdire göre (......) harf-i cerri, gaye mânasını ifâde eder. Buna göre Hazret-i İsa sanki, "Davetim tamamlanıp, Allahü Teâlâ'nın emri de ortaya çıkıncaya kadar, bana yardım etmeyi kimler idame ettirecektir?" mânâsını murad etmiştir. c) Dilcilerin ekserisi buradaki (......) harf-i cerrinin (......) (ile) manasına geldiğini söylemişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, ların mallarını kendi mallarınızla beraber yemeyiniz " (Nisa, 2) âyetinde de (......) kelimesi, manasındadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Az sayıdaki deve, az sayıdaki deveyle beraber deve sürüsü olur" buyurmuştur. Zeccâc (......) kelimesi anlamına gelmez; çünkü sen, mesela Zeyd, Amr'ın yanına gitti" dediğin zaman, "Zeyd Amr'la beraber gitti" demiş olmazsın. Çünkü harf-i cerri bir sınırı (gayeyi) ifâde eder. (......) ise, bir şeyin başka bir şeye katılmasını, bitişmesini ifâde eder. Bilakis bizim, "Buradaki harf- anlamındadır" dememizin anlamı harf-i cerri, (......)'nın temin etmiş olduğu mânâyı sağlar. Çünkü (......) ifâdesinin manası, kendi "Allah'ın yardımı yanısıra, yardımını kim bana katar, verir?.." şeklindedir. Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinin mânâsı, "(O yetimlerin) malını kendi malınıza katarak yemeyiniz..." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (......) ifâdesinin mânası da "Deve topluluğu deve topluluğuna katıldığı zaman sürüyü meydana getirir" şeklindedir" demiştir. d) Mâna, "Allah'a yaklaşma ve O'na giden yolda yardımcılarım kimdir?" şeklindedir. Nitekim, hadis-i şerifte, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kurban kestiği zaman "Allah'ım sendendir, sanadır.." yani, "Sana yaklaşmak içindir. dediği varid oimuştur. Yine bir kimse başkasını yanına çağırdığı zamander; yani, "Bana katıl, bana gel!" der. Burada da böyledir. Buna göre mânâ, "Allah'a bir yaklaşma ve ibadet olacak şeyler hususunda, yardımcılarım kimdir?" şeklinde olur. e) Buradaki, afzının "lâm" anlamına gelmesidir. Buna göre Hazret-i İsa sanki, "Allah için yardımcılarım kimdir?" demiştir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, Deki: "sn şerikleriniz içinden hakkı gösterecek bir kimse var mıdır?" De ki: "Hakkı gösterecek ve O'na iletecek Allah'dır" (Yunus, 35) âyetidir. f) Âyetin takdiri, "Allah yolunda yardımcılarım kimdir?" şeklindedir. Buna görer harf-i cerrinin anlamına gelmesi caizdir. Bu Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. Havari Kelimesinin Mânası Hak teâlâ'nın"Havariler, "Biziz Allah'ın yardımcıları..." dediler" ifâdesi hakkında birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Âlimler bu âyette geçen Havari" lafzı hakkında şu izahları yapmışlardır: a) Havârî", bir kimsenin özelliği ve hususiyetini ifâde etmek için va'ad olunmuş bir isimdir. Katıksız, sırf öz olduğu için, "un"a, havârî denilmesi de, bundandır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Zübeyr'e "O, benim halamın oğludur ve ümmetim içinde benim havarimdir." Benzeri bir hadis için bkz Buhâri, Fezâil'ül-Ashab, 13; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 48, (4/1879). buyurmuştur. Tenleri ve cilt renkleri temiz ve duru olan kadınlara da denilir. Buna göre âyette geçen, (......) kelimesinden murad, peygamberleri tasdik ve onlara yardım konusunda samimî ve son derece ihlâslı olan, peygamberlerin seçkin ve kendilerine yakın dost ve tâbîleridir. b) (......) kelimesinin aslı (......) kelimesidir. Bu kelimenin anlamı da, bembeyaz anlamındadır. Una da havârî denilmiş olması, bundan dolayıdır. kelimeleri de böyledir; bunların mânası, gözün beyaz kısmının iyice beyaz olmasıdır. Senin elbiseyi iyice temizleyip bembeyaz yaptığın zaman demen de bu anlamdadır. İşte bu takdirlere göre, âlimler, havarilerin niçin bu isimle adlandırıldıkları konusunda ihtilaf etmişlerdir. Buna göre Saîd İbn Cübeyr, elbiselerinin beyaz olması sebebiyle bu ismi almış olduklarını söylemiştir. Onların, çamaşırcı oldukları ve elbiseleri temizleyip beyazlattıkları söylenmiştir. Yine, onların kalpleri her türlü nifak, şekk ve şüpheden arınıp tertemiz olduğu için, onları medhedip, kalplerinin, son derece beyaz bir elbise gibi son derece temiz olduğuna işaret etmek için bu ismi almış oldukları da söylenmiştir. Bu, bir kimse kötü fiillerden uzak ve berî olduğunda "Falanca, yakası pâk ve eteği de temiz olandır" denilmesi gibidir. Yine bir kimse kötü fiilleri yaptığı zaman "Falanca, elbisesi kirli olandır" denilir. c) Dahhâk şöyle demektedir: Hazret-i İsa (aleyhisselâm), çamaşır yıkayan bir topluluğa uğradı ve onları imana çağırdı. Bunun üzerine onlar da iman ettiler. Çamaşır yıkayan kimseye Nabat dilinde (......) denilirdi ki, bu çamaşırcı demekti. Daha sonra bu kelime Arapçalaştırılarak (......) şeklini aldı. Mukâtil İbn Süleyman, havarilerin çamaşırcı olduklarını söylemiştir. Bu lafzın iştikakının aslı iyice kavrandığı zaman, bu kelimenin, örfdeki kullanılış yoluyla, bir kimsenin çok yakın dostu ve onun sırdaşı anlamına geldiği anlaşılır. İkinci Mesele Âlimler, havarilerin kimler olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Birinci görüş: İsa (aleyhisselâm). onlar balık avlarlarken, onların yanına gelmiş ve onlara şöyle demişti: "Geliniz, insanları avlayalım." Onlar da, "Sen kimsin?" deyince, O, "Ben, Meryem oğlu İsa, Allah'ın kulu ve elçisiyim" dedi. Bunun üzerine onlar, bu iddiasına dair. bir mu'cize istediler. Hazret-i İsa da, mu'cize gösterince, ona iman ettiler... İşte bunlar, havarilerdir. Hazret-i İsa'nın, Küçüklüğünde Boyacının Yanında Çalışması İkinci görüş: Âlimler şöyle demişlerdir: Annesi Meryem, İsa'yı bir boyacıya verdi. Boyacı ona bir şey öğretmek istedğinde (gördü ki) o, bunu ondan daha iyi biliyordu. Boyacı, bazı isteri sebebiyle işyerinden ayrılmayı ister ve O'na "Şurada birbirinden farklı elbiseler bulunmaktadır. Ben onların herbirisine belli şekil ve alâmetler çizdim. Ben döndüğümde bu işler tamamlanmış olacak şekilde, sen bu elbiseleri şu boyalarla boya..." der ve ayrılıp gider. Sonra Hazret-i İsa bir küp su kaynatarak, bütün elbiseleri onun içine basar; ve, "Allah'ın izniyle, istenildiği gibi olunuz.." der. Derken boyacı geri döner ve yaptığını ona haber verir. Bunun üzerine boyacı, "Bütün elbiseleri mahvettin!" der.. Hazret-i İsa ise, "Kalk ve bak., (bakalım öylemi?)" der. Böylece boyacı, istediği biçimde kırmızı, yeşil, sarı elbiseler çıkarmaya başlar.. Ve, bütün elbiseleri, istemiş olduğu renklere boyanmış olarak oradan çıkarır.. Orada bulunanlar ise buna hayret ederler ve O'na iman ederler.. İşte, havariler bunlardır. Havarilerin Gördüğü Bazı Mu'cizeler Üçüncü görüş: Havariler, Hazret-i İsa'ya tâbi olan oniki kişiydiler. Onlar, "Ey Allah'ın ruhu, acıktık!" dediklerinde, Hazret-i İsa elini yere vuruyor, bunun üzerine her bir havari için iki ekmek çıkıyordu. Susadıkları zaman, "Ey Rüsullah, biz susadık!" diyorlardı. Bunun üzerine Hazret-i İsa elini yere vuruyor, derken yerden su çıkıyor, onlar da su içiyorlardı. İşte bunun üzerine, "İstediğimiz zaman bizi yediriyor, istediğimiz zaman da bize içecek veriyorsun.. Bizden daha faziletli kim olabilir?.. Biz sana iman ettik!" deyince, Hazret-i İsa, "Sizden daha efdal olan, eliyle çalışıp da kendi emeğinden yiyen kimsedir" buyurdu. Bu söz üzerine onlar elbise yıkamaya başladılar ve bundan dolayı da havari diye isimlendirildiler. Dördüncü görüş: Bunlar hükümdar idiler. Bu görüşte olanlar şöyle dediler: Bu böyle olmuştur; çünkü hükümdarlardan birisi bir ziyafet hazırlayıp halkı davet etti. Hazret-i İsa da bir tabaktan yemek yiyor, ama O'nun yemeği hiç bitmiyordu. Bunun üzerine bu olayı O krala anlatınca O, "Onu tanıyorsunuz değil mi?" dedi. Onlar da, evet, dediler. Hep beraber Hazret-i İsa'nın yanına gittiler. Melik ona, "Sen kimsin?" deyince, Hazret-i İsa, "Ben, Meryem oğlu İsa'yım" dedi. Bunun üzerine hükümdar da, "Mülkümü bırakarak sana tâbi oluyorum" dedi ve bütün akrabalarıyla beraber Hazret-i İsa'ya tabi oldu ki, işte havariler bunlardır. Kaffal şöyle demiştir: Bu oniki havarinin bir kısmı hükümdar, bazısı balıkçı, bazısının da çamaşırcı olması mümkündür; aynı zamanda hepsi de, Hazret-i İsa'nın yardımcısı ve O'nu sevme, O'na itaat etme ve O'na hizmet etme hususunda son derece ihlaslı ve samimi oldukları için, havarî olarak isimlendirilebilirler. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinden maksat, "Biz Allah'ın dininin ve peygamberlerinin yardımcılarıyız" demektir. Çünkü hakiki anlamda, Allah'ın bizzat kendisine yardım etmek imkânsızdır. Binâenaleyh, "Biz, Allah'ın yardımcılarıyız" ifâdesinden maksat, bizim söylediğimiz şeydir. Hak teâlâ'nın, "Allah'a inandık" buyruğuna gelince bu, illet ve sebep yerine, geçen bir ifâdedir. Buna göre mânâ, "Allah'a iman etmiş olmanız sebebiyle, bizim Allah'ın yardımcıları olmamız gerekir. Çünkü, Allah'a iman etmek, O'nun dinine yardım etmeyi, dostlarını savunmayı ve düşmanlarıyla savaşmayı gerektirir" şeklindedir. Daha sonra onlar"Sen de şahit ol ki, biz muhakkak müslümanlanz" demiştir. Bu böyledir, çünkü onların Hazret-i İsa'yı kendi üzerlerine şahit tutmaları, aynı zamanda Allah'ı şahit tutmak demektir. Sonra bu ifâde hakkında şu iki açıklama yapılmıştır. a) Bu cümleden maksat, "Senin bizden, sana yardım ve seni müdafaa hususundaki talebine boyun eğdiğimize ve bu konuda Allah'ın emrine teslim olduğumuza şahit ol" demektir. b) Bu, onların dininin İslâm ve İslâm'ın bütün peygamberlerin (aleyhisselâm) dini olduğuna denir, havarilerin yapmış olduğu bir ikrar ve itiraftır. Bil ki onlar, Hazret-i İsa'yı iman ettikleri ve müslüman oldukları hususuna şahit tuttukları zaman, Allah'a yalvarıp yakararak "Ey Rabb'imiz, senin indirdiğin (o Kitaba) inandık, o peygambere de tâbi olduk. Artık bizi şahitlerle beraber yaz" demişlerdir. Bu böyledir; çünkü havariler, birinci cümlede, yani "Allah'a iman ettik" dedikleri zaman Allah'a; "Senin indirdiğin (o kitaba) inandık" dediklerinde, Allah'ın kitaplarına; "O peygambere de tâbi olduk " dediklerinde de, Allah'ın resulüne iman etmiş ve bundan dolayı, Allah'a yakınlaşmayı ve O'nun sevabını elde etmeyi isteyerek, "Artık bizi şahitlerle beraber yaz" demişlerdir. İşte bu ifâde, şahit olanların, havarilerden daha üstün ve onların derecelerinin de onlarınkinden daha ileri olmasını iktiza eder. İşte bu konuda müfessirler bazı açıklamalar yapmışlardır: a) İbn Abbas"Şahitlerle beraber" tabirinin manası, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O'nun ümmetiyle beraber..." demektir. Çünkü, şehâdeti yerine getirmesi istenenler Hazret-i Muhammed ve O'nun ümmetidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Böylece sizi ömek (vasat) bir ümmet yapmışızdır; insanlara karşı şahitler olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize bir şahit olsun diye..." (Bakara. 143) buyurmuştur. b) Bu da, İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Buna göre, "Artık bizi şahitlerle beraber yaz..." demek, "Bizi peygamberler zümresi içine yaz" demektir. Çünkü her peygamber, kavmine şahittir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kendilerine gönderilenlere elbette soracağımız gibi, onlara gönderilen resullere de muhakkak soracağız" Araf, buyurmuştur. Allahü Teâlâ da onların dualarını kabul etmiş; onların herbirini nebî ve resul yapmış, böylece de onlar ölüleri diriltmiş ve Hazret-i İsa'nın yapmış olduğu her şeyi yapmışlardır. c) "Bizi şahitlerle beraber yaz" duası "Bizi, senin birliğine ve peygamberlerin doğruluğuna şahadet edenler zümresinin içinde yaz" mânâsındadır. Bu ifâdeden maksat şudur: Havariler, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı kendilerinin müslümanlığına, "Sen de şahit ol ki biz muhakkak müslümanlanz" diyerek şahit tutunca, işi te'kid ve takviye etmek için Allah'ı da şahit tutmuşlardır. Yine onlar, Allah'ın birliğine ve peygamberlerin nübüvvetine şahadet eden her mü'minin alacağı mükâfaat kadar, Allah'tan mükâfaat istemişlerdir. d) "Bizi şahitlerle beraber yaz" sözü, iyilerin amel defterlerinin ancak göklerde meleklerin yanında olacağına işarettir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gerçekten iyilerin amel kitapları, hiç şüphesiz illiyyîndedir." (Mutaffıfin, 18) buyurmuştur. Allahü teâlâ, onların adını, mü'min şahitlerle beraber yazınca, onların bu nâmı, Mele-i A'la ve mukarreb melekler yanında meşhur olmuştur. e) Allahü teâlâ, "Allah, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığına şahadet etti. Melekler ve ilim sahipleri de..." (Âl-i imran, 18) buyurarak, ilim sahiplerini de şahitlerden saymış ve onların adını kendi adıyla birlikte zikretmiştir. İşte bu büyük bir derece ve yüce bir mertebedir. Bundan dolayı havariler de, "Bizi şahitlerle beraber yaz" yani "Bizi, adlarını adınla beraber zikrettiğin o kimselerden kıl" demişlerdir. f) Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "ihsân"ın ne demek olduğunu sorduğunda O, "Sanki Allah'ı görüyörmüşsün gibi O'na ibadet etmendir" Buhâri, İman, 37. buyurdu. İşte bu, ubûdiyyetle meşgul olmada insanın ulaşabileceği son noktadır. Bu da, kulun "gaybet" makamında değil, "şuhûd" makamında olmasıdır. İşte bu havariler, istidlal hususunda mükemmelliğe ulaşınca, bu "istidlal" makamından "şuhûd ve mükâşefe" makamına yükselmek istemişler ve "Bizi, şâhidlerle beraber yaz" demişlerdir. g) Allah'ı müşahede etme makamında bulunan kişi kendisine gelen çeşitli güçlük ve elemlere aldırış etmez. Binâenaleyh havariler, Hazret-i İsa'ya yardım edip, ona yardım ve onu korumayı üstlerine alınca, "Bizi, şâhidlerle beraber yaz" yani, "Bize gelecek çeşitli güçlük ve meşakkatlere aldırış etmemiz için, bizi celâlini müşahede eden kimselerden kıl! İşte o zaman peygamberine yardım için verdiğimiz sözü hakkıyla yerine getirmemiz kolaylaşır" demişlerdir. Yahudilerin Hazret-i İsa'ya Tuzak Hazırlamaları Sonra Cenâb-ı Allah "(Yahudiler) hileye saptılar, Allah da onların hilelerine ceza verdi Allah hilekârları cezalandıranların en hayırlısıdır" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: Birinci Mesele "Mekr" kelimesinin Arapça'daki asıl manası, "gizlice ve karanlıkta fesat çıkarmaya uğraşmaktır. Zeccâc, "Gecenin karanlığı ortalığı kapladığı zaman denilir" demiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hani bir vakitler o kâfirler sana tuzak kuruyorlardı (mekr)" (Enfal 30) ve "O (Yusuf'un kardeşleri) hile (mekr) yaparak İşleyecekleri işi kararlaştırırlarken sen yanlarında değildin" (Yusuf, 102) buyurmuştur. Bu kelimenin asıl mânasının, "bir şeyin toplanması ve sağlarr yapılması" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Etine dolgun kadına denilir. Reyi sağlamlaştırmaya "icma" ve "cem"'de denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Siz ve ortaklarınız artık toplanıp işinizi kararlaştırın" (Yunus. 71) buyurmuştur. İşte bu sebeple mekr, sağlam olup eksiklik ve gevşekliklerden uzak, muhkem bir görüş manasına olduğu için bu şekilde adlandırılmıştır. Allahü teâlâ'nın Mekrinin Mânası Onların, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya karşı yaptıkları hile, onların onu öldürmek istemeleridir. Allahü teâlâ'nın onlara karşı "mekr"i hususunda ise şu izahlar yapılmıştır: Birinci izah: Allah'ın onlara mekri, İsa (aleyhisselâm)'yı göğe kaldırmastdır. Bu böyledir. Çünkü yahudilerin kralı olan bir yahudi, İsâ (aleyhisselâm)'yı öldürmek istedi. Cebrail (aleyhisselâm) ise Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın yanından hiç ayrılmıyordu. İşte, "O, (İsa'yı) Ruhul-Kudüs ile destekledik" (Bakara, 253) âyetinin manası budur. Yahudiler onu öldürmek istedikleri zaman, Cebrail (aleyhisselâm) O'na, tepesinde bacası bulunan bir odaya girmesini emretti. Onlar o odaya girdiklerinde, Cebrail (aleyhisselâm) O'nu bacadan çıkarıp, onun şeklini bir başkasına verdi. Böylece onlar, bu insanı, (Hazret-i İsa diye) yakalayıp çarmıha gerdiler. Orada bulunanlar üç gruba ayrıldılar. Bir grup, "Allah aramızda idi, gitti"; bir başka grup, "O, Allah'ın oğlu idi", üçün grup ise, "O, Allah'ın kulu ve elçisi idi. Allahü teâlâ O'nu göğe yükseltmek suretiyle, ona ikramda bulundu" demişler ve her grup, ayrı bir cemaat olmuşlardır. Derken Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i peygamber olarak gönderinceye kadar, kâfir olan ilk iki grup, mü'min olan üçüncü gruba baskın çıktı. Velhasıl diyebiliriz ki, Allah'ın onlara mekrinden murad, Hazret-i İsa'yı sema'ya ref edip, yahudilere, serlerini O'na ulaştırma fırsatı vermemesidir. İkinci izah: Havariler, oniki kişi idiler ve bir evde toplanmışlardı. İçlerinden birisi münafıklık yapıp, yerlerini yahudilere bildirdi. Bunun üzerine Allahü teâlâ da onu, aynen Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya benzetti ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ı da göğe yükseltti. Yahudiler, o münafığı Hazret-i İsa diye yakalayıp öldürdüler ve çarmıha gerdiler. İşte Allah'ın onlara olan mekri budur. İbn İshâk şunu anlatmıştır: "Hazret-i İsa (aleyhisselâm) göğe kaldırıldıktan sonra yahudiler havarilere işkence yaptılar Üçüncü izah: Muhammed, kızgın güneş altında tutarak onlara azab ettiler. Havariler, yahudilerin elinden çok çektiler. Bu durum, Roma İmparatoruna ulaştı. Yahudilerin başlarındaki idareci Roma'ya bağlı olan bir hükümdar idi. Ona, "İsrailoğullarından emrin altındaki insanların birisi, onlara Allah'ın peygamberi olduğunu söylüyor, ölüleri diriltip körler ile alaca hastalığına tutulmuş olanları iyileştirdiğini gösteriyordu. Derken onu öldürdüler" denildi. Bunun üzerine o, "Eğer bunu bilseydim, yahudiler ile onun arasına girerdim (öldürmelerine mâni olurdum)" dedi ve havarilere adam gönderip onları yahudilerin elinden kurtardı. Havarilere Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı sordu. Onlar da ona herşeyi anlattılar. Böylece o hükümdar onların dinine girdi ve çarmıha gerileni indirip toprağa gömdürdü. O çarmıhı alıp, ona kıymet vererek sakladı. Daha sonra İsrailogullarıyla savaşıp, onlardan bir çok insan öldürdü. Böylece hristiyanlığın temeli Roma İmparatorluğunda zuhur etmiştir. Bu imparatorun ismi "Tabâris" idi. O hristiyan oldu, fakat bunu açıklamadı. Daha sonra ismi Matlis" olan başka bir imparator geldi ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın göğe kaldırılmasının kırkıncı yılında Beyt-i Makdis'teki yahudilerle savaşıp bir kısmını öldürürken bir kısmını esir aldı. Kudüs şehrinde taş üstünde taş bırakmadı. İşte bu zaman, yahudilerin Kureyza ve Nadir kabileleri Hicaz bölgesine hicret etmişlerdi. Bütün bunlar Allah'ın, Hazret-i İsa'yı yalanlamalarına ve O'nu öldürmek istemelerine karşı onlara verdiği cezalardır. Dördüncü izah: Allahü teâlâ o yahudilerin üzerine İran Pers hükümdarını musallat etti de o onları öldürdü veya esir aldı. İşte 'Çok çetin bir kuvvete sahip olan kullarımızı üzerinize musallat kıldık" (isra. 5) âyetinde de beyan edildiği gibi, Allah'ın onlara karşı mekri budur. Beşinci izah: Bundan muradın şu mananın olması da muhtemeldir: Onlar, Allah'ın emirlerini gizleme ve dinini iptal etme hususunda hileler kurdular. Allahü teâlâ da dinini yüce kılıp, şeriatını ortaya koyup Allah düşmanı olan yahudilere, zillet ve alçaklık verip perişan ederek hile ve mekrde bulunmuştur. Allah en iyi bilendir. Üçüncü Mesele "Mekr", birisine şer ve kötülük ulaştırmak için çareler aramaktan ibarettir. Allah için, hile kurup çare araması düşünülemez. Allah hakkında kullanılan "mekr" kelimesi, müteşabth lafızlardan olmuş olur. Alimler bu lafzın te'vili ve tefsiri hususunda şunları söylemişlerdir: a) Allahü teâlâ, mekr ve hileye karşı verdiği cezaya da "mekr" demiştir. Bu, tıpkı 'Kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür" Şura. âyetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Allah hud'a ve tuzak kurmaya karşı verdiği cezayı "hud'a", istihzaya karşı verdiği cezayı da "istihza" olarak ifade etmiştir. b) Allah'ın onlara yaptığı muamele, mekr'e benzediği için, bu ismi almıştır. c) Bu lafız, müteşâbihattan değildir. Çünkü bu, mükemmel ve sağlam tedbir manasınadır. Sonra örfte, başkalarına bir şer ulaştırmak için alınan tedbir manasına kullanılmıştır. Bu mana, Hak teâlâ hakkında imkansız değildir. Allah en iyi bilendir. 55"O zaman Allah şöyle dedi: "Ey İsa, şüphesiz seni öldürecek olan benim; seni kendime yükseltip kaldıracak, inkâr edenlerin içinden tertemiz çıkaracak ve sana tâbi olanları Kıyamet gününe kadar inkâr edenleri üstünde tutacak da (benim). Sonra dönüşünüz (de) yalnız bana olacaktır. İşte (o zaman), aranızda ihtilaf ettiğiniz şeylerin hükmünü ben vereceğim" . Bu âyet hakkında birkaç mesele bulunmaktadır: Birinci Mesele Âyetin başındaki edatının âmili, bir önceki âyetin sonundaki sözüdür. Yani, "Bu ilâhî hile, Allah şu sözü söylediğinde kurulmuş idi" demektir. Bunun takdirinin .. "Bu iş, Allah şöyle şöyle dediğinde olmuştu" şeklinde olduğu da söylenmiştir. İkinci Mesele Onlar, Allahü teâlâ'nın bu âyette, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı birtakım sıfatlarla şereflendirdiğini kabul etmişlerdir: Buyruğunun İzahı Birinci sıfat: Hak teâlâ'nın"Şüphesiz seni öldürecek olan benim" buyruğudur. Bunun bir benzeri de, Cenab-ı Hakk'ın Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'dan nakl ettiği, "Fakat vakta ki sen beni (içlerinden) aldın, üstlerinde ntgehban yalnız sen oldun" (Mâide. 117) sözüdür. Müfessirler, bu iki âyeti şu iki değişik şekilde izah etmeşilerdir: a) Âyette herhangi bir takdim veya tehir yapmaksızın onu zahirine göre mânalandırmak. b) Âyette bir takdim ve tehirin olduğunu kabul etmek. Birinci şeklin İzahı şu vecihler üzeredir: 1- "Şüphesiz seni öldürecek olan benim" sözünün mânası, "senin ömrünü tamamlayacak olan benim. Bunu tamamlayınca senin canını alırım. Onların seni öldürmelerine fırsat vermem, aksine seni semâma kaldırıp meleklerime yaklaştırır ve seni onların öldürmelerinden korurum" şeklindedir. Bu güzel bir te'vildir. 2- demek, "seni öldüren benim" mânasındadır. Bu görüş, İbn Abbas (radıyallahü anh) ve Muhammed İbn İshâk'tan rivayet edilmiştir. Onlar şöyle demişlerdir: "Bundan maksat, onun yahudi düşmanlarının, O'nu öldürmeye imkân bulamayacaklarıdır. Allah O'nu öldürmüş ve sonra göğe kaldırmak suretiyle şeref kazandırmıştır." Bu görüşte olanlar da şu üç izahı yapmışlardır: a) Vehb İbni Münebbih, "Allah, O'nun canını üç saatliğine almış ve sonra O'nu göğe kaldırmıştır" demiştir. b) Muhammed İbn İshâk, "Allah O'nun canını yedi saatliğine almış ve sonra O'nu dirilterek semâ'ya ref etmiştir" demiştir. c) Rebî İbn Enes ise şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, O'nu göğe kaldırırken canını almıştîr. Nilekim Cenâb-ı Hak, "Allah (ölenin) ölümü esnasında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını (canlarını) alır" (zümer, 42) buyurmuştur. 3- Âyetteki vâv harf-i cerleri, tertip (sıra) ifâde etmezler. Binâenaleyh âyet, Cenâb-ı Allah'ın, Hazret-i İsa'ya bu şeyleri yapacağını gösterir. Fakat nasıl ve ne zaman yapacağı hususları delile bağlıdır. Deliller de, Hazret-i İsa'nın canlı olarak göğe yükseltildiğini gösterir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "O (İsa) İnecek ve Deccâl'ı öldürecektir, Bu manada bazı hadisler için bkz. Tirmizi, Fiten, 54, 62 (4/506.515). İşte Allahü teâlâ bundan sonra onun canını alacaktır. 4- Bu, Ebu Bekir el-Vasıti'nin söylediği görüştür: "Bu ifâdeden murad şudur: "Şüphesiz ben seni, şehevî isteklerinden ve nefsinin nazlarından öldüreceğim..." Cenâb-ı Hak daha sonra da, "Ve sent, kendime yükselteceğim" buyurmuştur; çünkü Allah'ın dışındaki her şeyden fani olmayan bir kimse, marifetullah makamına ulaşamaz. Ve yine, Hazret-i İsa semâya yükseltilince, şehvetin, gazabın ve kötü huyların bulunmaması bakımından O'nun durumu, meleklerin durumu gibi olmuştur. 5- "Teveffî kelimesi, bir şeyi tam ve noksansız olarak almak anlamına gelir. Allahü Teâlâ, insanlardan bir kısmının hatırına, Allah'ın yükselttiği şeyin Hazret-i İsa'nın bedeni değil de ruhu olduğu fikrinin geleceğini bilince, Hazret-i İsa'yı ruhu ve bedenîyle bir bütün olarak göğe yükselttiğine delâlet etmesi için bu kelimeyi zikretmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar sana hiçbir şekilde zarar veremezler" (Nisa, 113) âyeti de bu açıklamanın doğruluğunu gösterir. 6- sözünün mânası, "Ben seni öldürülmüş gibi yapacağım" şeklindedir. Çünkü, Hazret-i İsa göğe yükseltilip, yeryüzündeki haberi ve izi kaybolup silinince, adeta ölü gibi olmuştur. Bir şeyin isminin, sıfat ve hususiyetlerinin ekserisinde, o şeye benzeyen bir şeye itlâk edilip, isim olarak verilmesi, caiz ve güzeldir. 7- "Teveffi"nin anlamı, kabzedip atmaktır. Nitekim Arapça'da "falanca dirhemlerimi, bana teslim etti ve ben o dirhemleri ondan teslim aldım" denildiği gibi denilir. Bazan (......) kelimesi, "alacağını tam aldı" mânasına gelir. Her iki ihtimale göre de, Hazret-i İsa'nın yeryüzünden alınıp gökyüzüne yükseltilmesi, onun için bir teveffî olur. Buna göre, eğer, "Bu izaha göre teveffî, Allahü Teâlâ'nın Hazret-i İsa'yı kendisine yükseltmesinin aynısı olur. Binâenaleyh, "ve, seni kendime yükselteceğim" ifâdesi, bir tekrar olmuş olur" denilirse, biz deriz ki: "Şüphesiz seni öldürecek olan benim" sözü, teveffinin tahakkuk ettiğine delâlet eder. Bu ise, içinde birçok nev'i bulunan bir cinstir. Bu nevilerden birisi ölüm, birisi de göğe yükseltmektir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak bunun peşinden, "Ve, seni kendime yükselteceğim" deyince, bu onun nev'ini belirtme olup, bir tekrar olmaz. 8- Bu ifâdede, muzâfın düşmüş olduğunu takdir etmek.. Buna göre takdir, "Amellerini tastamam alacağım" manasında ve "amelini bana yükselteceğim" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Güzel kelimeler, ancak O'na yükselir" (Fâtır, ıo) âyeti gibidir. Bu âyetten muradı şudur: Allahü Teâlâ, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya tâat ve amellerini kabul edeceğini müjdelemiş, dinini yürütme ve şeriatını ortaya koyma hususunda düşmanlarından göreceği zorluk ve meşakkatlerin ecrinin yok olmayacağını, sevabının boşa gitmeyeceğini ona bildirmiştir. İşte, âyeti zahirî mânasına göre alanların yapmış oldukları izahın hepsi bundan ibarettir. İkinci şekil: Bu, âyet-i kerimede, bir takdim veya tehire ihtiyaç olmadığı halde, bir takdim ve tehirin gerekli olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Ve seni kendime yükselteceğim" ifâdesi, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i İsa'yı diri olarak göğe kaldırdığını iktiza eder. Buradaki vâv harf-i cerri bir tertip ifâde etmez. Binâenaleyh, bunda bir takdim ve tehirin bulunduğunu söylemekten başka bir çare kalmıyor. Buna göre mana, "Seni kendime yükselteceğim, seni kâfirlerden kurtarıp temizleyeceğim ve seni dünyaya indirdikten sonra, seni öldüreceğim" şeklinde olur. Kur'ân-ı Kerim'de bu gibi takdim ve tehirler çokça bulunmaktadır. Bil ki, bu sunmuş olduğumuz (önceki) birçok izah, âyetin zahirine muhalefet etmemize mâni olup, buna ihtiyaç bırakmaz. Allah en iyisini bilendir. İkinci sıfat: Allahü Teâlâ'nın"Ve seni kendime yükselteceğim" ifadesidir. Müşebbihe, Allah'ın bir mekânda ve bu mekânın da semâ da bulunduğu şeklindeki görüşünü isbat hususunda bu âyete tutunmuştur. Biz, bu kitabın birçok yerinde kafi birçok delil ile, Allahü Teâlâ'nın bir mekânda bulunmasının imkânsızlığını göstermiştik. Binâenaleyh, bu ifâdeyi te'vil etmek gerekir. Bu da, birkaç şekilde olur: a) Bu ifâdeden murad, "Seni, keramet ve ikramımın mahalline, bulunduğu yere kaldıracağım" mânâsıdır. Allahü Teâlâ bunu, tefhîm ve tazîm sebebiyle, kendisine yükseltmek gibi kabul etmiştir. Bunun bir benzeri de, "Ben, dedi muhakkak ki Rabb'ime gidiciyim" (Saffat. 99) âyetidir. Bunu söyleyen İbrahim (aleyhisselâm) ancak, Irak'tan Şam'a gitmiştir. Bazan sultan, "Bu emri kadıya ref edin, yükseltin!" der. Hacılar, "Allah'ın ziyartçileri"; (Ka'be'ye) komşu olanlar da, "Allah'ın komşuları" diye isimlendirilir. Bütün bunlardan murad, bütün bu şeyleri yüceltmek ve tazimdir. Burada da böyledir. b) Bu ifâdenin mânası şöyle olabilir: "Hazret-i İsa (aleyhisselâm), kendisi hakkında, Allah'tan başka hiç kimsenin nükmedemiveceği bir mekâna yükseltilir." Çünkü yeryüzünde, insanlar (zahiren) çok muhtelif hükümleri üstlenip, icra ederler. Göklerde ise, gerçekte de, zahirde de Allah'tan başka hiçbir hâkim bulunmamaktadır. c) Allahü Teâlâ'nın bir mekânda bulunduğunu farzetmemiz halinde, Hazret-i İsa'nın bu mekâna yükseltilmesi, onun faydalanmasına ve sevinmesine bir sebep olmaz. Bilakis o, bu mekânda, eğer orada arzu ettiği sevap, rahmet, rahat ve rızık olursa, bu yükseltilmeden istifade etmiş olur. Bu her iki görüşe göre de, âyetin lafzını, "Seni, sevap ve amellerinin karşılığını göreceğin bir yere, bir makama yükselteceğim" mânasına hamletmek gerekir. Zikrettiğimiz bu mânanın takdir edilmesi gerekince, âyette Allah için bir mekânın söz konusu olduğuna delâlet eden hiçbir şey kalmaz. Üçüncü sıfat: Allahü Teâlâ'nın "Seni İnkâr edenlerin içinden tertemiz çıkaracağım..."cümlesidir. Bu, "Seni onların arasından çıkaracağım, seninle onların arasını fasledeceğim, ayıracağım" mânasına gelir. Allahü Teâlâ Hazret-i İsa'yı kendisine yükselteceğini söylemekle onun şerefinin yüceliğini gösterdiği gibi, onu inkâr edenlerin içinden çekip almayı, kurtarmayı da tathîr (temizlemek) lafzıyla beyan etmiştir. Bütün bunlar, Allah katında Hazret-i İsa'nın mertebesinin çok yüce ve makamının da çok üstün olduğuna delâlet etmektedir. Dördüncü sıfat: Allahü Teâlâ'nın"Ve sana tâbi olanları Kıyamet gününe kadar, küfredenlerin üstünde tutacağım..." buyruğudur. Bu ifâdenin iki izahı bulunmaktadır: a) Bunun mânası şudur: İsa (aleyhisselâm)'nın dinine tâbi olanlar, Kıyamet gününe kadar, kahr, hakimiyyet ve hükümranlık vasıtasıyla Hazret-i İsa'nın dinini inkâr edenlerin üstünde olacaklardır. Binâenaleyh bu, yahudilerin Kıyamet gününe kadar zelil ve makhur olacaklarını haber vermektedir. Mesih (aleyhisselâm)'e tâbi olanlara gelince onlar, onun Allah'ın kulu ve resulü olduğuna inananlardır. İslâm geldikten sonraysa, onlar müslümanlardır. Hristiyanlar ise, her ne kadar kendilerinin Hazret-i İsa'ya muvafakat ettiklerini söylüyorlarsa da, aklın sarih delâleti, Hazret-i İsa'nın bu cahillerin söylemiş olduğu hiçbir şeye razı olmayacağına şehâdet ettiği için, bu kimseler Hazret-i İsa'ya karşı son derece muhalefet etmektedirler. Bununla beraber biz, dünyada, hristiyanların devlet ve güçlerinin, yahudilerin durumundan daha üstün ve daha güçlü olduğunu görüyor; dünyanın hiçbir yerinde yahudi bir kral, yahudilerle dolu bir belde göremiyor; nerede olurlarsa olsunlar, zillet ve meskenet içinde bulunduklarını müşahede ediyoruz. Ama hristiyanların durumu bunun aksinedir. b) Âyette bahsedilen, "üstte bulunma"dan murad, hüccet ve delil bakımından üstünlüktür. Bil ki bu âyet, "Ve, seni kendime yükselteceğim" buyruğunda belirtilen yükseltilmenin, mekân ve cihet bakımından değil, derece ve şeref bakımından olduğuna delâlet eder. Nitekim bu son ifâdedeki üstünlük de, mekân itibariyle bir üstünlük olmayıp, aksine derece ve manevî bir üstünlük anlamına gelmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın, Sonra dönüşünüz (de) yalnız bana olacaktır. İşte (o zaman), aranızda ihtilâf ettiğiniz şeylerin hükmünü ben vereceğim" buyruğunun mânası şudur: Allahü Teâlâ Hazret-i İsa'ya dünyada iken bu şerefli hususiyetleri, yüce ve üstün mertebeleri vereceğini müjdelemiş. Kıyamette ise, O'na inananlar ile O'nun peygamberliğini inkâr edenler arasında hükmedeceğini haber vermiştir. Bu hükmedişin nasıl olacağı hususu, bu âyetten sonra gelen âyette açıklanmış olan husustur. Hazret-i İsa Yerine Başkasının Asılması Ve Bundaki Problemler Bu âyetin konularından müşkil bir mesele geriye kalmaktadır ki, o da şudur: Kur'ân-ı Kerim'in nassı ve ifâdesi, Allahü Teâlâ Hazret-i İsa'yı semaya yükselttiği zaman, "Fakat onlar onu öldürmediler, asmadılar da. Ama (öldürülen ve asılan adam) kendilerine (İsa) gibi gösterildi" (Nisa. 157) âyetinde de ifâde edildiği gibi, onun şeklini ve suretini bir başkasına vermiş olduğuna delâlet etmektedir. Bu hususta birçok haber de varid olmuştur; ama rivayetler farklıdır. Bazan, Allahü Teâlâ'nın, onu öldürüp çarmıha gersinler diye yahudilere Hazret-i İsa'nın yerini gösteren düşmanlardan birisini Hazret-i İsa'ya benzettiği; bazan da, İsa (aleyhisselâm)'nın, kendisine çok yakın olan arkadaşlarından birisini, kendi yerine öldürülsün diye, kendisine benzetilip yerine geçmeye teşvik ettiği rivayet edilmiştir. Velhasıl, nasıl olursa olsun, Hazret-i İsa'nın şeklinin ve şemâlinin bir başkasına verilerek onun Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya benzetilmesinde bazı problemler söz konusudur: Birinci problem: Bir İnsanın şeklinin başka bir insana verilebileceğini mümkün görürsek, bu bir safsatayı gerektirir. Ben çocuğumu görsem; sonra onu ikinci kez gördüğümde, bu ikinci kez gördüğüm çocuğun, benim çocuğum değil de, çocuğuma benzetilmiş bir başka insan olduğunu mümkün görmüş olurum. Bu durumda da, duyu organlarıyla hissedilen şeylere itimad ortadan kalkar. Ve yine, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendilerine emirler ve nehiyler verdiğini gören sahabenin, başkasının O'na benzetilmiş olabileceği ihtimalinden dolayı, onun Hazret-i Muhammed olup olmadığını bilmemeleri gerekirdi... Bu ise, şeriatların yok olması neticesine götürür. Yine, mütevâtir haberlerde asıl olan, o şeyi ilk haber verenin, onu bizzat görüp duyduğu bir şey olarak haber vermesidir. Görülen şeylerde hata edilebileceği mümkün görülürse, mütevâtir haberin sakıt olması evlâ bir şey olur, . Kısaca, bu kapının açılışının başı safsata; neticesi de, peygamberliklerin tamamını geçersiz kılmak olur. İkinci problem: Allahü Teâlâ, Cebrail (aleyhisselâm)'e çoğu durumda Hazret-i İsa'yla beraber olmasını emretti.. "Hani ben seni Cebrail ile desteklemiştim" (Maide, 110) âyetinin tefsirinde müfessirler böyle söylemişlerdir. Hem sonra, Cebrail (aleyhisselâm)'in kanatlarından bir tek kanadının kenarı dahi, bütün insanlara karşı kâfi gelirdi.. Nasıl olur da, Hazret-i İsa'y' bu yahudilere karşı koruyamamış olsun? Ve yine, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) ölüleri diriltmeye, anadan doğma kör ve alacalı hastaları iyi etmeye gücü yetiyorken, kendisi için kötülük düşünen bu yahudileri, kendisine sataşamasınlar diye öldürmeye, onları hasta etmeye, müzmin dertlere müptelâ kılıp felç etmeye nasıl güç yetirememiştir? Üçüncü problem: Allahü Teâlâ, Hazret-i İsa'yı, göğe kaldırmak suretiyle bu düşmanlardan kurtarabilirdi. Binâenaleyh, bir başkasını ona benzetmenin faydası nedir ki? Bu, bir zavallıyı boş yere öldürtmek değil midir? Dördüncü problem: Hak teâlâ, bir başkasını Hazret-i İsa'ya benzetip, bundan sonra Hazret-i İsa'yı göğe yükseltince o yahudi topluluğu, Hazret-i İsa olmadığı hâlde, o adamın Hazret-i İsa olduğuna inanmışlardır. Binâenaleyh bu, onları bilgisizleştirip, akıllarını karıştırmaktır. Böyle bir şey ise, Allah'ın hikmetine uygun değildir. Beşinci problem: Hristiyanlar, yeryüzünün doğusunda ve batısında çokça olmalarına; Hazret-i İsa'yı son derece sevmelerine ve onun hakkındaki aşırılıklarına rağmen, Hazret-i İsa'nın öldürüldüğünü ve çarmıha gerilmiş olduğunu müşahede ettiklerini bildirmişlerdir. Eğer biz bunu inkâr edersek, tevatürle sabit olmuş olan bir hususu ta'n ve tenkid etmiş oluruz. Tevatür itasabit olanı ta'n etmek ise, Hazret-i Peygamberin ve Hazret-i İsa'nın peygamberliklerini; hatta onların ve diğer peygamberlerin varlıklarını dahi tenkit ve reddetmeyi iktiza eder... Bütün bunlar İse bâtıldır. Altıncı problem: Tevatürle sabit olduğuna göre, çarmıha gerilen kimse, uzun bir süre hayatta kalabilir. Eğer, çarmıha gerilen Hazret-i İsa değil de bir başkası olsaydı, o bağırır çağırır, "Ben İsa değilim. Ben ondan başka birisiyim!.." der ve bunu anlatabilmek için her şeyi yapardı. Eğer o çarmıha gerilen kimse bunları söylemiş olsaydı, bunu herkes duyardı.. Böyle bir şey mevcut olmadığına göre, durumun sizin söylediğiniz gibi olmadığını anlamış oluruz. İşte, bu konudaki başlıca problemler bunlardır.. Birinciye cevap: Kadir ve ihtiyar irâde sahibi bir Ma'budun olduğuna inanan herkes, Allahü Teâlâ'nın, meselâ Zeyd'e benzeyen başka bir insanı yaratmaya kadir olduğunu kabul eder. Sonra bu benzetmenin mümkün olması, zikredilen şüpheye düşülmesini de gerektirmez. Zikrettiğiniz hususlara karşı söylenecek söz budur. İkinciye cevap: Eğer Cebrail (aleyhisselâm) İsa (aleyhisselâm)'yı düşmanlarına karşı korusaydı, vehayut da Allahü Teâlâ İsa (aleyhisselâm)'ya düşmanlarını kendisinden uzaklaştırma gücü verseydi, o zaman O'nun mu'cizesi ilcâ" (zorlama, imana girmeye mecbur bırakma) sınırına ulaşmış olurdu ki, bu caiz değildir. Bu, aynı zamanda üçüncü probleme de cevaptır. Çünkü Allahü Teâlâ, eğer İsa (aleyhisselâm)'yı. başkasını ona benzetmeksizin, göğe kaldırsaydı bu mu'cize de "ilcâ" sınırına ulaşmış olurdu. Dördüncüye cevap: Hazret-i İsa'nın talebeleri, orada bulunuyor, bu hadisenin içyüzünü biliyor ve onlar bu karışıklığı izâle edip gideriyorlardı (Yani, durumu anlatıyorlardı). Beşinciye cevap: Bu esnada orada hazır bulunanlar, az sayıda idiler. Az bir topluluğa şüphenin arız olması mümkündür. Binâenaleyh, mütevâtir haber başlangıç itibariyle az bir topluluğa dayanıyorsa, bu ilim ifâde etmez. Altıncıya cevap: Hazret-i isa (aleyhisselâm)'ya benzetilen kimsenin bir müslüman olması ve bunun da Hazret-i Isa tarafından kabul edilmiş olduğunun farzedilmesi halinde, bu kimsenin bu hadisedeki gerçek durumu anlatmayıp susmuş olması mümkündür. Netice olarak, onların öne sürmüş oldukları sorular, kimi yönlerden ihtimal dahilinde olan hususlardır. Kafi ve kesin mu'cizeler ile, Hazret-i Muhammed'in, haber verdiği her hususta sıdk u doğruluğu sabit olunca, bu muhtemel hususların kesin nassa muarız ve aykırı olması imkânsızdır. Allah, hidâyete ileten velîdir, dosttur. 56"İnkâr edenlere gelince, ben onları dünyada da, âhirette de en çetin bir azap ile azarlandıracağım. Onların hiçbir yardımcısı olmayacaktır" Bil ki, Hak teâlâ, "Sonra dönüşünüz (de) yalnız bana olacaktır. İşte (o zaman), aranızda ihtilâf ettiğiniz şeylerin hükmünü ben vereceğim" (Âl-i İmran, 55) buyurunca, bunun peşinden geniş bir şekilde bu ihtilâfın ne olduğunu beyân etmiştir. Buna göre bu ihtilâf, bir topluluğun inkâr etmesi, diğerlerinin de iman etmesidir. Küfreden kimseler hakkındaki hükme gelince, bu Allah'ın o kimseyi hem dünyada, hem de âhirette şiddetli bir şekilde azâplandırması, cezalandırmasıdır. İmân edip salih ameller işleyen kimseler hakkındaki hükmü ise, onlara ecir ve mükâfâatlarını tastamam vermesidir. Kâfirin dünyadaki azabı, iki yöndendir: Bu âyette birkaç mesele bulunmaktadır: Kâfire Dünya Hayatında Verilen Azap Hakkında a) Öldürülmek, esir edilmek, vb. şeyler ile.. Eğer o kimse küfrü terketseydi, bu şeyleri ona tatbik etmek uygun olmazdı.. İşte bu, dünya azabına dahil olurdu. b) Kâfire arız olan hastalıklar ve musibetler.. Âlimler, bunların bir ceza olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı âlimler, "Bu, kâfir hakkında bir cezadır; ama bir benzeri mü'minin başına geldiği zaman, bu ceza olmaz, bilâkis bir imtihan ve sınama olur" demişlerdir. Hasan el-Basrî ise şöyle demiştir: "Benzeri musibetler kâfirin başına geldiğinde, bu bir ceza olmaz. Aksine, bir imtihan ve sınama olur ve tevbe edenlere uygulanan hadler (şer'î cezalar) yerine geçer. Çünkü o bir ceza değil, aksine bir imtihan olur. Bunun delili, Allahü teâlâ'nın bu gibi şeylere sabretmeye, rıza göstermeye ve boyun eğmeye karşılık herkese mükâfaat vaadetmiş olmasıdır. Bu durumda olan bir şey, bir ceza olmaz. Eğer, "Siz birinci izahınızda bunların, kâfirin küfrüne karşılık bir azap olduğunu söylediniz. Bu ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" (Nahl, 61) âyetinin hilâfına bir durumdur. Bu âyetteki "Eğer" kelimesi, ceza (netice) olmadığı için, şartın da bulunmadığını gösterir. Bu sebeple, dünyada iken muaheze etmenin söz konusu olmaması gerekir. Yine Cenâb-ı Hak, "Bugün herkese kazandığının karşılığı verilecektir" (Mümin, 17) buyurmuştur. Bu da, cezalandırmanın dünyada değil de, Kıyamet günü olacağını ifâde eder" denilir ise; deriz ki: İlahî cezanın dünyada iken meydana geleceğini gösteren âyet hususîdir. Sizin zikrettiğiniz âyetler ise umumidir. Husûsi olan delil, umûmî olandan önce nazar-ı itibara alınır. İkinci Mesele Bir kimse şöyle diyebilir: "Azabın "şiddet" ile vasfedilmiş olması, kâfirin dünyadaki cezasının daha şiddetli olmasını gerektirir. Halbuki biz durumun böyle olmadığını görüyoruz. Çünkü durum bazan kâfirlerin, bazan müslümanların aleyhine dönmektedir. Binâenaleyh bu bakımdan insanlar arasında bir fark görememekteyiz." Buna karşı biz deriz ki: Bilâkis bu fark dünyada mevcuttur. Çünkü bu âyet-i kerime, Hazret-i İsa'yı yalanlayan yahudilerin durumunu beyân etmektedir. Biz onları zillet ve meskenetin bürüdüğünü görmekteyiz. Bu cevap ile, bu problem ortadan kalkar. Üçüncü Mesele Allahü teâlâ bu azabı, "kendilerine yardım edecek ve bunu kendilerinden uzaklaştıracak hiçbir yardımcı bulunmayan" bir azab olarak vasfetmiştir. Eğer "Devlet başkanlarının ve mü'minlerin, ahd ve zımmîlik anlaşması sebebi ile kâfirleri öldürmeleri imkânsız değil midir?" denilirse, deriz ki: Bu öldürmeye mâni olan şey, aradaki ahd ve anlaşmadır. Binâenaleyh anlaşma sona erince kâfirin öldürülmesi helâl olur. 57"İmân edip sâlih ameller işleyenlere gelince, (Allah) onların mükâfaatını tastamam verecektir. Allah zâlimleri sevmez" . Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Hafs, Âsım'dan rivayet ederek, fiili yâ ile şeklinde, yani "Allah onlara mükâfaatlarını tastamam verir" manasında; diğer kıraat imamları da bir önceki âyette geçmiş olan (Hükmederim, azab ederim) ifâdelerine hamlederek "Onlara mükâfaatlarını tastamam veririz" şeklinde okumuşlardır ki evlâ olan bu kıraattir. Çünkü bu, sözün gelişine daha uygundur. İkinci Mesele Allahü teâlâ imân edenleri zikredip, sonra onları sâlih amel yapmış olmakla vasfetmiştir. Bu da, amel-i sâlih'in imanın hakikatinden başka birşey olduğunu gösterir. Bu husustaki delil ve açıklamalar daha önce birçok kez geçmişti. Üçüncü Mesele Amel-i Salih'in mükâfaatın sebebi olduğunu söyleyen kimse, âyetteki, "Onların mükâfaatlarını tastamam vereceğiz" ifâdesini delil getirerek, sevap elde etmek için ibâdet etmeleri hususunda, insanları ücret karşılığı çalışan kimselere benzetmiştir. Bu husustaki izahlar da daha önce geçmişti. Allah en iyi bilendir. Dördüncü Mesele Mu'tezile, "Allah zâlimleri sevmez" ifâdesini, Allahü teâlâ'nın, günahları reddedip onları irade etmediğine delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Çünkü bir şeyi murad eden kimsenin o şey bir fiil olduğu zaman onu sevmiş olması gerekir. Fakat irâde ve sevgi şahıslarla ilgili olduğunda birbirlerinden farklı olurlar. Meselâ, "Zeyd'i seviyorum" denilir, fakat, "Zeyd'i irâde ediyorum" denilemez. Sevgi ile irâde fiillerle ilgili olduğunda, hakiki lügavî mânâlarında kullanılmaları durumunda, aynı mânaya gelirler. Böylece, "Allah zalimleri sevmez" sözü, "Allah zâlimlerin zulmünü irâde etmez, istemez" mânasında olmuş olur." İşte Kâdî de bunu böyle anlatmıştır. Bizim âlimlerimize göre, muhabbet kula, (sevgi), hayır ve menfaat ulaştırmayı murad etmek mânasındadır. Hak teâlâ, her nekadar kâfirin inkârını murad etmişse de, o kâfire hayır ve sevap ulaştırmayı dilemez. Nitekim biz bu meseleyi daha önce, birçok kere anlatmış idik. 58"İşte bu sana okuduğumuz (kıssalar) âyetlerden ve hikmet dolu zikirdendir" . Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Âyetteki "Bunları" sözü daha önce geçmiş olan Hazret-i İsa, Hazret-i Zekeriyya ve diğer zatlarla ilgili kıssalara işaret etmektedir. Bu kelime mübtedâ olup, "Onu okuyoruz" lafzı onun haberidir. "Ayetlerdendir" ifâdesi ise ikinci haber yahut, mahzûf bir mübtedanın haberidir. Buradaki (......) kelimesinin (......) anlamında olup, (......) lafzının onun sılası ve o lafzının onun haberi olması caizdir. (Buna göre mânâ, "Sana okuduğumuz bu şeyler âyetlerdendir" şeklinde olur.) İkinci Mesele "Tilâvet" ve "Kasas" kelimeleri, mânâ bakımından aynıdır. Çünkü her ikisi de, "bir şeyin peşi sıra başka birşey söyleme" mânasına gelir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu âyette ve "Sana Musa'nın haberini okuyoruz" (Kasas, 3) âyetinde "tilaveti" (okumayı), "Biz sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz" (Yusuf. 3) âyetinde de "Kasas"ı (anlatmayı) zatına nisbet etmiştir. Bütün bunlar, Allahü teâlâ'nın, meleğin vahiy getirip okumasını, kendi okuması gibi saydığını göstermektedir. Bu ise, vahiy meleğini büyük bir şekilde şereflendirme ve yüceltmedir. Bu güzel ve yerinde olmuştur. Çünkü Cebrail (aleyhisselâm)'in okuması, kesinlikle farksız olarak Allah'ın emri ile olunca, bu, Hak teâlâ'ya nisbet edilmiştir. Üçüncü Mesele Âyette geçen "Âyetlerden" kelimesinin bu, "Kur'ân'ın âyetlerindendir" mânasında olması muhtemel olduğu gibi, yine "Senin peygamberliğinin kesinliğini gösteren âyetle.'den (mu'cizelerden)dir. Çünkü bunlar, ancak bir ilâhi kitaptan okuyan ya da kendisine vahyedilen bir kimsenin bilebileceği haberlerdir. Aşikardır ki sen ne yazı yazabiliyor ne de okuyabiliyorsun. Binâenaleyh geriye bunun, bir vahiy olduğunu söylemekten başka bir yol kalmaz" mânâsında olması da muhtemeldir. Hakim Kelimesinin Mânâsı "Hikmet dolu zikirden.." sözü hakkında iki görüş vardır: a) Bundan murat, Kur'ân-ı Kerim'dir. Kur'ân'ın, "hikmet dolu zikir"olarak vasfedilmesinde birkaç izah şekli bulunmaktadır: 1- Buradaki (......) kelimesi (kadir, muktedir) (âlim, mutlak ilim sahibi) kelimelerinin (anlamında olmaları) gibi (hükmeden) mânasındadır. Buna göre, kendisinden hükümler elde edilmesi anlamında, Kur'ân, Hâkim, 'dir. 2- Bunun mânâsı, "Telifinde, nazmında ve ihtiva ettiği ilimlerin çokluğunda hikmet sahibi..." şeklindedir. 3- "Hakîm" kelimesinin mânasımuhkem, sağlam, korunmuş, muhafaza edilmişedir. Buna göre buradaki, mânâsındadır. Ezherî şunu söylemiştir: "Bu mâna, Arapça'da şuyû bulmuş olan bir mânadır. Çünkü, senin (hükmettim..) ifâden, mâna bakımından muhkem yaptım, yanlıştan korudum, sağlamlaştırdım yerine geçmektedir. Böylece mâna, aslına döndürülmüş oldu. Kur'ân'ın muhkem olmasının mânası ise, O'nun, kendisine herhangi bir bozukluğun ârız olmasından, yol bulmasından korunmuş ve muhkem kılınmış olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "âyetleri muhkem kılınımış..." (Hud, 1) buyurmuştur. 4- İhtiva ettiği hüküm ve hikmetler sebebiyle, Kur'ân'ın hikmeti söylediği, hikmeti dile getirdiğinin söylenrnesidir. Binâenaleyh, bu yorum itibariyle, "Hakim" olarak vasfedilmiştir. b) Buradaile kastedilen Kur'ân'dan başka bir şeydir ki, bu da peygamberlere indirilen kitapların hepsinin kendisinden aktarılmış olduğu "Levh-i Mahfûz"dur. Cenâb-ı Hak burada, bu kıssaları, orada, Levh-i Mahfûz'da yazılmış olan şeylerden olmak üzere indirdiğini haber vermiştir. Hazret-i Âdem İle Hazret-i İsa Arasındaki Benzerlik 59"Muhakkak ki İsa'nın hâli de, Allah katında, Âdem'in hâli gibidir. Allah onu (Âdem'i) topraktan yarattı. Sonra ona "ol!" dedi, o da oluverir.." . Müfessirter, bu âyetin, Necrân heyeti Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında bulunuyorken nazil olduğunda ittifak etmişlerdir. Hristiyanların ileri sürmüş oldukları şüphelerden bir tanesi de, şöyle demeleriydi: "Ey Muhammed, sen Hazret-i İsa'nın beşerden bir babası olmadığını kabul ettin.. O zaman da, onun babasının Allah olması gerekir!" "Âdem'in, muhakkak ki ne babası, ne de annesi vardı... Bunun için de, onun Allah'ın oğlu olması gerekmemişti... Hazret-i İsa için söylenecek söz de bunun gibidir.." İşte, sözün neticesi budur. Yine, Allahü Teâlâ'nın Hazret-i Âdem'i topraktan yaratması caiz olunca, Hazret-i İsa'yı da Meryem (aleyhisselâm)'in kanından yaratmış olması niçin caiz olmasın? Bu, akla daha yakındır. Çünkü, ana rahminde birikmiş kan damlasından bir canlının doğması, onun kuru topraktan meydana gelmesinden akla daha yakın görünmektedir. İşte, sözün özü budur. Sonra, burada birkaç mesele vardır: Birinci Mesele (......) buyruğunun anlamı, "Onun durumu ve hâli, Âdem'in hâli gibidir" şeklindedir. Bunun bir benzeri de (......) âyetidir. Yani, "Müttakilere va'adolunan cennetin sıfatı..." (Ra'd, 35)demektir. İkinci Mesele "Allah onu (Âdem'i) topraktan yaratti" buyruğu (......) kelimesinin sılası ve sıfatı değildir. Fakat, "Hazret-i Âdem'in durumu" tefsir etmek üzere gelmiş, müste'nef bir haberdir. Zeccâc şöyle demiştir: Bu, senin, herhangi bir yönden ona benzediğini kastederek söylediğin"Senin durumun, Zeyd'in durumu gibidir" tabiri gibidir. Sonra da, Zeyd'in durumunu haber verip "şunu, şunu yaptı.." dersin. Üçüncü Mesele Bil ki akıl, insan için, bir ilk babanın bulunmasının gerekli olduğunu göstermektedir; aksi takdirde her çocuktan önce bir babanın bulunması, ama bu babaların kendisine râci' olacağı bir ilk babanın olması gerekirdi ki, bu imkânsızdır. Kur'ân-ı Kerim, bu ilk babanın, bu âyet-i kerimede olduğu gibi, Hazret-i Âdem olduğuna delâlet etmekte ve; "Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da yine onun zevcesini vücûda getiren Rabb'inizden ittikâ ediniz" (Nisa. 1) ve 'Sizi bir tek nefisten yaratan ve bundan da eşini yaratan O'dur" (Araf, 189) buyurmaktadır. Hazret-i Âdem'in Topraktan Yaratılması ve Bunun Hikmetleri Sonra, Allahü Teâlâ Hazret-i Adem'in yaratılışının keyfiyyeti hususunda birçok vecih zikretmiştir: a) O, bu âyette de belirtildiği gibi, topraktan yaratılmıştır. b) O, sudan yaratılmıştır. Allahü Teâlâ, "O, sudan bir beşer yaratıp da, onu soy sop haline getirendir" (Furkan, 54) buyurmuştur. c) O, çamurdan yaratılmıştır. "Ki O, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı yaratmaya da çamurdan başlayandır. Sonra O, bunun zürriyetini hakîr bir sudan meydana gelen nutfeden yapmıştır" (Secde, 7-8). d) O, çamurdan elde edilmiş bir hülâsadan, özden yaratılmıştır. Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Andolsun, biz İnsanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık. Sonra onu, sarp ve sağlam bir karargâhta bir nutfe yaptık" (Mû'minun, 12-13). e) O, cıvık bir çamurdan yaratılmıştır. Allahü Teâlâ, "Andolsun ki biz onları, cıvık bir çamurdan yarattık" (Saffât, 11) buyurmuştur. f) O, salsâl'dan, kuru bir çamurdan yaratılmıştır. "Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, sûretlenmiş bir balçıktan yarattık" (Hicr, 26) buyrulmuştur. g) İnsan, "acele"den yaratılmıştır. "İnsanlar aceleden yaratılmıştır"(Enbiya, 37). ı) Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki biz insanı, bir meşakkat içinde yarattık" (Beled, 4). Hükemâ şöyle demiştir: Âdem'in topraktan yaratılması, birçok sebepten dolayıdır: 1- Mütevazi olsun diye. 2- Örtücü ve bağışlayıcı olsun diye... 3- Toprağa çok bağlı olsun diye.. Çünkü Hazret-i Âdem, yeryüzündekilere halife olmak için yaratılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki, ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım" (Bakara. 30) buyurmuştur. 4- Allahü Teâlâ kudretini izhâr etmek istedi ve bundan dolayı, cisimlerin en çok ışık saçanı olan ateşten şeytanları yaratarak, onları dalâletin karanlıklarına müptelâ kıldı; cisimlerin en latifi olan havadan melekleri yaratarak, onlara son derece büyük güç ve kuvvet verdi; cisimlerin en kesifi olan topraktan Adem (aleyhisselâm)'i yarattı, sonra ona muhabbet, marifet, nör ve hidâyet verdi; deniz sularının dalgalarından gökleri yaratıp, onu havaya asılı bıraktı.. İşte bütün bunları, bunların yaratılışı, Allahü Teâlâ'nın hiçbir şeye ihtiyacı olmaksızın müdebbir ve hiçbir şeye başvurmaksızın da hâlık olduğuna apaçık bir delil ve burhan olsun diye yaratmıştır. 5- İnsan, şehvet, gazab ve ihtiras ateşini söndürsün diye topraktan yaratılmıştır. Çünkü bu tür ateşler, ancak toprak ile söner. O'nun sudan yaratılışı ise, kendisinde, eşyanın şekilleri tecelli edebilecek bir saflık ve arılıkta olsun diyedir. Sonra, Allahü Teâlâ, yoğun olan latîf olanla karışıp da, çamur haline gelsin diye, suyla toprağı birbirine katmıştır. Bu, "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratıcıyım" (Sad. 7) âyetinin ifâde ettiği husustur. Hak teâlâ dördüncü mertebede, "Andolsun, biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir sülâleden yarattık" (Mü'minun, 12) buyurmuştur. Buradaki sülâle kelimesi, ism-i mef'ul manasındadır. Çünkü "sülâle", çamurun cüzlerinin en latîf ve iyi kısmından süzülüp, alınmış olandır. Sonra Cenâb-ı Hak, altıncı mertebede, insan için şu üç nevî sıfatı zikretmiştir: a) O, salsâldandır. Salsâl: Hareket ettirildiği zaman içinden ses veren çömlek gibi, çın çın ses çıkaran kuru şey demektir. b) Hame'dendir. Hame, bir müddet su cinde kalıp, rengi siyahlaşan şey demektir. c) Kokusu değişmiş olandır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "İşte yiyeceğine, içeceğine bak, henüz bozulmamıştır" (Bakara, 259) buyurmuştur. Hazret-i Âdem'in yaratılışıyla ilgili zikredilmiş olan âyetlerin arasını te'lîf etmek için söylenebilecek olan sözün hepsi budur. Âdem'in Yaratılması, Ona "Ol!" Emri Verilmesinden Önce Görünüyor? Âyette bir problem vardır ki, o da şudur: Allahü Teâlâ, "Allah onu (Âdem'i) topraktan yarattı. Sonra ona "ol!" dedi, o da oluverir" buyurmuştur. Bu ifâde, Hazret-i Adem'in yaratılmasının, Allahü Teâlâ'nın ona söylemiş olduğuözünden önce olmasını gerektirir. Bu ise, caiz değildir. Âlimler buna birçok şekilde cevap vermişlerdir: 1- Ebû Müslim şöyle demiştir: "Biz, "halk" kelimesinin takdir ve tesviye mânasına geldiğini ve mânasının, Allah'ın onun meydana geleceği keyfiyeti bilmesi ve bunu, belli ve mahsûs bir biçimde meydana getirmeyi murad etmesi anlamına geldiğini beyân etmiştik.. Bütün bunlar, ezelden ebede kadar mevcut olan bir öncelik olarak, Hazret-i Âdem'in yaratılışından önce bulunurlar. Allahü Teâlâ'nın"ol!" sözü ise, O'nun Hazret-i Âdem'i varlık âlemine sokmasından ibarettir. Böylece Hazret-i Âdem'in yaratılışının sözünden önce olduğu sabit olmuş olur." 2- Bu, Kâdî'nin istinat etmiş olduğu cevaptır. Buna göre, Allahü Teâlâ, Hazret-i Adem'i çamurdan yaratmış, sonra da ona"ol!" demiş.yani ona can vermiştir. Nitekim Allahü Teâlâ, "Sonra onu başka bir yaratılışla İnşâ ettik" (Müminun, 14)buyurmuştur. Eğer, âyetteki sözünün mansûb zamirinin (......) kelimesine râci olduğu; Hazret-i Âdem'in de toprak halindeyken henüz mevcut olmadığı söylenirse, Kâdî buna şöyle diyerek cevap vermiştir: "Bilâkis, o sırada o mevcut idi. Ama, ona can verilmesi daha sonra idi. Canın kendisi ise, Adem'in kendisi değildir." Bu cevap zayıftır, çünkü Âdem (aleyhisselâm) sırf belli bir şekle göre şekillenmiş olan cisimlerden ibaret değildir. Bilâkis, o, hususî ve kendisine has olan başka bir kimlikten ibarettir. Bu da, dengeli bir mizaç veya nefstir... Söz, buradan "nefs" nedir konusuna geçer ki, şüphe yok ki bu da en gızli-kapalı mes'elelerden birisidir. Buradaki doğru cevap, şöyle denilmesidir: Hazret-i Âdem'in heykeli, yakın bir zamanda Hazret-i Âdem olacak bir durumda bulunduğu için, Allah onu, ileride meydana gelecek olan, olmuşcasına adlandırması kabilinden, "Âdem" diye isimlendirmiştir. 3- Âyet-i kerimedeki "ona "ol!" dedi o da oluverir" sözü, bu hadisenin, önceki hadiseden sonra olduğunu gösterir. Nitekim, "Sonra "(Sonra da, iman edenlerden olmaktır...)" (Beled, 17) âyetinde de böyledir. Mesela birisi, "Zeyd'e bu gün bin (dirhem, dinar) verdim, sonra, ona dün ikibin (dirhem, dinar) verdim.." derse, onun bundan maksadı, "Ona bu gün bin dirhem verdim; sonra ben size haber veriyorum ki, ben ona dün ikibin dirhem vermiştim.." demek olur. "Allah onu (Âdem'i) topraktan yarattı" buyruğu da böyledir. Bunun mânası şudur: "Allah onu, tam ve noksansız bir yaratılışla yarattı.. Sonra Allah size, "Ben onu, ona "ol!" demek suretiyle yarattım..." diye haber veriyor.." Beşinci Mesele Âyetteki diğer bir müşkil de şudur: Ayette "Sonra ona "ol!" dedi o da oluverdi" denilmesi gerektiği hâlde, Allahü Teâlâ niçin böyle demedi de, o da oluverir" buyurdu? Cevap: Bu sözün te'vili şudur: Buradaki, ifâdesi, mânâsındadır. Yani, "Ey Muhammed, bil ki, Rabb'inin kendisine "ol!" dediği şey, mutlaka olur, nitekim oldu da." 60"Hak, Rabb'indendir. Öyleyse sen, şüphecilerden olma!" . Bu âyetle ilgili bazı meseleler vadır: Birinci Mesele Ferrâ ve Zeccâc şöyle demişlerdir: "Buradaki (......) kelimesi, mahzûf bir mübtedânın haberi olup, mânâsı da, "İsa'nın sana haber verdiğimiz kıssası"; veya "İsa'nın durumuyla ilgili bu haber, haktır" şeklindedir. Bu bilindiği için, mübtedâ hazfedil mistir. Ebû Ubeyde, "Bu, önceki sözün bitmesinden sonra gelen bir "müste'nef" (başlangıç) kelimedir. Haberi ise, (......) kelimesidir. Bu "Hak, Allah'tandır; bâtıl ise, şeytandandır" demen gibidir" demiştir. Diğer alimler İse (......) kelimesi, mahzûf bir fiilin faili makammdadır" demişlerdir. Yani"Sana hak geldi" demektir. Yine bu kelimenin, (mukadder) sıfat (ism-i fail) ile merfû olduğu da söylenmiştir. Bu durumda ifâdede bir takdim ve tehir bulunur. Bunun takdiri ise "Hak, senin Rabb'inden olduğu halde, sakın... olma" şeklindedir. İkinci Mesele Şüphe etmek demektir. İbnu'l-Enbarî, bu kelimenin, koyunu ve deveyi sağdığında, Arapların söylemiş olduğu "Deveyi ve koyunu sağdım" ifâdesinden alınmıştır. Buna göre şüphe eden kimse, şüphesi sebebiyle, sağılması sırasında sütün hızlanması gibi, bir mücadeleyi hızlandırıp cezbeder, mücadeleye sebebiyyet verir. Nitekim, bir kimse birisiyle mücadele edip çekiştiğinde denilir. Buna göre sanki o kişi, ötekinin "Şükr, daha fazla nimeti celbeder" denilmiş olması da bundandır. "Sakın Şüphe Etme" Demenin Mânası Âyette geçenkelimesi hakkında iki açıklama yapılmıştır: " a) Ebu Müslim şöyle demektedir: "Bundan murad, hristiyan ve yahudilerin dediği değil, Hazret-i İsa'nın sana indirmiş ve bildirmiş olduğum şu haberidir" şeklindedir. Çünkü hristiyanlar, "Hazret-i Meryem bir ilâh doğurdu" demişler; yahudiler de Hazret-i Meryem'e iftira edip, bu çocuğu, Hazret-i İsa'yı Marangoz Yusuf'a nisbet etmişlerdir. Bunun üzerine de Allahü teâlâ, Kur'ân'da, Hazret-i İsa ile ilgili olarak indirdiği o şeyin hak ve hakikat olduğunu beyan ederek, bu hususta şüphe etmeyi yasaklamıştır. Âyet-i kerimede geçen (......) kelimesi, şek ve şüphe manasında olan (......) kelimesinin, babından ism-i failidir, " b) Bu tabirden murad, "Bu meselenin izahı konusunda hak olan şey, bizim zikrettiğimiz darb-ı meseldir. Bu da, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in kıssasıdır. Çünkü bu meseleyi izah etmek için, bu hadiseye (yani Hazret-i Âdem kıssasına) sarılmaktan daha güçlü bir beyân ve burhan bulunmamaktadır. Dördüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, "Öyleyse sen, şüphecilerden olma!" buyruğu, âyet-i kerimenin zahirine göre, Hazret-i Peygamber'e yapılmış bir hitaptır. Bu da, âyet-i kerimenin zahirine göre, Hazret-i Muhammed'in kendisine indirilen şeyin doğruluğu hususunda şüpheye düşmüş olmasını gerektirir ki, bu caiz değildir. Âlimler bunun cevâbı konuşunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Onlardan bazıları şöyle demişlerdir: Bu hitabın zahiri her ne kadar Hazret-i Muhammed'e yöneltilmiş ise de, mâna bakımından ümmetine yapılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak bir başka âyet-i kerimede, "Ey peygamber, kadınlarınızı boşadığınız zaman..." (Talâk, 1) buyurmuştur. Bazıları da bunun sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir hitâb olduğunu söylemişlerdir. Buna göre mâna, "Yakînî ve kat'î inancına ve önceden olduğu üzere şüphe etmeme halini sürdürmeye devam et!" şeklindedir. Hristiyanlara Mübahele Teklifi 61"Sana (bu) ilim geldikten sonra, kim seninle onun hakkında çekişirse, de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı; kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimiz ve kendinizi çağıralım, sonra, duâ edelim de, Allah'ın lanetini yalancıların üstüne salalım..." . Bil ki Allahü Teâlâ bu sûrenin başında, hristiyanların (Hazret-i Meryem'in)' Allah'ın zevcesi, Hazret-i İsa'nın da O'nun oğlu olduğu şeklindeki iddialarının yanlış ve bozukluğuna delâlet eden birçok kat'î deliller zikretmiş; bunun peşinden de tam ve kusursuz araştırma yoluyla onların bütün şüphelerine cevap olacak açıklamaları getirmiş ve sözünü, onların sözlerinin bozukluğunu kesinkes ortaya koyacak ve nihayete erdirecek şu nükteyle sona erdirmiştir: Hazret-i Adem'in, beşer olan bir baba ve annesinin olmamasından, O'nun Allah'ın oğlu gerekmediğine göre, Hazret-i İsa'nın, beşer olan bir babasının olmamasından da O'nun Allah'ın oğlu olması gerekmez... Allah bu tür şeylerden yüce ve münezzehtir... Hazret-i Âdem'in topraktan yaratılmış olması, aklın almayacağı bir şey olmadığına göre, Hazret-i İsa'nın da, annesinin rahminde bir araya gelmiş ve toplanmış kandan yaratılmış olması da, aynı şekilde imkânsız görülecek bir durum olmaz.. Âdil olup, hakkı tedkik eden ve araştıran herkes, bu izahın son derece açık olduğunu anlar. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Bu açık seçik delillerden, net ve berrak cevaplardan sonra kim kalkar da seninle mücadele ederse, onlarla konuşmayı kes ve onlara inatçılara yapılacak şekilde muamele et.. Bu muamele de, senin onları "mülâane" (karşılıklı lânetleşme)'ye çağırmandır" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, müteakiben de, "De ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı; kadınlarımızı ve kadınlarınızı ve kendimiz ve kendinizi çağıralım, sonra, duâ edelim de, Allah'ın lanetini yalancıların üstüne salalım..." buyurmuştur. Sonra burada birkaç mesele vardır: Râzi'nin Bir Hristıyan Bilgin İle Münakaşası Ben Harzem'de iken bana, kendi dini konusunda çok bilgili ve derin alim olduğunu iddia eden bir hristiyanın gelmiş olduğu haber verildi.. Bunun üzerine ben kalkıp onun yanına giderek söze başladım. O bana, "Hazret-i Muhammed'in peygamberliğinin delili nedir?" deyince, ben de ona Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa ile diğer bütün peygamberlerin elinde mu'cizeler zuhur etmiş olduğu bize nakledildiği gibi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinde de mu'cizeler zuhur etmiş olduğu bize nakledilmiştir. Bu durumda biz, eğer tevatürü reddetsek veya onu kabul edip, ama "Mu'cize peygamberin doğruluğuna delâlet etmez" desek, bu durumda diğer peygamberlerin nübüvveti de bâtıl olur. Eğer, tevatürün doğruluğunu kabul edip mu'cizenin de peygamberin doğruluğuna delâlet ettiğini ikrar ve tasdik eder; sonra bu iki durumun Hazret-i Muhammed için de söz konusu olduğunu söylersek, delilde eşitliğin bulunması durumunda, medlulde de mutlaka eşitlik ve müsavat bulunacağı zaruretinden dolayı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de nübüvvetini kesinlikle itiraf edip kabul etmek vacip olur..." dedim. Bunun üzerine hristiyan, "Ben Hazret-i İsa'nın bir peygamber olduğunu söylemiyorum; bilakis ben onun bir ilâh olduğunu söylüyorum" deyince, ben de ona şunları delil getirdim: A- "Peygamberlik konusunda söz edebilmek için, mutlaka önceden ilâhın tanınıp bilinmesi gerekir. Senin söylemiş olduğun bu şey bâtıl ve asılsızdır. Bunun böyle olduğuna şu hususda delâlet eder: İlâh, zâtı gereği vâcibu'l-vücûd (varlığı zorunlu) olan bir "varlık"tan ibarettir. Binâenaleyh, ilâhtn bir cisim, uzayda bir yer işgal eden bir varlık ve bir araz olmaması gerekir.. Halbuki İsa, yok iken yaratılan; sizin iddianıza göre, diriyken öldürülen; başlangıçta çocuk; daha sonra gelişip serpilen, daha sonra da delikanlı olan, yeyip içen, def-i hacette bulunan, uyuyup sonra da uyanan cismanî bir beşer olan şu şahıstan ibarettir! Aklın bedâhetiyle, sonradan meydana gelen (muhdes)in kadîm; muhtaç olanın, ganî, müstağnî; mümkin bir varlık olanın vâcibu'l-vücûd ve değişenin de, daim ve değişmez olamayacağı hakikati zihinlerde yerleşmiş ve sübut bulmuş bir gerçektir. B- Sizler, yahudilerin, Hazret-i İsa'yı yakalayıp çarmıha gerdiklerini, O'nu çarmıh üzerinde diri olarak bıraktıklarını, kaburgalarını paramparça ettiklerini; O'nun ise, onlardan kaçıp saklanma hususunda çareler aradığını ve onlar O'na bu şekilde işkenceler yaparken, O'nun çok şiddetli çığlıklar atmış olduğunu kabul ve itiraf ediyorsunuz.. İmdi eğer o bir ilâh olmuş olsaydı veya ilâh O'na hulul etmiş, girmiş olsaydı veyahut da onda, ilâhtan bir cüz bulunmuş olsaydı, o kendisini onlara karşı müdafâa eder ve hatta onları adamakıllı imha ederdi. Bu durumda, onların yapmış olduğu bu muameleden dolayı çığlıklar atmaya ve onların elinden kaçıp kurtulmak için çareler ve yollar aramaya ne ihtiyaç var? Allah'a yemin ederim ki, ben son derece hayret ediyorum! Aklı olan bir kimse, bu sözü nasıl söyleyebilir ve bu sözün doğruluğuna nasıl inanabilir? Aklın bedaheti de, neredeyse bu görüşün yanlışlığına şehâdet etmektedir. C- İlahın, ya müşahede edilen şu cismanî şahıs olduğu yahut ilâhın tamamiyle bu cisme hulul ettiği, veyahut da ilâhın bir cüzünün ona hulul ettiği söylenebilir.. Bu her üç kısım da bâtıldır. Birincisi bâtıldır, çünkü âlemin ilâhı o cisim olsa ve yahudiler de onu öldürmüş olsa, bu yahudilerin âlemin ilâhını öldürmüş olduğuna hükmetmek olurdu. Bu durumda âlem, nasıl ilansız kalabilir. Sonra, insanların en alçağı ve en rezili yahudilerdir; binâenaleyh, yahudilerin öldürmüş olduğu o ilâh, son derece âciz bir ilâh olmuş olur. İkincisi de bâtıldır, çünkü ilâh ne cisim, ne de araz olmadığı için, onun cisme hulul edip girmesi de imkânsız olur. Eğer ilâh cisim olsa, bu durumda ilâhın bir başka cisme hulul etmiş olması, ilâhın cüzlerinin o cismin cüzlerine karışmış olmasından ibaret olur. Bu da, o ilâhın cüzlerinin o ilâhtan ayrılabilmesini iktiza eder. Eğer ilâh bir araz olursa, bu durumda da bir mahalle, bir yere muhtaç olur. Böylece de ilâh başka bir şeye muhtaç olmuş olur ki, bütün bunlar İse zayıf ve tutarsız şeylerdir. Üçüncüsü de imkânsızdır, çünkü ulûhiyyetin tahakkuku hususunda o cüze itibar edilmiş olsaydı, o cüzün ilâhtan ayrılması hâlinde, ilâhın ilâh olarak kalmaması gerekirdi. Eğer, ulûhiyyetin tahakkuku konusunda o cüze itibar edilmemiş olursa, bu durumda o, ilâhtan bir cüz olmuş olmaz. Böylece, mezkur her üç kısmın da fasit olmuş olduğu sabit ve bu sebeple, hristiyanların görüşü de, bâtıl ve temelsiz olmuş olur. D- Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın Allah'a ibâdet edip O'na itaat hususunda son derece istekli olmuş olduğu, tevâtüren sabittir. Eğer, Hazret-i İsa ilâh olmuş olsaydı, bu imkânsız olurdu. Çünkü ifân, kendisine ibâdet etmez. İşte bütün bunlar son derece acık-seçik izahlar olup, hristiyanların görüşlerinin yanlışlığına apaçık bir biçimde delâlet ederler." Sonra o hristiyana, "Hazret-i İsa'nın bir ilâh olduğuna delâlet eden şey nedir?" dediğimde, o, "Ölüleri diriltip, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmesi gibi hususların, elinde zuhur edip meydana gelmesidir. Bu gibi hususlar ise, ancak bir ilah kudretiyle meydana gelebilecek şeylerdir..." dedi. Bunun üzerine ben kendisine, "Delilin bulunmamasından, medlulün de bulunmamasının gerekmediğini kabul edip etmediğini" sordum. "Eğer kabul etmezsen, bu, ezelde âlemin bulunmamasından, yaratıcının da bulunmadığını söylemen anlamına gelir.. Eğer, "delilin bulunmamasından medlulün de bulunmaması gerekmez" kaidesini kabul edersen, bu durumda ben derim ki ilâhın, Hazret-i İsa'nın bedenine girmesini mümkün gördüğüne göre, o halde ilâhın, benim, senin, her canlı, her cansız ve her bitkinin bedenine hulul etmediğini nereden ve nasıl biliyorsun?" dedim. O, "Aralarındaki fark açıktır. Çünkü ben, bu hululün meydana geldiğine karar verdim.. Çünkü, o acayip ve şaşırtıcı şeyler Hazret-i İsa'nın elinde zuhur etmiştir. Halbuki, bu tür fiiller ne senin, ne de benim elimde zuhur etmez.. Böylece de, böyle bir hululün benimle senin hakkında söz konusu olamayacağını anlamış oluruz" dedi. Bunun üzerine ben kendisine, "İşte şu anda, benim, "delilin bulunmamasından, medlulün de bulunmaması gerekmez" şeklindeki sözümün mânâsını anlamadığını gösterdin. Çünkü, o mu'cizelerin zuhur etmesi, İlâhın Hazret-i İsa'nın bedenine hulul ettiğine delâlet eder. Bu mu'cizelerin senden ve benden zuhur etmemesinde ise, ancak bu delilin bulunmaması söz konusudur. Binâenaleyh, delilin bulunmamasıdan medlulün bulunmaması gerekmediği sabit olunca, o tür harikulade şeylerin senden ve benden sudur etmemesinden, hululün, benim, senin, köpek, kedi, fare... hakkında mümkün olmaması gerekmez" dedim.. Sonra sözüme devamla, "Allah'ın zâtının, köpeğin ve sineğin bedenine girebileceği hükmüne kail olan, götüren bir mezhebin, son derece adi ve bozuk olduğunu..." söyledim. E- Sonra, sopanın yılana dönüşmesi, ölünün diriitilmesinden aklen daha uzak ve zor bir ihtimaldir. Çünkü, ölünün bedeni ile dirinin bedeni arasındaki münasebet ve benzerlik, sopayla ejderhanın bedeni arasındaki münasebetten daha fazladır. Binâenaleyh, sopanın ejderhaya dönüşmesinden Hazret-i Musa'nın bir ilâh veya ilâhın oğlu olması gerekmediğine göre, ölüleri diriltmenin ulûhiyyete delâlet etmemesi, daha uygun ve evlâ olan bir haldir.. İşte bunu söylediğim an, hristiyanın dili tutuldu, söyleyecek birşey bulamadı.. Allah en iyi bilendir. İkinci Mesele Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Necrân hristiyanlarına deliller getirip, sonra onlar da cehalet ve tanımamalarında ısrar edince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara "Eğer getirdiğim delilleri kabul etmezseniz, şunu biliniz ki Cenâb-ı Hak bana, sizinle lânetleşmemi emretmiştir" dedi. Bunun üzerine onlar, "Ey Ebu'l-Kâsım! Hele bir dur da, arkadaşlarımızın yanına varıp, bu hususu aramızda konuştuktan sonra, tekrar sana gelelim.." dediler. Gidip arkadaşlarıyla görüştüklerinde kraldan sonra gelen ve içlerinde söz sahibi olan kimseye: "Ey Abdu'l-Mesih, söyle bakalım ne dersin?" dediler. Bunun üzerine o, "Ey hristiyan topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, siz Hazret-i Muhammed'in gönderilmiş bir peygamber olduğunu anladınız. Yine O'nun, sizin sahibiniz (Hazret-i İsa )hakkında hak olan sözü ve görüşü getirdiğine de yemin ederim. Yine Allah'a yemin ederim ki, herhangi bir peygamberfe iânetleşmeye giren topluluğun ne yaşlısı sağ kalır, ne çocukları büyür (hepsi mahvolur). Yine yemin ederim ki, eğer siz bu işe girişirseniz, sizin soyunuz ve nesliniz kurur ve tükenir: Ama, bundan kaçınır, dininiz üzre yaşamaya devam eder ve bulunduğunuz hali sürdürmeye devam ederseniz, o adamla (Hazret-i Muhammed) anlaşın ve memleketlerinize geri dönün!.." dedi. Bu esnada, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, üzerinde siyah kıldan bir örtü, futa olduğu halde evinden dışarı çıkmıştı.. Hazret-i Hüseyn'i kucağına almış, Hazret-i Hasan'ı elinden tutmuş, Hazret-i Fatma Hazret-i Peygamberin, Hazret-i Ali de Hazret-i Fatıma'nın peşindeydi... Hazret-i Peygamber şöyle diyordu: "Ben duâ ettiğim zaman, siz amin! deyiniz." Bunun üzerine Necrân'in piskoposa, "Ey hristiyanlar, ben karşımda öylesine yüzler görüyorum ki, onlar Allah'tan, bir dağı yerinden oynatıp yok etmesini isteseler, muhakkak ki Allah o dağı yerinden götürür. Binâenaleyh, lanetleşmeyin, aksi halde helak olur, yok olursunuz.. Ve yeryüzünde, kıyamete kadar tek bir hristiyan kalmaz.." dedi. Hristiyanlar sonra, "Ey Ebu'l-Kasım, biz seninle lânetleşmemeye ve dinin hususunda sana müdahale etmemeye karar verdik.." dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Lanetleşmediğinize göre müslüman olunuz... Böylece de, müslümanların lehine olan, sizin lehinize, aleyhlerine olan da sizin aleyhinize olur.." deyince, onlar bunu kabul etmediler, direttiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "En kısa zamanda sizinle savaşıp, işinizi bitireceğim" deyince, onlar, "Bizim, Araplarla savaşacak gücümüz yok.. Fakat sana, bini saferr bini de recep ayında olmak üzere, ikibin takım elbise ile, demirden yapılmış normal otuz zırh vermek üzere bizimle savaşmaman ve bizi dinimizde serbest bırakman konusunda seninle anlaşma yapmak istiyoruz..." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onlarla, bu şartlar altında anlaşma yaptı ve şöyle dedi: "Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, helak o Necrânlılara öylesine yaklaşmıştı ki... Eğer onlar lanetleşmeye girmiş olsalardı, maymunlar ve domuzlar haline getirilecekler, bu vadi ateş olup onları yakacak ve Allah Necrân ve halkının kökünü kurutacaktı.. Ağaçların tepelerinde kuşları bile... Bir yıla kalmayacak bütün hristiyanlar helak olacaklardı..." Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in siyah futa içinde evinden çıkıp, Hazret-i Hasan geldiğinde onu, o futanın içine soktuğu; Hazret-i Hüseyin, Hazret-i Fatıma ve Hazret-i Ali (radıyallahü anh) geldiklerinde de, aynı şekilde onları da futanın içine soktuğu; daha sonra da "Ey ehl-i beyt, Allah sizden her türlü kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler" (Ahzâb.33) âyetini okuduğu rivayet edilmiştir. Bil ki bu rivayet, gerek tefsir gerekse hadis âlimleri arasında, sıhhati konusunda âdeta üzerinde ittifak edilmiş gibidir. Üçüncü Mesele (......) ifâdesindeki "nüve" zamiri, Hazret-i İsa'ya râcîdir. Bunun, bir önceki âyetteki "hak" kelimesine râci olduğu da söylenmiştir. Buna göre mânâ, "Hazret-i İsa'nın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu hususundaki bilgi sana geldikten sonra Rabb'inden olan bu hak hususunda kim seninle mücadele ederse..." şeklindedir. Buradaki ilimden maksat, ilmin bizzat kendisi değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbindeki ilmin, buna bir tesiri yoktur. Aksine buradaki ilimden maksat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in aklî ve vahy ve tenzil yoluyla kendisine ulaşan naklî delillerden zikrettikleridir. Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinin aslı (......) şeklindedir. Çünkü bu kelime "ulüv" masdarından ve "tefâ'ül" babındandır. Yâ harfine zamme ağır görüldüğü için, zamme hazfedilmiş, daha sonra da ictimâ-i sâkineynden dolayı, yâ harfi de hazfedilmiştir. Bu kelimenin asıl mânâsı, "yüce ve yüksek olmak" demektir. Buna göre "yüksek oldu" manasındadır. Fakat çok kullanıldığı için, her gelen varlık için "geldi" manasında kullanılmaya başlanmış ve gibi kullanılmıştır. Dördüncü Mesele Bu âyet-i kerime Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin'in, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in oğulları gibi olduğuna delâlet etmektedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), oğulları çağırmayı teklif etti ve Hasan ile Hüseyin'i çağırdı. Binâenaleyh Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin'in onun iki oğlu gibi olması gerekir. Bunu güçlendiren bir başka delil de En'am süresindeki, "Onun zürriyetinden de Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u hidâyete kuvuşturduk. Biz, muhsinleri (iyilik edenleri) işte böyle mükafaatlandırırız. Zekeriyya'ya, Yahya'ya ve İsa'ya da (böyle hidayet verdik)" (En'am, 84-85) âyetidir. Malumdur ki Hazret-i İsa (aleyhisselâm), babadan dolayı değil de anadan dolayı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in soyundan sayılmıştır. Böylece kızdan olan torunun da bazan oğul diye adlandırıtdığı sabit olmuş olur. Allah en iyi bilendir. Bazı Şiilerin Hazret-i Ali'yi Enbiyadan Üstün Saymasının Reddi Rey şehri'nde, Mahmud İbn Hasan el-Humusî isminde bir adam vardı. Bu, isnâ aşeriyye (Şia) mezhebi muallimlerinden olup Hazret-i Ali (k.v)'nin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dışındaki bütün peygamberlerden daha üstün olduğunu iddia ediyor ve şöyle diyordu: "Bunun delili, âyetteki "Kendimiz ve kendinizi çağıralım" ifadesidir. Çünkü "Kendimiz" kelimesinden maksat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat kendisi değildir. Çünkü insan kendi kendini çağırmaz. Aksine bu tabirden murad, Hazret-i Peygamberin kendisinden başkasıdır. Âlimler o başkasının, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh âyet, Hazret-i Ali'nin, Hazret-i Peygamberin kendisi gibi olduğuna delalet etmektedir. Bu tabirin Hazret-i Peygamberin nefsinin, bizzat Hazret-i Ali'nin nefsini ifâde etmiş olması mümkün değildir. Bundan dolayı bundan murad, bu nefsin (kendisinin), onun kendisi gibi olmasıdır. Bu da, iki nefis arasında her yönden eşitliğin olmasını gerektirir. Fakat, deliller Hazret-i Peygamber'in bir peygamber, Hazret-i Ali'nin ise böyle olmadığına delâlet ettiği ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den daha üstün olduğuna da icmâ bulunduğu için, gerek peygamberlik, gerek üstünlük hususunda, bu umumi hükümle amel edilmemiştir. Bu iki husus dışındaki hususlarda ise bu umûmî hükümle amel edilmiştir. Sonra icmâ Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, diğer peygamberlerden efdal olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh Hazret-i Ali'nin de diğer peygamberlerden efdal olması gerekir. İşte bu, bu âyetin zahirî mânası ile yapılan istidlal şeklidir. Âyetle bu şekilde istidlal etmeyi, bizim görüşümüzü kabul eden ve reddedenlerin kabul ettikleri şu hadis de te'yid eder. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İlminde Hazret-i Âdem'e, taatında Hazret-i Nuh'a, dostluğunda Hazret-i İbrahim'e, heybetinde Hazret-i Musa'ya, saflığında Hazret-i İsa'ya (benzer birisine) bakmak isteyen Ali İbn Ebi Tâlib'e baksın" buyurmuştur. Bu hadis, her peygamberde ayrı ayrı bulunan hasletlerin Hazret-i Ali'de toplanmış olduğunu gösterir. Bu da, Hazret-i Ali'nin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dışındaki peygamberlerden efdal olduğuna delalet eder." Diğer Şiîler önceden de şimdi de bu âyetle, Hazret-i Ali'nin -delillerin tahsis ettiği özellikler dışında- Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi olduğuna İstidlal etmişlerdir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nefsi, bütün sahabeden efdaldir. Binâenaleyh Hazret-i Ali'nin nefsinin (Kendisinin) de sahabeden efdal olması gerekir. Şia'nın bu husustaki görüşü, bundan ibarettir. Buna şöyle cevap verilir: Müslümanlar arasında, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Ali'den daha faziletli olduğu hususunda bir icmâ bulunduğu gibi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zuhur etmezden önce peygamber olanların, peygamber olmayanlardan efdal oldukları hususunda da b., icmâ vardır. Yine müslümanlar, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin peygamber olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh âyetin zahirinin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında husûsî bir hüküm ifâde ettiği gibi, diğer peygamberler hakkında da husûsî bir hüküm ifâde ettiğini kesin olarak söylemek gerekir. İbtihal Kelimesinin Mânası Âyetteki sözü "karşılıklı lanetleşelim" manasındadir. Nitekim her iki babdan olan şekli aynı manaya gelerek, (Topluluk birbiriyle savaştı) (Karşılıklı arkadaş oldular) denilir. Âyetteki "ibtihâl" (lanetleşme) ile ilgili şu iki izah yapılmıştır: 1- İbtihâl, lanet olsun olmasın, çok gayretli bir şekilde dua etmek manasındadır. Çünkü ancak duada çok gayret gösterildiği zaman denilir. 2- Bu kelime, Arapların "Allah'ın laneti üzerine olsun" manasında söyledikleri â tabirinden alınmıştır. Bunun aslı da, "lanet" manasına gelen bir şeye dayanmaktadır. Çünkü "lanet", uzaklaştırmak ve kovmak manasındadır. Allah bir kimseye lanet edip, onu rahmetinden uzaklaştırdığı zaman denilir. Bu senin, birisi birisini ihmal ettiği zaman söylediğin "O, onu ihmal etti" sözünden alınmıştır. Memesine memelik bağlanmadan koğulup sürülmüş adam gibi, başıboş sahraya bırakılmış deve için denilir. Bu kelimenin mânasının izahı şudur: "Behl", gönderip başıboş bırakma manasına alındığında, sanki Allah bir kimseyi salıverdiği zaman, onu başıboş bırakmış ve onu kendisine havale etmiş gibi olur. Allah'ın kendisine havale ettiği kişi hiç şüphesiz helak olur. Binâenaleyh bir kimse ile mübâhele eden (lanetleşen) kişi, "eğer iş öyle ise Allah'ın laneti üzerime olsun" der. Yine o insan, "Allah beni bana bıraksın. Allah beni kendi güç ve kuvvetime terketsin." Yani "Kendi vekilliğinden ve muhafazasından uzak tutsun", yani "memelerinde memelik takılmamış, isteyen herkesin sağıp sütünü alabileceği ve kendisini koruyamayacak olan salıverilmiş deve gibi, muhafazasından uzak tutsun" der. Yine, yanında sopa bulunmayan insana da denilir ki bu, "Yanında kendisini müdafaa edeceği bir şeyi bulunmayan adam" manasınadır. Birinci görüş daha uygundur. Çünkü âyetteki (......) ifâdesinin mânâsı, "sonra gayretle dua edip, lanetin yalancıların üzerine olmasını temenni edelim" şeklinde olur. İkinci görüşe göre bu ifâdenin mânâsı, "sonra lanetleşelim ve Allah'ın lanetinin yalancılar üzere olmasını isteyelim" şeklinde olur ki bu bir tekrardır. İndirilen Azapta Çocukların İmhasının İzahı Geriye âyet hakkında şu dört soru kalır: 1- Çocuklar, küçük oldukları zaman, onlara ilâhî azabın inmesi caiz olmaz. Halbuki ilgili hadiste Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, mübâheleye daha çocuk olan Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin'i de soktuğu haber verilmiştir. Bunun faydası (manası) nedir? Cevap: Âdetullah, bir kavme kökünü kurutma cezası geldiği zaman, onların içinde çocuklar ve kadınların da imha edilmeleri şeklinde cereyan etmiştir. Böylece bu, o kavmin mükellefleri için bir ceza olurken, çocuklar için bir ikâb olmamakta, aksine onların ölüm ve elemleri kavim için bir ölüm ve elem yerine geçmektedir. Malumdur ki, insanın çocuklarına ve ailesine karşı aşın derecede şefkati vardır. Çoğu kez insan, kendini çoluk çocuğuna feda edip, onlara bir kalkan olur. Durum böyle olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), çocuklarını ve ailelerini beraberinde getirmiş ve, hasmı davalarından vazgeçirme hususunda bu daha tesirli, hasmı korkutmada daha güçlü ve gerçeğin kendi tarafında olduğuna daha kuvvetli delil olsun diye, onlara da böyle yapmalarını emretmiştir. Bu Hadisenin Nübüvvete Delâleti 2- Bu hâdise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğruluğuna delâleı eder mi? Cevap: Bu hâdise, şu iki bakımdan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, peygamberliğinin sıhhatine delâlet etmektedir: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları azabın gelmesiyle korkutmuştur. Eğer Hazret-i Peygamber buna iyice güvenmeseydı. bu âdeta kendi kendini yalanlama hususunda bir çaba sarfetme olurdu. Çünkü hristiyanların mübâheleye yanaşmaları, sonra da azabın inmemesi durumunda, bu, haber verdiği hususlarda yalancı olduğunun ortaya çıkması olurdu. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, en akıllı İnsan olduğu malumdur. Binâenaleyh O'nun, yalan olduğunu ortaya çıkarabilecek bir işi yapması uygun olmaz. O, bu hususta ısrar ettiğine göre, azabın onların başına geleceğine son derece güvendiği için ısrar ettiğini anlamaktayız. b) Bu hristiyanlar mübâheleye yanaşmamışlardır. Tevrat ve İncil'de Hazret-i Peygamberin peygamberliğine delâlet eden şeyleri onlar bitmemiş olsalardı, onunla mübâhele etmekten (lanetleşmekten) geri durmazlardı. Buna göre eğer, "Onlar şüphe ediyorlardı; bu sebeple de, Hazret-i Muhammed'in sözünde sadık olması, böylece de zikredilen azabın başlarına gelmesinden korkmuş oldukları için, O'nunla lanetteşmeye girişmeyi terketmiş olduklarının söylenmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki: Bu, iki yönden reddedilir: a) Onlar, Hazret-i Muhammed ile muaraza ve münazaa yapabilmek için maddî manevî bütün imkanlarını seferber ediyorlardı Eğer şüphe içinde olsalardı, bunu yapmazlardı. b) Bu hristiyanlardan, onların şöyle dedikleri nakledilmiştir: "O, vallahi, Tevrat'ta ve İncil'de müjdelenmiş olan peygamberdir. Eğer siz onunla lanetleşirseniz, sizin kökünüz kurur.." Binâenaleyh, bu ifâde, onların lanetleşmekten kaçınmalarının sebebinin, Hazret-i Muhammed'in Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğunu bilmeleri olduğunu açıkça göstermektedir. 3- Kâfirlerden bir kısmı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le lanetleşmeye girmemişler miydi? Nitekim onlar şöyle demişlerdi: "Ey Allah, eğerbur senin katından gelme bir hak ise, hemen bizim üstümüze gökten taş yağdır..." (Enfal. 32). Ama sonra, kesin olarak onların üzerine azab inmemişti... Burada da böyledir. Yine, onların başına bir azabın gelmiş olduğunu kabul etmemiz halinde bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen onların içlerinde ikenr Allah onları azâblandıncı değildir..." (Enfâl, 33) âyetiyle çelişik olur. Cevap: Hükmü hususi olan âyet, hükmü umumî olan âyetten önce gelir. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu surede, açıkça belirterek azabın ineceğini haber verdiğine göre, durumun bu şekilde olduğuna inanmak gerekir.. 4- Bu âyetin peşisıra gelen, "İşte bu, elbette en doğru bir haberin beyânıdır" (Âl-i İmran, 62) buyruğu, bu âyet ile ilgili midir, değil midir? Cevap: Ebû Müslim şöyle demiştir: "Bu kısım, öncesiyle irtibatlıdır. Buna göre "yalancılar..." (Al-i imran, 61) kelimesinde vakfetmek caiz değildir. Bu durumda âyetin takdiri, "İşte bu, en doğru bir haberin beyânı olduğu için, Allah'ın lanetini yalancıların üzerine salalım.." şeklinde olur. Bu takdire göre, nin hakkı, harekesinin meftûh olmasıdır. Fakat 'deki lamdan dolayı kesreli olmuştur. Nitekim, "Muhakkak ki o gün onların Rabb'i, onlardan hakkıyla haberdardır" (Adiyât, 11) âyetinde de böyledir." Diğer alimler ise, "Söz "yalancılar üzerine" ifadesiyle tamamlanmaktadır. Bundan sonra gelen ifâde, öncesiyle alâkası olmayan müstakil bir cümledir" demişlerdir. Allah en iyi bilendir. 62Âyetin tefsiri için bak:63 63"İşte bu, elbette en doğru bir haberin beyânıdır. Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. Allah hiç şüphesiz yegâne galibtir. Mutlak hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer yine yüz çevirirlerse Allah, o fesatçıları elbette hakkıyle bilendir" . Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır: Birinci Mesele Âyetteki "bu.." kelimesi, daha önce zikredilmiş olan delillere ve lanetleşmeye davete işarettir "En doğru bir haberin beyânıdır" buyruğuna gelince, buradaki (......) kelimesi, dine irşâd eden, hakka götüren ve kurtuluşu talep etmeyi emreden hususları içine alan sözlerin mecmûudur. Binâenaleyh, Allahü Teâlâ, emrine tam bir güven üzre olsun diye. peygamberine indirmiş olduğu şeylerin apaçık hak olduğunu beyân etmiştir. Bu durumda, âyetteki hitâb her ne kadar Hazret-i Peygamber'e ise de, bundan murad herkestir. İkinci Mesele (......) sözündeki hüve zamiriyle ilgili iki görüş bulunmaktadır: a) Bu zamir fasi ve te'kîd zamiridir.. Buna göre, (......)'nin haberi ifadesidir. Eğer, "Fasi zamirinin başına te'kîd lamının gelmesi nasıl caiz olur?" denilirse, biz deriz ki: Bu lamın, haberin başına gelmesi caiz olduğuna göre, fasi zamirinin başına gelmesi daha güzel olur. Çünkü bu lâm, mübtedâya haberden daha yakın olup, lamın gelmesinde aslolan da, onun mübtedânın başına gelmesidir.. b) Bu hüve zamiri mübtedâ olup el-kasas kelimesi onun haberi, işbu mübtedâ ve haberden meydana gelen cümle de (......)'nin haberidir. Üçüncü Mesele (......) lafzında he harfi, aslına uygun harekeli şeklinde veyahut da sûkün ileeklinde okunmuştur. Çünkü lâm harfi'nin bir cüz'ü olmuş, böylece de (kenar) kelimesi gibi, tahfif edilmiş, sükûn ile okunmuştur. Kıssa Kelimesi Hakkında Bilgi "Falanca hikâyeyi anlattı - anlatıyor - anlatmak, hikâyet etmek" denilir. Bu kelimenin esas mânası, bir izi takib etmektir.. Bir kimse bir başkasının izini takib ettiğinde denilir. Allahü Teâlâ'nın 'Kız kardeşine dedi ki: Onun izini takib et" (Kasas, 11) ifâdesi de böyledir. Haberleri peşpeşe getirdiği ve kelâmı peşi peşine eklediği için, kıssa anlatan kimseye de (......) denilmiştir. İşte (......) kelimesinin manası, "peşipeşine gelen mânaları ihtiva eden haber" demektir. Cenâb-ı Hak sonra "Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur" buyurmuştur. Bu, nefyin, olumsuz mânânın te'kîd ve vurgulanmasını ifâde eder. Çünkü sen, "Benim yanımda, insanlardan birisi vardır" dediğinde, bu cümle senin yanında bir kimse olduğunu gösterir. Fakat, Benim yanımda, insanlardan hiç kimse bulunmamaktadır" dediğin zaman bu, senin yanında onlardan bir kimsenin bulunmadığını ifâde eder. Senin yanında onlardan birisi bulunmayınca, onlardan hiç kimsenin bulunmaması haydi haydi evlâdır. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur" buyruğu, Hak ve Vâhid olan, Bir olan Allah (Subhanehû ve Teâlâ)'dan başka bir Tanrı'nın bulunmadığı hususunda çok kuvvetli bir mâna ifâde ettiği ortaya çıkmış olur. Cenâb-ı Hak "Allah, hiç şüphesiz yegâne gâlibtir. Mutlak hüküm ve hikmet sahibidir O" buyurmuştur. Bu cümlede hristiyanların şüpheleri hususunda verilen cevaplara İşaret vardır. Bu böyledir. Çünkü onlar şu iki şeye dayanmışlardır: a) Hazret-i İsa, ölüleri diriltmeye, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmeye muktedir olmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Bu kadar kudret, ulûhiyyet için yeterli değildir. Bilâkis, ilâh olanın, kendisine karşı konulamayan ve engellenemeyen bir azîz ve gâlib varlık olması gerekir. Halkubi sizler Hazret-i İsa'nın böyle birisi olmadığını kabul ve itiraf ediyorsunuz. Hem siz bunu nasıl iddia edebilirsiniz ki; çünkü sizler, yahudilerin Hazret-i İsa'yı öldürdüğünü söylüyorsunuz." b) Hristiyanlar, Hazret-i İsa'nın gaybtan ve benzeri şeylerden haber verdiğini, böylece de bir ilâh olması gerektiğini söylüyorlardı.. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Bu kadarcık ilim, ulûhiyyet konusunda yeterli değildir. Bilâkis, ilâh olanın hakîm, yani bütün malumatı ve bütün işlerin neticelerinin nereye varacağını bilen birisi olması gerekir." İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, hristiyanların bu iki şüphesine cevap vermeye bir işaret olsun diye, bu iki vasfı, yani "el-azîz, el-hakim" kelimelerini zikretmiştir. Bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın bu sûrenin başlarında zikretmiş olduğu, "Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren Odur. Ondan başka hiçbir Tanrı yoktur. O, mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" (Âl-i İmran, 6) âyetidir. Cenâb-ı Hak sonra "Eğer yine yüz çevirirlerse, muhakkak Allah o fesatçıları hakkıyla bilendir" buyurmuştur. Bunun mânâsı şudur: "Eğer onlar, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın azîz, gâlib, hakîm ve işlerin neticesinin nereye varacağını bilmemesine karşılık, Allah'ın bir olması, azîz, gâlib, bütün makdûrâta kadir, hakîm ve işlerin neticesini ve nereye varacağını bilmesi gibi kendilerine anlatmış olduğun şeylerden yüz çevirirlerse bil ki, onların sırf dönüp yüz çevirmeleri, ancak inatlarından dolayıdır. Binâenaleyh, onlarla konuşmayı kes ve onların işini Allah'a havale et!.. Çünkü Allah, fesat çıkaranların fesadını bilen, kalblerdeki bozuk gaye ve maksatlara muttali olan ve onları bunlar sebebiyle cezalandırmaya muktedir olandır.." Ehl-i Kitap İle Diyalog 64"De ki: Ey Ehl-i Kitap! Hepiniz, bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin" (yani) "Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım; Allah'tan başka birbirimizi rab edinmeyelim." Ama, yine yüz çevirirlerse deyin ki: "Şâhid olun, biz muhakkak ki müslüman olanlarız" . Bil ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Necrân hristiyanlarına çeşitli deliller getirmiş, bilahare onlar ayrılmışlar, daha sonra da onları mübaheleye davet etmişti. Fakat onlar mübahelenin neticesinden korkarak buna yanaşmayıp, cizye ödemek suretiyle müslümanlara boyun eğmeyi kabul etmişlerdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların iman etmeleri hususunda son derece istekli olunca, Allahü Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: Ey Muhammed, bu konuşma üslûbunu bırak; akl-ı selim ve temiz fıtrat sahibi olan herkesin, mücâdeleyi bırakma esası üzerine kurulmuş insaflı bir söz olduğuna şehadette bulunacağı bir başka metod ve üslûba geç ve, "Ey Ehl-i Kitap! Hepiniz, bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin: "Allah'tan başkasına tapmayalım..." de!.? Yani, "İfâde etmede birbirimize karşı insaflı olduğumuz, kimimizin kimine zulmetmeye meyletmediği bir kelimeye, (bir esasa) geliniz ki, bu da, "Ancak Allah'a tapmamız ve Ona hiçbir şeyi şirk koşmamamız" dır" demektir. İşte bu sözden murad budur. Şimdi lafızların tefsirine geçefim. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey Ehl-i Kitap!" tabiri hakkında şu üç görüş zikredilmiştir: a) Bu ifâdedeki "Kitâb ehli" nden murad, Necrân hristiyanlarıdır. b) Bundan maksat, Medine yahudîleridir. c) Bu ifâde, her iki topluluğu da içine almaktadır. Bunun her iki grup hakkında nazil olduğuna şu husus da delâlet etmektedir: 1- Lafzın zahiri, iki topluluğa da şamildir. 2- Âyet-i kerimenin sebeb-i nüzulü hakkında rivayet edilen şu husustur: Yahudiler Hazret-i Peygamber'e şöyle demişti: "Hristiyanların Hazret-i İsa'yı Rab edinmeleri gibi, bizim de, sadece seni Rab edinmemizi istiyorsun!..." Hristiyanlar da, "Ey Muhammed! Sen, yahudilerin Uzeyr (aleyhisselâm) hakkında söylemiş oldukları şeyi senin hakkında söylememizi istiyorsun" demişlerdi. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak da bu âyeti indirdi. Bana göre, doğruya en yakın olan, bu ifâdeyi Necrân hristiyanlarına hamletmektir. Çünkü biz, Hazret-i Peygamber'in önce onlara deliller getirdiğini, sonra da onlarla "mübâhele" istediğini; ama bu sırada insaflı olup mücadeleyi ve onları ilzam ederek susturmayı arzulamayı terke dayanan söze geçtiğini açıklamıştık. Bunun böyle olduğuna, Hazret-i Peygamberin burada onlara, Hak teâlâ'nın, "Ey kitap ehli!" sözüyle hitap etmesi de delâlet etmektedir. Bu isim, isimlerin en güzellerinden ve lakabların da en mükemmellerinden birisidir. Çünkü Cenâb-ı Hak onları, Ehl-i Kitap addetmiştir. Bunun bir benzeri de, Kur'ân'ı hıfzetmiş olan kimselere, "Ey, Allah'ın kitabının taşıyıcıları, (hâmilleri)"; müfessire de, "Ey Allah'ın kelâmının müfessiri!" denilmiş olmasıdır. Bu lakab, bunu söyleyenin, muhatabı yüceltme ve onun kalbini hoş tutmak hususunda ileri derecede bir mânayt kastettiğine delâlet eder. Bu ancak, insanın, hasmıyfa mücadele ettiği sırada, münakaşa ve çekişme yolunu bırakıp, insaf ve hakkaniyet yolunu tuttuğu zaman söylenilir. Cenâb-ı Hakk'ın "Celiniz" emrine gelince, bundan murad, her ne kadar bir yerden başka bir yere geçmek söz konusu olmasa dahi, çağırılmış oldukları şeyi belirlemeleri ve onu incelemeye yönelmeleridir. Çünkü bu lafzın aslı lafzından alınmıştır. Bu kelime de, alçak bir yerden yüksek olan başka bir yere yükselmek anlamını ifâde eder. Sonra, bu kelime çok kullanıldığı için, kendisine çağırılan şeye ve yere yönelme ve teveccüh etmeyi isteme mânâsına delâlet eder olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, tabirinin mânası, "ifâde etmede birbirimize insafsız davranmamızın söz konusu olmadığı; hiç kimsenin birbirine zulmetme meylinin bahis mevzu olamıyacağı bir kelimeye geliniz!" demektir. (......) kelimesi, adalet ve insaf demektir. Bu böyledir, çünkü "insafın hakikati, bir şeyin yarısını vermek, ortalamak demektir. Çünkü aklen vâcib olan, kişinin hem kendine, hem de başkasına zulmetmeyi terketmesidir. Bu da ancak, yarıyı vermekle, ortalamakla, ortayı gözetmekle mümkün olur. Binâenaleyh, kişi insaflı olur da zulmü bırakarak yarıyı o kişiye verirse, böylece kendisiyle başkası arasında eşit davranmış, böylece denge kurulmuş olur. Kişi zulmedip, başkasına verdiğinden daha fazlasını kendisine aldığı zaman, denge bozulur. Eşitlik, adalet ve insafın gereklerinden olduğu için, adetâ adaletin kendisi sayılmıştır. Zeccâc, âyetteki (müsavi) kelimesinin, "kelime" lâfzının sıfatı olduğunu söylemiştir. Cenâb-ı Allah bununla, "müsavi olan kelime" mânasını murad etmiştir. Buna göre Hak teâlâ'nın, tabiri "Âdil, dosdoğru ve aynı olan bir kelimeye gelin. Binâenaleyh o kelimeye gerek siz, gerek biz iman ettiğimiz zaman, eşitlik ve istikâmet üzere olmuş oluruz" demektir. Sonra Cenâb-ı Allah "Allah'tan başkasına tapmayalım" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır: Birinci Mesele Bu tabirin başındaki edatının dâhil olduğu cümlenin mahalli hususunda şu iki görüş vardır: a) Bu, mukadder bir (O, ) mübtedâsının haberi olarak merfûdur. Buna göre sanki birisi "O kelime nedir?" demiş de, cevaben "O, Allah'tan başkasına tapmamamızdır" denilmiştir. b) Bu cümlenin mahalli, âyetteki "kelime" lafzından bedel olarak mecrûrdur. Hristiyanların Müşrik Sayılmalarına Sebep Allahü teâlâ bu âyette şu üç şeyi zikretmiştir. 1- "Allah'tan başkasına tapmayalım"; 2- "Ona hiçbir şeyi eş tutmayalım"; 3- "Allah 'i bırakıp da, birbirimizi Rab edinmeyelim ". Allahü teâlâ, özellikle bu üç şeyi zikretmiştir, çünkü hristiyanlar bu üç işi bir arada olarak yapıyorlardı: Onlar, Allah'tan başkasına, yani Mesih İsa (aleyhisselâm)'ya ibâdet etmişler ve Allah'a onu eş tutmuşlardır. Bu böyledir, çünkü onlar, "Allah şu üç şeydir: Baba, oğul ve Ruhu'l-kudüs" demişler, böylece de kadîm ve eşit üç varlığın mevcut olduğunu söylemişlerdir. Biz onların, üç kadîm varlık olduğunu söylediklerini ifâde ediyoruz, çünkü onlar şöyle demişlerdir: "Kelime" uknumu Mesîh'in beşerîlik vasfına (nâsût); Rûhü'l-Kudüs uknumu (şahsı) da, Meryem'in beşerîlik vasfına (nâsût) bürünmüştür. Şayet bu iki uknum, müstakil iki zât olmasaydı, Baba'nın zâtından ayrılıp İsa ve Meryem'in beşerilik vasfına bürünmeleri caiz olmazdı. Onlar, müstakil üç ayrı zâtın varlığını kabul etmekle, muhakkak ki müşrik olmuşlardır. Onların, Allah'ı bırakarak âlimlerini ve zâhidlerini Rab edinmiş olduklarına şunlar da delâlet eder: Rab Edinmenin Mânâsı Nedir? a) Onlar, helâl ve haram kılma konusunda âlimlerine ve zahidlerine itaat ediyorlardı. b) Onlar, âlimlerine secdeye kapanıyorlardı. c) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Onların mezhebine göre riyâzat ve mücâhede konusunda kâmil olan herkeste, ona lâhût (ilahîlik vasfı)'nın hulul ettiğinin eseri görülür; böylece de o kimse, ölüleri diriltebilir. Körleri ve alacalı hastaları iyileştirebilir. Onlar, böyle olan kimseye her ne kadar Rab demeseler bile, ne de olsa o kişi hakkında rubûbiyyet mânâsının tahakkuk ettiğini kabul ediyorlardı. d) Onlar, günahlar konusunda âlimlerine itaat ediyorlardı. Rubûbiyyetin mânâsı da ancak budur. Bunun bir benzeri de, "Hevâ (Ve hevesini) kendisine tanrı edinmiş kimseyi gördün mü?.." (Câsiye. 23) âyetidir. Böylece hristiyanların bu üç şeyi birden yaptıkları sabit olmuş olur. Bu üç şeyin bâtıl olduğu, akıl sahiplerince üzerinde ittifak edilmiş olan bir husus gibidir. Bu böyledir, çünkü Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'dan önce kendisine ibâdet edilen sadece Allahü teâlâ idi. Binâenaleyh durumun, Hazret-i İsa'nın zuhurundan sonra da aynı şekilde devam etmesi gerekir. Yine Allah'a ortak koşma da herkesin ittifakıyla bâtıldır. Hem, yaratıcı ve bütün nimetlerin mün'imi Cenâb-ı Allah olduğu için, helâl, haram, inkıyâd ve tâat hususunda, onların âlim ve zahidlerine değil, sadece Allah'a yönelmek gerekir. İşte bu üç durumun izahı böyledir. Daha sonra Hak teâlâ "Ama, yine yüz çevirirlerse deyin ki: "Şâhid olun, biz muhakkak ki müslüman olanlarız" buyurmuştur. Bu ifâde, "Eğer onlar kendi dinlerinde diretirlerse, siz "Biz muhakkak ki müslüman olanlarız" deyiniz, yani, kendinizin bu din üzere olduğunuzu ortaya koyun, fakat sizden başkalarını bu dine çekme kaydında olmayınız" demektir. Hazret-i İbrahim'in Yahudi ve Hristiyanlıkla Münasebeti 65"Ey Ehl-i Kitap, İbrahim hakkında niçin çekişip duruyorsunuz? (Halbuki) Tevrat da, İndi de ancak ondan sonra indirilmiştir, (buna da) aklınız ermiyor mu?" . Bil ki yahudiler de hristiyanlar da "İbrahim bizim dinimizde idi" diyorlardı. Allahü teâlâ da onların bu iddialarının, Tevrat ve İncil'in Hazret-i İbrahim'den sonra indirildiğini belirterek bâtıl olduğunu ve bu sebeple de onun yahudi veya hristiyan olmasının düşünülemeyeceğini açıklamıştır. Eğer, "Bu durum siz müslümanlar için de söz konusudur. Çünkü siz de, İbrahim'in İslâm dini üzere olduğunu iddia ediyorsunuz. Halbuki İslâm da, Hazret-i İbrahim'den uzun zaman sonra indirilmiştir. Eğer siz bu sözünüzden maksadınızın, Hazret-i İbrahim'in, dinin usulü (inanç) bakımından şu anda müslümanların üzerinde olduğu mezheb üzere oluşunu söylemek ise, biz deriz ki: Yahudilerin, "İbrahim bir yahûdi idi" şeklindeki sözlerinden maksatlarının da, onun yahudilerin üzerinde .oldukları din üzere oluşunu söylemek; hristiyanların da, "İbrahim bir hristiyan idi" şeklindeki sözlerinden maksatlarının, onun hristiyanların takib etmiş oldukları din üzere oluşunu söylemek olması; binâenaleyh Kur'ân'ın Hazret-i İbrahim'den sonra nazil olması, onun müslüman sayılmasına nasıl ters düşmüyor ise, bu izaha göre Tevrat ve İncil'in Hazret-i İbrahim'den sonra nazil oluşları, onun bir yahudi ve bir hristiyan olmasına ters düşmeyeceğinin söylenmesi niçin caiz olmasın?" denilir ise, şöyle cevap verilir: Kur'ân-ı Kerim, Hazret-i İbrahim'in bir Hanîf (tevhid inancında) ve müslüman olduğunu haber vermiştir. Tevrat ve İncil'de ise, onun bir yahudi veya hristiyan olduğu yer almamıştır. Binâenaleyh fark ortaya çıkmaktadır. Sonra biz şöyle de deriz: Hristiyanların, Hazret-i İbrahim'in dini üzere olmadıkları açıktır. Çünkü Hazret-i İsa (aleyhisselâm), Hazret-i İbrahim zamanında mevcut değildi, dolayısıyla da, Hazret-i İsa'ya ibâdet, Hazret-i İbrahim devrinde kesinlikle meşru değil idi. Bundan dolayı, Hazret-i İsa'ya ibâdete yönelmek, şüphe yok ki, Hazret-i İbrahim'in dinine uymaz. Yahudilerin, Hazret-i İbrahim'in dini üzere olmayışları da böyledir. Çünkü Hak teâlâ'nın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) gelmezden önce de insanlara bazı mükellefiyetlerinin bulunduğunda herhangi bir şüphe yoktur. Yine bu mükellefiyetleri insanlara, yine bir insanın ulaştırmış olduğunda da şüphe yoktur. Hiç şüphesiz ilâhî teklifleri insanlara ulaştıranın mu'cizelerle te'yid edilmiş olması gerekir. Aksi halde insanların, onun getirdiği bu teklifleri kabul etmeleri vâcib olmaz. Bu durumda Hazret-i İsa'dan önce nice peygamberler gelmiş ve onların belli şeriatları olmuştur. Bu sebeple, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), peygamber olarak gelince, bu durumda onun, ya o şeriatları iyice yerleştirip uygulamak için geldiği, yahut da yeni bir şeriat getirdiği söylenebilir. Eğer Hazret-i Musa, kendinden önceki şeriatları uygulamak için gelmiş ise, o şeriatların sahibi değil, aksine kendinden öncekilerin şeriatlarını uygulayan bir fakih gibi olur. Yahudiler ise bunu kabul etmezler. Eğer Hazret-i Musa yeni bir şeriat getirmiş ise, kendinden önceki şeriatları neshettiğini söylemiş olur. Böylece bütün peygamberlerin şeriatlarında neshin olabileceği hükmü mutlaka yer almıştır. Yahudiler ise neshi hiç kabul etmezler. Bu sebeple yahudilerin, Hazret-i İbrahim'in dininde olmadıkları sabit olmuş olur. Binâenaleyh yahudi ve hristiyanların, Hazret-i İbrahim'in bir yahudi veya bir hristiyan olduğu iddiaları geçersiz olmuş olur. Âyetten kastedilen işte budur. Allah en iyi bilendir. 66Âyetin tefsiri için bak:68 67Âyetin tefsiri için bak:68 68"İşte siz onlarsınız ki hakkında (biraz) bilginiz olan hususta (haydi) çekiştiniz (diyelim. Ya) hiç bilginiz olmayanlar hakkında hâlâ niçin çekişip duruyorsunuz? Halbuki Allah bilir, siz bilmezsiniz. İbrahim ne bir yahudi ne de bir hristiyandı. Fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı. O, müşriklerden de değildi. Gerçekte İbrahim'e insanlardan en yakın olan, herhalde ona tabî olanlarla, şu peygamber ve iman edenlerdir. Allah o iman edenlerin yardimcısıdır" . Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: Birinci Mesele Âsim, Hamza ve Kisâî, med ve hemze ile şeklinde; Nâfî ile Ebû Amr, hemzesiz ve medsiz olarak, fakat sakin elifi gösterecek şekilde; İbn Kesir ise hemzeli fakat medsiz olarak vezninde şeklinde; İbn Âmir de hemzesiz fakat med ileşeklinde okumuşlardır. Hemze ve meddi belirterek okuyanlar kelimeleri aslı üzere okumuşlardır. Çünkü bu tafız, birisi diğeri de olan iki ayrı kelimedir. Bu ifâdeyi medsiz ve hemzesiz okuyanlar ise, kelimenin aslını bozmamak suretiyle, tahfif (kolaylık olsun) diye böyle okumuşlardır. İkinci Mesele Âlimler lafzının aslının ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Buna göre nin bir tenbih edatı, asıl kelimenin de (sizler) olduğu veya bu ifâdenin aslının (sizler mi) şeklinde olduğu, Arapların (suyu akıttım) şeklindeki kullanışları gibi, birinci hemzenin he harfine dönüşmüş olduğu söylenmiştir. Âyetteki (......) kelimesi, kesre üzere mebnîdir. Bunun aslı ise şeklidir. Başına tenbih hâ'sı gelmiştir. Bu, hem med ile, hem de medsiz okunur. Buna göre şayet, "Âyetteki (......) lafzındaki (sizler) lafzının haberi nedir?" denilir ise, biz deriz ki: Bu hususta şu üç görüş ileri sürülmüştür: a) Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu lafzın başındaki hâ, tenbih için getirilmiştir (......) kelimesi mübteda, (......) kelimesi onun haberidir sözü ise, birinci cümleyi açıklayan müste'nef bir cümledir. Buna göre mâna şöyledir: "Sizler o ahmak şahıslarsınız. Sizin ahmaklığınız ve kıt akıllılığınızın delili şudur: Siz, haydi diyelim ki hakkında biraz bilginiz olan hususta çekişiyorsunuz. Ya daha niçin, hiç bilginiz olmayan hususlarda çekişiyorsunuz?" b) Buradaki (sizler) kelimesi mübtedamânasında olan (......) kelimesi ise onun haberi, bu kelimeden sonra gelen cümle de sıla cümlesidir. c) (......) kelimesi mübteda (......) kelimesi atf-ı beyân, , cümlesi ise haber olup, takdir şöyledir: "Sizler, ey şu kimseler, ... çekiştiniz..." Üçüncü Mesele Âyetteki, "Bilginiz olan hususta çekiştiniz" buyruğundan murad şudur: Onlar Tevrat ve İncil'in şeriatlarının, Kur'ân'ın şeriatına muhalif olduğunu sanıp, bunu iddia etmişlerdir. Binâenaleyh onlara, "Hakkında bilginiz olmayan hususlarda nasıl çekişiyorsunuz? Hakkında bilginiz olmayan bu husus da Hazret-i İbrahim'in şeriatının, Hazret-i Muhammed'in şeriatına muhalif olduğunu iddia etmenizdir" denilmiştir. Sonra Cenâb-ı Allah'ın, "İşte sizler onlarsınız ki hakkında bilginiz olan hususta çekiştiniz..." buyruğunun şu mânaya olması da muhtemeldir: Allahü teâlâ onları gerçek manada "ilim" ile tavsif etmemiştir. Ancak şu mânayı murad etmiştir: "Sizler, bildiğinizi iddia ettiğiniz hususlarda onunla çekişmeyi mümkün görüp uygun kabul ettiniz. O halde, hakkında kesinlikle bilginiz olmayan hususlarda onunla çekişebiliyorsunuz. "Sonra Hak teâlâ bu hususu "Halbuki Allah, bu şeriatların birbirlerine uyup uymadıklarını bilir siz, bu durumların nasıl olduğunu bilemezsiniz" diyerek ortaya koymuştur. Sonra Cenâb-ı Allah, bu hususu daha açık izah ederek "İbrahim ne bir yahudi, ne de bir hristiyandı" buyurmuş ve onları Hazret-i İbrahim'in kendi dinlerinden olduğu iddialarında yalanlamıştır. Daha sonra "Fakat O, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı" buyurmuştur ki, âyetteki "Hanîf" kelimesinin ne demek olduğu Bakara sûresi'nde geçmişti (Bakara, 135). Daha sonra da "O, müşriklerden de değildi" buyurmuştur. Bu, Hazret-i İsa'nın ilâh olduğunu söyledikleri için hristiyanların. teşbih inancına kail oldukları için yahudilerin müşrik olduklarına bir tarizdir. - Eğer, "Siz, Hazret-i İbrahim'in İslâm dini üzere olduğunu söylemekle, onun inanç veya ahkâm (usûl veya furü) bakımından İslâm dini üzere olduğunu mu kastediyorsunuz? Eğer birincisini kastediyorsanız, bu sadece İslâm dinine mahsus bir durum değildir. Biz de bu mânada, Hazret-i İbrahim'in yahudi dininde yani, Hazret-i Musa'nın getirdiği din üzere olduğunu veya hristiyanların dini üzerine yani Hazret-i İsa'nın getirdiği hristıyanlık dini üzere olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü usûl (itikad) bakımından, peygamberlerin dinlerinin farklı olması caiz değildir. Eğer siz bu sözünüzle, Hazret-i İbrahim'in furû (ahkâm) bakımından İslâm dini üzerinde olduğunu kastediyorsanız, bu durumda Hazret-i Muhammed'in yeni bir şeriat üzere olmayıp, başka bir peygamberin getirdiği şeriatın uygulayıcısı olması gerekir Yine kesin olarak bilinen bir husus da şudur ki: Kur'ân'a göre ibâdet etmek, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) zamanında yok idi. Mesela, müslümanların namazında Kur'ân okuma meşru ve şart olduğu halde, Hazret-i İbrahim'in şeriatındaki namazda meşru değildir" denilir ise, biz deriz ki: Bu sözden maksadın, Hazret-i İbrahim'in usûl (itikad) bakımından İslâm dini üzere olması olabilir. Bundan kastedilen ise, Hazret-i İbrahim'in itikad bakımından, zamanımızdaki yahudi ve hristiyanların inançlarına uymadığını belirtmektir. Bundan Hazret-i İbrahim'in furû (ahkâm) bakımından İslâm dininde oluşunu kastetmek de murad edilmiş olabilir. Bu böyledir. Çünkü Allahü Teâlâ o furû ahkâmı, Hazret-i Musa'nın şeriatıyla neshetmiştir. Sonra Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında da, Hazret-i Musa'nın şeriatı, Hazret-i İbrahim zamanında mevcut olan şeriatı neshetmiştir. Bu izaha göre Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de şeriat sahibi olmuş olur. Sonra Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatının çoğu, Hazret-i İbrahim'in şeriatına uygun olup, pek azında muhalefet söz konusu olunca, bu az miktardaki muhalefet, uygunluk ve muvafakatin bulunmasına zarar vermez. Sonra Cenâb-ı Hak, "Gerçekte, İbrahim'e insanlardan en yakın olan, herhalde ona tâbi olanlarla şu peygamber ve iman edenlerdir" buyurmuş ve bu ifâdede, şu iki grup insandan bahsetmiştir: a) Hazret-i İbrahim'e daha önce tâbi olmuş olan kimseler. b) Hazret-i Muhammed ve diğer mü'minler. Sonra Cenâb-ı Hak "Allah, o iman edenlerin yardımasıdır" buyurmuştur. Yani, "Yardımı, desteği, muvaffak kılması, onları yüceltmesi ve onlara ikramda bulunmasıyla onların yardımcısı..." demektir. Ehl-i Kitap, Müslümanları Saptırmak İster 69"Ehl-i Kitab'tan bir zümre arzu etti ki, sizi bir şaşırtsalar.. Halbuki onlar kendilerinden başkasını şaşırtıp sapıtamazlar da, (bunun) farkına bile varamazlar" . Bil ki, Allahü Teâlâ, Hak'tan sapmanın ve hüccetleri kabul etmemenin, ehl-i kitabın vazgeçmedikleri bir yol olduğunu beyân edince onların bu kadarla yetinmeyip, aksine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiği halde, Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa'nın peygamberliğini de kabul ediyor" şeklindeki sözleriyle, ona iman eden kimselerin kalbine şüpheler atıp, onları haktan saptırma hususunda ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını da açıklamıştır. Yine Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Tevrât'da şeriatının sona ermeyeceğini haber vermiştir. Yine, (yahudilere göre) neshin varlığını kabul emek, "bedâ" neticesine götürür. Bundan yani âyetten maksat, mü'minleri, yahudilerin sözüne kanmamaları hususunda uyarmaktır. Bu ifâdenin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki, "Ehl-i kitaptan bir çoğu, Hak kendilerine besbelli olduktan sonra, içlerindeki hasedden ötürü, sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek hevesine düştü" (Bakara, 109) âyetiyle, "Onlar, kendilerinin inkâr ettikleri gibi sizin de küfredip onlarla beraber olmanızı arzu ettiler" (Nisa, 89) âyetidir. Bil ki buradaki, harf-i cerri bâziyyet ifade eder. Burada Cenâb-ı Hak ancak onların bir kısmını zikretmiş, bu hükmü onların hepsine teşmil etmemiştir. Çünkü onların içinde, iman etmiş olanlar da bulunmaktaydı. Allahü Teâlâ iman edenleri, "İçlerinde mutedil ve insaf sahibi olan bir zümre de vardır" (Maide, 66) ve "Ehl-i kitab'ın içinde kaim olan bir ümmet vardır ki, onlar gecenin saatlerinde secdeye kapanarak, Allah'ın âyetlerini okurlar" (Âl-i İmran, 113) diyerek medhü sena etmiştir. Bu âyetin Muâz, Ammâr İbn Yasir ve Huzeyfe hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Çünkü, yahudiler bu şahısları kendi dinlerine davet etmişlerdi. Cenâb-ı Hak, "sizi saptırmak..." buyurmayıp da "Keşke sizi bir saptırsalar" buyurmuştur. Çünkü (......) edatı, temennî içindir. Zira, senin "keşke şöyle olsaydı" sözün, bir temenni ifâde etmektedir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlardan her biri arzu eder ki, keşke bin yıl yaşatılsa.." (Bakara, 96) âyetidir. Hak teâlâ sonra, "Halbuki onlar, kendilerinden başkasını şaşırtıp sapıtamazlar" buyurmuştur ki, bu da birtakım mânalara muhtemeldir: a) Başkalarını saptırmaya yönelmiş olmalarından dolayı ilahî cezaya müstehak olmaları sebebiyle, onların kendi nefislerini helak etmeleri... Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Onlar bize zulmetmemişler, ama kendi kendilerine zulmetmişlerdi" (Bakara, 57), "Onlar muhakkak ki, kendi yüklerini ve, o yükleriyle beraber daha nice yükleri de bizzat yüklenip taşıyacaklar..." (Ankebut, 13) ve "Çünkü onlar kıyamet gününde kendilerinin günah yüklerini eksiksiz taşıdıktan başka, saptırdıkları bilgisiz kimselerin veballerinden bir kısmını da yükleneceklerdir. Dikkat et ki, onların yüklenecekleri bu yükler ne kötüdür" (Nahl, 25) âyetleri gibidir. b) Onların kendilerini hidâyet ve hak bilgisinin haricinde bırakmaları.. Çünkü, hidâyetten uzaklaşan kimse, "sapıtmış" diye vasfedilir. c) Onlar, mü'minleri saptırmak için ellerinden geleni yapıp, sonra mü'minler de onlara iltifat etmeyince, onların eli boşa çıkmış, bundan bir netice alamayarak hüsrana uğramışlardır. Çünkü onlar birşeye inanmışlar, daha sonra durum onların tasavvur ettiklerinin aksine ortaya çıkmıştır. Daha sonra Hak teâlâ "(Bunun) farkına bile varamazlar, " Yani, "Bunun mü'minlere değil, kendilerine zarar verdiğini bilemezler" buyurmuştur. Ehl-i Kitap, Hazret-i Peygamberi Bile Bile İnkâr Ediyor 70"Ehl-i kitap, kendiniz görüp bilip dururken, Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?" . Bil ki, Allahü Teâlâ, Tevrât'da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine delâlet eden delillerin farkında olmayan taifenin durumunu beyân edince, onların bu delilleri bilen kısmı olan âlimlerinin de hâlini beyân ederek, "Ey ehl-i kitap, Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?" buyurmuştur. Bu hitapda birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Âyetteki (......) (niçin?) suâlinin aslı (......)'dır. Çünkü buradaki (......) istifham için gelmiş olan (......)'dır. Başına lâm harfi gelmiş olduğu için, hafiflik olsun diye (......)daki elif düşmüştür. Bir de, harf-i cer, bu eliften bir bedel gibi olmuştur. Ayrıca o, kelimenin sonunda gelmiştir ki (......)deki fetha da buna delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın "Birbirlerine ne hakkında sorup duruyorlar?" (Nebe. 1) ve "Bu müjdeyi neye istinâden yapıyorsunuz?" (Hicr. 54), sualleri de böyledir. Bu harfler üzerinde vakfetmeki şeklinde, hâ harfi ile yapılır. İkinci Mesele Ayetteki "Allah'ın âyetlerini" lafzıyla ilgili birkaç görüş bulunmaktadır: Birinci görüş: Bundan murad, Tevrat ve İncil'de varid olmuş olan âyetlerdir. Buna göre, bu lafız hakkında birkaç ihtimal bulunmaktadır: a) Bunlar, bu iki kitapta bulunan, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ilgili müjdelerdir. b) Bunlar, bu iki kitapta bulunan, Hazret-i İbrahim'in müslüman bir Hanîf olduğu hususundaki ifâdelerdir. c) Bunlar, bu kitaplarda, gerçek dinin İslâm olduğunu gösteren ifâdelerdir. Bil ki, bu açıklamalara ihtimâli olan bu görüşe göre diyebiliriz ki "âyetleri inkâr etmek" ifâdesinin iki mânaya gelmesi muhtemeldir. a) Onlar, Tevrat'ı değil, bilâkis Tevrat'ın delâlet etmiş olduğu şeyi inkâr ediyorlardı. Buna göre, mecaz yoluyla, delilin ismi medlule itlâk edilmiştir. b) Onlar, Tevrat'ın bizzat kendisini inkâr ediyorlardı, çünkü onlar, Tevrat'ı tahrif ediyor ve Tevrat'ta, Hazret-i Muhammed'in peygamberliğine delâlet eden bu gibi âyetlerin mevcudiyetini inkâr ediyorlardı. Hak teâlâ'nın buyruğunun, bu izaha göre mânası şudur: "Onlar, müslümanların ve avam tabakalarının yanında bulunduklarında, Tevrat ve İncil'in, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine delâlet eden âyetleri ihtiva ettiğini inkâr ediyorlar; sonra birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise, Hazret-i Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğuna şehâdet ediyorlardı. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendiniz şahidler olduğunuz halde, (niçin) onda bir eğrilik aramaya yelteniyorsunuz..." (Âl-i Imran, 99) âyetidir. Bil ki, âyeti bu anlayışa göre tefsir etmek, bu âyetin gaybden bir haber vermeyi ihtiva ettiğine delâlet eder. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, kendi içlerinde gizleyip de aksini haber verdikleri şeyi bildirmiştir. Şüphesiz, gaybden haber vermek bir mu'cizedir. İkinci görüş: Bu âyetlerden murad, Kur'ân-ı Kerim'dırsözünün manası da şudur: "Siz, Kur'ân'ın bir mu'cize olduğunu avam insanlar yanında inkâr ediyor, ama sonra kalbleriniz ve akıllarınızla, onun bir mu'cize olduğuna şehâdet ediyorsunuz..." Üçüncü görüş: Bu âyetlerden murad, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinde zuhur eden bütün mu'cizelerdir. Bu görüşe görebuyruğunun mânası şudur: Siz, diğer peygamberlerin elinde zuhur eden mu'cizelerin, onların doğruluklarına delâlet ettiğini kabul ediyorsunuz... Zira mu'cize, Cenâb-ı Hak tarafından tasdik edilme yerine geçer. O halde siz, mu'cizelerin, bu açıdan diğer peygamberlerin sıdkına delâlet ettiğine şehadette bulununca, bunun Hazret-i Muhammed hakkında da söz konusu olduğuna da şehadette bulunmuş oluyorsunuz. Binâenaleyh, Hazret-i Muhammed'in nübüvvet ve risâletini inkâr etmekte ısrar etmeniz, mu'cizelerin, diğer peygamberlerin doğruluklarına delâlet etme konusunda hak ve gerçek olduklarını itiraf etmenizle çelişmekte, tezâd teşkil etmektedir. 71"Ey Ehl-i Kitap, niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyor, gerçeği gizliyorsunuz? Halbuki siz, bunu biliyorsunuz..." . Bil ki, yahudi âlimlerinin tutmuş olduğu iki yol bulunmaktaydı: a) Onlar, kalbleriyle Hazret-i Muhammed'in Allah katından görevlendirilmiş bir hak peygamber olduğunu bildikleri halde, O'nun peygamberliğini inkâr ediyorlardı. Allahü Teâlâ birinci âyette, onları bu davranış şeklinden nehyetmiştir. b) Onlar, şüpheler meydana getirmek, delil ve beyyinâtı da gizlemek hususunda çalışıp çabalıyorlardı. Allahü teâlâ bu ikinci âyette de, onları bu davranıştan nehyetmiştir. Buna göre birinci davranış şekli, azgınlık ve sapıklık makamıdır; ikinci makam ise, başkalarını azdırma ve saptırma makamıdır. Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: Birinci Mesele (......) kelimesi, şeddeli olarak şeklinde de okunmuştur. Yahya İbn Vessâb, bu kelimeyi, bâ harfinin fethasıyla (......) şeklinde okumuştur. Yani, "Niçin, hakka bâtılı giydiriyorsunuz?" şeklinde... Bu, Hazret-i Peygamber'in şu hadisi gibidir"... Yalanın iki elbisesini giyen kimse gibidir." Şair de şöyle demiştir "O, mecd ü şeref ile ridâlanıp, onu izârgibi kuşandığında..." İkinci Mesele Bil ki, hakkı gizlemeye gayret eden kimse için bu hususta şu iki yolun dışında başka bir yol yoktur, a) Ya, bâtıla götüren bir şüphe atmak, b) Veyahut da, hakka delâlet eden delili gizlemek.. Âyetteki, "Niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyorsunuz?" kısmı birincisine; "ve gerçeği gizliyorsunuz" kısmı ise, ikincisine işarettir. Hakkı bâtıl ile karıştırma, burada birkaç mânaya gelmektedir: 1- Tevrat'ı tahrif etmek... Onlar, münezzel, vahyedilmiş âyetleri, muharref ve uydurma şeylerle karıştırıyorlardı. Bu görüş, Hasan el-Basrî ve İbn Zeyd'den rivayet edilmiştir. 2- Onlar, insanları şüphelendirmek için, günün başlangıcında müslüman olduklarını söyleyip, günün nihâyetinde de İslâm'dan rücû etmek hususunda aralarında anlaşmışlardı.. Bu görüş de, İbn Abbas ve Katâde'den rivayet edilmiştir. 3- Tevrat'da, hem Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine delâlet eden müjde, sıfat ve vasıfların bulunması, hem de bunun zıddını vehmettiren şeylerin bulunmasıdır. Binâenaleyh bu, muhkem ve müteşabih gibi olmuştur.. Böylece onlar, tıpkı müşebbihe'den çoğunun yaptığı gibi, bu iki tür şeyden birisini diğerine karıştırmak suretiyle, zayıf inançlı olanlara meseleyi tersyüz göstermeye uğraşıyorlardı. Bu, Kadr'nin görüşüdür. Onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Musa'nın hak olduğunu itiraf ettiğini ve sonra "Tevrat'ın da Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın şeriatının neshedilmediğine delâlet ettiğini söylüyorlardı. Bütün bunlar ortaya şüphe atmaktır. Hak teâlâ'nın, "Gerçeği gizliyorsunuz" ifâdesinden murad şudur: Tevrat'ta Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine delâlet eden mevcut âyetlerle istidlalde bulunmak tefekkür ve teemmüle muhtaçtır. Zamanımızdaki bid'at ehlinin, muhakkik âlimlerin delillerinin, kendilerine tâbi olan avamdan kişilere ulaşmaması için ellerinden geleni yapmaları gibi, yahudi âlimleri de bu istidlalin tamamlanacağı o lafızları gizleme hususunda gayret sarf ediyorlardı. Hak teâlâ'nın "Halbuki siz, bunu biliyorsunuz" buyruğu ile ilgili şu izahlar yapılmıştır: a) Sizler, bunu inâd ve hasedinizden dolayı yaptığınızı biliyorsunuz. b) Cehalet ve hurafe erbabı değil, ilim ve marifet erbabı olan sizler bunu biliyorsunuz. c) Bu gibi işleri yapanlara verilecek cezanın büyük olduğunu biliyorsunuz. Üçüncü Mesele Kâdî, "Hak teâlâ'nın, "Niçin Hakkı bâtıl ile karıştırıyor, gerçeği gizliyorsunuz?" ve "Niçin inkâr ediyorsunuz?" sualleri, bu işlerin kullara âit fiiller olduğunu gösterir. Çünkü Allahü teâlâ'nın bu fiilleri kullarda yaratıp, sonra da "niçin yaptınız?" demesi caiz değildir" demiştir. Kâdî'nin bu görüşüne şu şekilde cevap veririz: Fiil bir sebebe dayanır. Binâenaleyh o sebebin eğer bir muhdis (meydana getiren) olmadan kendiliğinden meydana geldiğini kabul edecek olur isek hiçbir yaratıcı olmadığını söylemiş oluruz. Yok eğer o sebebi icâd edip meydana getirenin kulun kendisi olduğunu kabul edersek bu durumda kul diğer bir irâdeye muhtaç olmuş olur. Eğer o sebebin icâd edip yaratıcısının Allah olduğunu söylersek, aleyhimize söylediğiniz şey, sizin aleyhinize de söz konusu olur. Allah en iyi bilendir. Yahudi Taktiklerinden: Önce İnanıp Sonra İslâm'dan Caymak 72"Ehl-i Kitap'tan bir güruh (şöyle) dedi: "Mü'minlere indirilen (Kur'ân'a) gündüzün evvelinde inanın, gündüzün sonunda ise inkâr edin. Olur ki (onlar dinlerinden) dönerler" . Bil ki, Allahü teâlâ, hakkı bâtıl ile karıştıran yahudilerden bahsedince, bunun peşisıra onların karıştırmalarının bir şeklini anlatmıştır. İşte bu şekil, bu âyette bahsedilen husustur. Bu âyette ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Onların birbirlerine, "Mü'minlere indirilen (Kur'ân'a) gündüzün evvelinde İnanın.." demeleri ile ilgilidir. Bu sözden maksat, indirilenin tamamı olabileceği gibi, indirilen âyetlerin bir kısmı da olabilir. Birinci ihtimale göre şu izahlar yapılmıştır: a) Yahudi ve hristiyanlar, İslâm'ın doğruluğu meselesinde, zayıf itikatle müslümanları şüpheye düşürmek için hilelere başvurmuşlardı. Bu da, yahudilerin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilen şeriatı, bazı zamanlarda kabul etmeyi, bazan da inanmayı müteakip onu tekzib etmeyi, yalanlamayı izhar etmeleridir. Çünkü insanlar, (zayıf müslümanlar) onların bu yalanlamalarını görünce, "Bu tekzîb, haset ve inattan dolayı değildir; aksi hâlde böyle olsaydı, onlar ta başında onu tasdik etmezlerdi.. Bu tekzîb haset ve inattan dolayı yapılmadığına göre, bunun, Ehl-i Kitabın Hazret-i Muhammed'in durumunu iyice düşünerek, değerlendirdikleri O'nun nübüvvetinin delillerini iyice araştırmaları, böylece de bu tam tefekkür ve eksiksiz incelemelerinden sonra, O'nun bir yalancı olduğu ortaya çıktığı için yapılmış olması gerekir..." derler. Böylece bu yol, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin sıhhati konusunda müslümanların zayıfları yönünden bir şüphe sebebi olmuş olur. Hayber yahudilerinin âlimlerinden oniki kişinin bu metod üzerinde ittifak ettikleri de söylenmiştir sözünün mânası, "Biz şüpheyi onların kafalarına attığımızda, belki Muhammed'in taraftarları O'nun dininden bu yola dönerler ve vazgeçerler" demektir. b) Âyetin mânasının şöyle olmasıdır: "Yahudilerin ve hristiyanların âlimleri birbirlerine şöyle demişlerdir: Ehl-i Kitâp'tan din kardeşlerinizle başbaşa kaldığınız zaman dininizde sebat etmeniz şartıyla, münafıklık yapıp mü'minlere uyduğunuzu gösterin. Çünkü böylece mü'minler bir kararsızlık içine düşerler ve zaman içerisinde sizler de onlara karşı münafıklığı sürdürürsünüz. Böylece durumları zayıflayıp dinleri yok olup gider ve onlar yine sizin dininize dönmüş olurlar." Bu, Ebu Müslim el-İsfehânî'nin görüşüdür. Bunun böyle olduğuna şu iki husus da delalet eder: 1- Cenâb-ı Hak, "Hakikaten imân edip küfre sapanlar, sonra yine iman edip küfre dönenler..." (Nisa. 137) buyurup, bunun peşinden de "Münafıkları müjdele..." (Nisa. 138) buyurmuştur ki, bu "Onlar imân edenlere kavuştukları zaman "inandık" derler. Şeytanlanyla başbaşa kalınca ise, "emin olun, biz sizinle beraberiz. Biz ancak istihza ediyoruz" derler" (Bakara, 14) âyeti gibidir. 2- Allahü teâlâ, bu âyetin peşinden "Dininize tâbi olandan başkasına inanmayınız" buyurmuştur. Bu ifâde, onların üzerinde oldukları dinden başka bir dine girmekten nehyedildiklerine delâlet eder. Böylece de "gündüzün evvelinde inanın" ifâdesi, nifakı emretme olmuş olur. c) Esamm şöyle der: "Yahudiler birbirlerine, "Eğer Muhammed'i her getirdiği şeyde yalanlarsanız, sizin câhilleriniz yalancı olduğunuzu anlarlar. Çünkü O'nun getirdiği şeylerin pek çoğu haktır. Fakat O'nun getirdiği şeylerin bir kısmını kabul edip, bir kısmını inkâr ederseniz, câhil halk sizin onu yalanlamanızın, inadınızdan dolayı değil, adaletinizden dolayı olduğunu zanneder, böylece de sözlerinizi kabul ederler" demişlerdir." İkinci ihtimal, "Mü'minlere indirilene gündüzün evvelinde inanın, gündüzün sonunda ise inkâr edin" âyetinin, Allah'ın indirdiği Kur'ân âyetlerinin bir kısmı ile ilgili olmasıdır. Bu görüşü savunan âlimler, bunun kıble meselesi ile ilgili olduğunu söylemiş ve bu hususta şu iki izahı zikretmişlerdir: a) İbn Abbas, âyet-i kerimedeki "gündüzün evvelinde"n maksadın, sabah namazı; "sonunda"n maksadın da öğlen namazı olduğunu söylemiştir ki, bunun izahı şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine'ye geldikten sonra Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmaya başladı. Yahudiler bu durumdan son derece memnun olarak, bunun devam etmesini arzu ettiler. Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygamberi, kıble olarak Ka'be'ye çevirmesi, bir öğle namazı esnasında oldu. Bunun üzerine Ka'b İbn Eşref ve başkaları "Mü'minlere indirilene gündüzün evvelinde inanın, gündüzün sonunda ise inkâr edin." Yani, "Muhammed'in yönelip sabah namazını kıldığı kıbleye inanın. Çünkü bu, haktır. Yönelip öğle namazını kıldığı kıbleyi ise inkâr edin" demişlerdir ki âyette bahsedilen inkâr ettikleri "gündüzün sonu" işte budur. b) Kıble Ka'be'ye çevrilince, bu yahidilere zor ve ağır geldi. Bundan dolayı birbirlerine, "Gündüzün evvelinde Ka'be'ye doğru namaz kılın, gündüzün sonunda da bu kıbleyi inkâr ederek, Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılın. Böylece o müslümanlar: "Ehl-i Kitap İlim sahibi insanlardır. Eğer onlar bu kıblenin bâtıl olduğunu anlamasalardı, bunu bırakıp Beyt-i Makdis'e dönmezlerdi" derler ve o kıblelerini bırakıp Beyt-i Makdis'e dönerler" diyorlardı. İkinci Mesele Allahü teâlâ'nın, o yahudilerin bu hile üzerinde ittifak edişlerini haber vermiş olmasının şu faydaları vardır: 1- Bu hile, onların kendi içlerinde sır tuttukları, hiçbir yabancının bilmediği bir oyun idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu haber verince, bu gaybtan bir haber verme olmuştur. Binâenaleyh bir mu'cizedir. 2- Allahü teâlâ, mü'minleri, yahudilerin böyle bir hile üzerinde anlaştıklarından haberdar ettiği için, bu hilenin mü'minlenn kalplerinde hiçbir tesiri olmamıştır. Eğer böyle bir bildirme olmasaydı, bu hile, iman ve itikadları henüz zayıf olan bazı kimselerin kalplerinde etkili olabilirdi. 3- Yahudiler, bu hileleri ortaya çıkarılarak rezil ve rüsvay edildiği için, bu, bir nev'i onları bu gibi hile ve oyunlara yeltenmekten caydırma olmuştur. Üçüncü Meslele Âyette geçen "veche'n nehâr", "gündüzün evveli" manasınadır. Arapça'da "vech", "herşeyin insana bakan tarafı ve yüzü" mânâsındadır. Çünkü insanın baktığı şeyde ilk karşılaştığı budur. Nitekim elbisenin görünen tarafına da "vechü's-sevb" denilir. Sa'leb, İbnü'l-A'rabi'nin, "gündüzün evveli" manasına "Ona gündüzün evvelinde geldim" dediğini rivayet etmiştir. Rebî İbn Ziyad da şiir olarak şöyle demiştir: "Kim Mâlikin öldürülmesinden sevinç duyar ise, kadınlarımıza gündüzün evvelinde gelsin." 73Âyetin tefsiri için bak:74 74"Ve dininize tâbi olandan başkasına inanmayın. (Habibim onlara) de ki: " Şüphesiz hidayet Allah'ın hidâyetidir."(O güruh şöyle derler:) "Size verilenin benzerinin başka birisine de verildiğine veya o (müslümanların) Rabb'iniz indinde size karşı hüccetler getireceğine (inanmayın)." De ki: "Lütf-u inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi hakkıyla bilendir. O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük lütuf sahibidir" . Müfessirler, âyetin başındaki ifâdenin, yahudilerin sözünün sonu olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu hususta şu iki İzah yapılmıştır: a) Mânâ, "Tevrat'ın ahkâmını kabul etmeyen hiçbir peygamberi kabul etmeyin. Tevrat'ın herhangi bir hükmünü değiştiren peygamberleri de kabul etmeyin" şeklindedir. İşte bu, yahudilerin bugüne kadar sürdürdükleri tutumlarıdır. Bu izaha göre, âyetteki "Tâbi olana" ifâdesindeki lâm harfi, zaide olur. Çünkü, meselâ (falancayı tasdik ettim) denilir, ama denilmez. Bu lâm harfinin zaide olması caizdir. Bu, tıpkı (Neml, 72) âyeti gibidir ki bu (ensenize binmek üzeredir) mânasındadır. b) Allahü teâlâ, bu âyetten önce, "gündüzün evvelinde inanın, gündüzün sonunda inkâr edin" sözünü zikretmiş, daha sonra bu âyette ise, "ve dininize tâbi olandan başkasına inanmayın.." yani, "ancak dininize tabî olanlar için böyle bir imânı gösterin" sözünü getirmiştir. Sanki onlar şöyle demişlerdir: "Meseleleri tersyüz etmekten maksadımız ancak, dinde size uyanların dininiz üzere devam etmelerini temin etmektir." Buna göre, "Ancak dininize tâbi olanlar için böyle bir imam gösterin" ifâdesi "Herkesin gayesi, kendine tabî ve taraftar olanları, taraftar olarak muhafaza etmektir" mânâsındadır. Sonra Cenâb-ı Allah, "De ki: "Şüphesiz hidayet Allah'ın hidâyetidir" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), bu tabirin "Din, Allah'ın dinidir" mânasına geldiğini söylemiştir. Bunun bir benzeri de Bakara süresindeki "De ki, şüphesiz hidâyet Allah'ın hidâyetidir" (Bakara, 120) âyet-i kerimesidir. Bil ki bu sözün, Cenâb-ı Hakk'ın o yahudilerden naklettiği şeye, nasıl bir cevap teşkil ettiğini mutlaka izah etmek gerekir. Biz deriz ki: Birinci izaha göre, -ki bu onların kendi dinlerinden başka bir din olmadığını söylemiş olmalarıdır-bu söz, şu cihetten onlara cevap teşkil edebilir: Onların tabi oldukları yolun din olması, Allah'ın emredip bildirmesi ve ona uyulmasını emretmesi ile olmuştur. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hak bundan sonra başka bir dini emredip, insanları ona sevkedince ve o dine uymayı gerekli kılınca, bu dinin peygamberi her nekadar önceki dine uymasa da, kendisine uyulması gereken bir peygamber olmuş olur. Çünkü bu din de, Cenâb-ı Hakk'ın hükmü ve hidâyeti ile bir din olmuştur. Bu din Cenâb-ı Hakk'ın hükmüyle olunca, bu dine uymak gerekir. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, onların görüşlerine bir cevap olarak, "Onları, üzerinde durdukları kıblelerinden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: 'Doğu da Allah'ındır, batı da" (Bakara, 142) buyurmasıdır. İkinci izaha göreyse mâna, "Hidâyet, şüphesiz ancak Allah'ın hidâyetidir. Ben size işte bunu getirdim.. Dolayısıyla, bu hidâyeti def etme konusundaki bu zayıf tedbir ve tuzağınızın (müslümanlara hiçbir zararı), size de hiçbir faydası olmayacaktır" şeklindedir. Sonra Cenâb-ı Hak, (O güruh şöyle derler): "Size verilenin benzerinin başka birisine de verildiğine veya o (müslümanların) Rabb'imiz katında size karşı hüccetler getireceğine (inanmayın)" buyurmuştur. Bil ki bu âyet, zor ve müşkil olan âyetlerdendir. Buna göre biz deriz ki, bu ifâde ya Allah'ın sözü cümlesindendir, veyahut da yahudilerin sözü cümlesinden olup, onların, "Ve, dininize tâbi olandan başkasına inanmayın" şeklindeki sözlerinin bir tetimmesi (devamı)dır. Bu iki ihtimalden her birini benimsemiş olan müfessirler bulunmaktadır. Birinci ihtimal: Bu ihtimal hakkında birkaç vecih bulunmaktadır: a) İbn Kesir, istifham olmak üzere, elif harfini çekerek, (......) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, elifin fethası, medsiz ve de istifham mânâsını kastetmeksizin (......) şeklinde okumuşlardır. Eğer İbn Kesir'in kıraatini alacak olursak, bu durumda bunun mânası açıktır. Çünkü buradaki istifham "tevbîh" kınama ve azarlama için getirilmiştir. Bu, Hak teâlâ'nın, "Mal ve oğullar sahibi olmuş diye, karşısında âyetlerimiz okunduğu zaman o, "evvelkilerin masalları" demiştir" (Kalem, 14-15) âyetleri gibidir. Buna göre mâna, "Size verilmiş olan şeriatın benzeri bir başkasına da verildiği için mi, ona tâbi olmayı kabul etmiyorlar?" şeklindedir. Sonra, ihtisar gayesiyle bu sorunun cevâbı hazfedilmiştir ki, böylesi hazifler çokça yapılmaktadır. Nitekim bir kimse, birisine çokça ihsan ve lütufta bulunduktan sonra, önün işlemiş olduğu hataları sayıp döküp bundan dolayı onu uzun uzadıya kınadıktan sonra, "Sana olan ihsanımın azlığından mı? Seni küçümsediğini için mi?" der. Bunun mânası şudur: "Bunun için mi sen, bu yaptıklarını yaptın?" Şunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa o, âhiretten korkarak, Rabb'inin rahmetini umarak, gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir halde tâat ve ibâdet eden kimse (gibi) midir?" (zûmer. 9) âyetidir. Bu izah şekli, Mücâhid ve İsa İbn Ömer'den rivayet edilmiştir. (......) deki elifi kasr ederek okuyan kimsenin kıraatine gelince, bu âyeti yine istifham mânasına hamletmek mümkün olur. Nitekim, "Onları uyarsan da uyarmasan da onlara birdir" (Bakara, 6) âyet-i kerimesi hem med ile, hem de kasr ile okunmuştur. Aynı şekilde "Mal ve oğullar sahibi olmuş diye" (Kalem, 14) âyeti de, hem med, hem de kasr ile okunmuştur. Şair İmriu'l-Kays da şöyle demiştir: "Mahalleden aksam mı ayrılıyorsun, yoksa sabah erkenden mi? Neyin var, niye beklemedin (beklemiyorsun?)" Yani "Mahalleden akşam mı ayrılıyorsun?" demek istemiştir. Böylece istifham elifi hazfedilmiştir. Bu kıraatin istifham mânâsına ihtimali olunca, âyetin takdiri, bizim birinci kıraat hususunda yapmış olduğumuz açıklamanın aynısı olur. b) O yahudiler kendi taraftarlarına, "sizin dininize tâbi olanlardan başka hiç kimseyi tasdik edip inanmayın!" dediklerinde, Allahü Teâlâ peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu iddiadaki yahudilere şöyle demesini emretmiştir: "Hidâyet, ancak Allah'ın hidâyetidir. O halde, size verilen hidâyetin aynısının sizin dışınızda kalan bir kimseye verilmesini veyahut da, eğer sizler bunu onlardan kabul etmezseniz, o müslümanların bununla Rabb'inizin katında sizinle münakaşa edip hüccet getirmelerini yadırgamayınız!" Bu ikinci açıklamaya göre söylenebilecek en son söz şudur: Bu izah "Binâenaleyh yadırgayıp inkâr etmeyiniz.." sözünün takdir edilmesini gerektirir. Çünkü bu sözün takdir edilmesine, Hak teâlâ'nın, "Hidayet ancak Allah'ın hidâyetidir" buyruğu delâlet etmektedir. Zira, hidâyet ancak Allah'ın hidâyeti olunca, Allah o hidâyeti, kullarından dilediği kimseye verecektir. Böyle olunca da, onu inkâr etmemek gerekir. Semûd kavmine gelince: c) Hidayet; açıklama yapmaya, beyan etmeye verilen bir isimdir. Bu Hak teâlâ'nın: "Semud kavmine gelince: Biz onlara doğru olan yolu gösterip açıkladık, ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler" (Fussilet, 17) âyetindeki mâna gibidir. Buna göre "Muhakkak ki, hidayet.." kelimesi mübteda "Allah'ın hidâyeti" sözü ondan bedel; (......) ifâdesi de, başına (......) harfi getirilerek mübtedânın haberidir. Buna göre âyetin takdirî manası: "Ya Muhammed, sen şöyle de: "Hiç şüphesiz Allah'ın beyânı, size verilmiş olan şeyin mislinin, başka hiç kimseye verilmemesi -ki o da dinlerin en üstünü olan İslâm dinidir- ve, o yahudilerin âhirette, Rabb'inizin huzurunda sizinle cedelleşmemeleridir. Çünkü, âhirette sizin hakka isabet etmiş olduğunuzu, kendilerinin ise sapıtmış olduklarını iyice bilmiş olacaklardır" de!" Bu tev'ilde, sadece bir (......) harfinin takdir edilmesi gerekir ki, bu caizdir. Bu, Hak teâlâ'nın (Nisa, 176) ayeti gibidir. Yani (......) takdirinde olup "şaşırmayasınız diye Allah size açıklıyor" demektir. d) (......) kelimesi isimdir; lafzı ondan bedel kısmı da onun haberidir. Buna göre kelamın takdiri: "Muhakkak ki Allah'ın hidâyeti, size verilen şeyin aynısının bir başkasına verilmesidir" şeklindedir. Bu te'vile göre Hak teâlâ'nın ifadesinde, mutlaka bir takdir yapmak gerekir. Buna göre takdir, "Onlar, sizinle Rabb'inizin katında cedelleşip hüccet getirirler de, böylece Rabb'iniz onların aleyhine olarak sizin lehinize hükmetmiş olur" şeklinde olur. Buna göre mana, "Hidâyet, sizi kendisine hidâyet etmiş olduğum İslâm dinidir. Binâenaleyh, bu din hususunda kim benim huzurumda sizinle hüccetleşmeye kalkışırsa, onun aleyhine, sizin de lehinize olmak üzere hükmederim" şeklindedir. Hak teâlâ'nın ifadesi, takdirin bu şekilde yapılacağını gösterir. Çünkü, Allah'ın, müslümanların Rabb'i olduğuna dair hüküm vermiş olması, O'nun o müslümanlardan razı olduğuna delâlet eder. Bu da, Allah'ın o müslümanların lehine hükmedip, aleyhlerine hükmetmeyeceğini ihsas eder. İkinci ihtimal: Hak teâlâ'nın, "Size verilenin benzerinin başka birisine de verildiğine.." ifâdesi, yahudilerin sözlerinin bir tetimmesi (devamı) olmasıdır. Buna göre bu âyette bir takdim ve tehirin bulunması söz konusudur. Buna göre kelamın takdiri, "Size verilmiş olan şeyin bir mislinin sizden başka birisine verileceği veya onlar, Rabb'inizin katında sizinle cedelleşeceği için, dininize tâbi olandan başkasını tasdik etmeyiniz, inanmayınız.. (Ey Habibim) "hidâyet, ancak Allah'ın hidâyetidir. Lutf-u inayet, Allah'ın elindedir, " de!" şeklindedir. Yani yahudiler şöyle demek istemişlerdir; "Sizin dininizde olanlar hariç, size verilen şeyin bir benzerinin bir başkasına da verilebileceğine dair inanç ve düşüncenizi izhâr etmeyin.. Size verilmiş olan ilahî kitabın bir mislinin de müslümanlara verildiğine dair olan tasdikinizi gizleyip, onu, müslümanların sebatını arttırmasın ve müşriklerin bu müslüman olmalarına yol açmasın diye, müslüman ve müşriklere değil sadece kendi dindaşlarınıza söyleyin." Hak teâlâ'nın, "Veya o, Rabb'iniz indinde size karşı hüccetler getireceklerine..." buyruğuna gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesine atıftır. O'nunsözündeki vâv harfinin mercii, âyet-i kerimede geçen ta lafzıdır. Çünkü (......) mâna bakımından cemidir. Buna göre mâna "Müslümanların, Kıyamet günü size karşı hüccet getirip Allah huzurunda size galip gelebileceklerine dair sırrınızı, sizin dışınızdakilere söylemeyin" şeklinde olur. Bana göre bu şekilde yapılan tefsir zayıftır. a) Yahudilerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dinini kabul etme hususunda kendi dindaşlarını kollayıp gözetme istekleri, onların, kendi tâbi ve taraftarları olmayanları kollayıp gözetme isteklerinden daha fazla ve daha ileridir. Binâenaleyh, onların birbirlerine, kendi dinlerinde olanların yanında, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dininin doğruluğuna delâlet eden o delilleri kabul ve itiraf edip, yabancıların yanındaysa böyle bir şeyden kaçınmaları nasıl uygun olabilir? Bu, son derece uzak bir ihtimaldir. b) Bu takdire göre, âyet-i kerimenin nazmı bozulur ve onda, fasih kimselerin sözlerine uygun düşmeyen bir takdim ve tehir bulunmuş olur. c) Bu takdire göre, mutlaka bir( hazf söz konusudur. Çünkü takdir, "De ki: Hidayet, ancak Allah'ın hidâyeti ve lutûf da, Allah'ın elindedir" şeklinde olur. Buna göre, Hak teâlâ'nın (......) ifâdesinin başındaki mukadder (......) ifadesi hazfedilmiş olur. d) Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu tek bir sözün iki cüzü arasında nasıl yer alabilmiştir? Hiç şüphesiz bu, doğru ve düzgün bir söz olmaktan, son derece uzak bir kelâmdır. Kaffâl şöyle demektedir: Hak teâlâ'nın, buyruğunun buraya kadar yahudilerden yapılmış olan nakillerin sona ermesiyle, nebisine söylemesini emretmiş olduğu bir kelâm olması muhtemeldir. Çünkü Cenâb-ı Hak burada, yahudilerin bâtıl bir sözünü nakledince, hiç şüphesiz, buna hak bir söz ile mukabelede bulunmasını, sonra da o yahudilerin sözlerinin geri kalanını tamamlamaya avdet etmesini, peygamberine öğretmiştir. Bu, bir müslümanın bir kâfirden, içinde küfür bulunan bir söz nakletmesi ve o küfür kelimesini söyleyeceği sırada "Allah'a iman ettim" veya, Allah'tan başka Tanrı yoktur" veyahut da "Allah bundan yüce ve münezzehtir" deyip, sonra da, naklini ve sözünü tamamlamaya dönmesi gibidir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu, bu kabil bir şey olmuş olur. Daha sonra Hak teâlâifâdesine kadarki yahudilerin sözünün tamamını zikretmiş, sonra da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bu konuda onlarla mücadele edip, onların görüşlerinin bâtıl olduğu hususuna onların dikkatlerini çekmesini emrederek, O'na şöyle demiştir: "De ki: "lûtf-u inayet, muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan ve herşeyi hakkıyla bilendir. O, dilediğine rahmetini has kılar. Allah, en büyük fazl sahibidir." e) kelimesi, tasdik anlamına geldiğinde lâm harf-i cerriyle kullanılmaz. Meselâ, "Zeyd için tasdik ettim" denilmeyip, aksine "Zeyd'i tasdik ettim" denilir. Binâenaleyh, âyet-i kerimede, "Ancak, sizin dininize tabi olanlara inanın, onları tasdik edin" denilmesi gerekirdi. Bu takdire göre de.Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesindeki lamın hazfedil meşine; O'nun ifâdesinin başına da, bâ harf-i cerrinin veya onun yerine peçecek bir şeyin takdir edilmesine ihtiyaç duyulur. Çünkü âyetin takdiri "Size verilmiş olanın bir mislinin bir başkasına da verilmiş olması sebebiyle, sizin dininize tâbi olanlardan başkasını tasdik etmeyiniz, inanmayınız...." şeklinde olur. Böylece de, bu şekildeki bir tefsirde hazf, takdir, nazım bozukluğu ve mânanın kötü olması bir araya gelmiş olur. Ebû Ali el-Farisî "Âyetin başındaki İman kelimesini, ikrar mânasına hamletmek uzak bir ihtimal değildir" demiştir. Böylece mana, "size verilen şeyin bir mislinin başka birisine verilmiş olduğunu, sadece sizin dininize tâbi olmuş olan kimselere ikrar ediniz.." şeklinde olur. Ebû Ali'nin yapmış olduğu bu takdire göre (......) ifâdesindeki lâm harfi zâid olmaz. Ama, her halükârda bâ harf-i cerrinin veya onun yerine geçecek başka bir harfin takdir edilmesi gerekir. İşte, bu âyetin tefsiri hususunda söylenmiş olan şeylerin özeti budur. Allah, ne murad ettiğini en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "De ki: "Lütf-u inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi hakkıyla bilendir. O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük fazl sahibidir" buyurmuştur. Bil ki, Allahü Teâlâ yahudilerden şu iki şeyi nakletmiştir: a) İslâm'ın sıhhati konusunda müslümanların kafasında şüphe meydana getirmek için, onların, gündüzün başında iman edip, günün sonunda da inkâra saptıkları.. Cenâb-ı Hak, yahudilerin bu tür hilelerine, diyerek cevap vermiştir ki, bunun mânası, "Allah'ın hidâyetinin kemâli ve beyânının kuvveti yanında, böylesi zayıf bir şüphenin hiç bir gücü ve etkisi söz konusu olamaz" şeklindedir. Fadl Kelimesinin Mânası b) Allahü Teâlâ yahudilerin kendilerine verilmiş olan kitap, hikmet ve nübüvvetin bir mislinin veya aynısının başka bir kimseye verilmesini kabul etmeyerek, bunu yadırgadıklarını nakletmiştir. Cenâb-ı Hak, onların bu tür tuzaklarına da, "De ki: "Lütf-u inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu, dilediğine verir" buyruğu ile cevap vermiştir. Bu sözde geçen fadl kelimesinden murad, peygamberliktir. Arapça'da "fadl" kelimesi, fazlalık anlamına gelir. Kelimenin genel olarak kullanıldığı yer ise, "lütf-u ihsanın fazlalığı..." anlamıdır. Hayır olan hasletlerde, başkalarından fazla ve üstün olan kimseye, "fâdıl" denilir. Daha sonraysa "fadl" kelimesi, failinin (Onu yapanın) başkasına ihsan etmeyi düşünmüş olduğu her çeşit menfâat hakkında daha fazla kullanılır olmuştur. Hak teâlâ'nın, "Allah'ın elindedir" buyruğunun mânâsı, "O, fadlın sahibi olup, ona kadir ve muktedir olandır" demektir. O'nun, "onu dilediğine verir" sözü ise, "Bu fadl, O'nun dilemesine bağlı olan bir lütuftur" mânasına gelir. Bu da, peygamberliğin, müstehak olma sebebiyle değil, lütufta bulunma ile meydana gelip tahakkuk ettiğine delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu nübüvveti, failinin (Allah'ın) yapıp yapmamakta muhtar olduğu fadl kabilinden kılmıştır. Buna göre bu, müstehak olan kimse hakkında, ancak mecazî bir şekilde kullanılabilir. Allah'ın, "Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi hakkıyla bilendir" ifâdesi de bu mânayı te'kid etmektedir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin bol olması, O'nun kudretinin mükemmelliğine, O'nun "âlim" olması da, O'nun ilminin mükemmelliğine delâlet eder. Böylece, O'nun kudretinin bu derece mükemmelliğinden dolayı, dilediği kuluna dilediğini lütfetmesi uygun olduğu gibi, ilminin mükemmel olmasından dolayı da, O'nun fiillerinin ancak hikmet ve doğruluk üzere olması uygun olmuştur. Cenâb-ı Hak daha sonra "O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük fazl sahibidir" buyurmuştur. Bu ifâde, bir önceki sözü âdeta te'kid etmiş gibidir. Bu âyet ile, önceki ifâde arasındaki fark şudur: Fadl, fazlalık ve ziyâde demektir. Sonra bu fazlalık, kendisine ilâvede bulunulan şeyin cinsindendir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Lütf-u inayet, muhakkak ki Allah'ın elindedir" buyruğu ile, kendisinin, onlara verdiği yüce makamların bir mislini de, kullarından bazısına verebileceğini, hatta aynı cinsten daha fazlasını bile verebileceğini beyân etmiş, sonra da, "O, rahmetini dilediğine has kılar" buyurmuştur. Allahü teâlâ'ya nisbet edilen rahmet, bu fazldan daha üstün bir şeydir. Çünkü bu rahmet-i ilâhiyye şeref ve mertebesinin yüceliği bakımından, o (yahudilere) vermiş olduğu şeyin cinsinden olmayan bir mertebeye ulaşabilir. Hatta onlara verdiği şey ile mukayese edilemiyecek kadar yüce ve üstün olabilir. Bu iki âyetin toplamından şu netice ortaya çıkar: Allahü teâlâ'nın, kullarını aziz edip, onlara ikramda bulunmasının mertebeleri sonsuzdur. O'nun in'âmını ve ikramını muayyen mertebelere ve şahıslara has kabuı etmek, Allah'ın kudret ve hikmetinin kemâlini bilmemek demektir. Yahudilerin Emanete Hıyanet Etmeleri 75Âyetin tefsiri için bak:76 76"Ehl-i Kitap'tan öyle kimseler vardır ki kendisine bir kantar (altın) emânet etsen, onu sana eksiksiz öder. Yine onlardan öyle kimseler vardır ktc ona bir dinar (altın) versen, sen üzerinde ısrar ile durmadıkça, onu sana ödemez. Bunun sebebi şudur: Onlar, "Ümmîler hakkında bizim mes'uliyetimiz yoktur" demişlerdir. Onlar, Allah'a karşı, bildikleri halde, yalan söylerler. Hayır, kim ahdini yerine getirir ve ittikâ ederse, şüphesiz Allah müttakileri sever" . Bil ki bu âyet-i kerime önceki âyet ile iki bakımdan irtibatlıdır: a) Cenâb-ı Hak, önceki âyette yahudilerin kendilerine, bir benzeri başka hiçbir kimseye verilmemiş olan dinî mertebe ve makamlar verilmiş olduğunu iddia ettiklerini nakletmiş, daha sonra da, emânete hıyanet etmenin bütün dinlerce çirkin oduğu halde, onların emânete hıyanette ısrarlı olduklarını açıklamıştır ki, bu da onların yalancı olduklarını göstermiştir. b) Allahü teâlâ, bir önceki âyette yahudilerin, "Dininize tâbi olandan başkasına inanmayın" şeklindeki sözleri gibi, dinlerle ilgili kötü hallerini nakledince, bu âyette de, onların insanlarla alış-verişlerindeki kötü hallerinin bazısını anlatmıştır. Bu da onların, hıyanet, zulüm ve az olsun çok olsun insanların mallarını elde etmeye ısrar etmeleridir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmakladır: Birinci Mesele Âyet, onların ehl-i emânet ve ehl-i hıyanet olarak iki kısım olduklarını gösterir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır; a) Onların ehl-i emânet olanları, müslüman olanlarıdır. Yahudilik üzere devam edenleri ise, hıyanette ısrarlı olanlarıdır. Çünkü onların inançlarına göre, kendi dinlerinde olmayan kimseleri öldürüp onların mallarını almaları helâldir. Bu âyetin bir benzeri de, "Hepsi bir değildirler. Ehl-i kitap içinde, (hakkı) ayakta tutan bir cemaat vardır. Onlar gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar" (Âl-i İmran, 113) âyeti ile, "İçlerinde iman edenler vardır. (Fakat) onların pek çoğu fasıktırlar" (Âl-i İmran, 110) âyetidir. b) Ehl-i kitaptan emânet ehli olanlar hristiyanlar, hıyanet ehli olanlar ise yahudilerdir. Bunun delili ise, bizim de söylemiş olduğumuz gibi yahudilerin kendi dinlerinden olmayanların öldürülmesini ve hangi yolla olursa olsun, onların mallarını ele geçirmelerini helâl saymalarıdır. c) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Birisi, Abdullah İbn Selâma emânet olarak binikiyüz ukiyye altın bırakmıştı. Abdullah o emaneti sahibine vermişti. Bir başkası da yahudi Finhas İbn Âzûrâ'ya bir dinar emânet vermişti. Fakat o bu emanete hıyanet edip bunu vermedi. İşte bunun üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu." İkinci Mesele Arapça'da (......) ve (......) (Ona uğradım) denilmesi gibi, (......) ve (......) "Ona falan hususta güvendim" denilir. Buradaki bâ harfi, emâneti yapıştırmak ve bitiştirmek harf-i cerri de emânete hakim kılmak manasındadır. Buna göre, bir kimseye birşey güvenilip emânet edildiği zaman, o kimseye olan yakınlığı ve onu koruyup gözetme münasebetinden dolayı, emânet edilen o şey âdeta o şahsa yapıştırılmış ve bitiştirilmiş gibi olur. Yine bu mal emanet edilen kimse, bu emânete hâkim olmuş ve adetâ onu ele geçirmiş bir kimse gibi olur. İşte bu sebepten dolayı, bu mânâyı her iki şekilde ifâde etmek de güzel olmuştur (Sana, bir dinar emânet ettim) sözünün, "Bu hususta sana güvendim" mânasındal (Sana, onu emânet ettim) sözünün ise "Seni, ona emin ve muhafız kıldım" mânasında olduğu söylenmiştir. Kıntar Kelimesinin Mânası Âyette "kıntar" ve "dinar" lafızlarının zikredilmesinden murad, çok sayıda veya az sayıda maldır. Yani "Ehl-i kitap içinde, kendilerine çok sayıda para ve mal emanet edildiği halde emâneti yerine getiren son derece güvenilir kişiler bulunduğu gibi, yine onların içinde, kendilerine az miktarda mal emânet edilse bile hıyanet etmekten çekinmeyen son derece hain kişiler de vardır. Bu âyetin bir benzeri de, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, öbürüne kantar kantar (mehir) vermiş olsanız bile içinden bir şey almayın" (Nisa, 20) âyetidir. Bu izaha göre, bu âyetteki "kantar"ın ne kadar olduğunu izaha gerek yoktur. Fakat âlimler bu hususta şunları söylemişlerdir: 1- Kantar (Kıntâr), binikiyüz ukiyyelik bir ölçüdür. Çünkü âyet, Kureyş'ten bir adamın, binikiyüz ukye altınını Abdullah bin Selam (radıyallahü anh)'a emânet bırakıp, onun da hıyanet etmeden bu malı sahibine iade ettiği için nazil olmuştur. Binâenaleyh bu hadise, "kıntâr"ın bu miktarı ifâde ettiğini göstermektedir. 2- Abdullah İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan. "kıntar"ın, bir öküz derisi dolusu mal mânâsına olduğu rivayet edilmiştir. 3- "Kıntâr"ın, bir milyon dinar veya bir milyon dirhem manasına geldiği de söylenmiştir. Bu husustaki izah, daha önce (Âl-i İmran, 14. âyetin tefsirinde) geçmişti. Dördüncü Mesele Hamza ve Ebû Bekr'in rivayetine göre Âsim, hâ harfinin sükûnu ile kelimeyi, (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kıraat, Ebû Amr'dan da rivayet edilmiştir. Zeccac: "Ebû Amr'ın râvisi, hemzenin sükûnu ile şeklindeki kıraatinde yanıldığı gibi, burada da yanılmıştır. Çünkü Ebû Amr, bunu harekenin "ihtilası" ile kıraat eder" demiştir. Zeccâc bu okunuşun yanlışlığına şöyle diyerek delil getirmiştir: "Ceza (cevap), hâ zamiri değildir. Şart'ın cevabı, bu zamirden önceki kelimedir. Buradaki hâ, bir zamir olan isimdir. İsimler ise, vasıl halinde meczûm olmazlar." Ferrâ da: "Bazı Araplar, makabli harekeli olduğu zaman zamiri cezmedip, meselâ "Onu, şiddetli bir şekilde dövdüm" derler. Araplar nitekim gibi kelimelerde mimi sakin okuyorlar. Halbuki bunların asılları (......) şeklinde merfudur" demiş ve şu beyti söylemiştir: Ali "Ne bir rahatlık ve bolluk, ne de bir tokluk olmadığını görünce.. (......) kelimesi, hâ harfinin harekesi, hazfedilmiş yâ harfinin yerine kesre ile yetinilerek, "ihtilas" ile okunduğu gibi, tam kesre ile de okunmuştur ki asıl olan da budur. Daha sonra Hak teâlâ, "Yine onlardan öyle kimseler vardır kir ona bir dinar (altın) versen, sen üzerinde ısrar ile durmadıkta, onu sana ödemez" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Âyette geçen lafzı hakkında şu iki izah yapılmıştır: 1- Bazı âlimler bunu hakiki manasıyla almışlardır. Süddî şöyle demiştir: "Bu, "bizzat onun yanında dikilip ondan ayrılmadıkça..." manasındadır. Buna göre âyet, "O, yanıbaşında dikilip durduğun müddetçe, kendisine verdiğin şeyi itiraf edip kabul eder. Fakat işi ihmal edip geriye bırakır ve ertelersen inkâr eder" demektir. 2- Bazı âlimler de bu lafzı mecazî manada almış ve şu izahları yapmışlardır: a) İbn Abbas (radıyallahü anh), bu ifâdeden maksadın, ısrar etmek, çekişmek, davalaşmak ve istemek mânâları olduğunu söylemiştir. İbn Kuteybe "Bu kelimenin aslı şuna dayanır: Birşeyi ısrarla isteyip peşine düşen kimse, o şey için kâim (ayakta) olmuş olur. Onun peşini bırakan kimse ise, adetâ ona aldırmamış, oturup kalmış olur. Bunun delili, (Âl-i İmran, 113) yani, "Allah'ın emrine göre çalışıp, hiç ondan çıkmayan bir ümmet" âyetidir. Sonra bir işin peşini bırakmayan herkes için, bizzat ayakta bulunma söz konusu olmasa da, onun peşini bırakmadı denilir" demiştir. Ebu Ali el-Fârisî de, Arapça'da "kıyam" (ayakta durma) kelimesinin, devam ve sebat manasına geldiğini söylemiştir ki biz bunu, (Bakara, 3) âyetinin tefsirinde zikrettik. "Dimdik ayakta duran bir din" (Enam, 161) âyeti de böyledir. Bu, "devam eden, mensûh olmayan sabit bir din" demektir. Buna göre âyetteki ifadesi, "Emanet ettiğin bu malı ondan geri istemeye ısrarla devam etmedikçe..." mânâsındadır. İkinci Mesele Âyetteki "dinar" ve "kıntâr" kelimelerinin muhtevasına, para ve mal olarak verilen emânet ve borçlar girer. Çünkü insan, başkasına emânet verdiği şeylerde, yaptığı alış-verişlerde ve verdiği borçlarda güvenir. Âyetle, bunlardan herhangi birinin bilhassa belirtildiğine dair bir husus yoktur. İbn Abbas'dan ise, bunu alış-verişe hamlettiği ve "onlardan, bir kantarlık altın mukabili alış-veriş yaptığın zaman, karşılığını sana verenler olduğu gibi, yine onlardan bir dinarlık alış-veriş yaptığında, karşılığını sana vermeyecek olanlar da vardır" diye mânâ verdiği nakledilmiştir. Yine biz, bu âyet-i kerimenin, Abdullah İbn Selâma büyük miktarda bir mal, Finhâs İbn Âzûrâ'ya azıcık bir mal emanet eden kişiler hakkında nazil olduğunu, Finhâs yahudisinin az mala hıyanet etmesine rağmen, Abdullah İbn Selâm'ın ise emâneti yerine verdiğini nakletmiştik. Böylece bu ifâdenin, bütün kısımlara muhtemel olduğu sabit olmuş olur. Yahudilerin, Yahudi Olmayanların Matlarını Mubah Saymaları Cenâb-ı Allah daha sonra "Bunun sebebi şudur: Onlar, "ümmiler hakkında bizim mes'ûliyetimiz yoktur" buyurmuştur. Bunun mânâsı şudur: "Onların bu helâl görmesi ve hiyânet etmeleri, onları, "Arapların, elimize geçirdiğimiz malları hususunda bize bir mesuliyet terettüb etmez" demiş olmaları sebebiyledir." Burada birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Âlimler, yahudilerin bu tür helâla inanmalarının sebebi hususunda şunları zikretmişlerdir: a) Onlar, dinleri konusunda çok mutaassıb idiler; işte bundan dolayıdır ki, bizim dinimizde olmayanların öldürülmesi ve ne şekilde olursa olsun, mallarının alınması helâldir" diyorlardı. Bir hadis-i şerifte, bu âyet nazil olduğu zaman, Hazret-i Peygamberin, "Allah'ın düşmanları (yahudiler) yalan söylüyor. Cahiliyyedeki her şey, benim iki ayağım altındadır (hükümsüzdür). Ancak, emânet müstesna. Emânet, ister itaatkâr olsun, ister günahkâr olsun, sahibine verilmelidir" Benzeri bir hadis için bkz Tirmizt, Sünen, Büyü, 39 (3/565); Vesâya, S (4/433). dediği rivayet edilmiştir. b) Yahudiler, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Maide, 18); bizim dışımızda kalan insanlar ise, bizim kölelerimizdir. Biz kölelerimizin mallarını yediğimiz zaman hiç kimse bundan dolayı bizi sorgulayamaz" diyorlardı. c) Yahudiler bu sözü, mutlak mânâda olmak üzere, kendi dinlerine tâbi olmayan herkes hakkında söylemiyor, aksine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmiş olan Araplar hakkında söylüyorlardı. Yahudilerin câhiliyyede bir takım insanlarla alış-veriş ettikleri, bu insanlar müslüman olunca, yahudilere vermiş oldukları malları istediklerinde, yahudilerin "Sizin bizde herhangi bir hakkınız yoktur. Çünkü sizler dininizi terkettiniz" dedikleri rivayet edilmiştir. Ben derim ki, yahudilerin inançlarına göre, bir bâtıl dinden bâtıl diğer bir dine giren kimselerin mürted hükmünde olması muhtemel ve caizdir. Binâenaleyh onlar, Arapların kâfir olduklarına inansalar bile, ancak ne var ki yahudiler İslâm'ın bir küfür olduğuna inandıkları için, müslüman olan o Arapların mürted olduklarına hükmetmişlerdir. İkinci Mesele "Bize mes't yoktur" sözlerinden maksat, isteme ve vermeye zorlama hak ve kudretlerinin olmadığıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "edenlere karşı bir yol yoktur" (Tevbe, 91), "Allah, kâfirlere, mü'minlerîn aleyhinde asla bir yol bahsetmeyecektir" (Nisa, 141) ve "Kim kendisine yapılan zulmün ardından hakkını alırsa, işte bunlar aleyhinde bir yol yoktur. O yol ancak, insanlara zulmedenlere karşıdır" (Şûra. 41-42) buyurmuştur. Üçüncü Mesele Ayette geçen "ümmî" kelimesinin mânâsı "(ana, asıl, kök, anne...)'ye mensûb olan" demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yazı yazmadığı için "ümmr diye adlandirildiği söylenmiştir. Bu böyledir, çünkü fö bir şeyin aslı ve temeli demektir. Binâenaleyh, yazt yazamayan birisi, aslolan yazı yazamama işini sürdürmüştür demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Ümmü'l-Kurâ" "Beldelerin anası, aslı..." olan Mekke'ye nisbet edilmesi sebebiyle bu ümmî vasfını almış olduğu da söylenmiştir. Sonra Hak teâlâ, a) Onlar, kendi dinlerinde olmayan kimselere hıyanet edilebileceği hükmünün Tevrat'ta zikredildiğini söylemişlerdir ki onlar bu konuda yalan söylüyorlardı ve bu hususta yalancı olduklarını da biliyorlardı. Böyle olan kimselerin hıyanetleri daha büyük, suçları daha ağır olur. b) Onlar, hıyanetin haram olduğunu biliyorlardı. c) Onlar, hıyanet edene herhangi bir günahın olmadığına inanıyorlardı. Sonra Hak teâlâ, "Hayır, kim ahdini yerine getirir ve ittikâ ederse, şüphesiz Allah muttakileri sever" buyurmuştur. Bil ki buradaki (Hayır) kelimesi hakkında şu iki izah yapılmıştır: a) Bu, sırf kendisinden önceki kısmı, yani yahudilerin "Ümmîlerin bize karşı bir yolu yoktur" şeklindeki sözlerini nefyetmek ve reddetmek için getirilmiştir. İşte Cenâb-ı Allah, onların bu sözlerini reddetmek için, "Hayır onların aleyhine bir yol (mesuliyet) vardır" demiştir. Bu, Zeccâc'ın tercihi olan görüştür. Zeccâc şöyle der: "Bana göre bu âyetteki vakf-ı tam (......) kelimesi üzerinde yapılır. Ondan sonra gelen cümle, bir müste'nef (yeni) cümledir. b) kelimesi, kendisinden sonra yeni bir söze başlamak için getirilmiştir. Çünkü o yahudilerin "yaptıklarımızdan dolayı bize mesuliyet gelmez" şeklindeki sözleri, "Biz Allah'ın sevgilileriyiz" şeklindeki sözlerinin yerine geçer. Böylece Hak teâlâ, kendisinin sevdiği kimselerin ahde vefa gösteren ve muttaki olan kimseler olup, başkaları olmadığını açıklamıştır. Bu izaha göre (......) kelimesi üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz. Âyetteki "Kim ahdini yerine getirirse" ifâdesindeki, "ahdi yerine getirme" ile ilgili izahımız daha önce geçmişti. Bu ifâdenin sonundaki "nüve" zamirinin, bir önceki âyetteki, lafzındaki "Allah" lafzına râcî olması caizdir. Bu zamir, buradaki (kim) lafzına da râcî olabilir. Çünkü "and" masdardır, failine de, mefûlüne de muzaf olabilir. Bu hususta şu iki sual vârid olmuştur: Birinci sual: Zamir'in, "ahd'in faili olan (......) kelimesine râcî olması durumunda, ehl-i kitabın ahidlerini yerine getirip hıyaneti bırakmaları halinde, Allah'ın sevgisini kazanmaları muhtemeldir. (Buna ne denilir?) Cevap: Bu böyledir. Çünkü onlar, ahidlerini yerine getirdiklerinde, herşeyden önce en büyük ahidlerini yerine getirmiş olurlar. Bu da, Allah'ın onların kitaplarında, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmeleri hususunda aldığı ahiddir. Eğer onlar, hıyaneti bırakma konusunda Allah'tan ittikâ edip sakınmış olsalardı, Allah'a yalan nisbet etmeyi ve Tevrat'ı tahrif etmeyi bırakmada da O'ndan ittikâ ederlerdi (Halbuki bunu yapmamışlardır). İkinci sual: Cevap cümlesinde, şart cümlesine râcî olacak zamir nerededir? Cevap: "Muttakiler" kelimesinin umûmi oluşu bu zamirin yerine tutmuştur. Bil ki bu âyet, ahde vefa işinin önemli bir iş olduğuna delâlet eder. Çünkü taatlar şu iki şeye, yani Allah'ın emrine saygı ve O'nun mahlukatına şefkata inhisar eder. Binâenaleyh ahde vefa, her ikisini de içine alır Çünkü ahde vefa, insanların menfaatinin sebebidir ki bu Allah'ın mahlûkatına şefkatli olmak yerine geçer. Ahde vefâ'yı Cenâb-ı Hak emretmiş olduğu için, onu yerine getirme, Allah'ın emirlerine ta'zim edip saygı göstermek demek olur. Böylece ahde vefanın, tâatin her iki çeşidini içine aldığı sabit olur. Ahde vefa, başkası hakkında olabileceği gibi, insanın kendisi hakkında da olabilir. Çünkü kendi ahdini ve sözünü yerine getiren kimse, tâatleri yapmış, haramları terketmiş olur. Zira bu durumda, nefis sevap elde edeceği için, kurtuluşa ve fevze ermiş, Cenâb-ı Hakk'ın ikâbından uzaklaşmış olur. 77"Gerçekten, Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini az bir fiyata satanlar (yok mu), işte onlar için âhirette hiçbir nasib yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onların yüzlerine bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Onlar için pek acıklı bir âzab vardır" . Bil ki bu âyetin, kendinden önceki âyetle irtibatı birkaç yöndendir: a) Allahü teâlâ, yahudilerin diğer insanların malları hususunda hâin olduklarını beyân ettiği için ve hem sonra insanların mallarına hıyanet etmenin ancak yalan yeminlerle yürüyeceği malum olduğu için, bunun peşisıra yalan yemine yeltenen kimselere va'îd-i ilâhi'yi ifâde eden bu âyet-i kerimeyi getirmiştir. b) Allahü teâlâ, o yahudilerin Allah'a karşı, bile bile yalan söylediklerini nakettiği için ve Allah'ın her mükelleften, Allah'a karşı yalan söylememek ve Allah'ın dinine hıyanet etmemek hususunda ahd almış olduğunda şüphe olmadığı için, bunun peşisıra, işte bu ilâhî va'îd'i zikretmiştir. c) Allahü teâlâ, bir önceki âyette, onların insanların malları hususundaki hıyanetlerini; sonra bu âyette ise, Allah'a verdikleri sözler ile ahidler hususundaki hıyanetlerini ve yalan yere yemin ettikleri zaman kullandıkları Allah'ın isimlerine saygr gösterme hususundaki hıyanetlerini anlatmıştır. Bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Bu âyet, yalan yere yemini nehyetme hususunda gelmiş, müstakil ye yeni bir sözdür. Çünkü âyetin mânâsı umûmidir ve bunun, yalan yere yemin etmeye yeltenen birçok kimse hakkında nâzit olmuş olduğunu gösteren birçok rivayet vardır. Durum böyle olunca, bu vaîdin, sadece yahudilere has olmayıp, yalan yemin işini yapan herkes için umûmi bir hüküm olduğuna inanmak gerekir. Âl-i İmran 77. Ayetin İniş Sebebi Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: Birinci Mesele Âyetin sebeb-i nüzulü ile ilgili rivayetler değişiktir. Bazı rivayetler, bunu, Allah'ın daha önceki âyetlerde hallerini ortaya koyduğu yahudilere has kılarken, bazıları da başka kimselere âit saymıştır. Birinci ihtimal'in iki şekli vardır: 1- İklime şöyle demiştir: "Bu âyet, yahudilerin âlimleri hakkında nazil olmuştur. Onlar, Allahü Teâlâ'nın Hazret-i Muhammed'in peygamberliğiyle ilgili olarak Tevrat'ta emretmek suretiyle kendilerinden almış olduğu ahdi gizlemişler, elleriyle Tevrat'ta olmayan şeyleri oraya yazmışlar ve rüşveti elden kaçırmamak için de, onun Allah katından olduğuna yemin etmişlerdi. Bu görüşte olanlar, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki, "Emirlerimi yerine getirin, ben de size karşı olan ahdimi yapayım" (Bakara, 40) âyetiyle istidlal etmişlerdir. 2- Bu âyet, yahudi âlimlerinin, "Ümmîler hakkında bize mes'ultyet yoktur" şeklindeki iddiaları hakkında nazil olmuştur. Onlar, bu konuda elleriyle bir kitap yazmışlar ve onun, Allah katından olduğuna dair yemin etmişlerdir. Bu, Hasan el-Basrt'nin görüşüdür. İkinci ihtimalde, birkaç izah şekli mevcuttur: 1- Âyet-i kerime, Eş'as İbn Kays ile, bir arazi parçası hakkında kendisiyle davalaşan bir kimse hakkında nazil olmuştur. Onlar, davalaşmak üzere Hazret-i Peygamberin yanına geldiklerinde, Hazret-i Peygamber adama, "Delilini getir" deyince adam, "Benim bir hüccetim yok" der. Bunun üzerine Eş'as'a, "Sana da yemin etmek gerekir" deyince, Eş'as yemin etmeye niyetlenir ki, bunun üzerine Allahü Teâlâ bu âyet-i kerimeyi inzal buyurur. Böylece Eş'as, yemin etmekten vazgeçer, söz konusu olan arazı parçasını hasmına bırakarak, gerçeği itiraf eder. Bu, İbn Cüreyc'in görüşüdür. 2- Mücahid şunu söylemiştir: "Bu âyet-i kerime, malına rağbeti artırmak için yalan yere yemin etmiş olan bir adam hakkında nazil olmuştur." 3- Bu âyet-i kerime, Abdan ile İmri'u'l-Kays hakkında nazil olmuştur. Onlar, bir arazi hususunda davalaşmak üzere Hazret-i Peygamberin yanına gelmişlerdi. Bunun üzerine, İmri'u'l-Kays'ın yemin etmesi gerekince o, "Yarına kadar bana mühlet ver" dedi. Sonra, ertesi gün geldiğinde arazinin o (adamın) olduğunu kabul etti. Doğruya en yakın olanı, âyetin mânasını hepsine namletmektir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerçekten, Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini satanlar" ifâdesine, Allahü Teâlâ'nın emrettiği, haklarında deliller getirdiği, peygamberlerden alınmış olan ahidler ve kişinin kendisini yapmakla sorumlu tuttuğu şeyler dahil olur. Çünkü bütün bunlar, vefa gösterilmesi gereken Allah'ın ahidlerindendir. Nitekim Cenâb-ı Hak, 'İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti: "Eğer bize lütf-u kereminden ihsan ederse, andolsun, zekâtımızı vereceğiz, muhakkak ki salihlerden olacağız" (Tevbe, 75); "Ahdi yerine getirin. Çünkü ahidden sorulur" (isra, 34), "Adağını yerine getirirler, vefa gösterirler" (insan. 7) ve "Müminler içinde, Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösteren nice adamlar vardır" (Ahzab, 23) buyurmuştur. Biz, "eş-şirâ" (......) kelimesinin mânasını, (Bakara. 16) âyetinin tefsirinde açıklamıştık. Bu böyledir, çünkü müşteri bir şeyi alırken, başka bir şeyi de verir. Alınan ve verilen şeylerden her biri, diğerinin bedeli ve değeri olur. Yeminlere gelince, onun durumu bellidir. Yemin, insanın va'ad, va'îd, inkâr veya isbât gibi hususlara dair herhangibir haberini te'kîd edip kuvvetlendirdiği bir sözdür. Allah'a Verdikleri Ahdi Bozanları Bekleyen Beş Nevi Ceza Cenâb-ı Hak daha sonra, "İşte onlar için, âhirette hiçbir nasîb yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Onlar için pek acıklı birazab vardır" buyurmuştur. Bil ki, Allahü Teâlâ, Allahü Teâlâ'nın ahdini ve yeminleri az bir fiyata satmaktan ibaret bu şart üzerine, beş çeşit karşılık ve ceza bina etmiştir. Bunlardan dördü, bu kimselerin sevaptan mahrum oluşlarının beyanı hakkındadır. Beşincisi ise, bu kimselerin azabın en şiddetlisine duçar olacaklarını beyan etmektedir. Sevaptan mahrum olmalarına gelince bil ki, sevap, tazîm ile yanyana bulunan, halis ve katıksız bir menfaatten ibarettir. b) Bu cezaların birincisi, "İşte onlar için âhirette hiçbir nasîb yoktur" cümlesidir. Bu, onların âhiret menfaatlarından mahrum olacaklarına işarettir. Bunun peşinden gelen diğer üç ceza, "Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onların yüzlerine bakmaz ve onları temize çıkarmaz" ifâdeleridir. Bunlar, o kimselerin tazım ve izzet-ü ikramdan mahrum kalacaklarına bir işarettir. Beşincisi ise, "Onlar için pek acıklı bir azap vardır" ifadesidir ki bu da, azaba işarettir. Sen bu tertibi anladığına göre, şimdi de bu beş şeyin herbirini açıklamaya geçelim: Birincisi, "İşte onlar için ahirette hiçbir nasîb yoktur" buyruğudur. Bunun mânası, "Onların âhiretteki hayır ve nimetlerden hiçbir nasibi ve payı yoktur" demektir. Bil ki, bu umumî hüküm, ümmetin icma'ı ile, tevbe edilmemiş olması şartıyla mukayyettir. Çünkü insan bundan tevbe ederse, icmâ ile kabul edildiğine göre, bu ilâhî tehdit ve va'îd o kimseden sakıt olur. Bizim mezhebimize göre bu, aynı zamanda afv-ı ilahî'nin bulunmaması şartıyla mukayyettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını dileyeceği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın, Mücrimlerle Konuşmaması ve Onların Yüzlerine Bakmaması İkincisi, "Allah onlarla konuşmaz" ifadesidir. Bu ifâdede bir sual bulunmaktadır. Bu da şudur: Allahü Teâlâ, "Hepsine yapmış oldukları şeyleri muhakkak ki soracağız" (Hicr, 93) ve "Kendilerine (peygamber) gönderilenlere de muhakkak soracağız, onlara gönderilmiş olan (peygamberlere de muhakkak soracağız" (Araf, 6) buyurmuştur. O halde, bu âyet ile şu iki âyet arasını nasıl cem edebiliriz? Bunun cevabı olarak Kaffâl şöyle demiştir: "Bu ifâdelerin hepsinden kastedilen, Allahü Teâlâ'nın gazabının şiddetini beyan etmektir. Çünkü, bir kimse bir başkasını dünyada iken kendisiyle konuşmaktan men ettiği zaman, muhakkak ki bu men etme işi, Allahü Teâlâ'nın o kimseye gazabı sebebiyledir. Yine bir kimse, bir başkasına öfkelenip kızdığında ona, "Seninle konuşmayacağım!" der ve bazan da gözüne görünmemesini emrederek, "Falancanın yüzünü görmeyeyim!" der. O adamın adt geçtiğinde, ona kızgın olan kimse, onu hayır ile yâd etmez. Böylece, bu tabirlerin, gazabın şiddetini ortaya koymak için söylenilmiş birer kinaye olduğu ortaya çıkmış, anlaşılmış olur. Biz, gazabından Allah'a sığınırız. Bu, doğru bir cevaptır. Bazı âlimler de şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın, arada bir elçi bulunmaksızın, sözünü kendi dostlarına duyurmasının, ancak kendi dostlarına mahsus bir yüceltme, bir şereflendirme olması da uzak bir ihtimaldir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, o kâfir ve ağır günahkârlarla konuşması, onları hesaba çekmesi ise, meleklerin konuşması aracılığıyla olur. Bazı âlimler de, bu âyetin mânasının, "Allahü Teâlâ, onları sevindirecek ve onlara herhangi bir fayda temin edecek herhangi bir kelâm ile söyleyip konuşmaz" şeklinde olduğunu söylemişlerdir ki, itimâda şayan olan cevap ilkidir. Üçüncüsü, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve onların yüzlerine bakmaz" ifadesidir. Bundan murad, "Allah onlara lütf-u insanıyla nazar etmez" demektir. Nitekim, denilir ki, bu ifâdenin mânası, "Falanca, falancaya değer vermez ve ona ihsanda bulunmaz" demektir. Bu mecazî mananın sebebi şudur: Bir insana değer veren bir kimse, ona iltifat eder ve bakışlarını sürekli ona yöneltir. İşte bu sebepten dolayı, her ne kadar orada hakiki manada bir bakış söz konusu olmasa dahi, Allah'ın nazar etmesi, değer vermesi ve kuluna lütuf ve ikramda bulunması mânasına gelir. Bu bakmanın, bizzat görme mânasına gelmesi caiz değildir. Çünkü Allahü Teâlâ onları gördüğü gibi, başkalarını da görür. Yine, bu bakmadan muradın, bir şeyi görmek için, görülecek şeye doğru yüzü çevirmek olması da caiz değildir. Çünkü bu şekilde görmek, ancak cisim olan şeylere mahsustur. Rabb'imiz ise, bir cisim olmaktan yüce ve münezzehtir. Aksi görüşte olanlar ise, bu âyet ile harf-i cerriyle beraber kullanılan (......) kelimesinin, rü'yet manasını ifâde etmediğine; aksi halde bu âyete göre, Allahü Teâlâ'nın onları görmemesi gerekeceğine istidlal etmişler, bunun ise bâtıl olacağını söylemişlerdir. Dördüncüsü, Hak teâlâ'nın, "Ve onları temize çıkarmaz" ifadesidir. Bu ifâde hakkında da şu tefsirler yapılmıştır: a) "Allah, bağışlamak suretiyle onları günahlarının kirlerinden temizlenir, aksine onlara ceza verir, azâb eder." b) "Allahü Teâlâ, kendi temiz dostlarını medh-ü sena edip övdüğü gibi, onları asla medh-ü sena etmez. Şahidi tezkiye edenin bu tezkiyesi, o şahidi bir bakıma medhetme gibidir." Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın kullarını tezkiyesi, bazan meleklerin lisanıyla tahakkuk eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Melekler de her bir kapıdan onların yanına sokulacaklar.., "Sabrettiğiniz şeylere mukabil sizlere selâm... Dünya evinin en güzel sonucudur bu!" (diyecekler)" (Rad, 23-24); "Bunları melekler karşılayarak, "Bu, size va'adolunan gününüzdür" (derler)" (Enbiya, 103.) ve "Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlanmzız... (Fussilet, 31)buyurmuştur. Bu medh bazan da, doğrudan doğruya olur. Bunun dünyadaki oluş şekli, "Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, seyahat edenler... (yok mu?).." (Tevbe, 112) âyetinde ifâde edildiği gibi; âhirette oluş şekli de, "Çok merhametli olan Hab'den bir selâm vardır..." (Yâsin, 56) âyetinde ifâde edildiği gibidir. Beşincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar için pek acıklı bir azâb vardır" buyruğudur. Bil ki, Allahü Teâlâ, onların sevap ve mükâfaattan mahrum olduklarını beyân edince, onların elîm ve çok şiddetli bir azaba duçar olacaklarını da beyân buyurmuştur. Bazı Yahudilerin Dillerini Eğip Bükerek Sözleri Tahrif Etmeleri 78"Ehl-i kitap'tan öyle bir fırka vardır ki, Kitap hakkında dillerini eğip bükerler; siz onu Kitaptan sanasınız diye.:. Halbuki o. Kitaptan değildir ve "O, Allah katındandır" derler. Halbuki o, Allah katından değildir. Allah'a karşı, bile bile, yalan söylerler" . Bil ki bu âyet, bir önceki âyetin, kesinlikle yahudiler hakkında nazil olduğunu gösterir. Çünkü bu âyet, yahudiler hakkında nazil olmuş olup bir önceki âyete atfedil mistir. İşte bu atıf, önceki âyetin de yahudiler hakkında nazil olmuş olmasını gerektirir. Bil ki, âyette geçen, "eğerler.." kelimesinin masdarı olan, (......) kelimesi, bir şeyi büküp, onu dümdüz ve dosdoğru olmaktan çıkararak eğriltmektir. Nitekim, "elini bükdüm"; bir şey sapıp eğrildiğinde, inhiraf ettiğinde, ; "Falanca, bana karşı olan tavrını (tamamiyle) değiştirdi"; bir kimse dilini, sözünü eğip büktüğü zaman, bir kimse, bir başkasına karşı olan normal davranışını, aksi istikamette değiştirdiği zaman, "sözünü, su şeye karşı eğdi büktü" ve bir kimse, birisini fikrinden vazgeçirdiğinde, denilir. Hadis-i şerifte şöyle varid olmuştur "Borcunu ödemeye kadir olanın, borcunu sürüncemede bırakması zulümdür" Benzeri hadis için bkz. Buhari, istikraz, 12-13; Nesai, bûyû, 100 (7/316-317). Hak teâlâ da, "Dillerini eğerek, bükerek, dine de saldırarak, "râinâ" derler" (Nisa, 46) buyurmuştur. Kelimenin lügavî manasını bu şekilde kavradığında, bu ifâdenin tefsiri hususunda şu açıklamaların yapıldığını söyleyebiliriz: a) Kaffâl (r.h) (......) tabirinin mânasının, "Onlar, kelimeye yöneliyorlar, o kelimenin irabını, mânayı değiştirecek bir biçimde tahrif ediyorlardı. Bu durum, Arapların lisanında çokça görülen bir durumdur.. Aynı şeyin İbranîce'de de yapılmış olması uzak bir ihtimal değildir. Onlar bu işi, Tevrat'ta Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine delâlet eden âyetlerde yaptıkları için, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Dillerini eğip büküyorlar" tabiriyle bu durumu kastetmiştir" şeklinde olduğunu söylemiştir ki, bu son derece güzel bir açıklamadır. b) İbn Abbas (radıyallahü anh)'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah'ın, kıyamet gününde kendileriyle konuşmadığı ve kendilerine rahmet nazarıyla bakmadığı kimseler, içinde, Hazret-i Muhammed'in sıfatlarını bozdukları bir kitap yazıp, onu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıfatlarının bulunduğu (gerçek) kitaba karıştırmışlar, sonra da, "O, Allah katındandır" demişlerdir. Sen bunu anlayınca, biz deriz ki: Dili eğip bükmek, avurtları şişirerek, çok yaldızlı laflar ederek ve mübalâğa ederek dili eğip büküp konuşmaktır ki bu da, zemmedilmiş kötü bir durumdur. Böylece Allahü Teâlâ, onların yazıp uydurdukları bu kitabı okumalarını, onları kınayıp ayıplamak için, "dili eğip bükmek" diye ifâde etmiş; buna "okumak" kelimesini ıtlak etmemiştir. Araplar, aynı şey hakkında, medh ve zem lâfızlarını bir birinden ayırarak, meselâ medh hususunda "Çok fasîn ve beliğ bir hatip", zemm hususunda da "Laf ebesi ve çok geveze bir hatip" derler. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Ehl-i Kitap'tan öyle bir fırka vardırki Kitap hakkında dillerini eğip bükerler" buyruğundan murad, onların, uydurdukları bâtıl kitabı okumalarıdır ki, Allahü Teâlâ bu hususu, "Elleriyle kitabı yazıp da, "Bu, Allah katındandır" diyenlerin vay haline..." (Bakara. 79) âyetinde beyan etmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Halbuki o, Kitap'tan değildir" buyurmuştur. Yani, "O, Allah katından indirilmiş hak bir kitap değildir." Burada geriye şu iki soru kalmıştır: Birinci soru: Hak teâlâ'nın, "Onu zannetmeniz için.." ifâdesindeki "nüve" zamirinin mercii nedir? Cevap: Bu mansûb zamirin mercii, Cenâb-ı Hakk'ın, "Dillerini eğip bükerler" sözünün delâlet ettiği şeydir ki, bu da tahrif edilip uydurulandır. Tevrat'ın Tahrifi Daha Ziyade Mânadadır İkinci soru: Tevrat, insanlar arasında bu kadar meşhur olduğu halde, o nasıl tahrif edilebilmiştir? Cevap: Belki de bu iş, onu tahrif etme hususunda ittifak edebilecek küçük bir topluluktan sadır olmuştur. Sonra bu topluluk, o muharref olan kısmı, avam ve câhil olan halka sunmuşlardır. Bu izaha göre tahrif bu şekilde mümkün olmuştur. Bana göre ise, âyetin tefsiri hususunda daha isabetli olan bir başka izah da şudur: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine delâlet eden âyetler hususunda, kalbin iyice düşünüp tefekkürde bulunmasına ihtiyaç vardır. Yahudiler, aklı karıştıran bu soruları ve insan düşüncesini karartan bu itirazları halka sunuyorlardı. Böylece bu deliller, dinleyenlerin nazarında, karışık görünüyordu ve şöyle diyorlardı: Allah'ın bu âyetlerden muradı, sizin değil bizim söylediğimiz manadır. İşte onların âyette bahsedilen, tahriflerinden ve dillerini eğip bükmelerinden maksad budur. Bu, tıpkı zamanımızda yapılan şu işe benzer: Hakka, doğruya isabet eden bir kimse Allah'ın kitabından bir âyeti delil getirdiğinde, haksız olan ona çeşitli şüpheler ve sorular sunar ve "Allah'ın o âyetten muradı, senin zikrettiğin mâna değildir" der. İşte burada da böyledir. Sonra Hak teâlâ, "Ve "' Allah batındandır" derler" buyurmuştur. Bil ki bazı âlimler, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz onu kitaptan sanasınız diye... Halbuki o, kitaptan değildir" buyruğu ile, "ve "O, Allah kanadandır" derler. Halbuki o, Allah katından değildir" buyruğu arasında mânâ bakımından bir fark yoktur. Fakat bunu, te'kid için farklı iki lafızla tekrar etmiştir" demişlerdir. Muhakkik âlimler ise, bu iki ifâdenin farklı mânâlara geldiğini; çünkü kitapta olmayan herşeyin Allah katından olmadığı söylenemez. Zira şer'î hükümler bazan kitap, bazan sünnet, bazan icma, bazan da kıyasla sabit olur ki, bunların hepsi de Allah katındandır. Buna göre "Siz onu kitaptan sanasınız diye... Halbuki o kitaptan değildir" ifâdesi, hususî bir nefiydir. Sonra bu hususî mânadaki nefye, Allah, umumî bir nefyi atfederek "ve, "O, Allah kadındandır" derler. Halbuki o, Allah katından değildir" buyurmuştur. Yine bu âyetteki "Kitap"tan maksadın, Tevrat; onların "Bu, Allah katındandır" dedikleri şeyden muradın da, Eş'iyâ, Ermiya ve Habakûk gibi diğer peygamberlerin kitaplarında yer almış olan hükümler olması da mümkündür. Çünkü yahudiler, bu tahrif işini Allah'a nisbet etme hususunda da şaşkın hareket ediyorlardı. Yahudiler, tecrübesiz, toy, Tevrat'tan habersiz, ahmak bir topluluk buldukları zaman, bu uydurdukları şeyleri Tevrat'tanmış gibi söylüyorlardı. Fakat akıllı ve zeki bir toplulukla karşılaştıklarında bunların, Hazret-i Musa'dan sonra gelmiş olan peygamberlerin kitaplarında yer aldığını iddia ediyorlardı. Cübbâî ve Ka'bî, bu âyeti, kulun fiillerini Allah'ın yaratmadığına delil getirerek "Eğer tahrif ve yalan söyleyerek dili eğip bükmeyi Allah yaratmış olsaydı, yahudiler "Bu Allah katındandır" şeklindeki sözlerinde doğru; Cenâb-ı Allah da "Halbuki o, Allah katından değildir" sözünde (hâşâ) yalancı olmuş olurdu. Çünkü o zaman onlar, Allah katından olanı Allah'a nisbet etmiş, Allah ise kendi katından olan şeyin kendi katından olmadığını söylemiş olur. Yahudileri, Allahü teâlâ'dan daha doğru sözlü kabul edecek bir topluluk için, zillet olarak bu yeter" demişlerdir. Halbuki hiç kimse yahudilerin "O, Allah katındandır" şeklindeki sözlerinden muradın, onun Allah'ın kelâmı ve kitabı olduğunu söyleyemez. Çünkü biz bunu, bu manada kabul ettiğimizde, âyetteki "Siz onu Kitaptan sanasınız diye... Halbuki o, Kitaptan değildir" ifadesi ile, "ve, "O, Allah katındandır" derler. Halbuki o, Allah katından değildir" ifâdesi arasında bir fark kalmaz. Aralarında bir fark olmayınca da, bunların birbirlerine atfedilmesi uygun düşmez. Ka'bî bu itiraza şu iki tarzda cevap vermiştir: a) Mahluk'un Hâlık indinden oluşu, emredilmiş şeyin onu emredenden olmasından daha kuvvetlidir. Sözü en kuvvetli manasına hamletmek daha evlâdır. b) "Halbuki o, Allah katından değildir" ifâdesi, o şeylerin Allah katından olmasını mutlak manada nefyeder. Bu ise, o şeylerin Allah katından olmasını belirli bu cihetten nefyeder. Binâenaleyh o şeylerin, ne yaratılış ne de hüküm bakımından Allah katından olmaması gerekir. Buna şöyle cevap verilir: "Cübbâî'nin, "ve "O, Allah katındandır" derler" âyetini "Allah'ın kelâmı" mânasında alır ise, bu bir (lüzumsuz) tekrar olur" şeklindeki iddiasının cevabı bizim şu sözümüzdür: "Halbuki, o kitaptan değildk" âyeti, "O, kitapta yer almamıştır" mânasındadır. Bu, o söylenen şeyin, Allah'ın peygamber diliyle veya bir başka yolla sabit olan hükmü olmasına manî değildir. Allahü teâlâ, "Halbuki, o Allah katından değildir" dediğine göre, onun Allah'ın bir hükmü olmadığı ortaya çıkmış olur. Bu izaha göre, böyle bir tekrar söz konusu olmaz. Ka'bî'nin yaptığı iki izahtan birincisinin cevabı da şöyledir: Cevabın mutlaka, suâle uygun olması gerekir. O yahudiler, kendilerinin zikredip yaptıkları şeylerin, Allah'ın yaratması olduğunu iddia etmemişlerdir. Aksine onlar bunun, Allah'ın hükmü olduğunu ve kitabında yer aldığını iddia ediyorlardı. Binâenaleyh, Hak teâlâ'nın, "Halbuki o, Allah katından değildir" buyruğunun başka bir şeye değil, işte bu mânaya râcî olması gerekir.. Yaptığımız bu izahla da, Ka'bî'nin ikinci izah olarak söylemiş olduğu şeyin, fasit olduğu ortaya çıkar. Allah, en iyisini bilendir. Cenâb-ı Hak sonra, "Allah'a karşı bile bile yalan söylerler" buyurmuştur. Bunun mânası, "Onlar bile bile böyle bir yalana yöneliyorlar" şeklindedir. Bil ki, bu âyette kastedilen tahriften murad, eğer Tevrat'ın lâfızlarını ve bu lafızların irâblarını değiştirmek olursa, buna cüret edenlerin, yalan üzerinde ittifak etmeleri mümkün olabilecek küçük bir grup olması gerekir. Yok eğer bundan maksat, istidlal yollarına şek ve şüpheler atmak suretiyle, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetine delâlet eden o (apaçık) delilleri karıştırıp teşviş etmek olursa, büyük kalabalıkların bu hususta mutabakata varmış olmaları uzak bir ihtimal sayılmaz. 79Âyetin tefsiri için bak:80 80"Hiçbir İnsanın, Allah kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra diğer insanlara "Allah'dan başka bana da kul olun" demesi yakışık almaz. Fakat o, "öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde Rabbaniler olun" (der.) O, sizin melekleri ve peygamberleri tanrılar edinmenizi de emretmez. Hiç size, siz müslüman olduktan sonra, kâfirliği emreder mi?" . Bil ki, Allahü teâlâ, ehl-i kitap âlimlerinin âdetinin tahrif ve tebdil etmek olduğunu beyân edince, bunun peşisıra onların tahrif etmiş olduğu şeylerden birinin de, İsa (aleyhisselâm)'nın ilâhlık iddia ettiğini ve kavmine, kendisine ibâdet etmelerini emrettiği iddiaları olduğunu zikretmiştir. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Hiçbir insanın şöyle şöyle demesi yakışık almaz" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âl-i İmran 79. Âyetin Nüzul Sebebi Bu âyetin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç rivayet vardır: a) İbn Abbas (radıyallahü anh) şunu söylemiştir: "Yahudiler, "Üzeyir Allah'ın oğludur"; hristiyanlar da "Mesih, Allah'ın oğludur" dedikleri için bu âyet nazil olmuştur. b) Denildiğine göre, yahudilerden Ebû Râfî el-Kurazî, ve hristiyanlardan da Necran heyetinin reisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sana ibâdet etmemizi ve seni bir rab edinmemizi mi istiyorsun?" demişler, bunun üzerine de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'tan başkasına tapmaktan veya Allah'tan başkasına ibâdet etmeyi emretmekten Allah'a sığınırız. Allahü teâlâ, beni böyle bir iş için göndermedi ve bana böyle birşeyi emretmedi" demiş ve bu âyet nazil olmuştur. c) Bir adam Hazret-i Peygamber'e şöyle demişti: "Ey Allah'ın resulü, biz sana birbirimize selam verdiğimiz gibi selam veriyoruz. Sana secde ederek (selam verelim) mi?" Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hiç bir kimsenin, Allah'tan başka bir varlığa secde etmesi doğru değildir. Fakat siz peygamberinize izzet-ü ikramda bulunun ve herkese hakkını vermeyi bilin" buyurmuştur. d) Yahudiler, kendilerinin elde ettiği fazilet ve makamlara hiç kimsenin ulaşamayacağını iddia edince, Allahü teâlâ onlara şöyle demiştir: "Eğer durum sizin dediğiniz gibi olsaydı, sizlerin, insanları köle ve hizmetçi yapmaya uğraşmamanız, aksine insanlara Allah'a itaat edip, O'nun tekliflerine boyun eğmelerini emretmeniz gerekirdi. Bu durumda da, insanları Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini tasdik etmeye teşvik etmeniz gerekirdi. Çünkü Hazret-i Muhammed'in elinde mu'cizelerin zuhur etmesi, böyle yapmanızı gerektirir." Bu, âyetin lafzının ihtimal tanıdığı bir izahtır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra diğer insanlara "Allah'ı bırakıp da bana kul olun" demesi..." ifâdesi, tıpkı "Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiblerinf tanrı edindiler" (Tevbe, 31) âyeti gibidir. Kitap ve Nübüvvet Verilen Peygamber İnsanları Kul Edinmez Âlimler, âyetteki, "Hiçbir insanın, Allah kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra diğer insanlara "Allah'dan başka bana da kal olun" demesi yakışık almaz" sözünden ne murad edildiği hususunda ihtilaf etmiş ve şu izahları yapmışlardır: 1- Esâmm, bunun, "Eğer o peygamberler böyle söylemeye yelten sele rdi, Allah onları bundan men ederdi" manasında olduğunu ve buna Cenâb-ı Allah'ın, "Eğer (peygamber) bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette onu sağ elimizle (kudretimizle) yakalayıverirdik" (Hakka, 44-45) ve "Andolsun ki sen onlara nerdeyse biraz meyledecektin, O takdirde İse biz hayatın da ölümün de katmerli (acısını) sana tattıracaktık" (Isra, 74-75) âyetlerinin delâlet ettiğini söylemiştir. 2- Peygamberler, yanısıra ulûhiyet ve rubûbiyet iddiası güzel düşmeyen sıfatlarla mevsufturlar: Meselâ, Allahü teâlâ onlara kitap vermiş ve vahyetmiştir. Bu ise, ancak temiz nefisler ve güzel ruhlar için olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah, peygamberliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir" (Enam. 124) "Celâlim hakkı için, biz onları, bilerek, âlemlere üstün kıldık" (Duhân, 32) ve "Allah, hem meleklerden, hem de insanlardan peygamberler seçer" (Hacc, 75) buyurmuştur. Temiz olan nefislerden, böyle bir iddianın çıkması imkansızdır. Yine peygamberlik vermek, peygamber olacakların ilmini kemâle erdirdikten sonra olur. Bu ise, böyle bir iddiada bulunmaya manî olur. Hülâsa insanın biri nazarî, diğeri amelî (teorik ve pratik) iki kuvveti vardır. Nazarî kuvveti, ilim ve gerçek bilgiler ile kemâle ermedikçe; ameli kuvveti de kötü huylardan iyice temizlenmedikçe insanın nefsi, vahyi ve nübüvveti almaya müsait olmaz. Nazarî ve amelî kuvvette meydana gelecek böyle bir mükemmellik, bu gibi söz ve itikadların peygamberlerden sadır olmasına mânı olur. 3- Allahü teâlâ, bu gibi iddialarda bulunmayacağını bildiği kullarını nübüvvet ve risaletle şereflendirir. 4- Peygamber olan kimse, Allah'ın hükümlerini, Allah adına söylediğini iddia ediyor ve iddiasında doğru olduğuna hüccet getiriyor. Binâenaleyh o, eğer insanlara kendisine ibadet etmelerini emreder ise, bu durumda gösterdiği mu'cize, O'nun sadık olduğuna delâlet etmez ki bu caiz değildir. Bil ki âyetteki "Hiçbir insanın" ifâdesinden maksad, "Bu sözü onun söylemesi haram olur" mânası değildir. Çünkü böyle birşey söylemek, bütün mahlûkat için haramdır. Âyetin zahiri, bunun, Allah'ın o kimseye kitap, hikmet ve nübüvveti vermesi sebebiyle olmadığına delâlet eder. Yine bundan maksad, bir haram kılma olsaydı, şüphesiz ki bu, hristiyanların bunu Hazret-i İsa için iddia etmiş olmalarında onları yalanlama manasına gelmezdi. Çünkü bir başkasının birşey yaptığını iddia eden kimseye, "Onun bunu yapması helâl değildir" denilmesi, o kimseyi iddiası hususunda bir yalanlama olmaz. Cenâb-ı Hak bununla, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın, onlara "Allah'tan başka, beni ilah edininiz" dediğini iddia ettiklerini anlatmıştır. Binâenaleyh bundan murad, bizim söylediğimiz mânadır. Bunun bir benzeri de, "Allah'ın evlâd edinmesi olacak şey değil" (Meryem, 36) âyetidir. Bunu, bir çocuğun olması halini kendi zâtından nefyetme yoluyla söylemiştir; tanrım ve nehyetme üslûbunda değil.. Hak teâlâ'nın, "Bir peygamberin emânete hainlik etmesi yakışık almaz..." (Al-i İmran, 161) buyruğu da böyledir. Bundan murad da "nefy" dir, nehy değil!.. Allah en iyi bilendir. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra..." beyanı, son derece güzel tertib edilmiş olan üç şeye işarettir. Bu böyledir, çünkü semavî kitaplar önce nazil olur; sonra da peygamberin aklında o kitabı anlama melekesi meydana gelir. İşte hasıl olan bu melekeye Cenâb-ı Hak, "hüküm" kelimesiyle işaret etmiştir. Çünkü dilciler ve müfessirler, "hüküm"ün ilim mânasında olduğu hususunda müttefiktirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Henüz çocuk iken, ona hükmü verdik" (Meryem, 13) yani, "ilim ve anlayış verdik" buyurmaktadır. Sonra, peygamber o kitabı anladığı zaman, onu halka tebliğ eder.. İşte buna da "nübüvvet, peygamberlik" sözüyle işaret edilmiştir. Bu ne güzel bir tertiptir!.. Cenâb-ı Hak sonra, "... sonra (da) insanlara, "Allah'ı bırakıp da, bana kul olunuz"demesi (yakışık almaz)" buyurmuştur. Bu ifâde hakkında iki mesele vardır: Birinci Mesele Zahir olan kıraat, lâm harfinin nasbıyla olmak üzere, (......) şeklinde okunmasıdır. Ebû Amr'ın bunu, ref ile (......) şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. Nasb ile okunduğu zaman, kelâmın takdiri, "Peygamberlik, böyle bir söz söyleme ile birarada bulunmaz, bağdaşmaz" şeklinde olur. Bu durumda nasb eden âmil, sözünün başındakinasb edatıdır. Bu, "Sonra da demesi..." manasında olarak, "Allah'ın ona vermesi" ifâdesine atfedilmiştir. Ref ile okuyanlar, bu ifâdenin bir "cümle-i isti'nâfîyye" olduğunu düşünerek, böyle okumuşlardır. İkinci Mesele Vahidî, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın Hak teâlâ'nın, "Bana kul olunuz..." sözündeki (......) kelimesi Müzeyne Kabilesinin bir lehçesi olup, onlar (kullar, köleler) yerine, (......) kelimesini kullanmaktadırlar" dediğini nakleder Sonra Cenâb-ı Hak, "(Fakat o), rabbaniler olun der" buyurmuştur. Bu hususta da iki mesele vardır: Birinci Mesele Âyet-i kerimede bir hazf bulunmaktadır. Buna göre kelâmın takdiri, "Fakat onlara, "Rabbaniler olunuz!" der" şeklindedir. Binâenaleyh burada, ifâdede kendisine delâlet eden bir şey, (karîne) bulunduğu zaman, Arapların yapmış oldukları hazf uygulaması gereğincekelimesinden iştikak etmiş olan (......) kelimesi hazfedilmiştir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yüzleri simsiyah olanlara gelince, "İmanınızdan sonra inkâr ettiniz, öyle mi?" (Al-i imran. 106) âyetidir. Yani, "Onlara böyle denilir" demektir. İkinci Mesele Alimler, kelimesinin ne demek olduğu hususunda, şu görüşler ileri sürmüşlerdir: Rabbânî Tabirinin Mânası a) Sibeveyh şöyle demektedir: "O'nu biliyor, O'na itâata devam ediyor" mânasında olmak üzere, Rabb'a mensub, O'na ait, demektir. Nitekim birisi Allah'ı tanımaya ve O'na itaat etmeye yöneldiği zaman, "ilahî adam" denilir. "Rab" kelimesine elif ve nûnun ilâve edilmesi, bu sıfatın kemâline işaret etmek içindir. Nitekim bir kimse, saçları çok ve gür olursa ; sakalı uzun olursa boynu kalın ve güçlü olmakla vasfedildiği zaman Araplar, derler. Onlar, saça nisbet ettiklerinde ; boyna nisbet ettikleri zaman, sakala nisbet etkikleri zaman da, derler. b) Müberred, (......) kelimesinin, ilim erbabı mânasına geldiğini, Onlardan her birine denildiğini, Rabbani'nin ise, insanlara ilim öğretip, onları eğiten ve onların durumlarıyla ilgilenen kimse mânasına geldiğini; elif- nün harfinin ise mübalağa için getirildiğini; nitekim Arapların bu mübalağayı ifâde için (suya iyice kanmış), (çok susamış), (çok doymuş) ve (çırılçıplak) dediklerini; sonra (......) kelimesine nisbet yâ'sının eklendiğini; nitekim (......) ve (......) denildiğini" söylemiştir." Vahidî şöyle demektedir: "Sibeveyh'in görüşüne göre Rabbani, "Rabb'ini bilip, O'na itaat eden" manasında olmak üzere Rabb'e mensup mânasına alınmıştır. Müberred'in görüşüne göreyse, kelime "terbiye etmek, yetiştirmek" manasından iştikak ettirilmiştir." c) İbn Zeyd ise şöyle demektedir: "Rabbani, insanları eğitip yetiştiren, demektir. Buna göre, (......) kelimesi, ümmetin idareci ve âlimleri anlamına gelmektedir." İbn Zeyd, bu görüşünü Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbanilerin, onları nehyetmeleri gerekmez miydi?" (Mâide. 63) âyetinde de zikretmiştir. Yani, "İdareciler ve âlimler." Bunlar, kendilerine itaat olunan iki zümredirler. Bu izaha göre âyetin takdiri, "Ben sizi, bana kullar olmaya davet etmiyorum; ancak ben sizi, Allah'ın emrini uygulama ve O'na itaat etmeniz suretiyle, melikler ve âlimler olmaya davet ediyorum" şeklinde olur. Kaffâl (r.h) ise şöyle demektedir: "İdarecinin, Rabbanî diye isimlendirilmesi de muhtemeldir. Çünkü idareciye de, âdeta bir rab gibi itaat edilir. İşte bu mânada olmak üzere, idareciye "Rabbanî" denilmiş olur." d) Ebû Ubeyde: "Bu kelimenin Arapça olmadığını, aksine İbranice veya Süryanice olduğunu sanıyorum... İster Arapça, ister Süryanice olsun, şurası bir gerçek ki bu kelime, öğrenen, öğrendiğiyle amel eden ve hayır yollarını başkalarına öğretmekle meşgul olan bir insanı göstermektedir" demiştir. Cenâb-ı Hak sonra, "Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde..." buyurmuştur. Bu ifâde hakkında birkaç mesele vardır: Birinci Mesele (......) ifâdesinde iki kıraat bulunmaktadır: a) İlim kökünden olmak üzere "Biliyorsunuz" şeklinde okunmuştur ki bu, Abdullah İbn Kesir, Ebû Amr ve Nâfî'nin kıraatidir. b) Ta'lim, öğretme kökünden alınarak, (......) şeklinde okunmuştur ki, bu da yedi kıraat imamlarından geriye kalanların okuyuşudur. Her iki okuyuş şekli de doğrudur. Çünkü bu kimseler, "kitâb"ı kendileri için öğrenip, ayrıca başkalarına da öğretiyorlardı. Ebû Amr, kendi kıraatinin daha tercihe şayan olduğuna şu iki delili getirmiştir: 1- Cenâb-ı Hak, bu âyette, buyurmuş, şeddeli olarak dememiştir. 2- Bu fiili şeddeli okumak, iki mef'ul almasını gerektirir. Halbuki burada tek mef'ul vardır. Bunu şeddeli okuyanlar, ikinci mef'ul'ün hazf edildiğini ve bunun, veyahut da "insanlara veya sizden başkasına öğretmekte olduğunuz kitap sayesinde..." takdirinde olduğunu, çünkü Arapça'da mef'ulü binlerin genellikle hazfedildiğini söylemişler, sonra da bunu şeddeli okumanın daha evlâ olduğuna şu iki delili getirmişlerdir: 1- Ta'lim, ilmi de içine alır. Fakat ilim talimi içine almaz. O halde bu fiili ta'lim vezninde şeddeli okumak daha evlâdır. 2- Rabbani olanlar, ilimle iktifa etmezler. Öğrendikleri ilimlerine, Allah rızası için ta'limi (başkasına öğretmeyi) da katarlar. Baksana Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bunu emretmiş ve "(İnsanları) Rabb'İnin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et" (Nahl. 125) buyurmuştur. Mürre İbn Şürâhil'in "Alkame, insanlara Kur'ân'ı öğreten rabbanilerden idi" şeklindeki sözü de delâlet etmektedir. İkinci Mesele İbnü Cinnî, "Muhteseb 'inde, Ebû Hayve'nin, tâ harfinin zammesi, dâl'in sükûnu ve râ'nın kesresi ile kelimeyi (......) şeklinde okuduğunu naklederek şöyle demiştir: "Bu şekildeki kıraatin, (öğrendi) veyahut da (öğretti) fiilinden nakledilmiş olması gerekir. (okudu), ve başkasına okuttu) fiilleri de böyledir. Araplar genellikle hem hem de fiillerini kullanmışlardır. İşte bunun masdarı, "tedris" şeklinde gelmiştir. Üçüncü Mesele Her iki kıraata göre de, bu ifâdelerin başında bulunan lafzı, mâ'i masdariyye olup, başında bulunduğu cümleyi müfred hükmüne çıkarır. Buna göre takdir, "Kitabı bilen ve öğreten kimseler olmanız ve kitabı tedris etmeniz sebebiyle rabbaniler olunuz" şeklindedir. Bu, (......) kelimesinin aynısı "Onların şugünlerine kavuşmayı unutmaları gibi, bugün biz de onları unutacağız (terkedeceğiz)" (A'râf, 51) âyetindekidır. Sözün özü şudur: İlim, ta'lim ve tedris, sahibinin rabbani olmasını gerektiren şeylerdir. Sebep, şüphe yok ki müsebbebden (neticeden) başkadır. Binâenaleyh bu durum, bir kimsenin rabbani olmasının, âlim, mu'allim ve tedriste devamlı bir kimse olmasından farklı birşey olmasını gerektirir. Bu da, ancak o kimsenin Allah rızası için öğrenmiş, öğretmiş ve tedrisatta bulunmuş olmasıyla mümkün olur. Velhasıl onu bütün bu işlere sevkeden, Allah rızasını elde etme gayesi; her türlü kötü fiilden vazgeçiren de Allah'ın cezasından sakınma isteğidir. Peygamberin, insanlara bunu emrettiği sabit olunca, insanlara kendisine kulluğu emretmiş olmasının imkansızlığı sabit olur. Her iki kıraatin de neticesi aynı mânaya varır. Çünkü Peygamber, bütün gayret ve çabası, ruhları ve kalbleri halktan çevirip Hakk'a yöneltmek olan kişidir. Böyle bir insanın, akılları Hakk'a taattan çevirip, kendisine itaata yöneltmesi nasıl mümkün olur. Bu durumda, peygamberlerden her birinin, başkalarına kendisine ibâdeti emretmesinin İmkansız olduğu ortaya çıkmış olur. Dördüncü Mesele Âyet, ilmin, ta'limin ve tedrisin, insanın rabbânî olmasının sebebi olduğunu gösterir. Binâenaleyh kim bundan başka bir gaye ile öğretim ve eğitim işiyle meşgul olursa, onun gayretleri boşa gitmiş ve işi neticesiz olmuş olur. Bu, zahiren güzel görünen bir ağaç dikip, meyvesinden istifade edemeyen bir kimsenin durumuna benzer. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Faydasız ilimden ve huşu duymayan kalpten Allah'a sığınırız" Müslim, zikir, 73 (4/2088); İbn Mâce, Mukaddime, 23 (1/92) (uzunca bir hadisten...). buyurmuştur. Sonra Hak teâlâ, "O, sizin melekleri ve peygamberleri tanrı edinmenizi de emretmez" buyurmuştur. Bu hususta da birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Âsim, Hamza ve İbn Âmir, râ harfinin nasbıyla diğer kıraat imamları da, râ harfinin ref'iyle seklinde okumuşlardır. Nasb ile okunmasına gelince, bu kelimenin, ifâdesine atfedilmiş olmasından dolayıdır. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a) Bu ifâdenin başındaki edatının, ziyade kabul edilmesi... Buna göre mâna, "Allah'ın kendisine kitap, hüküm ve nübüvvet vermiş olduğu hiçbir kimsenin, insanlara, "Allah'tan başka bana da kulluk edin" demesi ve, size, "Melekleri ve peygamberleri rab edininiz" şeklinde emretmesi yakışık almaz, uygun değildir" şeklinde olur. Nitekim sen, "Ben Zeyd'e ikramda bulunayım da, sonra o beni hakîr kılsın, benimle alay etsin... Bu olacak şey değil!.." dersin. b) Bu ifâdenin başındaki, edatının zâid olmamasıdır. Buna göre mâna, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyş'i, meleklere ibadet etmekten; yahudi ve hristiyanları da, Hazret-i Uzeyr ve Hazret-i İsa'ya ibadet etmekten nehyetmiştir. Bunun üzerine onlar, "Sen, bizim seni mi rab edinmemizi istiyorsun?" dediklerinde onlara, "Hiçbir beşerin, Allah kendisini peygamber olarak gönderdikten sonra, halkı meleklere ve diğer peygamberlere tapınmaktan nehyederken, kendine kul olmaya çağırması uygun olmaz denilmiştir" şeklinde olur. Bu ifâdeyi, müste'nef bir cümle olarak merfû okumanın izahını yapmaya gerek bile yoktur. Çünkü bu ifâde, sözün manası tamamlandıktan ve sona erdikten sonra gelmiştir. Bunun kendinden önceki ifâdeyle bir münasebeti bulunmadığına, İbn Mesûd'un, "Ve, size asla emretmez" şeklindeki kıraati de delâlet etmektedir. İkinci Mesele Zeccac, bu ifâdenin, "Allah size emretmez;" İbn Cüreyc ise, "Hazret-i Muhammed size emretmez" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu fiilin failinin, diğer peygamberler olduğu ve mânanın, "Tıpkı Kureyş'in yaptığı gibi, peygamberler, melekleri rab edinmenizi asla emretmezler..." şeklinde olduğu da söylenmiştir. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hak bu âyette özellikle melekleri ve peygamberleri zikretmiştir. Çünkü, ehl-i kitaptan, Allah'tan başkasına ibâdet etmekle vasfedilenlerin, ancak meleklere, Hazret-i İsa'ya ve Hazret-i Uzeyr (aleyhisselâm)'e ibadet etmiş oldukları nakledilmiştir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu "melekler ve peygamberler" kısmını hassaten zikretmiştir. Daha sonra Hak teâlâ, "Hiç size, siz müslüman olduktan sonra, kâfirliği emreder mi?" buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır: Birinci Mesele (......) ifâdesinin başındaki hemze, istifham-ı inkarı manasındadır. Yani, "O, bunu emretmez. Bunu yapmaz" şekfindedir. İkinci Mesele Keşşaf sahibi, Hak teâlâ'nın, buyruğunun, muhatabların müslümanlar olduklarına delil olduğunu, bunların da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den, kendisine secde etmek için izin isteyenler olduğunu söylemiştir. Üçüncü Mesele Cübbaî, "Âyet, Allah'ı inkâr etmek, O'nu bilmemek; Allah'a iman etmek ise, O'nu tanımaktır" diyenlerin görüşünün yanlışlığına delâlet etmektedir. Çünkü Allahü Teâlâ böylesi kimselerin küfrüne hükmetmiştir ki, bu hüküm O'nun, "O size küfrü emreder mi?" ifadesidir. Sonra da, o kimselerin Allah'ı tanıdıklarını belirtmiştir ki, buna da Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra o, kalksın da insanlara, "Allah'tan başka bana da kul olunuz" desin!... (Bu olacak şey değil!)" sözü delâlet etmektedir. Bu ifâdenin zahiri, onların Allah'ı tanıdıklarını gösterir. Binâenaleyh, burada Allah'ı tanımanın yanında küfür de bulunduğuna göre, işte bu durum imanın, O'nu tanımak; küfrün de O'nu tanımamak olduğuna delâlet eder" demiştir. Buna şöyle cevap veririz: Biz, "Allah'ı İnkâr etmek, O'nu bilmemektir" şeklindeki sözümüzle, sadece O'nun mevcudiyetini bilmeme mânasını kastetmiyoruz. Aksine bu ifâdemizle, O'nun zâtını, selbî ve nisbî sıfatlarını, tapınılma, mabudiyyet hususunda O'nun bir ortağının bulunmadığını bilmemeyi kastediyoruz. İşte kişi bunu bilmeyince, O'nun sıfatlarının bir kısmını da bilmemiş olur. Diğer Peygamberlerin Hazret-i Muhammed'in Nübüvvetini İkrar Etmeleri 81Âyetin tefsiri için bak:82 82"Allah, peygamberlerden, "Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim. Sonra da size nezdinizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir. Ona mutlaka iman ve yardım edeceksiniz" diye misak (ahd) aldığı zaman, "İkrar ettiniz mi ve uhdenize bu ağır yükümü alıp kabul eylediniz mi?" dedi. Onlar, "İkrar ettik" dediler. (Allah da): 'Öyleyse şâhid olun, ben de sizinle beraber şahidlik edenlerdenim" dedi. Artık kim bundan sonra yüz çevirirse, işte o gibiler fâsıkların taa kendileridir" . Bil ki bu âyetlerden maksad, ehl-i kitap için bir mazeret olmadığını belirtip onların inadlarını ortaya koymak için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine delâlet eden ve onlarca malum olan şeyleri sayıp dökmektir. Allahü teâlâ'nın bu âyette bahsettiği husus da, bunlardan birisidir. Hak teâlâ, kitap ve hikmet verdiği o peygamberlerden, kendilerine her ne zaman verilmiş olan kitabı tasdik eden bir peygamber gelse, onu tasdik edip ona yardımcı olmaları hususunda söz (misak) almıştır. Cenâb-ı Hak, peygamberlerin bunu kabul ettiğini haber vermiş ve bunu kabul etmeyenlerin fasıklardan olacağına hükmetmiştir ki işte âyetten maksat budur. Velhasıl Allahü teâlâ, bütün peygamberlere yanlarında olan kitabı tasdik edici olarak gelen her peygambere inanmalarını vâcib kılmıştır. Fakat bu tek mukaddimeye, ikinci bir mukaddime eklenmediği müddetçe, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini isbat için kifayet etmez. Bu ikinci mukaddime de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'İn, onların kitaplarını tasdik edici olarak gelen bir peygamber olması şartıdır. Bu durumda birisi şöyle diyebilir: "Bu, birşeyi kişinin kendi hakkında kabullenmesidir. Çünkü bu, Hazret-i Muhammed'in peygamber olduğunu kendisinin söylemesidir." Buna, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bir peygamber olmasından murad, elinde mu'cizelerin zuhur etmiş olmasıdır. Binâenaleyh böyle bir sual söz konusu olmaz" diye cevap verilir. Allah en iyisini bilendir. Biz, şimdi tekrar âyetin lafızlarını tefsir etmeye dönelim: Cenâb-ı Allah'ın, "Allah, peygamberlerden... misak aldığı zaman..." ifâdesi hakkında İbn Cerir et-Taberî "Bu, "Ey ehl-i kitap, Allah'ın peygamberlerden ahd ve söz aldığı zamanı hatırlayın" manasındadır" demiştir. Zeccâc ise, bu ifâdenin, "Ey Muhammed Kur'ân'da Allah'ın peygamberlerden ahd almış olduğunu hatırla" mânasında olduğunu söylemiştir. Âyetteki "Peygamberlerin misâkı" tabirine gelince, bil ki masdarların failine de mef'ulüne de muzaf olması caizdir. Binâenaleyh bu tabirden murad, Allah'ın bizzat peygamberlerin kendilerinden aldığı ahid olabileceği gibi, peygamberleri için başkalarından aldığı ahid de olabilir. İşte bundan dolayı müfessirler, bu âyetin tefsirinde ihtilaf ederek her iki şekilde de mâna vermişlerdir. Birinci şekil, Allahü teâlâ'nın birbirlerini tasdik etme hususunda peygamberlerden söz almasıdır. Bu, Sa'fd İbn Cübeyr, Hasan el-Basrî ve Tâvus'un (Allah onlara rahmet etsin) görüşüdür. Buradaki mîsak ve ahdin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e mahsus olarak diğer peygamberlerden alınmış olduğu da söylenmiştir. Bu, Hazret-i Ali, İbn Abbas, Katâde ve Süddî'den (Allah onlardan razı olsun) rivayet edilmiştir. Bu görüşte olanlar, doğruluklarına delil olarak şunları zikretmişlerdir: 1-Ayetteki, "Allah, peygamberlerden., misak aldığı zaman" buyruğu, bu ahdi alanın Allah; ahid alınanların da peygamberler olduğunu gösterir. Âyette ümmetlerden bahsedilmemektedir. Binâenaleyh bu ahdin ümmetlerden (insanlardan) alındığını söylemek güzel olmaz. Bu delile şu şekillerde cevap verilebilir: a) Yaptığınız bu izaha göre misak, burada mef'ulüne muzaf olmuş olur. Bizim izahımıza göre ise, bu ahid ve misak, fiilin failine nisbet edilmesi gibi, kendisi için ahid alınana nisbet edilmiş olur. Şüphesiz ki, bir fiilin failine nisbeti, mef'ulüne nisbetinden daha kuvvetlidir veya en azından eşittir. Bu, tıpkı "Allah'ın misâkı ve ahdi" denilmesi gibidir. Buna göre takdir, "Allah'ın, peygamberleri için ümmetlerinden aldığı o ahdi hatırlayınız" şeklinde olur. b) Bununla, peygamberlerin çocuklarından alınan ahdin kastedilmiş olması da mümkündür. Peygamber evladlan, buna göre, İsrailoğullarıdır. Bu izaha göre âyette bir muzaf hazfedil mistir. Bu, tıpkı Bekr İbn Vâil şöyle yaptı. Ma'd İbn Adnan böyle yaptı" denilmesi gibidir. Bundan murad, "Onların çocukları ve kavimleri şöyle yaptı" manasıdır. c) Buradaki "peygamberlerden" murad, ehl-i kitap olabilir. Bu lafız, onlara hakaret etmek için kullanılmıştır. Çünkü onlar, "Biz, peygamberliğe Hazret-i Muhammed'den daha lâyıkız. Çünkü biz ehl-i kitabız ve peygamberler bizden olur" diyorlardı. Kur'ân-ı Kerim'de birçok yerde "nebî" lafzı zikredilmiş ve bununla onların ümmetleri kastedilmiştir. Mesela, Cenâb-ı Hak: "Ey Peygamber, kadınları boşadıgınız zaman..." (Talak, 1) buyurmuştur. 2- Şu hadis de bu görüşte olanların lehine delildir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: ' Ben size, bu dini taptaze ve tertemiz olarak getirdim. Bakın, Allah'a yemin ederim ki İmran İbn Musa (aleyhisselâm) yaşıyor olsaydı bana uymaktan başka bir şey yapamazdı." 3- Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ gerek Hazret-i Âdem, gerekse ondan sonra gelen bütün peygamberlerden, "şayet Hazret-i Muhammed, zamanınızda peygamber olarak gönderilir ve, siz de hayatta olursanız, mutlaka ona imân edip, yardım edeceksiniz" diye ahd-ü misâk almıştır. Buradaki yardımdan maksadın, bu ahdi dile getirmek olması mümkündür. Allah en iyisini bilendir. Ahidden Maksad, Enbiyanın Hazret-i Muhammed'in Geleceğini Bildirmeleridir İkinci şekil şudur: Bu âhidden murad, bütün peygamberlerin, ümmetlerinden, Hazret-i Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde, O'nu tasdik edip O'na yardım etmeleri gerektiği hususunda almış oldukları ahiddir ki bu, çoğu âlimlerin görüşüdür. Biz, daha önce, âyetin bu manaya da gelebileceğini söylemiştik. Bu görüşte olanlar, doğruluklarına şanları delil getirmişlerdir: Birinci hüccet: Ebu Müslim el-İsfehâni'nin söylediği şu izahtır: "Ayetin zahiri, Allah'ın ahd aldığı kimselerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildiğinde, O'nu tasdik etmeleri gerektiğini göstermektedir. Halbuki bütün peygamberler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildiğinde, vefat etmiş idiler. Ölmüş olan kimseler, mükellef tutulamazlar. Kendilerinden misâk alınmış olan kimselerin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildiğinde O'nu tasdik etmeleri vâcib olup, O peygamber olarak gönderildiğinde, diğer peygamberlere Hazret-i Muhammed'e iman etmeyi gerekli ve vâcib kılmak da mümkün olmadığına göre, kendilerinden ahd alınanların, peygamberlerin bizzat kendileri değil, aksine bunların, o peygamberlerin ümmetleri olduğunu anlamış oluruz." Ebû Müslim sözüne devamla şöyle der: "Bizim bu fikrimizi, Allahü Teâlâ'nın, kendilerinden ahd almış olduğu kimselerin, Hazret-i Muhammed'e iman etmemeleri hâlinde fasık olacaklarına hükmetmiş olması da te'kîd etmektedir. Bu vasıf (fâsık olmak vasfı) peygamberlere değil, olsa olsa ancak onların ümmetlerine yakışır." Kaffâl (r.h), Ebû Müslim'e cevap vererek şöyle demiştir: "Âyetten maksadın, "şayet peygamberler hayatta olmuş olsalardı, onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tasdik etmeleri gerekirdi" şeklinde olması niçin caiz olmasın? Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer (faraza) şirk koşmuş, olursan, celâlim hakkı için, amellerin boşa gider" (Zümer, 65) âyetidir. Halbuki Allahü Teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kesinlikle müşrik olmayacağını biliyordu. Ancak ne var ki bu söz sadece faraza kaydıyla zikredilmiştir. Burada da böyledir. Cenâb-ı Hak, "Eğer o peygamber, bizim adımıza bazı sözler uydurmuş olsaydı, muhakkak ki onun sağ elini alrverirdik. Sonra da, muhakkak kir onun kalb damarını koparırdık" (Hakka, 44-46) buyurmuş; meleklerin sıfatı hakkında da, onların sözle kendisinin önüne gecemiyeceklerini ve kendilerine her surette hakim ve kahîr olan Rab Teâlâ'dan korktuklarını haber vermiş olduğu halde, "Bunlardan (meleklerden) kim, "Ben de Ondan başka bir tanrıyım" derse onu cehennemle cezalandırırız. Biz, o zalimleri de böyle cezalandıracağız" (Enbiya, 29) buyurmuş ve bütün bunları faraza kaydıyla zikretmiştir. İşte burada da böyledir. Biz deriz ki, Cenâb-ı Hak peygamberlerin farazî olarak, iman etmemeleri takdirinde "fasık" olacaklarını bildirmiştir. Çünkü "fısk" ismi, şirkten daha kötü değildir. Halbuki Cenâb-ı Hak, bu şirkten farazi olarak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında, "Eğer (bilfarz) şirk koşmuş olursan, celâlim hakkı için amellerin boşa gider" (Zümer, 65) şeklinde bahsetmiştir. İşte burada da böyledir. İkinci hüccet: Bu âyetten maksat, Hazret-i Muhammed zamanında olan kimselerin iman etmeleridir. Misakın bu kimselerden alınmış olması, âyetten elde edilmek istenen maksadın meydana gelmesi hususunda, peygamberlerden alınmış olması halinden daha beliğ, daha müessir olmuş olur. Bu hüccete karşı şu şekilde cevap verilmiştir: Peygamberlerin dereceleri, ümmetlerinin derecelerinden daha yüce ve daha şereflidir. Binâenaleyh âyet, Allahü Teâlâ'nın, o peygamberlerin hayatta olmaları halinde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmelerini vacib kıldığına; onların böyle bir iman etmemeleri halinde fâsıkfar zümresinden olacaklarını beyan ettiğine delâlet edince, evet eğer böyle olunca, onların ümmetlerinin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmeleri haydi haydi farz olur. Binâenaleyh, âyette geçen "ahd" sözünü, matlûb olanı elde etme hususunda peygamberler için anlamak, bu bakımdan daha isabetli olur. Üçüncü hüccet: İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Ona, "Abdullah İbn Mesûd'un talebeleri Hak teâlâ'nın bu âyetini, "Hani Allah, kendilerine kitap verilmiş olanların misâkım almıştı" şeklinde okuyorlar; biz ise, "Hani Allah, peygamberlerin misâkmı almıştı" şeklinde okuyoruz" denildiğinde o, "Allah, ümmetleri aleyhinde olarak (onlan sorumlu tutmak üzere) peygamberlerden ahid almıştır" diye cevap vermiştir. Dördüncü hüccet: Bu ikinci şekil, Hak teâlâ'nın, "Ey İsrailoğulları, size ihsan etmiş olduğum bunca nimetlerimi hatırlayın, tavsiyelerimi yerine getirin; ben de size karşı olan ahdimi yerine getireyim.., " (Bakara, 40) ve "Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diye bir mîsâk almıştı" (Al-i imran, 187) âyetleriyle de te'kîd edilmektedir. Bu mevzuda söylenenlerin hepsi, işte bundan ibarettir. Allah, muradını en iyi bilendir. (......) Kelimesindeki Üç Farklı Kıraatin İzahı Cenâb-ı Hakk'ın "Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim" ifâdesine gelince, bunda birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Kıraat imamlarının cumhuru, (......) kelimesini, lâm harfinin fethasıyla (......) şeklinde; Hamza, lamın kesresiyle (......) şeklinde; Saîd İbn Cübeyr de şeddeli olarak (......) şeklinde okumuştur. Fetha ile okumaya gelince bunun iki izah şekli vardır: a) (......) ism-i mevsûl, ondan sonra gelen onu sılası; haberi ise, (......) lâfzıdır. Kelâmın takdiri ise, "Şüphesiz size vermiş olduğum kitap ve hikmete; yanınızda bulunanı tasdik etmek üzere gelmiş olan peygambere, işte bunlara mutlaka iman edeceksiniz..." şeklinde olur. Bu takdire göre, edatı, mübtedâ olduğu için mahallen merfûdur. Sılasındanedatına râci olacak olan zamir ise, hazfedilmiştir. Bunun takdiri ise, (......) şeklindedir. Böylece mevsûle râci olacak olan zamir hazfedilmiştir. Bu, Hak teâlâ'nın tıpkı, Bu mu, Allah'ın peygamber olarak gönderdiği?", âyetindeki hazf gibidir (Yani, şeklindedir). Yapılmış olan bu takdire, şu iki soru yöneltilmiştir: Birinci soru: (......) edatı mevsûle olduğu zaman, sılaya atfedilen cümlede, râci olacak bir zamirin bulunması gerekir. Aksi halde bu atıf doğru olmaz. Baksana, sen "Babası kalkan şahıs, sonra Zeyd( gitti" dediğinde, bu ifâde doğru olmaz. Halbuki, Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinde mevsûle râci olacak bir zamir bulunmamaktadır. Biz deriz ki, Ahfeş'e göre, zahir bir ismin zamir yerine getirilmesi caizdir. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim korkar, sabrederse, muhakkak ki Allah iyi hareket edenlerin mükâfatını zayi etmez" (Yusuf, 90) âyetidir. Cenâb-ı Hak burada, "Onun ecrini etmez" dememiştir. Ve yine Cenâb-ı Hak, "İman edip de güzel ameller yapanlar yok mu? Biz, muhakkak ki, iyi amel ve hareket edenin mükâfaatını zayi etmeyiz" (Kehf, 30) buyurmuş, "Onların ecrini zayi etmeyiz" dememiştir. Çünkü, bu iki âyette geçen zahir isimler, zamirin yerine geçmişlerdir. İşte burada da böyledir. İkinci soru: Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesindeki lâm harfinin getirilmesindeki fayda nedir? Deriz ki: Bu lâm harfi, ibtidâ (başlangıç) lamıdır. Bu senin, "Muhakkak ki Zeyd, Amr'dan daha faziletlidir" demen gibidir. Bu lamın "muksemun aleyh" (kasemin konusu) yerine geçecek olan şeyin başına gelmesi güzel olmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani, Allah peygamberlerden misak almıştı" buyruğu, kasem yerindedir. Manası ise, Allah onların (şu konuda) yemin etmelerini istedi..." şeklindedir. İşte bu lâm, kasemden dolayı gelmiştir. Bu konunun izahı da işte budur. b) Bu, Sibeveyh, Mâzinî ve Zeccâc'ın tercihidir. Bu tercihe göre, buradaki şart mânası tazammun eden dır. Buna göre takdir, "Şayet size bir kitap ve hikmet veririm; sonra da size, yanınızda olanı tasdik eden bir peygamber gelirse, sizler ona muhakkak ki iman edersiniz" şeklindedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki lâm, kasemden dolayı getirilmiş olan lamdır. Ama, edatının başındaki lâm hazfedilmese de, mâna değişmez. Bunun bir benzeri de, "Allah'a yemin ederim ki, şayet sen yaparsan, ben de yaparım" demendir. Buna göre, lafzının zikredilmesi veya zikredilmemesi sebebiyle mâna değişmez. İşte bu âyette de böyledir. Bu izaha göre, edatının mahalli, sebebiyle mansûb; fiilinin mahalli de, fiiline atfedilmesi sebebiyle meczumdur. ifâdesi de, şartın cezasıdır. Sibeveyh, birinci görüşü, yani nın mevsule olmasını kabul etmez. Çünkü Sibeveyh, zahir ismin zamir yerine kaim olacağını kabul etmemektedir. (......)'daki lâm harfinin, meksûr okunması da, illet lamı olmasından dolayıdır. Buna göre sanki, "Allah, onların misaklarını şunun için almıştır: Çünkü, kendisine kitap ve hikmet verilenlere böyle bir lütfün tahsis edilmiş olması, diğer peygamber ve nebileri tasdik etmelerini gerektirir" denilmek istenmiştir. Bu kıraate göre mevsûle olur. Bu izahın tamamını, birinci izahta açıklamıştık. Bu kelimenin şeddeyle (......) şeklinde okunmasına gelince, Keşşaf sahibi bu hususta şu iki izahı yapmıştır: a) Bunun mânası şöyledir: "Size bir kitap ve hikmet verdiğimde ve sonra size o kitabı tasdik eden bir peygamber geldiğinde, o peygambere inanıp yardım etmek size vâcibtir. b) Bu âyetteki, lafzının aslı dır. Üç mîm harfinin, yani iki mim ile 'daki mîm'e idğâm edildiği için mim harfine çevrilmiş olan nûn'un bir arada bulunuşu ağır görülmüş ve bunlardan biri hazfedilmiştir. Böylece bu kelime, olmuştur. Bu, "Size verdiğim şeyden dolayı, ona imân edeceksiniz" mânâsındadır. Bu, mânâ bakımından Hamza'nın kıraatına yakındır. İkinci Mesele Nâfî, tâ'zim için nün ile (......) şeklinde, diğer kıraat imamları da tevhid için (müfred olarak) tâ ile, (Ben size verdim) şeklinde okumuşlardır. Nafi'nin delili, "Davud'a Zebur verdik" (Nisa, 163) "Henüz çocuk iken ona hikmet verdik" (Meryem, 13) ve "O ikisine, apaçık gösteren o kitabı verdik" (Saffat, 117) âyetleridir. Bir de, bu kıraat Allah'ın azametini daha çok belirtmektedir. Binâenaleyh dinleyenlerin kalbinde daha fazla heybet uyandırır. Buraya bu mâna daha uygun düşer. Diğer kıraat imamlarının delili ise, "O kitabı kulu (Muhammed'e) indiren Allah'a hamdolsun" (Kehf, 1) ayetidir. Bir de, bu okuyuş, âyetin hem öncesine hem de sonrasına daha uygun düşmektedir. Çünkü Cenâb-ı Allah bundan önce, "Allah .. aldığı zaman" ifâdesini, bundan sonra da "Bu ağır yükümü" kelimesini getirmiştir. Nafî, diğer kıraat imamlarının bu görüşlerine, "Fesahat çeşitlerinden birisi de, ifâdeyi müfred iken cem'e veya cemî iken müfrede doğru değiştirmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O (kitabı) "Benden başka hiç kimseyi vekil tutmayın" diye İsrailoğulları için bir hidayet rehberi kıldık" buyurmuş, "KILDIK" dediği gibi (demekle beraber) "BİZDEN başka" dememiştir. Allah en iyisini bilendir. Üçüncü Mesele Allahü teâlâ, peygamberleri gâib yoluyla zikretmiş, daha sonra da "Size... verdim" buyurmuştur ki bu bir hitaptır ve burada bir hazif vardır. Bunun takdiri, "Allah, peygamberlerden ahd alıp, onlara hitap ederek, "Ben size kitap ve hikmet verdim" demiştir" şeklindedir. Kur'ân'da çok hazif vardır. Bazı âlimler, bu âyet hakkında başka bir takdir yapıp, yukarıda nahivcilerden naklettiğimiz külfetlerden kurtararak şöyle demişlerdir: "Allah, peygamberlerinden, "size verdiğim kitap ve hikmeti, insanlara tebliğ edin" diye ahd almıştı." Bu takdiri yapanlar şöyle demişlerdir: "Fakat burada, söz kendisine delâlet ettiği için "tebliğ edin" emri hazfedilmiştir. Çünkü kasem lamı fiile gelebilir. Bu lâm, fiile delâlet edince, söz daha kısa olsun diye fiil hazfedilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nezdinizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir. Ona mutlaka iman ve yardım edeceksiniz" buyurmuştur. Bu takdire göre, âyetin nazmı bozulmaz ve öyle zorlanılarak yapılan takdirlere de ihtiyaç duyulmaz. Mutlaka bir takdir yapmak gerekiyorsa, nazmın güzel ve açık bir şekil aldığı bir takdirin yapılması, o gibi zorlamalara girmekten daha evladır. Buradan Bütün Peygamberlere Kitap Verildiği Anlaşılıyor, Oysa Böyle Değildir "Andolsun ki size kitap verdim" ifâdesinde bir müşkil vardır. O da şudur: Bu hitap, ya bütün peygamberlere veyahut da onların ümmetleri nedir. Eğer bütün peygamberler için yapılmış bir hitap ise, bütün peygamberlere kitap verilmiş olduğunu gösterir. Halbuki onların bazılarına kitap verilmiştir. Yok eğer bu hitap ümmetlerine ise, bu müşkil daha da büyür. Buna şu iki şekilde cevap veririz: a) Bütün peygamberlere kitap verilmesi, her nekadar bazılarına kitap verilmese de, onların da diğer peygamberlere verilmiş olan kitaplarla doğruya ulaşmış ve o kitaplarla amel etmeye davet etmiş olmaları mânasındadır. b) Peygamberlerin (aleyhisselâm) en faziletlisi, kendilerine kitap verilenlerdir. Binâenaleyh onların hepsi de, bu âyette kitap verilmiş olma şerefi ile tavsif edilmişlerdir. Kitap, indirilen ve okunan şey manasınadır. Hikmet ise, kitapta olmayan geniş mükellefiyetler yükleyen vahiy demektir. (......) ifâdesindeki harf-i cerri, (......) daki ism-i mevsûlünû beyân için gelmiştir. Bu senin şu sözün gibidir. "Yanımda gümüşten, iki dânik (1/6 dirhem) vardır." Cenâb-ı Allah'ın, "Sonra da size nezdinizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir" âyeti ile ilgili bazı sorular vardır: Birinci soru: Peygamber, peygamberlere değil, ümmetlere geldiği hâlde, bu ifâdede 'Sonra siz (peygamberlere) gelecektir" buyurulmasının mânâsı nedir? Cevap: Biz bu âyetteki, "Allah, peygamberlerden... ahd aldığı zaman..." ifâdesini, peygamberlerin kendilerinden değil de onların ümmetlerinden alınan ahid manasında anlarsak, böyle bir soru kendiliğinden kalkar. Eğer biz bu ifâdeyi, bizzat peygamberlerin kendilerinden alınan ahid manasında anlarsak, âyetteki o resul size gelirse 'sözü, (sizin zamanınızda o resul gelirse) demektir. Hazret-i Muhammed'in Önceki Peygamberleri Tasdikinin Mânası İkinci soru: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatı, onların şeriatları ile aynı olmadığı halde, Hazret-i Muhammed onlarla birlikte olanı yani onların şeriatlarını ve ahkâmını nasıl tasdik etmiş olabilir? Cevap: Biz deriz ki, bu ifâdeden maksat, tevhid, nübüvvet ve dinin asıllarında uygunluğun bulunmasıdır. Fakat dinin tafsilatında (ahkamında) bir farklılık olsa bile, bu gerçekte bir ihtilaf değildir. Çünkü bütün peygamberler, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) zamanında hak olan şeyin onun şeriatı; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında hak olan şeyin O'nun şeriatı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu, her nekadar bir farklılık zannı uyandırsa bile, hakikatte bir uygunluk vardır. Yine âyetteki, "Sonra da size nezdinizdeki (kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir" buyruğundaki "bir peygamber"den maksat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onların nezdindekı şeyi tasdik edici olmasından maksat ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, vasıflarının ve çeşitli durumlarının Tevrat ve İncil'de zikredilmiş olmasıdır. Hazret-i Peygamberin sıfatları ve halleri, o kitaplarda zikredilenlere uygun olarak tezahür edince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat gönderilişi, onların yanındaki bu kitapların bir tasdiki olmuştur. İşte Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onların nezdindeki kitapları tasdik edici olmasından maksad budur. Peygamberlerden Alınan Mîsakın Mahiyeti Üçüncü soru: Netice olarak, Allahü teâlâ, bütün peygamberlerden, nezderindeki kitabı tasdik edici olarak gelen her peygambere iman etmeleri hususunda söz almıştır. Binâenaleyh bu "misâk" ne demektir? Cevap: Bu "mîsâk"ın, o peygamberlerin akıllarında, Allah'ın emrine inkiyad etmenin vâcib olduğuna delalet eden delillerin yer almış olması mânasına gelmesi muhtemeldir. Böyle bir peygamber geldiğinde, ancak kendisinin doğruluğunu gösteren mu'cizeler elinde zuhur ettiği zaman bir peygamber olmuş olur. O, diğer peygamberlere, Allah'ın, insanlara kendisine imân etmelerini emrettiğini haber verdiği zaman, onlar işte o esnada o peygambere de inanmanın vacib olduğunu anlamış olurlar. Binâenaleyh böyle delillerin o peygamberlerin aklında yer almış olması, onlardan "mîsâk" alma gibidir. Yine bu "mîsâk"tan muradın şöyle olması da muhtemeldir: Allahü teâlâ, o peygamberin sıfatlarını, daha önceki peygamberlerin kitaplarında tafsilatıyla belirtmiştir. O peygamberin hâli, önceki kitaplarda yazılı olanlara aynen uyduğu zaman, O'na inanmak vâcib olur. Bundan dolayı âyetteki "Sonra da size, nezdinizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir" ifâdesi her iki mânâya da delâlet eder. Birincisine, âyetteki "bir peygamber" lafzı, ikincisine de, "Nezdinizdekini tasdik edin" sözü delâlet eder. Allahü teâlâ'nın, "Ona mutlaka imân ve yardım edeceksiniz" ifâdesinin mânası açıktır. Çünkü Allahü teâlâ önce o peygambere inanmayı, ikinci olarak da ona yardım etmeye gayreti emretmiştir. Bu ifâdenin başındaki lâm, kasem lamıdır. Sanki, "Allah'a yemin ederim ki, ona inanacaksınız..." denilmiştir. Sonra Hak teâlâ, ("(Allah) "ikrar ettiniz mi?" dedi" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Allahü Teâlâ'nın, (......) ifâdesini, "Allah, peygamberlerden ahd aldı" mânâsında tefsir edersek, "İkrar ettiniz mi?" ifâdesi, "Allah, peygamberlerine, "Ona iman etmeyi ve yardımda bulunmayı kabul ettiniz mi?" dedi" mânasında olur. Yok eğer bu ifâdeyi "Cenâb-ı Hak, peygamberlerinden, ümmetlerinden ahd almaları hususunda ahd-u mîsâk almıştır" mânâsında tefsir edersek "İkrar ettiniz mi?" ifâdesinin mânası, "Her peygamber, ümmetine "ikrar ettiniz mi?" der" şeklinde olur. Çünkü Allahü teâlâ, her ne kadar bu ahdi peygamberler ümmetlerinden almışlar ise de, kendisine nisbet etmiştir. Bu İkrar isteme peygamberlerden sudur etmiş ise de, Allahü teâlâ onu kendisine nisbet etmiştir. Bundan maksat şudur: Peygamberler bu işi tahakkuk ettirme ve te'kîd etme hususunda büyük çaba sarfetmişler, sadece ümmetlerinden söz (ahd) alma ile yetinmemiş, onlardan sözlü ikrar da istemiş ve bu hususu şâhid tutarak te'kid etmişlerdir. "İkrar", if'al babında olup bunun aslı, "Birşey yerinde durup, orada karar kılarak, oradan ayrılmadığı zaman söylenilen tabirinden alınmıştır. Birisi bir şeyi kendi aleyhine itiraf edip kabul ettiğinde ona mukırr denir. Hak teâlâ'nın, "Ve uhdenize bu ağır yükümü alıp kabul eylediniz mi?" buyruğuna gelince, buradaki "alma", kabul etme manasınadır. Kur'ân-ı Kerim'de, birçok yerde ' (aldı) kelimesi, kabul etti mânasında kullanılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ondan bir fidye alınmaz" (Bakara, 48) yani kabul edilmez, ve "Sadakaları alır" (Tevbe, 104) yani "kabul eder" buyurmuştur. Âyetteki "Isr", yaptığı bir işten dolayı insana gelen zorluk demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey Rabb'imtz, bizden evvelki (ümmetlere) yüklediğin gibi üstümüze bir ısr (yük) yükleme" (Bakara, 286) buyurmuştur. Nitekim "ahd" da, bu ağırlık mânasından ötürü "Isr" diye ifâde edilmiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ahd, bağlanıp sağlama alınan şeylerden olduğu için "Isr" diye adlandırılmıştır. Pazubend'e de "Isâr" denilmesi, bu mânâdan dolayıdır. Âyetteki bu kelime, (......) şeklinde de okunmuştur. Bu kıraatin, mânasında kullanılmış olması caizdir. Sonra Allahü teâlâ, "Onlar "ikrar ettik" dediler" buyurmuştur. Buradaki, "Öyleyse şahit olun" ifâdesinin çeşitli tefsirleri yapılmıştır: 1- "Öyleyse birbirinize ikrar ile şahid olun. Ben de sizin ikrarınıza ve birbirinizi şâhid tutmanıza şahidlik edenlerdenim." Bu, bu işi onlara pekiştirmek ve onların Allah'ın şahadeti ile birbiftenne şahid oluşlarını hatırlayıp bildiklerinde böyle bir şahadetten rucû etmekten onları sakındırmak manasına gelir. 2- "Öyleyse şâhid olun" emri, meleklere yönelik bir hitabtır. 3- "Öyleyseşâhid olun" emri "Herkes kendisini, kendisi aleyhine bir şâhid kılsın" mânâsındadır. Bunun bir benzeri de, "Onları kendilerine şahid tutmuş ve "Ben, sizin Rabb'iniz değil miyim? (demişti.) Onlar da "Evet, (kendi aleyhimize) şahid olduk" demişlerdi" (Araf, 172) âyetidir. Bu, "mübalağa" babındandır. 4- Bu, "Bilmeme hususunda hickimsenin ileri sürecek mazereti kalmasın diye bu mîsakı, âlim câhil herkese açıklayınız" mânâsındadır. "Şâhid", dâvanın doğruluğunu ortaya koyan kimse demektir. 5- Bu ifâde, "Size ikrar ettirdiğim bu mîsakı, iyice belleyin ve bu hususta bir şeyi görüp gözeten bir kimse gibi olun" mânâsındadır. 6- Biz, mîsâk'ın ümmetlerden alınmış olduğunu kabul edersek, bu durumda bu ifâde, peygamberlere, ümmetlerine şâhid olmalarını emreden bir hitab olmuş olur. Hak teâlâ'nın "Ben de sizinle beraber şâhidük edenlerdenim (dedi)" buyruğu bir te'kid ve mecbur tuttuğu şeyi takviyedir. Bunun diğer bir faydası da şudur: Allahü teâlâ, her nekadar burada başkasını şahid tutmuş ise de, böyle bir şâhid tutmaya kendisinin ihtiyacı yoktur. Çünkü Allahü teâlâ'ya hiç birşey gizli kapaklı kalmaz. Ancak bir maslahattan ötürü onları birbirlerine şahid tutmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, sırları ve gizli şeylerin en gizlisini bilir. Cenâb-ı Hak bunun peşisıra diğer te'kidli bir ifâde daha getirip "Artık kim bundan sonra yüz çevirirse, işte o gibiler fasıkların taa kendileridir" buyurmuştur. Yani, "Geçen bunca delilden sonra kim o peygambere iman ve yardım etmekten yüz çevirirse, fasıklardan olur" demektir. Fasıklar için olan ilâhî va'îdler malumdur. Âyetteki, "Artık kim bundan sonra yüz çevirirse..." ifâdesi, şart cümlesidir. Şart ve ceza cümlesinde kullanılan mâzî fiiller, muzarî fiil manasındadırlar. Allah en iyi bilendir. İslâm Cansız Kâinatın Bile Tâbi Olduğu Dindir 83"Şimdi onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) ister istemez O'na boyun eğmiştir. Nihayet Ona döndürülecekler" . Bil ki Allahü teâlâ, bir önceki âyette, Hazret-i Muhammed'e iman etmeyi, geçmiş bütün peygamber ve ümmetlere gerekli ve meşru kıldığı bir hükmü olduğunu beyân edince, bunu istemeyen ve kabul etmeyen herkesin Allah'ın dininden başka bir din istemiş olacağını açıklamış ve "Şimdi onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Âsım'ın râvisi Hafs, bu âyetteki fiilleri, şu iki sebepten ötürü yâ harfi ile ve (......) şeklinde okumuştur: a) Bu fiillerin faillerinin, bir önceki âyette geçen "fasıklar" olduğunu göstermek için... b) Allahü teâlâ, yahudi ve hristiyanların Hazret-i Muhammed'e imân etmelerinin gerekli olduğunu ortaya koymak için, bir önceki âyette mîsâk aldığını anlatmıştır. Yahudi ve hristiyanlar inkârlarında ısrar edince, onların bu hallerini yadırgayarak, "Şimdi onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?" buyurmuştur. Ebû Amr, yahudi ve diğer kâfirlere bir hitap olarak, ilk fiili "arıyor musunuz?" şeklinde ' Halbuki göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) ister istemez Ona boyun eğmiştir" ifâdesinde zikredilmiş olan bütün mahlukata râci olsun diye ikinci füli de (......) şeklinde okumuştur. Diğer kıraat imamları ise, bu iki fiili muhatab sigası ile ve "arıyor (musunuz?)" ve "döndürüleceksiniz" şeklinde okumuşlardır. Çünkü bu âyetten önce gelen "İkrar ettiniz mi?" "alıp kabul eylediniz mi?" ifâdeleri, muhatab sigasıyla gelmiştir. Ve yine müslüman, kâfir ve herkese, "Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin Allah'a teslim olduğunu ve sizin dönüşünüzün de O'na olacağını bilip dururken, Allah'ın dininden başkasını mı arayıp duruyorsunuz?" denilmesi de uzak bir ihtimal değildir. Bu Hak teâlâ'nın tıpkı, "Karşınızda Allah'ın âyetleri okunup dururken ve O'nun peygamberi de içinizde tken, siz Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?" (Al-i İmran. 101) âyeti gibidir. Bu ifâdenin başındaki hemze, istifham içindir. Bu istifhamdan maksat, onların yaptıklarını yadırgamak (istifhâm-ı inkârı) veyahut da onların yaptıklarını sadece belirtmek (istifhâm-ı takriridir. Bu istifham edatının esasen yeri (......) lafzıdır. Bunun takdiri ise, "Allah'ın dininden başkasını isterler mi?" şeklindedir. Çünkü istifham ancak, fiil ve hadiseler hakkında olur. Ama ne var ki, Cenâb-ı Hak, mef'ûl olan ifâdesini, fiili olan (......) kelimesinden önce getirmiştir. Çünkü bu, hemzenin mânâsı olan inkâr etme ve yadırgamanın, bâtıl bir mabuda yönelmiş olması itibariyle daha mühimdir. Bu ifâdenin başında bulunan fâ harfi ise, cümleyi cümleye atfetmek için getirilmiştir. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: a) Takdir, "İşte bunlar, fâsıkların ta kendileridirler; ve onlar yine, Allah'ın dininden başkasını isterler" şeklindedir. Bil ki, şayet denilmiş olsaydı, yine caiz olurdu. Ancak ne var ki, fâ harfinin getirilmiş olmasında, bunun ifâde ettiğinden daha fazla bir mana vardır. Sanki şöyle denilmiştir: "Bu kadar beliğ te'kidlerle te'kid edilmiş olan bu mîsakın alınışından sonra mı, siz hâla Allah'ın dininden başka bir din arıyorsunuz?" Rivayet edildiğine göre ehl-i kitaptan iki grup, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in dini hususundaihtilâf edince, hükümleşmek üzere Hazret-i Peygamber'in yanına geldiler. Bu iki gruptan her biri, Hazret-i İbrahim'in kendilerine daha yakın olduğunu iddia ediyorlardı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Her iki grup da, Hazret-i İbrahim'in dininden uzaktır" dedi. Buna karşılık onlar, "Biz senin hükmünü kabul etmiyor ve dinini de alıp benimsemiyoruz" deyince, işte bu âyet nazil oldu. Bence, bu âyeti bu sebebe hamletmek uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu durumda âyetin, mâkabliyle (öncesiyle) ilgisi kalmaz. Halbuki, istifhâm-ı inkarî, bu cümlenin kendisinden öncesiyle irtibatlı olmasını gerektirir. Binaenaleyh, âyetin izah şekli şudur: Bu mîsak onların kitaplarında zikredilmiş olduğu için, onlar da bunu bildikleri için, Hazret-i Peygamberin peygamberlik davasında doğru ve sadık olduğunu da biliyorlardı. Binaenaleyh, inkârların yegâne sebebi olarak geriye, sadece düşmanlık ve haset kalmaktadır. Bundan dolayı onlar, hasedi kendisini inkâra götüren İblis gibi olmuşlardır. Allahü Teâlâ onlara, böyle oldukları zaman, Allah'ın dininden başka bir din, Allah'tan başka da bir mabud aramış olacaklarını bildirdi.. Sonra da, Allah'a karşı inatlaşmanın ve O'nun hükmünden yüz çevirmenin, akıllı kimselere yakışmayan şeylerden olduğunu beyân ederek, 'Halbuki göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) ister istemez O'na boyun eğmiştir. Nihayet Ona döndürülecekler" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili- iki mesele vardır: İslâm, teslim olma, boyun eğme ve itaat etme anlamına gelir. Bunu anladığın zaman bil ki, göklerde ve yerde bulunan bütün varlıkların itaat etmesinin birçok izah şekli vardır: 1- Bu bence en sahih olan izahtır. Allahü Teâlâ'nın dışındaki bütün varlıklar, zâtı bakımından mümkün varlıklardır. Zâtı bakımından mümkün olan her varlık, ancak Allah'ın var etmesiyle var, yok etmesiyle de yok olur. O zaman, Allah'ın dışında bulunan her şey, varlık ve yokluk taraflarından, Allah'ın celâline boyun eğmiş ve O'na itaat etmiştir. İşte, boyun eğip inkıyâd etmenin nihayeti de budur. Sonra, bu izahta başka bir incelik daha vardır ki, o da şudur: "O'na boyun eğmiştir" ifâdesi, bir hasr ifâde eder. Yani, "Göklerde ve yerde bulunan herşey ve herkes, başkasına değil, sadece ve sadece O'na boyun eğmiştir" demektir. Binâenaleyh bu âyet, vâcibu't-vücûd'un tek olduğunu ve ister akıl, ister nefis, ister ruh, ister cisim, ister cevher, ister araz, ister fail, isterse fiil olsun, O'nun dışındaki herşeyin ancak Allah'ın var etmesiyle vücûd bulacağını ve O'nun yok etmesiyle de yok olacağını ifâde etmektedir. Bu mânaya delâlet etme hususunda, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerde ve yerde bulunan herkes, ister istemez Allah'a secde eder" (Ra'd, 15) âyetiyle, "Hiçbir şey hariç olmamak üzere, hepsi O'nu hamd ile tesbih eder" (isra. 44) âyetidir. 2- Allah'ın irade buyurduğu hususta, hiçkimsenin O'na karşı koyması mümkün değildir. Varlıklar, Allah'ın muradını ya isteyerek veyahut da istemedikleri halde, kabul etmek zorundadırlar. Meselâ sâlih müslümanlar, dine taalluk eden meselelerde Allah'a isteyerek; tabiatlarına ters düşen hastalık, fakirlik, ölüm ve benzeri şeyler hususunda da O'na istemeyerek (kerhen) inkiyâd ederler. Kâfirlere gelince onlar, her halükârda, Allah'a kerhen inkiyâd ederler. Çünkü onlar, din ile alâkalı olan hususlarda Allah'a boyun eğmezler; dinî olmayan diğer hususlarda ise, O'na kerhen teslim olurlar. Çünkü onların, Allah'ın kaza ve kaderini savuşturmaları mümkün değildir. 3- Müslümanlar, isteyerek; kâfirler ise, Ölümleri esnasında kerhen ve istemeyerek Allah'a boyun eğmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Fakat, hışmımın gördükleri zaman, imanları fayda verecek değildi" (Mümin, 85) buyurmuştur. 4- Bütün varlıklar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki onlara, gökleri ve yeri kimin yarattığını sorarsan, muhakkak ki, "Allah" derler" (Lokman, 25) âyetinin delaletiyle, O'nun uluhiyyetine isteyerek; O'nun tekliflerine ve elem ve kederleri yaratıp vermesine de istemeyerek boyun eğmektedirler. 5- Bütün varlıkların boyun eğmesi, mîsak alındığı sırada meydana gelmiştir ki bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani Rabb'in Âdemoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefslerine şahit tutmuş, "Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" demişti" (Araf, 172)âyetinin ifâde ettiği husustur. 6- Hasan el-Basrî, "İsteyerek boyun eğmek, gökteki (meleklere) mahsustur. Yerdekilere gelince, bunların bir kısmı isteyerek, bir kısmı da kerhen İnkiyâd ederler" demiştir. Ben de derim ki, Cenâb-ı Hak Subhânehu, bu hususu, gökleri ve yeri yaratması konusunda zikretmiştir ki, bu da, "Sonra da ona ve yeryüzüne, "ikiniz de ister İstemez gelin" buyurdu" (Fussilet, 11) âyetinde bahsedilmiş olan husustur. Bu konuda, insanı hayranlıklar içinde bırakan birçok sırlar bulunmaktadır. Hak teâlâ'nın, öy "Nihayet O'na döndürülecekler" ilâdesine gelince, bundan maksad da şudur: "Dünyada Allah'a muhalefet eden herkesin dönüşü, Allah'a olacaktır." Bundan maksat, "Allah'dan başka hiç kimsenin bir zarar ve fayda veremeyeceği yere varacaktır..." demektir ki bu, hak dine muhalefet eden kimselere karşı yapılmış büyük bir tehdittir. Vahidî (r.h) şöyle demektedir: (......) kelimesi, inkiyâd etmek manasına gelir. Nitekim bir kimse bir başkasına boyun eğip inkiyâd ettiğinde (......) bir kimse, başka birisinin emriyle çekip gittiği zaman "Muhakkak ki -onun emrini dinledi, O'na itaat etti" ve bir kimse birisine muvafakat edip uyduğunda da "Muhakkak ki ona uydu, muvafakat etti" denilmektedir." İbnu's-Sikkît şöyle der: (......) denilir. Âyet-i kerimedeki ifâdeleri, hal mahallinde gelmiş olan birer mefûl-i mutlak oldukları için mansûb olmuşlardır. İfâdenin takdiri ise, (......) şeklindedir. Bu, senin tıpkı "Bana koşarak geldi" demen gibidir. Halbuki, (......) denilmez.. Ama, "Bana konuşarak geldi" denilir. Çünkü, kelâmın kendisi gelmez... Allah en iyi bilendir. 84"De ki: Allah'a İman ettik. Bize indüene, İbrahim'e İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a ve oğullarına indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rab Taâlâ'dan verilenlere de (iman ettik). Onlardan hiç biri arasında fark gözetmeyiz. Biz Ona teslim olmuşlarız" . Bil ki Cenâb-ı Hak, önceki âyet-i kerimede, yanlarında olanı tasdik etme konusunda diğer peygamberlerden mîsak aldığını beyan edince, bu âyette de, Hazret-i Muhammed'in sıfatlarından birisinin, onların yanında bulunan Tevrat'ı tasdik etmesi olduğunu açıklamış ve, Ve ki: "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e... indirilene iman ettik..." buyurmuştur. Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır: (......) ifâdesindeki zamir müfred, (iman ettik) ifâdesindeki zamir de cemidir. Bu hususta bazı izahlar bulunmaktadır: a) Allahü Teâlâ, Hazret-i Muhammed'e hitab ettiği zaman, ancak tekil lafızlarla hitab etmiş ve O'na, kavmine hitab ettiğinde, hükümdarların ve büyük şahısların konuşması gibi, tazim ve ululuk ifâde eden bir üslûbla, cemi lafzını kullanarak hitab etmesini öğretmiştir. b) Allahü Teâlâ önce söz, Allah'ın bu emirlerini insanlara tebliğ edecek olanın o peygamber olduğunu göstersin diye, ona müfred bir lafızla hitab etmiş, sonra, bu sözü söylediği zaman ashabının ona muvafakat edeceğine bir dikkat çekmek üzere, "iman ettik" tabirini kullanmıştır. c) Allahü Teâlâ, bununla, Hazret-i Peygamber'in onların yanında olan kitabı tasdik edici olduğu zuhur etsin diye, sözünün ifâde etmiş olduğu emri yerine getirme hususunda, O'nun şahsına hitab etmiştir. Sonra bu mükellefiyetin sadece O'na has olmayıp, bilakis bütün mü'minler için bir görev olduğuna dikkat çekmek için, (iman ettik) tabirini kullanmıştır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Müminler de, onların her biri de Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. "O'nun peygamberlerinden hiçbiri arasında ayıran yapmayız..." (Bakara, 285) buyurmuştur. Allah'a iman, peygamberlere imandan önce zikredilmiştir; çünkü Allah'a iman, peygamberliğe imanın aslıdır. İkinci mertebede, O'na indirilmiş olana iman zikredilmiştir. Çünkü diğer peygamberlere nazil olan kitaptan onların ümmetleri tahrif ve tebdil etmiştir, bu kitapların durumtarını bilmek de, ancak Hazret-i Muhammed'e inzal edilmiş olana iman etmekle mümkündür. Binaenaleyh, Hazret-i Muhammed'e indirilen Kur'ân, diğer peygamberlere indirilen için bir asıl olmuş olur. İşte bundan dolayı Hazret-i Muhammed'e indirileni diğerlerinden önce saymıştır. Üçüncü mertebede, ehl-i kitabın, varlıklarını kabul ve itiraf ettiği, ama nübüvvetleri hususunda ihtilaf etmiş olduğu bazı peygamberler zikredilmiştir. Âyetteki, (torunlar) kelimesiyle kastedilenler, Cenâb-ı Hakk'ın Araf 160. âyetinde, oniki boyunu zikretmiş olduğu, Yakub (aleyhisselâm)'un torunlarıdır. Hazret-i Peygamberin, Diğer Enbiyayı Tasdikindeki Hikmetler Allahü Teâlâ, birçok sebeplerden dolayı, her peygamberin nübüvvetini kabul ve tasdik etmeyi vacib kılmıştır. a) Hazret-i Peygamber'in, bütün peygamberleri doğrulayıcı olduğunu isbat etmek.. Çünkü bu şart, mîsakın alınmasında gözönünde bulundurulmuştu. b) Ehl-i kitabın görüşlerinin birbirleriyle çeliştiğine dikkat çekmek.. Bu böyledir, çünkü onlar ancak, elinde bir mu'cize zuhur ettiği için tasdik ettikleri bir peygamberi doğruluyor ve tasdik ediyorlardı. Bu ise, elinde bir mu'cize zuhur eden herkesin bir peygamber olmasını iktizâ eder. Buna göre, elinde mu'cize zuhur etmiş olanların bir kısmını tasdik edip, bir kısmını yalanlamak bir çelişkidir. Bilâkis yapılması gereken gerçek şey, hepsini tasdik edip, hepsinin nübüvvetini kabul etmektir. c) Cenâb-ı Hak bu âyetten önce, "Şimdi onlar, Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki, göklerde ve yerde ne varsa, (hepsi) ister istemez O'na boyun eğmiştir" (Âl-i İmran. 83) buyurmuştur. Bu, onların peygamberlerin bazısını yalanlamada ısrar etmelerinin, Allah'ın dininden yüz çevirmek ve Allah ile münazaaya girmek olduğuna dikkat çekmektir. İşte burada da, ehl-i kitabı nitelemiş olduğu, hüküm ve mükellefiyetlerde Allah ile münazaaya girme hâlinin O'ndan ve O'nun ümmetinden zail olması için, bütün peygamberlerin nübüvvetine iman hususunu açıklamıştır. d) Allahü Teâlâ birinci âyette, bütün peygamberlerden, kendilerinden.gelen her peygambere iman etsinler diye misak aldığını bildirmiştir. Bu âyette ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den kendisinden önce geçmiş olan her peygamberi tasdik etsin diye ahid almıştır; ama kendisinden sonra gelecek peygamberleri (tasdik etmesi hususunda) bir misak almadığını zikretmiştir. Binâenaleyh bu âyet bu bakımdan, Hazret-i Peygamber'den sonra bir peygamber olmayacağı hususuna kesin olarak delâlet etmiş olur. İmdi eğer fiili bu âyette niçin isti'lâ ifâde eden harf-i cerriyle, önceki âyette de bir intiha ifâde eden harf-i cerriyle müteaddi kılınmıştır?" denilirse, biz deriz ki, her iki mânanın da bulunmasından dolayıdır. Çünkü vahiy yukardan aşağı iner ve peygamberlere ulaşır. İşte bundan dolayı, bazan bir mana ile, bazan da diğer mâna ile kullanılmıştır. Yine şu da söylenilmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında (üzerimize) tabiri kullanılmıştır; çünkü vahiy, O'nun üzerine nazil olmaktadır. Ümmet hakkında (bize...) kelimesi kullanılmıştır, çünkü vahiy, Hazret-i Peygamber'den nihayet onlara varıp ulaşmaktadır". Bu açıklama, bir zorlamadır. Şu âyetlere bakmıyor musun? "Sana İndirilene" (Bakara, ; "Sana kitabı indirdik" (Nisa, 105) ve iman edenlere indirilmiş olana iman ediniz..." (âli İmran, 72). Âlimler, daha önce geçmiş ve şeriatları neshedilmiş olan bu peygamberlere imanın nasıl olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu İhtilâfın aslı şudur: Onların şeriatları neshedildiğine göre, peygamberlikleri de neshedilmiş olmaz mı? Buna, "Neshedilmiş olur" diyenler şöyle derler: "Biz onların daha önce nebî ve resul olduklarına inanırız, ama şu anda onların nebî ve resul olduklarına inanmayız." "Onların şeriatlarının neshedilmiş olması, peygamberliklerinin de neshedilmiş olmasını gerektirmez" diyenler ise, "Onların şu anda da nebî ve resul olduklarına inanırız" derler. Bu noktaya dikkat etmen gerekir. Peygamberler Arasında Ayırım Yapmamak Gerekir Âyet-i kerimedeki "Onlardan hiçbiri arasında tork gözetmeyiz' tabiri hakkında birkaç İzah bulunmaktadır: a) Esamin şöyle demiştir: Fark gözetme bazan, onları birbirinden üstün görmeyle; bazan-da, Allah'a itaat hususunda aynı yol üzere olmadıklarını söylemek suretiyle olur. Bundan murad şudur: Biz onların hepsinin, Allah'a davet ve Allah'ın mükellefiyetlerine inkiyâd hususunda aynı din üzere olduklarını kabul ediyoruz. b) Bazı âlimler şöyle demiştir: "Onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeyiz" ifâdesinden murad, yahudi ve hristiyanların farklı farklı inanmaları gibi, biz onların bir kısmını bırakıp, bir kısmına iman etmek suretiyle, "onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeyiz" anlamıdır. c) Ebû Müslim, bu ifâdeden muradın, "Biz onların üzerinde icmâ ve ittifak ettikleri şeyleri parçalamayız, bölmeyiz" mânası olduğunu söylemiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hepiniz, toptan sımsıkı Allah'ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın..." (Âl-i İmran, 103) âyeti gibidir. Cenâb-ı Hak bir kavmi kınayıp, parçalanıp ayrılmakla vasfetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki, aranızdaki bağlar parça parça olmuştur. (Fayda) umduklarınızın hepsi sizleri bırakıp gitmiştir" (Enam, 94). Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz O'na teslim olmuşlarız" ifâdesine gelince, bunda birkaç izah şekli bulunmaktadır: a) Bizim bu peygamberlerin nübüvvetini ikrar ve kabul edişimiz ancak, Allahü Teâlâ'nın emrine inkiyâd ettiğimiz, O'nun emrine ve hükmüne teslim olduğumuz içindir. Bu ifâde de, O'nun durumunun, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine, "Şimdi onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa, (hepsi) ister istemez Ona boyun eğmiştir" (Al-i imran, 83) ifadesiyle hitabta bulunduğu kimselerin durumundan farklı olduğuna bir dikkat çekme vardır. b) Ebû Müslim şöyle demiştir: tabirinin mânası, "Allah'ın emrine razı olmak ve O'na muhalefet etmemek suretiyle O'nun emirlerine teslim olan, inkiyâd edenleriz" demektir ki, bu Allah'a iman eden kimselerin vasfıdır. Bunlar da barış ve teslimiyetten yana olan kimselerdir. Kâfirler ise, Allah'a harb ilan etmiş kimseler diye vasfedilirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'a ve Resulüne harb açanların cezası..." (Maide, 33) buyurmuştur. c) Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz O'na teslim olmuşlarız" sözü hasr ifâde eder. Buna göre ifâdenin takdiri, "riya, gösteriş ve mal talep etmek gibi başka bir maksadımız olmaksızın, sırf Allah rızası için biz teslim olduk, inkiyâd ettik.." şeklindedir. Bu ifâde, kâfirlerin hallerinin bunun aksi olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü onlar böyle yapmaz; aksine ancak gösteriş, riya ve mal elde etmek için bunları yapar ve bu sözü söylerler.. Allah en iyi bilendir. 85"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bu ondan asla kabul edilmeyecek ve o kimse, âhfrette en büyük zarara uğrayanlardan olacaktır" . Bil ki, Allahü Teâlâ önceki âyetin sonunda "Biz Ona teslim olmuşlarız" buyurmuş, bunun peşinden de bu âyette, dinin sadece İslâm dini olduğunu, İslâm'ın dışındaki hiçbir dinin Allah katında makbul olmadığını, çünkü makbul olan amelin, Allahü Teâlâ'nın kendisinden ve failinden râzı olup, kendisine sevap verdiği amel olduğunu beyân etmiştir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah ancak, muttaki olanlardan kabul buyurur" (Maide, 27) buyurmuştur. Daha sonra Hak teâlâ, İslâm dininin dışındaki dinlere mensup hiç kimsenin dininin, Allah katında makbul olmadığı gibi, aynı zamanda o kimsenin âhirette hüsrana uğrayanlardan olacağını açıklamıştır. Âhirette hüsrana uğramak, sevaptan mahrum, cezaya da duçar olmakla gerçekleşir. Bu hüsran ifâdesine kişinin dünyada iken yapamadığı salih amellere karşı duymuş olduğu üzüntü ve keder ile, yine dünyada iken kendi bâtıl dinini yerleştirme hususunda katlandığı çile ve meşakkatler de dâhildir. Bil ki bu âyetin zahiri, imanın İslâm olduğuna delâlet eder. Çünkü, eğer iman İslâm'dan ayrı olsaydı, Cenâb-ı Hak, "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bu ondan asla kabul edilmeyecektir" buyurduğu için, o imanın makbul olmaması gerekirdi. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bedeviler, "iman ettik" dediler; de ki, "siz iman etmediniz ama, İslâm olduk deyin..." (Hucurat. 14) âyetinin zahiri İslâm'ın iman'dan başka bir şey olduğunu gösterir. Bu iki âyet, birinci âyeti örf-i şer'îye, ikinci âyeti de vaz-ı lûgavîye hamletmekle uzlaştırılabilir. 86Âyetin tefsiri için bak:89 87Âyetin tefsiri için bak:89 88Âyetin tefsiri için bak:89 89"Kendilerine apaçık deliller gelmiş, o peygamberin şüphesiz bir hak olduğuna şahitlik de etmişler iken, imanlarının peşinden küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete erdirir? Allah zâlim bir topluluğu hidâyete erdirmez. Muhakkak ki Allah'ın, meleklerin, bütün insanların laneti onların üzerine olsun!.. İşte böylelerinin cezası.. Onlar, cehennemin içinde ebedî kalıcıdırlar. Onlardan ne azâb hafifletilir, ne de onlara bir mühlet verilir.. Ancak bundan sonra tevbe edenler ve hallerini düzeltenler müstesna. Çünkü Allah çok affedici ve çok merhametlidir" . Bil ki Allahü teâlâ, İslam ve iman işinin önemini "Kim İslam'dan başka bir din ararsa, bu ondan asla kabul edilmeyecek ve o kimse, âhirette en büyük zarara uğrayanlardan olacaktır" buyruğu ile ortaya koyunca, bu önemi, İslam dinine girmeyen kimselere vereceği cezayı belirterek te'kid etmiş ve "İmanlarının peşinden küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir?" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: Bu âyetin sebeb-i nüzulü hususunda şu görüşler ileri sürülmüştür: 1- " İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bu âyet, önce inanıp da sonra irtidâd ederek kaçıp Mekkelilere sığınarak, Hazret-i Peygamber'in başına zamanın belâlarının gelmesini beklemeye başlayan on kişilik bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Cenâb-ı Hak onlar hakkında, işte bu âyeti indirmiştir. Onların içinde tevbe edenler bulunduğu için, bu tevbe etmiş olan kimseleri 'Bundan sonra tevbe edenler müstesna..." ifadesiyle istisna etmiştir. 2- Yine İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu âyet, Kurayza, Nadîr ve onların dininde olan yahudiler hakkında nazil olmuştur ki, onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmeden önce, ona inanıp, nübüvvetine şehadette bulunduktan sonra O'nu inkâr etmişlerdir. O, bizzat peygamber olarak gönderilip, onlara apaçık delil ve mu'cizeler getirince, sırf haset ve kıskançlıklarından dolayı, O'nu inkâr etmişlerdir." 3- Bu âyet, Hars İbn Süveyd hakkında nazil olmuştur. Hars, ensârdan bir kimse idi. Mürted olduğuna pişman olunca, kavmine "Benim tevbem kabul olunur mu?" diye Hazret-i Peygamber'e sormaları için haber yollar.. Kardeşi ona, hakkında âyet nazil olduğunu bildirince, bunun üzerine o da kalkıp Medine'ye gelerek, Hazret-i Peygamber'in huzurunda tevbe eder. Hazret-i Peygamber de onun tevbesini kabul eder. Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Bu âyetler hakkında âlimler, şu iki görüşü beyân etmişlerdir: Bazıları, Hak teâlâ'nın Âl-i İmran 85-90. âyetlerinin aynı olay hakkında nazil olduğunu; bazıları da, kıssanın başlangıcının Âl-i İmran 91. âyeti olduğunu söylemişlerdir. Sonra bu iki izaha göre de, burada şu iki görüş söz konusudur: a) Bu âyetler, Ehl-i kitap hakkındadır. b) Bu âyet, daha önce de açıkladığımız gibi, iman edip de, sonra İslam'dan dönen bir topluluk hakkındadır. Âlimler, Hak teâlâ'nın, "İmanlarının peşinden küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete erdirir?" ifâdesinin tefsiri hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Mu'tezile: "Çünkü bizim temel kaidelerimiz, Allahü Teâlâ'nın, bildirme, deliller koyma ve lütuf fiillerini ihsan etme mânasında olmak üzere, bütün insanları dine sevkettiğine şehadette bulunmaktadır. Çünkü yukardaki hususlar herkesi içine almış olsaydı, kâfirle, sapmış olan kimseler mazur olurlardı. Sonra Cenâb-ı Hak, o kâfirleri hidâyete erdirmediğine dair hüküm vermiştir. Binâenaleyh, hidâyet lafzını, deliller getirip ortaya koyma manasının dışında başka bir biçimde tefsir etmek gerekir" demiş ve bu hususta şunları zikretmişlerdir: a) Bu âyetten maksat, Cenâb-ı Hakk'ın, mü'minlere imanlarına karşılık bir sevap olsun diye vermiş olduğu lütuf fiillerini ihsan etmemesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bizim uğrumuzda mü'cahede edenleri, muhakkak ki yollarımıza hidâyet ederiz" (Ankebut. 69); "Allah, hidâyete ermiş olanların hidâyetini artırır" (Meryem. 77); "Hidâyete ermiş olanların hidayetini arttırmış...." (Muhammed, 17) ve "Allah, rızasına tabi olanları, onunla selamet yollarına ulaştırır" (Maide. 16) buyurmuştur. İşte bütün bu âyetler, Allahü Teâlâ'nın, hidâyete ermiş olan kimselerin hidâyetlerini bazan arttırabileceğine delâlet etmektedir. b) Bu ifâdeden maksadın, Allahü Teâlâ'nın, kâfirleri cennete iletmemesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gerçekten, o inkâr edip kâfir olanlar ve zulmedenler (yok mu), Allah onları asla bağışlayacak değildir. Onları cehennemin yolundan başka bir yola da iletecek değildir" (nisa, 168), ve "(Fakat) İman edip salih amel işleyenleri, imanları sebebiyle, Rab Taâlâ, altlarından ırmaklar akan na'îm cennetlerine erdirir" (Yunus, 9) buyurmuştur. c) Bu âyetteki hidâyetten muradın, Allah'ın o kimselerde marifetullahı yaratmasının olması mümkün değildir. Çünkü bu takdirde de marifeti yaratmanın Allah'dan olması gerekir. Zira Hak teâlâ, o kimsede manfetullahı (kendisini bilmeyi) yarattığında, o, mü'min olur ve hidayete ermiş olur. Allah, marifeti (bilgiyi) o kimsede yaratmadığı zaman ise, o kâfir ve sapık olmuş olur. Eğer küfrü Allah yaratmış olsaydı, onlar kâfir olduğu için onları kınaması doğru olmaz ve kâfirlerin inkârı kendilerine nisbet edilemezdi. Fakat âyet-i kerime, inkâr etmeleri ve küfürde bulunmuş olmaları sebebiyle onların kınandıklarını göstermektedir. Binâenaleyh Hak teâlâ, "İmanlarının peşinden küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete erdirir" buyurmuş, küfrü onlara nisbet ederek, bu inkârlarından dolayı onları kınamıştır. İşte Mu'tezile'nin bu âyetle ilgili izahlarının tamamı bundan ibarettir. Ehl-i sünnet âlimleri ise şöyle demişlerdir: "Bu âyetteki "hidâyet"ten maksad, Allah'ın insanda marifetullahı yaratmasıdır. Çünkü Allahü teâlâ'nın, mükellefiyet yeri olan dünyadaki kanunu (sünnetullah) şu şekilde cereyan eder: Kul, birşey yapmaya niyetlenir, Allahü teâlâ da, kulun bu niyetinin peşisıra o şeyi yaratır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak bu âyette sanki şöyle demektedir: "Allah, onlar kâfir olmaya niyetlenip, onu irâde etmişlerken, onlarda bu marifetutlahı nasıl yaratır!" Allah en iyisini bilendir. Âyetteki, "... şâhidlik de etmişlerken.." ifâdesinin izahı konusunda iki görüş vardır: 1- Bu cümle, öncesine atıftır; takdiri ise "Onlar imân ettikten ve o peygamberin şüphesiz bir hak olduğuna şâhidlik ettikten sonra.." şeklindedir. Çünkü fiilin, isim üzerine atfedilmesi caiz değildir. Bu, zahiren her nekadar fiilin, isim üzerine atfı gibi görünüyor ise de, mâna itibarıyla fitlin fiile atfıdır. 2- Bu cümlenin başındaki "vâv", burada mahzuf bir (Muhakkak ki) kelimesinin bulunması sebebiyle, vâv-ı haliyyedir. Buna göre mana, "Allah, peygamberin hak olduğuna şâhidlik etmiş oldukları halde, imandan sonra küfre sapan bir topluluğa nasıl hidâyet eder" şeklindedir. Âyetin takdiri şöyledir: "Allah, kendilerine apaçık deliller geldikten, peygamberin şüphesiz bir hak olduğuna şâhidlik ettikten ve böylece de imân ettikten sonra, kâfir olan bir topluluğu nasıl hidâyete erdirir" şeklindedir. Buna göre, "Peygamberin hak olduğuna şâhid oluşları", "Onların iman etmelerine" atfedilmiştir. Ma'tuf, ma'tufun aleyh'ten farklı birşeydir. Binâenaleyh peygamberin hak olduğuna şâhidlik etmek, imândan farklı birşey olmuş olur. Buna karşılık şöyle cevap verilebilir: Bizim mezhebimize göre, iman kalp ile tasdik etmek manasına gelir. Şehâdet ise, dil ile ikrar etmektir. Bundan dolayı bu ikisi birbirinden farklıdır ve bu sebeple, âyet işte bu bakımdan imanın, dil ile ikrardan başka birşey olup kalpte bulunan bir mâna olduğuna delâlet etmiş olur. Bil ki Allahü teâlâ, şu üç özellikten sonra meydana gelmiş olması bakımından yahudilerin küfrünün daha büyük olduğunu belirtip yadırgamıştır: a) İmanlarından, b) Hazret-i Peygamberin hak peygamber oluşuna şâhidliklerinden ve, c) Kendilerine apaçık delillerin gelmiş olmasından sonra.. Durum böyle olunca, bu küfür, iman basiretten ve şahadeti izhardan sonraki bir salah olmuş olur. Binâenaleyh onların bütün bu müsbet şeylerden sonra küfre sapmaları en çirkin bir şey olmuş olur. Çünkü bu, bir nevî inâdî ve inkârî küfürdür. Bu da, âlim insanın yanılmasının (zellesinin), câhillerin yanılmalarından daha çirkin olduğunu gösterir. Hak teâlâ'nın, "Allah zâlim bir topluluğu hidâyete erdirmez" buyruğu ile ilgili iki soru vardır: Birinci soru: Cenâb-ı Hak âyetin başında, "Allah... kütte sapan bir kavmi nasıl hidâyete erdirir" buyurmuş; sonunda da "Allah zâlim bir topluluğu hidayete erdirmez" buyurmuştur ki bu, lüzumsuz bir tekrardır? Cevap: Allahü teâlâ'nın önceki buyruğu, mürtedler hakkındadır. Hak teâlâ, daha sonra bu hükmü hem mürtedlere, hem de.zâten kâfir olanlara teşmil ederken, "Allah zâlim bir topluluğu hidâyete erdirmez" buyurmuştur. İkinci soru: Allah, bu âyette kâfirleri niçin "zâlimler" diye adlandırmıştır? Cevap: Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki şirk en büyük zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: Kâfir, küfrü sebebiyle kendisini belâ ve ceza yerlerine sokunca, kendi kendine zulmetmiş olur. Daha sonra Hak teâlâ, "Muhakkak ki Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerine olsun. İşte böylelerinin cezası..." buyurmuştur. Bunun mânası şudur: Allahü teâlâ, imândan sonra yeniden inkâr eden kimseleri hidâyetinden men edeceğine dair bir hüküm vermiş, sonra da bu işin onları sadece hidâyetten mahrum etmeye mahsus olmadığını, bilâkis onları dünyada hidâyete erdirmeyeceği gibi, aynı zamanda onlara büyük bir lanet ile lanet edeceğini ve âhirette ebedî olarak onlara azâb edeceğini de beyân etmiştir. . Bil ki, Allah'ın laneti, meleklerin lanetinden başkadır. Çünkü Allah'ın laneti, kişiyi cennetinden uzaklaştırıp onun üzerine çeşitti ceza ve azâblan indirmesiyle gerçekleşir. Meleklerin laneti ise, sözlü olur. İnsanların laneti de böyledir. Bütün bunlar, onların zâlim ve kâfir olmaları sebebiyle onlara müstehaktır. İşte bu sebeple, bunun bir ceza olması da sahih olur. Birada iki soru bulunmaktadır: Kâfirler Kâfirlere Lanet Etmez İken, Bütün İnsanların Onlara Lanet Etmesi Ne Demektir? Birinci soru: Zâlime ve kâfire muvafakat eden kimse onlara lanet etmediği halde, Cenâb-ı Hak niçin "bütün insanlar"ın zâlimlere lanet ettiğini bildirmiştir. Biz deriz ki, bu hususta şu izahlar vardır: a) Ebû Müslim, "Her ne kadar ona lanet etmese dahi, lanet etmesi gerekir" demiştir. b) Âhirette birbirlerine lanet edecekler, demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "(Cehenneme) giren her ümmet kendi arkadaşına lanet edecek" (A'raf, 38) ve "Sonra kıyamet gününde birbirinizi inkâr edip, birbirinize lanet edeceksiniz" (A'raf, 25) buyurmuştur. Bu takdire göre, kâfirin kâfire lanet etmesi söz konusudur. c) Âyetteki, "İnsanlar" sözünden maksat, sanki mü'minlerdir. Kâfirler ise, insan sayılmamış gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu üç grubun lanetini zikredince, "hepsinin..." buyurmuştur. d) Buna göre en doğru olan da şudur ki, bütün mahlukat, bâtıldan yana olup inkarcı olan kimselere lanet eder. Ancak ne var ki kişi, kendisinin bâtıldan yana ve kâfir olmadığına inanmıştır. Buna göre kâfir lanet edince ve o da Allah katında gerçekten kâfir olunca, o bu durumu bilmese bile, kendi kendine lanet etmiş olur. İkinci soru: Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki zamiri, "lanet" kelimesine râcidir. Yani, "Onlar lanetin içinde ebedî kalacakları halde.." demektir. Lanetin içinde ebedî kalmak ne demektir? Deriz ki, bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a) Onların lanet içinde ebedî kalışlarının mânası şudur: Kıyamet gününde onlara melekler, mü'minler ve kendileriyle beraber ateşte bulunan kimseler lanet ederler. Onların hiçbir hâli, bu lanet eden varlıkların lanetinden kurtulamaz. b) Lanet içinde ebedi kalmaktan maksat, lanetin cezasının ebediliğidir. Çünkü lanet, cezalandırılmayı gerektirir. Binâenaleyh, lanetin cezasının ebediliği lanetin ebediliğiyle ifâde edilmiştir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim ondan yüz çevirirse, kıyamet günü şüphesiz ki ağır yük(günah) yüklenecektir" (Tâ-hâ, 100) âyetidir. c) İbn Abbas, "Cenâb-ı Hakk'ın, ' tabirindeki cehenneme râcidir. Buna göre, zamirin mercii zikredilmemiş demektir. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifâdesi, kendisinden önceki, "Allah'ın laneti onların üzerine olsun" tabirinden hâl olduğu için, mansûbtur. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Onlardan ne azâb hafifletilir, ne de onlara bir mühlet verilir" buyurmuştur. Bu âyetteki, (......) kelimesi, "mühlet verilir" mânasındadır. Allahü teâlâ, "Ona geniş bir zamana kadar mühlet (verin)" (Bakara, 280) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ifâdenin mânası şudur: "Onların azabı hafifletilmez ve cezaları vaktinden başka bir vakte tehir edilmez. İşte mütekellimlerin "Kâfirlere ulaşan azab, menfaat şaibelerinden uzak, daimî, kesilmeyen hâlis bir zarardır" şeklindeki sözlerinin mânası budur. Bu azabtan Allah'a sığınırız. Sonra Cenâb-ı Allah, , "Ancak bundan sonra tevbe edenler... müstesna..." buyurmuştur. Sonra bu tevbenin tek başına yeterli olmadığını, ona amel-i sâlih'in eklenmesi gerektiğini beyân ederek, "Ve hatterini düzeltenler müstesna" buyurmuştur. Bu, "Hakka karşı bâtınların: tefekkür ile; halka karşı da zahirlerini ibâdetle ıslâh edip düzeltenler..." demektir. Bu, onların "Biz, daha önce bâtıl üzere idik" demeleriyle olur. Böylece onların önceki bâtıl yollarına aldanmış olanlar, ondan dönerler. Sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir" buyurmuştur. Bununla ilgili olarak şu iki izah vardır: a) Allah, dünyada iken yaptığınız kötülükleri örtmek suretiyle gâfûr; âhirette de affetmek suretiyle rahîm olandır. b) O, cezayı kaldırdığı için gâfûr, sevap verdiği için de rahimdir. Bunun bir benzeri de, "O inkâr edenlere, eğer vazgeçerlerse geçmiş günahlarının bağışlanacağını söyle" (Enfal, 38) âyetidir. Bu ifâdenin başına, mahzuf şart cümlesinin cevabı olduğu için fâ harfi gelmiştir. Bunun takdiri, "Eğer onlar tevbe ederlerse, şüphesiz Allah onları bağışlar" şeklindedir. 90"Gerçekten imanlarından sonra küfre girmiş, sonra da küfrünü artırmış olanların tevbeleri asla kabul olunmaz. İşte onlar sapıkların taa kendileridir" . Bu âyetle ilgili iki mesele vardır: Âlimler, küfrü artıran şey hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu husustaki prensip şudur: Mürted, irtidadında devam ve ısrar etmek suretiyle Küfrünü artırmış olur. Binâenaleyh ısrar küfür üzerine bir ziyade sayılmıştır. Bazan da, Küfrünü artıran kimse, o küfrüne, başka bir hususu da inkâr ederek yeni bir küfür katmış olur. Bu ikinci ihtimale göre âlimler şu değişik izahları yapmışlardır: a) Ehl-i Kitap, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmeden önce, O'na inanıyorlardı. O, peygamber olarak gönderilince, O'nu inkâr etmeye başlamışlar; daha sonra da her an O'nu ta'n etmeleri, sözlerinde durmamaları, mü'minleri fitne ve fesatla yoldan çıkartmaya çalışmaları ve gördükleri her mu'cizeyi inkâr etmeleri sebepleriyle küfürlerini artırmışlardır. b) Yahudiler, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı tasdik etmişler, sonra da Hazret-i İsa'yı ve İncil'i kabul etmeyerek kâfir olmuşlar, daha sonra Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Kur'ân-ı Kerim'i de inkâr ederek küfürlerini artırmışlardır. c) Âyet, irtidâd edip, Mekke müşriklerine sığınanlar hakkında nazil olmuştur. Onların küfürlerini artırmaları, "Biz, Muhammed'in başına, zamanın çeşitli belâlarının gelmesini bekleyerek, Mekke'de duracağız" demiş olmalarıdır. d) Bu ifâdeden maksad. irtidâd edip, daha sonra da -münafıklık yaparak-İslama döndüklerini söyleyen bir topluluktur. Allahü teâlâ, onların bu nifakını "küfür" olarak ifâde etmiştir. Tevbenin Kabul Edilmemesi Meselesi Allahü teâlâ, bir önceki âyette mürtedlerin tevbesini kabul edeceğini, bu âyette ise kabul etmeyeceğini bildirmiştir ki, bu, şiddetli bir tenakuz gibidir. Yine delil ile sabittir ki, tevbe, şartlarına uygun bir şekilde yapıldığında şüphesiz makbul olur. İşte bu sebepten dolayı müfessirler, "(Onların) tevbeleri asla kabul olunmaz" âyeti hususunda ihtilaf etmiş ve şu görüşleri belirtmişlerdir: 1- Hasan el-Basrî, Katâde ve Atâ şöyle demişlerdir: "Bunun sebebi, onların ancak ölürken tevbeye yönelmeleridir. Halbuki Cenâb-ı Hak, "Kötülükleri yapıp yapıp da, kendilerine ölüm geldiği zaman, "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenlerin tevbesi (makbul) değil" (Nisa. 18) buyurmuştur. 2- Bu tabirin, onların, kalplerinde ihlâs olmadığı halde, dilleriyle tevbe etmeleriyle ilgili olması muhtemeldir. 3- Kâdi, Kaffâl ve İbnu'l-Enbârî şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ önce, imandan sonra inkâr edenlerden bahsedip, sonra da böyle kimselerin tevbe etmezlerse lanete müstehak kimseler olduklarını beyan buyurunca, bu âyette de onların tevbelerinden sonra yeniden inkâr ederlerse, tevbelerinin makbul olmayıp adetâ hiç yapılmamış sayılacağını açıklamıştır." Bu görüş, âyete diğerlerinden daha uygundur. Çünkü ifâde, "Tevbe edip, hallerini düzeltenler müstesna.... Çünkü Allah gafur ve rahimdir. Eğer onlar bu durumda olur da, sonra küfürlerini artırırlarsa, onların tevbeleri asla kabul olunmaz" mânâsındadır. 4- Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Onların tevbeleri asla kabul olunmaz" tabiri, onların küfür üzere ötmelerinden kinayedir. Çünkü kâfirlerden tövbesi kabul edilmeyenler, küfrü üzere ölenlerdir. Binâenaleyh sanki şöyle denilmektedir: "Yapacaklarını yapmış olan yahudi ve mürtedler, küfür üzere ölen ve tevbeleri kabul olunmayanların sınıfına giren kimselerdir.” 5- Belki de murad, onların sadece o ziyâde küfürden tevbe etmiş olmalarıdır. Çünkü aslından ötürü tevbe edilmemiş olduğu müddetçe, o ziyâdeden ötürü yapılmış olan tevbe makbul olmaz. Ben derim ki bütün bu cevaplar, biz Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerçekten imanlarından sonra küfre girmiş, sonra da küfrünü artırmış olanların..." buyruğunu istiğraka değil de, geçmiş olan, mahud olan (bilinen) bir şeye hamlettiğimiz zaman söz konusu olur, geçerli olur. Aksi halde, teklif zamanında, irtidâdından ihlaslı olarak dosdoğru bir biçimde tevbe eden nice mürted vardır. Kaffâl ve Kâdî'den naklettiğimiz cevaba gelince, lafzı biz ister istiğraka, isterse mahud ve bilinen bir şeye hamledelim, bu cevap daima aynı kalan, değişmeyen bir cevaptır. Hak teâlâ'nın, "İşte onlar sapıkların ta kendileridir" buyruğu hakkında iki soru bulunmaktadır: Birinci soru: Cenâb-ı Hakk'ın, İşte onlar sapıkların ta kendileridir" buyruğu, onların dışında kalan kimselerin "sapık ve dâl" olmamalarını gerektirir. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü, ister iman ettikten sonra, isterse aslında kâfir olsun, her kâfir bir dâl, bir sapıktır. Cevap: Bu, onların sapıklık ve dalâletin zirvesinde ve en ileri derecesinde bulunduktan mânasına hamledılmiştir. İkinci soru: Allahü Teâlâ onları ilk önce, küfürlerinde devam etmek ve küfre iyice dalıp aşın olmakla vasfetmiştir. Halbuki küfür, dalâlet çeşitlerinin en çirkini ve en ileri derecede olanıdır. Vasıf ise, mübalağa için yapılır. Mübalağa ise, bir şeyi, hal bakımından daha kuvvetli olan bir şeyle tavsif etmek suretiyle olur; yoksa hal bakımından daha zayıf olan bir şeyle tavsif etmekle değil!... Cevap: Biz bundan muradın, onların sapıklık ve dalâletin zirvesinde ve en ileri derecesinde bulundukları mânası olduğunu daha önce zikretmiştik. Bu izaha göre de mübalağa tahakkuk etmiş olur. Kafir Kıyamet Günü Dünyadaki Bütün Malları Fidye Vermek İster 91"Muhakkak ki küfredenler ve kâfir olarak ölenler (yok mu?) Yeryüzünü dolduracak miktardaki altını dahi (olsa) ve onu fidye olarak verse, onlardan hiçbirinin tevbesi makbul olmaz. İşte bu kimseler yok mu, onlar için çok acı veren bir azâb vardır. Onların hiçbir yardımcısı da yoktur" . Şunu bil ki, kâfir üç kısımdır: a) Küfründen sahih ve makbul bir biçimde tevbe edenler. Ki bu çeşit kâfiri Cenâb-ı Hak, "Ancak bundan sonra tevbe edenler müstesna..." (âli imran, 89) buyruğunda belirtmiştir. b) Küfründen fasit bir biçimde tevbe eden kâfir ki, bunu da bir önceki âyette zikretmiş, onun tevbesinin kesinlikle kabul edilmeyeceğini belirtmiştir (Al-i imran, 90). c) Asla tevbe etmeyip, küfrü üzere ölen kâfirler ki bunları da Cenâb-ı Hak, bu âyette zikretmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, bu kimseler hakkında şu üç tür tehdidin bulunduğunu haber vermiştir: Birinci nev': Cenâb-ı Hakk'ın, "Yeryüzünü dolduracak miktardaki altını dahi (olsa) ve onu fidye olarak verse, onlardan hiçbirinin tevbesi makbul olmaz" ifadesidir. Vahidî, birşeyin dolusunun, o şeyi dolduracak miktar olduğunu söylemiştir. Âyet-i kerimedeki (......) kelimesi, tefsiriyye olarak mansûb kılınmıştır. Tefsiriyye şu demektir: Kelamın hüküm bakımından tam olmasına rağmen, kendisinde bir kapalılığın bulunmasıdır. Meselâ Arapların, "Yanımda yirmi vardır" demesi gibidir. Buna göre burada sayının miktarı malûm, ama tadâd edilen, sayılan şeyler ise mübhemdir. Binâenaleyh sen (bir dirhem) dediğin zaman, sayının neye ait olduğunu açıklamış olursun. Yine aynen bunun gibi "O, insanların en güzelidir" dediğin zaman, o kimsenin güzel olduğunu bildirmiş, ama hangi hususta güzel olduğunu açıklamamış olursun. Ama, (yüz itibariyle) veya (iş bakımından) dediğin zaman, bu müphemi açmış olur ve bu kelimeyi de tefsiriyye olması sebebiyle mansûb okumuş otursun. Sen bu kelimeyi mansûb okuyorsun, çünkü o kelimeyi cer veya ref eden herhangi bir sebep yoktur. Bu kelime, kendisini cer veya ref edecek amillerden hâlî olunca da mansûb kılınmış olur. Çünkü nasb, harekelerin en hafif olanıdır. Böylece de bu kelime, amili olmayan bir kelime gibi kabul edilmiş olur. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "A'meş, bu âyette bulunan (......) lafzını, aynı âyette yer alan, (......) kelimesinin bir açıklaması ve ondan bir bedel olarak, ref ile (......) şeklinde okumuştur. Nitekim, "Yanımda yirmi can, (kişi) vardır. Bunlar adamlardır" denilmiştir. Burada şu üç soru yöneltilmiştir: Birinci soru: Bir önceki âyette, fâ harfi gelmeksizin "Asla kabul edilmeyecek" şeklinde; bu âyette ise, fâ harfiyle şeklinde niçin getirilmiştir? Cevap: Fâ harfinin gelmesi, o kelamın şart ve cezadan geldiğini gösterir. Ama, fâ harfi getirilmezse, kelamın şart ve cezadan mürekkeb olduğu anlaşılmaz. Meselâ sen, "Bana gelenin bir dirhemi vardır" dediğin zaman bu söz, dirhemin, o kimsenin gelmesi sebebiyle o kimseye verildiği manasını ifâde etmez. Ama, "Bana kim gelirse, ona bir dirhem vardır, bir dirhem verilecektir" dediğinde bu söz, dirhemin, o kimsenin gelmesi sebebiyle ona verildiğini ifâde eder. Binâenaleyh işte bu âyette fâ harfinin getirilrnesi, fidyenin kabul edilmemesinin, o kimsenin küfrü üzere ölmesi şartına bağlandığını ifâde eder. İkinci soru: Hak teâlâ'nın, "Ve onu fidye olarak verse..." buyruğunun başındaki vâv'ın mânası nedir? Cevap: Âlimler bu hususta şu izahları yapmışlardır: a) Zeccâc, bu vâv'ın atf için olduğunu, buna göre takdirin ise şu şekilde olduğunu söylemiştir: "O kimse Allah'a, şayet yer dolusu altınla yaklaşmak istese, küfrüne karşılık bu ona hiçbir fayda vermez. Yine o kimse, yer dolusu altına mukabil, fidye verip Cenâb-ı Hakk'ın azabından kurtulmak istese, bu fidye kabul edilmez." Bu, İbnu'l-Enbârî'nin de tercih ettiği görüştür. İbnu'l-Enbarî şöyle demiştir: "Bu, daha fazla şiddet ve katılık ifâde eder. Çünkü bu fidyenin, hiçbir surette kabul edilmeyeceğini açıkça ortaya koyan bir ifâdedir." b) Vâv harfi, mücmel ifâdeden sonra, izahı tafsil etmek için getirilmiştir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Yeryüzünü dolduracak miktardaki altını dahi (olsa), onlardan hiçbirinin tevbesi makbul olmaz" ifâdesi, birçok mânaya muhtemeldir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, kabul edilmeyişin fidye cihetinden olduğunu açıkça beyân etmiştir. c) Benim hatırıma gelen şu izahtır: Kölelerinden birisine kızan kimseye, kızdığı o kölesi bir hediyye sunduğu zaman, kesinlikle efendisi o hediyyeyi kabul etmez.. Ama ne var ki, efendisi onun fidyesini (bir bedel) kabul eder, ama efendisi, onun fidyesini de kabul etmediği zaman bu, efendisinin son derece kızgın olduğunu gösterir. Mübalağa, ancak o şeyin zirvede bulunan bir derecesiyle yapılır. Böylece Allahü Teâlâ, "Velev ki bu, fidye yoluyla olmuş olsa dahi, onlardan yeryüzü dolusu altının kabul edilmeyeceğine..." hükmetmiş olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, bu yolla o şeyin makbul olmadığına göre diğer yollarla o şeyin haydi haydi kabul edilmeyeceğine dikkat çekmesi sebebiyledir. Üçüncü soru: Kâfirin kıyamet gününde hiçbir şeye sahip ve mâlik olamıyacağı bilinen bir husustur. Yine kâfirin, bu kadar miktar altına mâlik olduğunun farzedilmesi durumunda bile, âhirette altının kat'î olarak hiçbir fayda veremeyeceği malumdur. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Yeryüzünü dolduracak miktardaki altını dahi (olsa) ve onu fidye olarak verse, onlardan hiçbirinin tevbesi makbul olmaz" buyurmasının faydası nedir? Cevap: Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: a) Onlar küfür üzere ölünce, bu durumda onlar dünyada iken yeryüzü dolusu altın infâk etseler, Allahü Teâlâ onlardan bunu kabul etmeyecektir. Çünkü küfürle beraber yapılan tâat makbul değildir. b) Söz, bir faraziye ve varsayım şeklinde vaki olmuştur. Buna göre altın, malların en değerlisinden bir kinayedir. Buna göre âyetin mânası şöyledir: "Eğer kâfir kıyamet gününde en değerli şeye sahip olsa, sonra da bol bol onu bezletmeye ve harcamaya da muktedir olsa yine de bununla kendisini Allah'ın azabından kurtarmaktan âciz kalır." Özet olarak bundan maksat, onların, kendilerini Allah'ın azabından kurtarmaktan ümidi kesmiş olmalarıdır. İkinci nev': Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar için çok acı veren bir azâb vardır" ifadesidir. Bil ki Cenâb-ı Hak, kâfirin kendisini Allah'ın azabından kurtarmasının mümkün olmadığını beyân edince, bunun peşinden bu azabın vasfını zikretmiş ve (......) buyurmuştu. Yani, piy "acıtıcı, acı verici.." Üçüncü nev': Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların hiçbir yardımcısı da yoktur" ifadesidir. Bunun mânâsı şudur: Allahü Teâlâ, o kâfirler için fidye vasıtasıyla elîm bir azabtan kurtuluşun mümkün olmadığını beyan edince, yine yardım görme, şefaat ve muavenet yoluyla da onlar için kurtuluşun söz konusu olamayacağını açıklamıştır. Âlimlerimiz bu âyeti, şefaatin bulunduğu hususuna bir hüccet getirmişlerdir. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ, kâfirler hakkında zikretmiş olduğu tehdit ve vaîdleri, onlar için hiçbir şefaat ve yardımın olmadığını beyân ederek bitirmiştir. Binâenaleyh, eğer bu mânâ kâfirden başkası hakkında söz konusu olsaydı, bu vaîdin küfür mânâsına tahsis edilmesi bâtıl olurdu... Allah, en iyi bilendir. Sevdiği Şeyleri İnfak Etmenin Önemi 92"Siz, sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, asla iyiliğe ulaşmış olamazsınız... Her ne infâk ederseniz de, Allah onu hakkıyla bilicidir" . Bil ki Hak teâlâ, infâkın kesin olarak kâfire fayda vermeyeceğini beyan e-dince, mü'minlere, âhirette istifâde edecekleri infâkın nasıl olduğunu öğreterek, "Siz, sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, iyiliğe ulaşmış olmazsınız" buyurmuştur. Allahü Teâlâ bu âyette, en sevdiği şeylerden infâk eden kimselerin, iyiler (ebrâr) cümlesinden olduğunu beyân etmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak başka âyetlerde, "Muhakkak ki iyiler, Naîm cennetindedirler" (infitar. 13); "Şüphe yok ki iyiler, kâfur katılmış dolu bir kadehten içerler" (insan, 5); "Şüphesiz ki o iyiler, nimet içindedirler. Tahtlar üzerinde temaşa ederler. Öyle ki sen o nimetin güzelliğini yüzlerinden anlarsın. Onlara, (kadehi) mühürlü, halis bir şarabtan içirilecek ki onun sonu bir misktir. O halde yarışmak İsteyenler bunda yarışsınlar" (Mutaffıfin. 22-26) ve "Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne döndürmeniz iyilik değildir" (Bakara. 177) buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak, diğer âyetlerde iyilerin sevabının nasıl olacağını tafsilatlı olarak beyân ettiği için, bu âyette, sevdiği malı infâk eden kimsenin birr'e, iyiliğe nail olacağını zikretmekle iktifa etmiştir. Burada başka bir incelik daha vardır. O da şudur: Allahü Teâlâ, "Yüzlerinizi doğu ye batı yönüne döndürmeniz, İyilik değildir. Fakat iyilik, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitab'a ve peygamberlere İmân eden, mala olan tutkusuna rağmen, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve, köle ve esirler(i kurtarma) uğruna veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getiren; sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızışhğı anlarda sabreden kimsenin (yaptığıdır). İşte bunlar, sadık olanların ve takvaya nail olanların tâ kendileridir" (Bakara. 177) buyurmuş ve bu âyette, hayır olan amellerin çoğunu sayıp, onları "birr" (iyilik) diye isimlendirmiştir. Bu âyette de, "Siz, sevdiğiniz şeylerden İnfâk etmedikçe, asla iyiliğe ulaşmış olmazsınız..." buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Siz bu âyette zikredilmiş olan bu hayırların tamamını yapmış olsanız dahi, sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, birr'in, iyiliğin faziletine nail olamazsınız." Bu, İnsan sevdiği şeyi infâk ettiği zaman, bunun onun tâatlarınm en faziletlisi olduğuna delâlet etmektedir. Burada bir konu bulunmaktadır ki o da şudur: Bir kimse şöyle diyebilir: (......) kelimesi "intihâ-i gaye" ifâde etmektedir. Buna göre ifâdesi, sevdiği şeyden infâk eden kimsenin, muhakkak olarak birr'e, iyiliğe nail olmasını gerektirir. Birr'e nail olan kimse ise, iyiler için büyük bir sevabın bulunduğuna delâlet eden âyetlerin kapsamına dahil olmuştur. Bu da, diğer tâatları yapmasa da, sevmiş olduğu şeyden infâk eden bir kimsenin büyük sevaba nail olmasını gerektirir. Bu ise, bâtıl ve yanlıştır.. Bu müşkile şöyle cevap verilir: İnsan sevdiği bir şeyi, ancak ondan daha değerli olan bir mahbuba vesile olması için harcar. Buna göre, bu İnsanın dünyayı dünyada infâk etmesi, ancak âhiret saadetine kesin bir şekilde inandığı zaman mümkündür. Onun âhiret saadetini kabul ve itiraf etmesi ise ancak, âlim ve kadir bir yaratıcının varlığına iman edip, teklifleri, emirleri ve nehiyleri hususunda O'na itaat ve inkiyâd etmenin kendisine vâcib olduğunu kabul etmesiyle mümkündür. Sen iyice düşündüğünde, insanın dünya malını dünyada infâk etmesinin ancak, o güzel nitelik ve hasletleri dünyada kendisinde topladığı zaman mümkün olabileceğini anlarsın... Şimdi, tekrar tefsire dönüyor ve diyoruz ki, âyette birkaç mesele vardır: Setef-i Salihin Hoşlandıkları Mallarını İnfâk Ederlerdi Selef bir şeyi sevdiklerinde, onu Allah için feda ederlerdi. Rivayet edildiğine göre bu âyet-i kerime nazil olduğu zaman, Ebu Talha "Ya Resûlallah, Medine'de benim duvarla çevrili (bir hurmalığım) var. Mallarım içinde en çok hoşuma giden odur. Onu Allah yolunda tasadduk edeyim mi?" deyince, Allah'ın Resulü, "Çok güzel, çok güzel! Bu, gelir getiren bir maldır; sen onu akraban arasında taksim edersen bence daha iyi olur" buyurdular. Bunun üzerine Ebu Talha "Ya Resûlallah böyle yapacağım" dedi ve onu akrabaları arasında taksim etti. Yine rivayet olunduğuna göre Ebû Talha bu bahçesini Hassan İbn Sabit ile Ubey İbn Ka'b arasında taksim etmiştir. Yine rivayete göre Zeyd İbn Harise (radıyallahü anh), bu âyet inince, çok sevdiği bir atı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e getirmiş ve onu Allah yoluna vermiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu atın üzerine (onun oğlu) Usame (radıyallahü anh)'yi bindirdi. Zeyd İbn Harise, içinde birşeyler hissedip üzülünce, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Şüphesiz Allah onu kabul etti" buyurdu. Yine İbn Ömer (radıyallahü anh) hoşuna giden bir câriye satın alıp azâd etmişti. Kendisine "Ona dokunmadan niçin onu azâd ettin?" denildiğinde O, "Siz, sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, asla iyiliğe ulaşmış olmazsınız..." âyetini okumuştur. Müfessirler âyette geçen "birr" kelimesinin ne mânaya geldiği hususunda şu iki açıklamayı yapmışlardir: a) İnsanların, kendisi ile "ebrâr" (iyi kimseler) olacakları, böylece de Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz ebrâr, naim cennetindedirler" (Mutaffifin, 22) âyetinin hükmüne dâhil olacakları şeydir. Buna göre "birr"den murad, insanların yaptığı makbul amellerdir. b) Bu kelimeden maksad, mükafaat ve cennettir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Siz bu makama, ancak böyle infâk ederek ulaşabilirsiniz" demek istemiştir. Birinci görüşü benimseyenlerden bazıları "birr'in takva mânasına geldiğini söylemişlerdir. Bunun takva mânasına olduğunu söyleyenler, Hak teâlâ'nın, "Fakat birr, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitab'a ve peygambere İman eden; mala olan sevgisine rağmen malını akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmış kimselere, dilenenlere, köle ve esirleri kurtarmaya veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, âhidleştikleri zaman sözlerinde duran, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabır ve metanet gösteren (kimselerin birr'idir.) İşte onlardır sadık olanlar ve işte onlardır müttakiler" (Bakara, 177) âyetini delil getirmişlerdir. Ebû Zerr (radıyallahü anh), birr kelimesinin "hayır" mânasında olduğunu söylemiştir ki, bu öncekine yakın bir mânadır. "Birr"in cennet ve mükâfaat mânasına geldiğini söyleyenlerden bazıları, âyetteki, tabirinin, "Birre, yani birrin mükâfaatına nail olamazsınız" demek olduğunu; bazıları da bundan muradın, "Allah'ın dostlarına yaptığı iyilik, ikram ve ihsanı olduğunu söylemişlerdir. Ki bu (Arapların, "Falanca bana şu iyiliği yaptı" ve . "Falancanın bana olan iyiliği hiç kesilmez" şeklindeki sözlerinden alınmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak da: "Allah, sizinle din hususunda muharebe etmemiş ve sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara İyilik etmekten sizi men etmez.." (Mümtehine, 8) buyurmuştur. Müfessirler, âyetteki, "Sevdiğiniz şeylerden" tabiri hususunda ihtilâf etmişlerdir: Bazıları bunun, bizzat mal olduğunu söylemiş ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerçekten o (insan), haym (malı) çok sever" (Âdiyât, 8) âyetini delil getirmişlerdir, Diğer bazıları bunun, "Hibe edilecek şeyin çok kıymetli olması" mânasına geldiğini söylemişler ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendinizin, ancak göz yumarak alabileceğiniz pek adî ve bayağı şeyleri infâk etmeye yeltenmeyiniz" (Bakara. 267) âyetini delil getirmişlerdir. Bazıları da bunun, kişinin kendisinin muhtaç olduğu şey mânasına geldiğini söylemişler ve buna Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendileri de sevdikleri (ve ona muhtaç oldukları) halde yemeğini yoksula, yetime ve esire yedirirler..." (insan, 8) âyetini delîl getirmişlerdir ki, bu âyette yer alan "sevdikleri" ifâdesinin tefsirlerinden birisi de, "Ona ihtiyaç hissettikleri halde..." şeklindeki tefsirdir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Onlar, kendilerinde, fakirlik ve İhtiyaç olsa bile, (o muhacirleri) Öz canlarından daha üstün tutarlar" (Haşr, 9) buyurmuş ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle demiştir: "Sadakaların en faziletlisi, sapasağlam, cimri, geçim derdine düşmüş ve fakirlikten korkar olduğun halde verdiğin sadakadır." Müslim Zekât, 93 (11/716). Bu hususta evlâ olan şöyle denilmesidir: Bütün bu ihtimaller, fazilet ve mükafaatın çok olması hususunda nazar-ı dikkate alınan şeylerdir. Bu Âyetten Zekatın Murad Olduğu Görüşü Müfessirler, âyette bahsedilen infâk'ın zekât mı, yoksa zekâtın dışında başka bir infâk mı olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bunlardan olarak İbn Abbas (radıyallahü anh), Cenâb-ı Hakk'ın bu kelime ile zekâtı kastettiğini, yani "Mallarınızın zekâtını vermedikçe, asla iyiliğe ulaşmış olamazsınız" demek istediğini; Hasan el-Basri de, müslümanın, Allah'ın rızasını kazanmak gayesiyle malından verdiği herşeyin, hatta bir tek hurmanın bile, "Siz, sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, asla iyiliğe ulaşmış olmazsınız" âyeti ile kastedilen şeylere dâhil olduğunu söylemiştir. Kâdi birinci görüşü tercih etmiş ve bu hususta şöyle bir istidlalde bulunmuştur: Cenâb-ı Hak, mükellefin ebrardan olmasını ve cenneti kazanmasını bu infâka bağlamıştır. Bu yapılmadıkça, kul bu makamlara ulaşamaz. Bu ise ancak, farz olan infâk (zekat) için söylenebilir. Ben derim ki, âyeti zekatın dışındaki bir infâk mânasına tahsis edersek daha iyi olur; çünkü âyet en sevgili olan şeyin verilmesi hususuna tahsis edilmiştir. Halbuki, farz olan zekatta, en sevimli olan şeyi zekât olarak verme hükmü yoktur. Zira zekât veren kimseye malının en kıymetlisini ve en şereflisini vermek vâcib değildir. İşte bu sebeple doğru olan, bu âyetin, malı nafile olarak vermeye mahsus olmasıdır. Vahidi, Mücahid ve Kelbî'den bu âyetin zekât âyetiyle mensûh olduğunu nakletmiştir ki bu, son derece uzak bir ihtimaldir. Çünkü zekâtı vâcib kılmak Allah rızası için sevimli olanı harcama hususundaki teşvike nasıl ters düşer? Bazıları tabirindeki edatının, teb'iz (kısmîlik) mânasına geldiğini söylemişler ve "Abdullah İbn Mes'ud (radıyallahü anh) bu âyeti "Sevdiklerinizin bazısını infâk etmedikçe..." şeklinde okumuştur. Bunda, malın hepsini infâk etmenin caiz olmadığına bir işaret vardır. Hem sonra Cenâb-ı Allah, "Onlar, infâk ettikleri zaman ne israf eder, ne de sıkılık yaparlar, ikisi arası orta bir yol tutarlar" (Furkan, 67) buyurmuştur" demişlerdir. Diğer âlimler ise bu edatının beyâniyye olduğunu söylemişlerdir. Hak teâlâ'nın, "Her ne infak ederseniz Allah onu hakkıyla bilicidir" ifâdesi ile ilgili şöyle bir soru vardır: Allahü teâlâ her zaman zaten bilici olduğu halde, niçin şart cümlesinin cevabı olarak, "Allah onu hakkıyla bilicidir" buyurulmuştur? Buna şu iki şekilde cevap verilir: 1- Bu tabirde ceza (karşılık verme) mânası vardır. Buna göre âyetin takdiri, "Her ne infâk ederseniz -ister az olsun ister çok olsun- o infakınızdan dolay Allah size mükafaat verir. Çünkü Allah onu bilir ve o Allah'a gizli kalmaz. Böylece Cenâb-ı Allah'ın o infakı bilmesi, "ona sevab vermesi" mânasında bir kinaye kılınmıştır. Bu gibi yerlerde, ta'riz (üstü kapalı anlatmak), açıkça ifâde etmekten daha beliğdir, 2- "Allahü teâlâ, ne gaye ile infâk ettiğinizi bilir. Yine Allah, sizi infâka sevkeden şeyin ihlas mı yoksa riya mı olduğunu ve sizin malınızın en iyisi ile en güzelini mi, yoksa en adîsi ile en kötüsünü mü infâk ettiğinizi bilir." Bil ki, "Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir" (Bakara, 197), ve "Allah, ne infâk ettiniz ise veya ne adadınız ise onu bilir" (Bakara, 270) âyetleri de bunun benzeridir. Keşşaf sahibi, âyetteki (......) tabirindeki (......) edatının, onların infâk ettiği şeyi beyân etmek için getirildiğini ve bunun mânasının "Allah, sevdiğiniz güzel şeylerden mi, yoksa hoşlanmadığınız kötü şeylerden mi infâk ettiğinizi bilir ve ona göre size karşılık verir" şeklinde olduğunu söylemiştir. 93Âyetin tefsiri için bak:95 94Âyetin tefsiri için bak:95 95"Tevrat indirilmezden evvel, -İsrail'in kendisine haram kıldığı şeylerin dışında-, yiyeceğin her türlüsü İsrailoğulları için helâl idi. De ki: "Eğer sâdık kimseler iseniz, Tevrat'ı getirin ve onu okuyun." Artık kim bundan sonra Allah'a karşı yalan uydurursa, işte onlar zâlimlerin tâa kendileridir. De ki: "Allah doğru söylemiştir. Bundan dolayı hanîf olarak İbrahim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi" . Bil ki, bu âyete kadar olan önceki âyetler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine delâlet eden delillerin ortaya konulması ile, bu konuda ehl-i kitabın aleyhine olan susturucu burhanların getirilmesi ile ilgili idi. Fakat bu âyet, şüphelerine karşı onlara verilen cevaplan bildirmektedir. Çünkü âyetin zahiri Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, İsrailoğullarına her türlü yiyeceğin helâl olduğunu, daha sonra bazı yiyeceklerin haram kılındığını iddia ediyor; yahudiler ise, bu hususta Hazret-i Muhammed ile mücâdele ederek, şu anda haram olan şeylerin kendilerine baştan beri haram olduğunu iddia ediyorlardı. Bu Âyetin Meshe ve Nübüvvete Delâleti Bu hususu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Âyet, şu mânalara da gelebilir: 1- Yahudiler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatını kabul etmeme hususunda, neshi inkâr etme esâsına dayanıyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onların bu iddialarını, "İsrail'in kendisine haram kıldığı şeylerin dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrailoğulları için helâl idi" buyurarak çürütmüştür. İsrail (Yâkub (aleyhisselâm)'in, kendisine haram kıldığı o şeyler, önceden helâl idi. Sonra onlar hem kendisine, hem de soyuna haram kılınmıştır. Böylece bir "nesh" hadisesi meydana gelmiştir. Binâenaleyh "nesh" caiz değildir" şeklindeki sözünüz asılsız olmuş olur. Sonra yahudiler, bu soru kendilerine yöneltilince, İsrail (Yakub)'in kendisine haram kılmış olması sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın haram kılmış olduğu o yiyeceğin haram olduğunu inkâr etmişler, aksine bunun tâ Hazret-i Adem'den bu zamana kadar haram olduğunu iddia etmişlerdir. İşte tam bu sırada Hazret-i Peygamber onlardan Tevrat'ı getirmelerini istemiş, çünkü Tevrat'ın bazı yiyeceklerin İsraîl (Yakub)'in, kendisine haram kılmış olması sebebiyle haram olduğunu göstereceğini söylemiştir. Böylece onlar rezif ve kepaze olmaktan korkmuş ve Tevrat'ı getirmekten kaçınmışlardır. Bu durumda, Hazret-i Peygamber'in nübüvvetinin delillerini güçlendirecek pekçok şey ortaya çıkmıştır. a) Bu soru, onlara neshi inkâr etmeleri hususunda yöneltilmiştir ki, böyle bir soru gerekli ve kaçınılmazdır; b) Onların yalan söylediği, Tevrat'ta olmayan şeyleri bazan Tevrat'a nisbet ettikleri, bazan da Tevrat'ta olan şeyleri ikrar etmekten kaçındıkları herkese malûm olmuş, ortaya çıkmıştır. c) Hazret-i Peygamber okuma yazma bilmeyen ümmî bir zât idi. Binâenaleyh O'nun, semadan inen bir haber olmaksızın, Tevrat'ın ilimlerinden olup kapalı bulunan bu meseleyi bilmesi imkânsızdır. İşte bu, âyetin tefsiri ve nazmın açıklanması hususunda ilmî ve güzel bir izahtır. 2- Yahudiler Hazret-i Muhammed'e "Sen, Hazret-i İbrahim'in dininde olduğunu iddia ediyorsun. Eğer durum böyle olsaydı, bu husus Hazret-i İbrahim'in dininde haram olduğu halde, sen devenin etini ve sütünü nasıl yiyebilirsin?" demişler ve bu cümleyi, O'nun peygamberlik iddiasının doğruluğuna zarar veren bir şüphe addetmişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onların bu şüphelerine, bunun Hazret-i İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub (aleyhisselâm)'a helâl olduğunu, ancak ne var ki Yakub'un herhangi bir sebepten dolayı onu kendisine haram kıldığını ve bu haramın Yakub'un soyu için de devam ettiğini söyleyerek cevap vermiş, yahudiler bunu kabul etmeyince de onlara Tevrat'ı getirmelerini emretmiş ve onlardan, devenin etinin ve sütünün Hazret-i İbrahim'e haram kılınmış olduğuna delâlet eden bir âyeti Tevrat'tan bulup çıkarmalarını istemişti; onlar da bundan âciz kalarak rezil ve kepaze olmuşlardır. İşte bu durumda, onların bu tür şeylerin Hazret-i İbrahim'e haram oduğunu iddia etmeleri hususunda yalan söyledikleri ortaya çıkmış oldu. 3- Allahü Teâlâ, "Biz yahudilere bütün tırnaklıları haram ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarım da üzerlerine haram kıldık. Bunların sırtlarına ve bağırsaklarına yapışan, yahud kemiğe kansan (yağlan) müstesna., . Bunu onlara, zulümlerinden dolayı ceza olarak yaptık. Biz muhakkak ki doğru söyleyenleriz" (Enam, 146) âyetini indirip, "Yahudilerden sadır olan bir zulüm sebebiyie, kendilerine helâl kılınmış olan temiz ve güzel şeyleri onlara haram ettik..." (Nisa, 160)buyurunca, bu âyet Allahü Teâlâ'nın, yahudilere bu şeyleri, onların zulümlerine, haddi aşmalarına ve kötü fiillerine karşı verilmiş bir ceza olduğuna ve İsrail'in kendisine haram kıldığı tek bir yiyeceğin dışında hiçbir yiyeceğin haram olmadığına delâlet etmiştir. Böylece bu durum, şu iki bakımdan yahudilere zor gelmiştir: a) Bu, o şeylerin, mubah iken haram kılınmış olduklarını gösterir ki bu, neshin bulunmasını gerektirir. Halbuki yahudiler "nesh"i kabul etmemektedirler. b) Bu, onların kötü fiillerle vasfedilmiş olduklarına delâlet eder. Binâenaleyh bu, işte şu iki bakımdan onların aleyhine tahakkuk edince onlar, bu şeylerin yeni haram kılınmış olduğunu kabul etmeyip, aslında bu şeylerin eskiden beri haram kılınmış olduğunu iddia etmişlerdir. İşte bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlardan, Tevrat'tan sözlerinin doğruluğuna delâlet eden bir âyet getirmelerini istemiş, onlar ise böyle bir âyet getiremiyerek böylece rezil-ü rüsvay olmuşlardır. İşte bu âyetin tefsiri hususunda söylenebilecek en güzet söz budur. Bütün bunlar güzel ve doğrudur. Biz tekrar lafızların tefsirine dönelim... Cenâb-ı Hakk'ın, "Yiyeceğin her türlüsü İsrailoğulları için helâl idi" buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: Keşşaf sahibi, sözünür yen ilecek her şey veya yiyeceklerin her çeşidi" mânasına almıştır. Ben de derim ki: Âlimler, başında elif- lam bulunan müfred lafızların umûm ifâde edip etmeyecekleri hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bir kısım fakîh ve edebiyatçı, başında elif-lam bulunan müfred lafzın umûm ifâde edeceği görüşünde olup, bu görüşlerine delil olarak da şunları zikretmişlerdir: a) Allahü Teâlâ bu âyetteki lafzının başına lafzını getirmiştir. Eğer lafzı (yiyecek şeyler) lafzının yerine geçmeseydi, bu caiz olmazdı. b) Allahü Teâlâ bu ifâdeden, İsrail'in kendisine haram kıldığı şeyi istisna etmiştir. İstisna ise, istisna edilmemesi halinde sözün muhtevasına girecek şeyleri sözün hükmünün dışında bırakmak için yapılır. Eğer bütün yiyecekler, "ta'am" lafzına dahil olmasaydı, bu istisna doğru olmazdı. Onlar bu görüşlerini, "Andolsun asra ki muhakkak insan kati bir ziyandadır. Ancak iman edenler... müstesna" (Asr, 1-3) âyetiyle de te'kid etmişlerdir. Allahü Teâlâ müfred lafzı, cemi lafızları vasıfladığı şeylerle vasfetmiş ve 'Ve tomurcukları birbiri üstüne binmiş uzun boylu hurma ağaçları (yetiştirdik), kullara bir rızık olmak üzere" (Kaf, 10.11) buyurmuştur. İşte bundan dolayı bu görüşte olanlar, Keşşaf sahibi'nin yapmış olduğu takdiri yapmaya gerek duymazlar, ihtiyaç hissetmezler. Ama, başında elif-lam bulunan müfred isim umûm ifâde etmez diyenler, Keşşaf sahibi'nin yapmış olduğu takdiri yapmaya mecbur kalırlar ki biz bu meseleyi usûl-ü fıkıhta incelemiştik. Ta'am kelimesi, yenilen içilen her şeye verilen bir isimdir. Ebû Hanife (r.h)'nin görüşünde olan bazı kimseler bu lafzın, sadece buğdaya isim olarak verildiğini iddia etmişlerdir ki, tefsirini yaptığımız âyet bu görüşün zayıf olduğunu göstermektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, burada geçen "ta'am" lafzından, İsrail'in kendisine haram kıldığı şeyi istisna etmiştir. Müfessirler de, İsrail'in kendisine haram kıldığı o şeyin buğdaydan ve ondan elde edilen şeylerden başka birşey olduğu hususunda müttefiktirler. Bu hususu, Cenâb-ı Hakk'ın su hakkında buyurmuş olduğu, "Onu her kim tatmazsa, o bendendir" (Bakara, 249) âyeti de te'kîd etmektedir. Yine Cenâb-ı Hak, "Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği sizin için helâl olduğu gibi sizin yiyeceğiniz de onlar için helâldir" (Maide, 5) buyurmuş, buradaki "sözüyle, onların kestiği şeyleri kastetmiştir. Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha) de, hurma ile suyu kastederek, "Bizim için şu iki "esvedân" (iki siyah veya koyu yeşil)dan başka bir taam yoktur" demiştir. Bunu iyice kavradığına göre biz deriz ki, âyetin zahiri, bütün yiyeceklerin İsrailoğullarına helâl olduğunu göstermektedir. Sonra Kaffâl şöyle demiştir: "Meyte (lâşe) bir yiyecek olduğu halde, bize meytenin onlara helâl olduğu şeklinde bir haber ulaşmamıştır. Domuz hakkındaki hüküm de böyledir." Kaffâl sözünü şöyle sürdürmüştür: "Bunun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zamanında yahudilerin, Hazret-i İbrahim'e vaktiyle haram olduğunu iddia ettikleri yiyeceklere hamledilmesi de muhtemeldir." Bu izaha göre "ta'am" lafzındaki elif-lam istiğrak için değil, daha önce geçmiş ve bilinen birşey, yani ahd için olur. Bu durumda da böyle bir müşkil ortadan kalkmış olur. Hak teâlâ'nın, "De ki: "Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde, haram edilmiş şey olarak, sadece ölü, dökülen kan, domuz eti mi bulmaktayım..." (En'am, 145) âyeti de böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak bu âyeti, yahudilerin sordukları birtakım şeyler üzerine indirmiş, böylece, de yahudiler kendilerine haram kılınanların, başka şeyler değil, şunlar şunlar olduğunu anlamışlardır. İşte bu âyette de durum böyledir. Âyette geçen "hill" kelimesi masdardır. Nitekim 'Birşey helâl oldu..." denilmektedir. Bu senin, "Hayvan boyun eğdi, itaat etti" ve "Adam çok aziz ve kıymetli oldu" demen gibidir. Bu sebepten dolayı, masdar ile vasıflanmada müzekker, müennes, müfred, cemi eşittir... Nitekim Cenâb-ı Hak, "O kadınlar da onlara helâl değildir" (Mümtahine, 10) buyurmuştur. Bir şeyi masdar ile tavsif etmek, mübalağa ifâde eder. İşte burada da, ve aynı mânadadır (Yani helâl mânasındadır). İbn Abbas da, zemzem hakkında, "O, hill ve mubahtır" demiştir. Bunu Süfyan İbn Uyeyne rivayet etmiştir. Süfyan ona "Hill nedir?" diye sorduğunda O, "helâl kılınan şey demektir" demiştir. Hak teâlâ'nın, "İsrail'in kendisine haram kıldığı şeylerin dışında..." istisnası hakkında birkaç mesele vardır: Âlimler İsrail (Yakub)'in kendisine neyi haram kılmış olduğu hususunda ihtilâf etmiş ve şunları söylemişlerdir a) İbn Abbas (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Yakub (aleyhisselâm) çok şiddetli bir hastalığa tutuldu. Bundan dolayı da Allah'ın kendisine afiyet vermesi halinde, en sevdiği yiyecek ve içecekleri haram kılmaya nezretti. En sevdiği yiyecek deve etir en sevdiği içecek de deve sütü idi." Ahmed İbn Hanbel, I/273, 276. Bu, Ebu'l-Âliye, Atâ ve Mukâtil'in görüşüdür. b) Hazret-i Yakub (aleyhisselâm)'da siyatik vardı. Bundan dolayı o, Allah'ın kendisine şifâ vermesi halinde, etin damarlarını yememeye nezretti. c) Bazı rivayetlerde, Yakub (aleyhisselâm)'un kendisine haram kıldığı şeyin, hayvanın sırtındaki yağlar hariç, iç yağı ve böbrek yağt olduğu belirtilmiştir. Kaffâl (radıyallahü anh) Tevrat'ın tercümesinden şunu nakletmiştir: Yakub (aleyhisselâm) Harran'dan çıkıp Kenan beldesine gelince, Şâir beldesinde bulunan kardeşi îsû'ya bir haberci gönderdi. Haberci geri döndü ve şöyle dedi: "îsü, dörtyüz kişiyle seni karşılayacak." Bunun üzerine Yakub (aleyhisselâm) korktu ve çok üzüldü; namaz kılıp duâ etti ve kardeşine hediyeler takdim etti.. Hâdiseyi, meleğin kendisini bir adam suretinde karşılamasına kadar olan kısmını anlattı... Bunun üzerine adam suretindeki o melek Yakub'a yaklaştı ve parmağını siyatik olan yere koydu. Böylece de o hastalık iyileşti, sinir de kurudu. İşte bu sebeple İsrailoğulları, etin damarlarını yememektedirler. Hazret-i Allah'dan Başkasının Haram Kılma Yetkisi Olur mu? Âyetin zahiri, İsrail'in bunu kendisine haram kıldığına delâlet eder. Burada hatıra şöyle bir soru gelmektedir: Helâl-haram kılma, ancak Allah'ın emriyle sabit olur. Binâenaleyh, daha nasıl Hazret-i Yakub'un haram kılması, böyle bir haramlığın meydana gelmesine sebep olabilir? Müfessirler buna şu şekilde cevap vermişlerdir: 1- İnsanın bir şeyi kendisine haram kılmasından dolayı, Allah'ın da o şeyi o kimseye haram kılmış olması uzak bir ihtimal değildir. Bakmaz mısın; insan hanımını talâk vermek suretiyle; cariyesini de, azâd etmek suretiyle kendisine haram kılıyor. Tıpkı bunun gibi Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen bir şeyi kendine haram kılarsan, ben de onu sana haram kılarım!" demiş olması caizdir. 2- Yakub (aleyhisselâm)'un, içtihâdda bulunup, içtihadının onu o şeyin haram olduğu neticesine götürmüş olması, böylece de o şeyin haram olduğuna hükmetmiş olması caizdir. Biz, şu sebeplerden dolayı peygamberlerin içtihad etmelerinin caiz olacağını söylüyoruz: Peygamberler de İçtihad Ederler a) Hak teâlâ'nın, "Ey akıl sahipleri, siz ibret alın" (Haşr, 2) âyetidir. Peygamberlerin, "akıl sahipleri'nin en başında bulundukları hususunda herhangi bir şüphe yoktur. b) Cenâb-ı Hak, 'Hüküm çıkaranlar bunu bilirdi" (Nisa, 83) buyurmuş, böylece de hüküm istinbât edenleri methetmîştir. Peygamberler bu medhe ve övgüye daha layıktırlar.. c) Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed'e "Allah seni bağışlasın, niçin onlara İzin verdin?..." (Tevbe. 43) demiştir. Eğer peygamberin bu izni bir nassa, âyete dayanmış olsaydı, Cenâb-ı Hak, "Niçin onlara izin verdin?" demezdi. Böylece bu durum, bu şeyin içtihadla meydana gelmiş olduğuna delâlet etmiş olur. d) Taat olan şeylerdeki en büyük pay ve hisse, peygamberlere aittir. Allahü Teâlâ'nın hükümlerini içtihad yoluyla istinbât edip ortaya koymak, hiç şüphe yok son derece büyük ve meşakkatli olan bir tâattir. Binâenaleyh, içtihad hususunda peygamberlerin bir payının bulunması gerekir. Özellikle onların bilgileri daha fazla, akılları daha aydınlık, zihinleri daha berrak ve keskin, Allah'ın onlara tevfik ve inayeti daha çoktur.. Sonra onlar içtihadlarına dayanarak bir hüküm verdiklerinde, bu hüküm hususunda ümmetlerinin onlara muhalefet etmesi haram olur. Nitekim icmâ, içtihada dayandığında ona muhalefet etmek de haramdır. En açık ve belli olan husus şudur ki, İsrail (aleyhisselâm), bu şeyi kendisine, içtihadıyla haram kılmıştır. Çünkü, eğer bu haramlık nass ile olmuş olsaydı, o zaman, "Allah'ın İsrail'e haram kıldığı şeylerin dışında..." demesi gerekirdi... Cenâb-ı Hak bu haram kılmayı, İsrail'in bizzat kendisine nisbet edince bu, mezkur haramlığın onun içtihadıyla meydana gelmiş olduğuna delâlet eder. Bu durum tıpkı "İçtihadı onu, bu neticeye götürdü" mânasında olmak üzere, "Şafiî at etini helâl addediyor; Ebu Hanife ise onu, haram addediyor" denilmesi gibidir. İşte burada da böyledir. 3- Hazret-i Yakub'un şeriatına göre haram kılmanın, bizim şeriatımızdaki nezr, adakta bulunmak gibi olması da muhtemeldir. Nezri yerine getirmemiz vâcib olduğu gibi, Yakub (aleyhisselâm)'un şeriatında da fahrîmi (yani kendi kendisine haram kılmayı) yerine getirmek vâcib olmuştur. Bil ki, eğer bu olmuşsa, bu sadece onun şeriatına tahsis edilmiştir. Ama bizim şeriatımızda böyle bir şey sabit değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey peygamber, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram kılıyorsun..." (Tahrim. 1) buyurmuştur. 4- Esamm şöyle demiştir: "Belki de Yakûb (aleyhisselâm)'un nefsi, o tür şeyleri yemeye meyyal İdi. İşte bunun üzerine pekçok zahidin yaptığı gibi, nefsini ezmek ve Allah rızasını elde etmek amacıyla bu şeyleri yemekten imtina etmiştir. Böylece bu imtina hali, "tahrim" (haram kılma) ifadesiyle belirtilmiştir. 5- Kelamcılardan bir grup, Allah'ın, kuluna "Hükmet, çünkü sen ancak doğru hüküm verirsin" demiş olabileceği kanâatindedir. Belki de bu hadise, böyle bir şeydir. Kelamcılar bu meselede çok münakaşa etmişlerdir. Biz, bu münâkaşaları Usûl-ü Fıkıh kitabımızda zikrettik. Bu âyetin zahiri, Yakub (aleyhisselâm)'un kendisine haram kıldığı şeyi, Allah'ın İsrailoğullarına da haram kıldığını göstermektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Yiyeceğin her türlüsü İsrailoğulları için helâl idi" buyurmuş ve her türlü yiyeceğin İsrailoğullarına helâl olduğuna hükmetmiş, sonra da bu hükümden Yakub (aleyhisselâm)'un kendisine haram kıldığı şeyi istisna etmiştir. Binâenaleyh istisnanın ifâde ettiği hüküm sebebiyle bu şeyin İsrailoğullarına da haram kılınmış olması gerekir. En iyisini Allah bilir. Hak teâlâ'nın, "Tevrat indirilmeden evvel..." ifâdesinin mânası, "Tevrat'ın nazil olmasından önce, İsrail'in (Yakub (aleyhisselâm)'un) kendisine haram kılmış olduğu şeyin dışındaki bütün yiyecek çeşitleri İsrailoğullarına helâl idi. Tevrat'tan sonra ise böyle bir durum kalmamıştır. Bilâkis Hak teâlâ onlara, birçok yiyeceği haram kılmıştır" şeklindedir. Rivayete göre İsrailoğulları büyük bir günah işlediklerinde, Allahü teâlâ onlara ya bir çeşit yiyeceği haram kılıyordu veyahut da onları helak etmek ve onlara zarar vermek için bir şeyi musallat ediyordu. Bunun delili, Hak teâlâ'nın, "Yahudilerden (sâdır olan) bir zulüm sebebiyle biz, (evvelce) kendileri için helâl kılınan temiz ve güzel şeyleri onlara haram kıldık" (Nisa, 160) âyetidir. Allahü Teâlâ sonra, "De ki: "Eğer samimî kimseler iseniz, Tevrat'ı getirin ve onu okuyun" buyurmuştur. Bu, yahudilerin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile münazaa ettiklerine delâlet etmektedir. Bu ya onların bu tür şeylerin Hazret-i Âdem'den Hazret-i Peygamberin zamanına kadar haram kılınmış olduğunu iddia etmeleri, bu sebeple de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları yalanlaması sebebiyledir, veyahut da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu yiyeceklerin eskiden beri mubah ve helâl olduğunu, bunun, İsrail'in kendi nefsine haram kılmış olması sebebiyle haram kılınmış olduğunu iddia etmesi, bunun üzerine de onların, bu hususta Hazret-i Peygamberle mücâdele ve münakaşalarını sürdürmeleri; müteakiben de Hazret-i Peygamber'in ehl-i kitap'tan müslüman olanları, resulün sözüne uygun olan bir âyeti Tevrat'tan bulup çıkarmaları için Tevrat'ı getirmelerini talep etmiş olması sebebiyledir. Bu iki izaha göre de, âyet-i kerimenin tefsiri açıktır. Kıyası kabul etmeyenler bu âyete tutunmuştur. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yahudilerden iddiâ ettikleri hususta Allah'ın kitabı olan (Tevrat'ı) getirmelerini istemiştir. Eğer kıyas bir delil olsaydı, Hazret-i Peygamber'in onlara, "Bu hükmün Tevrat'ta bulunmamasından, o hükmün hiç olmaması gerekmez. Çünkü biz onu kıyas ile de isbât ederiz" demiş olurdu. Bunların bu hüccetlerine şu şekilde cevap vermek mümkündür: Münakaşa ancak, bu hükmün Hazret-i İbrahim ve diğer peygamberler zamanında olup olmadığı hususunda vuku bulmuştur. Bu gibi meseleler de ancak nass ile ortaya konulabilir. İşte bu sebepten dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan Tevrat'ın bu konudaki nassını istemiştir. Sonra Hak teâlâ, "Kim bundan sonra Allah'a karşı yalan uydurursa" buyurmuştur. "İftira, " yalan uydurmaktır. Bu kelimenin kökü olan yalan söylemek ve iftira etmek demektir. Bu kelimenin aslı, Arapların ifâdesine dayanır ki, bu da deriyi kesip parçalamak demektir. Binâenaleyh yalan için "iftira" kelimesi de kullanılmıştır. Çünkü yalan söyleyen kimse de, yalanıyla bir şeyin doğru olup olmadığını araştırmaksızın, o şey hakkında konuşarak kat'î ve kesin bir hüküm verir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Bu haram kılmanın Hazret-i Yakub tarafından olduğuna ve ondan önce haram kılınmış olmadığına dair bir hüccet ortaya çıktıktan sonra kim Allah hakkında iftira atarsa, işte onlar Allah'ın azabına müstehak olmuş kimselerdir. Çünkü onların küfrü, hem kendileri, hem de dînden saptırdıkları kimseler için bir zulümdür" demektir. Sonra Cenâb-ı Hak, "De ki: 'Allah doğru söylemiştir" buyurmuştur. Bu ifâde şu mânalara muhtemeldir: a) "De ki habibim, Allah, bu çeşit taamın, daha önce kendilerine helâl iken daha sonra İsrail'e ve onun soyuna haram kılındığı hususunda doğru söyler." Böylece de, neshin mevcudiyeti hakkında hüküm doğru, yahudilerin şüpheleri de bâtıl olmuş olur. b) "De ki Allah, devenin eti ve sütünün Hazret-i İbrahim'e helâl olduğu; Yakub onu kendine haram kıldığı için İsrailoğullarına da haram olduğu hususunda doğruyu söylemektedir." Böylece Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), devenin eti ve sütünün helâl olduğu hususunda fetva verince, O'nun böylece Hazret-i İbrahim'in dinine göre fetva vermiş olduğu sabit olur. c) De ki: "Allah, diğer yiyeceklerin İsrailoğullarına helâl olduğu, bunların ise, onların kötü fiillerine bir ceza olmak üzere, yahudilere haram olduğu hususunda doğru söylemektedir.9 Cenâb-ı Hak sonra, "Bundan dolayı Hanif olarak İbrahim'in dinine uyun" buyurmuştur. Bu, "Hazret-i Muhammed'in sizi uymaya çağırdığı İbrahim'in dinine tabî olunuz" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, demesi farketmez. Çünkü hal ile sıfat aynı manaya gelir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O, müşriklerden değildi" buyurmuştur. Yani, "İbrahim onların bazısının güneşe ve aya, Arapların putlara tapmaları; yahudilerin Üzeyr (aleyhisselâm)'in Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmeleri ve hristiyanların, Hazret-i İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmeleri gibi, Allah'a şirk koşmamış ve O'ndan başkasına ibâdet etmemiştir" demektir. Bundan maksad ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in inanç ve ahkam bakımından Hazret-i İbrahim'in dini üzere olduğunu beyân etmektir. Ahkam bakımından onun dini üzere oluşu şöyledir: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), o bahsedilen şeyin helâl olduğu hükmünü bildirince, Hazret-i İbrahim de onun helâl olduğuna hükmetmiş olur. Usûl (inanç) bakımından onun dini üzere olmasına gelince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) sadece tevhide ve Allah'tan başka hertürlü ma'buddan uzak kalmaya davet eder. Hazret-i İbrahim de işte bu inanç üzere olmuştur. Yeryüzünde Bina Edilen İlk Mabed Mekke'dedir 96Âyetin tefsiri için bak:97 97"Şüphesiz insanlar için konulan ve âlemler için mübarek ve hidâyet olan ilk ev, elbette Mekke'de olandır. Orada apaçık ayetler, (ve) İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse emin olur" . Bu âyetle, önceki âyetler arasındaki alâka hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) Bundan murad, yahudilerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkârları hususundaki diğer bir şüpheye cevap vermektir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kıblesini Ka'be'ye çevirince, yahudiler onun nübüvveti hususunda ileri geri konuşmuş ve şöyle demişlerdir: "Beyt-i Makdis Ka'be'den daha faziletli ve kıble yapılmaya daha layıktır. Çünkü orası, Ka'be'den önce yapılmıştır, Mahşerin olacağı yerdir ve bütün peygamberlerin de kıblesidir. Durum böyle olunca, kıblenin Beyt-i Makdis'den Ka'be'ye çevrilmesi bâtıldır." İşte Cenâb-ı Hak, yahudilerin bu iddiasına, "Şüphesiz insanlar için konulan... ilk ev, elbette Mekke'de olandır" diye cevap vermiş ve Ka'be'nin, Beyt-i Makdis'den daha faziletli ve şerefli olduğunu beyân etmiştir. Binâenaleyh Ka'be'yi kıble edinmek daha evlâdır. b) Bir önceki âyetin gayesi, neshin caiz olup olmadığını açıklamaktır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), neshin caiz olduğuna, bütün yiyeceklerin İsrailoğullarına mubah iken, daha sonra Allah'ın onlardan bazısını haram kıldığını söyleyerek delil getirmiştir. Yahudiler ise, bu hususta Hazret-i Peygamber ile münâkaşa etmişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, neshedildiğini ortaya koyduğu hükümlerin en önemlisi kıble meselesidir. İşte bu sebepten ötürü Hak teâlâ, bu âyette niçin kıble olarak Ka'be'ye dönüldüğünü açıklamıştır. Bu sebep de, Ka'be'nin, kendisinin dışındaki her yerden daha faziletli olmasıdır. c) Allahü teâlâ, bir önceki âyette, "Bundan dolayı Hanif olarak İbrahim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi" buyurduğu ve Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in dininin en büyük şiarı hacc ibâdeti olduğu için, bu âyette haccın vâcib oluşunu kendisine dayandırmak için, Beytullah'ın faziletini beyân etmiştir. d) Yahudi ve hristiyanlardan her biri, kendilerinin İbrahim (aleyhisselâm)'in dini üzere olduklarını iddia etmişlerdir. Bu hususun İzahı, daha önceki âyetlerde yapılmıştır. İşte bu sebepten ötürü, Allahü teâlâ Kâ'be'ye haccın Hazret-i İbrahim'in dininden olduğunu söylemek suretiyle onların yalancı olduklarını beyân etmiştir. Çünkü yahudi ve hristiyanlar haccetmemekte idiler. İşte bu, onların iddialarında yalancı olduklarına delâlet eder. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır. Muhakkik âlimler, âyetteki "evvel (ilk)" kelimesinin, "sebkat eden, önce olan fert, yani ilk" mânasında olduğunu söylemişlerdir. Buna göre birisi, "Aldığım ilk köle hürdür" der ve ilk olarak 'ki köleyi birden satın almış olur ise, İkisi de âzâd edilmiş olmaz. Çünkü ilk olan şey, tek bir şey olmalıdır. Sonra bu adam, ikinci defada tek bir köle satın almış olsa, bu sözle o da âzâd edilmiş olmaz. Çünkü "ilk" olma şartı, O'nun önceden olmuş olmasıdır. Böylece "evvel"in, ilk olan tek şey olduğu sabit olmuş olur. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz insanlar için konulan... İlk ev, elbette Mekke'de olandır" buyruğu Ka'be'nin Allah'ın yarattığı ilk ev veya yeryüzünde ortaya çıkan ilk ev olduğuna delâlet etmez. Aksine âyetin zahiri, Ka'be'nin "insanlar için yapılan" ilk ev olduğuna delâlet eder. O evin "insanlar için yapılmış" olması, bütün insanlar arasında ortak olmasını gerektirir. Diğer evlere gelince, onlardan her biri bir insana aittir. Dolayısı ile, evlerden hiçbiri bütün insanlar için konulmuş olmaz. Beytullah'ın, bütün insanlar arasında müşterek olması, ancak taat ve ibâdetler için yapılmış olması ve insanların kıblesi olması bakımından olabilir. Böylece, "Şüphesiz insanlar için konulan... ilk ev, elbette Mekke'de olandır" âyeti, bu evi Allahü teâlâ'nın tâat, hayır ve ibâdetler için koyduğuna delâlet eder. Binâenaleyh bu hükme, Ka'be'nin, namazların kıblesi, hacc yeri ve ibâdetlerin sevaplarının arttığı bir mahal olması hükmü de girer. Eğer, "Bu sıfatta Kâ'be'nin ilk oluşu, bir ikincisinin olmasını ifâde eder. Bu da, Beyt-i Makdis'in orayı ziyaretin vâcib olması gibi- bazı sıfatlar hususunda Beytuflah gibi olmasını gerektirir. Halbuki durumun böyle olmadığı bilinmektedir?" denilirse, buna şu iki şekilde cevap verilir: 1- Arapça'da "evvel" (ilk) lafzı, ilk meydana gelen şeyi ifâde eden bir isimdir. O'nun peşinden, onun gibi bir başka şeyin meydana gelip gelmemesi farketmez. Nitekim "Bu, benim Mekke'ye ilk gelişimdir" ve "Bu, benim ilk kazancımdır" denilir. Yine birisi "sahip olduğum ilk köle hürdür" dese ve daha sonra bir köleye sahip olsa, bundan sonra başka köleye sahip olmasa bile, o ilk kölesi âzâd edilmiş sayılır. İşte burada da böyledir. 2- Âyetteki, "İlk ev "den murad, insanların ibâdet ve tâatları için yapılmış İlk evdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ancak şu üç mescide gitmek için yük bağlanır (yolculuğa çıkılır): Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve benim şu mescidim" Buhari, Savm. 67. hadis-i şerifinin de delâlet ettiği gibi, ibadet ve taat için yapılmış olma hususunda Beytu'l-Makdis de Kâ'be ile müşterektir. İşte Kâ'be'nin insanlar için konulan ilk beyt (ev) olduğunun doğruluğuna, bu kadar şey yeter. Fakat Beyt-i Makdis'in, her bakımdan -hatta orayı ziyaret etmenin farz olması bakımından- mutlaka Kâ'be gibi olması gerekmez. Allah en iyisini bilendir. Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz insanlar için konulan ve âlemler için mübarek ve hidâyet olan İlk ev, elbette Mekke'de olandır" buyruğundan murad, Beytuliah'ın inşâ edilme bakımından ilk oluşu olabileceği gibi, mübarek ve hidâyet vesilesi olması bakımından ilk oluşu da olabilir. Binâenaleyh müfessirler bu âyetin tefsiri hususunda şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir: 1- "Kâ'be, yapılış ve inşâ ediliş bakımından ilktir." Bu görüşte olanların delilleri şunlardır: a) Vahidî (radıyallahü anh) "el-Basît" adlı eserinde, Mücâhid'den senedli olarak şunu rivayet etmiştir: "Allahü teâlâ bu evi yeryüzünde herşeyden önce yaratmıştır." Bir başka rivayette de "Allahü teâlâ, yeryüzünü yaratmadan ikibin yıl önce bu beytin (Kâ'be'nin) yerini yaratmıştır ki onun temeli en altta bulunan yerin yedinci tabakasına kadar uzanır" denilmiştir. Yine Muhammed İbn Ali İbn Hüseyin İbn Ali İbn Ebî Tâlib'in, babasından, onun dedesinden, onun da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ meleklerini gönderip, onlara "Yeryüzünde benim içinr Beyt-i Ma'mur gibi bir ev yapın" dedi, Allahü teâlâ, gökteki (meleklerin) Beyt-i Ma 'mûr'u tavaf etmeleri gibi, yeryüzündeki herkesin de o evi (Kâ 'be'yi) tavaf etmelerini emretti. Bu iş, Hazret-i Âdem'in yaratılmasından önce idi." Yine diğer tefsir kitaplarında Abdullah İbn Ömer (radıyallahü anh), Mücâhid ve Süddî'den şu rivayet edilmiştir: "Beytullah, yer ve gök yaratılırken su üzerinde yaratılan ilk evdir. Allahü teâlâ onu, yeryüzünü yaratmazdan ikibin yıl önce yaratmıştır. Beytullah, suyun yüzünde bembeyaz bir köpük idi. Sonra yeryüzü o köpüğün altından yayılıp meydana geldi." Kaffâl, Tefsir'inde şöyle demektedir: "Hubeyb İbn Sabit, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Makam-ı İbrahim'de ve Makam-ı İbrahim'in altında bulunan bir kitabede şöyle yazılı olduğu görülmüştür: "Ben, Mekke'nin sahibi olan Allah'ım. Mekke'yi, güneşi ve ayı yarattığım gün yarattım ve şu iki taşı koyduğum gün onu da harem bölge kıldım. Onu, yedi melâike ile çevreledim." b) Hazret-i Âdem (aleyhisselâm), yeryüzüne indirilince yalnızlıktan şikâyet etti. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona, Kâ'be'yi yapıp, onu tavaf etmesini emretti. Hazret-i Âdem'in yapmış olduğu bu yapı, Hazret-i Nuh (aleyhisselâm) zamanına kadar ayakta kaldı. Cenâb-ı Hak, Tufân'ı gönderince, Beytullah aynı yerinin hizasında olmak üzere, yedinci semâya kaldırıldı ve melekler, onun yanında ibâdet etmeye -ve hergün bir giren bir daha girmemek üzere-, ona yetmişbin melek girmeye başladı. Nûh tufanından sonra Kâ'be'nin yeri belirsiz oldu. Bu durum, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Cebrail'i Hazret-i İbrahim'e gönderip, onun yerini ona gösterip, ona o Beytullah'ı yeniden yapmasını emredinceye kadar devam etti. Binâenaleyh onun mühendisi Cebrail (aleyhisselâm), ustası İbrahim (aleyhisselâm), çırağı da Hazret-i İsmail (aleyhisselâm) olmuştur. Bil ki her iki görüş de, Kâ'be'nin Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) zamanında mevcud olduğunu ifâde etmektedir. Bu, en doğru görüştür. Bunun, en doğru görüş olduğuna şu hususlar delâlet etmektedir: 1- Hak teâlâ'nın, "İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimet verdikleri peygamberlerden, Âdem'in zürriyetinden, Nûh ile beraber (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrahim ile İsmail'in neslinden hidâyete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Onlara Rahman olan Allah'ın âyetleri okunduğu zaman, ağlayarak secdeye kapanırlardı" (Meryem, 59) âyetinin delaletiyle, bütün peygamberlerin dininde namaz farz idi. Binâenaleyh bu âyet, bütün peygamberlerin secde ettiklerine delâlet etmektedir. Secde yapmak içinse, bir kıblenin bulunması gerekir. Eğer Şit, İdris ve Nûh (aleyhisselâm)'un kıblesi, Kâ'be'den başka bir şey olmuş olsaydı, bu durumda Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz insanlar için konulan... İlk ev, elbette Mekke'de olandır" sözü yanlış olurdu. Öyleyse, önceki peygamberlerin kıblesinin de Kâ'be olduğunu söylemek icab eder. Bu da, bu cihetin ebedî olarak şerefli ve mükerrem olduğunu gösterir. 2- Allahü Teâlâ Mekke'yi "Ümmü'l-Kurâ" (beldelerin anası, ana kent) diye isimlendirmiştir. Bu ifâdenin zahiri, Mekke'nin, var olduğu andan itibaren fazilet ve şeref bakımından diğer yerlerden önde gelmesini gerektirir. 3- Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber Mekke'nin fethi günü îrad ettiği hutbede şunu söylemiştir: "İyi bilin ki, Allah Mekke'yi, gökleri ve yeri, güneşi ve ayı yarattığı gün harem kılmıştır..." Mekke'nin harem bir belde kılınması ise, ancak Mekke var olduktan sonra mümkün olabilir. 4- Sahabe ve Tâbiûndan nakletmiş olduğumuz haberler, Mekke'nin, Hazret-i İbrahim zamanından önce mevcut olduğuna delâlet etmektedir. Kâ'be'nin İlk Bina Edilişini Kabul Etmeyenler Şunu bil ki, bunu inkâr eden kimseler, şunlarla istidlal etmişlerdir: a) Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle demiştir: "Allahım, nasıl İbrahim Mekke'yi haram bir belde kılmışsa, ben de Medine'yi haram bir belde kılıyorum." Bu ifâdenin zahiri, Mekke'yi Hazret-i İbrahim'in inşâ etmiş olmasını gerektirir. Bir kimse şöyle diyebilir: "Kâ'be'nin Hazret-i İbrahim'den önce mevcut olduğunu, ama haram bir belde olmayıp, Hazret-i İbrahim tarafından haram bir belde kılındığını söylemek de uzak bir ihtimal değildir." b) Bu görüşte olanlar Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani İbrahim, o beytin temellerini İsmail ile birlikte yükseltiyorlardı" (Bakara, 127) âyetine tutunmuşlardır. Bir kimse, "Belki de Beytullah bundan önce mevcut idi; ama sonra yıkıldı. Sonra Allahü Teâlâ Hazret-i İbrahim'e, beytin temellerini yükseltmesini emretti" diyebilir. Nitekim bu durum, birçok haberde bildirilmiştir. c) Kâdî şöyle demiştir: "Kâ'be, tufan zamanında semâya yükseltilmişti" şeklinde söylenilen söz uzak bir ihtimaldir. Çünkü şerefti olan, bu belli cihettir. Cihetin ise, semâya kaldırılması mümkün değildir. Baksana, Kâ'be -Allah korusun- yıkılmış, taşları, kerestesi ve toprağı başka bir yere taşınmış olsaydı, bu şeylerin kesinlikle bir şerefi olmaz; o cihetin şerefi, Kâ'be yıkıldıktan sonra da devam ederdi. Her müslümanın da, yine bu cihete doğru teveccüh ederek namaz kılması gerekirdi. Durum böyle olunca, bu duvarların semâya yükseltilmesinde bir fayda söz konusu değildir."Bir kimse şöyle diyebilir:"Bu cisimler, Allahü Teâlâ'nın onların semâya nakledilmesini emredecek kadar bir izzet ve şerefe ulaşınca, ve de, bu cisimlerdeki bu şeref de, onların bu cihette bulunmaları sebebiyle olunca, onların semâya nakledilmeleri, bu cihetin son derece tazim ve teşrif edildiğine dair delillerin en büyüklerinden olur. İşte bu görüş hakkında söylenecek şeylerin hepsi budur. 2- Bu öncelikten murad bu beytin Kâ'be'nin mübarek olup insanlar için bir hidayet vesilesi, rehber olması bakımından ilk beyt oluşudur. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber'e, insanlar için kurulmuş ilk mescid sorulduğu zaman O, "Mescid-i Haram, sonra da Beytu'l-Makdis" demiştir. Aralarında kaç senelik bir zaman bulunduğu sorulunca da, "Kırk sene" demiştir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, bir adam ona, "Kâ'be, ilk ev midir? diye sorunca o, "Hayır; şüphesiz ondan önce başka evler var idi... Fakat Kâ'be, insanlar için konulmuş, mübarek olan, kendisinde hidâyet, rahmet ve bereket bulunan ilk evdir. O'nu ilk inşâ eden İbrahim'dir. Daha sonra onu, Cürhüm kabilesinden bir grup Arap yeniden inşa etmiştir. Sonra o yıkılmış, bunun üzerine onu, İmlîk İbn Sâm İbn Nûh'un soyundan gelme krallar olan Amalika taifesi inşa etmişlerdir. Sonra Kâ'be yine yıkılmış, bu sefer de onu Kureyşliler inşa etmişlerdir" demiştir. Bil ki âyetin, Kâ'be'nin fazilet ve şeref bakımından ilk oluşuna delâlet etmesi, şüphe edilmeyecek bir husustur. Çünkü, bu öncelikten bahsetmenin asıl maksadı, onun faziletini beyân etmektir. Zira bunun gayesi, onun Beytü'l-Makdis'ten üstün olduğunu göstermektir. Bu ise, ancak fazilet ve şeref bakımından önce olmakla tamamlanır. Yapılış bakımından önceliğin, bu gayenin tahakkukunda bir tesiri yoktur. Fakat, fazilet bakımından önceliğin sabit olması, yapılış bakımından önceliğin sübûtuna ters değildir. Biz bu hususun da sabit olduğu hususunda da deliller zikretmiştik. Kâ'benin Efdal Olmasının Sebepleri Bu öncelikten muradın fazilet ve şeref bakımından üstünlük olduğu kesinleşince, biz burada Beytullah'ın faziletli oluşunun çeşitli sebeplerini zikredeceğiz: Birinci fazilet: Ümmetler, bu beytin ilk banisinin Halilullâh Hazret-i İbrahim; Beytu'l-Makdis'in banisinin ise, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) olduğunda ittifak etmişlerdir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Hazret-i Süleyman'dan derece bakımından daha büyük, fazilet bakımından daha üstün olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan Kâ'be'nin Beytu'l-Makdis'ten daha şerefli olması gerekir. Bil ki, Allahü Teâlâ Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e Beyti tamir etmesini emretti ve, "Hatırla o zamanı ki biz Beyt'in yerini İbrahim'e:' Bana hiçbir şeyi ortak koşma, beytimi tavaf edenler, kıyam edenler, rükû ve secde edenler için iyice temizle" diye merci yapmıştık" (Hacc, 26) buyurdu. Bu teklifi tebliğ eden, Cibril (aleyhisselâm)'dir. İşte bu sebepten dolayı, "Âlemde Kâ'be'den daha şerefli bir bina yoktur. Çünkü onun yapılmasını emreden Cenâb-ı Hak; plânını çizen Cibril; mimarı Halilullâh, onun çırağı da İsmail (aleyhisselâm)'dir" denilmiştir. İkinci fazilet: Makam-ı İbrahim'dir ki burası, Hazret-i İbrahim'in, ayağını üzerine bastığı ve böylece de Allahü Teâlâ'nın, diğer kısımları değil de, Hazret-i İbrahim'in ayağını bastığı kısmı bir çamur gibi yaptığı, böylece de İbrahim (aleyhisselâm)'in ayağının içine gömüldüğü taştır. Bu ise, Allah'tan başka hiç kimsenin yapamıyacağı ve sadece peygamberleri için izhâr edeceği şeyler, mu'cizeler cümlesindendir. Sonra Hazret-i İbrahim ayağını kaldırınca, Cenâb-ı Hak taşta, tekrar katılaşma ve taş olma özelliğini yaratmıştır. Allahü Teâlâ bu taşı, daima muhafaza etmiştir ki, bu da akıllara hayranlık veren ve Allahü Teâlâ'nın o taşta izhâr etmiş olduğu apaçık mucizelerdendir. Üçüncü fazilet: Şeytanın taşlanmış olduğu yerde birikmiş olan taşların daima az olmasıdır. Çünkü binlerce seneden beri, her sene taş atanların sayısı yaklaşık olarak altıyüzbine ulaşmasına ve her bir kişi de yetmiş taş atmasına rağmen, oraya atılmış olan taşlar bir araya getirilmiş olsa, bir sene zarfında atılmış olan taşlar kadar bile olmaz!.. Halbuki şeytanın taşlanmış olduğu bölge ne bir sel yatağı, ne de şiddetli rüzgârların estiği bir yerdir.. Haberde de, "Haccı makbul olan kimselerin attığı taşlar semâya yükseltilir" şeklinde varid olmuştur. Dördüncü fazilet: Kuşların, havada uçarlarken Kâ'be'nin üzerinden geçmeyip, bilâkis Kâ'be'nin üzerine yaklaştıklarında oradan sapmalarıdır. Beşinci fazilet: Kâ'be'nin civarında, köpek ve ceylân gibi yabani bazı hayvanların, birbirine eziyet etmeksizin ve de birbirlerini aramaksızın bir arada bulunmalarıdır. Bu, son derece şaşırtıcı bir durumdur. Yine Mekke'de ikamet eden herkesin yağma ve baskından emin olmalarıdır ki, bu da Hazret-i İbrahim'in duasının bereketi sebebiyledir Çünkü Hazret-i İbrahim, "Ya Rabbi, burasını emîn bir belde yap!" (Bakara, 126) şeklinde duâ etmişti. Cenâb-ı Hak da Mekke'yi emniyetle tavsif ederken, "Onlar, çevrelerinde insanlar zorla kapılıp götürülürken, orayı emin bir yer yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebût, 67) ve, "Onlar, kendilerini açlıktan koruyup doyuran, korkudan emin kılan şu Beytin Rabb'ine ibâdet etsinler" (Kureyş, 3-4) buyurmuştur. Bir zâlimin Kâ'be'yi tamamen yerle bir edip, Mekke'yi de harap ettiği kesinlikle nakledilmemiştir. Beytu'l-Makdis'e gelince orayı Buhtunnasr temelinden yıkmıştır. Altıncı fazilet: Fillerden ordu kurmuş olan Ebrehe el-Eşrem, Kâ'be'yi tahrib etmek için ordularını ve fillerini Mekke'ye yöneltip, Kureyş de bu orduya karşı koymaktan âciz olup, Mekke'den ayrılarak onu Kâ'be ile başbaşa bırakınca, Allahü Teâlâ Ebrehe ve ordusunun üzerine bölük bölük kuşlar salıverdi. "Ebabil", kuşlar topluluğu demektir. Bunlar, taş taşıyıp, bu taşları Ebrehe ve ordusu üzerine atan küçük küçük kuşlar idi. Böylece gerek Ebrehe, gerekse askeri, o kadar küçük olmasına rağmen o taşlarla helak olmuşlardı. Böylece bu, Kâ'be'nin şerefine delâlet eden bir mu'cize, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetine bir irhas (müjdeci) olmuştur. İmdi eğer bir kimse, "Bütün bunların, oraya yerleştirilmiş olan ve hiç kimsenin bilemediği bir büyü sebebiyle meydana geldiğinin söylenmesi niçin caiz olmasın? Çünkü, büyünün nasıl yapıldığı hususu malûm ve meşhurdur" derse, biz deriz ki: Eğer bu, büyü kabilinden bir şey olmuş olsaydı, hiç şüphesiz bu diğer büyülerden farklı bir büyü olmuş olurdu. Çünkü bu kadar uzun bir müddet içinde, Kâ'be'nin dışındaki hiçbir şey için, bu kadar uzun bir süre beka (devam etme) mümkün olmamıştır. Binâenaleyh bu gibi şeyler bir mû'cizedir, peygamberlerden başka hiç kimse de bunu başaramaz. Kâ'be'nin Tarıma Müsait Olmayan Yerde Kurulmasının Hikmeti Yedinci fazilet: Muhakkak ki Allahü Teâlâ Kâ'be'yi, ziraata elverişli olmayan bir vadiye yerleştirmişti. Bunun sebep ve hikmetleriyse şunlardır: a) Allahü Teâlâ böylece Harem'inde ikamet edip Beyt'ine hizmet edenlerin, sadece kendisine tevekkül etsinler diye, kendisinin dışındaki şeylere karşı besledikleri ümidi kesmiştir. b) Orada hiç zâlim ve zorba ikamet etmemiştir. Çünkü onlar, sadece dünyanın güzelliklerini ve nimetlerini arzularlar. Onlar, dünya nimetlerini orada bulamadıkları için de, orasını terkederler. Bundan maksat ise, o bölgeyi, dünyaya düşkün olanların pisliğinden temiz tutmaktır. c) Allah, hiç kimse oraya ticâret amacıyla yönelmesin, bilâkis bu yöneliş sadece ibâdet ve ziyaret amacıyla olsun diye, bu bölgeyi böyle yapmıştır. d) Allahü Teâlâ, böylece "fakr"ın, fakirliğin şerefini izhar etmiştir. Çünkü, evlerin en şereflisini, dünyadan çok az nasibi olan bir bölgeye yerleştirmiş ve sanki şöyle demek istemiştir. "Ben, fakirleri, dünyada emin belde'nin sakin ve mukimleri kıldım... İşte bunun gibi, onları, ahirette de emin makamların ehli yapacağım. Dünyada, onlar için emniyetli bir beyt, âhirerte de emniyetli bir yurt vardır." e) Sanki, Cenâb-ı Hak şöyle demiştir: "Kâ'be'yi, bütün dünya nimetlerinden uzak olan bir bölgeye yerleştirince, aynen bunun gibi marifetullah Kâ'be'sini de dünya muhabbetinden hâlî bir kalbde yaratırım." İşte Kâ'be'nin fazileti hakkında söylenebilecek olan hususlar bunlardır. Böylece de bu beytin, çeşitli fazilet ve menkıbeler hususunda insanlar için kurulmuş ilk beyt (ev) olduğu ortaya çıkar. Bunun böyle olduğu zahir olunca da, yahudilerin, "Beytu'l-Makdis, Kabe'den daha kıymetli ve şereflidir" şeklindeki sözleri geçersiz olur. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Elbette Mekke'de olandır" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Âyette bulunan lafzından murad, şüphe yok ki, Mekke'dir. Daha sonra âlimler bu hususta ihtilâf etmiş, bazıları şöyle demiştir: "Bekke" ve "Mekke" lafızları, aynı şeyin iki ismidirler. Çünkü bâ harfiyle mîm harfi, mahreç bakımından birbirine yakın olan iki harftirler. Bu sebeple bu harflerden herbiri, diğerinin yerine kullanılmıştır. Meselâ, "Bu, yapılması gereken bir vuruştur" denildiği gibi; "Bu, devamlıdır, daimdir" denildiği gibi, 4Bu devamlıdır" denildiği gibi, "Başını dikti, yükseltti" denildiği gibi, da denilmektedir. (......) kelimesinin hangi kelimeden iştikak ettiği hususunda iki izah bulunmaktadır: a) Bu kelime, birbirini savuşturmak, defetmek anlamına gelen (......) kelimesinden türemiştir. Nitekim bir kimse bir başkasını sıkıştırıp uzaklaştırdığında, oy insanlar birbirine girip sıkışıklık olduğu zaman denilir. İşte bu sebepten ötürü Saîd İbn Cübeyr, insanlar tavafta birbirini sıkıştırarak izdihama sebebiyet verdikleri için, "Mekke'ye, Bekke denilmiştir" demiştir. Bu aynı zamanda, Muhammed İbn Ali el- Bakır, Mücâhid, ve Katâde'nin de görüşüdür. Bu zâtlardan birisi şöyle demiştir: "Muhammed İbn Ali el- Bakır'ı namaz kılarken gördüm. Derken, önünden bir kadın geçiverdi. Kendisini engellemeye çalıştığında, Muhammed İbn Ali el-Bakır: "Onu bırak; çünkü Mekke'nin, Bekke diye adlandırılmasının sebebi, orada insanların birbirlerini sıkıştırmalarıdır. Orada erkek namaz kılarken, kadın onun önünden; kadın namaz kılarken ise erkek onun önünden geçebilir.. Burada, bunun bir mahzuru yoktur!" dedi." Mekke'ye Bekke denilmiştir. Çünkü Mekke, bütün zalimlerin boynunu kırar. Herhangi bir zalim orada bir kötülük düşünürse, onun boynu unufak olur. Kutrub şöyle demiştir: "Bir kimse bir kimseyi kınayıp onun gururunu kırdığı zaman, Araplar, derler." "Mekke" kelimesinin iştikakı hususunda da şu açıklamalar yapılmıştır: a) Bu şehre, günahları mekk ettiği, yani tamamını giderdiği için Mekke ismi verilmiştir. Bu senin, memede olan sütü iyice emip bitiren süt çocuğu hakkında söylemiş oluğun "Süt yavrusu, anasının memesini iyice emdi" ifâdesinden alınmadır. b) Orası, dünyanın dört bir tarafından insan cezbettiği ipin bu ismi almıştır. Nitekim, memedeki sütü iyice, sonuna kadar emdiğinde, denilir. Yine, kemikte olan İlikleri iyice emip yediğinde, denilmektedir. c) Mekke, suyu az olduğu için, böyle isimlendirilmiştir. Çünkü orasının suyu adetâ çekilmiş gibidir. Mekke, yeryüzünün göbeğinde yer alır. Kaynaklar ve gözeler Mekke'nin altından kaynar. Binâenaleyh yeryüzünün tamamı, Mekke'nin altındaki kaynaktan suyunu çeker. Bazı âlimler "Mekke" ile "Bekke" kelimelerinin arasında fark olduğunu ileri sürerek bir kısmı şöyle demişlerdir: "Bekke, sadece Mescid-i Haram; Mekke ise bütün Harem bölgesine verilen addır. Bunun delili şudur: Bekke, kalabalık ve itişme manasından türetilmiştir. Bu ise, başka yerlerde değil ancak tavaf esnasında Mescid-i Haram'da olur." Bunların ekserisi ise, "Mekke'nin, hem Kâ'be'nin hem de tavaf edilebilen yerlerin ismi olduğunu; "Bekke"ninise bu bölgenin ismi olduğunu söylemiş ve şunu delil getirmişlerdir: Hak teâlâ'nın, "Bekke'de olan (ev)" ifâdesi, o Beyt'in Bekke'nin içinde bulunduğuna delâlet eder. Eğer "Bekke", Kâ'be manasında olsaydı, Kâ'be'nin Bekke'nin içinde olması imkansız olurdu. Fakat Bekke'yi bu beldenin ismi olarak alırsak, bu söz doğru olmuş olur. Mekke'nin birçok ismi vardır. Kaffal (r.h), Tefsir'inde şu isimlerini saymıştır: Mekke, Bekke, Ümmü Rahm, Küveysâ, Beşâşe, Hatime (kendisini hafife alanları kırıp döken), Ümmü'l-Kurâ. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ümmü'l-Kura'yı ve onun etrafindakileri inzâr edesin..." (şurâ, 7) buyurmuştur. Mekke, bütün beldelerin kökü olduğu ve yeryüzü onun altından yayıldığı için Ümmü'l-Kurâ (Beldelerin anası) diye adlandırılmıştır. İşte bundan dolayı orası, yeryüzünün dörtbir köşesinden gelenler tarafından ziyaret edilir. Kâ'be'nin de birçok isimleri vardır: 1- Kâ'be: Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah Kabe'yi o Beyt-i Haram'ı, insanlar için (ibâdetlerini) yerine getirme (mahalli) kıldı" (Maide, 97) buyurmuştur. Kâ'be'nin bu ismi alışının sebebi, bu ismin yükseklik ve şerefe delâlet etmesidir. Topuğa, ayak bileği üzerinde bir çıkıntı gibi olup, yükseldiği için "kâb" denilmiştir. Memeleri yeni tomurcuklanan kadına da, memeleri yükseldiği için "Kâ'ib" denilmiştir. Beytullah da, yeryüzünün en şerefli, en eski ve en faziletli yeri olduğu için bu ismi almıştır. 2- Beyt-i Atîk (Eski ev). Cenâb-ı Hak, "Sonra o (kurbanların) varacakları son yer Beyt-i Atîk'dir" (Hacc, 3) ve "O, Beyt-i Atîk'i tavaf etsinler" (Hacc, 29) buyurmuştur. Beytullah'a bu ismin veriliş sebebi hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) Atîk, eski demektir. Biz, Beytullah'ın yeryüzünün evlerinin en eskisi olduğunu, hatta bazılarına göre Allah'ın onu, gökleri ve yeri yaratmazdan önce var ettiğini açıklamıştık. b) Allahü teâlâ, Nuh Tufanı esnasında onu semâya kaldırarak, sular altında kalmaktan i'tâk (âzâd edip kurtarmıştır). c) Bu kelime, yuvasında güçlenip kuvvetlendiği zaman kuş için söylenen (......) ifâdesinden alınmıştır. Kâ'be de orayı tahrib etmeye niyetlenen herkesi Allah'ın helak edeceği bir güce ulaştığı için, "Atîk" diye isimlendirilmiştir. d) Allahü Teâlâ onu, beyti herhangi bir kimsenin mülkü olmaktan âzâd etmiştir. e) Allah, kendisini ziyaret eden herkesi ateşten âzâd eder, mânasında o, Atîk'dir. 3- el-Mescidu'l-Haram... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar götüren Allah'ın şanı çok yücedir" (isrâ, 1) buyurmuştur. O'nun "Haram" olmasından ne kastedildiğinin tefsiri, İnşa-Allah o âyetin (İsra, 1) tefsirinde gelecektir. Buna eğer bir kimse, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz insanlar için konulan İlk ev, elbette Mekke'de olandır" buyruğu ile, "Beytimi tavaf edenler için iyice temizle" (Hacc, 26) buyruğu nasıl birleştirilebilir? Çünkü Cenâb-ı Hak Kâ'be'yi, bir keresinde kendisine, başka bir kere de insanlara nisbet etmiştir" derse, buna şöyle cevap verilir: Sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Ev benimdir; ancak onu, kendi menfaatim için kurmadım! Çünkü"benim hiçbir şeye ihtiyacım yoktur. Ama ben onu, senin duan için bir kıble olsun diye vaz ettim." Allah en iyisini bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Âlemler için mübarek olup hidayet vesilesi rehber olmak üzere..." buyurmuştur. Şunu bil ki, Cenâb-ı Hak bu beyti muhtelif faziletlerle vasfetmiştir: Birincisi: Burası, insanlar için (ibâdet amacıyla) kurulmuş ilk evdir. Bunun, fazilet bakımından ilk olmak manasına geldiğini daha önce söylemiştik. Biz buna, şu izahları da ilâve edebiliriz: a) Ali (radıyallahü anh) "O, "bereket" sıfatı kendisine tahsis edilmiş ve kendisine giren herkesin emin kılınmış olduğu ilk evdir" demiştir. b) Hasan el-Basrî, "O, yeryüzünün, içinde Allah'a ibâdet edilen ilk mescididir" demiştir. c) Kutrûb ise, "O, kıble kılınan ilk evdir" demiştir. İkincisi: Allahü teâlâ Kâ'be'yi "Mübarek" olmakla vasıflandırmıştır. Bu hususta iki mesele vardır: "Mübarek" kelimesi, hal olduğu için mansub gelmiştir. Buna göre ifâdenin takdiri, "O, mübarek olduğu halde Mekke'de yerleşmiş olan evdir" şeklindedir. "Bereket"in iki manası vardır: a) Artmak ve çoğalmak; b) Devamlı olmak... Allahü teâlâ devamlı, ezelî ve ebedî olduğu için "Tebârekellah" denilir. Bereket, içinde su bulunan havuza benzer. Deve, göğsünü yere koyup çöktüğünde (......) denilir. Eğer biz "bereket"i, artma ve çoğalma manasına alır isek, Beytullah şu bakımlardan mübarek olmuş olur: 1- Taatlar orada yapıldığında, sevapları daha fazla olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Mescid-i Haramın, mescidime üstünlüğü, mescidimin diğer mescidlere üstünlüğü gibidir" buyurmuştur. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Şu mescidimde kılınan tek namaz, başkalarında kılınan bin namazdan daha faziletlidir" Benzeri bir hadis için bkz. Keşfü'l-Hafâ, 2/27. buyurmuştur. Bu, namaz hakkında böyledir. Hacca gelince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kim çirkin söz söylemeden ve günah işlemeden haccını tamamlarsa, anasının onu doğurduğu gün gibi, günahlarından sıyrılmış olur" Benzeri, Buhâri, Muhtasar, 9-10; Nesai, Hacc, 4 (5/114). buyurmuştur. Diğer bir hadiste ise "Kabul edilmiş haccın mükafaatı ancak cennettir" Nesai, Hacc, 3(5/112). buyurmuştur. Mağfiret ve rahmeti elde etmekten daha bereketli bir şeyin olmayacağı malumdur. 2- Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Bu bereketin, "Herşeyin mahsulleri orada toplanır..." (Kasas. 57) âyetinde zikredilen hususun olması da caizdir. Böylece bu, "Etrafına bereket verdiğimiz Mescid-i Aksa'ya..." (isrâ, 1) âyetinde ifâde edilen husus gibi olur." 3- Akıllı olanın, zihninde Kâ'be'nin bir nokta gibi, namazlarda ona yönelen insanların saflarının da merkezi kuşatan dâireler gibi olduğunu düşünmesi ve namaz kılarken bu noktayı kuşatan safların ne kadar çok olduğunu tasavvur etmesi gerekir. Böylece hiç şüphesiz, o namaz kılanlar içinde, yüce ruhlu, kutsî kalbli, nurânî sırlara sahip ve gönülleri rabbani şahıslar bulunur. Sonra o saf ruhlar, marifetullah Kâ'be'sine yönelip, bedenleri de şu maddî Kâ'be'ye yöneldiği zaman, o esnada Mescid-i Haram'da bulunan kimseler ruhunun nuru ile, Kâ'be'ye böylece yönelmiş olan kimselerin ruhlarının nurlarıyla birleşirler de o ilâhî nurlar, o kimsenin kalbinde artar ve o ruhanî ışıkların parıltıları, onun gönlünde büyür. İşte bu çok büyük bir derya ve şerefli bir makam olup senin dikkatini, Kâ'be'nin mübarek olduğu hususuna çeker. Fakat biz bu bereketi, "devamlı olma" manasında tefsir edersek, durum yine aynıdır. Çünkü Kâ'be'de, tavaf edenler, ziyaretçiler ve namaz kılanlar eksik olmaz. Yeryüzü küre şeklindedir. Yeryüzü böyle olunca, her saatin, bir kavim için sabah vakti; diğer bir kavim için öğle; üçüncü bir kavim için ikindi; dördüncü bir kavim için akşam; beşinci bir kavim için de yatsı vakti olduğunu düşünmek mümkündür. Durum böyle olunca, Kâ'be, farz namazlarını edâ etmek için, dünyanın her tarafından kimselerin bulunmasından asla ayrı kalmaz. İşte bu bakımdan, bir devamlılık söz konusudur. Yine Kâ'be binlerce yıldır aynı hal üzere devam etmiştir. Binâenaleyh Kâ'be'nin bu iki bakımdan da "mübarek" olduğu sabit olmaktadır. Üçüncüsü: Beytutlah'ın üçüncü vasfı, "Alemler için hidayet rehberi" olmasıdır. Bununla ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Bunun şu manalarda olduğu söylenmiştir: a) "O, bütün âlemlerin namazlarında kendisine yöneldikleri kıblesidir " b) "Kâ'be, kendisinde bulunan zikrettiğimiz deliller ve anlattığımız harikulade halleri sebebi ile, irâde sahibi bir yaratıcının varlığına ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğruluğuna bir delildir. Çünkü Hazret-i Peygamber'in nübüvvetine delâlet eden herşey, aynı zamanda bir yaratıcının varlığına, ilmine, hikmetine, kudretine, herşeyden müstağni oluşuna ve bütün sıfatlarına delâlet eder." c) Kâ'be, bütün âlemi cennete hidayet edip götürür. Çünkü farz namazlarını edâ eden herkes cennete girmeye hak kazanır. Zeccâc, bunun "Alemler için hidayet sahibi (vesilesi)" manasına geldiğini söylemiştir. Yine o, bu ifâdenin "O, Alemler için bir hidayettir" mânasında, mahallen merfu olabileceğini de söylemiştir. Kabe'de Bulunan Aşikâr Deliller Cenâb-ı Allah'ın, "Orada apaçık alametler vardır" beyânı ile ilgili şu iki görüş vardır: a) Bundan murad, bizim onda bulunduğunu söylediğimiz âyetlerdir. Onlar da, korkan kimsenin kendisini orda emniyette hissetmesi, o kadar taş atılmasına rağmen, taşların yok olup gitmesi, kuşların onun üzerinden uçmaması, hastanın orada şifâ bulmast, ona saygısızlık edenin peşinen cezalandırılması ve orayı harab etmeye niyet eden fil ordusunun helak edilmesi gibi hususlardır. İşte buradaki "alametler" (âyetler), bu manadadır. Âyette, "âyât" (alametler) kelimesinin beyânı yer almamıştır. "Âyetteki, "İbrahim'in makamı (vardır) tabirinin, "apaçık alâmetler" tabiriyle bir ilgisi yoktur. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak şöyle demiştir: "Orada apaçık âyetler vardır. Bununla beraber orası, Hazret-i İbrahim'in makamı, mekânı, seçtiği yer ve Allah'a ibâdet ettiği mahallidir. Çünkü bütün bunlar, kendisi ile şeref ve saygı kazanılan özelliklerdendir. Buradaki ikinci bir görüşe göre âyette geçen "âyât (alametler)" lafzının beyânı yer almıştır ve bu da "Makam-ı İbrahim" tabiridir. Yani, "O âyetler, makam-ı İbrahim'dir" demektir. İmdi şayet "Buradaki "âyât" lafzı cemîdir, onun tek bir şeyle tefsir edilmesi doğru olmaz" denilir ise, buna âlimler şu şekilde cevap verirler: a) Makam-ı İbrahim, birçok âyet yerini tutar. Çünkü Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) için mu'cize olan herşey, yaratıcının varlığına, ilmine, kudretine, irâdesine, hayat sahibi oluşuna ve sonradan olan varlıklara benzemekten münezzeh, mukaddes ve müstağni olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, "Makam-ı İbrahim", hernekadar tek bir şeyse de, onda saydığımız bunca deliller mecvut olduğu için, birçok deliller mesabesinde kabul edilmiştir. Bu, tıpkı, "Hakikaten İbrahim (başlı başına) bir ümmet İdi Allah'a İtaatkârdı" (Nahl, 120) âyeti gibidir. b) Makam-ı İbrahim, birçok âyetleri ihtiva eder. Çünkü sert bir kayada ayağının iz bırakması bir âyet, ayağının ona topuğuna kadar gömülmesi bir başka âyet, o kayanın bir kısmı yumuşarken diğer kısımlarının sertliğini muhafaza etmesi bir diğer âyettir. Çünkü o taşın, sadece Hazret-i İbrahim'in ayaklarını koyduğu yeri yumuşamıştır. Diğer peygamberlerin mû'cizeterinin değil de, yahudi, hristiyan, müşrik ve mülhidlerden binlerce yıl bu kadar düşmanlık görmesine rağmen, Makam-ı İbrahim'in Hazret-i İbrahim'e has bir yer olarak muhafaza edilmiş olması diğer bir âyettir. Böylece Makam-ı İbrahim'in pek çok âyeti ihtiva ettiği sabit olmuştur. c) Zeccâc şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim oraya girerse emin olur" buyruğu, alametler (âyetler)in tefsirinin bir parçasıdır. Buna göre sanki orada, apaçık âyetler (alametler) olarak, Makam-ı İbrahim ile oraya girenlerin emin olmaları özelliği mevcuttur. Cemî sigası bazan iki şey için kullanılabilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer her ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz (ne âlâ. Fakat) sizin kalpleriniz kaymıştır" (Tahrim. 4) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "İki ve daha yukarısı cemâattir (cemi sayılır)" Buhari, ezan. 35; İbn Mâce, ikame, 44 (1/312). buyurmuştur. Bazı âlimler, bu alametleri şöyle deyip üçe tamamlamışlardır: "Bunlar, İbrahim'in makamı, oraya girenlerin emin oluşu ve insanların Allah rızası için oraya hacc yapmalarıdır. Bu âyetin devamındaki buyruğunun başında, (o ifâdenin buraya atfını gerektiren) (......) lafzı kısalık olsun diye hazfedilmistir. Nitekim, "De ki: Rabb'im adaleti emretti" (A'raf, 29) âyetinde de böyledir. Bu, "Rabb'im, adaletli olmanızı emretti" mânasındadır. d) Bu iki âyetin zikredilip, âyetlerin daha çok olduğuna delâlet etmesi için, diğer âyetlerin zikredilmemiş olması da caizdir. Sanki şöyle denilmiştir: "Onda apaçık birçok âyet vardır: Makam-ı İbrahim, ona girenin emin oluşu ve bunların dışında daha birçok âyet." e) İbn Abbas, Mücahid ve Ebû Cafer el-Medenî Kuteybe'nin rivayetine göre, bu kelimeyi müfred olarak (bir âyet) şeklinde okumuşlardır. f) Müberred, "Makam" kelimesi masdar olduğu için, "ve kulakları üzerine..." (Bakara. 7) âyetinde de olduğu gibi, cemî olarak getirilmemiştir. Bundan murad, Makamiât-ı İbrahim (İbrahim'in makamlarındır. Bunlar ise, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in yapmış olduğu hacc menâsiki ve kurban ile ilgili işlerdir. Şüphe yok ki bunların sayısı çoktur" demiştir. Buna göre, âyetler (alametler)den murad, "Kim Allah'ın şeâlrini büyük tanırsa..." (Hacc, 32) âyetinde de buyurulduğu gibi, haccın menâsikidir. Cenâb-ı Hak daha sonra "İbrahim'in makamı..." buyurmuştur. Bunun hakkında birkaç görüş bulunmaktadır: a) Kâ'be'nin inşası yükselip, İbrahim (aleyhisselâm) de yukarıya kadar taş kaldırmaktan âciz kalınca, üzerine basıp çıktığı ve ayaklarının içine gömüldüğü taştır. b) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ziyaret için Şam'dan Mekke'ye gelmişti. O, (Şam'daki) hanımına dönünceye kadar, Mekke'de hayvanından inmemeye yemin etmişti. Mekke'ye vardığında O'na, Hazret-i İsmail (aleyhisselâm)'in annesi olan hanımı, "Hayvanından in de başını yıkayalım" dedi. Bunun üzerine İsmail (aleyhisselâm)'in annesi o taşı getirdi ve onun sağ tarafına koydu. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), hanımı başının sağ tarafını yıkasın diye ayağını taşa bastı. Sonra hanımı bu taşı, onun başının diğer tarafını yıkamak için sol tarafına koydu. İşte böylece taşın üzerinde iki ayağının da izi kaldı. c) Bu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in insanları hacca çağırırken üzerine çıktığı taştır. Kaffal (r.h) şöyle demiştir: "İbrahim (aleyhisselâm)'in, bütün bu yerlerde aynı taşa basmış olması caizdir." Haremde İnsanların, Bilhassa Suçluların Emînliğınin Mânası Hak teâlâ sonra, "Kim oraya girerse emîn olar" buyurmuştur. Bu âyetin birçok benzeri vardır: Meselâ, Cenâb-ı Hak, "Hani biz Beyti insanlar için bir toplantı yeri yapmışbk" (Bakara, 125) ve "Onu emîn bir yer yaptığımızı onlar görmediler mi?" (Ankebut, 67) buyurmuştur. Hazret-i İbrahim de, "Hani İbrahim, "Yâ Rabbi, burasını emîn bir belde yap" demişti" (Bakara, 126) demiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "Ki O, onları açlıktan kurtarıp doyurdu ve kendilerini korkudan emîn kıldı" (Kureyş. 4) buyurmuştur. Ebû Bekr er-Razi şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz insanlar için vaz' olunan ilk ev..." âyetinin peşi sıra zikredilen şu âyetler de bütün Harem hakkında söz konusu olup, sonra da Cenâb-ı Hak, "Kim oraya girerse emîn olur" buyurunca, Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirden muradının bütün Harem bölgesi olması vâcib olur. Âlimler, Harem-i Şerifte adam öldüren kimsenin, yine Harem'de kısas edilebileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Yine âlimler, Harem-i Şerifin ancak nefse sataşma gibi hususlarda emân ifâde ettiği hususunda ittifak etmişlerdir. Âlimler arasındaki ihtilâf, Harem-i Şerifin dışında kendisine kısas vâcib olan birisinin Harem'e sığınıp iltica etmesi durumunda, Harem'de kendisine kısas uygulanıp uygulanmıyacağı hakkındadır. Şafiî kısas yapılacağını söylerken, Ebû Hanife kısas yapılamayacağını; aksine oradan çıkıncaya kadar onun yeme, içme, alışveriş ve konuşmadan men edileceğini; Harem'den çıkınca da kendisine kısas uygulanacağı içtihadındadır. Bu mesele hakkındaki sözümüz, Hak teâlâ'nın, (Bakara, 125) âyetinin tefsirinde geçmişti. Ebû Hanife (radıyallahü anh), bu âyetle istidlal ederek şöyle demiştir: "Âyetin zahiri Harem'e giren kimsenin emîn olacağını haber vermektedir. Ancak âyeti zahirine hamletmek mümkün değildir. Çünkü bazan insan orada emîn olamaz. Bu durumda da âyetin ifâde ettiği mânada bir mantıksızlık oluyor. Binâenaleyh bir haber cümlesi olan bu âyeti, emir manasında almak gerekir. Bu âyetle, adam öldürmenin dışındaki suçlar hakkında amel edilmemiştir. Çünkü suçlardaki zarar, adam öldürmedeki ve Harem-i Şerifte işlediği cinayetten ötürü hakedilen zarardan daha hafiftir. Çünkü o kimse, Harem-i Şerifin hürmetine saygısızlık etmiştir. Dolayısıyla bu, âyetin zahirine göre ortaya çıkan ihtilafa dahil olmuş olur." Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın "Emin olur" ifâdesi, oraya bu vasfı vermek içindir. Binâenaleyh bu âyetle amel etme hususunda, emniyetin sadece bazı bakımlardan bulunması kifayet eder. Biz âyetin, bu mânaya geldiğine karar verdik. Bunu şu şekillerde izah ederiz: Allah'a yaklaşmak için, ibâdet etmek maksadıyla Harem-i Şerife giren herkes, Kıyamet günü cehennemden emîn olmuş olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İki Marem'den (Harem-i Şerif ile Mescid-i Nebî'nin hareminden) birinde ölen kimse, kıyamet günü emin olarak diriltirilir." "Gündüz bir saat Mekke'nin sıcağına sabreden kimseden, cehennem ikiyüz yıllık mesafe uzak olur." "Kim, çirkin söz söylemeden ve günah işlemeden haccıni tamamlarsa, anasının onu doğurduğu gün gibi günahlardan sıyrılmış olur" Benzeri bir hadis için bkz.: Buhari, Muhtasar, 9-10; Nesai, Hacc, 4(5/114) buyurmuştur. b) Bundan muradın, Allahü teâlâ'nın insanların kalbine, Mescid-i Haram'a iltica eden herkese karşı bir şefkat ve onlardan kötülükleri uzaklaştırma duygusu vermesi de olabilir. Durum, genel olarak bu şekilde tahakkuk ettiği için, Cenâb-ı Hak mutlak olarak bunun böyle olacağını haber vermiştir. Yaptığımız bu izah, Hanefîlerinkinden şu iki bakımdan daha evlâdır: 1- Biz bu izaha göre, haber cümlesini emir mânasında kılmamış olduk. Onlar ise, haber cümlesini emir manasında almışlardır. 2- Allahü teâlâ orasının emîn oluşunu, Beytullah'ın faziletini beyân etmek için zikretmiştir. Bunun, Beytullah'ın faziletine bir hüccet olabilmesi için, yahudilerce bilinen birşey olması gerekir. Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatında bildirdiği o hüküm, Kâ'be'nin faziletini isbat hususunda yahudi ve hristiyanlar için bir hüccet olmaz. c) Âyetin mânası, "Kaza umresi yılında kim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Mekke'ye girerse emîn olur" şeklinde olabilir. Çünkü Hak teâlâ, "İnşaallah (hepiniz), emniyet içinde mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz" (Fetih, 27) buyurmuştur. d) Dahhâk şöyle demiştir: "Kim bir hacc yaparsa, daha önce kazandığı günahlardan emîn olur." Bil ki bütün bu cevaplarda sözlerin yolu birdir. Oda, âyetteki "emîn olur" ifâdesinin, bir emniyetin bulunduğu hususunda bir hüküm bildirmesidir. Bu âyetle amel etme hususunda emniyetin sadece bir cihetten bulunmuş olması kâfidir. Biz bu ifâdeyi, bu cihetlerden bir kısmına hamlettiğimizde, âyetin gereğine göre amel etmiş oluruz. Binâenaleyh geriye, Hanefilerin söylediği mânaya âyetin delâleti kalmaz. Bu görüşü kuvvetlendiren hususlardan biri de şudur: Âyeti bu cihete hamletmek, kısasın vücubuna delâlet eden nassları tahsis etmeye yol açmaz. Bu ifâdeyi Hanefilerin verdiği mânaya hamletmek ise, kısas âyetlerini tahsis etme neticesine götürür. Binâenaleyh bizim görüşümüz daha evlâdır. Allah en iyisini bilir. "Gitme imkânı bulanların, Beytullah'ı haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim küfrederse şüphesiz ki Allah âlemlerden ganîdir" . Bil ki Cenâb-ı Hak Beytullah'ın faziletlerini ve makamını zikredince, bunun peşinden haccın farz olduğunu belirtmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Hamza, Kisâî ve Âsim 'dan rivayetle Hafs, hâ harft nin kesresi ile ; diğer kıraat imamları ise hâinin fethasıyla, (......) şeklinde okumuşlardır. "Hâ'nın fethasıyla okunuş Hicaz, kesresi ile okunuşu ise Necid lehçesine göredir ve her ikisi de aynı manayadır" denilmiştir. Bu iki okunuşun Arapça'da mutlak olarak caiz olduğu da söylenmiştir. Meselâ, ve kelimelerinde olduğu gibi. Hâ harfinin kesresi ile olanın, yapılan işin ismi (yani hacc) mânasına; fetha ile olanın ise masdar (yani haccetmek) mânasına geldiği de söylenmiştir. Sibeveyh, kesre ile olanın da "zikr" ve "ilim" kelimeleri gibi masdar olabileceğini söylemiştir. Âyetteki, "Ona yol bulabilenlerin..." tabiri hakkında şu izahlar yapılmıştır: a) Zeccâc, bu tabirin başındaki (......) kelimesinin mahallinin, yine bu âyetteki (......) kelimesinden bedel olarak, mecrur olduğunu, mânasının ise, "Ona bir yol bulabilen insanlara..." şeklinde olduğunu söylemiştir. b) Ferrâ ise, "Eğer, (......) kelimesini ve sonrasını müste'nef (yeni) bir cümle kabul edersen, bu cümle şart cümlesi olur ve cevabı, önceki kısım kendisine delâlet ettiği için hazfedilmiş olur. Bunun takdiri, "Onu haccetmeye bir yol bulursa, o kimseye Allah için Beytullah'ı haccetmesi gerekir" şeklindedir" demiştir. c) İbnu'l-Enbârî: "Buradaki (......) kelimesinin, (......) kelimesinin bir izahı olarak ref mahallinde olması da caizdir. Buna göre sanki "Kendilerine Beytullah'ı Allah için haccvacib olan insanlar kimlerdir?" denilmiş ve "Onlar, ona bir yol bulabilenlerdir" diye cevap verilmiştir. Haccın Farziyyeti İçin Binit ve Azık Bulunması Kâfi midir? Ekseri âlimler, "istitâ'a" (güç yetirme)nin mevcut olması için, o insanın yiyecek ve bineceğinin bulunmasının şart olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sahabe'den bir kısım zevat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Ona (yani hacca) yol bulabilme" tabirini, "azık ve binit" diye tefsir ettiğini rivayet etmişlerdir. Kaffâl, Cüveybir yoluyla, Dahhak'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Bir insan genç ve sıhhatli olur, fakat haccedecek kadar parası bulunmaz ise, o kimsenin haccını yapacak para elde edinceye kadar amelelik yapması gerekir." Bunun üzerine birisi Dahhâka. "Allah, insanlara Beytullah'a yaya yürüyüp ziyaret etmelerini emreder mi?" deyince o, "Bir insanın Mekke'de alacağı bir miras olsa, onu orada bırakır mı?" dedi. Adam, "Hayır, diz üstü bile olsa oraya gider" dedi. Bunun üzerine Dahhâk, "İşte bunun gibi ona, Beytullah'ı haccetmesi farz olur" dedi. İkrime'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İstitâ'e" (haccedebilmek) beden sağlığı ile, binecek bir şey bulamadığı zaman, yürüyerek gidebilmektir." Bil ki, bedeni sıhhatli olan ve yürümeye gücü bulunan herkes hakkında, binecek birşey bulamadığı zaman, "O bu işi yapabilir" denilmesi uygundur. Binâenaleyh bu istitâ'a'yı azık ve binit bulabilmek mânasına almak, lafzın zahirini terketmektir. Binâenaleyh, böyle bir tahsis için ayrı bir delile ihtiyaç vardır. Bu konuda rivayet edilmekte olan haberlere dayanmak mümkün değildir. Çünkü ahâd hadislerden dolayı, Kitâb'ın, âyetin zahiri terkedilemez, Hele Muhammed İbn Cerir et-Taberî, bu haberlerin ravilerini ta'n etmişken!... Bu haberler bir başka yönden daha ta'n edilmiştir, o da şudur: Azık ve binitin bulunmuş olması, hacca istitâa (güç) olması için yeterli değildir. Çünkü istita'a'nın bulunabilmesi için, beden sıhhatine ve yolun emniyetli oluşuna da bakılmıştır. Bu husustaki hadislerin zahiri ise, bunlardan herhangi birinin nazar-ı dikkate alınmadığını gösterir. Binâenaleyh bu haberler, işte bu bakımdan da ta'n edilmişlerdir. Bu hususta Cenâb-ı Hakk'ın, "(Allah), dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedt" (Hacc, 78) ve "Allah size kolaylık diler, size güçlük murad etmez" (Bakara. 165) âyetlerinin zahirî mânalarına dayanmak gerekir. Kâfirlerin Fer'î Ahkamla Mükellef Olup Olmadıkları Bazı âlimler bu âyeti, kâfirlerin İslam şeriatının ahkamına muhatab olduklarına delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Çünkü "Beytullah'ı haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır..." âyetinin zahiri, mü'minleri de kâfirleri de içine alır. İmânın olmaması, bu umûmî mânaya ters düşmez ve onu tahsis etmez (Yani mü'minlere has kılmaz). Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imânın sıhhatinin şartı olan Allah'a iman kendisinde bulunmadığı halde, bir dehrî de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmekle mükelleftir. Yine namazın sıhhatinin şartı olan abdest kendisinde bulunmadığı halde, abdestsiz kimse de namaz kılmakla mükelleftir. Binâenaleyh şartın olmaması, o kimsenin şarta bağlı olan şeyle mükellef olmasına manî değildir. İşte burada da böyledir." Allah en iyisini bilir. Mu'tezile'nin ekserisi, bu âyeti, istitâ'anın (gücün), fiilden önce mevcut olduğuna delil getirmiş ve şöyle demişlerdir: "Eğer istita'a fiil ile birlikte (fiilin yapılış esnasında) olsaydı, haccetmeyen kimsenin de hacca istita'ası (gücü) olmuş olurdu. Hacca güç yetiremeyen kimseyi ise, bu âyette bahsedilen mükellefiyet içine almazdı. Böylece de haccetmeyen herkesin, bu âyet sebebiyle hacc yapma ile emredilmiş olmamaları gerekirdi ki bu ittifakla bâtıldır. Âlimlerimiz Mu'tezile'nin bu görüşüne şöyle cevap vermiştir: "Bu sizin için de söz konusudur. Çünkü birşeye kadir olan ya o fiili yapmaya sebep olan şeyler bulunmadan o fiili yapmakla emredilmiş olur, veyahut da o sebepler bulunduktan sonra o fiil ile emredilmiş olur. Sebepler yok iken o fiil ile emredilmiş olmak imkansızdır. Çünkü sebepler bulunmazdan önce fiilin bulunması imkansızdır. Binâenaleyh böyle bir şeyi teklif etmek, "teklîf-i mâla yutak" olur. Fakat o fiilin sebepleri bulunduktan sonra fiil ister istemez meydana gelir. Bu durumda da onu emretmenin bir mânası olmaz. Her iki durumda da istita'a söz konusu olmayınca, bu âyetteki teklifin hiç kimseye yönelik olmaması gerekir. Dini Emirleri Sual İle Kurcalamamak Rivayet edildiğine göre, bu âyet nazil olunca, "Ya Resûlallah, hacc bize her sene mi farzdır?" diye soruldü ve bu soru üç defa tekrar edildi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her üçünde de sükût etti ve dördüncüsünde: "Eğer "evet" deseydim, (hacc size her sene) vacib olurdu. Eğer böyle vacib olsaydı, yerine getiremezdiniz. Yerine getirmeyince de kâfir olurdunuz. Dikkat edin, ben sizi bıraktığım sürece, siz de beni bırakın (Bana birşey sormayın). Size birşey emrettiğimde ise, onu elinizden geldiği kadar yapın. Size birşeyi nehyettiğimde de ondan vazgeçin. Çünkü sizden önceki ümmetler, peygamberlerine çok karşı geldikleri ve ona muhalefet ettikleri için helak olmuşlardır" İbn Mâce, Menâsik, 2 (II/963). diye cevap vermiştir. Sonra âlimler bu hadisle istidlal ederek, emirlerin şu iki sebepten ötürü tekrar (yani o emri tekrar tekrar yerine getirmeyi) ifâde etmeyeceğini söylemişlerdir: a) Bu emir hacc hakkında gelmiştir ama tekrarı ifâde etmemiştir. b) Sahabe bu emrin tekrarı ifâde edip etmediğini sormuşlardır. Eğer emir sigası tekrarı ifâde etmiş olsaydı Arapça'yı bilen bu sahabelerin soru sormaması gerekirdi. Bir şeye yol bulabilmek, o şeye ulaşmaya imkân bulma mânâsındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Fakat bir çıkış yolu var mı?" (Mû'minun, 11) "Geri dönmeye bir yol var mı?" (Şura, 44) ve"iyilik edenlere karşı bir yol yoktur" (Tevbe, 91) buyurmuştur. Binâenaleyh bu imkanın bulunmasında, beden sağlığı, yırtıcı hayvanlardan, düşmanlardan ve yiyecek içecek bulamamaktan ötürü telef olma korkusunun bulunmamasına, azık ve biniti karşılayabilecek, bütün borçları ödeyip, bütün emânetleri geri vermeye yetecek bir paraya sahip olmaya itibar edilir. Eğer o insanın bakmakla yükümlü olduğu birisi varsa, o, haccederken onlara yetecek kadar şey bırakamadığı müddetçe ona hacc farz olmaz. Bu meselenin teferruatı fıkıh kitaplarında anlatılmıştır. Allah en iyisini bilir. Hacc Farz Olup da Haccetmeyenin Hükmü Sonra Cenâb-ı Allah, "Kim inkâr ederse, şüphesiz ki Allah âlemlerden ganîdir" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili bazı meseleler vardır: Bu âyet hakkında iki görüş vardır: 1- Bu, tek başına müstakil bir cümledir ve Allah'ı inkâr eden bütün kâfirler hakkında umûmî bir va'îddir. Bu cümlenin, öncesiyle ilgisi yoktur. 2- "Bu cümle, öncesi ile ilgilidir." Bu görüşte olanlardan bazıları bunun haccı terkeden (yerine getirmeyen) kimselerle ilgili olduğunu, bazıları da haccın farz olduğuna inanmayan kimselerle ilgili olduğunu söylemişlerdir. Bunun haccı yerine getirmeyen kimselerle ilgili olduğunu söyleyenler, bu görüşlerinde âyetin zahirine dayanmışlardır. Çünkü bundan önce hacc emri geçmiş ve onun peşisıra "Kim inkâr ederse-." tabiri getirilmiştir. Bundan bu küfrün ancak, daha önce emredilmiş olan şeyi terketmek olduğu anlaşılır. Sonra, bu görüşte olanlar bu görüşlerini bazı haberlerle te'kid etmişlerdir. Hazret-i Peygamber'den rivayet edildiğine göre O, şöyle buyurmuştur: "Kim haccetmeden ölürse, o kimse isterse yahudi olarak ölsün, isterse hristiyan!., . (İslamla alakası yoktur.)" Ebû Ümame'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber şöyle buyurdular: "Kim kendisini açık bir ihtiyaç veya alıkoyan bir hastalık yahut da zâlim bir hükümdar men etmeksizin, İslam'ın emrettiği haccı ifâ etmeden ölürse, o kimse dilediği bir hal üzere, ister yahudi isterse hristiyan olarak ölsün!" Darimî, Menâsik, 2 (II/29). Said İbn Cübeyr'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "İmkânı olduğu halde haccetmemiş olan bir komşum ölse, ben onun namazını kılmam!" Eğer, "Haccı terketmesi sebebiyle o kişi hakkında küfre hükmetmek nasıl caiz olabilir?" denilirse, Kaffâl (r.h) bu soruya şöyle cevap vermiştir: "Bundan murad, meselenin önemine dikkat çekmektir. Yani, "küfre girmesi ve haccı inkâr eden kimsenin yaptığı şeyi yapması yakındır!" demektir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın dayanmıştı" (Ahzab, 10) âyetidir. Yani, "Nerdeyse... dayanmıştı, dayanmak üzereydi" demektir. Bunun bir başka benzeri ise, Hazret-i Peygamberin, "Kim, kasıtlı olarak bir namazı terkederse, (neredeyse) küfre girmiştir" Müsned, VI / 421 ("Allah'ın ve Resulünün emânı ondan uzaklaşmıştır" şeklinde...). ve; "Kim hayiz halinde veya "dübüründen kadını(na) yaklaşırsa, cima ederse, (nerdeyse) küfre girmiştir" Tirmizî, Taharet, 102 (I / 243). hadisleridir. Çoğunluğa gelince buntar, bu tehdidi, haccın farziyetine inanmayan kimselere hamledenlerdir. Dahhâk şöyle demiştir: "Hacc âyeti nazil olduğu zaman, Hazret-i Peygamber altı dinin müntesibini; müslümanları, hristiyanları, yahudileri, sâbiîleri, mecusîleri ve müşrikleri topladı ve onlara bir nutuk irad ederek şöyle dedi: "Muhakka ki Allah, haca size farz kılmıştır; binâenaleyh, haccediniz..." Bunun üzerine, müslümanlar buna iman etti; diğer beş inanç mensupları ise, bunu İnkâr ederek: "Biz ona inanmıyoruz.. (Kâ'be'ye) doğru yönelerek namaz kılmayız; onu hacc da etmeyiz..." dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Kim küfrederse, şüphesiz ki Allah, âlemlerden müstağnidir" âyetini inzal etti. Bil ki, ibâdetler konusunda şeriatın teklifleri iki kısımdır: Bir kısmı mâkul olduğu halde bunların tafsilâtları anlaşılamaz. Meselâ namaz.. Çünkü namazın aslı mâkuldür, anlaşılmaktadır; yani o, Allah'ı ta'zim etmek ve ululamaktır. Ama namazın nasıllığına gelince, bu anlaşılamamaktadır. Zekât da bunun gibidir; onun esâsı, fakirin ihtiyacını karşılamaktır, ama nasıllığına gelince, bu da anlaşılamamaktadır. Orucun aslı da anlaşılmakta, kavranılmaktadır ki bu da, nefsi terbiye etmektir. Ama nasıllığı ise anlaşılamamaktadır. Aynı şekilde hacc da, bilinen keyfiyetlerde muayyen bir yere yapılan seferdir. Bu ibâdetlerin keyfiyyetlerinin hikmeti bilinememekte, asılları anlaşılamamaktadır. Sen bunu iyice anlayınca deriz ki: Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: "Muhakkak ki bu tür ibâdetleri yapmak, kulluğun, boyun eğmenin ve inkiyâdın kemâline birinci nev' ibâdetlerden daha fazla delâlet etmektedirler. Bu böyledir, çünkü birinci nev' ibâdeti yapmış olan kişinin bu ibâdeti, aklıyla ondaki faydalanma şekillerini bildiği için yapmış olması muhtemeldir. Ama ikinci nev' ibâdeti yapan kimse ise bu ibâdeti ancak, sırf inkıyâd, itaat ve kulluk gayesiyle yapmıştır. İşte bu anlamdan dolayı, bu âyetteki hacc emri çok çeşitli te'kîd şekillerini ihtiva etmiştir. a) Cenâb-ı Hakk'ın, tabiri. Bunun mânası şudur: Hak subhanehu İlâh, Rabb olduğu için kullarına bu tâati yapmayı vacib kılmıştır. Bundan dolayı kulların, -ondaki hikmeti bilsinler veya bilmesinler- bu emre boyun eğmeleri vâcibtir. b) Cenab-ı Hak önce, "insanlar" kelimesini zikretmiş, daha sonra da, "Ona bir yol bulabilen" ifâdesini ondan bedel yapmıştır. Bunda iki çeşit te'kîd bulunmaktadır: 1- Bir şeyden bedel getirmek, muradı ikilemek ve tekrarlamaktır. Bu ise, o şeye gösterilen ilginin fazlalığına delâlet etmektedir. 2- İfâde önce mücmel (genel hatlarıyla) getirilmiş, sonra da açıklanmıştır (tafsîl). Bu ise, meseleye gösterilen ihtimamın fazlalığını ortaya koymaktadır. 3- Cenâb-ı Hak bu vücûbiyyeti iki ibare ile ifâde buyurmuştur. Birincisi ifâdesindeki mülkiyyet lamıdır. İkincisi ise, harf-i cerridir ki, bu harf tabirinde vücûbiyyet ifâde etmektedir. 4- Lafzın zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın hacc ibadetini, ona gücü yeten herkese vacib kılmış olmasını iktizâ eder. Binâenaleyh, tekfîfin teşmil ve tamîm edilmesi, o şeye ne kadar çok ihtimam gösterildiğine delâlet eder. 5- Cenâb-ı Hak, "Kim haccetmezse..." yerine, "Kim inkâr ederse..." buyurmuştur. Bu da, haccı terkeden kimse hakkında şiddetli bir sakındırma ifâde etmektedir. 6- Cenâb-ı Hak, kendisinin bütün âlemlerden müstağni olduğunu zikretmiştir ki bu da, ilahî gazaba, kızgınlığa ve kulu yardımsız bırakmaya delâlet eden hususlardandır. 7- Cenâb-ı Hak, "âlemlerden..."buyurmuş, "o kâfirden" buyurmamıştır. Çünkü bütün âlemlerden müstağni olanın, bu tek insandan ve onun tâatından müstağni olması daha evlâdır. Binâenaleyh bu, Allah'ın gazabına daha çok delâlet etmektedir. 8- Allahü Teâlâ âyetin başında "Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkı vardır" buyurmuş; böylece bu vâcib kılmanın, sırf ulûhiyyetin izzeti ve rubûbiyyetin kibriyasından dolayı olduğunu, herhangi bir fayda temini veya bir zararı def etmek için olmadığını beyân etmiştir. Sonra da bunu, âyetin sonunda, "Muhakkak ki Allah, âlemlerden müstağnidir" ifadesiyle te'kîd etmiştir. Haccın emredildiğinin te'kîd edildiğine delâlet eden haberlerden bazıları şunlardır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Haccedemezden önce haccediniz; çünkü Beyt iki kere yıkılmıştır; üçüncüde işe (göğe) kaldırılacaktır" Keşfu'l-Hafa. 1/350. buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber'in, "Haccedemezden önce haccediniz; yeryüzü onun tarafına gitmenizi (haccetmenizi) engellemeden önce haccediniz" "Mesafeler kat edip gelen..." Keşfu'l-Hafa, 1/350. buyurduğu rivayet edilmiştir. Bunun mânası şudur: "Emniyet bulunmadığı için veya başka bir sebeple, Mekke toprağında sefer etmeniz size imkânsızlaşmadan önce haccediniz..." İbn Mesûd'dan da şu rivayet edilmiştir: "Çölde, yiyen her hayvanın mutlaka helak olacağı bir bitki bitmeden önce, bu Beyti haccediniz." Keşfu'l-Hafa, I / 350. 98Âyetin tefsiri için bak:99 99"De ki: "Ey Ehl-i Kitap, Allah yaptığınız her şeye şahid olduğu halde, Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz? "De ki: "Ey Ehl-i Kitap, kendiniz de şahid olduğunuz halde, niçin İman edenleri Allah'ın yolundan, onda bir eğrilik aramaya yeltenerek, döndürmeye çalışıyorsunuz? Allah, yaptığınız hiçbir şeyden gafil değildir" Bil ki âyetin, öncesiyle irtibatı hakkında iki izah bulunmaktadır: 1- En uygun izaha göre Allahü Teâlâ, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetine, Tevrat ve İncil'de O'nun geleceğini müjdeleyen âyetlerden deliller getirince, bunun peşinden ehl-i kitab'ın şüphelerini zikretmiştir. Birinci şüphe, neshi inkâr etmekle ilgili olan şüphedir. Allahü teâlâ buna, "Yakub'un kendisine haram kıldığı şeylerden başka, yiyeceğin her türlüsü İsrâiloğuîlan için haram idi" (Âl-i imran, 93) âyetiyle cevap vermiştir. İkinci şüphe, Kâ'be, namazda Kâ'be'ye yönelmenin gerekliliği ve onu haccetmenin farziyyetiyle ilgili olan şüphelerdir. Allahü teâlâ buna da, "Muhakkak ki insanlar için kurulmuş ilk ev.." (âl-i imran, 96) âyetiyle cevap vermiştir. Böylece, delil getirme işi tamamlanmış, dalâlet sahiplerinin şüphelerine cevap verme işi tam ve mükemmel olmuştur. İşte Cenâb-ı Hak bunun peşisıra onlara yumuşak bir sözle hitab ederek, Bu apaçık deliller ortaya çıkıp, şüpheleriniz de yok olduktan sonra, niçin hâlâ Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?" demiştir. İşte bu, sözün tertibi ve nazmının güzelliği bakımından son derece mükemmeldir. 2- Allahü Teâlâ, Kâ'be'nin faziletlerini ve onu haccetmenin vâcib olduğunu beyân edince ve ehl-i kitap da, bunun gerçek din ve sahih inanç olduğunu biliyorlarken onlara, "Bunun hak ve gerçek olduğunu bildikten sonra, "Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?" demiştir. Bil ki, bâtıldan yana olan kimse, ya sadece kendisi sapıktır, veyahut da sapık olmasının yanısıra başkalarını da saptırıcıdır. Yahudiler ise, her iki sıfatla da mevsûf idiler. Bundan dolayı Allahü Teâlâ önce yumuşaklık ve rıfk yoluyla onların birinci sıfatını reddetmiştir. Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır: "Ey Kitap ehil Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?" ifâdesindeki "ehl-i kitap"tan kimin kastedildiği hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Hasan el-Basrî, "Onlar, ehl-i kitabın, Hazret-i Peygamberin nübüvvetinin sıhhat ve doğruluğunu bilen âlimleridir" demiş, buna da âyetteki, "Kendiniz de şahid olduğunuz halde" sözünü delil getirmiştir. Sazı âlimler de şöyle demiştir: "Bilâkis bundan murad, ehl-i kitabın tamamıdır. Çünkü onlar, bunu bilmiyor idiyseler de, hüccet onların aleyhlerinedir. Buna göre sanki onlar, istidlali terkedip taklide yöneldikleri için, bilip de sonra inkâr eden kimse gibi kabul edilmişlerdir." Eğer, "Niçin diğer kâfirler değil de özellikle ehl-i kitap zikredilmiştir?" denilirse, deriz ki: Bu, iki sebepten dolayıdır: 1- Biz, Allahü teâlâ'nın, ehl-i kitaba karşı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin doğruluğu hususunda Tevrat ve İncil'den deliller getirdiğini sonra da onların bu konudaki şüphelerine cevap verdiğini açıklamıştık. Bu iş tamamlanınca Hak teâlâ onlara, "Ey Ehl-i Kitap.., " diye hitab etmiştir. İşte doğru tertip de budur. 2- Onların, Allah'ın âyetlerini bilmeleri, tevhidi ve nübüvvetin aslını itiraf ettikleri ve kitaplarında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğunun şâhidler ile onun nübüvvetini müjdeleyen delilleri bildikleri için daha kuvvetlidir. Mu'tezile, Allahü teâlâ'nın "Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?" sözünde, küfrün onlar tarafından meydana getirildiğine bir delâlet bulunduğunu, bu azarlamanın yerinde olması için böyle olması gerektiğini söylemişlerdir. Nitekim insanların boylarının uzunluğu veya kısalığından, sağlıklı ve hasta oluşlarından dolayı kınanmaları da doğru değildir. Mu'tezile'nin bu görüşüne, ilim ve sebep meseleleriyle cevap verilir. Buradaki "Allah'ın âyetlerinden murad, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği hususunda göstermiş olduğu âyetlerdir. Ehl-i kitabın bunları inkârlarından murad ise, bu âyetlerin Hazret-i Peygamberin nübüvvetine delâletini inkâr etmeleridir. Cenâb-ı Hak sonra "Allah yaptığınız her şeye şâhid olduğu halde" buyurmuştur. Bunun başındaki vâv, vâv-ı hâliyyedir ve bunun mânası şu şekildedir: "Allahü teâlâ sizin yaptıklarınıza şâhid olduğu halde ve bundan dolayı sizleri cezalandıracağı halde, sizler niçin, Hazret-i Muhammed'in doğruluğunu gösteren Allah âyetlerini inkâr ediyorsunuz. Bu durum, Allah'ın âyetlerini inkâra cür'et göstermemenizi gerektirir." Sonra Cenâb-ı Hak, onların bu sapıklıklarını yadırgayınca, bunun peşinden zayıf müslümanları saptırma gayretlerini yadırgadığını göstererek, "De ki: "Ey Ehl-i Kitâb, niçin imân edenleri Allah'ın yolundan döndürmeye çalışıyorsunuz?" buyurmuştur. Ferra şöyle demiştir'Arapçada (aynı manada olarak), (Onu menettim) fiilleri kullanılır." Hasan el- Basrî de, buradaki fiili, babından olmak üzere te harfinin zammesiyle (......) şeklinde okumuştur. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Ehl-i Kitap'ın, inananları Allah yolundan saptırmak istemeleri, zayıf müslümanların kalplerine şek ve şüphe sokmak suretiyle oluyordu ve onlar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıfatlarının kendi kitaplarında anlatıldığını da inkâr ediyorlardı." Cenâb-ı Hak, daha sonra "Onda bir eğrilik aramaya yeltenerek" buyurmuştur. Aynı harfin kesresiyle, (......) kelimesi, din, söz ve benzeri şeyler gibi gözle görülmeyen herşey hakkında doğrudan sapma manasında kullanılır. Görülen varlıklardaki eğrilikler için, ayn harfinin fethası ile (......) kelimesi kullanılır. Meselâ duvar, kanal ve tahta vb. şeylerin eğrilikleri için... İbnû'l-Enbârî, fiili lam harf-i cerri ile kullanılmadığı zaman tek mef'ul alır. Meselâ "Mal, ücret ve sevap istedim" denilir. Âyette ise, "O yol için bir eğrilik arayarak..." denilmek istenmiştir. Sonra, Al-i harf-i cerri düşmüştür. Nitekim Araplar, "Sana bir dirhem bağışladım" derler. Bu, "Senin için bir dirhem bağışladım" demektir. Bunun bir benzeri de, "Senin için bir ceylan avladım" ifadesidir. Şâir de şöyle demiştir: "Onların uşakları yönetip geldi ve şöyle bağırdı: Size bir erkek deve kuşu mu, yoksa bir eşek mi avlayayım" yani, "Sizin için... avlayayım" demek istemiştir. Âyetteki tabirindeki zamiri "yol" "sebil"kelimeşine aittir. Çünkü "sebil", kelimesi, hem müennes, hem müzekkerdir. (......) kelimesi ile, eğrilik ve tahrif mânası kastedilir. Buna göre bu ifâdenin mânası, "Nesh, Bedâ"ya delâlet eder" yahut "Tevrat'ta Musa'nın şeriatının kıyamete kadar bakî olduğu zikredilmiştir" şeklindeki sözlerinizle, zayıf müslümanlara karşı ileri sürdüğünüz şüpheler ile, Allah'ın yolunu eğriltmek ve tahrif etmek mi istiyorsunuz" şeklindedir. Âyetin bir başka izahı daha vardır: O da, (......) kelimesinin hâl sayılmasıdır. Buna göre mâna, "Sizler, sapık olarak bunu istiyorsunuz" şeklinde olur. Buna göre sanki onlar, kendilerinin Allah'ın dini ve yolu üzere olduklarını iddia ediyorlardı da Hak teâlâ onlara, "Muhakkak ki sizler, sapıtmış olduğunuz halde Allah'ın yolunda olma peşindesiniz" demiştir. Bu izaha göre tyfö tabirinde bir lam harf-i cerri takdir etmeye gerek kalmaz. Ehl-i Kitabın Şâhid Olmasının Mânâsı Cenâb-ı Hak sonra, "Kendiniz de şâhid olduğunuz halde.." buyurmuştur. Bu ifâdenin birkaç türlü izahı vardır: a) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Yani, sizler Tevrat'ta, ondan başkasının kabul edilmeyeceği Allah dininin ancak İslam dini olduğuna şahid olduğunuz halde..." demektir." b) "Sizler, Hazret-i Muhammed'in peygamberliğine delâlet eden mû'cizelerin zuhur ettiğine şâhid olduğunuz halde..." c) "Sizler, Allah yolundan saptırmanın doğru olmadığını bildiğiniz halde..." d) "Sizler, dininizde olanlarınız arasında sözüne güvenilir ve önemli meselelerde şâhidliklerine itimâd edilir, âdil ve şâhidler olduğunuz halde..." Bunlar da yahudilerin âlimleridir. Buna göre mana şöyle olur: "Böyle olan bir kimseye, bâtıl ve yalan; sapıklık ve saptırmada ısrar etme nasıl yakışır?" Hak teâlâ daha sonra, "Allah, yaptığınız hiçbir şeyden gafil değildir" buyurmuştur. Bu ifâdeden murad, vâtddir. Bu, bir insanın, gidişatını beğenmediği kölesine, "Senin ne durumda olduğun bana gizli değil. Bilmediğimi zannetme!" demesi gibidir. Allahü teâlâ bir önceki âyeti, "Allah yaptığınız her şeye şâhiddir" tabiriyle; bu âyeti de, "Allah, yaptığınız hiçbir şeyden gafil değildir" tabiriyle bitirmiştir. Çünkü, onlar Hazret-i Peygamber'in nübüvvetini açıkça inkâr ediyorlar, ama müslümanların kalplerine şüphe atma işini açıkça yapmıyorlar, aksine bu hususta çok çeşitli hilelere başvuruyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, açıkça yaptıkları işler hususunda "Allah şâhiddir"; gizli yaptıkları şeyler hususunda ise, "Allah, yaptığınız hiçbir şeyden gafil değildir" buyurmuştur. Hak teâlâ, her iki âyette de, "De ki: Ey Ehl-i Kitap!.." hitabını tekrar etmiştir. Çünkü gaye, onları en güzel bir şekilde kınamaktır. Bundan dolayı, bu hoş hitabın tekrar etmesi, onları sapma va saptırma hususundaki yollarından çevirme konusunda yumuşak davranma gayesine daha uygundur ve din hususunda onlara nasihat edip sakındırmaya daha güzel delâlet etmektedir. 100Âyetin tefsiri için bak:101 101"Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye itaat edecek olursanız, onlar sizi bu imanınızdan sonra döndürüp kâfir yaparlar. Karşınızda Allah'ın âyetleri okunup dururken ve Onun peygamberi içinizde iken, Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, muhakkak ki o sırat-ı müstakime (dosdoğru yola) hidayet edilmiştir" . Bil ki Allahü teâlâ, birinci âyette, ehl-i kitabın bir zümresini, saptırmak ve azdırmaktan sakındırınca, bu âyette de mü'minleri, ehl-i kitabın saptırma ve azdırmalarına karşı sakındırmış ve onları ehl-i kitabın sözlerine iltifat etmekten menetmiştir. Rivayet edildiğine göre, yahudi olan Şâs İbn Kays, ileri derecede bir kâfir, müslumanlara son derece kızgın olan ve hased eden birisi idi. Bir gün, Evs ve Hazreclilerin karışık bulunduğu bir ensar grubuna rastladı. Onları meclislerinde sohbet ederlerken ve câhiliyye dönemindeki düşmanlıklarının İslam'ın bereketi ile tamamen ortadan kalkmış olduğunu gördü. Bu durum o yahudinin zoruna gitti. Hemen onların yanına oturarak onlara, daha önce aralarında cereyan etmiş olan harbleri hatırlattı ve bu harbler hakkında söylenmiş olan bazı şiirleri tekrarladı. Bunun üzerine ensar topluluğu aralarında tartışmaya, birbirleriyle atışmaya başladılar ve "Silahlarınıza davranın, silahlarınıza" dediler. Durum Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ulaşınca, O, beraberinde muhacir ve ensardan bir grup müslümanla onların yanına geldi ve onlara şöyle didi: "Ben sizin içinizde olduğum ve de Allah sizlere, İslam ile ikramda bulunup kalblerinizi uzlaştırmış (yakınlaştırmış) olduğu halde, sizler câhiliyye hallerine tekrar dönmek mi istiyorsunuz?" dedi. Bunun üzerine onlar, bunun şeytanın bir işi ve o yahudinin bir hilesi olduğunu anladılar. Silahlarını atarak birbirleriyle kucaklaştılar ve sonra Allah'ın Resulü ile birlikte oradan gittiler. İşte, başlangıcı bundan daha kötü, sonu da bundan daha güzel başka bir gün olmamıştır. Allahü teâlâ, bu hadise üzerine bu âyeti indirdi. Âyetteki, "Eğer kendilerine kitab verilenlerden herhangi bir zümreye itaat edecek olursanız...'" buyruğundan muradın, bu hadise olması muhtemel olduğu gibi, bundan muradın yahudilerin gayret gösterdikleri hertürlü saptırmanın olması da muhtemeldir. Böylece Hak teâlâ, mü'minler eğer onların sözleri karşısında yumuşar ve onların sözlerini kabul edecek olurlar ise, bunun onları yavaş yavaş küfre düşüreceğini beyân etmiştir. Küfür ise, hem dünya hem de din bakımından helak olmayı ifâde eder. Dünyada helak olma, düşmanlıkların ve kızgınlıkların meydana gelmesi, fitnelerin çoğalması ve kan dökmeye varan savaşların çıkması sebebiyledir. Din hususunda helak olma ise meydandadır. Cenâb-ı Hak daha sonra, ' Karşınızda Allah'ın âyetleri okunup dururken ve O nun peygamberi içinizde iken, Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?" buyurmuştur. Taaccüb ve Hayret İfâdesinin Cenâb-ı Allah Hakkındaki Manası Buradaki (Nasıl) kelimesi hayret ifâde eder. Hayret ise ancak, o şeyin sebebini bilmeyen kimse için söz konusudur ve bu Allah hakkında imkânsızdır. Öyle ise bundan kastedilen, menetme ve tehdid etme mânâsıdır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların arasında hertürlü şüpheyi izâle edip, hertürlü delili göstermesi ve onlara peşpeşe Allah'ın âyetlerinin okunması, adetâ onların küfre düşmesini engelleyen bir mania gibi olmuştur. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında bulunanlardan küfrün sadır olması, bu bakımdan daha uzak bir ihtimaldir. Buna göre, "Eğer kendilerine kttab verilenlerden herhangi bir zümreye itaat edecek olursanız, onlar sizi bu imanınızdan sonra döndürüp kâfir yaparlar" âyeti, yahudi ve münafıkların en büyük gayelerinin müslümanları İslam'dan döndürmek olduğuna dikkat çekmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, müslümanları irşâd ederek, onlara vâcib olanın, bu gibi kimselerin sözlerine iltifat etmemeleri, aksine bu yahudilerden duydukları her şüpheye karşılık onu giderip, onun gerçeğini ortaya koyması için Allah'ın peygamberine dönmeleri olduğunu beyân etmiştir. Cenâb-ı Allah daha sonra da, "Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, muhakkak ki, sırât-ı müstakime hidayet edilmiştir" buyurmuştur. Bundan maksad şudur: Allahü teâlâ önce bir va'îd zikredince, bunun peşinden bu va'îd-i ilâhisini getirmiştir. "Kim Allah'a sımsıkı tutiınursa.." tabiri "Kim Allah'ın dinine sımsıkı tutunursa" mânasındadır. Bu ifâdenin, mü'minleri, kâfirlerin kötülüklerini savuşturma hususunda Allah'a iltica etmeye bir teşvik mânasında olması da caizdir. (......) kelimesi, Arapça'da birşeye iyice tutunmak mânasına gelir ve bunun aslı "ismet" masdarıdır. "İsmet", Arapça'da korumak ve muhafaza etmek mânasına gelir. "Âsım"da, koruyan ve meneden mânasına gelir. Bir kimse kendisini, bir belâya düşmekten korumak için bir şeye tutunduğunda denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, Zeliha'nın lisanından naklettiği "And ederim ki, o (Yusurun) nefsinden murad istedim de o (kendisini koruyup) namuskârlık gösterdi" (Yusuf. 32) âyeti de bu manadadır. Katâde şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak, âyette küfre engel olan iki şey zikretmiştir: 1- Allah'ın âyetleri'nin okunması... 2- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onların arasında bulunması... Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın rahmetine kavuşmuştur. Kitab'ın âyetleri ise ebediyyen bakidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki o, sırat-ı müstakime hidayet edilmiştir" buyruğuna gelince, âlimlerimiz bu âyeti, kulun fiillerinin Allah tarafından yaratıldığına delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Çünkü onların Allah'a tutunmaları, Allah'tan olan bir hidayet kabul edilmiştir. Bu tutunma onların fiili ve Allah'tan bir hidayet olunca, bizim görüşümüz tahakkuk eder ve sabit olur." Mutezile ise bununla ilgili bazı izahlar yapmışlardır: 1- Bu hidâyetten murad, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, o (Hitap) ile, rızasına uyarılan selamet yollarına hidayet eder" (Mâide. 16) âyetinde de buyurduğu gibi, tâatların yapılmasına bağlı olan lütuf ve ihsanları artırmadır Kaffâl (r.h)'in tercih ettiği görüş de budur. 2- Bu ifâdenin takdiri şöyledir: "Kim Allah'a sımsıkı sarılır ise, çok güzel bir şey yapmış olur. Çünkü o bunu yapmak suretiyle, dosdoğru bir yola hidayet edilmiştir." 3- "Kim Allah'a sımsıkı sarıhrsa, o cennetin yoluna hidâyet edilmiş demektir." 4- Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Muhakkak ki... hidâyet edilmiştir..." tabiri "Hidayet onun için, kaçınılmaz bir şekilde hasıl olmuştur." (Allah'a sarıldı mı, işi tamamdır, artık kurtulmuş demektir!) mânasındadır. Nitekim sen, "Sen falancaya geldiğinde, muhakkak ki kurtuldun demektir!" dersin. Sanki hidâyet meydana gelmiş de Cenâb-ı Allah bunu, olmuş olarak haber vermektedir. Çünkü Allah'a sımsıkı sarılan kimse, hidâyete ermeyi umar. Nitekim cömert (kerim) bir kimsenin yanına giden kimse, onun yanında felaha ermeyi umar. Kulun Allah'dan Korkmasının Lüzumu 102Âyetin tefsiri için bak:103 103"Ey iman edenler, Allah'tan nasıl ittikâ etmek (korkmak) lazımsa öyle korkun. Siz, ancak müslüman olarak can veriniz. Hepiniz, toptan sımsıkı Allah'ın ipine sanlınız ve parçalanmayınız. Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız. Hâni siz düşman idiniz de, O, kalblerinizi birleştirmişti. İşte O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan sizi O kurtardı. İşte Allah, hidâyete eresiniz diye âyetlerini size beyân ediyor" . Bil ki Allahü teâlâ bundan önceki âyette, mü'minleri, kâfirlerin saptırmalarına ve desiselerine karşı uyarınca, bu âyette de onlara, hertürlü taatın ve bütün hayırların toplanıp birleştiği şeyleri emretmiştir. Onlara önce "Allah'tan... İttikâ edin.." sözüyle takvayı; "Allah'ın İpine sanlınız" sözüyle Allah'ın dinine sımsıkı sarılmayı ve üçüncü olarak da, "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız" sözüyle de, Allah'ın nimetlerini anmayı emretmiştir. Bu tertibin hikmeti şudur: İnsanın fiilleri mutlaka ya korku veyahut bir arzuya bağlıdır. Korku unsuru, arzu (istek) unsurundan daha önce gelir. Çünkü bir zararı savuşturmak, bir menfaati elde etmekten daha önce ve önemlidir. Binâenaleyh, "Allah'tan nasıl ittikâ etmek lazımsa, öyle korkun" âyeti, Allah'ın ikâbından korkutmaya bir işarettir. Sonra Cenâb-ı Hak bu korkuyu, Allah'ın dinine sarılıp sımsıkı tutunma emrine bir vesile saymıştır. Daha sonra arzu unsurunu getirmiştir ki bu, "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın..." âyetinin ifâde ettiği husustur. Buna göre Cenâb-ı Allah sanki şöyle demektedir: "Allah'ın cezasından korkmak şunu gerektirir, nimetlerinin çokluğu da bunu gerektirir. Binâenaleyh, Allah'ın emrine inkıyâd edip, O'nun hükmüne itaat etmenizi gerektirecek olan herşey mevcuttur." Böylece zikrettiğimiz bu açıklamalarla, âyette geçen üç hususun çok uygun bir şekilde sıralandığı meydana çıkmıştır. Biz tekrar âyetin tefsirine dönelim: "Allah'tan Gereği Gibi Korkun" Emrinin Mensuh Olduğu İddiası Cenâb-ı Hakk'in, "Allah'tan nasıl ittikâ etmek (korkmak) lazımsa öyle korkun.." buyruğuyla ilgili birkaç mesele vardır: Bazı âlimler bu âyetin mensuh olduğunu söylemişlerdir. Bunun sebebi şudur: Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Bu âyet nazil olduğu zaman, müslümanlara zor geldi. Çünkü "Nasıl ittikâ etmek lazımsa öyle korkun" âyeti, "Allah'a mutlak manada itaat edip, bir an bile olsa, isyan etmemeyi; daima şükredip nankörlük etmemeyi ve dâima O'nu anıp, hiç unutmamayı" ifâde eder. İnsanların ise buna gücü yetmez. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu âyetten sonra "O halde gücünüz yettiği kadar Allah'tan İttikâ edin (korkun) " (Tegabün. 16) âyetini indirmiştir. Böylece o âyet, bu âyetin başını neshetmiş fakat, "Siz, ancak müslüman olarak can veriniz" kısmını neshetmemiştir." Muhakkik âlimlerin çoğu ise, bu âyetin mensim olduğu görüşünün yanlış olduğunu söylemişler Buhârî, İmân, 37. ve buna birkaç bakımdan delil getirmişlerdir: 1- Mu'az (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona "Allah'ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?" deyince, Mu'az (radıyallahü anh), "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bu, onların Allah'a ibâdet edip. Ona hiçbirşeyi ortak koşmamalandır" buyurdu. Bu hükmün neshedilmesi caiz değildir. (......)'deki Mef'ul-ü Mutlak'ın Mânası 2- (......) âyetinin mânası, "Nasıl ittikâ edilmesi gerekiyor ise, Allah'tan öyle ittikâ edin" şeklindedir. Bu ise, hertürlü günahtan uzaklaşmak suretiyle olur. Böyle birşeyin neshedilmesi ise caiz değildir. Çünkü böyle bir nesih, bazı günahları mubah kılmak demektir. Durum böyle olunca, bu âyet ile "Allah'dan gücünüz yettiğince ittikâ edin" (Tegabün, 16) âyeti aynı mânaya gelir. Çünkü Allah'tan gücü yettiğince sakınan kimse, O'ndan ittikâ edilmesi gerektiği şekilde ittikâ etmiş sayılır. (......) ifâdesinden muradın, güç yetirilemeyecek olan bir takva olması caiz değildir. Çünkü Allah Sübhânehu, insana ancak gücünün yetebileceği şeyleri yüklediğini bildirmiştir. Kaldı ki insanın vüs'atı (gücü), takatinin altındadır. Bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah uğrunda hakkıyla cihâd edin" (Hacc, 78) âyetidir. Eğer, "Allahü teâlâ, "Onlar, Allah'ı hakkıyla takdir edemediler" (En'am, 91) buyurmamış mıdır?" denilir ise deriz ki: O âyetin tefsirinde de açıklayacağımız gibi, bu ifâde Kur'ân'da üç yerde (En'am, 91; Hacc, 74 ve zümer, 67) gelmiştir ve hepsi de mü'minler hakkında olmayıp kâfirlerin sıfatı ile ilgilidir. "Bundan murad, Allah'a itaat edilmesidir, isyan edilmesi değil.." diyenlerin görüşü doğrudur. İnsandan unutma ve yanılma yoluyla sâdır olan kusurlara gelince, bunlar bu esâsı zedelemez. Çünkü bu gibi durumlardan mükellef olma hali insandan kaldırılmıştır. Allah'a dâima şükredip, hiç nankörlük etmemek de böyledir. Çünkü bu, insana, Allah'ın nimetlerini hatırladığı zaman vâcibtir, unuttuğu zaman ise bu vâcib değildir. Oâima Allah'ı anıp hiç unutmama da böyledir. Çünkü bu ancak dua ve ibâdet esnasında vacibtir. Bütün bunlara ise takat getirilebilir. Binâenaleyh onların zannettiği gibi bu âyetin mensuh olduğunu söylemenin bir mânası yoktur. Musannif (Râzî) (Allah ondan razı olsun) şöyle demiştir: Ben diyorum ki, Öncekilerin, görüşlerini iki bakımdan anlatmaları mümkündür: 1- Ulûhiyyetin künhû, kullara malum değildir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın kahrının, kudretinin ve izzetinin kemâlini insanlar bilemez. Bu hususta tam bir ilim söz konusu olmayınca, bu ilme uygun bir korku da meydana gelemez. Bu sebeple de, Allah'ın şanına yaraşan bir ittikâ da meydana gelmez. 2- Onlar, aynı anda hem şiddetli hem de hafifletilmiş bir ittikâ ile emrolunmuşlar, şiddetli olanı neshedilmiş, hafif olanı kalmıştır. Şöyle de denilmiştir: Bu görüş yanlıştır. Çünkü insana vâcib olan, gücü yettiğince Allah'tan korkmasıdır. Nesh ise ancak vâcib olan şeyler hakkında olup, nefy hakkında değildir. Çünkü nefyin neshedilmesi, insanın men edilmiş olması gereken şeyden, bu men edilme halinin kaldırılmasını gerektirir ki, bu caiz değildir. (......) tabirinin anlamı, "nasıl ittikâ edilmesi gerekiyor ise.." şeklindedir. Buna Cenâb-ı Hakk'ın, Kat'i bilgi veren hakikat..." (vâkıa, 95) âyeti de delâlet eder. Meselâ Arapça'da "O, gerçekten erkek!." denilir. Hazret-i Peygamber'in, "Ben peygamberim, bunda yalan yok; Abdulmuttalib'ın torunuyum ben!" hadisi de bu kabildendir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin de, "Ben, Ali'yim, bunda yalan yok; Abdulmuttalib'in torunuyum ben!" dediği rivayet edilmiştir, (......) kelimesi, (......) kelimesinin fiilinin masdarı olması gibi, (......) kelimesinin masdarıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz, ancak müslümanlar olarak can veriniz" buyruğuna gelince; buradaki nehy ölüm hakkında varid olmuştur. Ama bundan maksat, İslam üzere yaşamayı emretmektir. Çünkü, ölüm onlara gelinceye kadar İslam üzerinde sebat edebilirler ve de İslam üzere oldukları halde ölürlerse, bu durumda İslam üzere ölmek, onların ellerinde olan bir şey gibi olmuş olur. Bu husustaki izahımız, Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 132) âyetinin tefsirinde geçmişti. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Hepiniz, toptan sımsıkı Allah'ın ipine sarılınız" buyurmuştur. Bil ki Allahü Teâlâ müslümanlara, yasaklanmış şeylerden ittika edip sakınmalarını emredince, bütün tâat ve hayırların aslı durumunda olan şeyi, yani Allah'ın ipine sımsıkı sarılmayı emretmiştir. Bil ki, ince bir yol üzerinde yürüyen herkesin, ayağının kaymasından korkulur. Fakat o kimse bu yolun iki tarafında iki ucundan güzel ve sıkı şekilde bağlanmış olan bir ipe sıkıca tutunduğunda, korkudan emin olur. Şüphe yok ki Hak yolu, ince bir yoldur. Birçok insanın bu yolda ayağı kaymıştır. Ama, Allah'ın delillerine ve apaçık beyânlarına sımsıkı tutunan kimseler, bundan emin olmuşlardır. Binâenaleyh buradaki "ip" kelimesinden murad, din yolunda hakka, hakikata o vasıta ile ulaşılması mümkün olan her şeydir. Bunun pekçok çeşidi vardır. Müfessirlerden her biri de, bunlardan birisini zikretmişlerdir. Meselâ İbn Abbas (radıyallahü anh), "Burada Allah'ın ipinden murad, "Ahdimi yerine getirin, ben de size karşı olan ahdimi yerine getireyim" (Bakara, 40) âyetinde bahsedilen "ahd"dir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın ipine ve insanların ipine, yani ahdine sığınma durumu müstesna" (Âl-i imrân. 112) buyurmuştur. İşte Cenâb-ı Hak bu âyette "ahd" (ip) diye isimlendirmiştir. Çünkü ahd, dilediği herhangi biryere giderken, duyacağı korkuyu izâle eder ve böylece, kendisine tutunan kimseden korkunun zail olup gittiği bir ip gibi olmuş olur" demiştir. Bunun, Kur'ân olduğu da söylenmiştir. Hazret-i Ali'nin Hazret-i Peygamber'den rivayet ettiğine göre, Hazret-i Peygamber, "İyi bilin ki, yakında fitne çıkacak" demiştir. Bunun üzerine. "Ondan nasıl kurtulunur?" denilince, O, "Çıkış yolu, Allah'ın Kitabıdır. O'nda, sizden öncekilerin kıssası; sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü ve çözümü mevcuttur. O, Allah'ın sağlam ipidir" Tirmizi, Fezâilü'l-Kur'ân, 14 (5/172); Dirimi, 2/435. buyurmuştur. İbn Mesûd (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bu Kuran, Allah'ın ipidir" buyurduğunu rivâyet etmiştir. Yine Ebu Said el-Hudri (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber'in, Size önemli iki şey bırakıyorum. Bunlardan birisi, Berna'dan yeryüzüne uzatılmış bir ip olan, Allah'ın Kitabı ve benim neslim, yani Ehl-i Beytim.. " Tirmizî, Menâkib, 32 (5/663). buyurduğu rivayet edilmiştir. Yine bundan muradın, "Allah'ın dini"; "Allah'a tâat"; "Tevbe'de ihlâs" ve Cenâb-ı Hak bu ifâdenin peşinden, "Ve parçalanmayınız" buyurduğu için de, "cemâat" olduğu da söylenmiştir. Bütün bu görüşler birbirine yakındır. Meselenin tahkiki, daha önce zikrettiğimiz gibidir. Kuyuya inen bir kimse, kuyuya düşmemek için nasıl bir ipe sıkıca tutunuyorsa, bunun gibi, Allah'ın Kitabı, O'nun ahdi, dini, tâati ve mü'minlenn cemâatine sıkıca tutunma da, kişiyi cehennemin dibine yuvarlanmaktan koruduğu için, işte bu Allah'ın ipi gibi addedilmiş ve mü'minlere sımsıkı buna sarılmaları emredilmiştir. Birlik Olup Tefrikadan Sakınma Emri Cenâb-ı Hak daha sonra, "Ve parçalanmayınız "buyurmuştur. Bunda iki mesele vardır: Bu ifâdenin açıklanması hususunda birkaç vecih bulunmaktadır: a) Cenâb-ı Hak, din hususunda ihtilâf etmekten nehyetmiştir. Bu böyledir, çünkü hak ancak tektir. O'nun dışındakiler ise, cehalet ve sapıklıktır. Durum böyle olunca, buradaki nehyin din konusunda ihtilâf hususunda olması gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Artık hakdan sonra, sapıklıktan başka ne kalır?" (Yunus. 32) sözüyle de buna işaret etmiştir. b) Cenâb-ı Hak birbirine düşmanlık ve muhâsamadan nehyetmiştir. Çünkü Araplar câhiliyye döneminde sürekli harb ediyorlar ve birbirleriyle çekişiyorlardı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak onları bundan nehyetmiştir. c) Cenâb-ı Hak ayrılığa sebebiyet verip, aradaki yakınlık ve muhabbeti yok eden her şeyden nehyetmiştir. Bil ki, Hazret-i Peygamber'den rivayet edildiğine göre O, şöyle demiştir: "Ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan birisi kurtulacak, geriye kalan ise, ateşte olacaktır." Bunun üzerine, "Bu kurtulacak olanlar kimlerdir Yâ Resûlallâh?" denilince. O, "(İslamın) cemâati" Müsned. 3/145; Dârimt, 2/241 (Benzeri bir hadis.) buyurdular. Yine bir başka rivayette "en büyük topluluk' Ibn Mâce, fiten, 8 (2/1303). bir başka rivayette de 'Ben vem ashabımın üzerinde bulunduğu (yolda yürüyenler)" şeklinde gelmiştir. Bu hususta mâkûl olan izah şu şekildedir: İhtilâftan nehyedip ittifakın emredilmesi, hakkın ancak tek olduğuna delâlet etmektedir. Durum böyle olunca da, kurtulacak olanların tek (fırka) olması gerekir. Kıyası kabul etmeyenler bu âyet ile istidlal ederek şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hak şer'î hükümler hakkında ya yakını ve kesin deliller getirmiştir denilebilir, veyahut da zannî deliller.. Eğer birinci şıkkı kabul edersek, bu hükümler hakkında zan ifâde eden kıyâs ile yetinmemiz imkânsız olur. Çünkü, yakîn ve kat'îlik gerektiren bir hususta zannî delil ile yetinilemez. Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, bu durumda bu zannî olan delillere müracaat etmeyi emretmek, ihtilâf ve anlaşmazlıkların vuku bulmasını da tazammun eder. Böylece de, ayrılığa düşme ve anlaşmazlığın nehyedilmemiş olması gerekir. Ancak ne var ki bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, Ve parçalanmayınız" ve "Birbirimizle çekişmeyiniz.." (Enfal, 46) buyruklarıyla nehyedilmişlerdir. Bir kimse şöyle diyebilir: "Kıyâs ile amel etmeye delâlet eden deliller, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve parçalanmayınız" nehyinin umumiliği ile, "Birbirinizle çekişmeyiniz" (Enfal, 46) buyruğunun umumîliğini tahsis etmektedir" Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak sonra, "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız" buyurmuştur. Şunu bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın kulları üzerindeki nimetleri ya dünyevîdir, ya da uhrevî... Cenâb-ı Hak bu âyette her ikisini de zikretmiştir. Dünyevî nimetlerle ilgili olan ifâdeye gelince bu, "Hani siz düşmanlar idiniz de, O, kalblerinizi birleştirmişti. İşte O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz" sözüdür. Bu hususta birkaç mesele vardır: Denildiğine göre, bu yahudi Evs ve Hazreçliler arasına fitne atıp bu iki kabileye mensup olanlardan her biri arkadaşıyla savaşmayı düşününce, Hazret-i Peygamber onların yanına gelir ve, aralarındaki fitne sükûnete kavuşuncaya kadar onları yumuşatmaya çalışır. Evs ve Hazreç aynı ana-babadan olan iki kardeş idiler. Ama aralarına bir düşmanlık girdi.. Cenâb-ı Hak onu İslam ile söndürünceye kadar, aralarındaki savaşlar yüzyirmi sene sürdü... İşte bu âyet-i kerime onlara ve onların hallerine işaret etmektedir. Çünkü onlar, İslam'dan önce birbirleriyle savaşıyorlar ve birbirlerine buğzediyorlardı. Cenâb-ı Hak onlara İslam ile ikramda bulununca, birbirlerine merhamet eden, birbirleri hakkında iyi düşünen kardeşler haiine çektiler, Allah rızası için kardee oldular. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcamış olsan, yine de onların kalblerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı" (Enam, 63) âyetidir. Bil ki, yüzü dünyaya dönük olan kimse, insanların pekçoğuna düşman kesilir. Yüzü, Allah'ın hizmetine dönük olan kimse de, hiç kimseye düşman olmaz. Bunun sebebi ise şudur: O kimse, Hak'tan halka bakar, herkesin, Allah'ın kaza ve kader kabzasında esir olduğunu görür, bundan dolayı da hiç kimseye düşmanlık beslemez. İşte bu sebepten dolayı, "Arif kişi, emrettiği zaman rıfk ile emreder; nasihat eder; ama sert davranmaz ve ayıplamaz.. O, Allah'ın kaderdeki sırrını görür" denilmiştir. Kardeş (Eh) Kelimesinin Mânası Zeccac şöyle demiştir: (kardeş) kelimesinin aslı (......) kelimesi olup, bu kelimenin anlamı da talep etmektir. Buna "kardeş", maksadı, kardeşinin maksadıyla aynı olan kimsedir. (dost, arkadaş) kelimesi ise, iki arkadaştan her birinin, diğerinin kalbinde olanı doğrulayıp tasdik etmesi ve ondan hiçbirşeyi gizlememesi mânasından alınmıştır." Ebû Hatim ise şöyle demiştir: "Basralılar, (......) kelimesinin çoğulu olan (......) kelimesini neseb bakımından "kardeşler"; yine bu kelimenin çoğulu olan (......) kelimesini de dostluk ve sadâkat bakımından "kardeşler" hakkında kullanırlar." Ebû Hatim, bunun yanlış olduğunu söyler. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki mü'minler ancak kardeştirler" (Hucurât, 10) buyurmuş, bununla da neseb kardeşliğini kasdetmemiş; öte yandan da "Veyahut kardeşlerinizin eylerinde" (Nur. 61) buyurmuş, bununla da neseb kardeşliğini kastetmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "İşte Onun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz" buyruğu, onlar arasında İslam'dan sonra carî olan bütün güzel davranış ve muamelelerin Allah'ın lütfuyla meydana geldiğine delâlet etmektedir. Çünkü onların kalbinde bu vesileyi yaratan Cenâb-ı Hak'tır. Bu sebep ise, Allah'tan meydana gelen ve iyi fiilin meydana gelmesine sebep olan bir nitettir. Bu da, fiillerin yaratılması konusundaki, Mu'tezile'nin görüşünü iptal eder. Ka'bî şöyle demiştir: "Bu, hidâyet, beyân, sakındırma, marifet ve lütuflar ile meydana gelir..." Deriz ki: Bütün bunların hepsi, muharebeler ve savaşların bulunduğu, meydana geldiği zamanda meydana gelmişti. Binâenaleyh, ülfet ve muhabbetin meydana gelmesini iki zamandan birisine tahsis etmek, sizin de zikrettiğiniz gibi, ilâve başka bir sebepten dolayı olmuş olur. Sonra Cenâb-ı Hak, "Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında ikenr oradan sizi kurtardı" buyurmuştur. Bil ki Cenâb-ı Hak dünyevî nimetten bahsedip onları açıklayınca, bunun peşinden uhrevî nimetlerden bahsetmiştir ki, bu nimetler de O'nun bu âyetin sonunda beyân etmiş olduğu nimetlerdir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu tabirin mânası, "Siz nerdeyse, küfrünüz sebebiyle cehennemin eşiğine gelmiştiniz" şeklindedir. Çünkü cehennem, içinde ateşin bulunduğu bir çukura benzetilmiştir. Böylece, onların, küfürleri sebebiyle cehenneme müstehak olmaları, nerdeyse cehenneme düşmeleri ve cehennemin çukuruna girmeleri gibi kabul edilmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, "Onlar oraya düşmek üzereyken, onları o çukurdan kurtardığını beyân etmiştir." Mu'tezile şöyle demiştir: Bunun mânası şudur: Allahü Teâlâ, onlar iman etsinler diye, onlara Resulü ve diğer ihsanlar ile lütufta bulunmuştur. Âlimlerimiz ise şöyle demişlerdir: "Bütün lütuf fiilleri, mü'min ile kâfir arasında müşterektir. Binâenaleyh, şayet imanın faili ve mucidi kul olmuş olsaydı, o zaman kendisini ateşten kurtarmış olan da, kul olmuş olurdu. Halbuki Cenâb-ı Hak, onları ateşten kurtaranın kendisi olduğu hükmünü vermiştir. Böylece bu kulların fiillerini yaratanın Allah (c.c) olduğuna delâlet etmiş olur. "Uçurum Kenarı" Teşbihi Hakkında (......) tabiri birşeyin kenarı mânasına gelip, (......) kelimesinin sonundaki elif, elif-i maksuredir. Meselâ "Kuyunun kenarı" mânasında, denilir. Bu kelimenin çoğulu, (kuyular) şeklinde gelir. Yine bir kimse, bir şeyin tâ ucuna, kenarına kadar vardığında, denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğuna gelince, Ezherî şöyle der: "Onu halâsa erdirip kurtardım" mânasında olmak üzere, denilir. Hak teâlâ'nın, "Oradan sizi O kurtardı" ifâdesi hakkında bir soru vardır, bu soru şudur: Allahü Teâlâ onları içinde bulundukları yerden kurtarmıştır. Onlar ise, uçurumun tam kenarında idiler. Uçurumun kenarı tabiri yani (......) müzekkerdir. Binâenaleyh, daha niçin Cenâb-ı Hak, diyerek zamiri müennes getirmiştir? Âlimlerimiz bu hususa şu şekillerde cevap vermişlerdir: a) Zamir, (çukur) kelimesine râcidir. Cenâb-ı Hak onları çukurdan kurtarınca, sanki onları çukurun kenarından kurtarmış olur. Çünkü çukurun kenarı da, çukurdan addedilir. b) Zamir, (ateş) kelimesine râcidir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın maksadı onları uçurumun kenarından değil, ateşten kurtarmaktır. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. c) Hem hem de tabirleri çukurun kenarı mânasına gelir. Binâenaleyh, bu kelime hem müzekker, hem de müennes zamirle ifâde edilebilir. Şayet onlar küfürleri üzere ölmüş olsalardı, muhakkak ki onlar cehenneme düşerlerdi. İşte böylece, kendisinden sonra ateşe düşmeleri beklenen o hayatları, çukurun tam kenarında oturmaya benzetilmiştir. Bu ifâdede, (ne kadar uzun olursa olsun), hayat müddetinin pek önemli olmadığına dikkat çekmek söz konusudur. Çünkü hayat ile, o çukura düşmeyi gerektiren ölüm arasında, bir şey ile o şeyin kenarı arasındaki mesafe kadar bir mesafe vardır. Sonra Cenâb-ı Hak, "İşte Allah, hidayete eresiniz diye âyetlerini size beyân ediyor" buyurmuştur. Bu ifâdenin başındaki kâf harfi mahallen mansûbtur. Yani, "Allah, yukarda yapmış olduğu beyânlar gibi, kendileriyle hidayete eresiniz diye, size diğer âyetlerini de açıklıyor" demektir. Cübbaî, "Ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan hidâyete ermelerini istediğine delâlet eder" demiştir. Vahidî, "Basit" adlı eserinde buna şu şekilde cevap vermiştir: Bilâkis mâna, "Bir hidâyet ümidi üzere olasınız diye..." şeklindedir. Ben derim ki, bu cevap zayıftır. Çünkü bu cevaba göre, Allahü Teâlâ'nın onlardan böyle bir ümit irade etmiş, murad etmiş olması gerekir. Halbuki bizim mezhebimize, anlayışımıza göre, Cenâb-ı Hakk'ın bu ümidi de irâde etmediği malum olan bir husustur. Bu hususta doğru cevap, şöyle denilmesidir: (......) kelimesi, "teraccî" (ümid etmek, dilemek, ummak) içindir. Buna göre mâna, "Biz, ümid eden kimsenin fiiline (ummasına) benzeyen bir fiil yaptık..." şeklindedir. Allah, en iyi bilendir. Emr-i Maruf, Nehy-i Münker'in Lüzumu 104Âyetin tefsiri için bak:109 105Âyetin tefsiri için bak:109 106Âyetin tefsiri için bak:109 107Âyetin tefsiri için bak:109 108Âyetin tefsiri için bak:109 109"Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki, hayra çağırsınlar, İyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir. Siz, kendilerine apaçık deliller, âyetler geldikten sonra parçalanıp ayrılanlar, ihtilâfa düşenler gibi olmayın! İşte bu kimseler yok mu? onlara büyük bir azâb vardır. O günde ntce yüzler vardır, bembeyaz olacak, nice yüzler de kapkara kesilecek. Yüzleri simsiyah olanlara gelince, (onlara), "İmanınızdan sonra kütre girdiniz öyle mi? İşte, küfretmenize mukabil, tadın azabı!" denilir. Yüzleri bembeyaz olanlar ise, Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar bunun içinde ebedi kalıcıdırlar. Bunlar, hak olarak sana okuya geldiğimiz Allah'ın âyetleridir. Allah hiç kimseye hiçbir haksızlık etmek istemez. Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. Bütün işler, ancak Allah'a döndürülür" . Şunu bil ki Cenâb-ı Hak, önceki âyetlerde ehl-i kitabı iki şey ile kınamıştır: a) Onları küfürlerinden dolayı kınayarak, "Ey ehl-i kitap, Allah'ın kitaplarım niçin inkâr ediyorsunuz?" (Al-i imran, 96) buyurmuş, daha sonra da onların, başkalarını küfre düşürme konusunda faaliyette bulunmalarını tenkid etmiş ve, "Ey Ehl-i Kitap, niçin Allah yolundan saptırıyorsunuz?.." (Al-i imran. 99) buyurmuştur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu hitabtan, mü'minlere hitabetmeye geçip onlara ilk önce takva ve imanı emrederek, "Ey iman edenler, Allah'tan, nasıl korkulması gerekiyorsa öylece korkun ve, ancak müslüman olarak can verin... Toptan Allah'ın ipine sarılın" (Al-i imran. 102-103) buyurmuş, sonra da onlara başkalarını iman ve tâata teşvik etmek etme hususunda sa'y-ü gayret göstermelerini emretmiş ve, "Sizden öyle bir cemâat bulunmalıdır ki hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler..." buyurmuştur. İşte bu, akla muvafık çok güzel bir tertiptir. Âyetle ilgili iki mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin tefsiri hakkında iki görüş vardır: a) Buradaki harf-i cerri, şu iki delilden dolayı teb'îz (kısmîlik) ifâde etmez. Birinci delil: Allahü Teâlâ, "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız" (Al-i İmran, 110) âyetinde, bütün ümmete iyiliği emretmeyi, kötülükten sakındırmayı vacib kılmıştır. İkinci delil: Her mükellefe ister eli, ister dili, isterse kalbiyle olsun, iyiliği emredip kötülükten nehyetmesi vacibtir. Ve yine herkese, kendisinden zararı savuşturması vacibtir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, âyet-i kerime'nin mânası şudur: "Siz hayra davet eden, iyiliği emr, kötülüğü nehyeden bir topluluk olunuz." Buradaki harf-i cerri, "O halde murdardan, yani putlardan kaçının" (Hacc, 30) âyetinde olduğu gibi, tebyin (açıklama) içindir, teb'iz (kısmen) manasına değildir. Yine bir insanın bazıları değil, bütün çocukları ve köleleri kastedilerek"Falancanın, bir ordu evladı var. Padişahın, bir ordu kölesi var" denilir. Sonra âlimler, emr-i ma'ruf ve nehy-i münkerin her nekadar bütün ümmet-i Muhammed'e vacib ise de, ümmet içinde bunu yerine getiren bir kısım bulunduğu zaman, bu mükellefiyetin diğerlerinden düşeceğini belirtmişlerdir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Allah'ın, "Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak elbirlik (savaşa) çıkın" (Tevbe, 41) âyeti ile "Eğer elbirlik çıkmazsanız, (Allah) sizi pek acıklı bir azaba duçar eder" (Tevbe, 39) âyetidir. Buna göre, buradaki emirler umumidir. Sonra bu işe yetecek bir grup mevcut olduğu zaman, bu mükellefiyet diğer mü'minlerden düşer. b) "Âyetteki, teb'îz (kısmen) manasınadır." Bu görüşte olanlar da şu iki şekilde ihtilaf etmişlerdir: 1- Bu âyetteharf-i cerri'nin getirilmesinin faydası, bir toplum içinde, kadınlar, hastalar ve âcizler gibi, tebliğ yapmaya ve ma'rufu emredip münkerden nehye gücü yetmeyen kimselerin bulunacağını göstermektir. 2- Bu mükellefiyet, din âlimleri içindir. Bunun böyle olduğuna şu iki şey delâlet eder: Birincisi: Bu âyet, üç emri ihtiva etmektedir: Hayra davet, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma.. Hayra davetin, hayrın, ma'rufun ve münkerin ne olduğunu bilme şartına bağlı olduğu herkesçe malumdur. Çünkü cahil kişi, çoğu kez insanları bâtıla davet eder, münkeri emrederken, ma'ruf (iyi) olanı yasaklar. Yine çoğu kez o, kendi mezhebindeki hükmü bilir ama başkasının mezhebindeki hükmü bilmez. Böylece de başkasını, mezhebinde münker olmayan şeyden yasaklamış olur. Yine cahil bazan yumuşak davranması gereken yerde sert, sert davranması gereken yerde yumuşak olur ve bazan günahta devamını artıracak kimselere nehy-i münker yapar. Böylece bu mükellefiyetin din âlimleri için olduğu kesinleşir. Âlimlerin, ümmetin bir kısmını teşki ettiklerinde şüphe yoktur. Bunun bir benzeri de "O (mü'minlerin) her kısmından, din hususunda iyice ilim sahibi olmaları için bir takımın bulunması gerekmez miydi..." (Tevbe. 122) âyetidir. İkincisi: Biz bazı insanların bu mükellefiyeti yerine getirmesi halinde, diğer mü'minlerden düşeceği mânasında, bir farz-ı kifâye olduğunda ittifak ettik. Durum böyle olunca mana, "Bazınız bu işi yerine getirsin..." şeklinde olur. Böylece de bu, hakikatte herkese olmayıp, bazı müslümanlara farz olmuş olur. Allah en iyi bilendir. Bu hususta bir üçüncü fikir daha olup o da Dehhâk'e ait şu görüştür: Bu âyette kastedilenler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabıdır. Çünkü onlar Hazret-i Peygamber'den öğreniyor ve diğer insanlara öğretiyorlardı. Buna göre âyetin mânası, "Resulullah'ın sünnetini muhafaza ve dini öğrenme üzerinde ittifak etmiş bir ümmet olunuz" şeklindedir. Bu âyet, şu üç mükellefiyeti ihtiva eder; hayra davet, ma'rufu (iyiyi) emretme ve münkeri (kötüyü) nehyetme... Bu üç şeyin, aralarında olan atıf vâvlarından ötürü, birbirlerinden farklı şeyler olması gerekir. Binâenaleyh biz şöyle deriz: Hayra davetin en faziletlisi, Allah'ın zâtını ve sıfatlarını bildirip O'nun mümkin varlıklara benzemekten münezzeh olduğuna inanmaya davettir. Biz, Hakk'a davetin, işte bu mânaya geldiğini söylüyoruz. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Rabb'İnin yoluna hikmet ile davet et..." (Nahl, 125) ve "De ki: "İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana tâbi olanlar, Allah'a bir basiret (ilim) üzere davet ediyoruz. (Körü körüne değil...)" (Yusuf, 108) buyurmuştur. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: "Hayra davet, altında şu iki türün bulunduğu bir cinstir: a) Uygun olan şeyi yapmaya teşviktir ki bu, emr-i ma'ruftur. b) Uygun olmayanı bırakmaya bir teşviktir ki bu da nehy-i münkerdir. Böylece Cenâb-ı Allah, daha fazla izah etmek için, önce cinsi, sonra onun iki türünü zikretmiştir. Emr-i ma'ruf ve nehy-i münker'in şartları kelam kitaplarında sayılmıştır. Daha sonra Hak teâlâ, "İşte banlar, kurtuluşa erenlerin taâ kendileridir" buyurmuştur. Bu tabirin izahı daha önce geçmişti. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Söylediğini Yapmayan Kimsenin Emr-i Ma'ruf Yapması Bazı âlimler, fâsık (günahkâr) kimsenin emr-i ma'ruf nehy-i münker yapamayacağına bu âyeti delil getire- re, "Çünkü âyet, bu işi yapanların kurtuluşa erenlerden olduğunu göstermektedir. Halbuki fâsıklar, felaha erenlerden değildir. Binâenaleyh bilhassa emr-i ma'ruf yapan kimsenin fâsık olmaması gerekir" demişlerdir. Bunlara şöyle cevap verilmiştir: "Bu ifâde, tağlib (ekseriyeti nazar-ı itibare alma) yoluyla getirilmiştir. Çünkü genelde zahire göre, bu işi yapan kimse, ancak kendi hallerini düzelttikten sonra bu işe başlar. Zira akıllı insan, kendi işlerini, başkasının işlerinden önce yapar." Sonra fâsıkın bu işi yapamayacağını söyleyenler, görüşlerini şu âyetlerle de desteklemişlerdir: "Siz insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?" (Bakara, 44); "Ey imân edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz. Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir buğzu gerektirir" (Saf. 2-3). Bir de, eğer bu caiz olsaydı, bir kadınla zina eden kimsenin, o kadına "niçin yüzünü açıyorsun (tesettüre riayet etmiyorsun?)" diye emr-i ma'ruf yapması caiz olurdu. Halbuki bunun son derece çirkin olduğu malumdur. Âlimler, fâsıkın emr-i ma'ruf yapabileceğini söylemişlerdir. Çünkü ona hem yaptığı kötü işi bırakmak, hem de başkalarını o kötü işten uzaklaştırmaya çalışmak vacibtir. Onun, bu vaciblerden bir tarafı yapmaması yüzünden, diğerini de yapmaması gerekmez. Yine seleften, "Yapmasanız da, hayrı emredin" diye tavsiyeler gelmiştir, Hasan el- Basrî'den, Mutarraf İbn Abdullah'ın şöyle dediğini duyduğu rivayet edilmiştir: O, "Ben, yapmayacağım şeyi söylemem" dedi. Bunun üzerine Hasan el-Basrî "Hangimiz dediğini yapıyor ki... Şeytan bu söz ile, hiçbirimizin ma'rufu emretmeyip münker'den sakındifmamamıza sebep olmayı arzu eder" demiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiş- "Emr-i ma'ruf ve nehy-i münker yapan herkes, yeryüzünde Allah'ın, Peygamberin ve Kur'an'ın halifesi (vekili) olmuş olur." Hazret-i Ali(radıyallahü anh)de, "Cihâdın en üstünü, emr-i ma'ruf ve nehy-i münkerdir" ve "Kalbi ile bir ma'rufu tanıyamayan ve münkerden nehyetmeyen, tepesi üstü gider, alt üst olur" buyurmuştur. Hasan el-Basri, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ey insanlar, ma'ruf (iyi) olanı tutun ve münker (kötü) olandan kaçının ki hayır üzere yaşamış olasınız." Sevri'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bir insan komşularınca sevilir ve kardeşleri (dostları) tarafından övülür ise, bil ki o dalkavuktur." Cenâb-ı Allah, "Eğer mü'minlerden iki zümre, birbiriyle döğüşürlerse aralarım (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı saldırmaya devam ederse Allah'ın emrine dönünceye kadar o saldırganla savaşın" (Hucurat, 9) buyurmuş, arabulmayı (sulhu), savaştan öne almıştır ki işte bu husus, kişinin emr-i ma'ruf ve nehy-i münker yaparken, en yumuşak olan üslûptan başlayıp, sonra derece derece daha katı ifâdelere doğru çıkmasını gerektirir. Hak teâlâ'nın, "(O İtaatsiz kadınlarınızı) yataklarında yalnız bırakın. (Yine kâr etmezse) onları dövün..." (Nisa. 34) âyeti de buna delâlet etmektedir. Sonra katı ve sert ifâdelerden netice alınmadığında, insana o kötülüğü eliyle, olmazsa diliyfe ortadan kaldırması, o da olmaz ise, kalbiyle o işten hoşlanmaması gerekir. Bu hususta insanlar farklı farklıdır. Daha sonra Allahü Teâlâ: "Siz, kendilerine apaçık deliller, âyetler geldikten sonra, parçalanıp ayrılanlar ve ihtilâfa düşenler gibi olmayın" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Tefrikadan Sakının Bu âyetin, öncesi ile münâsebeti hakkında şu iki izah yapılmıştır: 1- Allahü teâlâ önceki âyetlerde, kendisinin, Tevrat ve İncil'de İslam dininin ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğruluğuna delâlet eden şeyleri beyân ettiğini zikretmiş, daha sonra da Ehl-i kitabın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haset ettiklerini ve apaçık olan o nasslara çeşitli şekk ve şüpheler atma hususunda hileler yaptıkların belirtmiş, sonra da mü'minlere, kendisine iman etmelerini ve kendisine davet etmelerini emretmiş, daha sonra bunu, nasslar hususunda çeşitli şüpheler atmak ve o nassların delâletini ortadan kaldıracak fasit te'viller yapmak demek olan ehl-i kitabın yapmış olduğu bu tür fiilleri yapmaktan mü'minleri sakındırarak hitama erdirmiş ve, "Ey mü'minler, bu beyymeleri dinlediğiniz zaman, kendilerine Tevrat ve İncil'de o apaçık âyetlerin gelmesinden sonra ihtilaf edip ayrılığa düşen ehl-i kitap gibi olmayın" buyurmuştur. Bu izaha göre, âyet-i kerime, daha önceki âyetlerin bir tamamlayıcısı olmuştur. 2- Cenâb-ı Hak, emr-i bil ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker yapmayı emredince, bu ancak iyiliği emredenin bu teklifi zalimlere ve azgınlara karşı yerine getirebilecek bir güçte olmasıyla tamam olur. Buna güç yetirebilmek ise, ancak hak ve din bağlıları arasında ülfet ve muhabbetin olması ile mümkün olur. işte bu işi yerine getirmekten âciz kalmalarına bir sebep olmaması için, Allahü teâlâ mü'minleri ayrılık ve ihtilaftan kesin olarak menetmiştir. Bu izaha göre de âyet, sadece önceki âyetin bir tamamlayıcısı olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Parçalanıp ayrılanlar ve ihtilafa düşenler.." tavsifinin birkaç izah şekli vardır: a) Bunun mânası, "parçalanıp ayrılanlar, hevâlarına uyup nefislerine itaat edenler ve hasedleri yüzünden ihtilafa düşenler gibi olmayın..." şeklindedir. Nitekim iblis, Hazret-i Adem'e hasedinden dolayı, Allahü teâlâ'nın emrini terketmişti. b) Bunun mânası, "Parçalanıp ihtilafa düşerek, herbir grubun peygamberlerden birkısmını tasdik ederken, diğerlerini tasdik etmeyen, böylece de düşmanlık ve tefrika içine düşen kimseler gibi olmayın" demektir. c) "Müşebbihe, Kaderiyye ve Haşviyye gibi, fırkalar halinde bölünmeyin" demektir. Bazı âlimler, bu iki kelimenin (ihtilaf ve tefrika kelimelerinin) mânasının aynı olduğunu, Allah'ın bu ikisini, birbirini te'kid için getirdiğini söylemişlerdir. Bu iki kelimenin farklı mânalarda geldiğini söyleyenler de vardır. Bu görüşte olanlar, şunları söylemişlerdir: a) Sizler, düşmanlık yapmak suretiyle parçalanmayın ve dinî konularda ihtilaf etmeyin. b) Nasslardan yanlış manalar çıkararak parçalanıp, sonra herbiriniz kendi görüş ve mezhebinin te'yidi için çaba sarfederek ihtilaf etmeyiniz. c) Âlimlerden herbiri bir beldede reis olduğu için, bedenleri bakımından ayrı oldukları gibi, herbiri kendisinin hak, başkalarının bâtıl üzere olduğunu iddia etmeleri sebebiyle ihtilafa düşmeyiniz. Ben derim ki: Sen insaflıca düşündüğünde, zamanımız âlimlerinden pek çoğunun, bu hal üzere olduğunu görürsün. Ne diyelim, Allah taksiratımızı bağışlayıp bize merhamet buyursun.. Cenâb-ı Hak, bu âyette buyurup demedi. Çünkü müennes failin fiili, failden önce geldiğinde te'nis alametinin hazfedilmesi mümkündür. Daha sonra Hak teâlâ, "İşte bu kimseler yok mu, onlara büyük birazab vardır" buyurmuştur. Yani, "Bölünüp parçalananlara, bu tefrikaları sebebiyle âhirette çok büyük azap var." Böylece, bu ifâde, mü'minleri bölünüp parçalanmaktan menetmiş olur. Daha sonra Allahü teâlâ, "O günde nice yüzler vardır, ağaracak; nice yüzler de kapkara kesilecek" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, yahudilere bazı şeyleri emredip, bazı şeyleri de yasaklayınca ve daha sonra da müslümanlara bazı şeyleri emredip, bazı şeyleri yasaklayınca, bu emirleri te'kid için, peşisıra âhiret hallerini zikretmiştir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır. Şöyle ki: (......) kelimesinin mansub olması hakkında iki izah şekli vardır: a) Bu kelime zarf olduğu için (mefûlün fîh) mansûbtur. Kelamın takdiri ise, "Bu günde onlar için büyük bir azâb vardır" şeklindedir. Böyle bir takdirin şu iki faydası vardır: 1- Yani, "İşte o azab, bu gündedir." 2- O günde, bazı yüzlerin ak, bazılarının da kara olması, bu günün hallerindendir. b) Bu kelime, mukadder bir "an, hatırla" kelimesiyle mansûbtur. Kıyamette Yüzleri Ak Veya Kara Çıkanlar Bu âyetin benzeri, pekçok âyet yardır. Meselâ söyleyenlerin kıyamet günü yüzlerinin kapkara olduğunu göreceksin" (Zümer, 60); "Onların (iyi iş yapanların) yüzlerine ne bir toz bulaşır, ne de bir horluk kaplar" (Yunus, 26); "O gün yüzler vardır; parıl parıl parlayıcıdır. Cüîücüdür, sevinicidir. Ogün bazı yüzlerde vardır ki, üzerlerini toz toprak bürümüştür" (Abese, 38) "Bazı yüzler vardır, o zaman parlaktır. Rablerine bakacaktır. Bazı yüzler de vardır ki, asıktır; onlar ki başına, bel kemiklerini kıracak büyük bir belâ gelecek" (Kıyame. 22-25); "Öyle ki sen, o nimetin güzelliğini yüzlerinde görürsün" (Mutaffifin. 24) ve "Günahkârlar simalanyla tanınacak..." (Rahman, 41)âyetleri gibi. Sen bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, bu âyetlerde bahsedilen aklık, karalık, toz, toprak ve parlaklık, ter-ü tazelik gibi tabirler hakkında müfessirlerin şu iki görüşü vardır: a) Aklık, ferah ve süfurdan; siyahtık da gam ve kederden mecazdır. Bu, çokça kullanılan bir mecazdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlardan birine kız çocuğu müjdesi verilince, kendisi pek öfkeli olarak, yüzü mosmor (simsiyah) kesilir" (Nahl, 58) buyurmuştur. Yine denilir. Yani "bana göre falancanın eli açıktır, cömerttir." Hasan İbn Alî (radıyallahü anh), halifeliği Muâviye'ye teslim edince, ona bazıları, "Ey mü'minlerin yüzünü karartan" demişlerdir. Bir şâirin, ak saçları hakkında şu beyitleri var: "Ey saçlarımın beyazlığı; yüzleri ak ve saçları siyah olanlar yanında benim yüzümü kara çıkarttın! Ömrüme yemin ederim ki, gücümün yettiğince, içinde benim yüzümün aklığı; senin o lanet olasıca yüzünün de siyahlığı bulunan bir karalıkla, seni gözlerimden ve başka gözlerin görmesinden saklayacağım..." Araplar, arzusuna ulaşan ve gayesini elde eden kimse hakkında (yüzü ağardı) derler. Bunun mânası, sevinme ve neşelenmedir. Yine onlar, bir sürûru tebrik ederlerken "Yüzünü ağartan Allah'a hamdolsun" derler. Başına bir kötülük gelen kimseye de, "Yüzü tozlandı, rengi kaçtı ve şekli değişti" denilir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: "Mü'minler Kıyamet gününde, yaptıkları amellerinin üzerine gelir. Eğer amelleri, hasenat ise, yüzü ağarır, yani Allah'ın nimetlerine ve fazlına sevinir. Eğer amelleri bunun aksine olur da o kâfir kötü amellerinin tek tek tesbit edilmiş olduğunu görünce yüzü kararır, yani alabildiğine hüzün ve keder duyar. Bu, Ebû Müslim el-İsfehânî'nin görüşüdür. b) Bu aklık ve karalık, mü'min ve kâfirlerin yüzlerinde bizzat bulunur. Çünkü bu kelimeler, burada hakiki manalarında kullanılmışlardır. Bu kelimelerin hakiki manalarında alınmasına mani bir delil de yoktur. Binâenaleyh bunları hakikî manalarında almak gerekir. Ben derim ki: Ebû Müslim şöyle diyebilirdi: "Bizim verdiğimiz manaya delâlet eden bir delil vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak: "Ogün yüzler vardır, parıl parıl parlayıcıdır, mütebessim ve sevinçlidir. Ogün yine yüzler vardır, üzerlerini toz toprak (bürümüştür), onu bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır." (Abese, 38-41) buyurmuş ve "toz toprak ve karanlık" kelimelerini, gülme ve sevinç mukabili olarak zikretmiştir. Eğer bu kelimelerden, söylediğimiz mecazi manalar kastedilmemiş olsaydı, bu kelimelerin gütme ve sevinç mukabili zikredilmeleri doğru olmazdı. Bundan dolayı biz bu kelimelerden maksadın, gam ve keder olduğunu anlıyoruz. Böylece bu kelimeler, gülme ve sevincin mukabili olabilmişlerdir. Sonra bu ikinci görüşte olanlar, bunun sebebinin şöyle olduğunu söylemişlerdir: Mahşer halkı, bir insanın yüzünün ak olduğunu gördüklerinde, onun cennetliklerden olduğunu anlarlar ve ona daha fazla saygı duyarlar. Bunun neticesi olarak, o kimse için, şu iki bakımdan sevinç meydana gelir: 1- Said (cennetlik) kimseler, kendisinin saadet ehlinden olduğunu kavminin bilmesi ile sevinirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu durumu şu şekilde haber vermiştir: "(Ona): "Gircennete"denildi. (Oda) "Keşke, kavmim, Rabb'tmin beni bağışladığını ve ikram edilenlerden kıldığını buselerdi" (dedi)" (Yasin. 26-27) 2- Onlar bunu bildikleri zaman, ona daha fazla saygı gösterirler. Böylece mükellefin yüzünde aklığın gerçek manada meydana gelmesinin, âhirette daha fazla sevinmesine sebep olacağı ortaya çıkmış olur. İşte aynı yolla, kâfirin yüzünde siyahlık bizzat bulunduğu zaman, bu, onun âhirette daha fazla kederlenmesine sebep olur. Âhiretteki aklığın ve karalığın hikmeti budur. Fakat dünyadaki hikmetine gelince, mükellef dünyada iken, âhirette böyle birşeyin olacağını bilirse, âhirette yüzleri ağaranlardan olup, kara çıkanlardan olmamak için, bu, onun taatlara daha fazla rağbet gösterip, haramları bırakmasına sebep olur. İşte iki görüşün izahı da budur. Âlimlerimiz bu âyeti, mükelleflerin ya mü'min ya kâfir olacağı ve Mû'tezüe'nin iddia ettiği gibi bu ikisi arasında bir yerin (menzile beyne'l menzileteyn) bulunmayacağına delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, kıyamet ehlini iki kısma ayırmıştır. Onlardan bir kısmının yüzü aktır ve bunlar mü'minlerdir. Bir kısmının da yüzü kara olup bunlar kâfirlerdir. Cenâb-ı Hak, üçüncü bir kısmı zikretmemiştir. Eğer orada üçüncü bir kısım bulunsaydı, Allahü Teâlâ onu zikrederdi." Âlimlerimiz daha sonra, "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın: "O gün yüzler vardır, parıl parıl parlayıcıdır, güleçtir, sevinçlidir. O gün yine yüzler vardır, üzerlerini toz toprak (bürümüştür), onu bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır. İşte bunlar kâfir ve facirlerin tâ kendileridir" (Abese, 38-42) âyetiyle de te'kid edilmektedir" demişlerdir. Kâdî, buna şöyle cevap vermiştir: "Üçüncü bir kısmın zikredilmemesi, onun bulunmadığına delâlet etmez. "O, bu sözünü şöyle açıklar: Cenâb-ı Hak burada, "O gün nice yüzler vardır, ağaracak, nice yüzlerde kapkara kesilecek" buyurmuş ve "vücûh" (yüzler) kelimesini nekire olarak zikretmiştir. Bu, umûm-ifâde etmez, yani bütün yüzleri içine almaz. Yine âyet-i kerimede zikredilenler, mü'minler ile, imandan sonra küfre dönenlerdir. Şüphe yok ki, her iki kısma dahil olmayan asıl kâfirler cehennem ehlidirler. Fâsıklar (günahkârlar) hakkındaki söz de böyledir. Şunu bil ki biz, bu âyet-i kerimeyle şu şekilde istidlal ederek deriz ki: "Önceki âyetler, ancak tevhid ve nübüvvete imana teşvik ve bunları inkârdan menetme hakkındadır. Cenâb-ı Hak o âyetlerin peşisıra bu âyeti getirmiştir. Buna göre, âyetin zahiri, yüzün ak olmasının tevhid ile nübüvvete imân edenlerin; yüzün kara olmasının da bunları inkâr edenlerin nasibi olduğunu gösterir. Sonra, bu âyetin peşine gelen tabirler yüzleri ak olanların cennetlik, kara olanların ise cehennemlik olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh iki menzil arasında üçüncü bir menzilin bulunmaması gerekir. Kâdî'nin, "Bu, asli kâfirin durumu ile bir müşkillik arzeder" iddiasına gelince, buna iki şekilde cevap veririz: 1- Bizim, "Bundan muradın, insan zürriyeti Hazret-i Âdem'in sulbünden çıkarılıp (ahid alındığı zaman), bütün müslüman olanlar olması niçin caiz olmasın?" şeklinde cevap vermemizdir. Durum böyle olunca, herkes bu hükme dahil olmuş olur. 2- Allahü teâlâ, bu âyetin sonunda, "İşte küfretmenize mukabil tadın azabı..." buyurmuş ve böylece, azabın sebebi olarak imandan sonra olması itibarıyla küfrü değil, sırf küfür olması itibarıyla küfrü göstermiştir. Azaba mâruz kalmanın sebebi olarak küfür mutlak surette zikredilince, ister imândan sonra kâfir olsun, ister aslî kâfir olsun, her kâfir bu hükme dahil olmuş olur. Allah en iyi bilendir. Sonra Cenâb-ı Allah, "Yüzleri mosmor (kapkara) olanlara gelince, (onlara), "imanınızdan sonra küfre girdiniz öyle mi.?" (denilir)" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç soru bulunmaktadır: Birinci soru: Allahü teâlâ önce, iki kısmı zikrederek, "Ogün nice yüzler vardır, ağaracak; nice yüzler de kapkara kesilecek" buyurmuş ve böylece yüzlerin aklığını, karalığından önce zikretmişti. Sonra bu iki kısım insana âit hükmü belirtirken, önce yüzleri kapkara kesilenlerle ilgili hükmü zikretmiştir. Halbuki önceki sıraya göre, yüzleri beyaz olanlarla ilgili hüküm önce zikredilmeliydi? Buna birkaç bakımdan cevap verebiliriz: a) Buradaki vâv harfi bir sıralama ifâde etmeyip, mutlak mânada bir arada oluşu ifâde eder. b) Yaratmaktan maksad, rahmet ulaştırmaktır, azabı ulaştırmak değil. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Hak'tan naklederek şöyle buyurmuştur: "Ben insanları, benden kâr elde etsinler diye yarattım, ben onlardan kâr elde edeyim diye değil..." Hal böyle olunca, Cenâb-ı Hak sevaba nail olmuş yüzleri ak kimseleri önce zikretmiştir. Çünkü daha şerefli olanı, kıymetsiz olandan önce zikretmek daha uygundur. Sonra Cenâb-ı Hak, rahmeti murad edişinin, gazabı murad edişinden daha fazla olduğuna dikkat çekmek için yüzleri ak olanları zikrederek âyeti bitirmiştir. Nitekim, "Rahmetim gazabımı geçmiştir" hadis-i kutsisinde de buna işaret edilmektedir. c) Edîb olan kimseler, "Sözün başlangıcının ve sonunun, gönüle sürür, kalbe ferah verecek bir şekilde olması gerekir" demişlerdir. Şüphe yok ki Allah'ın rahmetinin önce zikredilmesi de böyledir. Binâenaleyh önce sevaba nail olanların zikredilmesi ve yine onların anlatılmasıyla sözün bitirilmesi gerekmiştir. İkinci soru: Âyetteki, (gelince) kelimesinin cevabı nerededir? Cevap: Onun cevabı mahzuftur. Buna göre kelamın takdiri şöyledir: "Onlara, "İmanınızdan sonra küfre girdiniz hâ!" denilir. Söz delâlet ettiği için bu hazif güzel olmuştur. Bu nev'i ifâdeler Kur'ân'da pek çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Melekler de her bir kapıdan onların yanına sokulacaklar, "sizlere selam..." (diyecekler)" (Ra'd. 23-24); "Hani İbrahim o Beytin temellerini İsmail ile birlikte yükseltiyordu (ve) "Ey Rabb'imiz, bizden kabul buyur.." (diyorlardı)" (Bakara, 127) ve "Günahkârlar, Rab Taala'nın huzurunda, "Ey Rabb'imiz...' (derlerken) başlarını eğdikleri zaman sen onları bir görsen!.." (Secde, 12) buyurmuştur. Üçüncü soru: İmanlarından sonra küfre giren bu kimselerden murad kimlerdir? Cevap: Müfessirlerin bu hususta birkaç görüşü vardır: 1- Übey İbn Ka'b (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bütün insanlar, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerini Hazret-i Âdem'in sulbünden çıkardığı zaman iman etmişlerdir. Binâenaleyh dünyada iken inkâr eden herkes, imanından sonra küfre girmiş olur." Vahidî, el-Basit isimli kitabında bu sözü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e varan bir senetle rivayet etmiştir. 2- Bundan murad şudur: "İman etmenizi gerektiren şüyler size ayan beyân olduktan sonra inkâr mı ettiniz!" Bu şeyler de, Cenâb-ı Hakk'ın tevhidine ve Hazret-i Peygamberin nübüvvetine ait getirdiği delillerdir. Bu tefsirin sıhhatinin delili ise, bu âyetten önce gelen, "Ey ehl-i kitap, kendiniz (Tevrat ve İncil'de) görüp dururken Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz" (Âl-i imran, 70) âyetidir. Böylece Cenâb-ı Allah, onları bunca açık âyet ve mu'cizelerden sonra inkâr etmelerinden dolayı kınamış ve mü'minlere, "Siz, kendilerine apaçık deliller, âyetler geldikten sonra parçalanıp ayrılanlar ve ihtilafa düşenler gibi olmayın" (Âl-i İmran, 105) buyurmuştur. Daha sonra Hak teâlâ burada, "İmanınızdan sonra küfre girdiniz öyle mi?" (denilir)" buyurmuştur. Bunun, makablinin bir izahı olabilmesi için, bizim söylediğimiz mânaya hamledilmesi gerekir. Yapılan iki izaha göre de, âyet bütün kâfirler hakkında umûmî bir ifâde olur. Âyetin, kâfirlerin bazılarıyla ilgili (husus) olduğunu söyleyenler ise şu izahları yapmışlardır: a) İkrime, Esamm ve Zeccâc, bundan muradın ehl-i kitap olduğunu; çünkü onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderilmezden önce, O'na inandıklarını, peygamber olarak gönderilince de O'nu inkâr ettiklerini söylemişlerdir. b) Kâtâde, bundan muradın, iman ettikten sonra irtidad eden kâfirler olduğunu söyler. c) Hasan el-Basrt ise, bunların, iman ettikten sonra, nifakları sebebiyle kâfir olanlar olduğunu söylemiştir. d) Bunların, ümmet-i Muhammed'in bid'at ve hevâ ehli olanları olduğu söylenmiştir. e) Bunların, Haricîler olduğu söylenmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlar hakkında "Onlar, okun hedefini delip geçmesi gibi dinden çıkarlar ” Buhari, Enbiya, 6; Tirmizî, Fiten, 24 (4/481); Müslim, Zekât. 142-144 (2/740-742). buyurmuştur. Bu son iki izah, son derece uzak ihtimaldir. Çünkü bunlar, bu âyetten önceki âyetlere uygun düşmezler. Bir de, bu bir delile dayanmadan tahsis yapmadır. Bir diğer husus da, halifeye isyan etme, küfrü gerektirmez. Dördüncü soru: Hak teâlâ'nın, (İnkâr mı ettiniz!) ifâdesinin başındaki istifham hemzesinin faydası nedir? Cevap: Bû, inkârî bir istifham olup, daha önce geçen, "De ki, "Ey ehl-i kitap, Allah ne yaparsanız hepsine hakkıyla şâhid iken, niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?" De ki: "Ey ehl-i kitap, niçin imân edenleri, Allah yolundan döndürmeye çalışıyorsunuz?" (Al-i İmran, 98-99) âyetlerinin mânasını te'kid etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte küfretmenize mukabil tadın azabı.." buyurmuştur. Bu tabirde şu incelikler vardır: a) Cenâb-ı Hak şayet bu ifâdeyi getirmeseydi, bu ilâhî va'îd iman ettikten sonra kâfir olanlara has olurdu. Fakat bu tabir kullanılınca, va'îdin hem imân ettikten sonra kâfir olanlar, hem de aslî kâfirler (hiç imân etmemiş olanlar) için söz konusu olduğu sabit olur. b) Kâdî şöyle der: "Âyetteki, "İmânınızdan sonra küfre girdiniz öyle mi?" ifâdesi, küfrün Allah'tan değil, kuldan olduğuna delâlet eder. Âyetteki, 'İşte küfretmenize mukabil tadın azabı..." ifâdesi de böyledir. c) Mürcie şöyle demektedir: "Âyet, her türlü azabın, inkârın olması şartına bağlı olduğunu gösterir ki bu durum, kâfir olmayan (günahkârlar) için, bir azabın olmayacağını gösterir." Cenâb-ı Allah sonra, "Yüzleri ağaracak olanlar ise, Allah 'in rahmeti içindedirler. Onlar bunun içinde ebedi kalıcıdırlar" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili bazı sorular vardır: Birinci soru: Âyetteki "Allah'ın rahmeti" ile ne murad edilmiştir? Cevap: Ibn Abbas (radıyallahü anh), bundan maksadın cennet olduğunu söylerken, bazı muhakkik alimlerimiz, bunun kulun taati ne kadar çok olsa da, cennete ancak Allah'ın rahmetiyle girebileceğine bir işaret olduğunu söylemişlerdir. Biz, nasıl böyle söylemeyiz ki, kulu birşeyi yapmaya veya yapmamaya götürecek sebepler denk olduğu müddetçe, o kuldan bir fiilin çıkması imkansız olur. Bu durumda da, onu itaata götürecek sebep ağır basmadığı müddetçe, ondan herhangi bir taatın sâdır olması imkansız olur. Bu üstünlük ise, ancak Allah'ın o sebebi yaratmasıyla olur. Binâenaleyh kuldan bir tâatio sâdır olması, o kul için Allah'tan gelen bir nimet olmuş olur. Bu durumda, böyle bir taat, Allah'a bir mükâfaat vermesini nasıl gerekli kılabilir? Böylece cennete girmenin, bizim hak etmemiz sebebiyle değil, ancak Allah'ın lütfü, rahmeti ve keremiyle olduğu ortaya çıkmış olur. İkinci soru: Âyetteki, "Allah'ın rahmeti içindedirler" buyruğunun peşisıra, "Onlar bunun içinde ebedî kalıcıdırlar " sözünün getirilmesinin ne mânası vardır? Cevap: Sanki "Onlar orada nasıl olacaklar?" diye sorulmuş da, "Onlar orada ebedî kalacaklar, oradan ayrılmayacaklar ve göçmeyecekler.." diye cevap verilmiştir. Üçüncü soru: Mü'minler cennette ebedî kalacakları gibi, kâfirler de cehennemde ebedîdirler. Durum böyle iken, Cenâb-ı Allah, cennetliklerin orada ebedî kalacaklarını açıkça belirttiği halde, cehennemliklerin, cehennemde ebedî kalacağını belirtmemiştir. Bunun sebebi nedir? Cevap: Bütün bunlar, Hak teâlâ'nın rahmetinin gazabından daha fazla olduğunu ihsas ettiren hususlardır. Çünkü Cenâb-ı Hak âyete, rahmetine nail olanlardan bahsederek başlamış ve yine bunlardan bahsederek sona erdirmiştir. Cenâb-ı Hak, "Allah'ın rahmeti içindedirler" buyurarak, rahmeti kendisine nisbet ettiği halde, azabı kendisine nisbet etmemiş ve "tadın azabı..." buyurmuştur. Yine Allahü Teâlâ, sevabın ebedî olduğunu açıkça belirtirken, azabın ebedî olduğunu burada açıkça belirtmemiştir. Yine O, azabtan bahsedince, bunun sebebi olarak onların fiillerini göstermiş ve "İşte, küfretmenize mukabil tadın azabı..." buyurmuş; fakat sevaptan bahsederken, onun sebebi olarak kendi rahmetini göstermiş ve "(Onlar) Allah'jn rahmeti içindedirler.." buyurmuştur. Âyetin sonunda da, "Allah hiç kimseye hiçbir haksızlık etmek istemez" buyurmuştur ki, işte bu ifâde, neden ikâbı ile tehdîd etmediğini gösteren bir ifâdedir. Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin gazabından daha fazla olacağını göstermektedir. Ya Erhamer-Râhimîn, (merhametlilerin en merhametlisi) rahmetinin serinliğinden, gufran ve ihsanın cömertliğinden bizi mahrum etme. Sonra Hak teâlâ, "Bunlar, hak olarak sana okuyageldiğimiz Allah'ın âyetleridir" buyurmuştur. Bu ifâdenin başındaki, (Bunlar) kelimesi hakkında iki izah vardır: 1- Bundan murad, "Saydığımız bu âyetler, Allah'ın delilleridir" manasıdır. Burada (Onlar) ifâdesinin (bunlar) kelimesi yerine getirilmesi caiz olmuştur. Çünkü zikredilen bu âyetler, zikredildikten sonra bitmiş ve böylece onlar sanki uzaklaşmışlar da kendilerine, (uzak varlığı işaret edilen) kelimesiyle işaret edilmiştir. 2- Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, İslam dini hususunda gerekli olan herşeyi içine olan bir kitap indirmeyi va'adetmiştir. Binâenaleyh, Hak teâlâ, bu âyetleri indirince, "va'adedilen o âyetler, hak olarak sana okuyageldiğimiz bu âyetlerdir" demiştir. Bu mesele hakkında geniş izahımız Bakara süresindeki (Bakara.2) âyetinin tefsirinde geçmişti. Buradaki "hak ile" ifâdesi hakkında da şu iki açıklama yapılmıştır: a) "İyilikte bulunana ve kötülükte bulunana müstehak oldukları karşılığı verme hususunda, hak ve adaletle içice olduğu halde..." b) Bu, "Hak mana ile.." demektir. Çünkü okunan şeylerin manaları da hak ve gerçektir. Allah Hiç Kimseye Zulmetmek İstemez Sonra Hak teâlâ, "Allah hiç kimseye, hiçbir haksızlık (zulüm) etmek istemez" buyurmuştur ki bu hususta birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın bu âyette "zulüm" kelimesini kullanması, yerinde olmuştur. Çünkü, daha önce şiddetli bir azabtan bahsedilmiştir. Halbuki Cenâb-ı Hak, Ekremu l-ekremîn (kerimlerin en kerimi)dir. Buna göre sanki O, bu hususta bir özür beyân ederek, şöyle demiştir: "Onlar bu azaba, kendi kötü fiilleri sebebiyle düşmüşlerdir. Çünkü bütün âlemin nizamı, ancak suçluları cezalandırmakta devam eder. Bu tehdid yapılınca, yalancı çıkmamak için, gereğini yapmak gerekir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın bu şekilde, bir özür beyân etmesi, rahmet-i İlâhiyye tarafının daha galib olduğuna en kuvvetli delillerin başında gelir. Bunun bir benzeri ifâde de, kâfirler için söz konusu olan ilâhî tehdidin zikrinden sonra, Nebe' süresindeki "Çünkü onlar hiçbir hesab beklemiyorlardı ve bizim âyetlerimizi alabildiğine yalan sayıyorlardı" (Nebe, 27-28) âyetleridir. Yani, bu şiddetli ilâhî tehdid, onların kötü fiilleri yüzünden yapılmıştır. Allah'ın Zulmetmediği Hakkında Mu'tezile'nin Görüşü ve Onlara Verilen Cevap Cübbâî şöyle der: "Bu, âyet-i kerime, Cenâb-ı Hakk'ın, ne kendi fiili olarak, ne de kutlarının fiili olarak kabîh (kötü ve çirkin) bir fiilin Çıkmasını irâde etmediğine ve böyle bir fiil yapmadığına delalet etmektedir. Bunu şu şekilde açabiliriz: Zulmün, Allah'tan veya kuldan sudur ettiğini farzedelim. Bunun kuldan sudur etmesi durumunda, kul ya kendi nefsine zulmetmiş olur ki bu günah işlemesi sebebiyle olur; ya da başkasına zulmetmiş olur. İşte zulmün kısımları bu üç şeydir. Hak teâlâ'nın, "Allah hiç kimseye, hiçbir haksızlık (zulüm) etmek istemez" buyruğundaki "zulüm" kelimesi, menfi cümlede nekire olarak bulunan bir kelimedir. Binâenaleyh, ister Allah'ın kendisinden, ister başkasından sudur edecek olsun, Cenâb-ı Hakk'ın hiçbir zulmü murad etmemiş olması gerekir. Böylece bu âyetin, Allahü teâlâ'nın zulmün her üç çeşidini de murad etmediğine delâlet ettiği sabit olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Allah'ın zulmün bu üç çeşidinden hiçbirinin faili olmaması gerekir. Yine bundan, Allah'ın asla zulüm işlememesi ve kullarının fiillerinin faili olmaması gerekir. Çünkü kulların, gerek kendilerine, gerekse, birbirlerine yaptıkları zulümleri de, kulların amelleri cümlesindendir. Biz âyetin, Allahü teâlâ'nın asla zulmün fâili olmadığına delâlet ettiğini söyledik. Çünkü âyet, Allah'ın zulüm olacak hiçbir şeyi dilemediğine delâlet etmektedir. Eğer Hak teâlâ, zulmün kısımlarından birinin faili olsaydı, onu irâde etmiş olurdu. Halbuki bunun böyle olması batıldır." Mutezile devamla şöyle demiştir: "Bu âyetle, Cenâb-ı Hakk'ın, zulmün ve kulların fiillerinin yaratıcısı olmadığı ve kulların kötü fiillerini irâde etmediği sabit olmuş olur. Çünkü Cenâb-ı Allah, zulmü irade etmemekle kendisini övmüştür. Övünme ise, kendisinden o fiilin çıkması ve onu irâde etmesi mümkün olduğu zaman yerinde olur. Binâenaleyh bu âyet, Allahü teâlâ'nın zulme kadir olduğuna delâlet eder." O zaman sevinerek şöyle dediler: "İşte bu tek bir âyet bile, Mu'tezile'nin "adâlet"le ilgili meselelerdeki bütün kaidelerini eksiksiz ortaya koyup İzah etmektedir."Mu'tezile sözüne devamla şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak, zulmü murad etmediğim ve zulüm yapmayacağını belirtince, bunun peşinden, "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. Bütün İşler, ancak Allah'a döndürülür " buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bu âyeti, şu iki sebepten dolayı önceki âyetlerin peşinden getirmiştir: a) Allahü Teâlâ, zulmü ve çirkin fiilleri murad etmediğini zikredince, buna, "Çirkin fiilin faili, o fiili ya cehlinden, veya acizliğinden veyahut da ona duymuş olduğu ihtiyaçtan dolayı yapmıştır. Bütün bunlar ise, Allah hakkında muhaldir. Çünkü O, göklerde ve yerde bulunan herşeyin mâlikidir. Bu mâlikiyyet de cehle, acziyyete ve ihtiyaca ters düşer” buyurarak istidlal etmiştir. Bu sıfatların Allah hakkında düşünülmesi imkânsız olduğuna göre, Allah'ın kabîh bir fiilin faili olması da imkânsızdır. b) Allah Ttfâlâ, zulmü hiçbir şekilde murad etmediğini söyleyince, birisi, "Biz, âlemde zulmün olduğunu görüyoruz. O'nun meydana gelişi Allah'ın irâdesi ile değil ise, O'nun irâdesi hilâfınadır. Bu ise Allah'ın zayıf, âciz ve mağlup olmasını gerektirir. Halbuki bunlar imkânsızdır" diyebilir. Bundan dolayı Allahü teâlâ buna, "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" diye cevap vermiştir. Bu, "Allah, zâlimleri zorla ve kahren zulümlerinden alıkoymaya kadirdir. Allah buna kadir olunca, âciz ve zayıf sayılamaz" manasınadır. Yoksa, Allahü teâlâ, onlar böylece sevaba müstehak olsunlar diye, onların kendi istek ve ihtiyarlanyla günahı bırakmalarını irâde etmemiştir. Eğer Allah, İnsanları günahı bırakmaya zorlamış olsaydı, bu mana bâtıl olurdu, ortada kalmazdı." İşte Mu'tezile'nin bu âyet hakkındaki söylediklerinin özeti budur. Onlar, bu manadaki sözlerini diğer bir şekilde şöyle ifâde ederler: Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah hiç kimseye, hiçbir haksızlık (zulüm) etmek istemez" buyruğundan maksadı, ya kendisinin onlara zulmü irâde etmemesi, veyahut da onların birbirlerine zulmünü murad etmemesidir. Eğer birinci mânaya alırsanız, bu sizin görüşünüze göre de doğru olmaz. Çünkü sizin mezhebinize göre, Allahü teâlâ, günahsız bir kimseye de en şiddetli bir şekilde azab etse, zulüm yapmış olmaz, adalet yapmış olur. Çünkü zulüm (sizce) başkasının mülkünde tasarruf etmek demektir. Allahü teâlâ ise, başkasının değil kendi mülkünde tasarruf etmiş olur. Binâenaleyh Allah'ın zâlim olması imkansız olur. Bu böyle olunca, âyeti "Allah, mahlûkata zulmetmeyi irâde etmez" manasında almak mümkün olmaz. Yok eğer, âyeti ikirçci mânaya, yani "O, kulların birbirlerine zulmünü murad etmez" mânasında alırsanız, yine sizin görüşünüze göre bu ifâde tam olmamış olur. Çünkü sizce bütün bu gibi zulümler, Allah'ın irâde ve yaratmasıyla olmaktadır. Binâenaleyh tizin mezhebinize göre, âyetin doğru bir manaya hamledil meşinin mümkün olmadığı ortaya çıkmış olur. Râzi'nin Mutezile'ye Karşı Cevabı Buna şöyle cevap verilir; Bu âyetten muradın, "Allahü teâlâ'nın kullarından hiçbirine zulmü murad etmemesi manası olması niçin caiz olmasın?9 Hasmımızın, "Sizin mezhebinize göre, Allah'ın zulmetmesi imkansızdır. Dolayısıyla, zulmetmiyor olmakla övünmesi de imkansızdır" iddiasına karşı biz deriz ki ona karşı, şu iki şekilde cevap veririz: a) Allahü teâlâ, "Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku...' (Bakara, 255) ve "O, yediriyor, kendisi yedirilmiyor" (En'am. 14) buyurarak kendisini övmüş, fakat bu ifâdelerden O'nun uyuyabileceği ve yiyebileceği mânası çıkmamıştır. İşte, burada da böyledir. b) Allahü teâlâ, eğer azaba müstehak olmayan kimselere azab ederse, bu her ne kadar O'nun için bir zulüm sayılmasa da zulme benzer. Bazan, birbirine benzeyen şeylerin isimleri, birbiri yerine kullanılabilir. Bu tıpkı, "Kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür" Şura, 4ot âyetinde olduğu gibidir. Bunun benzerleri Kur'ân-ı Kerim'de pek çoktur. Bu münazaradaki bütün söz, işte bundan ibarettir. Âlimlerimiz, "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır" âyetini, Cenâb-ı Allah'ın insanların fiillerinin yaratıcısı olduğuna delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Şüphe yok ki kulların fiilleri de göklerde ve yerde bulunan şeylerdendir. Göklerde ve yerde olan herşeyin Allah'ın olması, bu fiillerin de Allah'a ait olmasını gerektirir. Bizim, "O fiiller eğer O'nun mahlûku iseler, O'na aittir" sözümüz doğrudur. Böylece bu âyet, Allahü Teâlâ'nın, kulların fiillerinin yaratıcısı olduğuna delâlet eder." Cübbaî buna, "Hak teâlâ'nın ifâdesindeki nisbet, fiil nisbeti değil, mütkiyyet nisbetidir. Baksana! Araplar, onun yaptığı şey olduğu manasını değil de onun mülkü ve memlûkü olduğunu murad ederek "Bu bina, falancanındır" derler. Yine âyetten maksat, Allah'ın kendisini ululaması ve uluhiyyetinı medhetmesidir. O'nun, çirkin ve fena şeyleri kendisine nisbet ederek övünmesi caiz değildir. Yine O'nun, "Göklerde ve yerde bulunanlar" buyruğu göklerin ve yerin içinde bulunanlara şamildir. Bunlar ise, cisimlerin sıfatlarından olup, ârâz olan fiillerin sıfatlarından değildir" diyerek cevap vermiştir. Âlimlerimiz buna, çirkini ve güzeli yapmaya kadir olan kimsenin, güzeli çirkine ancak, kalbinde onu o güzel fiili yapmaya davet edecek bir şey bulunduğu zaman tercih edeceği delaletiyle, bu nisbetin fiil nisbeti olduğunu söyleyerek cevap vermişlerdir. Buna göre bu sebep de, teselsülü önlemek için Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmiştir. Kulun fiilinin meydana gelmesi hususunda müessir olan şey, kudret ve sebebin mecmuu yani (toplamı) olduğu ve, kudret ve sebep toplamının da, Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği sabit olunca, kulun fiilinin yaratma ve meydana getirme bakımından sebep fiili vasıtasıyla Allah'a dayandığı sabit olmuş olur. Bu münazara hususundaki sözün tamamı, işte budur. Hak teâlâ'nın, "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" buyruğuna dayanarak felsefeciler şunu iddia etmişlerdir: Allahü Teâlâ bu âyette, gökte olanları yerde olanlardan önce zikretmiştir. Çünkü gökte olan varlıkların halleri, yerde olanların durumlarının birer sebebidir. Böylece Cenâb-ı Hak sebebi, sonuçtan önce zikretmiştir. Bu da, yerdekilerin bütün durumlarının, göktekilerin durumlarına istinâd ettiğine delâlet eder. Göktekilerin durumunun da Allah'ın yaratma ve tekvinine dayandığı hususunda herhangi bir şüphe yoktur. İşte bu bakımdan da bir cebr lâzım gelir. Cenâb-ı Hak, "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Bütün işler, ancak Allah'a döndürülür" buyurmuş, bu iki kelamın başında da "Allah" lafzını tekrarlamıştır. Bundan gaye ise, Cenâb-ı Hakk'ı ululamayı te'kiddir. Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı ise, mahlûkatın başlangıcının kendisinden olduğu gibi, sonunun da kendisine döneceğini beyân etmektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır" buyruğu O'nun el-Evvel olduğuna; "Bütün işler, ancak Allah'a döndürülür" buyruğu ise, O'nun el-Âhir olduğuna işarettir. Bu da, O'nun hüküm, tasarruf ve tedbirinin, insanlarının başlangıcını ve sonunu ihata ettiğine ve, bütün sebeplerin kendisine nisbet edilip, bütün ihtiyaçların O'nun katında sona erdiğine delalet eder. Cenâb-ı Hakk'ın "Bütün işler, ancak Allah'a döndürülür" buyruğundaki edatı, Cenâb-ı Hakk'ın bir mekanda ve bir cihette bulunduğuna delâlet etmez. Bilâkis bundan murad, varlıkların, ancak O'nun hükmünün nafiz olduğu ve sadece O'nun yargısının hükümran olacağı bir yere varacağı hususudur. İyiyi Emr, Kötüyü Men Eden En Hayırlı Ümmet 110Âyetin tefsiri için bak:111 111"Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız, Allah'a inanırsınız. Eğer, ehl-i kitâb da iman etseydi, kendileri için elbette hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır. Ama onların çoğu, fasıktırlar. Onlar size, ezadan başka asla hiçbir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşırlarsa, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez" . Âyetin, kendisinden önceki âyetlerle münasebeti hakkında iki izah şekli vardır: 1- Allahü Teâlâ mü'minlere bazı şeyleri emredip, bazı şeylerden nehyederek, onları diretme ve isyan hususunda ehl-i kitab gibi olmaktan sakındırıp, bunun peşinden de mü'minlere mükâfaat vereceğini, kâfirleri ise cezalandıracağını zikredince, işte bütün bu âyetlerden maksat, mükellef mü'minleri Allah'a inkiyâd ve itâata sevketmek ve, onları kendisine isyan etmekten ve diretmekten men etmek olmuştur. Sonra Allahü Teâlâ, bunun peşinden, mü'minleri kendisine inkiyâd ve itaata sevketmeyi iktiza eden bir başka tabir kullanarak, "Sizler en hayırlı bir ümmetsiniz" buyurmuştur. Buna göre mâna, "Sizler, Levh-i Mahfuz'da ümmetlerin en hayırlısı ve en faziletlisi oldunuz. Buna yakışan da, sizin bu fazileti zayi etmemeniz, kendinizdeki bu güzel hasletleri yok etmemeniz ve size yöneltilen bütün teklifler hususunda inkiyâd ve itaat içinde olmanızdır" şeklinde olur. 2- Allahü teâlâ, günahkârların ne kadar çok bedbaht olduklarını, "Yüzleri simsiyah olanlara gelince..." âyetiyle; saîd kimselerin de ne kadar mesut ve mutlu olduklarını da, "Yüzleri ağaranlara gelince..." ifadesiyle belirtince, günahkâr ve bedbaht kimselere verilecek cezanın sebebine, "Allah hiç kimseye hiçbir haksızlık etmek istemez" buyruğuyla dikkat çekip, onların bu cezaya kendi kötü fiilleriyle müstehak olduklarını Delirtince, bu âyette de, saîd kimselere verilecek mükâfaatın sebebine, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" sözüyle dikkat çekmiştir. Yani, "bu saadetleri, bu mükemmellikleri ve bu şerefleri onlar ahirette elde edeceklerdir. Çünkü onlar dünyada iken, İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet İdiler." Âyetle ilgili birkaç mesele vardır; (......) lafzı, nahivde de izah edildiği gibi, bazan tam bir fiil, bazan nakıs bazan da zâid olur. Müfessirler, Cenâb-ı Hakk'ın, "idiniz" buyruğunun tefsirinde ihtilâf ederek, şu izahları yapmışlardır: 1- Buradaki (vâki oldu) ve (meydana geldi) manasında olmak üzere, tam fiildir. Dolayısıyla bu fiil, bir habere muhtaç değildir. Bunas göre manâ ise, "siz en hayırlı ümmet olarak meydana geldiniz, ortaya çıktınız, 'yaratıldınız" şeklindedir. Bu takdirde ifâdesi, hâl olur. Bu, bir grup müfessirin görüşüdür. 2- Buradaki, fiili, nakıs bir fiildir. Bu hususta bir soru vardır. O da şudur: 'nin nakıs kabul edilmesi durumu, onların bu sıfatla mevsûf olduklarını ve onların şu anda bu sıfatlarla muttasıf olmadıklarını gösterir. Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın, sözü, müphem bırakılarak, bir şeyin geçmiş zamanda meydana geldiğini haber vermeden ibarettir. Bu Hak teâlâ'nın, "Rabb'inizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok bağışlayladır" (Nuh. 10) ve "Allah çok affeden ve çok merhamet edendir" (Nisa, 152) âyetlerinin delaletiyle, arızî bir inkıtaya delâlet etmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, nin nakıs kabul edilmesi halinde müfessirler şu izahlarda bulunmuşlardır: a) "Sizler, Allah'ın ilminde en hayırlı ümmet idiniz." b) "Sizler, sizden önce gelmiş geçmiş ümmetler içinde, en hayırlı ümmet olarak anılıyor idiniz." Bu, Hak teâlâ'nın tıpkı, "Onlar, kâfirlere karşı çetin ve sert, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları, rükû ediciler ve secde ediciler olarak görürsün. Onlar Allah'tan lütuf ve rızâ taleb ederler. Secde İzinden olan nişanları, yüzlerindedir. İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur"(Fetih, 29) âyetinde ifâde ettiği gibidir. Buna göre onların kâfirlere karşı şiddetli ve sert olmaları, marufu emrederek, münker olan fiillerden nehyetmiş olmalarıdır. c) "Sizler, Levh-i Mahfuz'da en hayırlı ümmet olarak tavsif edilmiştiniz." d) "Sizler, iman ettiğiniz sürece, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olursunuz." e) Ebû Müslim, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizler en hayırlı bir ümmetsiniz" buyruğunun, O'nun "yüzleri ağaracaklara gelince..." buyruğu ile ilgili olduğunu söylemiş, buna göre ifâdenin takdirinin ise şu şekilde olduğunu belirtmiştir: "Onlara, cennete girdiklerinde, sizler dünya hayatınızda, en hayırlı ümmet oldunuz. Binâenaleyh şu anda, bu sebeple, içinde bulunduğunuz merhamete ve yüzlerinizin ak çıkmasına müstehak ve lâyık oldunuz.." denilir. Kıssanın başı ile sonu arasına fasılaların girmesi hali, Kur'ân'ın üslubunda daima olagelen bir haldir. f) Bazı kimseler de, "Eğer Allahü Teâlâ isteseydi, "sizler..." derdi ve böylece de bu teşrif, hepimize şamil olurdu. Ama, Cenâb-ı Hakk'ın, buyurması, Resûlullah'ın ashabından muayyen bir topluluğa tahsis edilmiştir ki, bunlar da İslam'da ilk dereceyi alan muhacir ve ensâr ile, onların davrandıkları gibi davranan kimselerdir. g) "Siz, iman ettiğinizden beri, en hayırlı bir ümmetsiniz..." Bu, onların, var olduklarından bu yana bu sıfat ile mevsüf olduklarına dikkat çekmek içindir. 3- (......)'nın zâid olmasıdır. Bazı âlimler, Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz en hayırlı bir ümmetsiniz" buyruğunun, O'nun tıpkı, 'Hatırlayın, (Düşünün): Vaktiyle siz pek az idiniz de, Allah sizi çoğalttı" (A'râf, 86) buyurması; başka yerde ise, ("idiniz.." yerine "sizler" buyurarak), "Hatırlayın: Hâni vaktiyle sizler yeryüzünde azlıkdınız, güçsüz bırakılmış idiniz..." (Enfâl, 26) buyurması gibi olduğunu söylemişlerdir. Buna göre tâ fiilini getirip getirmeme durumu, müsavidir; ama ne var ki tâ zikredildiği zaman, durumu tekid eder ve o işin mutlaka meydana gelebileceğini belirtir. İbnu'l-Enbarî, "Bu görüş, sakat bir görüştür. Çünkü, tâ mamulleri arasına girip veya mamullerinden sonra geldiğinde amel etmez; ama mamullerinden önce geldiğinde mutlaka amel eder. Meselâ Araplar, "Abdullah ayaktadır" ve "Abdullah ayaktadır" derler.. Bu iki misâlde de, (......) fiilini amel ettirmemişlerdir. Ama onlar, (......)yi amel ettirmeyerek (......) demezler. Çünkü söze, itinâ gösterilecek şeyle başlamak, onların usullerindendir. Amel ettirilmemiş şey ise, itinâ ve özen mevkiinde bulunamaz. Yine, haberini nasbettiği için, mevzubahis âyetteki (......)nin amel ettirilmemesi caiz değildir. Bu fiil haberinde amel edip, onu nasbettiğine göre, amel ettirilmemiş kabul edilemez. d) Bir başka ihtimal de, (......)'nin "oldu, dönüştü, haline geldi..." manasında olmasıdır. Buna göre, bu ifâdenin takdiri, (......) şeklinde olur. Yani, "Marufu emredip, münkerden nehyeden ve Allah'a iman edenler olmanız hasebiyle siz, en hayırlı ümmet haline geldiniz, dönüştünüz" demektir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer, ehl-i kitab da iman etseydi kendileri için elbette hayırlı olurdu" buyurmuştur. Yani, "Bu hasletleriniz sebebiyle en hayırlı ümmet olma vasfını kazandığınız gibi, Ehl-i Kitâb da iman etmiş olsaydı, bu en hayırlı olma vasfı, onlar için de söz konusu olurdu" demektir. Allah en iyi bilendir. Bu Âyetin İcmâ-ı Ümmet Hakkında Delil Olması Âlimlerimiz, icmâ-ı ümmetin bir delil olduğuna bu âyeti delil getirmişlerdir. Bu, iki şekilde izah edilebilir: a) Hak teâlâ, 'Musa'nın kavminden bir cemâat vardır ki hakka irşâd ederler ve onunla adaleti ifâ ederler" (Araf, 159) buyurmuş; daha sonra bu âyette de, "Sizler, en hayırlı ümmetsiniz..." demiştir. Binâenaleyh bu âyetin hükmü gereğince bu ümmetin, Hazret-i Musa'nın kavminden hakka irşâd eden o cemâatten daha üstün olması gerekir. Bu ümmet onlardan daha üstün olunca, bu ümmetin ancak hak ile hükmetmeleri gerekir. Çünkü bu ümmet hakkında, hak olmayan şeye hükmetmeleri caiz olsaydı, bu ümmetin hakka hidâyet eden o ümmetten daha üstün olması imkânsız olurdu. Çünkü bâtıla hükmedenin, hakka hükmedenden daha hayırlı olması imkânsızdır. Böylece bu ümmetin, ancak hak ile hükmettiği sabit olur. Durum böyle olunca da, onların icmâları bir hüccet ve delil olmuş olur. b) Âyette geçen el-ma'rûf ve el-münker kelimelerinin başındaki elif-lam istiğrak ifâde etmektedir. Bu da onların, ma'rûf olan herşeyi emredip münker olan herşeyden sakındırmalarını iktiza eder. Onlar bu şekilde oldukları müddetçe, şüphesiz onların icmâları da hak ve gerçek olur. Binâenaleyh onların icmâları hüccet olur. Bu husustaki uzun izahı, Usul-ü Fıkıh kitabımızda zikretmiştik. Burada Hitap Has, Hüküm İse Umumidir Zeccâc şöyle demiştir: "Siz., en hayırlı bir ümmetsiniz" âyetinin zahiri, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabina bir hitaptır, fakat bütün ümmet-i Muhammed hakkında umûmî bir ifâdedir. Bunun bir benzeri de, "Sizin üzerinize oruç yazıldı" (Bakara, 183) ve "Sizin üzerinize kısas yazıldı" (Bakara. 178) âyetleridir. Bütün bunlar, lâfızları bakımından o zamanda mevcut olan müslümanlara bir hitaptır. Fakat bunlar, aynı zamanda, bütün müslümanlar hakkında umûmî bir hitaptır. Bu âyette de böyledir." Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Ümmet" kelimesinin asıl manası, "aynı şey üzerinde ittifak etmiş bir cemaat" demektir. Buna göre ümmet-i Muhammed, Allah'a imân etmek ve Hazret-i Peygamber'in nübüvvetini ikrar etmekle tavsif edilmiş bir cemaattir. Bir kimsenin davetinin topladığı herkese, "Onlar O'nun ümmetidir" denilir. Ancak ümmet kelimesi tek başına zikredildiğinde, birinci mana anlaşılır. Baksana, "Ümmet, şunun üzerinde ittifak etmiştir" denildiğinde, bundan( ümmet-i Muhammed anlaşılır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ümmetim, dalâlet üzere toplanmaz (dalâlet olan birşeyde ittifak etmez)" Keçfu'l-Hafâ, 2/350 (Müsned, Taberânî, İbn Mâce, Hrmizi vb. kitaplardan...) demiştir. Yine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Kıyamet gününde, "Ümmetim, ümmetim..." diyeceği rivayet edilmiştir. Binâenaleyh bu gibi yerlerde geçen "ümmet" kelimesinden, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini kabul eden kimseler anlaşılır. Fakat O'nun davet ve tebliğinin muhatabı olan diğer insanlar için, "Onlar, ümmet-i davettir" denilir. Onlara, ancak bu şekilde "ümmet" ismi verilebilir. Cenâb-ı Allah'ın, "İnsanlar için çıkarılmış" tabirinin iki İzahı vardır: a) Bu, "Siz, bütün zamanlar boyunca insanlar için çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısısınız" manasındadır. Buna göre, "İnsanlar için çıkarılmış" tabiri "İnsanlar için ortaya çıkarılmış, temeyyüz edip bilinmiş ve onunla başka ümmetlerin arası iyice tefrik edilmiş bir ümmet.." manasındadır. b) Âyetteki "insanlariçin.." ifâdesi, (idiniz) kelimesine bağlıdır. Bunun takdiri, "Siz, insanlar için en hayırlı bir ümmet idiniz" şeklindedir. Bazı insanlar da, "çıkarılmış" kelimesi, bir başka kelimeye bağlıdır ve âyetin takdiri, "Siz, insanlar için en hayırlı bir ümmetsiniz" şeklindedir. En Hayırlı Ümmet Olmanın Sebebi Sonra Cenâb-ı Hak, "İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız" buyurmuştur. Bil ki bu ifâde, müste'nef (başlıbaşına) bir cümledir. Bunun maksadı ise, o hayırlı oluşun sebebini izahtır. Nitekim sen, "Zeyd cömert bir insandır. İnsanlara yedirir, giydirir ve onların iyiliğine çalışır" dersin. Sözün özü şudur: Usul-ü Fıkıhta, "Bir hükmün, ona uygun bir vasıfla birlikte zikredilmesi, o hükmün o vasfa bağlandığına delâlet eder" kaidesi vardır. İşte burada da Cenâb-ı Hak, bu ümmetin en hayırlı bir ümmet olduğu hükmünü vermiş, bunun peşinden de o taatları yani, emr-i ma'ruf, nehy-i münkeri (iyiliği yayma, kötülükten sakındırma) ve imanı zikretmiştir. Binâenaleyh hayırlı ümmet oluş, bu ibâdetlerin bulunmasına bağlanmıştır. Burada birkaç soru vardır: Birinci Soru: Bu üç sıfat diğer ümmetlerde de bulunduğu halde, emr-i ma'ruf, nehy-i münker yapıp, Allah'a imân etmelerinin, bu ümmetin en hayırlı oluşunu gerektirişinin sebebi nedir? Cevap: Kaffâl şöyle demiştir: "Ümmet-i Muhammed'in, önceki ümmetlerden daha üstün olması, emr-i ma'ruf nehy-i münkeri en sağlam bir şekilde yapmalarından, yani bu uğurda savaşmalarından dolayıdır. Çünkü ma'rufu emretmek, bazan kalb ile, bazan dil ile, bazan da el ile olur ki, bunların en kuvvetlisi el ile, yani savaşma suretiyle olandır. Çünkü bu, insanın kendisini ölüme atmasıdır. Ma'ruf olan şeylerin en ma'rufu, hak din ile Allah'ın birliğini ve Hazret-i Peygamber'in peygamberliğini tasdik etmektir. En münker olan şey ise, Allah'ı inkâr etmektir. Binâenaleyh din uğrunda cihâd etmek, başka insanları en büyük menfaat ve ma'rufa ulaştırmak, ve zararların en büyüğünden kurtarmak için, insanın kendisinin en büyük zararı, yani bu uğurda ölmeyi göze almasıdır. Bundan dolayı cihâdın, en büyük ibâdet olması gerekir. Bizim dinimizde cihâd meselesi, diğer şeriatlardaki cihâd meselesinden daha güçlü ve önemli olduğu için, bu, Ümmet-i Muhammed'in diğer ümmetlerden faziletli olmasını gerektiren birşey olmuştur. İşte İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, bu âyetin tefsiri hakkında rivayet edilen şu haberin mânası da budur: "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İnsanlara, "Lâilâhe illallah" Allah'tan başka tanrı yoktur diye şahadet etmelerini ve Allah'ın indirdiği şeyleri ikrar edip kabul etmelerini emreder ve bu uğurda onlarla savaşırsınız." Kelime-i tevhid, ma'rufların en büyüğü; Allah'ı inkâr ise, münkerlerin en çirkinidir." Kaffâl sözüne şöyle devam etmiştir: "Din için savaşmanın faydasını insaflı olan hiçbir insan inkâr edemez. Çünkü insanların pek çoğu, alışkanlıkları ve âdetleri sebebiyle kendi dinlerini sever, onlara sunduğun deliller üzerinde düşünmeye yanaşmazlar. Fakat onlar ölümle korkutularak, hak dine girmeye zorlanırlarsa, ona girerler. Zamanla onların kalplerinde, bâtıl dinlen için olan sevgileri zayıflar ve hak dine olan sevgi artar, kuvvetlenir. Nihayet bâtıl dininden hak dine; ebedi azaba müstahak olmaktan da ebedî mükâfaat ve nimete müstahak olmaya geçer. Allah'a İman Vasfının Sonra Getirilmesinin Hikmeti İkinci Soru: Allah'a iman, mutlaka bütün taatlardan önce bulunması gerekirken, âyet-i kerîmede niçin emr-i ma'ruf ve nehy-i münker ondan önce zikredilmiştir? Cevap: Allah'a iman, Allah'ı kabul eden bütün ümmetlerin müşterek sıfatıdır. Allahü teâlâ, ümmet-i Muhammed'i, Allah'ın varlığına inanan diğer ümmetlerden üstün kıldığını belirtmiştir. Binâenaleyh bu "en hayırlı bir ümmet" oluşun meydana gelmesinde etkili olan hususun, bütün ümmetlerde müşterek olan "Allah'a imân" özelliğinin olması imkânsızdır. Bundan dolayı bu hayırlılığın meydana gelmesinde müessir olan husus, ümmet-i Muhammed'in emr-i ma'ruf ve nehy-i münker hususunda diğer ümmetlerden daha ileri olmasıdır. Bu durumda, bu hayırlı oluşun bulunmasında müessir olan hususiyet, emr-i ma'ruf ve nehy-i münker yapmalarıdır. Allah'a iman hususiyeti ise, bu hayırlılıkta müessir olan hususiyetin müessir olabilmesinin şartıdır. Çünkü Allah'a iman bulunmadıkça, hiçbir taat "hayırlı" olmada bir tesire sâhib olmaz. Böylece, bu en hayırlı oluşu gerektiren hususiyetin, Muhammed ümmetinin ma'rufu emredici ve münkeri nehyedici olma hususiyetleri olduğu kesinleşmiştir. Onların Allah'a imanları bu hususiyetlerinin hayırlı oluşta müessiriyetinin şartıdır. Müessir, esere (neticeye), tesir etme şartından daha yakın (ve önemlidir). İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, âyette emr-i ma'ruf ve nehy-i münker yapmayı, imandan önce zikretmiştir. Üçüncü Soru: Burada, niçin sadece Allah'a iman zikredilmekle yetinilmiş, gerekli olduğu halde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine imân zikredilmemiştir? Cevap: Allah'a iman, peygamber'e imanı gerektirir. Çünkü Allah'a iman etmek, ancak peygamberin doğru söylediğine inanmakla olur. Peygamberin doğru söylediğine iman ise, ancak iddiasına uygun mucizeler getirdiği zaman yerinde olur. Çünkü mucize, sözün doğruluğunu bildirip kabul etme yerine geçer. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberlik dâvasına uygun bir şekilde mucizeler izhar ettiğini gördüğümüzde, O'na inanmak Allah'a imânın ayrılmaz bir vasfı olmuş olur. İşte bu inceliğe dikkat çekmek için, âyette sadece Allah'a iman zikredilmiştir. Sonra Allahü teâlâ: "Eğer ehl-i kitab da imân etseydi, kendileri için elbette hayırlı olurdu" buyurmuştur. Bunun iki izahı vardır: 1- "Eğer Ehl-i Kitab, bu hayırlıhğın ümmet-i Muhammed için olmasına vesile teşkil eden o dine inanmış olsalardı, onlar için de bu hayırlılık söz konusu olurdu." Binâenaleyh bu sözün maksadı, ehl-i kitabı, İslam'a girmeye teşviktir. 2- "Ehl-i Kitab, başkanlık sevgisinden ve avamın kendilerine tabî olmasından hoşlandıklarından dolayı, dinlerini İslam dinine tercih etmişlerdir. Eğer onlar iman etseler, âhirette elde edecekleri büyük mükâfaatın yanısıra, dünyada iken de arzuladıkları riyaset (baş olma arzusu) da kendileri için bulunur ve böylece de bu, kendileri için yetindikleri o halden daha hayırlı olurdu." Bil ki Allahü teâlâ, bu sözüne, atıf harfi kullanmadan, iki cümle-i ibtidâiyye (yeni başlayan cümle) ilâve etmiştir ki bunlardan birisi "İçlerinde iman edenler vardır. Ama onların çoğu fâsıktirlar" cümlesi; ikincisi ise, "Onlar size, ezadan başka asla hiçbir zarar veremezler" cümlesidir. Keşşaf sahibi: "Bu iki cümle, ehl-i kitaptan bahsedilirken, istidrâd olarak zikredilmiştir. Meselâ bir insan, "Falancadan bahsetmek gerekir. Çünkü, onun durumu şöyle şöyledir.." der. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Ondan iman edenler vardır" ifâdesini atıfsız zikretmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "İçlerinden iman edenler vardır. Ama onların çoğu fâsıktırlar" sözü hakkında da şu iki soru vardır: Birinci Soru: (mü'minler) kelimesindeki elîf-lam, istiğrak mı ifâde eder, yoksa (ahd) yani daha önce geçmiş olan ve bilinen kimseleri mi? Cevap: Bu elîf-lam ahd için olup, bilinen kimseleri ifâde eder. Buna göre kasdedilenler, yahudilerden Abdullah İbn Selam ile onun etbâı; hristiyanlardan da Necaşî ile O'na tâbi olanlardır. İkinci Soru: Sıfat, mübalağa ve te'kîd için getirilir. Binâenaleyh, kâfiri fâsık olarak zikretmede söz konusu olan mübalağa nedir? Cevap: Kâfir, dini hususunda bazan âdil, bazan da fasık olur. Bundan ötürü o, hiçbir topluluk tarafından kabul edilmez. Müslümanlar onu, kâfir olduğu için kabul etmezken; kâfirler de kendi aralarında fasık olduğu için, onu kabul etmezler. Buna göre sanki, "Ehl-i kitâb iki kısımdır. Onlardan bir kısmı iman eden, bir kısmı da iman etmeyip, dinlerinde fasık olanlardır" denilmiştir. Binâenaleyh onlar, hiçbir kimsenin nezdinde, kendilerine tâbi olunması gereken kimselerden değildirler. Ehl-i Kitaptan Müslümanlara Gelen Sıkıntı ve Eziyetler Cenâb-ı Hakk'ın: "Onlar size, ezadan başka hiçbir zarar veremezler" buyruğuna gelince: Bil ki Allahü teâlâ, mü'minleri imânlarında sağlam olmaya ve kâfirlerin sözleri ile fiillerine iltifat etmemeye "Siz, ... en hayırlı bir ümmetsiniz" sözü ile teşvik edince, onları bu hususta bir başka şekilde daha teşvik etmiştir. O da ehl-i kitab'ın, nazar-ı itibara alınmayacak kadar söz ile yapacakları azıcık eziyetleri dışında, müslümanlara zarar vermeye kadir olamamalarıdır. Eğer onlar müslümanlara karşı savaşsalar, bozguna uğrar, ve yardımsız kalırlardı. Durum böyle olunca, onların söz ve fiillerine iltifat etmemek gerekir. Bütün bunlar, "Eğer ehl-i kîtabtan herhangi bir zümreye boyun eğecek olursanız..." (Al-i imran, 100) âyetini izah için getirilmiştir. İşte bu âyetin, yukarısı ile münâsebeti de budur. Hak teâlâ'nın, "Onlar size, ezadan başka hiçbir zarar veremezler" buyruğu, "Ehl-i kitabın, müslümanlara hiçbir zararı olamaz. Onların yapabilecekleri en ileri şey, ya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ta'n etmek veyahut "Üzeyir, Allah'ın oğludur. Hazret-i İsa, Allah'ın oğludur. Allah, üçün üçüncüsüdür" gibi inkâr ifâde eden sözler söylemek, sizlere dilleriyle eziyet vermek, veyahut da zayıf durumdaki müslümanları korkutmak suretiyledir" mânasındadır. Bazı âlimler, sözünün, bir istisna-i munkatı' olduğunu söylemişlerdir ki bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü zikredilen bütün bu hususlar, müslümanların kalblerine bir kederin düşmesine sebebiyet verir. Keder de bir zarardır. Binâenaleyh âyetin takdiri, "Onlar size, eziyetten başka bir zarar veremezler" şeklinde olur ki, bir istisnâ-ı muttasıldır. Bunun mânası, "Onlar size ancak pek ehemmiyetsiz bir zarar verebilirler" şeklinde olur. Âyette "ezâ" kelimesi, "zarar" manasında kullanılmıştır. Ezâ ise, "O şeye biraz eza verdim" tabirinden masdardır. Sonra Cenâb-ı Allah, "Eğer sizinle savaşırlarsa, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez" buyurmuştur. Bu, onların, müslümanlara karşı savaşmaları halinde hezimete ve hüsrana uğrayacaklarını; hezimetlerinden sonra da kesinlikle bir güç ve kuvvetleri olmayacağını haber vermektedir. Bunun bir benzeri de "Eğer onlar savaşa hıtuşurlarsa, bu (münafıklar) kendilerine yardım da etmezler. Yardım etseler bile, mutlaka arkalarını dönerler. Sonra kendilerine de yardım olunmaz" (Haşr, 12); "Kâfirlere de ki: "Yakında mağlub olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz..." (Âl-i İmran, 12) ve 'yoksa onlar, "Biz, intikam almaya kadir bir topluluğuz" mu diyorlar. Yakında o topluluk bozulacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır" (Kamer, 44-45) âyetleridir. Bütün bunlar birer fetih, nusret ve zafer va'adidir. Bil ki bu âyet, birçok gaybî haberleri ihtiva etmektedir. Meselâ mü'minlerin, Ehl-i kitabın zararlarından emin olmaları; mü'minlerle savaşmaları halinde bozguna uğrayacakları ve bozguna uğradıktan sonra kuvvet ve saltanatlarının kalmayacağı hususları gibi... Bütün bu hususlar, Allah'ın haber verdiği şekilde tahakkuk etmiştir. Çünkü yahudiler, yaptıkları her savaşta, neticede bozguna uğramışlardır. Yine onlar, savaşa ve başkanlık elde etmeye her uğraşmalarında, başarısız kalmışlardır. Bütün bunlar, gaybtan haber vermedir ve binâenaleyh birer mucizedir. Burada birkaç soru hatıra gelmektedir: Birinci soru: Farzet ki yahudiler böyledirler. Fakat hristiyanlar böyle değildirler. Hristiyanların böyle olmamaları, âyetlerin doğruluğuna zarar verir? Buna karşı biz deriz ki: Bu âyetler, yahudiler hakkındadır ve bunların sebeb-i nüzulleri de böyledir. Binâenaleyh bu müşkillik ortadan kalkmaktadır. İkinci soru: Âyetteki, fiili, meczûm olmalı değil miydi? Buna karşı biz deriz ki: Sözün başlangıcında, ceza cümlesi hükmünden, haber cümlesine dönülerek, sanki "Size, onların yardım olunmayacaklarını haber veriyorum" denilmek istenmiştir. Bunun faydası şudur: Şayet Hak teâlâ bu ifâdeyi (şartın cevabı olarak) meczûm getirmiş olsaydı, yardım olunmama hali, onların "dönüp kaçmaları" gibi, müslümanlara karşı savaşmaları şartına bağlanmış olurdu. Fakat bu ifâde cezmedilmeyince, yardım olunmamaları mutlak bir va'îd olmuş olur. Buna göre sanki Allahü Teâlâ şöyle demiştir: "Size haber vereceğim ve müjdeleyeceğim, onların gerisin geriye kaçmalarından sonraki durum ve kıssaları, onların artık hiçbir yardım bulamayıp devamlı zillet ve meskenet içinde kalacaklarıdır." Üçüncü soru: Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesi, ne üzerine atfedilin iştir? Cevap: Bunun atfedildiği şey, şart ve ceza cümlesidir. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Size, onların sizinle savaşmaları halinde bozguna uğrayacaklarını haber veriyorum. Sonra size, onların yardım olunmayacaklarını da haber veriyorum." Bu cümlenin başındaki (sonra) lâfzı, sıralamada sonra oluşu ifâde etmek için getirilmiştir. Çünkü onların yardımsız bırakılacağının haber verilişi, onların dönüp kaçacaklarını haber vermekten daha önemlidir. Yahudilere Zillet ve Meskenet Damgası Vurulması 112"Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine zillet (damgası) vurulmuştur. Ancak Allah'ın ipine ve insanların İpine (ahdine) tutunmaları müstesna... Onlar döne dolaşa Allah'ın gazabına uğradılar. Üzerlerine de bir miskinlik vuruldu. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberlerini haksız yere öldürmeleri sebebiyledir. (Yine) bu, isyan etmeleri ve haddi aşmış olmaları sebebiyledir" . Bil ki Hak teâlâ, onların müslumanlara karşı savaşmaları halinde yardımsız kalacaklarını ve bozguna uğrayacaklarını beyan edince, aynı zamanda bir zillet ve meskenetin vurulacağını da zikretmiştir. Âyetle ilgili birkaç vardır: Biz, bu lâfızların ne mânaya geldiklerini Bakara sûresinde (61. ayetin tefsirinde) anlatmıştık. Buna mana, "zillet, birşeyin birşey üzerine basılıp. üzerinde iz bırakması gibi, o yahudiler üzerine âdeta basılmış ve iz bırakmıştır" şeklindedir. Arapların, "Bu, üzerime vurulmuş, benden birşey (darbe-i lazib) değildir" şeklindeki sözleri ve, haraca "daribe de bu manadan dolayıdır. Zillet, zül (değersizlik) demektir. Âyetteki ne kastedildiği hususunda bazı tefsirler vardır: a) Bu, en kuvvetli görüştür. Buna göre murad, onlarla savaşılması, öldürülmeleri, mallarının ganîmet çoluk çocuklarının esir edilmesi ve topraklarına el konulmascr. Sut "Onları, nerede yakalarsanız öldürün" (Bakara, 191) âyetinde ifade edildiği gibidir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Ancak Allah'ın ipine... tutunmaları müstesna..." buyurmuştur ki, Allah'ın ipinden murad, Allah'ın ahdi, koruması ve Allah ile mu'minlerden olan bir teminattır. Çünkü, böyle bir dufüfndâ hükümler ortadan kalkar ve böylece de öldürülmeleri, mallarının ganimet olarak alınması ve çoluk-çocuklarının esir edilmesi hükümleri uygulanmaz. b) Zillet, cizye mükellefiyeti manasınadır. Çünkü onlara cizye vermeyi mecbur etmek, hakareti ve değersizliği ifâde eder. c) Bundan murad şudur: "Sen onların içinde, güçlü bir hükümdar ve değer verilen bir başkan göremezsin. Aksine onlar her yerde küçümsenen, zelil ve değersiz kimselerdir." Bil ki âyet-i kerimedeki zilletten muradın, sadece cizye veya sadece değersizlik mânası olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü âyetteki "Ancak Allah'ın ipine... tutunmaları müstesna..." istisnası, Allah'ın ipinin mevcud olması halinde, bu zilletin söz konusu olmayacağını gösterir. Halbuki cizye, küçük görülme, ve değer verilmeme gibi hususlardan hiçbirisi, Allah'ın ipi onlar için mevcut olduğunda da zâil olmaz. Binâenaleyh zilleti, sadece cizye verme mecburiyeti manasında almak imkansızdır. Bu görüşü destekleyenlerden birisi, bu meseleye şöyle cevap vermiştir: "Bu istisna, Istisna-ı munkatî'dir." Bu, Muhammed ibn Cerir et-Taberî'nin görüşüdür. O sözünü şöyle sürdürmüştür: "Yahudiler üzerine zillet damgası vurulmuştu. Binâenaleyh Allah'tan bir ahid üzere bulunsalar da bulunmasalar da, onlar bu istisna ile, zillet halinden izzet haline geçemezler. Buna göre ifâdesinin takdiri şöyledir: "Fakat onlar bazan Allah'ın ipine (ahdine), bazan da insanların ipine sımsıkı tutunurlar." Bil ki bu, zayıftır. Çünkü, istisna edatını, "fakat" manasına hamletmek zahirin hilafınadır. Yine biz sözü, bundan muradın, "Fakat onlar bazan Allah'ın ipine (ahdine), bazan da insanların ipine sımsıkı tutunurlar" olduğuna hamletsek bile, bu durumda da sözün mânası tam olmamaktadır. Bundan ötürü de, kendisinden sakınmak için, bu şeylere sımsıkı sarılmalarını gerektiren bir başka şeyin takdir edilmesi gerekir. Takdir etmek ise, aslın hilafınadır. Binâenaleyh bu şeylere ancak zaruret olduğu zaman müracaat edilir. Burada bu şeylere müracaat için bir zaruret olmadığına göre, bunlara başvurmak caiz değildir. Bilâkis burada bir başka izah şekli bulunmaktadır. Bu da "zillet" kelimesini, bütün bu manaların hepsine birden, yani öldürülme, esir edilme, nesillerin köleleştirilmesi, mallarının alınması, hor ve hakir hale getirme ve aşağılanma manalarının hepsine birden hamledilmesidir. Buradaki istisnâ'nın mânası, bu hükümlerin tamamının kalmamasıdır. Bu, bazı hükümlerin kalmasına mani değildir. İstisnai durumda geriye kalacak olan bir kısım hüküm (haller) de, onların mallarından "cizye" ismi ile az bir kısmın alınması, hor, hakir ve aşağılık hallerinin devam etmesidir İşte bu mevzuda söylenecek olan söz budur. Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesinin manası, nerede rastlanılırsa... " demektir. Nitekim, "Onu yakaladım” manasında "Falancayı harbte yakaladım" denilir. Bu ifadenin izahı, daha önce (Bakara, 191) âyetinin tefsirinde geçmişti. Yahudilerin Tutunacağı "Allah'ın İpi"nin İzahı Cenâb-ı Hakk'ın, hakkında birkaç görüş vardr: 1- Ferrâ, "Bu kelamın takdir "Allah'tan olan bir ipe (ahde) sımsıkı sarılırlarsa müstesna..." şeklindedir" demiş ve bu hususta şu şiiri okumuştur. "Beni ipine (tutunmuş) olarak görünce, korkarak yüz çevirdi. Onun ipine (tutunmuş olan zeki ve akıllı gönüller, bir korkak (haline gelir)." Başkaları bu izaha itiraz ederek şöyle demişlerdir: "Mevsûlün sılasının bırakılması caiz değildir. Çünkü aslolan mevsuldür. Sıla ise ikinci derecededir. Binâenaleyh, asıl kendisine delâlet ettiği için, ikinci derecede olanın hazfedilmesi caizdir. Aslın hazfedilip, ikinci derecede olanın ise caiz değildir. 2- Bu istisna, mana yoluyla meydana gelmiştir. Çünkü "zillet damgasının vurulmasının manası, zilleti onlara, onlardan hiç ayrılmayacak uzaklaşmayacak biçimde, en kuvvetli bir şekilde yapıştırmaktır. Buna gûf sanki şöyle denilmiştir: "Zillet onlardan asla ayrılmaz, onlar ancak Allah'tan ve insanlardan olan bir ip (ahd) sayesinde kurtulabilirler. 3- (ip ile) sözündeki bâ harf-i cerrinin, (beraber) manasına olması... Nitekim Arapların şu sözünde de böyledir: "Bizimle beraber çık, şunu yapalım." Buna göre ifâdenin takdiri, "Ancak, Allah'tan olan bir ip (ahid) ile beraber olursa müstesna..." şeklindedir. Allah'ın ipinden murad, Allah'ın ahdidir. Biz yukarıda, ahdin "ip" diye isimlendirildiğini, çünkü insanın ahid almazdan önce korktuğunu; bu korkunun onun matlûbuna ulaşmasına mâni olduğunu; bu ahd tahakkuk ettiğinde, ahid ile matlûbuna ulaşacağını açıklamıştık. Böylece bu, kendisine tutunan kimsenin zarara uğrama endişesinden kurtulacağı bir "ip"e benzemiş olur. Eğer, "Allahü teâlâ, Allah'ın ipine, insanların ipini atfetmiştir. Bu İse, başkalığı ve muğayereti gerektirir. Bu başkalık nasıl olur?" denilirse, deriz ki: Alimlerden bir kısmı, Allah'ın ipinden muradın, İslam; insanların ipinden muradın ise, ahd ve misak, zimmet olduğunu söylemişlerdir. Bu, uzak bir ihtimaldir, Çünkü eğer bundan murad bunlar olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, "(Veyahut da, insanlardan bir ipe., .)" demesi gerekirdi. Bazı kimseler de, buradaki bu iki ipten muradın, ahd, zimmet ve emân olduğunu söylemişlerdir. Cenâb-ı Hak bu iki ipten bahsetmiştir, çünkü mü'minlerden alınan emân, Allah'ın izniyle alman emân demektir. Bu da bana göre zayıf bir ihtimaldir. Bu hususta benim görüşüm şudur: Zımmînin emânı iki kısımdır: a) Allah'ın, hakkında nass getirmiş olduğu emândır ki, bu cizye almaktır. b) Halifenin re'yine bırakmış olduğu emân... Buna göre halife, bu hususta içtihada dayanarak, bu emânı ağırlaştırabilir, hafifletebilir. İşte buna göre birinci emân şekli, "Allah'ın ipi"; ikincisi de, "mü'minlerin ipi" diye adlandırılmışlardır. Allah en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar döne dolaşa Allah'ın gazabına uğradılar" buyurmuştur. Biz bunun mânasının, onların, Allah'ın gazabı içinde kalakaldıklarını, kalmaya devam ettiklerini ve de devamlı kalacakları şeklinde olduğunu söylemiştik.kelimesinin aslı, mekân manasına plan (Bir yere dönmek, avdet etmek) kelimesinden alınmıştır. "Falanca, şu yere döndü, yerleşti" ve "Onu, falanca yere yerleştirdim" tabirleri de bu mânadadır. Buna göre mâna, "Onlar, Allah'ın gazabı içinde kalıp, orada konaklayıverdiler" demektir. Senin, " "Onların başına gazab indi; onlar o gazaba konakladılar" şeklindeki sözlerin de, eş anlamdadır. Cenâb-ı Hak sonra, "Üzerlerine de bir miskinlik vuruldu" buyurmuştur. Ekseri âlimler, buradaki "meskenet"i cizye mânasına hamletmişlerdir. Bu, Hasan el-Basri'nin görüşüdür ki, o şöyle demiştir: "Çünkü Allahü Teâlâ meskeneti, istisna dışı bırakmıştır. Bu da, bu meskenetin onların üzerinde devamlı kaldığına ve onlardan hiç ayrılmadığına delâlet eder. Onlardan hiç ayrılmayan şey, cizye'den başka bir şey değildir." Diğer âlimler de, buradaki meskenet'ten muradın, zengin dahi olsalar, yahudilerin daima fakîr durumunda olacakları olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazı âlimler de, bunun, Allahü teâlâ'nın, yahudilerin mallarını müslümanlara birer rızık kılacağını; böylece de yahudilerin yoksul ve miskin hale geleceklerini haber vermesi olduğunu söylemişlerdir. Yahudiler, Cedlerinin Yaptıkları Suçlardan Sorumlu Olabilir mi? Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu ilahî tehdit çeşitlerini zikredince, "Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberlerini haksız yere öldürmeleri sebebiyledir" buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Allahü Teâlâ, yahudilere, hoşlarına gitmeyecek olan şu üç çeşit cezayı onlara âdeta yapıştırmış ve onların ayrılmaz bir vasfı haline getirmiştir: a) Zillet, b) Gazab-ı ilahî, c) Meskenet... Daha sonra bu âyette Cenâb-ı Hak, hoşlarına gitmeyen bu üç şeyin, niçin onların ayrılmaz bir vasfı olduğunu da, "Bu Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberlerini haksız yere öldürmeleri sebebiyledir" diye beyân buyurmuştur. Burada hatıra gelebilecek birkaç soru bulunmaktadır: Birinci soru: Bu zillet ve meskenet, İslam devletinin kuruluşundan sonra yahudilerin ayrılmaz vasfı olmuştur. Halbuki, haksız yere peygamberleri öldüren kimseler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den asırlar ve devirler önce yaşamış olan kimselerdir. Binâenaleyh, buna göre, peygamberleri öldürmek sebebinin (illetinin) bulunduğu zamanda, bu illetin neticesi ve cezası olan zillet ve meskenet; bu netice ve cezanın bulunduğu zamanda da illet tahakkuk etmemişti... İşte, bu bakımdan burada bir müşkillik bulunmaktadır. Buna şu şekilde cevap verilir: Hazret-i Peygamber zamanındaki yahudilerden, her ne kadar peygamberleri öldürme fiili sudur etmemiş ise de, ancak ne var ki bu yahudiler atalarının yapmış olduğu o fiilleri tasvip edip razı olmuşlardı. Çünkü onların ataları, peygamberleri öldürmüş; bunlar da atalarının o fiillerine razı olmuşlardı. Böylece bu fiil, bu çirkin fiil onların ecdadının fiili olduğu ve bunlar da bu çirkin fiiller konusunda atalarını tasvip ettikleri için onlara nisbet edilmiştir. İkinci soru: Cenâb-ı Hak niçin, "Bu, isyan etmeleri sebebiyledir" buyruğunu tekrarlamıştır? Bunun tekrar edilmesini Bu tekrarın te'kid için yapıldığını söylemek caiz değildir. Çünkü te'kidin müekked (te'kîd olunan)den daha kuvvetli bir şeyle yapılmış olması gerekir. Halbuki "isyan", derece bakımından küfürden daha aşağıdır. Binaenaleyh küfrü isyan ile te'kid etmek caiz değildir. Buna şu iki şekilde cevap verebiliriz: a) Zillet, gazab ve meskenetin illeti, inkârları ve peygamberleri öldürmeleridir. İnkârın ve peygamberleri öldürmenin illeti ise, masiyettir. Bu böyledir, çünkü onlar isyanlara ve günahlara dalınca, böylece isyan zulmetleri derece derece artmaya, çoğalmaya; iman nuru da derece derece azalmaya başlamıştır. Bu durum, aynı şekilde, iman nurunun sönmesi, (ortalığı) küfür zulmetinin kaplamasına kadar devam etmiştir. İşte bu duruma da Cenâb-ı Hak, "Hayır, bilâkis onların kazanmakta olduktan şeyler onların kalblerini istîla etmiştir" (Mutaffifin. 14) buyruğu ile işaret etmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, isyan etmeleri sebebiyledir" ifâdesi, "illetin illeti" ve işaret olmuş olur. İşte bundan dolayı muamelât erbabı (fakîhler, kanun adamları) şöyle demişlerdir: "Mendûb olan şeyleri terketme hastalığına tutulan kimseler, sünnetleri terketme; sünnetleri terketme hastalığına tutulan kimseler, farzları terketme; farzları terketme hastalığına tutulan kimseler, şeriatı hakir görme hastalığına; şeriatı hakir görme hastalığına tutulan kimseler de, küfre düşerler." b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri... sebebiyledir" buyurmakla, önceki yahudileri; "Bu, İsyan etmeleri sebebiyledir" buyruğu ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki yahudileri kastetmiş olması da muhtemeldir. Böyle bir izaha göre de, bir tekrar olmuş olmaz. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, öncekilerin cezasının sebebini beyân etmiş, sonra da, sonradan gelenler öncekilere uydukları için, Cenâb-ı Hakk'ın her iki güruha da vermiş olduğu belâ ve sıkıntıların ancak, O'nun adaleti ve hikmeti babından olduğunu insanlar anlasın diye, bu sonradan gelenlerin isyan ve düşmanlığının öncekilere verilmiş olan cezanın aynısını gerektireceğini beyân etmiştir. Ehl-i Kitabın Hepsi Aynı Durumda Değildir. 113Âyetin tefsiri için bak:115 114Âyetin tefsiri için bak:115 115"Hepsi bir değildirler. Ehl-i Kitabın içinde, kâim bir ümmet vardır ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar. Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten sakındırırlar. Hayır işlerinde de birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar, salihlerdendirler. Onlar ne hayır işlerlerse, muhakkak ki bundan mahrum bırakılmayacaklardır. Allah, takva sahiplerini çokiyi bilendir" , Âyet hakkında birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hepsi bir değildirler" buyruğu hakkında şu iki açıklama yapılmıştır: a) Hak teâlâ'nın bu beyanı, tam bir sözdür. O'nun, "Ehl-i kitabın içinde, kaim bir ümmet vardır" sözü, "Hepsi bir değildirler" ifâdesinin beyan ve izahı için, müste'nef bir sözdür. Bu, Hak teâlâ'nın, "Marufu emredersiniz... "(Âl-i İmran, 110) buyruğunun, O'nun, "Siz en hayırlı bir ümmetsiniz..." sözünün bir beyânı olması gibidir. Buna göre mâna, "Bahisleri geçen Ehl-i Kitâb, aynı değildirler..." şeklinde olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlardan iman edenler vardır. Onların çoğu ise, fasıktır" (Âl-i İmran, 110) âyetinin bir izahı olmuş olur. Sonra söze yeniden başlayarak şöyle buyurmuştur: "Ehl-i kitabın içinde, kâim bir ümmet vardır." Bu görüşe göre şu iki ihtimal ortaya çıkar; a) Cenâb-ı Hak, "Ehl-i Kitabın içinde, kâim bir ümmet vardır" deyince, sözün tamamlanması için, "Onlar içinde, kınanmış ve mezmum ümmetler de vardır" denilmesi gerekirdi. Ama ne var ki, Cenâb-ı Hak bu kısmı zikretmemiştir. Çünkü Araplar, iki zıddan birisini söyledikleri zaman, diğerini söylemeye lüzum ve ihtiyaç hissetmezler. Ama işin hakikati şu ki, iki zıd birlikte öğrenilir. Böylece iki zıddan birini zikretmek, müstakil ve tek başına ikisi hakkında bîr bilgi ifâde etmektedir. İşte bundan dolayı diğer zıddı zikretmemek güzel olmuştur. Nitekim şair Ebû Zueyb de şöyle demiştir: "Kalbim beni ona (sevgiliye) çağırdı; bense, muhakkak ki itaatkâr bir kişiyim. Ama onun, sevgilinin matlûbuna irsâd edip etmediğini bilmiyorum." Şâir burada mânasını da murad etmiş, ama (......) kelimesini zikrettiği için, (......) kelimesini zikretmemiştir. Bu, Ferrâ ve İbnu'l-Enbâri'nin görüşüdür. Zeccâc ise, "Mezmum olanlar da vardır" kısmını takdir etmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü bu ifade, bundan önceki âyetlerde geçmişti. Binaenaleyh, ikinci kez takdir etmeye hacet yoktur" demiştir. Çünkü biz, "iki zıd aynı anda bilinince, o iki zıddan birisini zikretmek, diğerini zikretmeye ihtiyaç bırakmaz" demiştik. Bu, "Zeyd ve Abdullah, eşit değillerdir; çünkü Zeyd akıllı dindar ve zekidir" denildiğinde, "oysaki Abdullah böyle değildir..." cümlesini söylemeye gerek kalmaması gibidir. İşte burada da böyledir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Hepsi bir değildirler" buyruğu daha önce zikredilince, bir takdire gerek kalmamıştır. b) Hak teâlâ'nın "Hepsi bir değildirler" sözü, tam bir kelâm değildir. Binâenaleyh, bu ifâdede vakf yapmak caiz değildir. Aksine, bu ifâde kendinden sonraki cümlelerle de alâkalı olan bir sözdür. Buna göre kelamın takdiri, "Ehl-i kitaptan, kaim olan ümmet ile, mezmum olan ümmet aynı değillerdir" şeklinde olur. Buna göre, (......) kelimesi ile merfû nin isminden bedel olmuş) olur. Bu, nahivcilerden, "(Beni pireler yedi)" sözünü tecviz edenlere göre söylenmiş olan bir ifâdedir. Bu takdire göre, "mezmum ümmet" takdir edilmesi mutlak surette, gerekir. Bu, Ebû Ubeyde'nin tercih ettiği görüştür. Ama ne var ki, ekseri nahivciler, bu ve benzeri istimallerin, zayıf bir ifâde olduğu hususunda ittifak ettikleri için, bu görüşü kabul etmemişlerdir. Allah en iyi bilendir. (Sevaen) Kelimesi Hakkında İzah Arapça'da, denilir. Yani, "Falanca falancaya eşit, müsavidir"; "falanca kavim, eşit, müsavi..." kelimesi, tesniye ve cem'i olmayan bir masdardır. Bu kelime hakkındaki izah, Bakara sûresinin 6. âyetinde geçmişti. Ehi- Kıtap'tan Burada Maksad Kimlerdir? Ehl-i Kitap'tan muradın kimler olduğu hususunda iki görüş vardır: a) Cumhurun benimsediği görüşe göre, bunlardan murad Hazret-i Musa ve İsa'ya inanan kimselerdir. Rivayet olunduğuna göre, Abdullah İbn Selâm (radıyallahü anh) ile arkadaşları müslüman olunca, yahudilerin bazı ileri gelenleri onlara, "Siz kâfir oldunuz ve hüsrana uğradınız" dediler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onların faziletini beyân etmek için bu âyeti indirmiştir. Şöyle de denilmiştir: Allahü teâlâ önceki âyette, ehl-i kitabı mezmûm (kötü) birtakım sıfatlarla tavsif edince, bütün ehl-i kitabın aynı olmayıp, içlerinde iyi sıfatlarla ve beğenilen hasletlerle mevsûf kimseler bulunduğunu beyân etmek için, bu âyeti zikretmiştir. Sevrî şöyle demiştir: "Bu âyetin, akşam ile yatsı arasında namaz kılan bir topluluk hakkında indiği haberi bana ulaşmıştı." Atâ'nın ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu âyet, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın dininde olup, Hazret-i Muhammed'i tasdik eden kırk Necranlı, otuziki Habeşli ve üç Rum (Bizanslı) hakkında nazil olmuştur." b) Âyet-i kerimedeki Ehl-i Kitaptan maksad, bütün din mensuplarından, kendilerine kitap verilmiş olan herkestir. Bu izaha göre, müslümanlar da, bu ifadenin muhtevasına girmiş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sonra biz o kitabı kutlarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık" (Fatır. 32) buyurmuştur. Buna, İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un şu rivayeti de delâlet etmektedir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yatsı namazını geciktirdi. Sonra cemaat, namazı beklerlerken, evinden mescide çıkarak şöyle dedi: 'Dikkat edin. Din mensuplarından sizden başka hiç kimser şu anda Allah'ı zikretmiyor" Buhâri. Mevâkit, 22 (benzeri bir hadis). dedi ve bu âyeti okudu. Kaffâl (r.h) "Şöyle denilmesi uzak bir ihtimal değildir: Orada bulunanlar, ehl-i kitap'tan imân etmiş olan bir kısım idi. İşte bundan dolayı "Ehl-i kitap'tan, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imân eden, bu kimselere denk hiç kimse yoktur" denilmiş ve onlar da, ehl-i kitap'tan imân etmeyenlerin uykuda olduğu bir saatte yatsı namazını kılmışlardır" demiştir. Şöyle de denilebilir: Bu tabirden murad, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e inanan herkestir. Allahü teâlâ onları "ehl-i kitap" diye adlandırmıştır. Sanki şöyle denilmektedir. "Kendilerini ehl-i kitap diye adlandıran o kimselerin halleri, o kötü hallerdir. Fakat Allah'ın "Ehl-i kitap" dediği müslümanların durumları ve halleri şöyle şöyledir: Bu ikisi hiç denk olur mu?" Buna göre, bu âyetten maksad, "Sîzler... en hayırlı bir ümmetsiniz" âyetini te'kid etmek için ehl-i İslâm'ın faziletini beyan etmektir. Bu tıpkı, "Mümin olan kimse, imandan çıkmış olan kimse gibi midir? Onlar (hiçbir zaman) denk olamazlar" (Secde. 18) âyetine benzer. Burada Övülen Kimselerin Haiz Olduğu Sekiz Vasıf Sonra bil ki Allahü teâlâ, bu âyette bahsedilen topluluğu sekiz sıfatla medhetmiştir: Birinci sıfat: Onlar, kâim bir ümmettirler. Bu hususta şu görüşler vardır: a) Onlar devamlı namaz kılar ve gece saatlerinde Allah'ın âyetlerini okurlar. Böylece Cenâb-ı Hak onların teheccüdlerini (gece namazlarını), "gece saatlerinde Kur'ân okurlar" diye beyan etmiştir. Bu, "Onlar, gecelerini Rab Taâlâ için secde ederek ve kâim (ayakta) olarak geçirirler" (Furkân, 64); "Şüphe yok ki Rabb'in, gecenin üçte ikisinden biraz eksik... ayakta durmakta olduğunu biliyor" (Mûzzemmil, 20); "Gece kalk..." (Müzzemmil. 2) ve "Allah'ın (divanına) tam huşu ve tâatla durun" (Bakara, 238) âyetleri gibidir. Bundan muradın, namazdaki kıyam olduğuna, âyetteki "Secdeye kapanarak..." ifâdesi delâlet etmektedir. Şurası açıktır ki secde, ancak namazda olur. b) Onlar, hak dine sarılma hususunda bir rahatsızlık hissetmiyorlar. Bu, "Sen üzerinde ayak diretip (ısrarla) durmadıkça..." yani, "devamlı ödemesini İsteyerek, peşini bırakmayarak, o hususta ısrarlı olarak durmadıkça..." (Al-i İmran. 75) âyeti gibidir. Hak teâlâ'nın, "Adaleti ayakta tutarak..." (Âl-i imran. 18) âyeti de böyledir. Ben derim ki: Bu âyet, müslümanın kulluk hakkını yerine getirdiğine; "Adaleti ayakta tutarak..." ifâdesi de Allah'ın adalet ve ihsan hususunda rubûbiyyet hakkını yerine getirdiğine delâlet etmektedir. Böylece Allah'ın lütfü ile, anlaşma tamamlanmıştır, Nitekim Allahü teâlâ, "Siz ahdinizi yerine getirin, ben de size karşı olan ahdim: yerine getireyim" (Bakara. 40) buyurmuştur. Bu, Hasan el-Basri'nin görüşüdür. O, görüşüne Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in şu rivayetini delil getirmiştir: "Ya Rasûlellah, ehl-i kitaptan bazıları, bizim hoşlanacağımız şeyleri de söylüyorlar. Keşke onları yazsak." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kızdı ve şöyle dedi: "Ey Hattab oğlu Ömer. Yahudilerin şaşırdığı gibi siz de mi şaşıracaksınız." Hasan el-Basri, "buradaki mütehevvikûn" kelimesinin, "şaşıranlar ve tereddüt edenler" manasında olduğunu söylemiştir. (Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sözünü şöyle sürdürmüştür): "İyi biliniz! canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben size bu dini tertemiz ve arınmış olarak getirdim." Bir başka rivayette ise Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o söz karşısında şöyle demiştir: "Muhakkak ki siz, Tevrat ve İncil'de bulunan hükümlerle amel etmekle mükellef değilsiniz. Siz ancak, onlara iman etmek ve onların ilmini ancak Allah'a havale etmekle emrolundunuz ve bu vahiy ile bana sabah akşam indirilene iman etmekle mükellef tutuldunuz. Muhammed'in canını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa benim zamanımda yaşamış olsalardı, bana iman eder ve tâbi olurlardı." İşte bu haber, bu din üzere sebat edip başka bir dinle ilgilenmemenin vacip olduğuna delâlet eder. İşte bu sebeple hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak onları, bu âyetle bu şekilde methederek, "Ehl-i kitap içinde kâim bir ümmet vardır" buyurmuştur. c) tabirinin mânası, "Dosdoğru, âdil, müstakim" demektir. Bu senin, 'Dosdoğru, dümdüz oldu" manasında olmak üzere, "Çubuğu doğrulttum, o da doğruldu, dümdüz oldu" tabirinden alınmıştır. Bu söz de, Hak teâlâ'nın, "Siz en hayırlı bir ümmetsiniz" buyruğunun bir izahı gibidir. Gece Saatlerinde Allah'ın Âyetlerini Okumak İkinci sıfat: Hak teâlâ'nın, "Gece saatlerinde, Allah'ın âyetlerini okurlar" tavsifidir. Bu ifâde hakkında da birkaç mesele vardır: O'nun (okuyorlar) ve (iman ediyorlar) kelimeleri (ümmet) kelimesinin sıfatı olduğu için mahallen merfudurlar. Yani, "kâim, okuyan ve iman eden bir topluluk" demektir. "Tilâvet", okumak demektir. Kelimenin aslı: "Peşinden getirmek" anlamındadır. Buna göre tilâvet sanki, bir lafzı başka bir lafza eklemek, bitiştirmek demektir. Bu ifâdede geçen "Allah'ın âyetleri" tabiriyle bazan, Kur'ân'ın âyetleri; bazan da Cenâb-ı Hakk'ın zâtına ve sıfatlarına delâlet eden çeşitli varlıklar murad edilir. Burada ise, birinci mâna kastedilmiştir. Bu kelamda geçen tül "gecenin saatleri" tabirinin Arapçada aslı, vakitler ve saatler" demektir. (......) kelimesinin müfredi dır Bu tıpkı "bağırsak" ve sinin müfredi dır. Bu tıpkı, "bağırsak" ve (bağırsaklar) kelimeleri gibidir. Veyahut da kelimenin müfredi, ilk harfi kesre, ikincisi de sakin olmak üzere, (......) kelimesidir. Tıpkı (tulum) ve (tulumlar) kelimesi gibi.. Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Sanki "teenni" kelimesi de bundan alınmıştır. Zira teennî, saatleri ve vakitleri bekleyip gözetlemektir." Yine haberde de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, cumaya en son gelen bir adama, "Sıkıntı verdin, geç geldin " Nesâî, Cumpa, 20 (3/103); İbn Mace, İkime, 88 (1/354). yani "vakitleri uzaklaştırdın, geciktirdin" dediği rivayet edilmiştir. Üçüncü sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, 'Onlar secde ederler" tavsifidir. Bu hususta da şu izahlar bulunmaktadır: a) Bu cümlenin, "okurlar" fiilinden hâl olması muhtemeldir. Buna göre sanki onlar, "Tam bir inkiyâd ve huşûya erebilmek için, secdede Kur'ân okuyorlardı. Ancak ne var ki Kaffâl (r.h) tefsirinde, bunun caiz olmayacağı hususunda bir hadis zikretmiştir. Bu da Hazret-i Peygamberin şu sözüdür: "Dikkat edin. Ben, rükû ve secde yaparken, Kur'ân okumaktan nehyolundum." Müslim. Salât, 207 (1/348). b) Bu cümlenin, müstakil bir söz olması da muhtemeldir. Buna göre mana, "Onlar, bazan namazda Allah için olan hertürlü huzû ile, Allah'ın rahmet ve fazlını arzu ederek namaz kılıyorlardı" şeklindedir. Bu, tıpkı "Onlar, gecelerini Rableri için secde ederek ve kâim (ayakta) olarak geçirirler" (Furkan. 64) ve "Yoksa o, âhiretten korkarak, Rabb'inin rahmetini umarak gecenin saatlerinde secdeye kapanır ve kıyamda durur bir halde tâat ve ibâdet eden kimse (gibi) midir?" (Zümer. 9) âyetleri gibidir. Hasan el-Basrî de şöyle demiştir: "Onlar ayaklarıyla (kıyamda durarak) başlarını, başlarıyla (secde ederek) ayaklarını dinlendiriyorlardı. Bu, rahatlığı isteme, yorgunluğu giderme ve arzuyu ortaya çıkarma manasınadır." c) Bu tabirden maksad, onların namaz kılmaları da olabilir. Allah onları, "gece namaz kılma" ile tavsif etmiştir. Namaz; secde, rükû ve tesbih kelimeleriyle de ifâde edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rükû edenlerle rükû ediniz..." yani "namaz kılınız" (Bakara, 43), ve "Haydi akşama girerken, sabaha ererken Allah'ı tesbih edin" (Rûm. 17) yani "namaz kılın" buyurmuştur. d) Bu tavsîfin, "Onlar, Allah için huşu ve huzû duyuyorlardı" manasında olması da muhtemeldir. Çünkü Araplar bazan "huşu"yu "secde" kelimesi ile ifâde ediyorlardı. Nitekim Hak teâlâ, "Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'a secde eder..." (Nahl. 49) yani huşu duyarlar." Bütün bu izahlar Kaffâl (r.h)'a aittir. Dördüncü sıfat: "Allah'a veâhiretgününe inanırlar.." âyetinin ifâde ettiği sıfattır. Bil ki yahudiler de, gece ibâdeti yapıyor ve Tevrat'ı okuyorlardı. Cenâb-ı Hak, mü'minleri teheccüd ve Kur'ân okuma ile medhedince, peşisıra "Allah'a ve âhiretgününe inanırlar.." vasfını getirmiştir. Biz, Allah'a imanın, bütün peygamberlere imanı; âhirete imânın ise günahlardan sakınmayı icap ettirdiğini izah etmiştik. Yahudiler ise, Allah'ın bütün peygamberlerini kabul etmiyor ve günahlardan sakınmıyorlardı. Binâenaleyh onların mebde' ve me'âda imanları söz konusu değildir. Bil ki insanın kemale ermesi hakkı lizatihi (sırf-kendisi için, gaye olarak), hayrı ise onunla amel etmek için (vasıta olarak) tanımasıyla olur. En faziletli amel, namaz; en faziletli zikir, Allah'ı zikir ve en faziletli bilgi ise, mebde' ve me'âdı bilmektir. Buna göre Hak teâlâ'nın, "Gece saatlerinde secdeye kapanarak, Allah'ın âyetlerini okurlar" buyruğu onların yaptıkları sâlih amellere; "Allah'a ve âhiret gününe imân ederler" buyruğu ise, onların kalplerinde meydana gelen bilgilerin faziletine bir işarettir. Bu ise, onların amelî ve nazarî kuvvelerindeki mükemmelliklerine işarettir. Bu, insanın en mükemmel hâlidir ki, "insanlık derecelerinin sonu, meleklik derecelerinin başlangıcıdır" denilen bir mertebedir. İyiliği Yayma, Kötülüğü Önleme Beşinci sıfat: "İyiliği emrederler" âyetinin ifâde ettiği sıfattır. Altıncı sıfat: "Kötülükten nehyederler.." âyetinin ifade ettiği sıfattır. Bil ki İnsanın kemâlinin en ileri derecesi, kişinin tam ve tanrılığın zirvesinde olmasıdır. Buna göre insanın kemâli gerek amelî (pratik) gerek nazarî kuvveler bakımından mükemmel olmasındadır. Bu, daha evvel zikredilmişti. İnsanın ileri bir kemal derecesinde olması ise, noksanı olan insanları tamamlama (noksanlarını giderme) hususunda say-ü gayret göstermeleridir ve bu, şu iki yolla olur: a) Noksanı olan insanları, uygun şeyleri yapmaya irşâd etme ki bu, ma'rufu (iyiyi) emirdir. b) Onları, uygun olmayan şeyleri yapmaktan nehyetmek ki bu da nehy-i münkerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Onlar ma'rufu emrederler, yani Allah'ın birliğini ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini emrederler. Onlar, münkerden nehyederler, yani, Allah'a şirk koşmaktan ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini inkâr etmekten nehyederler." Bil ki, maruf ve münker kelimeleri, âyette mutlak olarak zikredilmiştir. Binâenaleyh, delil olmaksızın bu lafızları tahsis etmek (sınırlandırmak) caiz değildir. Bundan dolayı bu kelimeler, hertürlü ma'ruf ve münkeri içine alır. Yedinci sıfat: "Hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar..." âyetinin ifâde ettiği sıfattır. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a) Onlar, ölüm sebebiyle fırsatını kaçıracakları endişesiyle hayırlara koşarlar. b) Onlar, hiç ağırlık hissetmeden, hayırları seve seve yaparlar. Buna göre şayet, "Acelecilik kınanmış birşey değil midir? Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Acele şeytandandır, teenni (acele etmeme) ise Rahmandandır" Tirmizi. Birr, 66 (4/366). buyurmuştur. Acele etme ile sürat (yarış) arasında ne fark vardır?" denilir ise, biz deriz ki: "Sür'at, bir an önce yapılması gereken şeyi yapmak manasında kullanılır. Acele bir an önce yapılması gerekmeyen şeyi yapmak manasında kullanılır. Buna göre Müsaraat (yarışma), dinî hususlardaki arzunun çok olması manasına tahsis edilmiştir. Çünkü birşeyi şiddetle arzu eden kimse, çabuk davranmayı gecikmeye tercih eder. Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Rabb'inizin mağfiretine müsaraat ediniz (koşunuz)" (Al-i İmran, 133). Yine aynı şekilde, "Ya Rabbi hoşnud olasın diye, sana yönelerek acele ettim" (Ta-hâ, 84) âyetinin delâleti ile, acele etmek mutlak manada kınanmış değildir. Sekizinci sıfat: "İşte onlar, sâlihlerdendir" âyetinin ifade ettiği sıfattır. Bunun manası, "İşte vasfedildikteri bu sıfatlara sahip olanlar yok mu, onlar halleri Allah yanında güzel olup, Allah'ın kendilerinden razı olduğu sâlihler cümlesindendir" şeklindedir. Bil ki, bu şekilde vasıflanma, medih ve övgünün zirvesidir. Buna, Kur'ân da akıl da delâlet eder. Kur'ân'ın delâlet edişine gelince bu şöyledir: Cenâb-ı Hak, peygamberlerin büyüklerini bu vasıflarla medhederek, Hazret-i İsmail, Hazret-i İdris, Hazret-i Zülkifl (aleyhisselâm) ve diğer peygamberleri zikrettikten sonra, "Onları rahmetimize soktuk. Onlar gerçekten sâlihlerdendi" (Enbiya, 86) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Allah, Süleyman (aleyhisselâm)'dan naklederek, "Rahmetinle beni de sâlih kulların arasına sok" (Neml, 19) buyurmuştur. Aynı şekilde "Şüphesiz Allah, Cebrail ve sâlih müminler o (Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in) yardımcısıdır" (Tahrim, 4) buyurmuştur. Aklın delâlet edişi ise şöyledir: "Salah" (iyi olma), Fesâdın (kötülüğün) zıddıdır. İster akide konusunda, ister fiiller konusunda olsun, olması uygun olmayan herşey fesâddır. İşte meydana gelen herşey, olması uygun olan şeyler babından olunca, "salah" (iyilik) hali meydana gelmiş demektir. Böylece sâlih olma, en mükemmel dereceye delâlet etmektedir. Sâlihler Yaptıklarının Karşılığından Mahrum Kalmazlar Hak teâlâ, bu sekiz sıfatı zikredince Onlar ne hayır işlerlerse, muhakkak ki bundan mahrum bırakılmayacaklardır. Allah takva sahiplerini çok iyi bilendir" buyurmuştur. Bu âyet-i kerime ile ilgili birkaç mesele vardır: Nüzul ve Lâfzın Hususiyeti Hükmün Umumiyetine Mani Değildîr Hamza, Kisaî ve Asımın râvisi Hafs, gâib sigasıyla olmak üzere yâ harfiyle, (......) şeklinde okumuşlardır. Çünkü söz, mâkabliyle, yani ehl-i kitabın mü'minlerini, Kur'ân okumak, namaz kılmak, 1 iman etmek, emr-i ma'rûf, nehy-i münker yapmak, hayırlarda yarışmak ve bildikleri hiçbir şeyi zayi etmeme gibi vasıflarla nitelemekle ilgilidir. Bundan maksad ise şudur: Yahudilerin cahilleri Abdullah İbn Selam'a, "Hazret-i Muhammed'e iman etmekle hüsrana uğradınız" deyince, Cenâb-ı Hak, "Aksine, onlar en büyük dereceye nail oldular" buyurdu. Böylece bunun gayesi de, o iman edenlerin kalblerınden bu câhillerin sözünün tesirini çıkarmak için, o mü'minleri yüceltmektir. Çünkü bu tabir, her ne kadar lâfız itibariyle, yukarda bahsi geçen Ehl-i kitabın mü'minlerine râci ise de, illet bakımından diğer insanlar da bu ifâdenin muhtevasına dahildirler. Diğer kıraat imamları ise, bu ifâdeyi muhâtab sigasıyla olmak üzere tâ harfiyle (......) şeklinde okumuşlardır. Buna göre bu, "Ehl-i kitabın mü'minlerin fiillerinden bahsettim" mânasında olmak üzere, mü'minlerin hepsini muhatab alan yeni başlayan bir hitaptır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Yukarda bahsedilen ehl-i kitabın müminleri de sizin cemaatinize dahil olarak ey müminler topluluğu! Ne hayır yaparsanız, ondan mahrum bırakılmayacaksınız" buyurmuştur. Bu şekilde kıraat etmenin faydası, bu âyetin hükmünün lâfız bakımından bütün mükelleflere şâmil olmasını temin etmektir Bu âyetin benzeri âyetlerin de, herhangi bir topluluğa ve sınıfa tahsis edilmeksizin, bütün insanlara hitab edici bir biçimde getirilmesi de bu durumu kuvvetlendirmektedir. Meselâ, "Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir" (Bakara, 197); "Ne hayır infâk ederseniz, onun karşılığı size tastamam verilecektir" (Bakara, 272) ve "Kendiniz için önden ne hayır yollarsanız, Allah katında onu bulacaksınız" (Bakara, 110) âyetleri gibi... Ebû Amr'dan ise, her iki kıraatle de okuduğu nakledilmiştir. (......) tabirinin mânası, "Onun sevabı ve mükâfaatından mahrum bırakılmayacaksınız" demektir. Cenâb-ı Hak, karşılığını vermemeyi, şu iki sebepten dolayı (örtmek, karşılığını vermemek, men etmek) kelimesiyle ifâde etmiştir. a) Allahü teâlâ mükâfaat vermeyi "şükr" kelimesiyle ifâde etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Çünkü Allah, tâatlerin ecrini veren (......) ve hakkıyla bilendir" (Bakara, 158) ve "işte onların çalışmaları meşkûr (ve makbul) olur" (isra, 19) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, mükâfaat vermeyi şükr olarak adlandırınca, vermemeyi de küfr olarak isimlendirmiştir. b) Arapça "küfür" kelimesi, örtmek, gizlemek anlamına gelir. Örtmek, gizlemek manasına geldiği için, mükâfaat vermemek küfür olarak tavsif edilmiştir. Buna göre eğer, ve kelimeleri tek bir mef'ûl alırken, meselâ (nimete şükretti) ve "Onu gizledi, örttü, nankörlük etti" denilirken, Hak teâlâ burada niçin buyurarak, kelime iki mef'ûl almıştır?" denilirse, biz şöyle deriz: Biz burada kullanılan "küfr" maddesinin men etmek ve mahrum bırakmak manalarına geldiğini beyan etmiştik. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Sizler ondan, mahrum bırakılmayacaksınız, onun ecrinden men olunmayacaksınız..." demiş olur. "İhbât" (iyi amellerin yani sevapların düşürülmesi) görüşüne kail olup "muvazene" yani (sevaplarla günahların denk olma) fikrini ileri sürenler bu âyetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Âyetin sarih ifâdesi, kulun fiilinin tesirinin kula mutlaka ulaşması gerektiğine delâlet etmektedir. [(Yapılan iyiliğin) kötülükten belli bir miktarı sürmediğini kabul ettiğimiz halde, yapılan kötülükle belli bir miktar iyiliğin geçersiz olduğunu kabul edersek, bu durumda âyetin mânası fiil düştüğü halde, o şahıstan o miktarda bir sevap düşürülmezse (eksiltilmezse), bu âyetin muktezası geçersiz olur.] Bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yapmışsa onu görecek. Kim de zerre ağırlığınca şer yapmışsa, onu görecektir" (zilzâl, 7-8) âyetleridir. Cenâb-ı Hak sonra, "Allah takva sahiplerini çok iyi bilendir" buyurmuştur. Bunun manası ise şudur: Allahü teâlâ onların mahrum edilmeyeceklerini ve kendilerine bir karşılığın mutlaka verileceğini haber verince, bunun delilini zikretmiştir, o da şudur: "Mükâfaat ve karşılık vermeme ya unutmadan dolayı olur; böyle bir şey ise, Allah hakkında mümkün değildir. Çünkü O, her türlü malumatı bilendir. Veyahut da böyle bir şey aczden, cimrilikten ve kendisinin ona ihtiyacı olmasından ileri gelir ki, böyle bir şey de imkânsızdır. Çünkü Allah, sonradan olan bütün varlıkların ilâhıdır. Binâenaleyh "Allah" lafzı, O'nun hakkında acziyyetin, cimriliğin ve muhtaç olma halinin bulunamayacağına delâlet eder. O'nun alîm vasfı da, O'nun hakkında cehaletin söz konusu olamıyacağma delâlet eder. Bütün bu haller Allah hakkında muhal olunca, bir karşılık ve mükâfaat vermeme işi de imkansız olur. Çünkü bir şeyin hakkını vermemek, ancak saydığımız sebeplerden ileri gelir... Allah en iyi bilendir. Hak teâlâ, müttakîferi bol sevapla müjdelemek ve kendi katında ancak muttaki olanların kurtuluş ve başarıya nail olacağına işaret etmek için, her şeyi bildiği halde, burada, "Allah takva sahiplerini çok iyi bilir" buyurarak, yalnız müttakileri zikretmiştir. Kafirlere Malları da, Evlâtları da Fayda Vermez 116"O inkâr edenler yok mu? Onların ne malları ne de evlatları Allah'ın azabını önlemekte asla kendilerine fayda veremeyecektir. İşte bunlar, cehennem ehlidirler. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar" . Bil ki Allahü Teâlâ, men' ile teşvik etmenin; va'ad ile vaîdi birlikte zikretmek için, bir keresinde, ikâb ve cezalandırılma konusunda kâfirlerin durumunun; bir Keresinde de. sevap ve mükâfaat konusunda mü'minlerin halinin nasıl bahsetmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak, Ehl-i kitaptan iman eden kimseleri, önce geçmiş olan güzel sıfatlarla niteleyince, bunun peşinden de o kâfirlere olan va'idini getirerek, "O inkâr edenler yok mu? Onların ne malları, ne de evlatları... fayda veremeyecektir" buyurmuştur. Âyette birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, "O inkâr edenler" tavsifi hakkında şu iki açıklama vardır: 1 - Bundan murad, kâfirlerin bir kısmıdır. Sonra bu görüşte olanlar, şu izahları yapmışlardır: d) İbn Abbas şöyle demiştir: Cenâb-ı Hak bu tabirle Kurayza ve Nadîr kabilelerini kastetmiştir. Çünkü Hazret-i Peygambere karşı gelme hususunda yahudilerin liderlerinin maksatları, sadece maldır. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki, "Âyetlerimi az bir paha ile değişmeyin..." (Bakara. 41) âyetidir. b) Bu, Kureyş müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Çünkü Ebu Cehil, malı ile çok iftihar ediyordu. İşte bundan dolayı hakkında, "Biz, onlardan önce nice nesilleri helak ettik ki onlar mal ve gösterişçe daha güzeldiler" (Meryem. 75) ve "Öyleyse (durmasın) meclisini davet edip (toplasın). Biz de zebanileri çağırırız" (Alak. 17-18) âyetleri nazil olmuştur. c) Bu âyet-i kerime, Ebû Süfyan (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Çünkü O, Bedir ve Uhud savaşlarında, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e düşmanlıkla müşriklere çokça mal verip vardım etmiştir. 2- Ayet, bütün kâfirler hakkında umûmîdir. Çünkü onların hepsi, mallarının çokluğu ile üstünlük taslıyor, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabını fakir olduktan için ayıplıyorlardı. Onların ortaya attıkları şüphelerden birisi de şöyle demeleridir: "Eğer Muhammed hak üzere olsaydı, Rabbi onu böyle fakirlik ve sıkıntı içinde bırakmazdı." Ve çünkü âyetin lâfzı umûmîdir ve onu tahsis edip (sınırlayacak) herhangibir delil yoktur. Lâfzı umûmî manası üzere bırakmak gerekir. Birinci görüşte olanlar şöyle diyebilirler: "Allahü teâlâ bu âyetten sonra, "Onların infâklarının misali" (Al-i İmran, 117) buyurmuştur. Ayetteki (infâk ederler..) ifâdesindeki Cemî zamiri, 'İnkâr edenler..." tabirinden anlaşılan kimselere râcîdir. Âyetteki" (......) kelimesi, kâfirlerin bir kısmına hastır. Binâenaleyh bu ifâdenin de, "hâs" olması gerekir. Allahü teâlâ, bu âyette bilhassa malları ve çocukları zikretmiştir. Çünkü cansızların en faydalısı mallar, canlıların en faydalısı ise çocuklardır. Daha sonra Hak teâlâ, kâfirlerin, âhirette bu iki şeyden kesinlikle faydalanamayacaklarını beyân buyurmuştur ki bu, onların o iki şeyin dışındaki şeylerden öncelikle faydalanamayacaklarını gösterir. Bunun bir benzeri de, "O günde ne mal fayda verir, ne de oğullar.. Ancak Allah'a tamamen setim bir kalp ile gelenler müstesna..." (şûarâ, 88-89); "Hiçbir kimsenin hiçbir kimseye hiçbir fayda veremeyeceği bir günden korkun...." (Bakara, 48); "Onların hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak (kadar) şeyi fidye verse bile, katiyyen makbul olmaz.." (Al-i İmran, 91) ve "Sizi bizim huzurumuza yaklaştıracak olan, ne mallarınız ne de evlatlarınızdır..." (sebe'. 37) âyetleridir. Allahü teâlâ, onların, çocuklarından ve mallarından istifâde edemeyeceklerini beyan buyurunca, "İşte bunlar cehennem ehlidir.'Onlar, orada ebedî kalıcıdırlar" buyurmuştur. Alimlerimiz bu âyeti, günahkar müslümanların cehennemde ebedî kalmayacaklarına delil getirmiş ve şöyle demişlerdir: "İşte bunlar cehennem ehlidir" âyeti, hasr (sadece) manası ifâde eder. Çünkü "İşte bunlar Zeyd'in arkadaşlarıdır, başka kimseler değil" ve "bundan istifâde edenler, işte bunlardır; başkaları değil.." denilir. Bu cümle hasr ifade ettiğine göre, cehennemde kâfirlerden başka hiç kimsenin ebedi kalmayacağı sabit olmuş olur. Kâfirlerin Harcadıkları Mal Boşa Gider 117"Onların bu dünya hayatında İnfak ettikleri şeyin misali, kendilerine zulmeden kavmin ekinlerini vurup mahveden kavurucu ve soğuk bir rüzgarın hâli gibidir. Onlara Allah zulmetmedi. Fakat kendileri kendilerine zulmediyorlar" . Bil ki Allahü Teâlâ, kâfirlere mallarının fayda vermeyeceğini beyân edince, onlar matlarını bazan çeşitli hayır yollarında harcadıkları için, insanın aklına onların bu gibi infaklarından faydalanabilecekleri geliyor. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, o şüpheyi bu âyetle izale edip, onlar bu infâklarıyla Allah'ın rızasını kastetmiş olsalar bile, bundan faydalanamayacaklarını beyân buyurmuştur. Bu Âyetteki Teşbihin Nevi ve İfâde Ettiği Mâna Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır: Birinci Mesele "Mesel" (misâl) teşbih için çok kullanıldığından dolayı adetâ benzetilen şeyin bir alemi gibi olan benzer şey demektir. Netice-i kelâm, soğuk rüzgârın ekinleri yok edip helak etmesi gibi, onların küfürleri de infaklarının sevabını yok edip boşa çıkarır. İmdi şayet, "Bu takdirde onların infâkları, helak olan ekine benzetilmektedir. O halde, infakları kavurucu ve soğuk bir rüzgâra nasıl benzetilir?" denirse, biz deriz ki "Teşbih (benzetme), iki kısımdır: 1- İki cümlenin cüzleri arasında benzerlik bulunmasa bile, iki cümlenin maksatları arasında bir benzerliğin bulunması; buna, teşbih-i mürekkeb ismi verilir. 2- İki cümleden kastedilen şeyler ile, iki cümlenin cüzleri arasında bir benzerliğin bulunması... Binâenaleyh biz âyetteki teşbihi, birinci kısım benzetmeden sayarsak, böyle bir soru zail olmuş olur. Fakat onu ikinci kısım teşbihten kabul edersek, bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Bunun takdiri, "küfürlerinin, infâk ettikleri şeyi yok etmede misali, ekini helak eden rüzgâr gibidir" şeklindedir. b) "Onların infaklarının misâli, rüzgârın helak ettiği şey gibi, yani ekin gibidir." c) Belki de Cenâb-ı Hak, "İnfak ettikleri şey..." ifâdesini, onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı asker toplamak ve O'na eziyet vermek için yaptıkları infaklara (harcamalara) işaret için getirmiştir. Bu infâk, onların yaptıkları hertürlü hayır ve taatı helak etmiştir. Bu izaha göre herhangibir takdir, takdim veya te'hire ihtiyaç duyulmaksızın, teşbih dosdoğru olmaktadır. Bunun manası şöyledir: "Onların daha önce yapmış oldukları iyi ve güzel şeyleri boşa çıkarma hususunda infaklarının misali, ekini yok etmede kavurucu ve soğuk bir rüzgâr gibidir." Bu izah, burayı yazarken hatırıma gelen bir izahtır. Çünkü onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e eziyet için yaptıkları harcamalar, küfrün en büyüğünden ve sâlih amelleri boşa çıkarmada en müessir şeylerdendir. İnfaktan Burada Murad Olunan Şey Alimler, infakın tefsiri hususunda ihtilaf etmiş ve şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir: 1- Burada infaktan murad, onların âhirette istifâde etmeyi umdukları bütün amelleridir. Allah, bunu infâk diye isimlendirmiştir. Nitekim O, "Şüphesiz ki Allah, (kendi yolunda) savaşan ve bu uğurda öldürüp öldürülen mü'minlerin canlarını ve mallarını, karşılığında cennet (vermek) üzere satın almıştır. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da O'nun üzerine hak bir vaaddır. Allah kadar ahdine vefa eden kimdir? O halde (ey mü'minler) yapmış olduğunuz bu alış-verişten dolayı sevinin..." (Tevbe, 111) buyurmuş ve bu işi bir alış-veriş olarak nitelemiştir Bu izahın doğruluğuna, "Siz, sevdiğiniz şeylerden Infak etmedikçe, asla iyiliğe ermiş olamazsınız.." (âl-i imran, 92) âyeti ile, ve "Mallarınızı aranızda bâtıl (yollar) İle yemeyin" (Nisa, 29) âyet-i kerimesi delâlet eder. Bu âyetlerdeki iyilik ve yemeden murad, bütün hayır işleri ve hertürlü faydalanmadır. 2- En münasib olan, buradaki infaktan muradın, mal infakı olmasıdır. Bunun delili ise, bu âyetten önce gelen, "Onların ne malları ne de evlatları Allah'ın azabını önlemekte asla kendilerine fayda veremeyecektir" âyetidir. "İnfâk edenlerden" maksad, bütün kâfirler veya bazı kâfirlerdir. Bu hususta iki görüş vardır: 1- Bundan murad, bütün kâfirlerdir. Çünkü hepsinin infakı da ya dünya ya da âhiret menfaatından dolayı olur. Eğer bunlar dünyevî menfaattar için yapılmış ise, bunun kâfir şöyle dursun, müslüman hakkında da bir faydası yoktur. Eğer âhiret menfaati için yapılmış ise, o bundan âhirette de istifade edemez. Çünkü inkârı. onun kâfirin bundan istifade etmesine mânidir. Böylece kâfirlerin her türtü nfakmın, âhirette bir fayda vermeyeceği sabit olmuş olur. Belki de onlar mallarını, marethaneler, ribatlar ve köprüler yapmak, fakir, yetim ve dullara iyilik etmek gibi hayır yollarında infâk etmişlerdir. Bu şekilde infâk yapan, bunlara karşılık büyük sevaplar umar. Fakat âhirete vardığında, küfrünün bütün bu hayırları silip götürdüğünü görür. Böyle bir kâfir, bir ekin ekip de ondan büyük verim bekleyen, fakat ortalığı kasıp kavuran bir rüzgârın isabeti ile ekini yanan ve bundan dolayı elinde sadece üzüntü ve keder kalan bir kimse gibi olur. Bu durum, kâfirlerin mallarını hayır yollarında harcamaları halinde böyledir. Ama, mesela Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e eziyet etme, müslümanları öldürme ve beldelerini harap etme gibi iyi bir iş yapıyoruz zannı ile iş yaparken aslında isyan yapma hallerine gelince, işte bu durumda birinci durum hakkında verdiğimiz hüküm bu durum için daha doğru ve daha kuvvetli olarak vardır. Bu âyetin benzeri, "Biz, orûann yaptıktan işlere yöneldik ve onları saçılmış zerreler (değersiz şeyler) yaptık " (Furkan, 23); "Kâfirler şüphe yok ki mallarını, (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcarlar. Onlar, o (mallarını) infâk edecekler, sonra bu onlara bir yürek acısı olacak.." (Enfal, 36) ve O, kâfirlerin amelleri çöldeki bir serap gibidir.." (Nur, 39) âyetleridir. Bütün bu âyetler, kâfirlerin iyiliklerinin sevap getirmediğine delâlet eder. Bütün bu hususlar, "Allah mcak müttakilerin (İyiliklerini) kabul eder" (Mâide. 27) âyetinde toptan ifâde edilmiştir. Bu, en kuvvetli ve en doğru görüştür. Bil ki, biz bu âyet-i kerimeyi, kâfirlerin âhirette ellerinin boşa çıkacağı şeklinde açıkladık. Yine, bu âyet-i kerimenin, kâfirlerin dünyada ellerinin boşa çıkacağı manasıyla tefsir edilmesi de uzak bir ihtimal değildir. Çünkü onlar, asker toplayıp ordular kurmak için çok mal hacamışlar, birçok meşakkatlere katlanmışlar; sonra da iş onların aleyhine dönmüş, Allah İslâm'ı üstün kılarak onu kuvvetlendirmiş, kâfirlerin bu harcamalarından ise, geriye sadece hayal kırıklığı ve hüsran kalmıştır. 2- Bundan murad, kâfirlerin bir kısmının durumunu bildirmektir. Bu görüşe göre, âyetin izahı hakkında birkaç görüş bulunmaktadır: a) Münafıklar mallarını Allah yolunda harcıyorlar, ama bu "takiyye" yoluyla ve mûslümanlardan korktukları için oluyordu.. Böylece müslümanlara "müdârâ" yapıyorlardı. İşte âyet, onlar hakkında nazil olmuştur. b) Âyet-i kerime, Bedir gününde, Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) aleyhine dayanışma içine girdikleri zaman Ebu Süfyân ve yandaşları hakkında nazil olmuştur. c) Âyet-i kerime, yahudilerin en adi ve sefil tabakasının, tahrifte bulunmaları için kendi âlimlerine harcamada, infakta bulunmaları hakkında nazil olmuştur. d) Bundan murad, o (bazı) kâfirlerin, tnfâk ettikleri ve aslında böyle olmadığı halde, Allah'a bir yakınlaşma vesilesi olmasını umdukları şeylerdir. Âlimler (kavurucu soğuk rüzgâr) kelimesi hakkında ihtilâfa düşerek, birkaç izah yapmışlardır: a) Müfessirlerin ve dilcilerin ekserisi şunu demiştir: (......) kelimesi, şiddetli soğuğa denilir." Bu, İbn Abbas, Katâde ve İbn Zeyd'in görüşüdür. b) (......) kelimesi, sıcak ve yakıcı rüzgâra, (âdeta) kaynayan ateşe denilir. Bu, Ebu Bekr el-Esamm ve Ebu Bekr İbn el-Enbari'nin tercihidir. İbnu'l-Enbarî şöyle demiştir: "Ateş, alevlendiği sırada bir ses çıkardığı için (......) diye isimlendirilmiştir. Yine kapının gıcırtısına, (......) denilir. "Şiddetli soğuk, ürkütücü ses çıkaran rüzgâr" kelimesi ise meşhurdur, (......) kelimesi ise, sayha, çığlık anlamındadır. Nitekim şu âyette de bu anlamdadır: "Derken karısı çığlık atarak geldi" (Zariyat, 29). İbnu'l-Enbarî senediyle İbn Abbas'tan, O'nun ifadesi hakkında "Onda bir ateş vardır" dediğini rivayet etmiştir. Her iki görüşe göre de, teşbihten kastedilen gaye elde edilmiştir. Çünkü, bu rüzgâr, helak edici soğuk bir rüzgâr da olsa birdir, yakıcı ve hararetli bir rüzgâr da olsa birdir. Çünkü her iki durumda da o, ekini ve mahsûlü yok eder.. Böylece de teşbih yerinde ve doğru olmuş olur. Mu'tezile bu âyet ile, amellerin "ihbâf'ına istidlal etmiştir. Onlara göre: "Bu böyledir, çünkü, nasıl bu rüzgâr o ekinleri yok ediyorsa, bunun gibi küfür de yapılmış olan "infakı" yok etmekte, geçersiz kılmaktadır. Bu da ancak biz, "Eğer küfür olmasaydı, bu infâk âhirette faydalar temin etmeyi gerektirecekti " dediğimizde o doğru olur. O zaman da "ihbât" görüşünü öne sürmek sahihtir." Bizim âlimlerimiz buna şöyle diyerek cevap vermişlerdir: "Amel sevabı, ancak va'ad hükmünden dolayı gerektirmektedir. Allah'ın va'adi ise, imanın bulunmasıyla mukayyettir. Küfür bulunduğundaysa, şart bulunmadığı için şarta konu olan şey de bulunamaz.. Çünkü küfür onu, daha önce bulunuyorken izâle etmiş, yok etmiştir. "İhbât" görüşünün batıl olduğuna dair deliller Bakara sûresinin tefsirinde (Ayet. 217) geçmişti. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Kendilerine zulmeden bir kavmin ekinlerini vurup..." buyurmuştur. Bu tabir hakkında bir soru bulunmaktadır. Oda: "Niçin "Kavmin ekinlerini vurup" demekle yetinilmemiş de, "kendilerine zulmedenler" ifâdesi getirilmiştir? Bundaki fayda nedir?" denilrnesidir. Deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerine zulmedenler" tabirinin tefsiri hususunda şu iki izah yapılmıştır: a) Onlar Allah'a isyan ettiler, böylece de, kendilerine bir ceza olsun diye, ekinlerinin helak olmasına müstehak oldular. Bu ifâdenin zıkredilmesindeki gaye de şudur: "Bu, onların infâk ettikleri şeyleri, ortadan tamamen kaybolan, kendisinden geriye hiçbir şey kalmayan bir şeye benzetmektir." Kâfir olan zâlimlerin ekini ise, külliyen yok olup giden ve kendisinden, ve dünyada ve de âhirette hiçbir fayda temin edilemiyen bir ekindir. Müslüman mü'minlerin ekini ise, külliyyen kaybolmaz. Çünkü onun ekini görünürde, maddi olarak gitse bile, mâna bakımından kaybolmaz. Çünkü Allahü teâlâ, ekinlerinin maddi olarak gitmesi sebebiyle onlara arız olan bu üzüntüye mukabil, onların sevabını arttırır. b) Bu ifâdeden maksat, onların, ekinlerini ekilmeyecek bir yere ekmiş veyahut da ekim zamanının dışında ekmiş olmalarıdır. Çünkü "zulm", bir şeyi uygun olmadığı yere koymaktır. Bu açıklamaya göre, "vech-i teşbih" kuvvetlenmektedir. Çünkü ekini yerinde ve zamanında yapmayan kimse, mutlaka ziyan eder. Sonra bu ekine soğuk rüzgâr da isabet edince, onu eken haydi haydi ziyana uğrar. Burada da böyledir; çünkü kâfirler infâkı yerinde ve zamanında yapmayıp, ayrıca da buna küfürlerinin uğursuzluğu isabet edince onun ziyankâr olmaması imkânsız olur. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak sonra, "Onlara Allah zulmetmedi Fakat kendileri kendilerine zulmediyorlar" buyurmuştur. Bu tabirin mânası şudur: "Allahü Teâlâ, onların infaklarını kabul etmemek suretiyle onlara zulmetmemiştir. Fakat onlar, bu infâk ve harcamaları, Allah katında makbul olmalarına mâni olacak bir biçimde yapmış oldukları için, kendilerine zulmetmişlerdir." Sâhib-i Keşşaf şöyle demiştir: (......) kelimesi, Fakat nefislerine, onlara zulmediyorlar..) anlamında, şedde ile (......) şeklinde okunmuştur. (......)deki şan zamirinin düştüğünü kabul ederek, (......) şeklinde okumak caiz değildir. Çünkü bu, ancak şiirde caiz olur. Müminlerden Başkasını Sırdaş Edinmeyin 118"Ey iman edenler! Kendilerinizden başkasını sırdaş edinmeyin. Onlar, size kötülük yapmakta hiç kusur etmezler, size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Şüphesiz, onların kin ve buğzlan, ağızlarından taşmış, dışa vurmuştur. Göğüslerinde gizledikleri ise, daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, biz size âyetlerimizi açıkladık" . Bil ki Allahü Teâlâ, mü'min ve kâfirlerin hallerini açıklayıp izah edince, bu âyette, mü'minleri kâfirlere karışmaktan sakındırmaya başlamıştır. Burada birkaç mesele vardır: Âlimler, Allahü Teâlâ'nın, mü'minleri, kendileriyle içti dışlı olmaktan nehyetmiş olduğu kimselerin kimler olduğu huşunda ihtilâf edip şu görüşleri ileri sürmüşlerdir: a) Bunlar, yahudilerdir. Çünkü (Medine'li) müslümanlar, yahudilerle kendileri arasında süt kardeşliği ve çeşitli andlaşmalar bulunduğu için her ne kadar din konusunda kendilerine muhalefet etseler bile, geçim meselelerinde kendilerinin İyiliklerini isterler zannıyle, onlarla müşaverede bulunuyorlar ve onlara yakınlık duyuyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu âyetle onları bundan nehyetmiştir. Bu görüşü benimseyenlerin delili şudur: "Bütün bu âyetler, baştan sona kadar yahudilere hitap etmektedir. İşte bunun gibi, bu âyet de böyledir." b) Bunlar, münafıklardır. Bu böyledir, çünkü mü'minler, münafıkların sözlerinin zahirine aldanıyor ve onların doğru söylediklerini zannederek, onlara kendi sırlarını ifşa ediyor ve onları, kendi gizli hallerine muttali kılıyorlardı. İşte bundan dolayı Allahü Teâlâ onları, bundan men etmiştir. Bu görüş sahiplerinin delili ise, Hak teâlâ'nın, bu âyetten sonra gelen, "Sizinle buluştukları zaman, "inandık" derler. Aralarında başbaşa kaldıkları zaman da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının ucunu ısırırlar" (Âl-i imran, 119) âyetidir. Malumdur ki bu hal, yahudilere uygun düşmez. Bilakis bu, münafıkların sıfatıdır. Bunun bir benzeri de, Bakara süresindeki, "Onlar iman edenlerle karşılaştıkları zaman, "inandık" derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarındaysa, "iyi biliniz ki biz sizinle beraberiz. Biz ancak alay ediyoruz" derler" (Bakara, 14) âyetidir. c) Bundan murad, kâfirlerin bütün nevileridir. Bunun delili de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendinizden başkasını" buyurmasıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, mü'minleri, mü'minlerden başkasını sırdaş edinmekten men etmiştir. Buna göre bu, bütün kâfirlerden nehyetmek olmuş ve Cenâb-ı Hak, "Ey İman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin" (Mümtehine, 1) buyurmuştur. Bu hususu şu rivayet de tekid etmektedir: Ömer İbnu'l-Hattab (radıyallahü anh)'a şöyle denilmiştir: "Burada, hıfz bakımından kendisinden daha kuvvetli ve daha güzel yazı yazan bir kimse, bilinmeyen Hîre'li bir hristiyan bulunmaktadır. Eğer münâsib bulursan, biz onu kendimize kâtib edineceğiz.." Hazret-i Ömer bunu kabul etmeyerek, "Bu durumda sen, mü'minlerden başkasını sırdaş edinmiş olursun" dedi ve bu âyeti, müslümanlardan başkalarını dost edinmekten nehyetmeye bir delil kabul etti. Bazı âlimlerin bu âyetten sonraki kısmın münafıklardan bahsettiğini delil getirerek bu görüşü reddetmeleri, âyetin baş tarafının umum ifâde etmesine mâni değildir. Çünkü Usûl-ü fıkıhta şu kaide bulunmaktadır: Âyetin evveli umum, sonu da hususî olursa, âyetin sonunun hususî olması, başının umûmî olmasına mani değildir. Bıtane (Sırdaş) Kelimesinin Mânası Ebu Hatîm, Esmâî'den rivayet ederek şunu söylemiştir: Bir kimse, bir kimsenin çok yakın arkadaşı olup, onun işlerinin iç yüzüne vakıf olduğu zaman, denilir. Buna göre kendisiyle müfred ve cem'in adlandırılmış olduğu bir masdardır Bir kimsenin durumlarına muttali olup iç yüzüne vakfı olan kimseler hakkında da denilir. Kelimenin aslı, dış yüzün tersi olan "batn", "karın" kelimesidir. Elbisenin asdarına da, denilmesi de bundandır. Netice olarak; kişinin kendisine yaklaştırıp, sırdaşı edindiği kimseye denilir. Çünkü bu kimse, ona çok yakın olma hususunda, neredeyse onun karnına yakın gibidir, onunla içli dıştı olmuş gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu buyruğu, nefy siyakında nekre olarak gelmiştir. Ki bu da, umûm ifâde etmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizden başkaları..." kaydı hakkında birkaç mesele vardır: (......) kaydının manası, "müslümanlardan başkaları", "Sizin din kardeşlerinizden başkası" şeklindedir. lafzını bu mânaya hamletmek güzeldir. Nitekim bir kimse, Kardeşlerimize ihsanda, ikramda bulundun" manasını kasdederek, "Bize lütfettin, bize ihsanda bulundun" der. Cenâb-ı Hak da, onların atalarının yaptığını kastederek, "Haksız yere peygamberleri öldürürler" (Âl-i İmran, 21) buyurmuştur. Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinde iki ihtimal bulunmaktadır: a) Bu kaydın, O'nun, "edinmeyiniz..." ifadesiyle ilgili olmasıdır. Yani, "sizin dışınızda hiç kimseyi dost edinmeyiniz" demektir. b) Bu ifâdenin, âyette geçen İflas (sırdaş) kelimesinin sıfatı olmasıdır. İfâdenin takdiri ise, "'Sizin dışınızda olan bir dost, sırdaş edinmeyin"şeklindedir. Buna göre şayet'ü ifadesiyle ifâdesi arasında ne fark vardır?" denilirse, biz şöyle deriz: Sîbeveyh şöyle demiştir: "Araplar, en mühim olanı ve kendilerini daha çok ilgilendiren şeyi önce zikrederler. Burada maksat, sırdaş edinme değildir. Buradaki maksat, onlardan sırdaş edinme meselesidir. Böylece, "sizin dışmızdakileri dost edinmeyiniz" ifâdesi, maksadı anlatmada daha güçlü bir ifade olmuş olur. Bu ifâdenin başındaki edatının zaid olduğu söylendiği gibi, tebyîn için olduğu da söylenmiştir ki, bu durumda mâna, "Dininizin münteşibleri dışında kalanlardan dost edinmeyiniz..." şeklinde olur. Buna göre eğer, "Bu âyet, mutlak anlamda, kâfirlerden dost edinmenin yasak olmasını ifâde eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizinle din hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızdan Allah sizi men etmez" (Mumtehine. 8) ve "Allah sizi ancak, sizinle din muharebesi yapmış olanlardan men eder..." (Mümtehine, 9) buyurmuştur. O halde, bu iki durum nasıl uzlaştınlabilir?" denilirse, biz deriz ki: "Hususî olan hükmün, umumî olan hükme tercih edildiği hususunda şüphe yoktur..." Bu Sırdaşlığı Yasaklamanın Sebepleri Bil ki, Allahü Teâlâ mü'minleri, kâfirleri sırdaş edinmekten men edince bu yasaklamanın sebeplerini de şöylece beyan buyurmuştur: 1- Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar size kötülük yapmakta hiç kusur etmezler" buyruğudur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Keşşaf sahibi şöyle demektedir: Bir kimse bir işte kusur ettiği zaman, denilir. Sonra bu kelime, Arapların tazminî olarak şeklindeki kullanışlarında iki mef'ûl almıştır ve bunun manası şöyledir: "Senden nasihatimi esirgemedim ve sana karşı elimde olan hiçbir imkânı esirgemedim." (......) fesâd ve noksan manasınadır. Nitekim (şairler) "Tek başınıza olduğunuz sürece ancak, pazusu eksik bir el gibisiniz" yani "pazusu güçsüz" demişlerdir. Yine, aklı noksan olan kimseye, (......) denilmesi de böyledir. Hak teâlâ da, "Eğer içinizde onlar da (savaşa) çıksalardı, size şer ve fesadı artırmaktan başka birşey yapmazlardı" (Tevbe, 47) buyurmuştur. Âyetteki "(Onlar) size kötülük yapmakta hiç kusur etmezler' ifâdesi, "Onlar, sizi zarara sokmak ve sizin işlerinizi bozmak hususunda olanca gayretlerini sarfederler" temektir. Nitekim, "Ona nasihat hususunda elimden geleni yaptım" manasında yine şer için de "Ona elimden gelen kötülüğü yaptım" Dördüncü Mesele Âyetteki (......) kelimesini, bizim de söylediğimiz gibi, burada iki mef'ûl alan fiili nasbetmiştir. Bu kelimenin, mef'ul-ü mutlak olduğu için nasbedilmi olduğunuda söyleyebilirsin. Çünkü tabirinin manası, “Size kesinlikle kötülük yapamazlar" demektir. 2- Cenâb-ı Hakk'ın, "Size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler" ifâdesidir. Bununla ilgili bir kaç mesele vardır: "Onu sevdim" manasında (......) denilir. Burada geçen (......) kelimesi, zarar ve zorluğun ileri derecesi demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah dileseydi, sizi muhakkak zorluğa ve meşakkate sokardı" (Bakara. 220) buyurmuştur. Âyetteki (......) lâfzı, mâ-i masdariyyedir. Şu âyette olduğu gibidir: "Size olan bu (azab), yeryüzünde haksız yere ttneıfiden ve taşkınlık göstermenizdendir" (Mümin. 75) yani, şımarıklığınız ve taşkınlığınız sebebiyledir. Ve 'Göğe ve onu bina edene, yere ve onu yayıp döşeyene yemin olsun.." yani, onu yapana, onu döşeyene..." (Şems, 5-6). Âyetin takdiri, "Onlar, gerek dininiz, gerekse dünyanız hususunda sizi çok zarara sokmayı arzularlar" şeklindedir. Vahidî (r.h), müste'nef bir cümle olduğu için, bu ifâdenin i'rabtan bir mahalli olmadığını söylemiştir. Bu ifadenin, Allah lâfzının sıfatı olduğu da ileri sürülmüştür ki bu doğru değildir. Çünkü bu lâfız, "size kötülük yapmakta hiç kusur etmezler" cümlesiyle tavsif edilmiştir. Eğer, "Size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler" cümlesi de, o lâfzın sıfatı olmuş olsaydı, o zaman iki sıfatın arasına atıf harfinin gelmesi gerekirdi. Allah'ın "Size kötülük yapmakta hiç kusur etmezler.." buyruğu ile, "Size sıkinn verecek şeyleri arzu ederler.." buyruğu arasında, mana bakımından şu farklar vardır: a) Onlar, dininizi bozmada kusur etmezler. Eğer buna muvaffak olamazfarsa, en büyük zararlara düşürmeyi arzu ederler. b) Onlar, dünyevî işlerinizi bozmada kusur etmezler. Onlar bunu yapamadıkları zaman, sizi zarar ve zorluğa düşürme arzuları yok olmaz. c) Onlar, sizin işlerinizi bozmada kusur etmezler. Eğer onlar, başka bir engelden dolayı bunu yapamazlarsa, bunu yapma arzusu kalblerinden yine de gitmez. 3- Allahü teâlâ'nın, "Buguzlan ağızlarından taşmış, dışa vurmuştur" ifadesidir. Bununla ilgili olarak da birkaç mesele vardır: (......) en şiddetli kin manasınadır. (en büyük zarar) kelimesine nazaran, (zarar) kelimesi nasıl ise, (......) kelimesine nazaran (......) kelimesi de aynıdır. (......) kelimesi (ağız) kelimesinin cem'idir. Bunun aslı (......) kelimesidir. Bunun delili ceminin şeklinde gelmesidir. (komşu) kelimesinin cem'i ve (tasma) kelimesinin cem'i de şeklinde geldiği gibi, (......) kelimesi de Siyi şeklinde cemi olmaktadır. Bir insan güzel söz söylediğinde ağzı geniş olduğu zaman denilir. Binâenaleyh (ağız) kelimesinin aslının vezni üzere, olduğu; sonra hafiflik olsun diye hâ harfinin hazfedilip, vâvın yerine, her ikisi deşefevi (dudak) harflerinden olduğu için mîm harfinin getirilmiş olduğu sabit olmaktadır. Hak teâlâ'nın, "Buguzlan ağızlarından taşmış, dışa vurmuştur" buyruğunun, münafıklar hakkında olduğunu söylerse, tefsirinde şu iki izah yapılır: a) Münafığın, sözünde nifakına delâlet eden ve sevgi ile nasihat hususunda samimiyetten uzak olduklarına delâlet eden birşey mutlaka bulunur. Bunun bir benzeri de, "Andolsun ki sen onları, sözlerindeki üslûbundan tanırsın..." (Muhammed. 30) âyetidir. b) Katâde şöyle demiştir: "Birbirlerini bu durumdan haberdâr ettikleri için, müslümanların münafık ve kâfir dostlarından buğuz dışa vurur." Fakat bu ifâdenin yahudiler hakkında olduğunu söylersek, bu durumda âyetin tefsiri, "Onlar, sizin peygamberinizi ve kitabınızı yalanladıklarını açıkça gösterir ve sizi cahillik ve ahmaklık ile nitelerler. Birisinin cehalet ve ahmaklıkta ısrar ettiğine inanan kimsenin onu sevmesi imkânsız olur ve ona her durumda kesin buğzeder. İşte Cenâb-ı Hakk'ın "(Onların) buguzlan ağızlarından taşmış, dışa vurmuştur" buyruğundan maksadı budur. Sonra Cenâb-ı Hak, "Göğüslerindegizledikleri ise, daha büyüktür" buyurmuştur. Yani, "Münafığın dilinde tezahür eden kin ve buğz alâmetleri onun kalbinde yer eden nefretten; yine onun lisanında zuhur eden kin alâmetleri, onun kalbinde bulunan kindarlıktan daha azdır", demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, mü'minlere, bu sırları ortaya koyup izhar etmesini, onlara olan nimetlerinden birisi olduğunu beyân buyurarak, "Eğer düşünürseniz, yani akıl, anlayış ve dirayet ehlinden iseniz, biz size âyetlerimizi açıkladık" demiştir. O'nun, ifâdesi, "Dost ve düşman olmaya müstehak olan durumları eğer ayırd edebilirseniz" şeklinde de tefsir edilmiştir ki, maksat, insanları bu âyeti düşünme ve bu delilleri tefekkür etme hususunda aklı kullanmaya teşvik etmektir. Allah en iyi bilendir. Siz Onları Sevseniz de Onlar Sizi Sevmezler 119“İşte siz o kimselersiniz ki, onları seversiniz; halbuki onlar sizi sevmezler. Siz Kitabın tamamına inanırsınız, onlar ise sizinle karşılaştıklarında, "İnandık!" derler. Aralarında başbaşa kaldıkları vakit de, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: "Ceberin kininizle." Muhakkak ki Allah, onların sinelerinde olan herşeyi hakkıyla bilir" . Bil ki, bu ifâde, mü'minleri münafıklarla içli dışlı olmaktan menetmenin bir başka şeklidir. Âyet ile ilgili birkaç mesele vardır: Seyyid es-Serahsî (Allah ona selâmet versin) şöyle demistir: "Âyetin başındaki (......) lâfzı, tembih edatıdır. (......) kelimesi mübteda, (......) kelimesi de onun haberidir. (......) cümlesi ise, ism-i işaretten hal olarak nasb mahallindedir. Yine (......) kelimesinin (......) manasında olması, (......) cümlesinin onun sılası ve sılası ile birlikte ism-i mevsulün, (......) kelimesinin haberi olması da caizdir." Ferrâ ise, (......) kelimesi haber, (......) cümlesi ise ikinci bir haberdir" demiştir. Bu Sevme ve Sevmemenin Ne Şekillerde Tezahür Ettiği Hak teâlâ, bu âyette üç şey zikretmiştir. Bunlardan herbiri, mü'minin mü'min olmayanları kendisine sırdaş edinmesinin caiz olmayacağına delâlet etmektedir: a) Âyetteki, "(Siz) Onları seversiniz, halbuki onlar sizi sevmezler" ifâdesi... Bu cümlenin izahı hakkında birkaç görüş vardır: a) Mufaddal şöyle demiştir: "Âyetteki "Onları seversiniz" ifâdesi, "Siz onlar hakkında, en hayırlı şey olan İslâm'ı istersiniz" manasındadır. 'Halbuki onlar sizi sevmezler" tabiri de, "Çünkü onlar, sizin küfür üzere kalmanızı arzu ederler" manasındadır. Şüphe yok ki bu, helak olmayı gerektirir. b) "Sizlerle onlar arasındaki süt kardeşliği ve akrabalıktan dolayı, siz onları seversiniz. Halbuki onlar, müslüman olmanızdan dolayı sizi sevmezler." c) "Siz onları, size karşı "inandık" demeleri sebebiyle seversiniz. Halbuki onlar, içlerinde küfürleri iyice yerleşmiş olduğu için sizi sevmezler." d) Ebû Bekr el-Esamm şöyle demiştir: "Sizler onları, çeşitli âfet ve sıkıntılara düşürmek istememek suretiyle seviyorsunuz. Onlar ise sizi çeşitli belâ ve sıkıntılara düşürmek, başınıza her türlü musibetin gelmesini beklemek suretiyle sizi sevmezler." e) "Siz onları, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i sevdiklerini söyledikleri ve Peygamberi seven sevileceği için seversiniz. Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i sevdiğiniz, kendilerinin ise ona boğzettiklerini bildikleri için sizi sevmezler. Buğzedileni sevene de buğzedilmiş olur. f) Sizler onları söversiniz. Yani onlara karışır, dinî sırlarınızı onlara açarsınız. Hribuki onlar sizi sevmezler, yani, size aynı şekilde davranmazlar." Bil ki yaptığımız bütün bu izahlar, mü'minlerin onları sevmesini, onların da buğzetmelerini gerektiren sebeblere işarettir ki bütün bunlar âyetin muhtevasına dâhildir. Allahü teâlâ, mü'minlere, onların kendilerine kin beslediklerini ve onların bu buğzetmelerinde haksız olduklarını bildirince, bu husus tabiî ve şer'î bakımdan, mû'minlerin münafıklara buğzetmesine sebep olmuştur. Bunun ikinci sebebi, "Siz kitabın tamamına inanırsınız" Ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Âyette bir hazif vardır ve takdiri şu şekildedir: "(Onlar kitaba inanmadıkları halde) siz kitabın tamamına inanırsınız." Bu hazif yerinde bir haziftir. Çünkü biz iki zıddın birlikte anlaşılacağını söylemiştik. Binâenaleyh iki zıddan birisinin zikredilmesi, diğerinin zikredilmesine gerek bırakmaz. Cenâb-ı Hak, burada "kitap" kelimesini şu sebeplerden dolayı müfred olarak getirmiştir: a) Kitap cinsi manasına alınarak.. Bu, Arapların, "insanların elinde dirhem (para) çoğaldı" demeleri gibidir. Bundan maksat "paralar, dirhemler"dir. b) Masdar ancak, te'vil edilerek cemî sayılır. İşte bu sebepten ötürü "kitap" yerine kütüb" denilmez. Eğer birisi böyle der ise, bu da tevessüan caizdir. (Normal bir cevaz sayılmaz.) Sözün takdiri şöyledir: "Siz, bütün kitaplara imân edersiniz. Onlar ise, buna rağmen size buğzederler. Öyle ise, onlar sizin kitabınızın hiçbir şeyine imân etmezlerken, daha ne diye onları seviyorsunuz?" Bu ifâdede, "Onlar, sizin hak dâvanızda sebatınızdan. kendi batıl davalarında daha katıdırlar" denilerek, şiddetti bir tevbîh (azar) yapılmıştır. Bunun bir benzeri de. "Siz elem duyuyorsanız, şüphesiz ki onlar da sizin gibi elem duyuyorlar. Halbuki siz, Allah'tan onların ümid etmeyecekleri şeyleri umuyorsunuz" (Nisa, 104) âyetidir. Müslümanların onlarla içli dışlı olmalarının çirkinliğinin üçüncü sebebi de, "Onlarsizinle karşılaştıklarında "inandık" derler. Aralarında başbaşa kaldıkları vakit de, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar" (Al-i imran. 119) âyetinin ifâde ettiği husustur. Bunun manası şudur: Onlar, birbirleriyle başbaşa kaldıklarında, mü'minlere karşı düşmanlığın ve kinin en ilerisini ortaya korlar. Öyle ki bu şiddet onların, parmaklarının ucunu ısırmaları derecesine varır. Bu, tıpkı birimizin gayesini elde edememekten dolayı, iyice öfkelenip, alabildiğine hüzünlendiği zaman, parmaklarının ucunu ısırması gibidir. Kızan insanların böyle yapması çok rastlanan birşey oduğu için, "parmakları ısırma" kızgınlıktan kinaye olan bir tabir halini almıştır. Öyle ki, ortada hakiki manada bir ısırma bulunmasa bile, kızan kimseler için, "O, öfkesinden parmaklarını ısırıyor" denilmiştir. Müfessirler, "Onlar, mü'minlerin birbirleriyle ülfet edip, söz birliği ettikleri ve birbirlerinin aralarını bulduklarını gördükleri için, bu denli öfkelenmişlerdir" demişlerdir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Deki: "Ceberinkininizle..."buyurmuştur ki bu onlar için, ölünceye kadar kinlerinin artmasına yapılan bir bedduadır. Onların kinlerinin artmasından murad ise, kinlerinin artmasını gerektiren İslâm'ın daha fazla kuvvet buluşu, ve müsfümanların izzet sahibi olmaları ve kendilerinin de zillet ile hizy içine düşmeleridir. Buna göre, "De ki: "Geberin kininizle..." ifâdesi, kinlerini sürdürmelerini emirdir. Müslümana ve İslâm'a kin tutmak ise küfürdür. Binâenaleyh bu, onların küfürde devam etmelerini emretme olur ki caiz değildir?" denilir ise, biz deriz ki: "Bunun, onların gayzmın artmasını gerektiren şeylerin artması, yani İslâm'ın kuvvet bulması manasında bir duâ olduğunu beyân etmiştik. Böylece, bu sual sakıt olur. Bir de bu, onlar arzuladıklarına ulaşmazdan önce, ölmelerine duâ etmedir. Daha sonra da Cenâb-ı Allah, "Muhakkak ki Allah, onların sinelerinde olan herşeyi hakkıyla bilir" buyurmuştur ki bununla ilgili birkaç mesele vardır: (......) kelimesinin, müzekkerin nisbeti için konulmuş bir kelime oluşu gibi, (......) kelimesi de müennesin nisbeti için konulmuş bir lâfızdır. Buna göre tabirinden murad, kalplerde bulunan düşünceler, orada yer eden niyet ve maksatlardır. Bunların herbiri, bir hal oldukları için ona nisbet edilmiş ve böylece o hal, kalbin adetâ sahibi Binâenaleyh bu tabirin manası, "Allahü teâlâ, sizin kalbinizde bulunan, niyetler, ard niyetler ve maksatları bilir" şeklindedir. Keşşaf sahibi, bu ifâdenin de (De ki) kelimesinin, mefûlü (mekulu'l-kavl) olabileceği gibi olmayabileceğini de söylemiştir. Birinci ihtimale gelince, bu durumda takdir şöyle olur: "Onlara, kendileriyle başbaşa kaldıklarında kin ve hasedlerinden dolayı gizlice parmak uçlarını ısırdıklarını haber ver ve de ki: "Allah, sizin aranızda gizlediğiniz şeylerden daha gizlilerini bilir. Bu da, göğüslerde sakladıkları şeylerdir. Binâenaleyh siz, sırlarınızın Allah'a gizli kalacağını sanmayınız..." İkinci ihtimale gelince bu da, bu ifâdenin, sözünün mef'ûlü olmamasıdır. Buna göre bunun manası şudur: "Ey Muhammed, onlara bunu söyle.. Benim, seni onların gizlemiş oldukları şeylere muttali kılmama şaşma. Çünkü ben, bundan daha gizlisini bilirim; bu da onların kalplerinde saklayıp da, dilleriyle izhar etmedikleri şeylerdir.." Burada herhangi bir sözün söylenmiş olmaması ve Hak teâlâ'nın "Geberin kininizle..." ifâdesinin de, İslâm'ı aziz kılmak ve bu vesileyle de onları zelil kılarak o kâfirlerin kin ve hasetlerinden helak olacaklarına dair, Allah'ın peygamberine olan va'adini gerçekleştirmek için onun nefsini hoş tutmak, ümit ve beşaretini güçlendirmek gayesiyle Hazret-i Peygamber'e bir emir olması da muhtemeldir. Buna göre sanki, Hazret-i Peygamber'e "Bunu nefsine söyle" denilmiştir. Allah en İyi bilendir. Mü'minleri Sevindiren İşler Münafıkları Üzer 120"Eğer size bir iyilik dokunursa onlan tasaya düşürür. Şayet size bir fenalık gelirse, onunla sevinirler. Eğer sabreder, sakınırsanız onların hileleri size hiçbir şekilde zarar veremez. Şüphe yok ki Allah, onların yaptıkları herşeyi ihata edicidir" Bil ki bu âyet, münafıkların sıfatlarının bir tetimmesidir. Böylece Cenâb-ı Hak, onlarda bulunan kötü sıfatlar ve çirkin fiillerin yanında, mü'minlerin başına çeşitli belâ ve sıkıntıların inmesini gözlediklerini beyân etmiştir. Âyette birkaç mesele vardır: (......) kelimesinin asıl manası, el ile dokunmaktır. Daha sonra teşbih yoluyla, kişiye dokunan, isabet eden her şey (dokunan) diye isimlendirilmiştir. Meselâ Arapça'da, "Falancaya yorgunluk ve bitkinlik isabet etti" denilir. Nitekim Cenab-ı Hak da, "Bize, hiçbir yorgunluk da dokunmamıştır" (Kaf, 38) ve "Denizde size bir sıkıntı değdiği zaman..." (isrâ.67) buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle demektedir; "Burada "İsabet etmek" manasındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer sana bir iyilik isabet ederse bu, onların hoşuna gitmez. Şayet sana bir kötülük isabet ederse..." (Tevbe, 50); "Sana isabet eden her iyilik, Allah'tandır. Sana isabet eden her kötülük de, kendindendir" (Nisa, 79) ve insan kendisine şer dokundu muf feryadı basandır. Ona hayır dokununca da çok cimridir" (Meâric, 19-20) Buradaki (iyilik) kelimesinden maksat, muhtelif durumlardaki dünya menfaatidir. Meselâ, beden sağlığı, bolluk, bereket, ganimet elde etmek, düşmanlara hükümran olmak; dostlar arasında da bir sevgi ve yakınlığın, ülfetin bulunmasıdır.kelimesinden murad İse bunun zıddı olan şeylerdir ki, bunlar da hastalık, fakirlik, düşman karşısında hezimete ve yenilgiye uğramak, dostlar arasında ayrılıkların bulunması, öldürülmek, yağmaya ve baskına uğramak vb. şeylerdir. Böylece Allahü teâlâ, onların, müslümanlar için çok çeşitli iyi hal ve durumların meydana gelmesinden dolayı üzülüp kederlendiklerini; müslümanların başına gelen muhtelif kötülüklerden dolayı da sevindiklerini de beyan buyurmuştur. Arapçada (Birşey kötü oldu, kötü oluyor, o şey kötüdür) denilir. (......) kelimesinin müennesi (......) kelimesidir. "çirkin oldu, kötü oldu" anlamına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Yaptıkları şey ne çirkindir!" (Maide, 66) âyetindeki (......) kelimesi de bu anlamdadır. (En kötü, en çirkin) kelimesi de, "En iyi, en güzel..." kelimesinin zıddıdır. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Eğer sabrederseniz" buyurmuştur. Yani, "Allah'ın tâatine ve, bu uğurda karşılaşacağınız sıkıntı ve hüzünlere sabrederseniz..." demektir. "Ve sakınırsanız" yani, "Sizi nehyettiği herşeyden sakınır da, bütün işlerinizde Allah'a tevekkül ederseniz.." demektir. Siz Sabreder ve İttika Ederseniz Onların Hileleri Size Zarar Vermez Cenâb-ı Hak sonra, "Onların hileleri size hiçbir şekilde zarar vermez" buyurmuştur. Burada birkaç mesele bulunmaktadır: İbn Kesir, Nâfî ve Ebû Amr, ya harfinin fethası, dâd harfinin kesresi ve vâv harfinin de sükûnuyla (......) şeklinde okumuşlardır. Buna göre kelime, "zarar verdi, zarar vermek" anlamındaki fiilinden iştikak etmiş olur. Diğer kıraat âlimleri ise, dâd ve şeddeli râ harfinin ötresiyle (......) şeklinde okumuşlardır ki, bu durumda fiilin aslı (zarar vermek, sıkıntı vermek) masdarındandır. tabirinin aslı, cezimli olmak üzere idi. Râ harfleri birbirine idğam edildi, birinci râ harfinin dammesi dâd harfine nakledildi. Son râ harfinin harekesi de, en yakın harekeye, yani dâd harfinin dammesine tâbi kılınarak ötre yapıldı. (Böylece ifâde halini aldı). Bazı âlimler de burada bir takdim ve tehirin bulunduğunu, buna göre ifâdenin, şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Keşşaf Sahibi ise şunu demiştir: Mufaddal, Âsım'dan, râ harfinin fethasıyla şeklinde rivayet etmiştir İkinci Mesele (......) kelimesinin manası, insanın, başkasını istenmeyen bir durumla yüzyüze getirmek için, hileler, yollar, çareler araştırmasıdır. İbn Abbas, buradaki (......) kelimesini, "düşmanlık" diye açıklamıştır. (......) kelimesi, masdar olmak üzere mansubtur. "Herhangi bir zarar, hiçbir zarar" manasındadır. Âyetin manası şöyledir: "Allah'ın emirlerini yerine getirme konusunda sabırlı olan ve Allah'ın nehyettiği hususlardan da ittika eden herkes, muhakkak ki Allah'ın muhafazasında olur. Bundan dolayı o kimseye, kâfirlerin tuzağı ve hilekârların hilesi zarar vermez ." Bu hususta, sözün tahkîkî izahı şudur: Allahü Teâlâ, "Ben cinleri de insanları Ğar ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyât. 56) âyetinde de buyurduğu gibi, varlıkları sırf kulluk etsinler diye yaratmıştır. Kul, ubudiyet ahdini yerine getirir de, Allahü teâlâ, onu afatlardan ve korkulardan korumada rubûbiyyet ahdini fazlasıyla yerine getirir (bunu ifa etmemekten münezzehtir). İşte bu hususa, Cenâb-ı Hak, "Kim Allah'tan ittika ederse, (Allah) ona bir çıkış yeri ihsan eder ve onu hatır-u hayaline gelmeyecek bir cihetten rızıklandırır" (Talak. 2-3) âyetiyle işaret etmiştir. Bu, Allah'ın o kimseye, her türlü kolaylığı vereceğine bir işarettir. Bir filozof: "Haset ettiğin kimseyi rezil etmek istediğinde, faziletler kazanmak için çalış" demiştir. Daha sonra Hak teâlâ, "Şüphe yok ki Allah onların yaptıkları herşeyi İhata edicidir" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: Buradaki fiil, "Allah, onların size düşmanlık olarak yaptıkları şeyi bilir ve bundan dolayı onları cezalandırır" manasına gayb sigasıyla (Yaptıkları herşeyi) şeklinde okunmuştur. Bu fiil, muhatab sigasıyla (tali olarak) (......) (yaptıklarınızı) şeklinde okunduğunda manası, "Allah, sizin sabır ve takva olarak yaptıklarınızı bilir ve ihâtâ eder. Binâenaleyh size, müstahak olduğunuz şeyleri yapar" demek olur. "Muhît" (ihata eden) lâfzının Allah hakkında kullanılışı mecazîdir. Çünkü birşeyi ihata edip kuşatan, o şeyi her tarafından saran demektir ki, bu cisimlere ait bir sıfattır. Fakat Allahü teâlâ, herşeyi bilip, bütün mümkinlere kadir olduğu için mecazî olarak herşeyi "muhît" sayılması caizdir. "Allah onları arkalarından kuşatıcıdır" (Burûc, 20); "Allah kâfirleri kuşatıcıdır" (Bakara, 19); "Onlar, bunu ilmen ihata edemezler" (Tâhâ. 110) ve "O, onların nezdinde olup biteni kuşatmış, herşeyi sayı ile saymıştır" (Cinn, 28) âyetleri de aynı manadadır. Allahü Teâlâ, buyurmuş, fakat buyurmamıştır. Çünkü Araplar, daha mühim ve daha ilgili şeyi cümle içinde önce zikrederler. Burada maksad, Allah'ın âlim olduğunu beyân etmek değil, aksine amellerin Allah'ın malumu olduğunu ve onlara bir karşılık vereceğini beyân etmektir. İşte bu sebeple burada amelleri bildiğinden bahsetmiştir. Allah en iyi bilendir. Uhud Savaşından Önce Hazret-i Peygamberin Müminlere Savaş Düzeni Vermesi 121Âyetin tefsiri için bak:122 122"Hani sen, mü'minleri savaşa uygun yerlere yerleştirmek üzere, erkenden ailenden ayrılmıştın. Allah semî' ve âlimdir. O zaman içinizden iki zümre nerede ise bozuluyordu. Halbuki onların yardımcısı Allah'dı. Müminler ancak Allah'a tevekkül etsin" Bil ki Allahü teâlâ, "Eğer sabreder, sakınırsanız onlarin hileleri size hiçbir şekilde zarar veremez" buyurunca, bunun peşisıra onlar sabredip ittikâ ettiklerinde, ilâhî nusret, yardım ve onlardan düşmanın zararlarını gidermedeki ve sabretmedikleri takdirde bunun aksini yapmadaki sünnetullahına delâlet eden hususu zikretmiş ve "Hani sen, mü'minleri savaşa uygun yerlere yerleştirmek üzere, erkenden ailenden ayrılmıştın..." buyurmuştur. Bu: "Onlar, Uhud gününde savaş için çok sayıda kimse idiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emrine muhalefet edince, hezimete uğradılar. Halbuki Bedir günü savaşa yetecek sayıda adamları yoktu ve savaşa hazırlıklı da değildiler. Fakat Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emrine itaat etlikleri için galip gelip düşmanlarına üstün oldular" demektir ki, bizim görüşümüzü te'kid eder. Burada bir başka izah da şudur: Uhud gününde mü'minlerin kırılmaları münafık Abdullah İbn Übeyy'in ordudan ayrılmasıyla vuku bulmuştur. Bu da münafıkları sırdaş edinmenin caiz olmayacağına delâlet eder. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âyetteki "Hanisen, erkenden ailenden ayrılmıştın" buyruğu hakkında şu.üç izah yapılmıştır: a) Âyetin takdiri, "erkenden ayrıldığın o vakti hatırla..." şeklindedir. b) Ebû Müslim şöyle demiştir: "Bu ifâde, atıf vâvı ile, "(Bedir savaşında) karşılaşan iki toplulukta sizin için bir ibret vardır. Onlardan biri Allah yolunda dögüşüyordu, diğeri ise kâfirdi..." (Al-i İmran, 13) âyetine atfedilmiştir. Yani Hak teâlâ, şöyle demek istemiştir: "Allah'ın mü'minlere yardım ettiğini bilesiniz diye, Allah'ın az olan mü'minlere, sayısı çok kâfirlere karşı yardım etmesinde sizin için ibret alınacak pek çok şey vardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mü'minleri savaşa uygun yerlere yerleştirmek için evinden erkenden çıkışında da onlar için böyle ibret vardır." c) Bu ifâdenin âmili, lâfzıdır. Takdiri ise "Allah, onların yaptıklarım ve erkenden... çıktığın zamanı bilir" şeklindedir. Bunun Hangi Savaş Olduğunda Farklı Görüşler Âlimler, bu günün hangi gün olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ekseri âlimler "Bu, Uhud günüdür" demişlerdir. İbn Abbas, Süddi, İbn İshâk, Esamm ve Ebu Müslim'in görüşü budur. Bunun, Bedir günü olduğu söylenmiştir ki, bu Hasan el-Basrî'nin fikridir; Ahzâb (Hendek) günü olduğu da ileri sürülmüştür ki, bu da Mücahid ve Mukatil'in görüşüdür. Bu günün Uhud günü olduğunu söyleyenlerin delilleri şunlardır: a) Siyer âlimlerinin ekserisi, bu âyetin Uhud savaşı hakkında nazil olduğunu öne sürmüşlerdir. b) Hak teâlâ bu âyetin hemen peşinden, "Andolsun ki Allah size, Bedir'de yardım etmişti" (Al-i imran. 123) buyurmuştur ki, aşikâr olan, bu sözün önceki söze atfedilmesidir. Matufun, "matufun aleyh"ten başka olması gerekir. Bunun, Hendek günü olduğu görüşüne gelince, ashâb, Ahzâb gününde değil de Uhud gününde Hazret-i Muhammed'e muhalefet etmişlerdir. Binaenaleyh, bu ifâdenin Uhud kıssası hakkında olması daha uygundur. Çünkü bu kıssanın zikredilmesinden maksat, Hak teâlâ'nın, "Eğer sabreder ve ittikâ ederseniz, onların hileleri size hiçbir şekilde zarar veremez" (Âl-i imran, 120) âyetini izah etmektir. Böylece bu günün Uhud günü olduğu ortaya çıkmıştır. c) Müslümanların kırılmaları ve düşmanların baskın çıkması, Ahzâb gününden ziyâde, Uhud gününde meydana gelmişti. Çünkü Uhud gününde onlar, sahabenin ileri gelenlerinden büyük bir topluluk öldürmüşlerdi. Ahzâb günündeyse böyle bir şey olmamıştır. Binaenaleyh âyeti Uhud gününe hamletmek daha evlâ olur. Uhud Savaşı Konusunda Hazret-i Peygamber'in İstişare Etmesi Rivayet olunduğuna göre müşrikler çarşamba günü Uhud'da karargâh kurdular. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabı ile istişare etti ve daha önce hiç çağırmadığı halde Abdullah İbn Übeyy'i çağırıp onunla da istişare etti. O ve çoğu ensar, "Ya Resûlullah Medine'de kal, onlara doğru çıkma. Biz şimdiye kadar hangi düşmana karşı çıktıksa, hezimete uğradık. Fakat hangi düşman üzerimize geldiyse, biz de onu hezimete uğrattık. Sen içimizde iken, ya nasıl olur? Binâenaleyh onları bırak, eğer orada durur iseler, kötü bir yerde durmuş olurlar. Yok eğer üzerimize gelirlerse erkeklerimiz onlarla yüz yüze harbeder, kadın ve çocuklarımız onlara taş atarlar. Eğer dönerler ise, umduklarını bulamadan pişman olarak geri dönmüş olurlar" dediler. Diğer bazıları da: "Bizi, şu köpeklere karşı çıkar da kendilerinden korktuğumuzu zannetmesinler" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hüyamda, yanımda bir sığır kesildiğini gördüm ve bunu hayra yordum. Kılıcımın ucunda bir gedik gördüm ve bunu da bir hezimete yordum. Sanki sağlam bir zırha sokulduğumu gördüm. Bu zırhı da Medine diye yordum. Medine'de kalıp, onları kendi haline bırakmaya ne dersiniz?" buyurdu. Bedir savaşına katılamayan ve Ubud'da Allah'ın kendilerine şehâdeti nasîb ettiği bir grup müslüman, "Bizi, düşmana karşı çıkar" dediler ve bu hususta sonuna kadar ısrar ettiler. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de ümmeti hatırına zırhını giydi. O zırhını giyince, ısrar edenler pişman oldular ve "Biz ne kötü yaptık! Hazret-i Peygamber'e vahiy geldiği halde, Ona yol göstermeye kalktık" diye pişman oldular da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Ya Resulallah, nasıl istiyorsan öyle yap" dediler. Hazret-i Peygamber de, "Ümmeti hatırına zırhını giyen bir peygambere, savaşmadan o zırhı çıkarmak yakışmaz" dedi. Hazret-i Peygamberin Askere Savaş Düzeni Vermesi Cuma günü, namazdan sonra çıktı. Cumartesi sabah şevvalin ortasında Uhud'un Şi'b bölgesine ulaştılar. Piyade olarak yürüyordu. Ashabını savaş için saf haline getirdi. Safları o kadar düzgün yapıyordu ki ileri çıkan bir göğüs gördüğünde "geri çekil" diyordu. Uhud vadisinin bir tarafına kondu, kendinin ve askerinin sırtını Uhud dağına verdi. Abdullah İbn Cübeyr (radıyallahü anh)'i okçulara kumandan yaparak, "Düşmanın arkamızdan saldırmaması için, bizi oklarınızla koruyun" dedi. Okçulara da, 'Burada sağlam durun, düşman sizi görünce dönecektir. Sakın dönenleri takip etmeyin ve buradan kesinlikle ayrılmayın" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdullah İbn Übeyy münafığının görüşüne muhalefet ettiği için bu, onun gücüne gitmiş ve "O, çocukların sözünü tuttu da benimkini tutmadı" demişti. Sonra kendi adamlarına da: "Muhammed, düşmanı ancak sizinle yenebilir. Ashabına, düşmanın kendilerini görünce hezimete uğrayacağını va'ad etti. Binâenaleyh onların düşmanlarını gördüğünüz zaman siz bozulunuz, onlar da bozulur ve peşinizden gelir. Böylece iş, Peygamberin dediğinin aksine olmuş olur" dedi. İki ordu karşılaşınca Abdullah ibn Übey, üçyüz arkadaşıyla kaçınca geriye yediyüz müslüman kaldı. Sonra Hak Tealâ onlara güç verdi, böylece onlar müşrikleri bozguna uğrattılar. Mü'minler Galip Gelince Okçuların Çoğunun Yerlerinden Ayrılmaları Mü'min okçular, müşriklerin bozguna uğradığını görünce ve Allahü teâlâ onları böylece müjdelediği için bu hâdisenin Bedir gibi olacağını düşünerek, kaçanların peşine düştüler ve arzuladıkları şeyi Allah onlara gösterdikten sonra, Peygamberin emrine muhalefet ederek mevzilerini terkettiler. Böylece Allahü teâlâ, Peygambere bir daha muhalefet etmesinler ve Bedir günü elde ettikleri zaferin Allah'a ve Resûlullah'a itaat etmelerinin bereketiyle olduğunu ve Allahü teâlâ'nın onları düşmanla başbaşa bırakması halinde onlara mukavemet edemeyeceklerini bilsinler diye, bu gibi hareketlerden onları iyice koparmak istedi. Sırf müslümanların Hazret-i Peygamber'e muhalefetleri yüzünden Cenâb-ı Hak müşriklerin kalplerinden korkuyu alıverdi ve tekrar dönüp hücuma geçtiler. Müslümanlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in etrafından dağıldılar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hani siz, durmadan uzaklaşıyor ve hiç kimseye bakmıyordunuz. Peygamber ise arkanızdan sizi çağırıyordu" (Âl-i imran, 153) buyurmuştur. O esnada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yüzü yaralandı ve dişi kırıldı. Talha (radıyallahü anh)'nın Hazret-i Peygamberi korurken kolu kesildi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında sadece Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ali, Hazret-i Abbas, Hazret-i Talha ve Hazret-i Sa'd (radıyallahu anhüm) kalmıştı. Asker arasında "Muhammed öldürüldü" sesleri yükseldi. Ensar'dan künyesi Ebû Süfyan olan birisi Ensara şöyle sesleniyordu: "Allah'ın Resulü işte, Allah'ın Resûlü işte.." Bunun üzerine muhacir ve Ensar ona doğru geldiler. Bu savaşta müslümanlarda yetmiş kişi şehid olmuş, pek çok kişi de yaralanmıştı. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kardeşini savunan müslümana Allah merhamet etsin" buyurdu ve beraberindekilerle birlikte müşriklerin üzerine hücum etti. Onları, ölüler ve yaralılar verdirerek uzaklaştırdı." En iyisini Allah bilir. Bu kıssanın gayesi şudur: Kâfirler üçbin, müslümanlar ise bin, hatta daha az idiler. Sonra Abdullah İbn Übeyy üçyüz kadar adamıyla müslümanlardan ayrılınca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yediyüz kişiyle kaldı. Bundan dolayı Allahü teâlâ onlara yardım etti de kâfirleri hezimete uğrattılar. Sonra onlar Hazret-i Peygamber'in emrine muhalefet edip, ganimet elde etme arzusuna düşünce, durum aleyhlerine çevrildi de bozguna uğradılar ve olan oldu. Bütün bunlar, Hak teâlâ'nın, "Eğer sabreder ve ittikâ ederseniz, onların hileleri size hiçbir surette zarar veremez" (âl-i imran, 120) buyruğu ile, düşmanla yüzyüze gelip ona karşı koyanın, Allah'ın kendisine yardım ettiği kimseler; düşmandan yüz çevirip kaçanın da, Allah'ın kendisinden yardımını kestiği kimseler olduğu hususunu te'kid eder. Bir kimseyi bir yere yerleştirip ondurduğunda, denilir. kelimeleri de, konaklama yeri anlamına gelir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Savaşa uygun yerler" ifâdesinin manası, "savaşma yerleri, savaşma mahalleri" demektir. Araplar, ve kelimelerinin mekân manasında kullanılmaları hususunda sınırı geniş tutmuşlardır. Hak teâlâ'nın, "Hak ve doğruluk meclisinde..." (Kamer, 55) ve "Sen makamından kalmadan önce" (Neml, 39) âyetleri de böyledir. Yani, "Sen, meclisinden ve hüküm yerinden kalkmadan önce..." demektir. Cenâb-ı Hak burada, şu iki sebepten dolayı, mekânı, yeri lafzıyla ifade etmek istemiştir. a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara bulundukları yerde kalmalarını ve oradan hiç ayrılmamalarını emretmişti. Bir yerde oturan kimse, oradan ayrılmaz. Böylece Cenâb-ı Hak, onların orada kalmakta memur olduklarına ve kesinlikle oradan ayrılmayacaklarına dikkat çekmek için orasını diye isimlendirmiştir. b) Savaşanlar bazan, düşmanla yüzyüze gelinceye kadar belirli mıntıkalarda bulunur; gerektiğinde de, savaşmak için oralardan kalkarlar. İşte Cenâb-ı Hak o yerleri, bu sebepten dolayı diye adlandırmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın "Hani sen, mü'minleri savaş için uygun yerlere yerleştirmek üzere, erkenden ailenden ayrılmıştın" buyruğudur. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah erkenden Hazret-i Aişe'nin hanesinden ayrılmış ve yaya olarak Uhud'a kadar gitmiştir. Bu, Mücahid ve Vakıdî'nin rivayetidir. Böylece bu nass, Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha)'nin (o sıralarda) Hazret-i Peygamber'in hanımı olduğuna delâlet etmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "Temiz kadınlar temiz erkeklere; temiz erkekler de temiz kadınlaradır" (Nûr, 26) buyurmuştur. Böylece bu nass, Hazret-i Aişe'nin her türlü çirkin fiillerden tertemiz ve uzak olduğuna delâlet eder. Bakmaz mısın? Hazret-i Nuh'un çocuğu kâfir olunca Cenâb-ı Hak, "O, senin ailenden değildir" (Hud, 46) buyurmuştur. Lût (aleyhisselâm)'un karısı da böyledir (Tahrim, 10). Cenâb-ı Hak daha sonra, "Allah, herşeyi hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir" buyurmuştur. Yani, "Allah sizin sözlerinizi hakkıyla duyan, sizin kalplerinizde sakladığınız şeyleri ve niyetlerinizi yine hakkıyla bilendir, " Biz daha önce, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu harp konusunda ashabıyla müşavere ettiğini zikretmiştik. Ashabından bazıları O'na, "Medine'de kal!" bazıları da, Medine dışına çık" demişlerdi. Onların her bir kısmının böyle söylemelerinde birer maksatları var idi. Her bir görüşe de hem taraftar, hem de muhalif olanlar var idi. İşte bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "den onların dediklerini bihakkın işiten ve gizlediklerini de bihakkın bilenim" buyurdu. Cenâb-ı Hak daha sonra, "O zaman içinizden iki zümre, neredeyse bozuluyordu" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Hak teâlâ'nın bu beyânında âmil olan kelimenin ne olduğu hususunda şu açıklamalar yapılmıştır: a) Zeccâc, bunun âmilinin (......) kelimesi olduğunu, mananın da, "Yerleştirmek işi o zamanda idi" şeklinde olduğunu söylemiştir. b) Bunun âmilinin, O'nun sözünün olması.. c) Bu ifâdenin, sözünden bedel olması da caizdir. Âyette bahsedilen iki taifeden maksat, Ensârdan olan iki kabiledir ki bunlar da, Hazreç'ten Benû Seleme ve Evs'ten Benû Harise'dir. Abdullah İbn Ubey münafığı ordudan ayrılınca, bu iki grup da İbn Ubeyy'e tabi olmayı gönüllerinden geçirmişlerdi. Ama Cenâb-ı Hak onları korudu da, böylece onlar Resulullah'ın yanında kaldılar. Alimlerden bazıları şöyle demişlerdir: Allahü Teâlâ bu iki cemaatın kim olduğunu açıkça söylemeyip müphem bırakmış ve bunu gizli tutmuştur. Binaenaleyh bizim, Allah'ın saklı ve gizli tuttuğu şeyin perdesini kaldırmamız caiz olmaz. Cenâb-ı Allah'ın Günahkâr Kimseyi Himaye Etmesi Meselesi (......) kelimesi, korkmak ve çığlık atmak anlamlarına gelir. Buna göre şayet, "Bir şeye kastetmek, azmetmek demektir. Binâenaleyh, âyetin zahiri bu iki taifenin korkmaya ve savaşı bırakmaya azmettiklerine delâlet eder. Bu ise masiyettir. O halde daha nasıl bu iki cemaat hakkında "Halbuki onların yardımcısı Allah'dı" (Al-i İmran, 122) denilebilir?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: (......) kelimesiyle bazan azmetmek, bazan düşünmek, bazan kişinin zihninden bazı şeyler geçirmek kastedilir; bazan ise bu kelimeyle, düşmanın gücüne, sayısının çokluğuna, teçhizatının mükemmel olduğuna delâlet eden bir mâna murad edilir. Çünkü, kendisinden böyle şeyler sadır olan kimsenin, kalbinin zayıflamasına sebebiyet veren şey kendisinden sadır olması sebebiyle, korkmayı ve feryâd etmeyi aklından geçirmiş olmakla vasfedilmesi doğru olur. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, "O zaman içinizden iki zümre, neredeyse bozuluyordu" buyruğu onlardan herhangi bir masiyet ve günahın çıkmış olduğuna delâlet etmez. Hem, onlardan böyle bir masiyetin sudur ettiği farzedilse bile, bu masiyetin, O'nun, "Halbuki onların yardımcısı Allah'dı" buyruğunun delaletiyle, büyük günahlardan değil de küçük günahlardan olduğu söylenebilir. Çünkü böyle bir şeye kastetmek, eğer büyük günahlardan olsaydı, Allah'ın onların yardımcısı olması söz konusu olmazdı. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Halbuki onların yardımcısı Allah'dır" buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır:4. Abdullah İbn Mesud, bu tabiri "Allah onların yardımcısıdır" şeklinde okumuştur. Bu, Hak teâlâ'nın tıpkı "Mü'minlerden iki taife vuruştuklarında..." (Hucurat, 9) buyurması gibidir. Bu tabirin mânası hakkında şu izahlar yapılmıştır: a) Bundan murad, bu niyetin, onları Allah'ın dostluğundan çıkarmadığını beyân etmektir. b) Sanki şöyle denilmek istenmiştir: Allahü teâlâ, onların yardımcısı ve onların işlerinin idarecisidir. O halde daha nasıl onlara bu korku ve, Allahü teâlâ'ya tevekkül etmeme yakışabilir? c) Burada, bu korku ve hezimete uğramanın vuku bulmadığına dikkat çekmek söz konusudur. Çünkü Allahü teâlâ, bu iki grubun da dostudur. Böylece, tevfiki ve ismetiyle onlara yardım etmiştir. Bundan maksat, Hak subhânehû'nun muvaffak kılması ve doğruya iletmesi olmasaydı, hiçkimsenin günahların karanlıklarından kurtulamayacağını beyân etmektir. Bu izahın doğruluğuna, O'nun, bu sözün hemen peşinden getirmiş olduğu, "Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsin" ifâdesi de delâlet etmektedir. Buna göre şayet, "Bazı kimselerin, bu âyet nazil olduğunda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Allah'a yemin olsun ki, Allah bize o ikigrubun dostu ve yardımcısı olduğunu haber vermişken, o iki gurubun kasdetmiş olduğu şeye bizim kastehnemiş olmamız bizi sevindirmedi?" dediğini rivayet etmelerinin manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun mânası, Allahü Teâlâ'nın, onları övmesi, haklarında, kendisinin onların yardımcısı olduğunu söyleyen bir âyet indirmesi ve bu düşüncenin onları Allah'ın oostluğundan çıkarmamış olması sebebiyle onlar için meydana gelmiş olan şereften dolayı çok büyük bir sevinç ve neşe duymaktır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsin" buyurmuştur, (......) kelimesi babından bir masdardır. Bu kelime, bir kimse bir işi kendi üzerine almayıp, o hususta başkasının yeterliliğine itimad ettiği zaman söylenilen, falancaya bıraktı" tabirinden alınmadır. Âyet-i kerime, insanın, kendisine arız olan kötülük ve belâları, Allah'a tevekkül ederek savuşturmasının ve bu tevekkül ile feryadı, figânı yok etmesi gerektiğine bir işaret vardır. Bedirdeki Yardım Takva Sebebiyle Olmuştu 123"Andolsun ki, siz daha zayıf olduğunuz halde Allah size "Bedir"de kati bir zafer verdi. Binâenaleyh Allah'tan ittikâ edinr tâ ki şükretmiş olasınız" . Âyetin öncesi ile irtibatı hususunda iki izah vardır: a) Allahü teâlâ, Uhud'dan bahsedince peşisıra Bedir savaşı kıssasını getirmiştir. Çünkü müslümanlar Bedir günü, alabildiğine fakir ve güçsüz idiler. Kâfirler ise, bunun aksine son derece güçlü ve kuvvetli idiler. Daha sonra Allahü teâlâ bu müslümanları, müşriklere galip kıldı ve bu, insanın maksad ve gayesine ancak Allah'a tevekkül ve O'nun yardımını dilemesiyle ulaşabileceğine delâlet eden en kuvvetli delillerden biri oldu. Bu hadiseyi zikretmenin maksadı, "Eğer sabreder ve sakınırsanız, onların hileleri size hiçbir şekilde zarar veremez" (Al-i İmran. 120) ve "Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsin" (Al-i İmran. 122) âyetlerini te'kid etmektir. b) Allahü teâlâ bu iki cemaatin, nerede ise bozulmak üzere olduğundan bahsetti, daha sonra da, "Halbuki onların yardımcısı Allah'dı. Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsin" yani, "yardımcısı ve destekçisi Allah olan kimselere böyle dağılma, korku ve za'af nasıl uygun düşer!" buyurdu. Cenâb-ı Hak, bunu Bedir hadisesi ile te'kid etti. Çünkü müslümanlar, o zaman son derece güçsüz idiler. Allahü teâlâ onlara yardım ettiği için, gayelerine ulaşmış ve düşmanlarını ezmişlerdi. İşte burada da böyledir. Âyetin öncesi ile münâsebetinin izahı budur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: "Bedir" kelimesi hakkında şu görüşler vardır: a) "Bedir", bu ismi taşıyan bir adamın sahip olduğu kuyunun ismidir. O kuyu, sahibinin adıyla adlandırılmıştır. Bu, Şa'bî'nin görüşüdür. b) "Bu kelime, bir kuyunun adıdır. Bu, bir yerin, sahibinin ismi verilmeksizin başka bir isimle isimlendirilmesi gibidir." Vahidî ve hocalarının görüşü böyledir. Bunlar, Şa'bî'nin görüşünü kabul etmemişlerdir. Bedir, Mekke ile Medine arasında bulunan bir su (kuyu)dur. (......) kelimesi, "zelil"in çoğuludur. Vahidî şöyle demiştir: "Fa'il" vezni üzerinde bulunan kelimeler sıfat iseler, "zarif" kelimesinin "zurefâ"; "kesir" kelimesinin "küserâ" ve "şerik" kelimesinin "şürekâ" vezninde cemî olması gibi, fu'alâ vezninde cemîlenirler. Fakat Araplar muzaaf (şeddeli) olan kelimeleri, fu'alâ vezninde cemîlemekten kaçınmışlardır. Çünkü onlar eğer, "kalîl"in cemisi olarak halîl"in cemisi olarak demiş olsalardı, aynı cinsten iki harf bir arada bulunmuş olurdu. Bundan dolayı fu'alâ kalıbını bırakıp "ef'ile" kalıbına dönmüşlerdir. Çünkü fa'îl vezninin cemilerinden birisi de "ef'ile"dir. Meselâ ve kelimelerinde olduğu gibi. Böylece Araplar, "zelil" kelimesini (......) şeklinde cemî yapmışlardır. Keşşaf sahibi, (......) kelimesinin cem-i kıllet vezninde olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın da, onların zelil oluşlarının yanısıra saytca azlıklarına delâlet etmesi için bu vezni zikrettiğini söylemiştir. Âyetteki "Siz daha zayıf olduğunuz halde.." cümlesi "hal"dir. Müslümanlar şu sebeplerden dolayı zelil (zayıf) idiler: a) Allahü teâlâ, "Halbuki şeref, kuvvet ve gâlibiyyet Allah'ındır, peygamberindir, mü'minlerindir" (Münâfikûn. 8) buyurmuştur. Binâenaleyh burada bahsedilen zilletin, bu âyetin manasına ters düşmeyecek şekilde tefsir edilmesi gerekir. Bu da, kelimenin, "müslümanların sayılarının az olması, hallerinin zayıflığı, silah ve mallarının yetersizliği, düşmana karşı koyacak gücü olmama" ile tefsir edilmesidir. Buna göre buradaki zilletin manası, düşmana karşı koyamamadır ki bunun zıddı izzettir. İzzet de, şeref, kuvvet ve gâlibiyyet demektir. Müslümanların Bedir'de üçyüz küsur oldukları, sadece bir tek süvarilerinin bulunduğu, ekserisinin piyade olduğu ve çoğu kez bir grubun tek deve ile idare ettikleri; kâfirlerin ise ikibin kadar oldukları, çok silah ve mükemmel hazırlıklarının yanısıra yüz civarında süvarileri bulunduğu rivayet edilmiştir. b) Belki de bundan murad, sayıları ve silahları az olduğu için, müslümanların, müşriklerin inanç ve iddialarına göre zelil sayılmalarıdır. Bu husus, Cenâb-ı Hak, kâfirlerin "En şerefli ve kuvvetli olan, oradan en zelil olanı muhakkak çıkaracaktır" (Münafikun, 8) dediklerini nakletmesi gibidir. c) Sahabe Mekke'de, kâfirlerin bir güç ve servet içinde olduklarını görüyorlardı. Bu vakte kadar, kâfirler üzerinde bir hükümranlığın kurulduğu görülmemişti. Böylece, onların heybetleri müslümanların kalplerinde varlığını sürdürüyor, onların büyük ve kuvvetli sanılması, gönüllerinde yer ediyordu. Bu sebeple müslümanlar, onlardan korkuyor ve onlardan çekmiyorlardı. Daha sonra Hak teâlâ, "Resûlüyle sebat etme hususunda Allah'tan korkunuz"; "Umulur ki, takvanız ile, Allah'ın size nimet olarak vermiş olduğu yardıma şükretmiş olursunuz" buyurmuştur. Veyahut da "Cenâb-ı Hak size. kendisine şükredeceğiniz bir başka nimeti in'âm eder" şeklindedir. Böylece şükür in'amın sebebi olduğu için, Cenâb-ı Hak şükür kelimesini "in'âm etmek" kelimesi yerinde kullanmıştır. 124"O vakit sen mü'minlere, "İndirilen üçbin melekle Rabb'inizin size imdâd etmesi yetmez mi size?" diyordun" . Bu âyette birkaç mesele vardır: Müfessirler, bu va'adin Bedir gününde mi, yoksa Uhud gününde mi meydana geldiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. edatının âmilinin izahı dâ, bu iki görüşe göre yapılmaktadır. Biz bu va'adin Bedir gününde yapıldığını söylersek, ifâdesinin âmili, "Allah size zafer verdi" ifâdesi olur. Buna göre ifâdenin takdiri şöyledir: "Sizler zayıf olduğunuz halde, Allah size zafer verdiğinde sen mü'minlere... diyordun." Bu va'adin Uhud günü olduğunu söylediğimizde, (......) kelimesi, "Hani erkenden yola çıkmıştın..." sözünden ikinci bedel olmuş olur. Melek Gönderme Vaadi Uhud İçin Yapılmıştır Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Birinci görüş, bu va'adin tahakkuk ettiği günün Uhud günü olduğunu söylemektedir. Bu, İbn Abbas, Kelbî, Vahidî Mukâtil ve Muhammed İbn İshâk'ın görüşüdür. Bu görüşün birkaç yönden delili vardır: Birinci delil: Bedir gününde Hazret-i Peygamber'e, bin melek ile yardım olunmuştu. Allahü Teâlâ Enfâl sûresinde, "Hani siz, Rabb'inizden yardım istiyordunuz da, O da: "Muhakkak ki ben size ard arda gelen bin melek ile yardım edeceğim" diyerek duanızı kabul buyurmuştu" (Enfal, 9) buyurmuştur. O halde Bedir gününde üçbin ve beşbin meleğin indirilmesinden nasıl bahsedilebilir? İkinci delil: Kâfirler Bedir günü bin veya bine yakın bir sayıda idiler. Müslümanlar ise, bunların üçde biri kadardı. Çünkü müslümanların sayısı, üçyüz küsur idi. İşte bunun üzerine Allahü Teâlâ Bedir günü bin melek indirdi. Böylece kâfirlerin sayısı, müslümanların sayısı hâriç, meleklerin sayısına denk olmuştu. İşte bu nedenle kâfirler bozguna uğradılar. Aynı şekilde Uhud gününde, müslümanların sayısı bin, kâfirlerinki ise üçbin idi. Bu günde de, Bedir'de olduğu gibi, müslümanlar kâfirlerin üçte biri kadardı. Bundan dolayı Allahü teâlâ bu günde, kâfirlerin sayısı, müslümanlar hariç meleklerin sayısına denk olsun diye, üçbin melek indirmeyi va'adetti. Böylece bu husus, müslümanların, Bedir'de onları hezimete uğrattıkları gibi, Uhud'da da bozguna uğratabileceklerine bir delil olmuş oldu. Sonra bu üçbin melek, o gün müslümanların kalplerinin kuvveti artsın ve korkuları şilinsin diye beşbine çıkarılmıştır. Bu va'adin Uhud günü olduğunu söylersek, bu mananın meydana geleceği malumdur. Üçüncü delil: Allahü Teâlâ, "(Düşmanlar da) ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabb iniz size alemetli beş bin melekle imdâd edecektir" (Âl-i Imran, 125) buyurmuştur. Bundan murad, "Size düşmanlarınız ansızın geldiklerinde..." demektir, Düşmanların müslümanlara ansızın geldiği gün, Uhud günüdür. Ama Bedir gününde, düşmanları onlara gelmemiş, aksine onlar (müslümanlar) düşmanlarına gitmiştir. Uhud Savaşını Kabul Etmekteki Müşkil Buna göre şayet, "Hak teâlâ'nın, "İndirilen üçbin melekle Rabb'inizin size imdâd etmesi yetişmez mi?" âyetinin Uhud günü hakkında olduğunu söylersek, sonra bu yardım da meydana gelmeyince, yalan söylenmiş olur" denilirse buna iki şekilde cevap verilir: a) Cenâb-ı Hakk'ın beşbin melek indirmesi, müslümanların ganimetler konusunda sabredip ittika etmelerine bağlanmıştır. Sonra birkısım müslümanlar da ganimetler hususunda sabr ve ittikâ etmeyip, aksine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emrine muhalefet etmişlerdir. Binaenaleyh, şart tahakkuk etmeyince, "meşrut" da bulunmaz.. Üçbin melek indirmesi hususuna gelince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu, savaş için elverişli mahallere yerleştirdiği ve kendilerine, bu mahallerde katıp sebat etmelerini emrettiği mü'minlere va'adetmiştir. İşte bu da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara, o mahallerde kalmaları şartıyla, bu va'adde bulunduğunu gösterir. Onlar bu şarta riayet etmeyince, haliyle meşrut da meydana gelmemiştir. b) Biz, meleklerin inmediğini kabul etmiyoruz. Vakıdî'nin Mücâhid'den rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: "Uhud günü melekler geldiler, ama savaşmadılar." Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sancağı Mus'ab İbn Umeyr'e verdiği, Mus'ab şehid edilince onu, Mus'ab'ın suretinde olan bir meleğin aldığı, bunun üzerine de Hazret-i Peygamber'in, ileri geç, ya Mus'ab dediği, bunun üzerine meleğin, "Ben Mus'ab değilim!" cevabını verdiği, böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bunun, kendisine yardım eden bir melek olduğunu anladığı., rivayet edilmiştir. Yine Sa'd İbn Ebî Vakkas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "O gün ben ok atıyordum; attığım oku bana, beyaz ve güzel yüzlü bir adam geri getiriyordu. Ben, onun kim olduğunu bilmiyordum. Bunun üzerine ben onun bir melek olduğunu zannettim, (anladım)" Bu hususun izahı hakkında söyleyeceğimiz şey, bundan ibarettir. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, bu açıklamaya göre, âyetin kendinden önceki âyetlerle münasebet vechi şudur: Allahü Teâlâ Uhud savaşını zikretmiş, daha sonra da, "Müminler ancak Allah'a tevekkül etsin" buyurmuştur. Yani, tevekküllerinin, sayılarının ve teçhizatlarının çokluğuna değil, yalnız Allah'a olması gerekir. Çünkü Allahü teâlâ, zelil bir halde iken, size Bedir'de zafer ihsan etmiştir. Tıpkı bunun gibi, Cenâb-ı Hak diğer yerlerde de, savaş meydanlarında da bu gibi şeylere kadirdir. Cenâb-ı Hak sözü daha sonra Uhud kıssasına getirerek, "O vakit sen müminlere, "indirilen üçbin melekle Rabb'inizin size imdâd etmesi yetişmez mi size?" diyordun" buyurmuştur. Ekseriyete Göre, Melekler Bedir Günü Gelmiştir İkinci görüş: Bu va'adin Bedir günü meydana gelmesidir ki, bu ekseri müfessirinin görüşüdür. Bu görüşte olanlar, görüşlerinin doğruluğu hususunda şu delilleri getirmişlerdir: Birinci hüccet: Allahü teâlâ, "Andolsun ki siz daha zayıf olduğunuz halde, Allah size Bedir'de kafi bir zafer verdi" (Âl-i İmran. 123), "O vakit sen mü'minlere, ... diyordun" (Âl-i İmran, 124) ve şöyle şöyle buyurmuştur. Böylece bu ifâdelerin zahiri, Allahü Teâlâ'nın onlara, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mü'minlere bu sözü söylediğinde yardım etmiş olmasını gerektirir ki bu da, Hazret-i Peygamber'in bu sözü Bedir gününde söylemiş olmasını gerektirir. İkinci hüccet: Sayının ve teçhizatın azlığı Bedir gününde daha fazla söz konusudur. Bu günde, kalplerin takviye edilmesine daha çok ihtiyaç vardır. Binâenaleyh bu sözü, Bedir gününe hamletmek daha evlâ olur. Üçüncü hüccet: Cenâb-ı Hakk'ın üçbin melek indireceğine dair va'adi, herhangi şarta bağlanmamış ofüp mutlaktır. Binaenaleyh, bunun meydana gelmiş olması gerekir. Bu ise ancak, Uhud değil, Bedir gününde meydana gelmiştir. Hiç kimse, neteklerin indiklerini, fakat savaşmadıklarını söyleyemez. Çünkü va'ad, üçbin melekle yardım etmek şeklinde idi. Ve, meleklerin sırf indirilmesiyle de yardım tahakkuk etmez; aksine meleklerin bizzat yardım etmesi, destek vermesi gerekir. Meleklerin yardımı ise, Uhud gününde değil. Bedir gününde olmuştur. Sonra bu görüşte olanlar, birinci görüşte olanların delillerine cevap vermiş ve şöyle demişlerdir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Bedir günü bin melekle yardım edilmiştir." şeklindeki birinci delilinize iki bakımdan cevap verilir: 1 - Allahü Teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabını bin melekle desteklemiş, sonra onlara ikibtn melek daha göndermiştir. Böylece meleklerin sayısı üçbin olmuştur. Sonra buna ikibin melek daha ilâve etmiş ve sayı beşbine ulaşmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına sanki, "Rabbinizin size bin melekle yardım etmesi, yetmez mi size?" demiş, onlar da, "Evet, yeter" demiş. Sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Rabb'inizin üçbin melekle yardım etmesi, yetmez mi size?" demiş, onlar yine, "Evet, yeter" diye cevap vermişler. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, "Eğer sabreder ve muttakilerden olursanız, Rabb'iniz sizi beşbin melekle destekleyecek" demiştir. Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabına söylediği rivayet edilen şu söz gibidir: "Cennet ehlinin dörtte biri olmanız sizi sevindirir mi?" Dediler ki: "Evet, sevindirir." Bunun üzerine, "Cennet ehlinin üçte biri olmanız sizi sevindirir mi?" buyurdu. Dediler ki, "Evet, sevindirir." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber "Ben sizin, cennet ehlinin yarısı olmanızı umuyorum" buyurdular." Müslim, İman, 376 (1/200-201); Tirmizî, Cennet, 13 (4/684). 2- Bedir savaşına katılanlara, Enfâl sûresinde zikredildiği üzere, bin melek ile yardım edilmiştir. Sonra müslümanlara, bazı müşriklerin kalabalık bir sayıyla Kureyşlilere yardım etmek istediği haberi ulaşınca onlar bundan korkmuşlar ve, sayılarının azlığından dolayı bu onlara çok zor gelmişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, mü'minlere, "Eğer kâfirler Kureyşlilere yardımcı olarak gelirlerse, ben de size beşbin melekle yardım ederim" va'adinde bulunmuştu. Sonraysa, bu yardım Kureyş'e gelmemiş, aksine, Kureyş'in hezimete uğradığı haberi kendilerine ulaşınca da gerisin geriye dönmüşlerdi. Bundan dolayı da müslümanların, bine ilâve sayıdaki bir yardımla desteklenmesine gerek kalmamıştı. "Kâfirler Bedir gününde bin kişiydiler, bunun için de Cenâb-ı Hak bin melek indirmişti. Uhud gününde ise üçbin kişi olduklarından, Cenâb-ı Hak üçbin melek indirmiştir" şeklindeki ikinci delilinize gelince, buna da şöyle cevap verilir: Bu güzel bir "takrîb"dir; deliller güzel sevkedilmiştir. Fakat bu, durumun böyle olmamasını gerektirmez. Bilakis Cenâb-ı Hak, iradesine göre, sayıyı ister artırır, isterse eksiltir. "Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer onlar size ansızın gelecek olurlarsa..." (Âl-i İmran, 125) buyruğuna tutunmak olan üçüncü delile ise şöyle cevap verilir: Müşrikler, Hazret-i Peygamber ve ashabının Kureyş kervanına saldırdığını duyduklarında, kalplerindeki kin ve kızgınlık artmış, toplanarak Hazret-i Peygamber ve (ordusunun) üzerine yürümeyi tasarlamışlardı. Sahabe bunu duyunca korkar, bunun üzerine de Cenâb-ı Hak onlara, şu haberi verir: "Eğer onlar size ansızın gelecek olurlarsa, Rabb'iniz size beşbin melekle yardım edecektir." İşte bu iki görüşün ortaya konulmasında söylenilmiş olanların neticesi bundan ibarettir. Allah, kendi muradını en iyi bilendir. Âlimler meleklerin sayısı hakkında ihtilâfa düşmüştür. Meleklerin sayısı hakkındaki görüşlerin tesbitini şöyle yapabiliriz: Âlimlerden bazıları, eksik olan sayıyı fazla olan sayıya ilâve etmişler ve şöyle demişlerdir: Çünkü üçbin melekte yardım etmede bir şart söz konusu değildir. Beşbin melek ile yardım etme ise, sabretmeye, muttakî olmaya ve de, kâfirlerin ansızın mü'minlere gelmesine bağlanmıştır. Binâenaleyh, bunların başka başka olması gerekir. Bu görüş zayıftır. Çünkü beşbin melekle yardım etmenin bir şarta bağlanmış olmasından, onun cüz'ü ve kısmı olan üçbin melekle yardım etmenin de aynı şartla meşrut olması gerekmez. Bir kısım âlimler ise, eksik olan sayıyı fazla olan sayının içinde mütâlâa etmişlerdir. Birinci ihtimâlin kabul edilmesi haline gelince: Eğer biz âyet-i kerimeyi Bedir kıssasına hamledersek, o takdirde meleklerin sayısı dokuzbin olur. Çünkü Cenâb-ı Hak bin, üçbin ve beşbin sayılarını zikretmiştir ki, bunun toplamı dokuzbin eder. Eğer âyeti Uhud kıssasına hamledersek, bu takdirde burada bin sayısı zikredilmemiştir. Bilâkis bu kıssa hakkında üçbin ve beşbin sayıları zikredilmiştir ki, toplamı sekizbin eder. İkinci ihtimalindi bu, eksik olan sayıyı fazla olan sayıya girdirmek idi, -kabul edilmesi haline gelince, bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Meleklerin sayısı beşbindir. Çünkü onlara bin melekle yardım va'adedilmiştir. Sonra ise buna diğer ikibtn ilâve edilmiş, böylece onlara üçbin melek ile yardımın va'adedilmiş olması gerekmişti. Sonra bu sayıya ikibin daha ilâve edildi, böylece de onlara beşbin melekle yardım edileceği va'adedilmiş oldu. Biz âlimlerin birinin şöyle dediğini rivayet etmiştik: "Bedir'e katılan müslümanlara Din melek ile yardım edilmiştir." Denildi ki, Kürz İbn Câbir el-Muharibî, müşriklere yardım etmeyi isteyince, bu müslümanlara zor geldi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, "Müşriklere yardım gelmesi halinde, Rabb'inizin de size üçbin ve beşbin melekle yardım etmesi yetmez mi size?" demiştir. Sonraysa müşriklere yardım gelmemiştir. Aynen bunun gibi, binin üzerindeki melekler, müslümanlara yardıma gelmemiştir. İşte bu açıklamalar, hepsi de muhtemel olan izahlardır. Allah, muradını en iyi bilendir. Meleklerin Fiilen Savaşıp Savaşmadıkları Tefsir ve siyer âlimleri, Allahü teâlâ'nın, Bedir günü melekleri indirdiği ve meleklerin kâfirlerle savaştığı hususunda icmâ etmişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Melekler, Bedir gününden başka bir günde savaşmamışlardır. Bedir'in dışındaki savaşlarda ise, sadece sayı ve destekçi olarak bulunuyorlar; ne savaşıyorlar, ne de vuruşuyorlardı." demiştir. Bu görüş aynı zamanda, ekseri âlimlerin görüşüdür. Ebu Bekr el-Esamm ise, bu fikri şiddetle reddetmiş ve bunun aleyhine şu delilleri getirmiştir: Birinci hüccet: Tek melek, bütün yeryüzünü helak edebilir. Meşhur olan şudur ki, Cebrail (aleyhisselâm) kanadını Lût kavminin dört şehrinin altına sokmuş ve kanadı yedinci kat yer tabakasına kadar ulaşmış; sonra da onu göklere kaldırarak altını üstüne getirmiştir. Binâenaleyh Cebrail (aleyhisselâm) Bedir gününde hazır bulunduysa, müslümanların kâfirlerle savaşmasına ne gerek var? Sonra, onun hazır bulunduğunu kabul etmemiz halinde, diğer melekleri göndermenin faydası ne ki? İkinci hüccet: Kâfirlerin ileri gelenleri meşhur idiler. Yine, bu meşhur kâfirlerin her birinin karşısında da bilinen ve tanınan bir sahabe bulunmaktaydı. Durum böyle olunca, o kâfirlerin öldürülmesini kâfirlere isnad etmek imkânsız olur. Üçüncü hüccet: Eğer melekler savaşmış olsalardı, onlar ya insanların onları gördüğü yerde bulunurlardı, veyahut da insanların görmediği yerde.. Eğer insanlar onları görmüşlerse, onları ya insan suretinde görmüşlerdir, veyahut da başka bir surette. Birinciyi kabul edersek, bu takdirde Hazret-i Peygamber'in ordusundan müşahede edilen miktarın üçbin veya daha fazla olması gerekirdi ki, hiçkimse bunu söylememiştir. Birde Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizi de onların gözlerinde azaltıyordu" (Enfal. 44) âyetinin aksine olmuş olur. Eğer müslümanlar o melekleri, insan suretinde görmemişlerse, o zaman o insanların kalplerine çok şiddetli bir korkunun düşmesi gerekirdi. Çünkü, meselâ cinni gören kimse çok korkar.. Bu husus ise, kesinlikle nakledilmemiştir. İnsanların melekleri görmemiş olması durumunda kelamın takdiri şöyle olur: "Melekler savaşıp, düşmanların başlarını koparıp, karınlarını deşip ve kâfirleri atlarından düşürdükleri zaman insanlar, bunu yapanlardan hiç kimseyi görmedikleri halde, bu fiillerin meydana geldiğini müşahede ediyorlardı. İşte bu gibi şeyler, en büyük mucizelerdendir. Bu durumda, böyle bir hali inkâr edenin inatçı bir kâfir olması gerekir. Böyle bir inkâr olmadığına göre, bu delilin yetersizliği de ortaya çıkar (yani insanların melekleri görmemiş olması ihtimali geçersiz olur.) Dördüncü hüccet: İnen bu meleklerin, ya kesîf veyahut da latîf bir cisim oldukları söylenebilir. Birinci ihtimale göre onları herkesin görmüş olması ve, onları görmenin, başkalarını görmek gibi olması gerekir. Halbuki durumun hiç de böyle olmadığı bilinen bir gerçektir, Eğer onlar, mesela hava gibi latîf cisimler idiyseler, onlarda katılık, sertlik gibi özellikler bulunmaz; böylece onların atlara binmiş olmaları da imkânsız olmuş olur. Bütün bunlar ise, sizin de kabul ettiğiniz hususlardır. Bil ki böyle bir şüphe, ancak Kur'ân'ı ve nübüvveti inkâr eden kimseye yakışır. Ama Kur'ân'ı ve peygamberliği kabul eden kimseye, böyle bir şey söylemesi hiç mi hiç yakışmaz. Kur'ân nassının bunu belirtmiş olması ve bu hususun, rivayet edilmiş olan haberlerde mütevâtir derecesine ulaşmış olması sebebiyle, Ebû Bekr el-Esamm'ın bunu inkâr etmemesi gerekirdi. Abdullah İbn Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kureyş Uhud'dan döndüğünde meclislerinde başarılarını konuşuyor ve şöyle diyorlardı: "Biz Bedir gününde gördüğümüz alaca atları ve beyaz adamları Uhud'da görmedik.." Ortaya atılan bu şüpheyi Allah'ın kudretinin kemâliyle karşılaştırdığımızda, böyle bir şüpheye yer kalmaz, ortadan kaybolur. Çünkü Allahü teâlâ bütün mümkinâta kadir olduğu için, istediğini yapar, her türlü ihtiyaçtan münezzeh olduğu için, dilediği her şeye hükmeder. Meleklerin Mü'minlere Yaptıkları Yardımın Şekli Alimler, meleklerin yardımının şekli hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları onların mü'minlerle birlikte savaştıklarını; bazıları da bu yardımın, onların kalplerine kuvvet vererek, onlara muzaffer olacaklarını bildirerek ve kâfirlerin kalplerine korku atarak olduğunu söylemişlerdir. Yardım hususunda açık o an husus şudur ki, melekler, kendilerine ihtiyaç hissedildiğinde savaşta bizzat orduya katılmışlardır. Savaşta bizzat orduya katılmalarına ihtiyaç kalmaması ve mü'minlerin kalplerini güçlendirmek için orada bulunmalarının yeterli olacağını söylemek de caizdir. Müfessirlerden pekçoğu meleklerin Bedir'de savaştıklarını; diğer savaşlardaysa savaşmadıklarını iddia etmişlerdir. "Yetmez mi size..?" buyruğu hakkındadır. "Kifâye" masdarının manası, ihtiyacı gidermek ve işi yerine getirmek demektir. Birisi, bir başkasının ihtiyacını giderdiğinde "Ona, o şu işte yetti" denilir. "İmdad" masdarının manası, bir seyi peyderpey vermektir. Mufaddal, bu imdadın, takviye ve yardım şeklinde olması halinde denildiğini; ek yardım şeklinde olması halinde de denildiğini ve, Hak teâlâ'nın, "denizde ona yardım eder.." Lokman. 271 buyruğunda da böyle olduğunu söylemiştir. İbn Amir (......) kelimesini, teksir ve mübalağa sigasıyla, zâ harfini şeddeli ve fethalı olmak üzere, (......) şeklinde okumuştur. Diğer kıraat imamları ise, zâ harfinin fethasıyla . desız olarak (......) şeklinde okumuşlardır ki, bunlar iki kullanıştır. Yedinci Mesele Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Kalplerini kuvvetlendirmek, onları sebata teşvik edip azimlendirmek ve Allah'ın yardımına güvenlerini artırmak için, meleklerin ineceği va'adi de yapılmıştır. "Size yetmez mi?' ifâdesinin mânası. "Onlara, üçbin melekle yapılan yardımın yetmeyeceği zannını reddetmek olup istifhâm-ı inkarîdir. yani yeteceğini ifâde etmektir " Azlıkları, zayıflıkları ve düşmanlarının sayısının çoklukları sebebiyle, onların zaferden ümidi kesmiş kimseler gibi olduklarını ihsas ve buna işaret için fiil olumsuzluğu tekid eden (......) edâtıyla beraber gelmiştir. 125Elbette siz sabreder, ittiko ederseniz, onlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa. Rabbiniz size nişanlı beşbin melekle yardım edecektir. Âyette birkaç mesele vardır: (......) kelimesi, edatımdan sonra gelen ifâde için olumluluk ifâde eder. Yanı mâna şudur: 'Bilâkis, bu yardım size yetecektir." Böylece bu kelime, mutlaka yeteceğini göstermiştir. Cenâb-ı Hak sonra, "Siz sabreder, ittika ederseniz, onlarda ansızın üstünüze gelecek olurlarsa..." buyurmuştur. Yani, "Eğer müşrikler, ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabb'iniz size, bundan daha fazla sayıdaki meleklerle yardım eder. Bu da beşbin melektir." Buna göre beşbin meleğin gelmesi, üç şartın tahakkuk etmesine bağlanmıştır: Sabır, takva ve kâfirlerin ansızın bastırıvermesi... Bu şartlar bulunmadığı için, meşrut da bulunmamıştır. (......) kelimesi, tencere kaynadığında Arapların söylemiş olduğu "Tencere kaynadı" tabirinden alınma bir masdardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Nihayet emrimiz gelip de fırın kaynadığı zaman." (Hûd, 40) buyurmuştur. Bu kelimenin, tencere kaynarken suyun kabarmaya başladığı ilk yere denildiği de söylenmiştir. Sonraysa Araplar bu lâfzı, istiare yoluyla, sürat ve hız anlamında kullanmıştır. Nitekim "Falanca geldi ve süratle geri döndü" denilir. Fıkıh usûlcülerinin, "Emir, fevr veya terahî içindir" (Emir derhal veya gecikmeli olarak yapmayı ifâde eder) sözleri bu kabildendir. Bunun ifâde etmek istediği mana, "Düşmanın gelişinin hızlılığını, isteğini ve süratini" ifâde etmektir. “Alâmetli” (Nişanlı) Tabirinin Manası İbn Kesîr, Ebû Amr ve Âsim, vâv harfinin kesresi ile, kelimeyi şeklinde, yani "kendilerini husûsî bir takım alametlerle alametlendirmiş oldukları halde" manasında okumuşlardır. Rivayetlerin çoğu, o meleklerin atlarını bir takım nişanlarla alametlendirdiklerini ifâde eder. Diğer kıraat imamları ise, bu kelimeyi, vâv'ın fethası ile şeklinde, yani "Allah veya kendileri tarafından alâmetlendirilmiş olarak" manasında okumuşlardır. Buna göre, bu kelimenin ifâde ettiği "tesvîm" (alâmetlendirme)den ne murad edildiği hususunda şu iki görüş vardır: a) (......) kelimesi, "bir şeyi başkalarından ayıran ve tanınmasını temin eden alâmet" manasınadır. Bunun tefsiri, (Âl-i İmran. 14) âyetinin tefsirinde geçmişti. Bu alâmet, düşmanla karşılaşıldığında süvarinin tanınmasını sağlayan şeylerdir. Nitekim hadis-i şerifte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Bedir günü "Kendinizi alâmetlendiriniz. Çünkü melekler de kendilerini alâmetiendirdiler" dediği yer almıştır. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Melekler, kendilerini sarı sarıklar sararak alâmetlendirmişler ve atlarını da nişan lam ıslardı. Onlar, alın ve kuyruklarına beyaz yünler takılmış alaca atlar üzerinde idiler " demiştir. Hazret-i Hamza İbn Abdulmuttalib (radıyallahü anh)'in, deve kuşu tüyü takarak; Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin beyaz yün takarak; Hazret-i Zübeyr (aleyhisselâm)'in sarı sarık sararak; Ebu Bücane (radıyallahü anh)'nin kırmızı sarık sararak kendilerini alâmetlendirdikleri rivayet edilmiştir. b) Bu kelime, "salıverilmiş" manasınadır ve Arapların otlağa salıverilmiş develer tçin kullandıkları "Deveyi saldım" tabirinden alınmıştır. Bu fiilin "tef'îl" babında denilir. Bu tıpkı senin ve demen gibidir. Bu kelimeyi vâvın kesresi ile "müsevvimîn" şeklinde okuyanlara göre manası, "melekler, kâfirleri öldürmek ve esir etmek için, atlarını onların üzerine salıverdiler" şeklinde olur. "Müsevvemin" diye okuyanlara göre ise mana, "Hayvanların otları ve bitkileri helak etmesi gibi, Allahü teâlâ da müşrikleri helak etsinler diye, melekleri onların üzerine salmıştır" şeklinde olur. Bu Yardımın Müminleri Müjdelemek İçin Yapılması 126Âyetin tefsiri için bak:127 127"Allah bu (yardımı), ancak size bir müjde olsun ve kalpleriniz onunla yatışsın diye yaptı. Nusret ancak aziz ve hakim olan Allah'ın yanındadır. (Bir de bunu)kâfirlerin Heri gelenlerini kessin, yahut onlan tepesi aşağı getirip de emellerine kavuşmayanlar olarak gerisin geri dönsünler diye (yaptı)" . Bu âyetteki (Bunu., yaptı) ifâdesindeki zamir masdara râcîdir. Hak teâlâ sanki, "Allah bu yardım ve desteği, ancak muzaffer olacağınıza bir müjde yaptı" buyurmaktadır. Bir önceki âyetteki (size yardım edecek) buyruğu bu yardıma delâlet etmektedir ve yardım bu âyette zamirle ifade edilmiştir. Nitekim Allahü teâlâ "(Kesilirken) üzerlerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin. Çünkü bu bir fısktır" (Enam. 121) buyurmuştur. Bu, "Onu yemek bir fısktır" manasına gelir. Buna, "yemeyin" fiili delâlet etmektedir ve bundan dolayı zamirle ifâde edilmiştir. Zeccâc, "Bu âyet, "Allah, bu yardımı ancak size bir müjde olsun diye zikretmiştir" manasındadır" demiştir. "Büşrâ" kelimesi, masdarından bir isimdir. Bu kelimenin izahı (Bakara. 85) âyetinin tefsirinde geçmişti. Fiilin İsme Atfedilmesinin İzahı Allahü Teâlâ daha sonra, "ve Kalpleriniz onunla yatışsın dîye.." buyurmuştur. Bununla ilgili bir soru vardır, o da şudur: Âyetteki (......) kelimesi fiil, (......) kelimesi ise isimdir. Fiilin isme atfedilmesi güzel kabul edilmez. Binâenaleyh ya "ancak size bir müjde ve itminan olsun diye., .", veyahut da "ancak sizi müjdelemek ve kalpleriniz itminan bulmak için..." şeklinde olması gerekirdi. Öyle ise hiçin bunlar bırakılmış ve fiilin isme atfedilmesi yoluna başvurulmuştur? Buna iki şekilde cevap verilir: 1- "İmdâd" kelimesinin zikredilmesinde iki gaye bulunmakta olup bunlardan birisi, arzu edilme bakımından diğerinden daha kuvvetlidir. Bu gayelerin birincisi, mü'minlerin kalbine neşe vermek, onları neşelendirmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "ancak bir müjde olsun diye" buyruğu ile murad edilen budur. İkincisi ise, Allah'ın yardım ve muzafferiyetinin onlarla beraber olduğu, bu sebeple de savaştan korkmamaları hususunda bir itminan ve güven meydana gelmesidir. Esas maksad da, işte budur. İşte, arzu edilme bakımından bu iki durum arasında bir farklılığın bulunduğuna dikkat çekmek için Cenâb-ı Hak bu iki ifâdeyi ayrı ayrı zikretmiştir. Binaenaleyh bunun bir müjde olması, arzu edilen bir şeydir; ama daha güçlü olarak arzu edilen ise, bu itmi'nân ve güvenin meydana gelmesidir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, illet bildiren lâm harfini itmi'nân fiilinin başına getirerek, "ve., yatışsın, güven bulsun diye, ." buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hem onlara binmeniz için, hem zînet için de atları, katıdan, merkepleri yarattı" (Nahl, 8) buyruğudur. Esas maksat binmek olduğu için, illet bildiren lâm harfi, "binmek" fiilinin başına getirilmiştir. İşte, burada da böyledir. 2- Cevap sadedinde bazıları şöyle demiştir: Buradaki vâv harfi zaiddir. Kelamın takdiri ise, "Allah bunu ancak, kalpleriniz onunla yatışsın diye size bir müjde yapmıştır" şeklindedir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Nusret ancak Allah'ın yanındadır" buyurmuştur. Bundan maksat, mü'minlerin tevekküllerinin meleklere değil ancak Allah'a olması gerektiğidir. Bu, kulun imanının ancak, sebebleri bir tarafa bırakıp, müsebbibü'l-esbâb olan Allah'a tamamıyla yönelmekle kemâle ereceğine dikkat çekmektedir. Allah'ın, "Aziz ve hakîm olan" tavsifine gelince, "azîz" kelimesi O'nun kudretinin kemâline; "hakîm" kelimesi ise O'nun ilminin kemâline işaret etmektedir. Binâenaleyh kulların ihtiyaçları Hak teâlâ'ya gizli kalmaz ve O, kulların dualarına icabette acze düşmez. İşte muzafferiyet ancak böyle olan bir zat'ın rahmetinden; yardım da ancak böyle olan bir varlığın lütf-u kereminden beklenebilir. Hak Tealâ daha sonra "Kâfirlerin ileri gelenlerini kessin..." buyurmuştur. Bu ifâdenin başındaki lâm harf-i cerri, "Nusret ancak, aziz ve hakim olan Allah'ın yanındadır" cümlesine mütealliktir. Buna göre manası, "Allahü teâlâ'nın size, melekleri imdada göndererek yardım etmesinden maksadı, o mü'minlerin kâfirlerden bir gmbu kesmeleri, yani onları vurup öldürmeleridir. Yine bu lâm harf-i ceninin, ifâdesine ma'tuf olduğu da söylenmiştir. Fakat bu ifâde, başında atıf vâvı olmaksızın getirilmiştir. Çünkü cümlenin kısımları birbirine yakın olduğu zaman atıf harfinin düşürülmesi caizdir. Bu, efendinin hizmetkârına, atıf harfini hazfederek, "Sana, benim hizmetimi görmen, bana yardım etmen ve hizmetimi yerine getirmen için ikramda bulundum" demesi gibidir. Çünkü bu cümlenin kısımları birbirine yakın oldukları için atıf harfi düşmüştür. İşte burada da böyledir. Âyetteki (......) kelimesi, bir taife ve cemaat manasınadır. Burada "vasat" (orta) kelimesinin değil de "taraf" kelimesinin getirilmesi yerinde olmuştur. Zira.birşeyin ortasına ancak onun bir tarafından aldıktan sonra ulaşılabilir. Bu, "Kâfirlerden size yakın olanlarla muharebe edin" (Tevbe, 123) ve "Görmediler mi ki biz yeryüzüne yönelerek onu etrafından eksiltiyoruz" (Ra'd, 41) âyetlerine uygundur. Sonra Cenâb-ı Allah "yahut onları tepesi aşağı getirir" buyurmuştur, (......) kelimesi Arapça'da birşeyi yüz üstü yere vurmaktır. Meselâ "Onu, yüz üstü yere vurdum, o da yüz üstü yere çakıldı" denilir. Kelimenin izahı budur, sonra ileride yine izah edilecektir. Bundan murad, rezil rüsvay etmek, helak itmek, lanetlemek, hezimete uğratmak, kızmak ve zelil kılmaktır. İşte bu kelimenin tefsiri hakkında müfessirler, bunları zikretmişlerdir. Âyetteki "emellerine kavuşamayanlar" kelimesine gelince, (......) kelimesi, mahrumiyet manasınadır. Bu kelime ile "ye's" arasındaki fark şudur: Haybet, ancak birşey umulduğunda meydana gelir. Ye's ise, bazan birşeyin olmasını umduktan önce, bazan da sonra olur. Bu sebeple "ye's"in zıddı, recâ (ümit), haybet'in zıddı ise "zafer" (elde etme)dir. Allah en iyisini bilir. 128"İşten hiçbirşey sana ait değildir. (Allah) ister onların tevbesini kabul eder, ister onları azaplandırır. Çünkü onlar zâlimdirler" . Âli İmran 128. Âyetinin Nüzul Sebebi Hakkında Rivayetler Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Birinci Mesele Bu âyetin sebeb-i nüzulüne dair iki görüş vardır: a) Meşhur olan görüşe göre, bu âyet-i kerime Uhud kıssası hakkında nazil olmuştur. Bu görüşte olanlar üç değişik izah üzere ihtilaf etmişlerdir: 1- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kâfirlere beddua etmek isteyince bu âyet nazil olmuştur. Bunu söyleyenler de üç ihtimal zikretmişlerdir: Birincisi: Rivayete göre Utbe İbn Ebî Vakkas, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in başını yardı ve dişini kırdı. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yüzünden kanlar akmaya başladı. Ebu Huzeyfe'nin kölesi Salim (radıyallahü anh) ise, bir taraftan Hazret-i Peygamber'in yüzündeki kanları yıkarken, bir taraftan da, "Kendilerini yaratıcılarına inanmaya çağıran peygamberlerinin yüzünü kanlara boyayan bir kavim nasıl iflah olur!" diyordu. Sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o kâfirlere beddua etmek isteyince, bu âyet nazil oldu. İkincisi: Salim İbn Abdullah'ın babası İbn Ömer (ra.)'den rivayet ettiğine göre, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), müşrik topluluklara lanet ederek şöyle demiştir: "Allah'ım Ebu Süfyan'a lanet et; Hars İbn Hişam'a lanet et; Safvan İbn Ümeyye'ye lanet et!" İşte bunun üzerine, o âyet nazil olmuştur. Âyetteki "(Allah) ister onların tevbesini kabul eder" buyruğunun de gösterdiği gibi, Cenâb-ı Hak bu kimselerin tevbesini kabul etmiş ve bunlar çok güzel müslümanlar olmuşlardır. Üçüncüsü: Bu âyet, Hazret-i Hamza İbn Abdulmuttalib (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), savaş meydanında Hazret-i Hamza'nın cesedini ve ona müşriklerin yaptığı işkenceleri görünce, "Yemin ederim ki ben de onlardan otuz kişiye işkence yapacağım" demişti ve bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Bütün bunlar Uhud savaşında olmuştur. Binaenaleyh âyet, hepsi hakkında birden nazil olmuş olup, bütün ihtimallere hamletmek imkansız değildir." 2- Bu âyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emrine muhaletet eden ve mevzilerini terkeden müslüman okçulara lanet etmek istemesi sebebiyle nazil olmuştur. Böylece Hak teâlâ, onu bundan menetmiştir. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiş olan görüştür. 3- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), emrine muhalefet eden, bozguna sebep olan ve kendilerine beddua ettiği müslümanlar için istiğfar dilemek istedi de bu âyet nazil oldu. İşte bütün bu ihtimal ve izahlar, "Bu âyet, Utıud kıssası hakkında nazil olmuştur" şeklindeki görüşümüze dayanmaktadır. b) "Âyet-i kerime başka bir hâdise hakkında nazil olmuştur, o da şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabının seçkinlerinden bir topluluğu, Kur'an öğretmeleri için Bi'r-i Ma'ûne halkına göndermişti. Âmir İbn Tufeyl, askerleriyle birlikte onların üzerine gitti ve onları yakalayıp öldürdü. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buna çok üzüldü ve kâfirlere kırk gün beddua etti. İşte âyet, bunun üzerine nazil olmuştur." Bu, Mukâtil'in görüşü olup, uzak bir ihtimaldir. Çünkü ekseri âlimler, bu âyet-i kerimenin Uhud kıssası hakkında olduğunda ittifak etmişlerdir. Sözün gelişi de buna delâlet eder. Burada sözün başı ve sonuyla ilgisi olmayan bir kıssa anlatmak uygun değildir. Hazret-i peygamber'in İsmeti Hakkındaki Şüpheye Cevap Bu âyetin zahiri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yapma durumunda olduğu bir iş hakkında gelmiş olduğuna delâlet etmektedir. Böylece bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i o davra- nıştan menetmek gibi olmuştur. Bu durumda ortaya şöyle bir müşkil çıkmaktadır: Eğer Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in du davranışı Allah'ın emriyle olmuşsa, Allahü teâlâ, O'nu bundan nasıl menetmiş olabilir? Eğer bu davranışın Allah'ın emri ve izni ile olmadığını söylersek, bu durum Cenâb-ı Hakk'ın, "O (Peygamber), kendi hevâ-vü hevesinden söylemez" (Necm, 3) âyetiyle nasıl uyuşur? Yine âyet-i kerimeler, peygamberlerin ismetine (günahsız olduklarına) delalet etmektedir. Buna göre bu âyette menedilmiş olan şey, eğer iyi ise, Allah onu niçin menetmiştir? Eğer çirkin ise, onu yapan nasıl mâsûm (ismet sahibi) sayılır? Bu soruya birkaç şekilde cevap verilebilir: 1- Bir işten menetmek, menedilen şeyin yapılmış olduğunu göstermez. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Eğer şirk koşarsan, andolsun ki amellerin boşa gider" (Zümer, 65) demiştir. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hiç şirk koşmamıştır. Yine Hak teâlâ, "Ey Peygamber Allah'tan kork..." (Ahzab, 1) buyurmuştur. Bu emir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allah'tan korkmadığına delâlet etmez. Bunun peşine Cenâb-ı Allah, "Kâfirlere itaat etme" (Ahzab, 1) buyurmuştur. Bu da, onun kâfirlere itaat ettiğine delâlet etmez. Bu menetmenin faydası şudur: Amcası Hazret-i Hamza'ya öldükten sonra işkence edilmesi ve müslümanların öldürülmesi gibi çok şiddetli hüzün ve büyük kızgınlıklara sebep olabilecek hadiseler meydana gelmişti. Açık olan şudur ki, kızgın, insanı uygun olmayan söz ve fiillere sevkedebilir. İşte bu nahoş durumları görmüş olması Hazret-i Peygamber'i, yakışmayan söz ve fiillere sevketmesin diye, ismetini takviye ve temizliğini te'yid için, Hak teâlâ O'nu bu âyetle menetmiştir. 2- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu işi yapmış olsa bile, bu efdal ve evlâ olanı terketme kabilinden olan birşeydir. Bundan dolayı Allahü teâlâ ona, efdal ve evlâ olanı seçme yolunu göstermektedir. Bunun bir benzeri de, "Eğer, herhangi bir ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size yapılan ukubetin misliyle cezalandırın. Sabrederseniz, andolsun ki bu sabredenler için daha hayırlıdır. Sabret. Senin sabrın ancak Allah('ın muvaffak kılmasıyladır)." (Nahl, 126) âyetidir. Allahü teâlâ sanki "Eğer sen bu zâlimi cezalandıracak isen, misliyle mukabele etmekle yetin" demiş, sonra da şöyle devam etmiştir: "Eğer onu serbest bırakırsan bu daha evladır." Daha sonra ise, Hazret-i Peygambere onu bırakmasını kesin olarak emrederek, "Sabret senin sabrın ancak Allah'ın muvaffak kılmasıyladır." buyurmuştur. 3- Belki de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gönlü onlara lanet okumaya meyledince bu hususta Rabb'inden izin istemiş, Cenâb-ı Hak da bu âyette, onu bundan nehyetmiştir. Bu açıklamaya göre, buradaki nehiy Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ismetine bir zarar vermez. Cenâb-ı Hakk'ın, "İşten hiçbir şey sana alı değildir" buyruğu hakkında iki görüş vardır: 1- Bunun manası, "Bu vakıa ve bu hadiseden sana terettüb eden bir şey yoktur" şeklindedir. Buna göre müfessirlerden şu açıklamalar nakledilmiştir: a) "Vahyettiğim şeylerin dışında, kullarımın maslahatlarından sana bir şey terettüp etmez." b) "Onları helak etme meselesinde sana terettüp eden herhangi bir şey yoktur. Çünkü Allahü Teâlâ onların maslahatlarının ne olduğunu daha iyi bilir ve çoğu kez onların tövbelerini kabul eder." c) "Allah'ın, onların tevbelerini kabul etmesi veya onlara azâb etmesinde sana herhangi bir şey terettüp etmez." Hazret-i Peygamberin Kâfirlere Lanet Etmeyişinin Hikmeti 2- Bundan murad, nehyin zıddı olan emirdir. Buna göre mana, "Benim emrime uygun olması durumu hariç, kullarımın işinden sana terettüp eden bir şey yoktur" şeklindedir. Bu Hak teâlâ'nın, "İyi biliniz ki bütün hüküm Allah'ındır" (Enam, 62)ve "Önünde de sonunda da emir Allah'ındır" (Rum, 4) âyetlerinde olduğu gibidir. Bu iki görüşe göre de âyetin maksadı, Cenâb-ı Hakk'ın izni ve emri olması durumu hariç, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i her türlü fiil ve sözden men etmektir. Bu da, kulluk derecelerinin en mükemmeline iletme ve irşâd etmedir. Sonra âlimler Hazret-i Peygamber'in lanet etmekten men edilmesinin hangi sebepten dolayı olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, bunun sebebi, "Cenâb-ı Hakk'ın çoğu kez bazı kâfirlerin halinden onların tevbe edeceğini biliyor veyahut tevbe etmese bile, ne varki Cenâb-ı Hak, o kâfirden müslüman, itaatkâr ve müttakî bir çocuğun doğacağını biliyor. Allah'ın rahmetine lâyık olan böyle bir kimseye, tevbe etmesine veya böyle bir çocuğun ondan dünyaya gelmesine kadar, dünyada mühlet vererek, çeşitli belâları ondan savuşturmastdır. Hazret-i Peygamber bu kimselere helak olmaları için beddua ettiğinde eğer onun duası kabul olunursa, böyle bir gaye elden kaçırılmış olurdu. Eğer duası kabul olunmazsa, bu Hazret-i Peygamber'e önem vermemek gibi bir şey olurdu. İşte bu mânalardan dolayı Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i lanet etmekten men etmiş ve ona, her şeyi Allah'ın ilmine havale etmesini emretmiştir" demişlerdir. Bazıları da bunun maksadının, kulluk acziyyetini ortaya koymak ve kulun, Allah'ın mülk ve metekûtu hakkındaki inceliklere ve sırlara dalmamasını tembihtir. Bana göre en güzel olan izah şekli budur ve rubûbiyyet, ubûdiyyet hakikatine delâlet eden usûl bilgisine en uygun olan da budur. Ferrâ, Zeccâc ve bunların dışında kalanlar, bu âyet hakkında şu iki hususu zikretmişlerdir: 1- Hak teâlâ'nın, "(Allah) ister onların tevbesini kabul eder" buyruğu, kendinden önceki ifâdelere atıftır. Kelamın takdiri ise, "Kâfirlerin ileri gelenlerini kessin, yahut onları tepesi aşağı getirsin, yahut onların tevbesini kabul buyursun veyahut da onlara azap etsin" şeklindedir. Buna göre Hak teâlâ'nın, "İşden hiçbir şey sana ait değildir" buyruğu, matuf ile matufun aleyh arasına girmiş olan başka tyr söz gibi olur. Bu senin, "Zeyd'i döğdüm -Bunu bil- ve Amr'ı da döğdüm" demen gibidir. Bu görüşe göre bu âyet, kendinden önceki ifâdelerle irtibatlıdır. 2- Buradaki edatı, veyahut da öl manasındadır. Bu senin demen gibidir ki bu, veya demektir. Bu ifâdenin manası ise, "Hakkımı verinceye kadar, sen hakkımı vermedikçe, peşinden ayrılmayacağım" demektir. Bu izaha göre bu âyetin manası şöyle olur: "Allah onların tevbelerini kabul edinceye ve sen de onların bu durumundan sevinç duyuncaya kadar; veyahut Allah onlara azap edip de sen de onlardan kurtuluncaya kadar sana onların durumundan bir şey terettüb etmez." Allah'ın Kulda Tevbeyi Yaratması Cenâb-ı Hakk'ın, "(Allah) ister onların tevbesini kabul eder" buyruğu bizim alimlerimize göre Cenâb-ı Hakk'ın insanlarda tevbeyi halketmesi diye tefsir edilmiştir ki, bu da O'nun, o insanlarda, yapmış oldukları şeye karşı pişmanlık hissini ve gelecekte de aynı şeyleri bir daha yapmama hususunda bir azim yaratmasından ibarettir. Âlimlerimiz sözlerine şöyle devam etmektedirler: "Bu mâna, aklî delillerle de te'kid edilmiştir. Çünkü pişmanlık, geçmişte, gelecekteki fiillerden bir fiili terketmeyle ilgili bir iradenin bulunmasından ibarettir. Kalpte irâdelerin ve isteksizliklerin bulunması, kulun fiiliyle olmaz. Çünkü kulun fiilinden önce irade vardır. Eğer irâde etmeler kulun fiili olsaydı, kul o irâdeleri yapma hususunda başka bir iradeye muhtaç olurdu; bu durumda da teselsül gerekirdi ki, bu da imkansızdır. Böylece biz kalpte istek ve isteksizliğin bulunmasının, doğrudan ancak Allah'ın yaratması ve var etmesiyle olduğunu anlamış oluruz. Tevbe, pişmanlık duyup aynı şeyi bir daha yapmamaya azmetmekten ibaret olup, bunlar da isteme ve istememe cinsinden bir şey olunca, tevbenin kulda ancak Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmiş olduğunu anlamış oluruz. Böylece bu aklî delil, Kur'ân'ın zahirinin, yani, "(Allah) ya onların tevbesini kabul eder" ifâdesinin delâletine uygun düşmüş olur. Mutezile ise Hak teâlâ'nın bu ifâdesini, O'nun lütuf fiilleri veya tevbeyi kabul etmesi şeklinde tefsir etmişlerdir. Hak teâlâ'nın, "Çünkü onlar zalimdirler" buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: Eğer âyetten maksat, Hazret-i Peygamber'i kâfirlere beddua etmekten men etmek ise, bu söz doğrudur. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın kâfirleri zâlim diye adlandırmış olmasıdır. Çünkü şirk, zulümdür. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Yok eğer bu ifâdeden maksat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, emrine muhalefet eden müslümanlara beddua etmekten men etmek ise, ifâde yine doğru olur. Çünkü Allah'a asi olan herkes kendisine zulmetmiş demektir. Bu âyette zikredilen azaptan muradın, öldürmek ve esir almak demek olan, dünya azabı olması muhtemel olduğu gibi, bundan muradın âhiret azabı olması da muhtemeldir. Her iki takdire göre de bunun ilmi, Allah'a havale edilmiştir. Hak teâlâ'nın, "Çünkü onlar zâlimdirler" ifâdesi müstakil bir cümledir. Ancak ne var ki, bunun burada zikredilmesinin maksadı, onlara azap etmenin yerimde olmasının sebebini açıklamaktır. Buna göre mâna, "Yahud da onları azâplandırır. Çünkü, eğer Allah onlara azâb ederse, onlara ancak zâlim oldukları için azâb etmiştir." Göklerin ve Yerin İdaresi Allah'a Aittir 129"Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine de merhamet eder. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir" . Bu hususta iki mesele vardır: Bu ifâdeden maksat, Cenâb-ı Hakk'ın daha önce zikretmiş olduğu, "İşden hiçbir şey sana ait değildir" (Al-i imran, 128) ifâdesini te'kid etmektir. Buna göre mana, "İş ancak, mülk kendisinin olan kimseye aittir. Göklerin ve yerin mülkü, yalnız Allah'a aittir. O halde, göklerde ve yerde bulunan bütün işler Allah'a aittir. İşte bu, kesin aklî delildir. Cenâb-ı Hak, değil de, "Göklerde bulunan her şey ve yerde bulunan her şey" buyurmuştur. Çünkü O'nun maksadı, hakikat ve mahiyetlere işaret etmektir. Bu sebeple her şey, bu hakikat ve mahiyetin içine dahil olmuştur. Allah Dilediğini Af, Dilediğine Azab Eder Cenâb-ı Hakk'ın, "O dilediğini bağışlar, dilediğine de merhamet eder" buyruğuna gelince, bil ki: Âlimlerimiz bu âyet-i kerime ile, Cenâb-ı Hakk'ın, ulûhiyyetinin hikmeti gereği bütün kâfir ve âsileri cennete; bütün Allah'a yakın kulları (mukarrebûn) ve sıddîkleri de cehenneme sokabileceği ve bu işler hususunda kendisine itiraz edilemiyeceği konusunda istidlal etmişlerdir. Âyetin bu manaya delâleti açıktır. Aklî delil de bunu te'kid etmektedir. Bu böyledir, çünkü kulun fiili irâdeye dayanır. O iradeyi de Allah yaratmıştır. Allah o iradeyi yaratınca, kul itaat eder. Allah başka bir irâde yaratınca ise, kul isyan eder. Binaenaleyh kulun tâatı da masiyeti de Allah'tandır. Halbuki Allah'ın fiili, kendisine hiçbir şeyi kesinlikle vâcib kılmaz; binâenaleyh, tâat sevabı, ma'siyet de ikâbı gerektirmez. Aksine bütün bunlar, Allah'ın uluhiyyeti, kahrı ve kudreti'nin hikmeti muktezasınca O'ndandır. Böylece bizim yukarıda öne sürdüğümüz, "Şayet Allah bütün mukarreb kullara azâb etse, bu güzel olur; bütün firavunlara merhamet etse, bu da doğru olur" şeklindeki görüş doğru olur. Bu, "O, dilediğini bağışlar, dilediğine de merhamet eder" ifâdesinin zahirinin öeâte eformş olduğu a.fi bvt Buna. göre şayet, "Allah' kâfirleri bağışlamıyacağı ve meleklere, peygamberlere azap etmeyeceği sabit olan bir husus değil midir?" denilirse, biz deriz ki: Âyetin mânası şudur: Allah dilerse yapar. O'na itiraz edilemez. Bu kadar bir ifâde, O'nun bunu yapacağını ya da yapmayacağını gerektirmez. Bu söz, son derece açık bir sözdür. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu ifâdesini, "Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir" sözüyle bitirmiştir ki, bu ifâdenin maksadı şunu açıklamaktır: Bütün bunlar, Allah'tan güzel olan şeylerdir. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın mağfiret ve merhamet tarafı, vücub yolu üzere değil, ama fazl ve ihsan yolu üzere olmak üzere, gâlibtir. 130Âyetin tefsiri için bak:132 131Âyetin tefsiri için bak:132 132"Ey iman edenler, ribâyı öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin. Allah'tan korkunuz ki, felaha eresiniz. Ve, kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının. Ve, Allah'a ve Peygamber'e itaat edin. Umulur ki, merhamet edilirsiniz" . Bil ki, âlimlerden bazıları şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, mü'minlere, din ve cihad ile ilgili, kendilerine en uygun olana iletmesiyle alâkalı olarak nimetlerinin büyüklüğünü açıklayınca, bunun peşinden emir, nehiy, terğîb ve sakındırmayla ilgili şeyleri getirmiş ve "Ey İman edenler, ribâyı yemeyin" buyurmuştur. Bu takdire göre âyet, bir başlangıç cümlesi olup, makabli (öncesi) ile bir münasebeti yok demektir. Kaffâl (r.h), "Müşriklerin, ribâ sebebiyle toplamış oldukları malları ordularına harcamış olmaları cihetiyle de âyetin kendinden önceki ifâdelerle ilgili olması da muhtemeldir. Böylece bu durum, müslümanların, mal toplayıp kendi ordularına harcayıp, bu suretle kâfirlerden intikam alabilmeleri için ribâya yönelmelerine bir sebep ve davet edici olmuştur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, hiç şüphesiz müslümanları bundan nehyetmiştir" demiştir. Hak teâlâ'nın, "Kat kat" ifâdesi hakkında iki mesele vardır: Birinci Mesele Câhiliyye döneminde bir kimsenin bir başkası üzerinde, belirli bir zamana kadar yüz dirhem alacağı olduğunda, borcun ödenme zamanı gelip de, borçlu kimse o borcu ödeyemediğinde alacaklı olan kimse, "Benim için, sen malı artır; ben de sana ödeme mühletini uzatayım" derdi. Çoğu kez, bu yüz dirhemi ikiye katlayarak, ikiyüz dirhem yapardı. Daha sonra, bu ikinci ödeme zamanı gelince, aynı şeyi yapardı. Bu iş, pekçok kereler yapılırdı. Böylece alacaklı olan kimse, o yüz dirheme mukabil, onun kat kat fazlasını alırdı. İşte, "Kat kat" tabirinden murat budur. (......) kelimesi, hâl olduğu için mansûbtur. Cenâb-ı Hak daha sonra, Allah'tan korkunuz ki, felaha eresiniz" buyurmuştur. Bu nehy nakkında Allah'tan ittikâ etmenin vacip olduğunu ve felahın da ittikâya dayandığını bil. Binâenaleyh bir kimse ribâ yese ve ittikâ etmese, felah söz konusu olamaz. İşte bu tabir ribânın, küçük günahlardan değil, kebâirden olduğu hususunda bir nastır. Cenâb-ı Allah'ın, (......) ifâdesinin tefsiri, Bakara sûresinde (Âyet, 21) âyetinin tefsirinde geçmişti. Yine ribâ ile ilgili sözün tamamı, Bakara sûresinde (Âyet, 275-280) geçmişti. Cenâb-ı Hak sonra, "Ve, kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının" buyurmuştur. Bu hususta da birkaç soru vardır: Âyetle İlgili Bazı Sorular ve Cevaplar Birinci soru: Kâfirler için hazırlanan ateş, onların küfürleri miktarınca olur. Bu ise, müslüman bir kimsenin, fıskı sebebiyle hakettiğinden daha fazla olur. O halde daha nasıl Cenâb-ı Hak, "Ve, kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının" buyurmuştur? Cevap: Âyetin takdiri, "Ribânın haram kılındığını inkâr etmekten sakınınız. Aksi halde kâfir olursunuz" şeklindedir. Cehennem Kâfirler İçin Hazırlanmış İse Mümin Girer mi? İkinci soru: Hak teâlâ'nın, "Kâfirler için hazırlanmıştır" ifâdesinin zahiri, cehennemin sadece kâfirler için hazırlanmış olmasını gerektirir. Bu da, mü'minlerden hiçkimsenin cehenneme girmeyeceğine kesin olarak hüküm vermeyi gerektirir ki, bu hüküm, diğer âyetlerin aksine bir hüküm olur. Buna birkaç bakımdan cevap verilir: 1- Cehennemde, bir kısmı kâfirler, bir kimi da fasıklar için hazırlanmış olan çeşitli "dereke" (tabakaların) bulunması uzak bir ihtimal değildir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Kâfirler için hazırlanmış olan ateş..." tabiri, Cenâb-ı Hakk'ın kâfirler için hazırlamış olduğu hususî tabakalara bir işaret olmuş olur ki bu, O'nun, kâfirlerin dışındakilere hazırlamış olduğu başka tabakalar bulunmasına mâni değildir. 2- Cehennemin kâfirler için hazırlanmış olması, mü'minlerin oraya girmesine mâni değildir. Çünkü, cehennemliklerin ekserisi kâfir olduğu için, cehennemin onlar için hazırlanmış olduğunu söylemek uzak bir ihtimal sayılmaz. Nitekim, herhangi bir ihtiyacı için üzerine binmiş olduğu bir hayvan hakkında bir kimse, "Ben bunu, müşriklerle savaşmak için hazırladım (besliyorum)" derse, o, her ne kadar o saatte başka bir gayeyle ona binmiş olsa dahi, bu sözünde doğru söylemiş olur. İşte burada da böyledir. Kur'an'ın Tamamı Bir Tek Sûre Gibidir 3- Kur'ân, tek bir sûre gibidir. Binaenaleyh, bu ayet, cehennemin, kâfirler için hazırlanmış olduğuna, diğer âyetler de cehennemin hırsızlık yapan, adam öldüren, zina eden ve iftira atan kimseler için hazırlandığına delâlet eder. Bunun misali, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir güruh onun içine atılınca, kendilerine bekçiler sordular: "Size, azap ile uyaran (resul) gelmedi mi?" (mülk, 8) âyetidir. Halbuki bu, bütün kâfirlere denilmez. Yine Cenâb-ı Hak, "Artık onlar da, o azgınlar da, İblis'in orduları da toptan yüz üstü cehenneme atılmışlardır. Orada birbiriyle çekişerek şöyle dediler: "Allah'a andolsun ki, gerçekten biz apaçık bir sapıklık içindeydik. Çünkü sizi, âlemlerin Rabbiyle aynı seviyede tutuyorduk" (Şuarâ. 94-98) buyurmuştur. Halbuki bu, onların tamamının sıfatı değildir. Ancak ne var ki bu şartlar, diğer sûrelerde de zikredilince, burada zikredilen gibi olmuştur. İşte bizim zikrettiğimiz konuda da durum aynıdır. Allah en İyi bilendir. 4- Cenâb-ı Hakk'ın, "kâfirler için hazırlanmıştır" buyruğu, cehennemin kâfirler için hazırlandığını tsbât etmektedir. Bu tabir cehennemin sırf kâfirler için hazırlanmış olduğunu göstermez. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, cennet hakkında, "Müttakiler için hazırlanmıştır" (Âl-i İmran. 133) buyruğu gibidir ki, bu ifâde, cennete onların dışında kalan çocukların, delilerin ve hurilerin girmeyeceklerine delâlet etmez. 5- Cehennemin, kâfirler için hazırlanmış olmakta vasfedilmesinden maksat, caydırıcılığın ve men etmenin oranını arttırmaktır. Bu böyledir, çünkü, kendilerine günahtan sakınmaları söylenilen mü'minler, takvadan ayrıldıkları zaman kâfirler için hazırlanmış olan cehenneme sokulacaklarını bildiklerinde ve, onların akıllarında da kâfirlerin cezasının azameti yer edince, işte o zaman onların günahlardan sakınmaları daha ileri bir seviyede olmuş olur, Bu tıpkı, babanın çocuğunu, "Bana isyan edersen, seni vahşi hayvanların bulunduğu yere sokarım" diyerek korkutmasına benzer. Bu ifâde, oraya, başkalarının girmeyeceğine delâlet etmez. Üçüncü soru: Âyet, cehennemin şu anda yaratılmış olup olmadığına delâlet eder mi? Cevap: Evet delâlet eder. Çünkü, Hak teâlâ'nın, "Hazırlandı' sözü geçmişten haber veren bir ifâdedir. Binâenaleyh o şeyin varlık âlemine girmiş olması ve mevcut olması gerekir. Cenâb-ı Hak sonra, Allah'a ve Peygamber'e itâat edin. Umulurki, merhamet edilirsiniz" buyurmuştur. Hak teâlâ vâ'idden bahsedince, Kur'ân'da her zamanki âdeti üzere, peşisıra va'adini getirmiştir. Muhammed İbn İshâk İbn Yesâr, bu âyetin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud günü müslümanlara emirlerini verdiği zaman, ona isyan eden kimselere bir itâb olarak diğini söylemiştir. Mu'tezile, bu âyetin, Allah'ın rahmetinin, O'na ve Resulüne itaata bağlı olduğuna delâlet ettiğini, bunun umûmî bir ifâde olduğunu ve zahirinin de her nangi bir hususta Allah ve Resulüne isyan edenlerin ilâhi rahmete ehil olmayacaklarını gösterdiğini söylemiştir ki bu "ashab-ı va'îd"in görüşüne delâlet eder. Müttakiler İçin Hazırlanan Cennet 133"Rabb'inizin mağfiretine ve müttakiler için hazırlanmış, eni göklerle yer kadar olan cennete koşuşun" . Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Nâfi ve İbn Amir, başına vav getirmeksizin âyeti (......) şeklinde okumuşlardır ki Medine ve Şam mushaflarında da böyledir. Diğer kıraat imamları İse vâv harfi ile okumuşlardır ki Mekke ve Irak mushafları ile Hazret-i Osman'ın mushafında da böyledir. Başına vâv getirenler, âyeti kendinden önceki ifâdelere atıf saymışlardır. Bunun takdiri, "Allah'a ve Resûlullah'a itaat edin ve... cennete koşuşun" şeklindedir. Bu ifâdenin başına vâv getirmeyenler ise, bu ifâde ile, bundan önceki "Allah'a ve Peygambere itaat edin" sözünü tek bir şey gibi saymışlardır. Bu iki ifâde, manaca birbirlerine yakın oldukları için atıf vâvı düşürülmüştür. Kisâî'nin (Mü'mînûn, 61) ve (Mü'minûn, 56) âyetlerinde imâle yaptığı rivayet edilmiştir. Bu, medden sonra gelen râ harfi meksûr olduğu zaman caizdir. Bu durumda râ harfi meftûh olursa imâle yapılmaz. O, aynı şekilde meksûr "râ" harfinde de imâle yapıyordu. Âlimler, bu ifâdede bir hazfin bulunduğunu söylemişlerdir ki buna göre mana, "Rabb'inizin mağfiretini icâb ettiren şeylere... koşuşun" şeklindedir. Allah'ın mağfiretini gerektiren şeyin, emredilenleri yapıp, yasaklananları terketmek olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh bu, emredilenleri yapmaya, ve nehyedilen şeyleri bırakmaya koşmayı emirdir. Usûlcülerin pek çoğu, bu âyeti delil getirerek, emrin zahirinin fevrîliği (hemen yerine getirmeyi) gerektirdiğini ve terâhîye (sonraya bırakmaya ve geciktirmeye) manî olduğunu söylemişlerdir ki, bunun izahı açıktır. Müfessirlerin "mağfiret" kelimesi hakkında bazı tefsirleri vardır: a) İbn Abbas, "Bu, İslâm manasınadır" demiştir ki bunun izahı açıktır. Çünkü âyette "mağfiret" kelimesi nekire olarak zikredilmiştir ki bundan murad, son derece büyük bir mağfirettir. Böyle olan ise, İslâm ile elde edilen mağfirettir. b) Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, bu mağfiretten muradın, farz ibâdetleri yerine getirme olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Bunun izahı şöyledir: Bu lâfız mutlaktır, dolayısıyla her ibâdeti içine alması gerekir. c)"Bundan maksad ihlastır." Bu, Hazret-i Osman (radıyallahü anh)'ın görüşüdür. Bunun izahı da şöyle olur: Bütün ibâdetlerin maksadı ihlastır. Nitekim Cenâb-ı Hak "Halbuki onlar Allah'a, O'nun dininde ihlâs erbabı olarak ibâdetten başka birşeyle emrolunmamışlardı..." (Beyyine, 5) buyurmuştur. d) Ebul-Âliye, bunun hicret mânasına olduğunu söyledi. e) Dahhâk ve Muhammed İbn İshâk, bunun cihâd manasına olduğunu söylemişlerdir. Çünkü, (Âl-i imran, 121) âyetinden itibaren altmış âyeti Uhud savaşı hakkında nazil olmuştur. Binâenaleyh bütün buradaki emir ve nehiyler, cihâd ile ilgili olmuş olurlar. f) Sa'îd İbn Cübeyr, bunun namazın iftitah tekbiri olduğunu söyledi. g) Osman, bunun beş vakit namaz olduğunu söyledi. h) İkrime, bunun taatların hepsi mânasına olduğunu söylemiştir. Çünkü burada "mağfiret" lâfzı umûmidir, dolayısıyla taatların hepsini içine alır. i) Esâmm şöyle demiştir: "Koşuşun" emri, ribâ'dan (faiz) ve günahlardan bir an önce tevbe etmeye koşun" demektir. Bu şu şekilde izah edilir: Allahü teâlâ, önce ribâyı yasaklamış, sonra da "Rabb'inizin mağfiretine... koşuşun" buyurmuştur. İşte bu, bundan muradın, daha önce yasaklanan şeyi terketmeye koşma olduğunu gösterir. Evlâ olan, bu ifâdeyi, daha önce de söylendiği gibi vacipleri edâ edip, bütün mahzurlu şeylerden tevbe edip uzak durma mânasına hamletmektir. Çünkü burada "mağfiret" lafzı umûmîdir, onu tahsis etmeye imkân yoktur. Sonra Hak teâlâ, mağfiretine koşuşmanın gerektiğini beyân buyurduğu gibi, cennetine koşuşmanın (yarışmanın) vacip olduğunu da beyan etmiş ve bu ikisini birbirinden ayırmıştır. Çünkü "mağfiret", cezayı kaldırmayı; cennet ise, sevaba ulaştırmayı ifâde eder. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, mükellefin bu iki emri mutlaka yerine getirmesi gerektiğini belirtmek için, bu âyette her ikisini de zikretmiştir. Cennetin eninin gökler kadar olduğunu beyan etmesinden, hakîkî mânanın kastedilmediği malumdur. Çünkü bizzat gökler, cennetin eni olamazlar. O halde bu ifâdeden maksad, "göklerin ve yerin eni gibi..." manasıdır. Bu hususta birkaç sual vardır: Birinci sual: Cennetin eninin, gökler ve yerin eni gibi olması ne demektir? Bu hususta şu izahlar yapılmıştır: a)Bundan murad şudur: Şayet gökler ve yerlerin herbir tabakası, parçalanmayan cüzlerden (atomlardan) oluşmuş birer satıh haline getirilse ve hepsi yanyana konulup tek bir satıh (tabaka) elde edilse, işte bunun eni, cennetin eni kadar olur. Bu, ancak Allah'ın bilebileceği son derece geniş bir mesafedir. b) Eni, gökler ve yerin eni gibi olan cennet, bir tek insanın hissesine düşecek olan cennettir. Çünkü insan, mal ve mülk hususunda son derece arzuludur. Bundan dolayı, her birinin mülkü olan cennetin miktarının bu kadar çok olması gerekir. c) Ebu Müslim şöyle demektedir: "Bunun bir diğer izahı da şudur: Eğer cennet, alış-veriş yoluyla, gökler ve. yer karşılığında satışa çıkarılsa, gökler ve yerler ancak cennetin fiatı olabilir. Çünkü sen, birşeyi, başka birşey karşılığında sattığında, ve dersin. Böylece bu "arz" (en) kelimesi, arasındaki miktar bakımından eşitliğin yerine konulmuş olur. "Kıymet" (değer) kelimesinin manası da böyledir. Çünkü bu da, birşeyi başka birşeyle değerlendirme ve karşılaştırma manasından alınmıştır. Bu iki şeyden herbiri, diğerinin bir misli ve kıymeti olmuş olur. d) Maksad, o cennetin alabildiğine geniş olduğunu anlatmaktır. Çünkü bize göre yer ile göklerden daha geniş hiçbir şey yoktur. Bunun bir benzeri de, "(Onlar), gökler ve yer durdukça orada ebedî kalındırlar" (Rad 107) âyetidir. Çünkü bize göre, herşeyin en uzun ömürlüsü gökler ve yerdir. Böylece biz insanlara, bildiklerimize uygun şekilde hitap edilmiştir. İşte burada da böyledir. İkinci sual: Cenâb-ı Allah, burada özellikle niçin cennetin eninden bahsetmiştir? Cevap: Bunun iki izahı vardır: a) Eni, bu kadar olan bir şeyin, uzunluğunun daha fazla olacağı açıktır. Bunun bir benzeri de "O (döşeklerin) astarları atlastandır" (Rahman, 54) âyetidir. Allahü Teâlâ burada, döşeklerin astarından bahsetmiştir. Astarın, yüzünden daha az kıymetli olacağı malumdur. Astarı bu kadar kıymetli olan bir şeyin, ya yüzü nasıl olur! İşte burada da böyledir, eni böyle olanın, ya boyu ne olur!" b) Kaffâl şöyle demektedir: "Buradaki enden maksat, uzunluğun aksi olan en değildir. Aksine bu genişlik manasındadır. Nitekim Araplar, "Geniş bir memleket" der. Yine, "Bu, geniş ve büyük bir dâvadır" denilir. Bu hususta asıl olan şudur: Eni geniş olan, dar olmaz. Fakat eni dar olan ince olur. Böylece en, genişlikten kinaye kılınmıştır." Üçüncü sual: Siz, cennetin göklerde olduğunu söylüyorsunuz. O halde cennetin eni, nasıl göklerin eni gibi olur? Cevap: Buna şu iki bakımdan cevap veririz: a) Bizim bu sözümüzden maksadımız, cennetin göklerin üstünde ve Arşın altında olduğunu ifade etmektir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Firdevs cennetini anlatırken "Onun tavanı, Rahman'ın Arşıdır" buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre Bizans İmparatorunun elçisi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir soru yönelterek, "Sen, eni gökler ve yer kadar olan ve müttakiler için hazırlanmış olan bir cennete çağırıyorsun. Öyle ise ya cehennem nerede?" diye sormuştur. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Sübhânallah! Gündüz geldiğinde gece nerede!" buyurmuştur ki, Allah en iyisini bilir ya, bunun manası şudur: Felekler döndüğü zaman âlemin bir tarafında gündüz, diğer tarafında ise gece meydana gelir. Tıpkı bunun gibi cennet üst tarafta, cehennem ise alt taraftadır. Enes İbn Malik (radıyallahü anh)'e, cennetin yerde mi gökte mi olduğu sorulduğunda o, "Hangi yer ve gök cenneti içine alabilir!" diye cevap verdi. "O halde nerededir?" denildiğinde de o, "cennet yedi kat göğün üstünde ve Arş'ın altındadır" dedi. b) Cennet ve cehennemin, şu anda yaratılmış olmadıklarını, Allah'ın onları kıyamet koptuktan sonra yaratacağını söyleyenler (vardır). Bu takdirde, cennetin göklerin yerinde; cehennemin de yeryüzünün yerinde yaratılacak olmaları uzak bir ihtimal sayılmaz. Allah en iyi bilendir. Hak teâlâ'nın, "Müttakiler için hazırlanmış" ifâdesinin zahiri, cennet ile cehennemin şu anda yaratılmış olduklarına delâlet etmektedir ki bunun zahı daha önce geçmişti. Allah'ın Övdüğü Faziletli İnsanların Vasıfları 134"Onlar, bollukta ve darlıkta infak eden, öfkelerini yutan ve insanları affedenlerdir. Allah iyilik edenleri sever" . Bil ki Allahü teâlâ, cennetin müttakiler için hazırlanmış olduğunu bildirince, insanlar o sıfatları kazanıp elde etmek suretiyle cennete ulaşabilsinler diye müttakilerin sıfatlarını zikretmiştir. Darlık ve Bollukta Allah İçin Harcarlar Birinci sıfat: "Olar, bollukta ve darlıkta infâk edenlerdir" ifâdesinin anlattığı sıfattır. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır: a) Bunun mânası, "Onlar, bollukta, genişlikte ve darlıkta infâkı bırakmazlar" demektir. Hulâsa, zenginlik; ise fakirlik manasınadır. Seleften bir zatın çoğu kez soğan tasadduk ettiği hikaye edilmiştir. Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha)'nin de, bir üzüm tanesini tasadduk ettiği rivayet edilmiştir. b) Bu, "Onlar ister sevinç, ister üzüntü; ister darlık, isterse bolluk içinde bulunsunlar, insanlara iyilik etmeyi bırakmazlar" manasındadır. c) Bunun mânası şudur: "Bu ihsan (iyilik) ve infâk, ister tabiatlarına uygun olduğu için onları mesrur etsin, isterse tabiatlarına uygun gelmediği için onları üzsün, onlar herhalde infak ederler." Zor ve güç bir taat olduğu için, Hak teâlâ burada önce infaktan bahsetmiştir. Bir de, infak o zamanda, düşmanla cihâd etmek ve müslümanların fakirlerini güçlendirmek için kendisine daha çok ihtiyaç olduğundan dolayı, taatların en kıymetlisi idi. İkinci sıfat: "Öfkelerini yutan(lar)" ifâdesinin anlattığı sıfattır. Bu hususta, iki mesele vardır: Bir insan, öfkesini tutup, onu ne bir söz, ne de bir fiil ile göstermediği zaman (Gayzını tuttu) denilir. Müberred, bunun mânasının, "Öfke ile dolmasına rağmen öfkesini gizleyen ve tutan" şeklinde olduğunu söylemiştir. Nitekim, kırbasını (su tulumunu) doldurup, ağzını bağladığı zaman insan, (......) der. Yine, su tulumu iyice dolup, daha birşey almayacak hale geldiği zaman, "Falanca, su tulumunu bağlayamıyor" denilir. Bir su kanalını, bir kapıyı veya bir yolu tıkayan herşeye, (......) denilir. Tıpaya da ve denilir. Yine yeraltından geçen su kanalına ve borusuna da, dopdolu su kabı gibi, su ile iyice dolu oldukları için (......) denilir. Birisi, birisinin boğazını tuttuğunda, (......) denilir. Çünkü boğaz, insanın nefesinin dolduğu yerdir. Yine deve, geviş getirmeyip karnındakini tuttuğu zaman, (......) denilir. Buna göre, âyetteki (......) tabiri, "öfkelerinin neticesini yürütmeyip, onu tutarak, içlerine geri çevirenler" manasınadır. Bu vasıf, sabrın ve hilmin çeşitlerinden biridir. Bu tıpkı, "(Onlar) Öfkelendikleri zaman, bağışlarlar" (şura, 37) âyetinde olduğu gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Öfkesinin gereğini yerine getirebilecek güçte olduğu halde öfkesini yutan kimsenin kalbini Allah emniyet ve iman ile doldurur." Ebu Davud, Edeb, 3 (İV/248). Yine O, ashabına, "Tasadduk ediniz" dedi de, ashab altın, gümüş ve yiyeceklerinden tasaddukta bulundular. Bir müslüman da hurma kabuğu getirip tasadduk etti. Birisi de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, "Sadaka olarak verecek hiçbirseyim yok. Ancak ben de şerefimi tasadduk ediyor ve aleyhimde konuşanları cezalandırmıyorum" dedi. Bu, adamın kabilesinden bir heyet Hazret-i Peygamber'e geldi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Sizden bir adam bir sadaka verdi ve andolsun ki Allah onu kabul etti. O, şerefini tasadduk etti" buyurdu. Yine Hazret-i Peyamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Öfkesini çıkaracak güçte ikenr kim öfkesini yutarsa, Allah onu istediği kadar huri ile evlendirir" Ebû Davud, Edeb, 3 İV/248; Keşfu'l-Hatâ, 11/275-276; (bn Mâce, Zühd, 18 (11/1400). buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah'a şu iki yutkunmadan daha sevgili olan başka bir yutkunma yoktur: Sahibinin, sabır ve güzel bir katlanma ile yutkunduğu, acı verici bir (elem karşısında) yutkunması ve, sahibinin yutkunmuş olduğu kızgınlık yutkunması..." Camiu's-Sağir, li/149. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Güçlü, güreşte galip gelen değildir. Fakat güçlü, kızdığı zaman nefsine hakim olabilendir" Câmiu's-Sağir, 11/135. buyurmuştur. İnsanların Kusurlarını Bağışlarlar Üçüncü sıfat: "İnsanları atfedenlerdir" tabirinin anlattığı sıfattır. Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Bu ifâdenin, faiz yeme hususunda müşriklerin fiilini kınama ile ilgili olması muhtemeldir. Böylece mü'minler faiz yemekten men edilmiş ve güç durumda olanlardaki alacaklarını bağışlamaya teşvik edilmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, ribâ (faiz) ve borçlanma âyetlerinin peşisıra, "Eğer (borçlu) darlık içinde bulunuyorsa, ona geniş bir zamana kadar mühlet (verin). (O alacağı), sadaka olarak bağışlamanız İse, sizin için dana hayırlıdır" (Bakara, 280) buyurmuştur. Bunun, Cenâb-ı Hakk'ın, diyet hakkındaki "Fakat kimin (hangi katilin) lehinde maktulün kardeşi (velîsi) tarafından cüz'İ birşey affolunursa, (kısas düşer)" (Bakara 178) ifâdesi gibi olması da muhtemeldir. Yine bu âyetin, müşrikler Hazret-i Hamza'ya müsle yaptıklarında. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kızıp da, "Ben de onlara müsle yapacağım" dediğinde ve bundan dolayı Hazret-i Peygambere öfkesini yutmasını, sabırlı olmasını ve söylediği şeyi yapmamasını teşvik için inmiş olması da muhtemeldir. Böylece O'nun, bu müsleyi yapmaması bir af olmuş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu hâdise hakkında, "Eğer herhangi bir ceza ile mukabele edecek olursanız, ancak size reva görülen ukubetin misillemesiyle ceza verin. Sabrederseniz, andolsun ki bu sabredenler için daha hayırlıdır" (Nahl. 126) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Kul, kendisiyle münasebeti kesen akrabalarına süa-yı rahim yapmadıkça, kendisine zulmedeni atfetmedikçe ve kendisine vermeyene vermedikçe fazilet sahibi bir kimse olamaz" Benzeri için bkz. Müsned, İV/148. "Seninle münasebeti kesen akrabanı ziyaret et, seni mahrum bırakana ver!.." demiştir. Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İyilik, sana iyilik edene iyilik etmen değildir. Bu bir karşılıktır. İyilik, sana kötülük edene iyilik etmendir." Hak teâlâ, "Allah iyilik edenleri sever" buyurmuştur. Bil ki bu ifâdedeki eliflamın cins için olması ve her ihsan (iyilik) edeni içine alıp, bahsedilen bu sıfat sahiplerinin de bunun muhtevasına girmiş olması mümkün olduğu gibi, bu eliflamın "and" için olup, âyette vasıflan belirtilen belli kimselere bir işaret olması da mümkündür. Bil ki başkasına iyilik, ya ona fayda vermek veya ondan zararı gidermek suretiyle olur. Ona fayda vermek, âyetteki "Onlar, bollukta ve darlıkta infâk eden(lerdir)" kısmı ile ifâde edilmiştir ki buna ilim İnfâk etmek de girer. Bu da, câhil insanlara ilim öğretmek ve sapıkları doğru yola çekmekle olur. Yine bu ifâdenin içine, çeşitli hayır ve İbâdet yollarında mal infak etme de girer. Başkasından zararı gidermek ya dünyevî olur ki bu, kötülüğe kötülükle karşılık vermemekle olur. Âyetteki, "Öfkelerini yutan(lar)" kısmı ile ifâde edilen budur. Yahut zararı giderme uhrevî olur ki bu, insanın zimmetinin, âhirette çeşitli hesaplardan beri olmasıdır. Bu da, "İnsanları affedenlerdir" tabiri ile kastedilen husustur. Binaenaleyh bu âyet, bu bakımdan başkalarına iyilik yapmanın bütün yollarını göstermektedir. Bu üç şey, başkasına iyilik etmede müşterek olduğu için, Cenâb-ı Hak üçünün sevabını, "Allah iyilik edenleri sever" buyurarak ifâde etmiştir. Çünkü Allah'ın, kullarını sevmesi, hertürtü mükâfaat derecelerini içine alır. 135Âyetin tefsiri için bak:136 136"Ve (Onlar) çirkin bir günah işledikleri, yahut nefislerine zulmettikleri vakit Allah'ı hatırlayarak, hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenlerdir. Cünahları Allah'tan başka kim bağışlar! Bir de onlar, işledikleri (günah) üzerinde, bile bile ısrar etmeyenlerdir. İşte onların mükafaatı, Rab Taâlâ'dan bir bağışlanma ve altından ırmaklar akan cennetlerdir. (Onlar) orada ebedi kalıcıdırlar. (Böyle) yapanların mükafaatı ne güzeldir!" . Bil ki, bu âyetlerin, önceki âyetlerle münasebeti şu iki bakımdandır: 1- Allahü teâlâ, cennetin müttakiler için hazırlandığını bildirince, müttakilerin iki kısma ayrıldığını da beyân etmiştir: Birincisi, tâat ve ibâdete yönelen kimselerdir ki Hak teâlâ onları, bollukta ve darlıkta infâk eden, öfkelerini yutan ve insanları affeden kimseler olarak tavsif etmiştir. İkincisi, günah işleyip de sonra tevbekâr olanlardır ki, işte bunlar da kısmı ile anlatılan kimselerdir. Allahü teâlâ böylece, bu topluluğun da, birincisi gibi, muttakilerden olduğunu beyân etmiştir. Çünkü günahkâr, günahından tevbe ettiği zaman, durumu, Allah katında bir makam ile ikrama müstehak olmada, hiç günah işlememiş olan kimsenin durumu gibi olur. 2- Allahü teâlâ, insanı önceki âyette başkalarına iyilik etmeye; bu âyette de kendisine iyilik etmeye teşvik etmiştir. Çünkü günahkâr tevbe ettiği zaman, kendisine iyilik yapmış olur. Âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Âl-i İmran 135-136 Âyetlerinin Nüzul Sebebi İbn Abbas (radıyallahü anh) şunu rivayet etmiştir: Bu âyet, birisi ensardan, birisi de Sakil kabilesinden olan iki adam hakkında nazil olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu iki müslümanı birbirlerine kardeş kılmıştı ve bunlar hiç birbirlerinden ayrılmıyorlardı. Sakîf'li olan, kur'a neticesinde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bir sefere gitti. Aralarında anlaşma olduğu için ensardan olan, onun ailesine bakmayı üzerine aldı ve bunu yerine getirdi. Sonra onu, hanımını öpmeye yeltendi. Kadıncağız ellerini yüzüne kapadı. Bunun üzerine adam pişman oldu. Sakîf'li olan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile seferden dönünce, ensarlı olanı göremedi. Ensarlı, tevbe etmek için başını alıp dağlara gitmişti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) durumu öğrenince, bu âyet nazil oluncaya kadar bekledi, hiç birşey söylemedi. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: "Mü'minler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "jsrâiloğulları Allah katında bizden daha kıymetli. Çünkü onlardan biri bir günah işlediğinde, günahının keffâreti, evinin eşiğine, (mesela), "Burnunu kes, şöyle şöyle yap..." diye yazılması idf." dediler. İşte bunun üzerine Hak teâlâ, bu âyeti indirip, böylece ümmet-i Muhammedin günahlarının keffâretinın tevbe olduğunu bildirerek, onların İsrailoğullarından daha şerefli olduğunu beyân buyurmuştur. Âyetteki "fahişe" kelimesi, mahzûf bir kelimenin sıfatıdır. takdiri ise, "çirkin bir fiil" şeklindedir. Âlimler, âyetteki "fahişe" (çirkin günah) ile nefse zulmetme arasındaki farkı göstermek için şunları söylemişlerdir: a) Keşşaf Sahibi şöyle demiştir: "Fahişe, yapılması tamamen çirkin olan bir şeydir. Nefse zulüm ise, insanın hesaba çekildiği herhangi bir günahtır." b) "Fahişe", büyük günah, nefse zulüm ise küçük günah manasınadır. Küçük günahlardan istiğfar etmek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "günahından dolayı istiğfar et" (Muhammed. 19) âyetiyle mağfiret talebinde bulunmakla emrolunmasından dolayı, vaciptir. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in istiğfarı küçük günahlar için değil efdâl olanı bırakmadan (terk-i evlâ) dolayıdır. c) "Fahişe", zina; nefse zulüm ise, öpme, dokunma ve bakmadır. Bu, âyeti İbn Abbas'dan rivayet ettiğimiz sebeb-i nüzule göre alanların görüşüne göredir. Bir de bunun sebebi şudur: Cenâb-ı Hak zinayı "fahişe" diye adlandırmış ve "Zinaya yaklaşmayın. Şüphesiz o, bir "fahişe"dir" (isra. 32) buyurmuştur. Günahtan Sonra Allah'ı Hatırlama Hak teâlâ'nın, "Allah'ı hatırlarlar" buyruğu hakkında şu iki izah yapılmıştır: 1- Bunun mânası, "Onlar, Allah'ın va'îdini veya ikâbını veyahut da Allah'ı saymayı ve O'ndan utanmayı gerektiren celâlini hatırlarlar" şeklindedir. Buna göre, bu ifâdedeki "Allah" lafzının muzâfı hazf edilmiştir. Buradaki "zikir", "nisyan" (unutma)nın zıddıdır. Bu, Dahhâk, Mukâtil ve Vâkidî'nin görüşünün ifâde ettiği manadır. Çünkü Dahhâk şöyle demiştir: "Onlar, Allah'a karşı en büyük arzedilişi (yani kıyameti) hatırlarlar." Mukâtil ile Vâkidî ise, "Onlar, Allah'ın kendilerini hesaba çekeceğini düşünürler" demişlerdir. Bu böyledir. Çünkü Cenâb-ı Allah, bu kelimenin peşinden, "Hemen günahlarının bağışlanmasını isterler" buyurmuştur ki, bu da, bağışlanma isteyişin, o hatırlamanın bir neticesi ve eseri gibi olduğunu gösterir. İstiğfarı gerektiren hatırlamanın, ancak Allah'ın ikâbını, nehyini ve va'îdini hatırlama olacağı malumdur. Bu âyetin bir benzeri de "Takvaya erenler (yok mu?), işte onlara şeytandan herhangi bir vesvese iliştiği zaman, İyice düşünürler, bir de bakarsın ki onlar (gerçeği) görüp bilmişlerdir" (A'raf, 201) âyetidir. 2- Bu âyetteki "zikir"den murad, Allah'ı medh-ü sena edip, zikretmektir. Çünkü Allah'tan bir şey isteyen kimseye, o isteğini ifâde etmeden önce Allah'ı hamd-ü sena etmesi gerekir. Burada da, murad onların günahlarının bağışlanmasını istemeleri olunca, onlar önce Allah'ı hamd-ü sena edip, sonra da istiğfara yönelmişlerdir. Daha sonra Allahü Teâlâ, "Hemen günahlarının bağışlanmasını isterler" buyurmuştur. Bundan murad, tevbeyi doğru bir şekilde yapmaktır. Bu da, gelecekte o günahın benzerini yapmamaya kesin kararlı olarak, yaptığı işe pişman olmaktır. İşte tevbenin hakikati budur. Dil ile istiğfar etmeye gelince, bunun günahı silmede bir tesiri yoktur. Fakat töhmeti kaldırmak ve Allah'a yöneldiğini ortaya koymak için, insanın dili ile açıktan istiğfar etmesi vaciptir. lâfzındaki lâm harf-i cerri, "günahlarından dolayı" manasınadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Günahları, Allah'tan başka kim bağışlar" buyurmuştur ki bundan maksat, kulun, bağışlanmayı ancak Allah'tan isteyebileceğidir. Çünkü dünya ve âhirette insanları cezalandırmaya kadir olan Allah'tır. Binâenaleyh o günahın cezasını kaldırmaya kadir olan da O'dur. Öyle ise mağfiret ancak O'ndan talep edilebilir. Sonra Cenâb-ı Allah: "Bir de onlar, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir" buyurmuştur. Bil ki âyetteki "Günahları, Allah'tan başka kim bağışlar" buyruğu, ma'tûf ile ma'tûfun aleyh arasına girmiş bir mu'tarıza (ara) cümlesidir. Buna göre takdir, "(Onlar) hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler ve işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir" şeklindedir. Hak teâlâ'nın, "Bile bile (bildikleri halde)" buyruğu hakkında da şu iki izah yapılmıştır: a) Bu ifâde, fiilinin failinden "hal"dir. Takdiri ise, "Onlar, o günahın mahzurlu ve haram olduğunu bilip dururken, o günahta ısrar etmezler" şeklindedir. Çünkü bir İşin haram olduğunu bilmeyenler bazan mazur sayılabilirler. Fakat haram olduğunu bilenler, bile bile yaptıkları o işten dolayı kesinlikle mazur sayılmazlar. b) Bu tabirden maksat, akıl, temyiz (iyiyi kötüden ayırma) ve günahlardan kaçınabilme imkânı kastedilmiştir. Binaenaleyh, bu ifâde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Üç kimseden kalem (mesuliyet) kaldırılmıştır..." Keşfu'l-Hafâ, 1/434. hadisinde ifâde ettiği şey gibidir. Daha sonra Hak teâlâ, "İşte onların mükâfaatı, Rab Teâlâ dan bit bağışlanma (mağfiret) ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. (Onlar) orada ebedi kalıcıdırlar. (Böyle) yapanların mükâfaatı ne güzeldir!" (Âl-i İmran, 136) buyurmuştur. Bu, şu mânaya gelir: "Elde edilmek istenen (mutlûb) şey ikidir. Birincisi, Cenâb-ı Hakk'ın ikâbından emin olmak ki, Allah buna "Rab Taâlâ'dan bir bağışlanma" ifadesiyle işaret etmiştir. İkincisi ise, kullara mükâfaat vermesidir ki, bu da "Altlarından ırmaklar akan cennetler ki (onlar) orada ebedi kabadırlar" buyurmakla göstermiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Böyle) yapanların mükâfaatı ne güzeldir!" diyerek, onlar için meydana gelen şeyin bir mağfiret olduğunu ve cennetlerin de onların amellerinin bir mükafaatı ve karşılığı olduğunu beyân etmiştir. Kâdr şöyle demiştir: "Bu ifâde, "mükâfaat, Allah'ın bir lütfudur, insanların amellerine karşı verilmiş bir karşılık değildir" diyenlerin görüşünü iptal eder." 137Âyetin tefsiri için bak:138 138"Gerçekten, sizden evvel nice vak'alar, şeriatlar gelip geçti... Onun için Yeryüzünde gezip dolaşın ve (peygamberleri) yalanlayanların akıbetinin nasıl olmuş olduğunu görün. Bu, insanlar için bir beyan, müttakiler için bir hidayet ve öğüttür" . Bil ki Allahü teâlâ, taatta bulunanlara ve günahlarından tevbe edenlere bağışlamayı ve cenneti va'adedince, bunun peşinden, onları, taatlan yapıp günahlardan tevbe etmeye sevkedecek bir hususu zikretmiştir. Bu da, geçmiş ümmetlerden itaat veya isyan edenlerin hallerini düşünmektir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Gerçekten, sizden önce nice vak'alar, şeriatlar gelip geçti..." buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Vahidî şöyle demiştir: "Arapça'da masdarının asıl manası "yalnızlık"tır. Meskun olmayan yerlere, "hâlî" denilir. Bu kelime, geçmiş zaman mânasında da kullanılır. Çünkü geçen şey, varlık âleminden ayrılıp uzaklaşmış olur. Ümem-i haliye (geçmiş ümmetler) de, bu mânadadır. "Sünnet", dosdoğru yol ve uyulan örnek demektir. Bu kelimenin iştikakı hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1- Bu kelime, "Suyu peşpeşe dökme" manasında söylenilen (Suyu döktü) fiilinden, "fu'letün" vezninde bir kelimedir. "Suyu devamlı dökmek" manasınadır. Araplar, dosdoğru olan yolu, dökülen ve devamlı olan suya benzetmiştir. Çünkü su devamlı aktığı zaman, tek parça gibi olur. "Sünnet", ism-i mef'ûl manasında ve "fu'let" veznindedir. 2- Bu kelime, mızrağın ve bıçağın ucunu bilediğin zaman söylediğin tabirinden alınmıştır. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nisbet edilen fiil, "yol kılmış olduğu bir şey" manasında "sünnet" diye adlandırılmıştır. 3) Bu kelimenin, Arapların, deveyi güzel otlattığı zaman söyledikleri ifâdesinden alınmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in her zaman yaptığı fiit, devamlı yapıp, güzelce riayet ettiği için "sünnet" diye adlandırılmıştır. Bu âyetten maksat şudur: "Sizden önce, geçmiş ümmetler hakkında Allah'ın sünnetleri vardı." Âlimler Allah'ın sünnetleri hususunda ihtilaf etmişlerdir. Müfessirlerin ekseriyeti bundan muradın, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yalanlayanların akıbetinin nasıl olmuş olduğunu görün" ifâdesinin delaletiyle, helak etme ve kökünü kurutma kanunları olduğunu söylerler. Bu böyledir, çünkü onlar, dünyaya ve dünya lezzetlerini arzulamaya çok düşkün olmalarından dolayı nebî ve resullere muhalefet etmişler, sonra da yok olup giderek, onların dünyada herhangi bir izi ve eseri kalmamış; geriye dünyada onlara lanet, âhirette de şiddetli bir ceza kalmıştır. Böylece Cenâb-ı Hak, ümmet-i Muhammed'i, onları Allah'a ve peygamberlere imana sevketsin ve dünyada riyaset ve makam peşinde koşmaktan da yüz çevirsinler diye, geçmiş ümmetlerin hallerini düşünmeye teşvik etmiştir. Müeahid ise bundan muradın, "Allah'ın gerek kâfir gerekse mü'minler hakkındaki değişmez kanunlarıdır. Çünkü dünya, ne mü'mine ne de kâfire kalır. Ancak, mü'min için geriye ölümünden sonra dünyada güzel bir övgü, âhirette de bol mükâfaat; kâfir içinse dünyada lanet, âhirette de şiddetli bir azab kalır" şeklinde olduğunu söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yalanlayanların akibetinin nasıl olmuş olduğunu görün" buyurmuştur. Çünkü bu iki kısımdan birinin halini düşünmek, öteki kısmın halini bilme konusunda yeterlidir. Yine bundan maksadın, kâfirleri küfürlerinden men etmek olduğu da söylenebilir. Bu da ancak, yalanlayıctların ve inatçıların hallerini düşünmekle bilinebilir. Bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki gönderilen kullarımız (resullerimiz) hakkında bizim geçmiş bir (va'adimiz) vardır: Muhakkak onlar, kesin mansur ve muzafferdirler. Muhakkak ki bizim ordumuz galip olacaktır" (Saffat. 171-173); "(Güzel) sonuç, müttakilerindir" (A'raf. 128) ve "Yeryüzüne ancak salih kullarım, mirasçı olur" (Enbiya, 105) âyetleridir. Hak teâlâ'nın, "Yeryüzünde gezip dolasın" buyruğundan maksadı, şüphesiz ki bunu emretmek değildir. Bilâkis bundan maksat, onların hallerini anlamak ve bilmektir. Yeryüzünde yürümeksizin bu bilgi meydana geldiği zaman, maksat yine hasıl olmuş olur. Yine, "Daha önce yaşamış olan kavimlerin durumlarını ve hallerini müşahede etmenin, onların hallerini dinlemeden daha fazla ve daha güçlü tesiri vardır" denilmesi de imkânsız değildir. Nitekim şair: "Bizim eserlerimiz bize delâlet etmektedirler. Binâenaleyh senr bizden sonra bizim geriye bıraktığımız eserlere bakınız..." demiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, insanlar için bir beyân, müttakîler için bir hidâyet ve öğüttür" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, (bu) ifadesiyle, daha önce geçmiş olan emri, nehyi, va'adi, vaîdi ve zikretmiş olduğu çeşitli delil ve mu'cizeleri kastetmektedir. Burada beyân, hidâyet ve öğüt kelimelerinin aralarındaki farkı belirtmek gerekir. Çünkü atf, başkalığı gerektirir. Buna göre biz deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a) "Beyân", şüphe mevcut iken, onu izâle etmeyi ifâde eden bir delâlettir. Binaenaleyh fark, "beyân"ın, hangi mânada olursa olsun, o mânalar hakkında umûm ifâde etmesidir. "Hidayet", bir kimseye, sapıklık ve azgınlık yoluna uymasın diye, doğruluk yolunu izah etmek demektir. "Öğüt" ise, din hakkında uygun olmayan şeylerden men etmeyi ifâde eden bir sözdür, kelâmdır. Binâenaleyh, netice olarak diyebiliriz ki beyân, altında iki nev'i bulunan bir cinstir: Birincisi, dinî hususlarda uygun olan şeyleri yapmaya teşvik eden bir kelâmdır ki, bu (......) ifadesidir. İkincisi ise, dinî bakımdan yapılması uygun olmayan şeylerden men eden kelâmdır ki, bu da (......) ifadesidir. b) Beyân, delâlet etmedir. Hidâyet ise hidayeti kabul etmeye götürme şartını taşıyan bir delâlettir. Bu konu, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki Bakara âyetinin tefsirinde geçmişti. Âyette, beyân, hidâyet ve mevizenin muttakılere tahsis edilmesinin iki izahı vardır: a) Bunlardan istifâde edenler, ancak müttakılerdir. Binâenaleyh bu hususlar, müttakî olmayanlar için yok gibidir. Bunun benzeri olan âyetler de. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen, ancak ondan (kıyametten) korkacak kimselere o tehlikeyi haber verensin" (Nâzıat. 45); "Sen ancak, o zikre uyanı inzâr edeceksin" (Yasin. 11) ve Allah'dan, kulları içinde ancak âlimler korkar" (Fatır. 28) ifâdeleridir. Bu hususun izâhı, Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara. 2) âyetinin tefsirinde geçmişti. b) Hak teâlâ'nın, "Bu, insanlar için bir beyândır" buyruğu umumî bir sözdür. Müttakiler için bir hidâyet ve öğüttür" buyruğu ise müttakilere tahsis edilmiştir. Çünkü arzu edilene fclaştırıcı olması şartıyla delâlet etmeye denilir. Şüphe yok ki bu mana ancak müttakîler hakkında bulunmaktadır. Allah doğruyu en iyi bilendir. İnanıyorsanız Elbette Üstünsünüz 139"Gevşemeyin, mahzarı olmayın. Siz, eğer mümin iseniz, en üstün olanlarsınız" . Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, daha önce geçen "Gerçekten, sizden evvel nice vak'alar, şeriatlar gelip geçti..." (Âl-i imran, 137) ifadesiyle, "Bu, insanlar için bir beyândır" (Âl-i İmran, 138) buyrukları, O'nun "Gevşemeyin, mahzun olmayın" (Âl-i İmran, 139) buyruğu için bir mukaddime gibidirler. Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiştir: "Geçmiş milletlerin durumlarını incelediğinizde, her ne kadar bâtıla müntesib olan kimseler bazan başarı elde etmiş olsalar bile, işlerinin neticesinin güçsüzlük ve gevşekliğe müncer olduğunu; haktan yana olanların devlet ve ihtişamının yüce olup bâtıldan yana olanların başarılarının da silindiğini anlarsınız. Binâenaleyh, Uhud'da kâfirlerin size karşı bir başarı elde etmeleri, sizin kalbinizin zayıflamasına, korkmanıza ve acziyyete düşmenize sebebiyet vermesi yakışık almaz. Bilâkis sizin kalbinizin güçlenip kuvvetlenmesi gerekir. Çünkü üstünlük ve hakimiyet ancak sizin olacak, güç ve kudret ancak size yönelecektir." Sonra biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, hitabı "Cihada karşı gevşeklik göstermeyin ve zayıflamayın" demektir. Bu fiilin masdarı olan (......) kelimesinin masdarı, zayıflık, güçsüzlük demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i Zekeriyya'dan naklen "Gerçekten ben... Benim kemiklerim zayıfladı, gevşedi" (Meryem, 4) buyurmuştur. "(Sizden ölüp yaralananlar hakkında) mahzun olmayın" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizler, en üstün olanlarsınız" buyruğu hakkında da şu izahlar yapılmıştır: a) Öldürülme hususunda sizin durumunuz onlardan daha iyidir. Çünkü siz onları Bedir gününde; onların sizi Uhud gününde uğratmış oldukları musibetten daha şiddetli ve daha elîm bir musibete uğratmıştınız. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Sizer iki katını başlarına getirdiğiniz bir musibet gelip çatmış olduğu için mi, Bu, nereden (geldi)" dediniz" (Âl-i imran. 165) âyeti gibidir. Veya, "Sizin savaşınız Allah rızası için; onların savaşı ise şeytan içindir." Veyahut da, "onların savaşları bâtıl din, sizinkisi ise hak dini içindir. Bütün bunlar, sizin onlardan daha iyi olmanızı gerektirir." b) Bundan maksadın, "Siz hüccet, dine sarılma ve güzel neticelere ulaşma bakımından daha üstünsünüz" şeklinde olmasıdır. c) Mananın, "Sizler, neticede onlara galip gelmeniz ve onlara üstün olmanız bakımından en üstünsünüz..." şeklinde olmasıdır. Bu izah, kendisinden önceki ifâdeye daha uygundur. Çünkü ashabın, bu gevşeklikten dolayı kalpleri kırılmıştı. Onlar, kalplerinde kuvvet, gönüllerinde inşirah ve ferahlık meydana getirecek şeylere muhtaç idiler. Böylece Allahü Teâlâ onları, işte bu şekilde müjdeledi. Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz eğermü'min iseniz" sözü hakkında da şu izahlar yapılmıştır: a)"Siz, imanınızda devam ettiğiniz müddetçe, en üstünsünüz.." Bu ifâdenin maksadı ise, Allahü Teâlâ'nın, onların İslâm'a sımsıkı sarılmalarından dolayı derecelerini yükseltmeyi tekeffül ettiğini beyân etmektir. b)"Siz, üstünsünüz; o halde, Allah'ın size va'adettiği ve sizi kendisiyle müjdelediği galibiyeti tasdik ediyor iseniz, bu müjdeyi bihakkın tasdik ediniz.." c) Takdirin, "Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz eğer mü'min iseniz, en üstün olanlarsınız. Çünkü Allahü Teâlâ, bu dine yardım edeceğini, onu muzaffer kılacağını va'adetmiştir. Eğer siz gerçekten mü'min iseniz, bu halin olduğu gibi devam etmeyeceğini; devlet ve üstünlüğün müslümanların eline geçeceğini ve Müslümanların düşmanlara hükümran olacaklarını bilirsiniz" şeklinde olmasıdır. 140Âyetin tefsiri için bak:141 141"Eğer siz bir yara almış iseniz, o kavim de o kadar yara almış idi. Biz, o günleri insanların arasında döndürür dururuz. Bu, Allah'ın iman edenleri bilmesi (ortaya çıkarması) ve içinizden şehidler edinmesi, mü'minleri tertemiz yapıp kâfirleri de helak etmesi içindir. Allah zalimleri sevmez" . Bil ki, bu söz, Hak teâlâ'nın "Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz, eğermü'min iseniz, en üstün olanlarsınız" (Al-i imran, 139) âyetini tamamlayan bir sözdür. Böylece Cenâb-ı Hak, onlara isabet eden bu yara-berenin, onların düşmanla cihad etme hususundaki gayret ve çabalarını yok etmemesi gerektiğini beyân buyurmuştur. Çünkü, bu yara ve bereler müslümanlara isabet ettiği gibi, bundan önce de, aynısı onların düşmanlarına da isabet etmişti. Onlar, kendi bâtıl inançları ve bunun kötü neticeleri yanında, kendilerine isabet eden yaralanma ve ölümlerden dolayı harb konusunda bir gevşeklik izhâr etmemişlerdi. Binaenaleyh, elde edeceğiniz güzel netice ve hakka sarılmış olmanız sebebiyle böyle bir gevşekliğin size arız olmaması daha evlâdır. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Hamza, Kisaî ve Âsım'ın ravisi Ebu Bekr, kâf harfinin dammesiyle (......) şeklinde okumuşlardır ki, aynı kıraat Cenâb-ı Hakk'ın, "kendilerine yara isabet ettikten sonra" (Âl-i imran, 172) âyeti için de geçerlidir. Diğer kıraat imamları ise, her iki yerde de kâf harfinin fethasıyla (......) şeklinde okumuşlardır. Onlar şu şekilde ihtilâf etmişlerdir: a) İkisinin manası da bir olup, "Bolluk, zenginlik, vecd..." ve zayıflık kelimeleri iki kullanıştırlar. b) Fetha ile okumak Tihâme ile Hicaz'ın; damme ile okumak ise, Necid'in okuyuş şeklidir. c) Fetha ile okunursa masdar, damme ile okunursa isim olur. d) Bu, Ferrâ'nın görüşüdür. Buna göre fetha ile okunursa, bizzat yaranın kendisi; damme ile okunursa, yaranın acısı, sızısı anlamına gelir. e) İbn Mıksem, bunların iki ayrı lügat olduğunu, ama ne var ki fethalı okunmasının, bu kelimenin, (......) kelimesinin çoğulu olmasını hatıra getirdiğini İkinci Mesele Âyet hakkında şu iki izah yapılmıştır: a) Size Uhud günü bir yara-bere, acı dokunduysa, Bedir'de de onlara bunlar isabet etmişti. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Size, iki katını onların başlarına getirdiğiniz bir musibet gelip çatmış olduğu için mi, "Bu nereden (geldi)" dediniz" (Al-i İmran. 165) âyeti gibidir. b) Uhud'da sizin başınıza gelen yaralanma ve öldürülme gibi musibetlerin bir misli de, Bedir'de o kâfirlerin başına gelmişti. Çünkü onlardan yirmi küsur kimseyle sancakdartarı öldürülmüştü. Pekçoğu da yaralanmıştı. Bütün atlarıysa, oklanarak öldürülmüştü. Ve onlar gündüzün evvelinde hezimete uğratılmışlardı. Buna göre eğer, "Uhud'da müslümanların yarası müşriklerinki kadar olmadığı halde, niçin Cenâb-ı Hak, "Onun misli kadar bir yara" buyurmuştur?" denilirse biz deriz ki, buradaki, (......) kelimesinin, ölülerin sayısıyla değil, sırf bozulma ve hezimete uğrama ile tefsir edilmesi gerekir. İlahî Hikmet Gâh Zafer, Gâh Mağlubiyet İster Cenâb-ı Hak sonra, "diz o günleri insanların arasında döndürür dururuz" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: (......) kelimesi mübteda, sıfat (müşârun ileyh), ifâdesi ise, mütbedânın haberidir. "O günler.." ifâdesinin, mübteda ve (......) haber olduğu da söylenebilir. Bu senin, "Bu günlerdir ki, her yeniyi eskitirler" demen gibidir. Buna göre Hak teâlâ'nın "o günler" tabiri şaşırtıcı bütün olayların günlerine işarettir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu günlerin dönüp dolaştığını, bazan insan aleyhine, bazan de lehine olduğunu; harbteki muzafferiyetin nöbet nöbet olduğunu beyân etmiştir: Kaffâl şöyle demektedir: (......) kelimesi, bir şeyi bir kimseden başka bir kimseye nakletmektir. Nitekim, bir şey elden ele dolaştığında denilir. Hak teâlâ'nın, (Haşr. 7) âyeti de böyledir. Yani, "Ta ki sizden sadece zenginler arasında dolaşan bir mal (devlet) olmasın" demektir. Yine denilir ki bu, dünyanın, bir toplumdan başka bir topluma, ondan da daha başka bir topluma... geçmesi demektir. Yine, zaman bir kimsenin lehine çalıştığında denilir. Buna göre, âyetin mânası şudur: Dünyanın günleri insanlar arasında dönüp dolaşır. O'nun ne sevinci, ne de tasası devamlı değildir. Bir gün, kişinin kendisi için sevinç, düşmanı içinse keder meydana gelirken, başka bir gündeyse bunun aksi olur. Dünyanın hiçbir durumu daima aynı kalmaz, hiçbir eseri de daima kalıcı olmaz.. Bil ki bu elden ele dolaşmadan maksad, Allahü Teâlâ'nın bazan mü'minlere, bazan da kâfirlere yardım etmesi değildir. Bu böyledir, çünkü Allah'ın yardımı şerefli bir makam ve büyük bir izzettir. Binaenaleyh, bu kâfire lâyık değildir, Bilâkis bu elden ele dolaştırmadan maksad, Cenâb-ı Hakk'ın, sıkıntı ve meşakkatleri bazan kâfirlere, bazan da mü'minlere çok vermesidir. Bunun faydası şunlardır: a) Cenâb-ı Hak, şayet, her zaman kâfirlerin sıkıntısını arttırıp, mü'minterin de sıkıntısını gidermiş olsaydı, iman etmenin hak, etmemenin ise bâtıl olduğuna dair zarurî bir ilim meydana gelmiş olurdu. Eğer bu böyle olsaydı, o zaman da teklifin, mükâfaat ve cezanın anlamı kalmazdı. İşte bu sebepten dolayı, şüpheler bulunmaya devam etsin ve mükellef de, İslâm dininin gerçek olduğuna delâlet eden delilleri inceleyerek bu şüpheleri gidersin, böylece de Allah katındaki mükâfaatı büyüsün ve çoğalsın diye, mihnet ve sıkıntıyı bazan iman edenlere, bazan da kâfirlere musallat eder. b) Mü'min, bazan isyan etmeye yeltenir. Böylece de, Allah'ın o kimseye dünyada şiddetli bir meşakkat ve mihnet vermiş olması, onun için Allah Tââlâ katında bir terbiye etme olmuş olur. Ama kâfirin sıkıntısını arttırması, Allahü teâlâ'nın ona olan gazabı ndand ir. c) Dünyanın lezzet ve elemleri devamlı değil, onun muhtelif halleri sonlu ve sona ericidir. Devamlı olan saadetler, ancak Ahiret yurdunda tahakkuk eder. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, dirilttikten sonra canlıları öldürür; sıhhat verdikten sonra da hasta eder. Cenâb-ı Hakk'ın bu fiilleri güzel ve uygun olunca, O'nun sevinci sıkıntıya; kudreti acizliğe dönüştürmesi niçin güzel olmasın? Rivayet edildiğine göre Ebû Süfyan Uhud gününde hem dağa tırmanıyor, hem de "Nerede İbn Ebî Kebşe (Hazret-i Peygamber); nerede İbn Ebî Kuhâfe (Hazret-i Ebu Bekir) ve nerede İbnul-Hattâb (Hazret-i Ömer)?" diyordu. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, "Şu, Allah'ın Resulü, şu Ebü Bekir; ben Ömer de işte!" dedi. Buna karşılık Ebû Süfyan, "Gün, güne mukabildir. Günler, insanlar arasında dönüp dolaşır. Harb (de muzafferiyet), nöbetleşedir" dedi. Buna mukabil, Hazret-i Ömer, "Hayır, bunlar birbirine denk değildir. Bizim ölülerimiz cennette, sizinkiler ise cehennemdedir" dedi. Ebû Süfyan da, "Eğer durum sizin iddia ettiğiniz gibiyse, biz muhakkak ki umduğumuzu bulamadık ve hüsrana uğradık demektir.." dedi. Hak teâlâ'nın "Bu, Allah'ın ilmini iman edenlere açıklaması içindir" buyruğu hakkında birkaç mesele vardır: (......) lafzındaki lâm harfi, ya kendisinden önce, ya da kendisinden önce takdir edilen bir fiile mütealliktir. Kendisinden sonra takdir edilmesi halinde, ifâdenin takdiri, "Biz iman edenleri bildirelim, tanıtalım diye bu devlet ve hakimiyetin elden ele dolaşmasını yaptık, yarattık" şeklinde olur. Kendisinden önce takdir edilmesi halinde ifâdenin takdiri, "Biz şu sebeplerden dolayı, o günleri insanların arasında döndürüp durduk: a) Allah iman edenleri bildirsin diye... b) Sizden şehitler edinmek için.. c) Mü'minleri tertemiz yapmak.., d) Kâfirleri helak etmek.. Bütün bunlar, zamanın döndürüp dolaştırılması için bir sebep ve illet gibidirler. "Allah Bilsin Diye Şöyle Yaptı" Tabirinin İzahı Hak teâlâ'nın, sözünün başındaki vâv harfinin benzerleri Kur'ân-ı Kerim'de pek çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak "Kesin ilme erenlerden olması için..." (Enâm, 75) ve "Bir de, âhirete inanmayanların gönülleri ona meyletsin... diye" (En'âm, 113) buyurmuştur. Bu kelâmın takdiri ise, "şöyle şöyle olsun... ve bir de Allah bildirsin, tanıtsın diye o günleri biz insanlar arasında dönüp dolaştırıyoruz" şeklindedir. Burada, başlarına gelmiş olan musibetlerden dolayı onları teselli etmek, onlara, bu vakayı ve bu vakadaki durumlarını bildirmek ve bunda, bilmeleri halinde kendilerini mesrur edecek çeşitli faydaların mevcut olduğunu bildirmek ve bu döndürüp dolaştırmada sadece tek bir maslahatın bulunmadığını ihsas etmek için, ma'tufun aleyh hazfedilmiştir. Hak teâlâ'nın "Bu, Allah'ın ilmini iman edenlere açıklaması... içindir" buyruğunun zahiri, Allahü Teâlâ'nın bu döndürüp dolaştırmayı böyle bilgiyi elde etmek için yaptığını ihsas ettirmektedir. Halbuki, Allah hakkında böyle bir şeyin imkânsız olduğu malûmdur. Bir müşkillik arzetme bakımından bu âyetin benzeri ifâdeler, "Yoksa siz -Allah içinizden savaşanları belit etmeden- sebat edenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?" (Âl-i İmran, 142), "Andolsun, biz onlardan evvelkileri de imtihan ettik. Allah muhakkak ki dosdoğru olanları da bilir, elbette yalancı olanları da bilir" (Ankebut, 3), "İki zümreden hangisi ne kadar beklediklerini daha iyi hesab edicidir, bilelim diye" (Kehf, 12). "Ta ki sizden mücahidleri ve sabredenleri bilelim diye..." (Muhammed, 31), "O peygambere uyanları... bilelim içindir" (Bakara. 143) ve "Hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için..." (Mülk, 2) âyetleridir. Hişam İbn Hakem, bu âyetlerin zahirine tutunarak, Allahü Teâlâ'nın, sadece meydana gelirken hadiseleri bildiğini iddia etmiş ve bütün bu âyetlerin, Allahü teâlâ'nın, eşya meydana gelirken onların meydana gelişlerini bildiğine delâlet ettiğini söylemiştir. Kelâmcılar buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Aklî deliller, Allahü teâlâ'nın hadiseleri, vuku bulmadan önce bildiğine delâlet eder. Binâenaleyh Allah'ın ilminde bir değişmenin imkansız olacağı sabit olmuştur. Fakat "İlim" kelimesinin."malum" (bilinen); "kudret" kelimesinin de "makdûr" (güç yetirilen kudrete konu olan şey) mânasına kullanılması meşhur bir mecazdır. Meselâ bir insanın bildiği şeyler kastedilerek, "Bu, falancanın ilmidir"; yine gücünün yettiği şeyler kastedilerek, "Bu, falancanın kudretidir" denilir. Binâenaleyh yukarıda zikredilen her âyetin zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın ilminin teceddüd ettiğini (yenilendiğini ve sanki değiştiğini) hissettirse bile, yenilenen ilmi değil, ilminin taalluk ettiği şeylerdir. Bunu böylece kavradığın zaman biz deriz ki, bu âyeti tefsir için şu izahlar yapılmıştır: a) "İhlaslı olanı münafık olandan, mü'mini de kâfirden ayırıp ortaya koymak için..."; b) "Allah (dostları) bilsin diye..." Böylece Cenâb-ı Hak bu işi yüceltmek için kendisine izafe etmiştir. c) "İmtiyazın (aralarında farklılığın) bulunduğunu göstermek için..." Böylece "ilim" kelimesi, imtiyazı gösterme manasında kullanılmıştır. Çünkü farklılığın olduğuna hükmetme ancak ilimden sonra olur. d) "Bu vakıanın onlardan sudur edeceğini bildiği gibi, bizzat sudûrunu da bilmek ve görmek için..." Çünkü mücâzât ve mükâfaat, gerçekleşmemiş bilgiye göre olmayıp, bizzat tahakkuk eden şeye göre olur. "İlim" (bilmek) fiili bazan bir mef'ul alır. Meselâ, (Zeyd'i bildim) yani, "Zeyd'in kendisini bildim ve tanıdım" denilmesi gibi. Bu fiil, bazan da iki mef'ul alır. Meselâ, "Zeyd'i, (cömert tanıdım)" denilmesi gibi. Bu âyette murad edilen, bu ikinci şekildir. Fakat âyette ikinci mef'ul hazfedilmiştir ve takdiri şöyledir: "Allah, imân edenleri imanlarıyla başkalarından ayrılmış olduklarını bilsin ve görsün diye..." Yani, günleri insanlar arasında böyle dolaştırmanın hikmeti, iman edenlerin, sabırları ve İslâm'da sebatları ile, imân ettiklerini iddia eden münafıklardan ayrılmalarını temin etmedir." Buradaki "ilim" fiilinin, o insanların kendilerini bilme manasında, tek mef'ul alan (İlk) kısımdan olması da muhtemeldir. Buna göre mâna, "onların düşmanlarına karşı cihadda gösterdikleri sabır sebebiyle, Allah imân edenleri tanısın ve görsün diye..." yani, "onların bizzat kendilerini tanısın diye.." şeklinde olur. Fakat ne var ki, bu ilmin meydana gelmesinin sebebi olan şey, yani "sabrın ortaya çıkması" âyette hazfedilmiştir. Şehadet Mertebesinin Yüksekliği Hak teâlâ'nın, "ve içinizden şehidler edinmesi (içindir)" buyruğundan murad, bu müdâvele (günleri döndürme)nin ikinci hikmetini zikratmektir. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: Bu tabirin izahı hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür: 1- "Onlardan sâdır olan günah ve itaatsizlikler sebebiyle siz müslümanlardan, insanlara karşı şâhidler edinmek için..." Çünkü müslümanların, insanlar aleyhine şâhid oluşları yüksek bir makam ve yüce bir derecedir. 2- Bundan maksad. "Allah bir topluluğa, şehidlikle ikramda bulunsun diye..." mânâsıdır. Çünkü müslümanlardan bir kısım, Bedir savaşında bulunamamışlardı. Onlar, düşmanla karşı karşıya gelmeyi ve kendileri için Bedir gibi bir gün gelip de düşmanla savaşıp şehid olmayı istiyorlardı. Hem Kur'ân, şehidlerin yüceliğini gösteren ifâdelerle doludur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rab Taâlâ katında diridirler.. (Cennet nimetleriyle) rızıklanıyorlar" (âl-i İmran, 169). "Peygamberler ve şühedâ getirildi..." (Zümer.69) ve "Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, siddiklarla, şühedâ ile ve sâlihlerle beraberdirler..." (Nisa, 69) buyurmuştur. Binâenaleyh bu makam, nübüvvetten sonra gelen üçüncü makamdır. Durum böyle olunca bu, bu müdâveleden elde edilmek istenen faydaların birisi de bazı mü'minler için şehidlik makamının elde edilmesi olmuş olur. Âlimlerimiz bu âyeti, bütün hâdiselerin Allah'ın irâdesi ile olduğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: "Sizin söylediğinize göre şehâdet makamını, şayet kâfirleri mü'minlere musallat kılmaksızın elde etmek mümkün olsaydı "sizden şehitler çıkarmak için Allah böyle yaptı" ifâdesinde bildirilen sebep mânâsız olurdu. Yok, eğer mümkün olmaz ise, bu durumda, kâfirlerin mü'minleri öldürmesi, o şehâdetin ayrılmaz bir parçası olur. Binâenaleyh o şehâdetin kul için meydana gelmesi murad-ı İlâhî olması halinde, bu öldürüşün de Allah'ın istediği birşey olması gerekir. Yine Hak teâlâ'nın "ve içinizden şehidler edinmesi (içindir)" buyruğu bu şehâdetin Allah'tan olduğunu gösteren bir nasstır. Bu da kulların fiillerini Allah'ın yarattığına delâlet eder. "Şühedâ", "Küremâ" (Kerimler) ve "Zürefâ" (zarifler) vezninde olup, "şehid" kelimesinin cem'idir. Müslümanlardan, kâfirlerin silahıyla öldürülenlere "şehid" denilir. Bu ismin neden verildiği hususunda da şu izahlar yapılmıştır: 1- Nadr İbn Şümeyl şöyle demiştir: "Şühedâ, "Bilâkis onlar Rableri katında diridirler... (cennet nimetleriyle) rızıklanıyorlar" (Âl-i İmran, 169) âyetine göre, aslında diridir. Binâenaleyh onların ruhları hayatta olup, selâmet yurdu cennetlerdedirler. Onların dışındaki ölülerin ruhları ise cennette şâhid (hazır) değildirler." 2- İbnü'l-Enbârî şöyle demiştir: "Allahü teâlâ ve melekler, onların cennetlik olduklarına şahadet ederler. Binâenaleyh "şehîd" kelimesi, fa'îl vezninde olup mef'ul (yani şahadet edilen) manasındadır." 3- Şehitler, Kıyamet gününde peygamberler ve sıddîklarla birlikte bulunacakları için "şühedâ" diye adlandırılmışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İnsanlara karşi (gerçeğin) şâhidleri olasınız diye..." buyurmuştur. 4- Onlar, öldürüldükleri anda hemen cennete götürüldükleri için, bu ismi almışlardır. Bunun delili, kâfirlerin (ruhlarının) ölür ölmez cehenneme atılmalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "(Onlar) suda boğuldular ve hemen cehenneme atıldılar" (Nuh. 25) buyurmuştur. Burada da, Allah yolunda öldürülen o kimselerin, ölür ölmez hemen cennete sokulduklarının söylenmesi gerekir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah zâlimleri sevmez" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), buradaki zalimlerin, "Şüphesiz ki şirk en büyük bir zulümdür" (Lokman. 13) âyetinden dolayı, "müşrikler" manasında olduğunu söylemiştir ki bu ifade âyette sebepler arasında zikredilmiş bir cümle-i i'tirâziyye olmuş olur. Bu âyetle ilgili şu izahlar yapılmıştır: a) Allah, imânda sebat etmeyen ve cihâdda sabır göstermeyenleri sevmez. b) Burada, Allahü teâlâ'nın, mü'minlere karşı, kâfirleri bazan güçlendiriyorsa, bunun az önce sıralanan hikmet ve faydalardan ötürü olup, kâfirleri sevmesinden ileri gelmediğine işaret vardır. Sonra Cenâb-ı Allah, "Mü'minleri tertemiz yapıp kâfirleri de helak etmesi içindir..." buyurmuştur. Bu, "mü'minleri günahlardan temizleyip, o günahları mü'minlerden gidermesi.." demektir. Arapça'da (......) kelimesi, temizlemek; (......) kelimesi ise, noksanlık demektir. Mufaddal birşeyin tamamen yok olup, geriye bir izinin görünmemesidir. Hak teâlâ'nın, "Allah ribânm bereketini tamamen giderir" (Bakara, zrg buyruğu da bu mânadadır, yani, "kökünü kazır" demektir. Zeccâc, âyetin, "Allahü teâlâgünleri müslümanlarla kâfirler arasında dönüp dolaşan birşey kılmıştır. Binâenaleyh eğer kâfirler galip gelirlerse, maksad-ı ilâhi mü'minlerin günahlarını temizlemektir. Yok eğer mü'minler galip gelirler ise, bu durumda maksad-ı ilâhi, kâfirlerin kökünü kazıyıp onları yok etmektir. Böylece Cenâb-ı Hak, mü'minleri günahlardan temizlemeyi, kâfirleri helak etmeye mukabil .kılmıştır. Çünkü mü'minleri günahlarını yok etmek suretiyle temizlemek, kâfirlerin bizzat kendilerini yok etmenin mukabilidir. Bu, mâna bakımından çok latîf ve güzel bir mukabeledir. Doğruya en yakın olan şudur: Buradaki kâfirlerden maksat, onlardan belli bir kısımdır ki bunlar Uhud günü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı savaşanlardır. Biz, Hak teâlâ'nın, bütün kâfirleri mahvetmediğini, aksine çoğunun küfrüne devam ettiğini bildiğimiz için, bu mânayı verdik. Allah en iyisini bilendir. 142Âyetin tefsiri için bak:143 143"Yoksa siz, Allah içinizden savaşanlarda savaşmayanlan) belli etmeden ve sabredenlerde sabretmeyenleri) ayırmadan cennete girivereceğinizi mi sandınız? Andolsun ki siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzulamıştınız. İşte şimdi onu, gözlerinizle bakarak görüyorsunuz!" . Bil ki, Cenâb-ı Hak, birinci âyette bu günlerin insanlar arasında döndürülüp dolaştırılmasını icab ettiren gerekçelerden ve sebepterdenbahsedince, bu âyette bunun esas sebebinin ne olduğunu anlatarak, "Yoksa siz, maşakkatlara katlanmadan cennete girivereceğinizi mi sandınız?" buyurmuştur. Âyette birkaç mesele vardır: Âyetin başında bulunan (......) munkatıa'dır. Bunun ne manaya geldiği Bakara sûresi 108. âyetin tefsirinde geçmişti. Ebu Müslim, ifâdesinin, kınamak için olan harf-i istifhamla getirilmiş bir nehiy olduğunu söylemiştir ki bunu kısaca şu şekilde anlatabiliriz: "Sizden cihâd vuku bulmadıkça, cennete gireceğinizi sanmayınız!.." Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpta, "Elif, lâm, mim. İnsanlar, inandık demeleriyle bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandı?" (Ankebut, 1-2) âyeti gibidir. Cenâb-ı Hak, bu söze, Arapların çoğunlukla sözlerinde, bizzat fiilde değil de, fiilin kime vâki olduğu hususunda şüpheye düştüklerinde kullandıkları (......) edatıyla başlamıştır. Mesela, Araplar, iki şahıstan birisinin dövüldüğüne kesinlikle inanmamakla beraber, hangisinin dövüldüğünü belirlemek için "Zeyd'i mi, yoksa Amr'ı mı dövdün?" derler. Ebû Müslim, sözüne devamla şöyle demektedir: "Arapların âdeti, istifhamın bu nev'ini tekid için getirmeleridir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Gevşemeyin, mahzun olmayın" (Al-i imran, 139) deyince, O sanki şöyle demek istemiştir: "Bunun, sizin kendisiyle emrolunduğunuz gibi mi olduğunu biliyorsunuz, yoksa cihâd etmeksizin, sabr ü metanet göstermeksizin cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?" Cenâb-ı Hak bunu pek uzak bir ihtimal görmüştür, çünkü Cenâb-ı Hak bu hadiseden (Uhud) önce cihâdı ve onun sıkıntılarına, meşakkatlerine katlanma konusunda sabr göstermeyi farz kılmış ve cihaddaki, gerek dinî gerekse dünyevî muhtelif faydaları beyan etmiştir. Durum böyle olunca, insanr bu tâati ihmâl ettiği halde saadet ve cennete naîl olması pek uzak bir ihtimaldir." Zeccac şöyle demektedir: Falanca yaptı" dendiğinde, buna "yapmadı" diye cevap verilir Ama. "Muhakkak ki falanca yaptı..." denildiğinde bunun cevabı, "Henüz yapmadı..." şeklindedir. Çünkü, kişi müsbet tarafı edâtıyla tekid edince, hiç şüphesiz cevap veren kimse de olumsuz taraftı ile tekid etmiştir." Ayetin zahiri, nefyin ilim, yani bilmeye vaki olduğuna delalet eder. Halbuki maksat, bu nefyin malum hakkında olmasıdır (Burada malum, cihaddır). Buna göre ifâden takdiri, "Yoksa sizden cihad sadır olmadığı sürece, cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?" şeklinde olur. Bunun izahı şöyledir: Malum hangi durumda bulunuyorsa o haliyle ilim maluma taalluk eder. Binâenaleyh ilimle malum arasında böyle bir mutabakat bulununca, şüphesiz bu iki kelimeden birisinin diğerinin yerine geçmiş olması güzel olmuştur. Bu husustaki sözün tamamı, daha önce geçmiş; Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve sabredenleri belli etmeden" buyruğuna gelince şunu bil ki: Hasan el-Basri, bu ifâdeyi cezm ile, Hak teâlâ'nın, lâfzına atfederek (......) şeklinde okumuştur. Bu fiilin nasb ile okunmasına gelince, bu durumda başında bir edatı takdir edilerek okunur. Buradaki vâva "vâvu's-sarf" (men etme vâvı) denilir. Bu senin tıpkı, "Süt içerek balık yeme!" yani, "ikisini bir arada yapma.." demen gibidir. Bunun gibi burada da maksad, cennete girme ile cihada sabredememenin bir arada bulunamayan şeyler cümlesinden olmasıdır. Ebû Amr, bu kelimeyi, başındaki vâvı, hâliyye vâvı addederek ref ile (......) şeklinde okumuştur. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Sizler, sabırlı bir vaziyette cihad etmemişken..." Bil ki, sözün neticesi şudur: Dünya sevgisi, âhiret mutluluğu ile birlikte bulunamaz. Bunlardan birisi arttıkça, diğeri de o nisbette azalır. Bu böyledir, çünkü dünya mutluluğu kalbin ancak dünyayı arzu etmesiyle elde edilir. Âhiretteki mutluluk ise, ancak kalbin Allah'tan başka her şeyden uzaklaşması ve Allah sevgisiyle dopdolu olmasıyla elde edilebilir. Bu iki husus ise birarada bulunamayacak şeylerdendir. İşte bu incelik ve sırdan dolayı bu âyette, bu iki hususun bir arada bulunamayacağı konusunda şiddetli bir redd ifâdesi yer almıştır. Yine, Allah ve âhiret sevgisi, iddia etmekle elde edilemez. O halde, Allah'ın dinini ikrar eden herkes sâdıklardan olamaz. Fakat bu konudaki esas ölçü, Allah'ın insanlara hem kötü, hem de sevilen şeyleri musallat kılmasıdır. Çünkü sevgi, cefâ ile noksanlaşmayan, vefa ile de artmayan sevgidir. Çünkü, çeşitli belâlar musallat kılındığında da sevgi devam ediyorsa, işte bu sevginin hakiki bir sevgi olduğu ortaya çıkmış olur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah sizi dhadla ve çok şiddetli belâ ve sıkıntılarla imtihan etmeden önce, sırf Peygamberi tasdik etmeniz sebebiyle, yoksa cennete gireceğinizi mi sandınız?" buyurmuştur. Allah en iyi bilendir. 144"Muhammed sadece bir peygamberdir. O'ndan önce daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür, yahut öldürülürse topuklarınız üstünde (geri mi) döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse, elbette Allah'a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükredenlere mükâfaat verecektir". Burada birkaç mesele vardır: İbn Abbas, Mücâhid ve Oahhâk şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud'a varınca, okçulara dağın eteğinde kalmalarını, durum (müslümanların) ister lehine isterse aleyhine olsun, oradan ayrılmamalarını emretti. Okçular orada kalıp, müslümanlar kâfirlere hücum edip, onları hizemete uğratıp Hazret-i Ali kâfirlerin sancaktarı olan Talha İbn Ebi Talha'yı öldürüp; Zübeyr ve Mikdâd da müşrikler üzerine iyice yüklenip, daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabıyla beraber hücuma geçip, Ebu Süfyan'ı yenince, sonra okçulardan bazıları kâfirlerin hezimete uğradıklarını görünce hepsi birden ganimet elde etmek için yerlerini terkederek savaş meydanına koştular. Halid İbn Velid, kâfirlerin ordusunun sağ kanadını teşkil ediyordu. Okçuların yerlerini terkettiklerini görünce müslümanların üzerine hücum ederek onları hezimete uğrattı, birliklerini dağıttı ve müslümanlara ağır zayiatlar verdirdi. Hazret-i Peygamberin Öldürüldüğü Şayiası Abdullah İbn Kumey'e el-Harisî, Allah'ın Resulüne taş atarak, onun mübarek dişini kırıp yüzünü yaraladı. Onu öldürmeye yeltendi. Gerek Bedir'de gerekse Uhud'da sancaktar olan Mus'ab İbn Umeyr (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamberi savundu. Derken İbn Kumey'e, Mus'ab'ı öldürdü. Allah'ın Resulünü öldürdüğünü sanarak, "Muhammed'i öldürdüm!" dedi. O esnada bir kimse, "iyi bilin ki Muhammed öldürüldü" diye bağırıyordu. Bu, şeytan idi. Bunun üzerine, insanlar arasında Hazret-i Muhammed'in öldürüldüğü haberi yayıldı. O zaman orada, müslümanlardan birisi, "Keşke Abdullah İbn Ubey, Ebu Süfyan'dan bizim için bir emân alsa.." dedi. Münafıklardan bir kısmı da, "Şayet o peygamber olsaydı, öldürülmezdi. O halde, kardeşlerinize, dininize dönünüz" dedi. Bunun üzerine Enes İbn Mâlik'in amcası, Enes İbn Nadr (radıyallahü anh), şöyle dedi: "Ey müslüman topluluğu! Eğer Hazret-i Muhammed öldürüldü ise, şüphesiz Muhammed'in Rabbi ölmeyen bir Hayy (diri)dir. Allah'ın Resulünden sonra, yaşayıp da ne yapacaksınız? O halde, O'nun savaştığı dava uğrunda savaşınız, ve O'nun öldüğü dava uğrunda ölünüz!" Daha sonra da: "Allah'ım, onların söylediği şeylerden dolayı, sana özür beyân ederim.." dedi, sonra kılıcını çekti, şehid edilinceye kadar savaştı. Derken muhacirlerden birisi, kanlar içinde kıvranıp duran bir ensâriye rastlayarak, "Ey falanca, Hazret-i Muhammed'in öldürüldüğünü duydun mu?" deyince, o kimse "Eğer o öldürüldüyse, muhakkak ki tebliğini yaptı.. O halde siz, dininiz uğrunda savaşın" dedi. İbn Kumey'e Hazret-i Peygamber'in yüzünü yaralayıp, dişini kırınca, O'nu Talha İbn Ubeydullah sırtına aldı. Hazret-i Ebu Bekr, Hazret-i Ali ve onlarla beraber olan bir topluluk ise onu müdâfa ettiler. Sonra Hazret-i Peygamber nida etmeye başlayarak, "Ey Allah'ın kulları, bana geliniz, , banal..." dedi. Bunun üzerine ashabından bir grup, derhal O'nun etrafında toplandı. O da onları, bu kaçışlarından dolayı kınadı.. Bunun üzerine onlar da, "Ya Resûlellah! Babamız annemiz sana feda olsun.. Bize, senin öldürüldüğün haberi geldi. Bunun için korku kalblerimizt istila etti de, biz de korkup gerisin geriye kaçtık" dediler. Buna göre âyetin manası şöyledir: "Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmiştir." Binaenaleyh, o gelip geçen peygamberler gibi, Muhammed de gelip geçecektir. O peygamberlerden sonra onlara tâbi olanlar, nasıl onların dinlerine sarılıp kalmışlarsa, sizin de Hazret-i Muhammed'in gelip geçmesinden sonra, O'nun dinine sımsıkı sarılmanız gerekir. Çünkü peygamber göndermenin maksadı, risâleti tebliğ ve gerekli olan hücceti getirmektir; yoksa o peygamberlerin, kavimleri arasında ebedî olarak bulunmaları değil.. Ebu Ali şöyle der: "Resul" kelimesi iki manaya gelir: a) Bu kelimeyle "mürsel" (gönderilen) manasının murad edilmesi; b) Bununla "risaleî" manasının murad edilmesi.. Burada bu kelimeyle, Hak teâlâ'nın, "Muhakkak ki sen, gönderilmişlerdensin" (Bakara. 252) âyetinin de delaletiyle "mürsel" (gönderilen) manası murad edilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey resul tebliğ et!" (Mâide. 67) âyetindeki "resul" kelimesi feûl" vezninde olup, bazan bu kalıbla mef'ûl manası kastedilebilir. Meselâ ve kelimelerinin binilen şey ve sağılan süt hakkında kullanılmaları gibi... "Resul" kelimesi, risâlet manasına da gelir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Andolsun ki, dedikoducular yalan söyledi. Çünkü ben, onların yanında ne bir sim ifşa edip söyledim, ne de onlara bir "risale" (mektup) yolladım." Yani demektir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Şimdi o ölür, yahud öldürülürse topuklarınız üstünde (geri mi) döneceksiniz" buyurmuştur. Bu ifâdede birkaç mesele vardır: İstifham harfi olan hemze, şart cümlesinin başına gelmiştir. Hakikatteyse, ceza cümlesinin başında bulunmaktadır. Buna göre mâna, "Topuklarınız üzere geri mi döneceksiniz eğer Muhammed ölür ya da öldürülürse?" şeklindedir. Bunun bir benzeri de, Arapların "Zeyd ayakta mı?" demesidir. Sen esasında bu ifâdelerle, Zeyd'in ayakta olup olmadığını soruyorsun; ama ne var ki istifham edatı olan (......) kelimesini isminin başına getirirsin.. Allah en iyi bilendir. Allahü Teâlâ pekçok âyette, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in katledilmeyeceğini açıklamıştır. Cenâb-ı Allah, "Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler" (Zümer.30); "Allah seni insanlardan koruyacaktır" (Mâide, 67) ve "... O dini her dine galip kılmak için..." (Tevbe.33)buyurmuştur. Binâenaleyh hiç kimse, çıkıp, "Allah, Hazret-i Peygamberin öldürülmeyeceğini bildiği halde niçin "yahut öldürülürse.." demiştir?" diyemez. Çünkü buna birkaç şekilde cevap verilir: a) Şart kaziyyesinin doğru olması, şartın her iki cüzünün de doğruluğunu gerektirmez. Meselâ sen, "Eğer beş sayısı, bir çift sayı olsaydı, iki eşit parçaya ayrılabilirdi" dersin. Burada şart kaziyyesi doğru olmakla birlikte iki cüzü de yalandır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Eğer (gökle ve yerde) Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, onların ikisi de muhakkak harap olurdu" (Enbiya. 22) buyurmuştur. Göklerde ve yerde tanrılar olmadığı ve bir harab oluş bulunmadığı halde, bu şart cümlesi doğrudur. Burada da böyledir. b)Bu, ilzam (susturma) üslubuyla gelmiştir. Çünkü Musa (as.) ölmüş, fakat ümmeti O'nun getirdiğinden dönmemiştir. Hristiyanlar İsa (aleyhisselâm)'nın öldürüldüğünü iddia etmişler, fakat O'nun dininden dönmemişlerdir. Burada da böyledir. c) Peygamberin ölümü, ümmetin O'nun dininden dönmelerini gerektirmez. Aynen onun gibi peygamberin katledilmesi de ümmetin o dinden dönmelerini icâb ettirmemesi gerekir. Çünkü bu iki durum arasında bir fark yoktur. Bu mânaya dönüldüğünde, bundan makşad, dinin doğruluğu hususunda şüpheye düşen ve irtidad etmeye yeltenen kimseleri reddetmektir. "Topuklarınız üstünde (geri) mi döneceksiniz" tabiri "İman ettikten sonra kâfir mi olacaksınız" manasındadır. Daha önce üzerinde bulunduğu halden dönen herkes için (arkasına döndü, geri döndü), (topuğu üstünde geri döndü), ve (topukları üstünde gerisin geri döndü) denilir. Bu şöyle olmuştur: Münafıklar zayıf inançlı müslümanlara, "Muhammed öldürüldüğüne göre siz de eski dininize dönün dediler. Bunun üzerine ensardaan bazıları da: "Muhammed öldürülse de Muhammed'in Rabbi öldürülmez. Öyleyse haydin, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in uğrunda çarpıştığı dava uğrunda siz de çarpışın" dediler. Sözün özü şudur: Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber'in öldürülmesinin, iki delilden dolayı, O'nun dininde bir zayıflığı gerektirmediğini beyan etmiştir: Birincisi, diğer peygamberlerin ölümleri ve öldürülmelerine kıyas ile.. İkincisi ise şudur: Peygambere, dini tebliğ için ihtiyaç vardır. Bunun dışında O'na ihtiyaç yoktur. Bundan dolayı peygamberin öldürülmesinden, dinin bozulup değişmesi gerekmez. En iyi, Allah bilir. Hiç kimse, "Cenâb-ı Hakk'ın, "O ölür, yahut öldürülürse.." sözü şüphe ifâde eder. Bu ise Allah hakkında caiz değildir" diyemez. Çünkü biz diyoruz ki: Bu ifâdeden murad, "ister şu, ister bu meydana gelsin, her ikisi de birdir. Bundan dolayı dinin zayıflamasında ve dinden dönmeyi gerektirmede bunun hiçbir tesiri yoktur" mânâsıdır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse, elbette Allah'a hiçbir şekilde zarar veremez" buyurmuştur. Bundan maksad, tehdidi te'kid etmektir. Çünkü aklı başında olan herkes, kâfirlerin küfrünün Allah'a zarar veremeyeceğini bilir. Daha doğrusu bu tabirle anlatılmak istenen, böyle bir kimsenin ancak kendisine zarar vereceğidir. Bu tıpkı, adamın çocuğuna, azarlarken "Bu senin yaptığın ister, ne göklere, ne yere zarar verir" demesine benzer. Bu ifadesiyle o adam, bu işlerin zararının ancak o çocuğun kendisine döneceğini kasteder. İşte burada da durum böyledir. Hak teâlâ bu va'îdin peşisıra va'adini (müjdesini) getirerek "Allah, şükredenlere mükafaat verecektir" buyurmuştur. Bundan maksad şudur: Bu hezimet sebebiyle, bazı müslümanların kalplerinde şüpheler meydana geldiği halde âlim ve kuvvetli mü'minlerin kalplerinde şüphe meydana gelmeyip, onlar imanda sebat edip, imana sımsıkı sarılabildikleri için Allah'a şükredince, Cenâb-ı Hak da onları, "Allah, şükredenlere mükafaat verecektir" diye medhetmiştir. Muhammed İbn Cerîr et-Taberî'nin Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet ettiğine göre, o, "Allah'ın bu âyetinde bahsedilen şükrederlerden murad, Hazret-i Ebû Bekir ve onun arkadaşlarıdır" demiştir. Hazret-i Ali'nin, "Ebû Bekir, şükredenlerdendir. O, Allah dostlarındandır" dediği de rivayet edilmiştir. Doğruyu en iyi Allah bilir. 145"Allah'ın izni olmadıkça hiç bir kimseye ölmek yoktur. O, va'desiyle yazılmış bir yazıdır. Kim dünya sevabını dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de âhiret sevabını isterse, ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükafaatlandıracağız" . Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu âyetin, önceki âyetlerle irtibatı hususunda birkaç izah vardır: 1- Münafıklar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in öldürüldüğü haberini yaymışlardı. Bundan dolayı Allahü teâlâ, hiç bir insanın Allah'ın izni, kaza ve kaderi olmaksızın ölmeyeceğini söylemiştir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in öldürülmesi, ancak Allah'ın takdir ve tayin etmiş olduğu vakitte meydana gelebileceği için, vefat etmesi gibidir. O, nasıl evinde ölmüş olsaydı, bu onun dininin bozukluğuna delâlet etmeyecek idiyse, aynen bunun gibi, öldürülmesinin de dinin fesadını göstermede bir tesiri yoktur. Bundan maksad, münafıkların, zayıf müslümanlara, "Muhammed öldüğüne göre, daha önce benimsemiş olduğunuz dininize geri dönünüz" şeklindeki sözlerini iptal etmiştir. 2- Bu ifâdeden muradın, sakınmanın kaderi savuşturamayacağını, hiç kimsenin eceli dolmadan ölemeyeceğini, ecel geldiği zaman ölümü hiçbirşeyin geri çeviremeyeceğini, binâenaleyh korkunun ve korkaklığın ecele hiçbir faydası olmadığını bildirmek suretiyle müslümanları cihâda teşvik etmektir. 3-Bu tabirden murad, Allah'ın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i koruması ve O'nu bu korkunç savaştan sağ salim kurtarmasıdır. Çünkü bu hadisede, hertürlü helak sebebi var idi. Ancak Cenâb-ı Hak koruyup muhafaza edince O'na hiçbirşey zarar verememiştir. Burada ashabın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i müdâfaada kusur ettiklerine bir dikkat çekme vardır. 4- Allah'ın izni olmadıkça kimse ölemez. O halde, Hazret-i Peygamber'in ölümü haberini yayan kimselerin bu asılsız haberlerinde, Hazret-i Peygamber'in ölümünü gerçekleştiren veyahut küfrün kuvvet bulmasına yardım eden birşey yoktur. Aksine Cenâb-ı Hak O'nu, İslâm dini bütün dinlere galip ve üstün gelinceye kadar, hayatta bırakmıştır. 5- Bu ifâdeden maksat, münafıkların sözlerine cevap vermektir. Çünkü sahabe, içlerinden bazıları öldürülmüş olduğu halde dönünce, münafıklar, "şayet onlar bizim yanımızda yer almış olsalardı, ne ölür ne de öldürülürlerdi" demişlerdir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, ölümün ve öldürülmenin ancak Allah'ın izni ve ecelin gelip çalmasıyla olduğunu haber vermiştir. Allah doğruyu en iyi bilendir. Ölüm Allah'ın İzniyle Olur Sözünün Mânası Âlimler âyette geçen "izin" kelimesinin tefsiri hakkında ihtilâf etmiş ve şu görüşleri belirtmişlerdir: a) "Buradaki "izin", emir verme manasınadır." Bu, Ebû Müslim'in görüşüdür. Buna göre mâna, "Allahü teâlâ, ölüm meleğine ruhları almasını emreder ve herkes bu emir sebebiyle ölür" şeklindedir. b) Bu kelimeden maksad, "Bir şeyin (olmasmı) dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir. O da hemen oluverir" (Nahl, 40) âyetinde anlatılan husustur. Buna göre, "ol" emrinden maksad, Allah'ın tekvini, yaratması ve var etmesidir. Çünkü Allah'tan başka hiç kimse öldürmeye ve diriltmeye kadir olamaz. O halde bu âyetteki "izin"den maksat, "Herkes ancak Allah'ın öldürmesi ile ölecek" mânâsıdır. c) Buradaki "izin"den maksadın, salıverme, kendi haline bırakma, kahr ve icbar ile men etmeyi bırakmaktır. (Yani birşeyi yapmaya müsaade etmektir.) Hak teâlâ'nın, "Allah'ın izni olmadıkça onunla hiç bir kimseye zarar verici değillerdir" (Bakara, 102) âyeti de böyle tefsir edilmiştir, yani, "Allah'ın salıvermesi olmadıkça..." demektir. Çünkü Allahü teâlâ, onları bundan zorla engellemeye kadirdir. Buna göre âyetin mânası, "Hiç bir nefis, Allah'ın, katil ile maktul arasından çekilerek onlara müsaade etmedikçe, ölmeyecek şeklinde olur. Fakat Cenâb-ı Hak, peygamberini korur ve peygamberi ile gönderdiği dinin tebliği onun elinde tamamlansın diye, peygamberinin önüne ve arkasına koruyucu ve gözetleyici (melekler) kor. Yine Cenâb-ı Hak, insan için takdir ettiği ecel doluncaya kadar, o insan ile ölümü arasından çekilmez. Binâenaleyh bundan sonra savaş ve gazvelerinizde, "Hazret-i Muhammed öldürüldü" diye asılsız haber yayanların şayiaları ile hayal kırıklığına uğramayınız." d) Buradaki "izin", ilim manasınadır. Buna göre âyet, "Herkes, ancak Allah'ın öleceğini bildiği zaman ölür. O vakit gelince, ölüm kaçınılmaz" manasındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "(Ümmetlerin) ecelleri geldiği zaman, artık bir saat geri de kalamazlar, öne de geçemezler" (Yunus, 49) buyurmuştur. e) İbn Abbas(radıyallahü anh), buradaki "izin" kelimesinin, Allah'ın kaza ve kaderi manasına olduğunu söylemiştir Çünkü hiçbirşey, Allah'ın mesî'eti ve irâdesi olmadan meydana gelemez. Böylece bu, temsîlî olarak, sanki, Allah'ın izni olmadan kimsenin teşebbüs etmesinin uygun olmadığı bir fiil kılınmıştır. Ahfeş ve Zeccâc, bu âyetteki lâm harfinin nefiy manasında olduğunu ve takdirinin, "Allah'ın izni olmadan hiç kimse ölmez" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Öldürülen İnsan da Eceliyle Ölür Âyet-i kerime, öldürülen insanların da ecelleriyle öldüğüne ve ecellerin değişmesinin imkânsız olduğuna delalet eder, Allahü Teâlâ'nın, "(O) va'desiyle yazılmış bir yazı(dır)" buyruğu hakkında birkaç mesele bulunmaktadır: Bu tabir, makablinin delâlet ettiği (mahzûf) bir fiil ile mansubtur. Çünkü "Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur" âyeti, (Allah yazdı) sözünün yerine kâim olan bir ifâdedir. Buna göre kelâmın takdiri, "Allah, vadesiyle yazılmış bir yazı olarak yazdı" şeklindedir. Bunun bir benzeri de, "Allah'ın size bir farzı olarak..." (nisa, 24) âyetidir. Çünkü "Analarınız... size haram kılındı., ." (Nisa, 23) âyetinde, bu haremliği yazıp farz kıldığına bir delâlet vardır. Kur'ân'daki (Neml, 68); (Rûm, 6); (Rûm. 30) Ve (Bakara, 136) ifâdeleri de bunlar gibidir. "Kitab-ı müeccel"den murad, ecelleri yazan kitapdır. Bunun Levh-i Mahfuz manasında olduğu da söylenmiştir. Nitekim hadiste, "Allah (kader) kalemine "yaz" dedi de, o da kıyamete kadar olacak herşeyi yazdı" diye bildirilmiştir. Bil ki, bütün hadiselerin, Allah'ın malûmatı dahilinde olması gerekir. Alemin yaratma, rızık verme, ecel, saadet ve şekavet gibi bütün hâdiselerinin mutlaka Levh-i Mahfûz'da yazılmış olması gerekir. Binâenaleyh hâdiseler eğer Allah'ın ilminin aksine vuku bulacak olursa, ilm-i ilâhi, cehalete, bu kitap da (kader de) yalana dönüşmüş olur ki, bunlar imkânsızdır. Durum böyle olunca, herşeyin, ancak Allah'ın kaza ve kaderi ile meydana geldiği sabit olmuş olur. Âlimlerden birisi, bu manayı, bu ayetin tefsirinde zikrederek, bunu sâdık ve masdûk (doğru ve doğrulanmış) olan Hazret-i Peygamber'in şu meşhur hadisi ile te'kid etmiştir: "Hazret-i Adem, Musa'ya hüccet getirerek gâlib geldi." Buhârî, Tefsir, sûre 20, 1-3; Müslim, Kader, 13-15 (4/2042-2043). Kâdî şöyle demiştir: "Ecel ve rızık Allah'a nisbet edilmiştir. Fakat küfür, fasıklık, iman ve taat, bütün bunlar kula nisbet edilmiştir. Allah bu gibi şeyleri takdir ettiğinde, kulun onları tercih edeceğini bildiği için takdir etmiştir. Bu da kulu, yerilmekten veya övülmekten kurtarmaz." Bil ki, mes'elenin müşkil cihetini gözardı etmesi, burada Kâdî'den beklenir. Çünkü biz, Allah, kulun kâfir olacağını bilip, bunu Levh-i Mahfuz'a yazdığında, kul imân edecek olursa bu, iki zıddı birleştirmek olur. Çünkü onun kâfir olacağını bilmek ve kâfir olmayacağı halde onun kâfir olacağını doğru bir haber diye bildirmek, iki zıddı birleştirmek olur ki bu imkânsızdır. Meselede susturma (ilzam) yeri burası olunca, bu ilzam ile alakası olmayan yabancı kelimelerle meseleyi ifâde etmeye kaçma Kâdî'ye nereden fayda verecek? Hak teâlâ, "Kim dünya sevabım dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de âhiret sevabını isterse, ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükafaatlandıracağız" buyurmuştur. Bil ki Uhud'da bulunan müslümanlar iki kısım idiler. Bir kısmı dünya menfaatini, bir kısmı da âhiret sevabını istiyorlardı. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu sûrede, biraz ileride bahsettiği şekildedir. Dünya için savaşa katılanlar ganimet elde etmek ve şöhret kazanmak için katılmışlardı. Bunların mutlaka hezimete uğraması gerekiyordu. Din için katılanların ise, mutlaka yenilmemeleri gerekiyordu. Sonra Allahü Teâlâ, bu âyette dünyayı isteyenlerin maksadlarının bir kısmına ulaşacaklarını, âhireti isteyenlerin de aynı durumda olacaklarını beyân etmiştir. Bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Ameller niyetlere göredir..." Buhârî'nin ilk hadisi. hadis-i şerifi izah eder. Bil ki bu âyet, bilhassa cihad hakkında ise de, bütün ameller hakkında umumî bir ifâdedir. Çünkü sevâb veya ikâba müstehak olmada müessir olan, amellerin zahiri değil, maksad ve niyetlerdir. Çünkü karşısında güneş varken öğleyin alnını yere koyan kimse, bu secdesi ile Allah'a ibâdet niyetinde olursa, bu İslâm'ın temel ibadetlerinden biri olmuş olur. Fakat bununla güneşe secde etmeyi kastederse, bu da tam bir küfür olur. Ebû Hureyre (radıyallahü anh), Allahü Teâlâ'nın kıyamet günü, Allah yolunda savaşan Kimseye, "Niçin savaştın?" diye soracağını, onun da, "Yolunda cihâd etmemizi emrettin, ben de savaştım ve öldürüldüm" diyeceğini, bunun üzerine Hak teâlâ'nın "Yalan söylüyorsun! Aksine sen, "Falanca iyi savaşçıdır" desinler diye savaştın ve bu da senin için söylendi (artık benden alacağın bir mükâfaat kalmadı)" diyeceğini ve sonra onun cehenneme atılmasını emredeceğini rivayet emiştir. Önceki Peygamberlerle Beraber Mücahede Edenler 146"Nice peygamberlerin yanında birçok âlimler muharebe ettiler ve Allah yolunda başlarına gelen (belâlardan) dolayı ne gevşeklik ne zayıflık gösterdiler, ne de düşmana boyun eğdiler. Allah sabredenleri sever" Bil ki Allahü teâlâ, müslümanları terbiye edişinin bir tamamlayıcısı olarak, Uhud günü hezimete uğrayanlara "sizden önce geçmiş olan peygamberler ile onların ümmetlerinde, sizin için güzel bir örnek vardır. Geçmiş peygamberlere iman edenlerin yolu, cihâda sabır ve fîrâr etmeme olduğuna göre, bu firâr ve hezimet size nasıl yakışır?" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır: İbn Kesir, âyetin başını (......) vezni üzere, hemzeli, şeddesiz ve medli olarak (......) şeklinde okumuştur. Diğer kıraat imamları ise, şeddeli olarak ve vezninde (......) şeklinde okumuşlardır. Bu, Kureyş lügatine göredir. Cerir'in şu şiiri, birinci lügata (kıraate) göredir: "Belâlara mübtelâ olan kendisi bile olsa, bu engin vadilerde beni görüp gözeten nice dostlar vardır." Mufaddal da şu şiiri nakletmiştir: "Mahallede, akrabalık bağları bulunan nice kimse görürsün..." İbn Kesir, Nâfî ve Ebû Amr, (......) şeklinde, diğer kıraat imamları ise, (......) şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraate göre âyetin manası, "Birçok peygamber öldürülmüş ve fakat onlardan sonra hayatta kalan mü'minler ise dinlerinde gevşeklik göstermemiş, aksine düşmanlara karşı cihâda ve dinlerine yardım etmeye devam etmişlerdir. Binâenaleyh, ey ümmet-i Muhammed, sizin de böyle olmanız gerekir" şeklinde olur. Kaffal (r.h) şöyle demiştir: "Bu açıklamaya göre vakf, Cenâb-ı Hakk'ın, lafzı üzerinde yapılır. O'nun, 'Tanında birçok âlimler..." ifâdesi ise, haldir. Yani, "Yanında âlimler bulunduğu halde öldürüldü" demektir. Veyahut da mâna, takdim ve tedvire göre olur. Yani, "Nice peygamber vardır ki, yanında, öldürülen birçok âlim vardır. Bu denli çok öldürülmelerine rağmen bu âlimler zayıflık göstermemişlerdi" demektir. Burada yapılacak bir başka izah da şudur: Bu da, mânanın, "nice peygamber vardır ki, kendisiyle birlikte ve de kendi dini üzere olan nice âlimler öldürülmüştür. Ama, geride kalanlar zayıflamamış ve öldürülen kardeşlerinden dolayı da öldürülmeye boyun eğmemiş, aksine cihad etmeye devam etmişlerdir. Binâenaleyh, sizin durumunuzun da böyle olması gerekir" şeklinde olmasıdır. Âyeti bu şekilde okumanın hücceti şudur: Bu âyeti bu şekilde okumanın maksadı, Ümmet-i Muhammed bu hususta kendilerinden öncekilere tâbi olsunlar, onlar gibi olsunlar diye, diğer peygamberlerin başına geleni nakletmektir. Hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, "Şimdi o ölür, yahut öldürülürse topuklarınız üstünde (geri mi) döneceksiniz?" (Âl-i İmran, 144) buyurmuştur. Binâenaleyh burada zikredilen kıtalin, onların savaşması değil, diğer peygamberlerin öldürülmesi olması gerekir. Bu ifâdeyi "Onunla beraber savaştı" şeklinde okuyanlara göre manâ, "Nice peygamber vardır ki, onunla birlikte çok sayıda ashabı savaşmış, düşmanlarından onlara birçok yara-bere isabet etmiş ama onlar hiç gevşememişti. Çünkü onlara isabet edenler, ancak Allah yolunda, O'na tâat, dinini ayakta tutma ve peygamberine yardım etme uğrunda isabet etmiştir Binâenaleyh, işte ey ümmet-i Muhammed, sizin de aynen böylece davranmanız gerekir" biçimindedir. Bu şekilde okuyanların hücceti de şudur: Bu âyetin maksadı, Hazret-i Peygamber'le beraber bulunanları, savaşa teşvik etmektir. Binâenaleyh, burada zikredilen şeyin savaşmak olması gerekir. Yine, Saîd İbn Cübeyr'den, "Savaşta bir peygamberin öldürüldüğünü hiç duymadım" dediği rivayet edilmiştir. Vahidî şöyle demektedir: "Âlimler, burada bulunan"nice.." manasında olduğu hususunda ittifak etmişlerdir ki, bu tabirden maksad, sıfatları böyle olan peygamberlerin sayısının ne kadar çok olduğunu anlatmaktır. Bunun benzeri ifâdeler de, "Nice memleket var ki biz onları helak ettik" (Hacc, 45) ve "Nice memleket var ki, biz onlara mühlet tanıdık" (Hacc.48)âyetleridir. Bu tabirin başındaki kâf harfi, istifham için kullanılan "hangisi" kelimesinin başına gelen teşbih, benzetme kâfidir. Bu, (......) kelimesindeki kâf harfinin zâ harfine ve (......)deki kâfin da'nın başına gelmesi gibidir. (......) kelimesinde bir teşbih mânası olmadığı gibi, bu tabirde de bir teşbih manası yoktur. Nitekim sen, (......) dersin ki, bunun mânası, "Benim, falancada şu kadar alacağım var.." demektir. Binâenaleyh, burada teşbih manası yoktur. Ancak ne var ki, bu kâf harfi, hazfedilmesi caiz olmayan, lâzım olan bir ziyâde ve ilâvedir. Şunu bil ki, tenvîn ancak, sadece bu harfte, bu şekilde yazılmıştır. Bu kelimenin kullanılması da böyledir; binâenaleyh bu tabir, çokluk ifâde etmek için vaz olunmuş olan tek bir kelimedir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: (......) kelimesi (......) demektir. Bu kelime râ harfinin üç türlü harekesiyle okunmuştur ki, fetha ile okunması kaideye göre okuyuştur. Rânın damme ve kesre ile okunuşu ise, nisbetin değişmesinden dolayıdır." Vahidî, Ferrâ'nın şöyle dediğini nakletmiştir: " kelimesinin mânası, "evvelkiler" demektir." Zeccâc ise, bunların, "kalabalık cemaatlar" manasına geldiğini; kelimenin müfredinin ise olduğunu söylemiştir. İbn Kuteybe, bu kelimenin aslının, cemâat anlamına gelen (......) kelimesi olduğunu söylemiştir. Sanki bu, (......) kelimesine nisbet edilmiş gibi denilmiştir. Ahfeş, "ribbiyyûn"un, Rabbe ibâdet ettikleri çin bu şekilde isimlendirildiklerini söylemiştir. Sa'leb ise bu konuda Ahfeş'i tenkid ederek, (......) kelimesine nisbet edilebilmesi için bunun şeklinde söylenmesi gerektiğini söylemiştir. Ahfeş'in görüşünden yana olanlar buna cevap vererek şöyle demişlerdir: Araplar, bir şeyi bir şeye nisbet ettiklerinde o şeyin harekesini değiştirirler.. Nitekim Basra'ya nisbetle "dehr"e nisbetle denilmektedir. İbn Zeyd şöyle demiştir: "Rabbâniyyûn", imamlar ve önderlerdir. "Ribbuyyûn" ise tebaadır; çünkü onlar "efendiye (Rabbe) mensubturlar." Bil ki Allahü Teâlâ, "Ribbuyyûn" olanları iki çeşit sıfatla medhetmiştir: a) Menfî sıfatlarla. b) Müsbet sıfatlarla. Cenâb-ı Hakk'ın onları olumsuz sıfatlarla medhi, O'nun "Allah yolunda başlarına gelen (belâlardan) dolayı ne gevşeklik, ne zayıflık gösterdiler; ne de düşmana boyun eğdiler' buyruğudur. Muhakkak ki bu üç vasıf arasında bir fark vardır. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Peygamberin öldürülmesi sırasında gevşeklik göstermediler; ondan sonra cihâd etme konusunda zayıflık göstermediler; düşmana da boyun eğmediler.. Bu, münafıkların Hazret-i Peygamberin öldürüldüğü haberini yaydıkları sırada müslümanların göstermiş olduğu gevşeklik ve güç-kuvvetlerinin kırılması; bu sebeple müşriklerle cihad hususunda zayıflık gösterip, münafık Abdullah İbn Ubey'den yardım isteyip, onun vasıtasıyla Ebû Süfyân'dan emân dileyecek kadar, kâfirler karşısında boyun eğmeleri dolayısıyla onlara bir ta'rizde bulunmadır. Yine, gevşeklik göstermenin, onları korkunun istilâ etmesiyle; zayıflık göstermenin, imanlarının zayıflayıp kalblerine şek ve şüphelerin arız olmasıyla: "boyun eğme" ifâdesinin de kendi dinlerinden düşmanlarının dinlerine geçmekle tefsir edilmesi de muhtemeldir." Burada üçüncü bir izah şekli daha vardır ki, bu da şudur: Gevşeklik, kalbe arız olan zayıflıktır. Mutlak mânada zayıflık ise, bedendeki kuvvet ve kudretin bozulup za'fa uğramasıdır. "Boyun eğme" ise. bu zayıflık ve acziyyeti izhar etmektir... İşte bütün bu açıklamalar güzel olup muhtemeldir. Vahidî ise, (......) kelimesinin boyun eğmek anlamına geldiğini, bunun ise, her dilediğini kendisine yapması için başkasına boyun eğip itaat etmesi anlamına geldiğini söylemiştir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Allah sabredenleri sever" buyurmuştur. Bunun mânası şudur: Allah yolunda meşakkatları sırtlanmaya kim sabreder, feryad ü figan, acziyyet ve sabırsızlık izhar etmezse, muhakkak ki Allah, böyle olan bir kimseyi sever. Allah'ın kulu sevmesi ise, kula izzet-u ikrâm'da bulunmayı, onu tazim etmeyi murad etmesinden; onun için sevap ve cennete hükmetmesinden ibarettir. Bu ise, arzu edilen şeylerin zirvesi ve en mükemmelidir. 147Sonra Cenâb-ı Hak, bunun peşinden onları müsbet sıfatlarla medhederek şöyle buyurmuştur: "İşte onların sözü: "Ey Rabb'imiz, bizim günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımıza güç ve sebat ver. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et" demelerinden başka bir şey değildi" . Bu âyette iki mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, "Ayaklarımıza güç ve sebat ver" duası kulun fiilini Allah'ın yarattığına delâlet eder. Mutezile ise, bunu, lütuf fiillerini îfâ etme, yapma mânasına hamletmişlerdir. Allahü teâlâ, onların bu durumda duâ etmek ve Cenâb-ı Hakk'ın meded ve inayetini talep etmek suretiyle kendilerini sabra sevketmeye ve metanet göstermeye kabiliyetli ve ehil olduklarını beyân etmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğundan maksadı ise, Ümmet-i Muhammed'in işte bu yolda, bu hususta onlara tabi olmasını temin etmektir. Çünkü kendi işlerini başarmak isteyen kimse nefsine güvenince, zelil ve hakir olur; Allah'a sığınan ve O'na sarılan kimse ise, gayesine ulaşır. Kadî şöyle demektedir: "Bu âyette bahsedilen kimseler, "Ey Rabb imiz, bizim günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımıza güç ve sebat ver..." duasını önce zikretmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak mü'minlere yardım edeceğini kendi uhdesine alıp garanti edince; bu yardım işi de gerçekleşmeyip, aksine düşmanın hükümran olma emareleri ortaya çıkınca, bu mü'minterden bir günahın ve bir kusurun sadır olduğuna açıkça delâlet etmiş olur. İşte bu sebepten dolayı onların, önceden, tevbe ettiklerini ve istiğfarda bulunduklarını; Allah'dan yardım talebinden önce zikretmeleri gerekmiştir. Böylece Allahü teâlâ, onların işe, her türlü günahtan tevbe etmekle başladıklarını beyan etmiştir ki, bu da onların, "Ey Rabb'imiz, bizim günahlarımızı bağışla..." niyazlarıyla kastedilen husustur. Böylece bu ifâdenin muhtevasına, ister büyük ister küçük olsun, bütün günahlar girmiş olur. Sonra onlar, büyük olmasından ve cezası da büyük olacağından dolayı, daha sonra özellikle büyük günahlarını zikretmişlerdir ki, bu da onların "ve işimizdeki taşkınlığımızı..." sözlerinden kastedilen husustur. Çünkü, herhangi bir şeyde israf etmek, onda aşırı gitmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "De ki: "Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşanlar..." (Zümer, 53). "O da öldürmede israf etmesin" (isra. 33) ve "Yeyin, için, israf etmeyin" (A'raf. 31) buyurmuştur. Yine bir kimse harcamasında aşırı gidip israf ettiğinde, "Falanca müsriftir" denilir... Sonra bu kimseler, bu tür isteklerini sona erdirdikten sonra Rab Taâlâ'dan, kendilerini sâbit-kadem kılmasını istemişlerdir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, onların kalplerinden korkuyu ye gönüllerinden bozuk düşünceleri kaldırıp yok etmesiyle olur. Daha sonra da, Allah'tan kâfir topluluklara karşı yardım etmesini istemişlerdir. Çünkü Allah'ın bu nevi yardımında, onları sâbit-kadem kılmasından fazla olan bazı şeyler vardır. Bunlar da Cenâb-ı Hakk'ın, o kimselerin kalplerine korku salması, onların, yüzlerine gözlerine toz toprak dolduran rüzgarlar estirmesi ve bulundukları yerlere sel akıtmak gibi onların hezimete uğramalarına sebep olacak semavî veya arzî birtakım hâdiseleri yaratmasıdır. Sonra Kâdî şöyle demiştir: "Bu, ister cihad isterse başka hususlarda olsun, musibet ve sıkıntılar esnasında dualarla nasıl istekte bulunacakları hususunda Allah tarafından yapılan bir terbiyedir. 148"Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de âhiret sevabının güzelliğini verdi. Allah ihsanda bulunanları sever" . Bil ki Allahü Teâlâ, sabır ve duâ hususunda "ribbiyyün"un yolunun ne olduğunu beyân edince, onlara buna mukabil gerek dünyada gerekse âhirette ne karşılık vereceğini de zikrederek, "Allah da onlara hem dünya nimetini hem de âhiret sevabının güzelliğini verdi" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Bu ifâde, Allah'ın onlara iki şey verdiğini gösterir. Bunlar da dünya nimeti (sevâb), Allah'ın yardımı, ganimet, düşmana galebe etme, güzel bir nam, imân nuru ile kalplerin ferahlanması, şüphe karanlıklarının giderilmesi, günah ve isyanlarının affedilmesidir. Âhiret sevabı ise, şüphesiz cennet ile cennetteki faydalar, lezzetler, çeşitli sevinç ve saygılardır. Halbuki bu, şu anda mevcut değildir. Binâenaleyh bundan murad, Allahü Teâlâ'nın âhirette bunların olacağını onlara kesin bildirmesidir. Cenâb-ı Hakk'ın bunun olacağını bildirmesi, bizzat olması yerine geçmiştir. Bu, Allah'ın va'adinde yalancı, adaletinde de zâlim olmasının imkânsız oluşu gibidir. Veya Cenâb-ı Hakk'ın "Allah... onlara verdi" beyânı, "Allah'ın emri geldi" (Nahl, 1) yani "gelecek", âyetinde olduğu gibi, "Allah onlara verecek" manasına hamledilir. Kâdî şöyle demiştir: "Bu âyetin sırf şehidlerle ilgili olması imkânsız değildir. Allahü teâlâ, şehidlerin bazılarının diri olup, Rab'leri yanında rızıklandırılmakta olduklarını haber vermiştir. Binâenaleyh bu "Ribbiyyûn"un durumları da böyle olur. Çünkü Hak teâlâ, bu âyeti indirirken, gök cennetlerinde onlara âhiret mükâfaatının güzelini vermişti." Cenâb-ı Hak, onların mükâfaatlarının ne kadar büyük olduğuna dikkat çekmek için, "âhiret sevabının güzelliği" tabirini kullanmıştır. Çünkü âhiret sevabının hepsi son derece güzeldir. Cenâb-ı Hakk'ın "âhiret sevabının güzelliği" tabiri ile bu nev'in en güzeli diye seçtiği kısmın ne kadar güzel olacağını artık sen düşün! Allahü teâlâ, dünya sevabını (faydasını), azlığından, zararla karışık oluşundan ve sonlu oluşundan ötürü bu şekilde tavsif etmemiştir. Kaffâl (r.h), burada güzelliğin, "İnsanlara güzelliği, yani, güzel söyleyin" (Bakara, 83) âyetindeki "güzellik" kelimesi gibi olması da muhtemeldir. Bundan maksad, sözün güzel olmasını mübalağa ile ifâde etmektir. Sanki güzel şeyler, atabildiğine güzel oldukları için, adetâ "güzellik" olmuşlardır. Nitekim bir kimse cömertlik ve keremin zirvesine çıktığında, "Falanca (sanki) cömertlik ve keremin kendisidir" denilir. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak, daha önce, "Kim dünya sevabını dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de âhiret sevabım isterse, ona da bundan veririz" buyurmuş ve bu ifâdede "kısmen" oluşu ifâde eden (teb'iz) edatını zikretmiştir. Bu âyette de "Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de âhiret sevabının güzelliğini verdi" buyurmuş, fakat bu lâfzı kullanmamıştır. Binâenaleyh bu iki ifâde arasındaki fark şudur: Âhiret sevabını isteyenler, bu sevaba nail olmak için, kullukla meşgul olmuşlar ve bundan dolayı onların kulluktaki dereceleri daha düşük olmuştur. Fakat burada zikredilenler, kendilerinde günah ve kusur bulunduğunu itiraf etmişlerdir ki bu, Hak teâlâ'nın "Ey Rabb'imiz bizim günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla" (Âl-i İmran. 147) âyetinde anlatılan husustur. Onlar, tedbirin, yardımın ve zaferin sadece Rab Taâlâ'dan olabileceğine inanmışlardır ki bu da, "Ayaklarımıza güç ve sebat ver. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et" âyetinde anlatılan husustur. Binâenaleyh bunların kulluktaki makamı kemalin zirvesinde olmuş olur. Bu sebeple, önceki âyette bahsedilenler sevabın bir kısmını, bunlar ise tamamını elde etmişlerdir. Yine onlar Allah'ın mükafaatını istemişler, bunlar ise Allah'ın mükâfaatını değil, mevtalarına hizmet etmeyi istemişlerdir. Bundan dolayı, Allah'tan başka bütün varlıkların, Allah'ın hizmetine yönelen her insana hizmete yöneleceğini bildirmek için, öncekilerin bu sevaptan mahrum edildiği, bunlara ise sevabın tamamının verildiği bildirilmiştir. Sonra Allahü teâlâ, "Allah insanda bulunanları sever" buyurmuştur. Bu ifâdede, bir güzel incelik vardır. Oda, bunların, "Ey Rabbimiz bizim günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla" diyerek, kendilerinin hatalı olduklarını itiraf etmiş olmalarıdır. Onlar bu itirafta bulununca, Allah onları "muhsin" (iyilikte bulunan) diye adlandırmış ve sanki onlara şöyle demek istemiştir: "Sen hatanı ve aczini kabul edip, itiraf edince, kul için Allah'ın huzuruna ulaşmasının ancak zillet, meskenet ve acizliğini ortaya koyması ile mümkün olduğunu bilesin diye, seni ihsan ile tavsif ediyor ve kendime sevgili bir kul kılıyorum." Yine onlar cihâd etmek istediklerinde, Allah'ın dini uğrunda ayaklarını sâbit-kadem kılmasını ve düşmana karşı kendilerine yardım etmesini Allah'tan istedikleri için, Allah onları "muhsin" diye adlandırmıştır. Bu da kulun, bu güzel fiili yapmasının, ancak Allah'ın ona bu güzel fiili nasip edip yardımcı olduğu zaman mümkün olacağını gösterir. Hem sonra Cenâb-ı Allah, "İyiliğin mükâfaatı ancak iyiliktir" (Rahman, 60) ve "İyi iş, güzel amel yapanlara, cennet ve bir de ziyâdesi vardır" (Yunus. 26) buyurmuştur. Bütün bunlar, kula o güzel fiili, Allah'ın nasip ettiğine ve bütün bunların Allah'tan ve Allah'ın yardımıyla olduğunu bilsin diye kulu mükâfaatlandırdığına delâlet eder. Kâfirler, Müminleri Dinden Çıkarmak İsterler 149Âyetin tefsiri için bak:150 150"Ey iman çdenler, eğer inkâr edenlere itaat ederseniz, onlar sizi ökçelerinizin üstünde (gerisin geri küfre) çevirirler de büyük zarara uğrayan kimselere dönersiniz. Hayır, sizin mevlânız Allah'tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır" . Bil ki bu âyet, önceki âyetin devamı ve tamamlayıcısıdır. Çünkü kâfirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in öldürüldüğü haberini asılsız olarak yayıp, münafıklar da zayıf inançlı müslümanları kâfir olmaya çağırınca, Hak teâlâ, bu âyetle müslumanları, o münafıkların sözlerine iltifat etmekten men etmiş ve "Ey iman edenler, eğer küfredenlere itaat ederseniz..." buyurmuştur. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: Bu ifâdede kastedilen kâfirlerin "Ebû Süfyan" olduğu söylenmiştir. Çünkü Ebû Süfyan (radıyallahü anh), o gün kâfirlerin büyüğü ve reisi idi. Süddî de, bu ifâdeden maksadın, Ebû Süfyan olduğunu, çünkü onun, o zamanda fitne ağacı olduğunu söylemiştir. Başka âlimler ise, buradaki "inkâr edenler" tabirinden maksadın, Abdullah İbn Übey ve onun münafık arkadaşları olduğunu, bunların zayıf inançlı kimselerin kalplerine şüphe sokan ve "şayet Muhammed, Allah'ın peygamberi olsaydı, başına böyle birşey gelmezdi. O, diğer insanlar gibi bir insandır. Bazı günler lehine, bazı günler aleyhine olur. Binâenaleyh daha önceki dininize dönün" diyenler olduğunu söylemişlerdir. Bir ktsım âlimler de bundan muradın yahudiler olduğunu, çünkü Medine'de bir grup yahudinin mevcut olduğunu ve bunların, özellikle Uhud hâdisesinden sonra müslümanların kalplerine şüphe attıklarını söylemişlerdir. Doğruya en yakın olan, bu ifâdenin bütün kâfirlere şamil olmasıdır. Çünkü âyetin lâfzı umûmidir, sebebin (sebeb-i nüzulün) hususî olması, âyetin umûmî manaya gelmesine mâni değildir. Hak teâlâ'nın "eğer İnkâr edenlere itaat ederseniz..." buyruğu, dedikleri her hususta kâfirlere itaat etme mânasına hamledilemez. Aksine bu ifâdeyi tahsîs (sınırlandırmak) gerekir. Bundan dolayı, bunun "Uhud gününde, size İslâm'ı terketmenizi emretmelerinde eğer onlara itaat ederseniz..."; "Eğer siz, onlara emrettikleri dalâlet hususunda itaat ederseniz..."; müşavere hususunda veyahut da savaşı bırakma hususundaki bu onların "Bizim yanımızda olsalardı ölmez ve öldürülmezlerdt..." (Âl-i İmran. 156) şeklinde sözleridir, "eğer onlara itaat ederseniz..." şekillerinde olabileceği söylenmiştir. Sonra Allahü teâlâ, "Onlar sizi ökçelerinizin üstünde çevirirler" yani, "onlar sizi, imanınızdan sonra küfre dönderirler. Çünkü onların küfre davet hususundaki sözlerini kabul etmek küfürdür" buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Zarara uğrayan kimselere dönersiniz buyurmuştur. Bil ki, lâfız umumî olunca, muhtevasına hem dünya hem de âhiret hüsranının girmesi gerekir. Dünya hüsranına gelince, dünyada insanlara en zor gelen şey, düşmana boyun eğip, ona tezellül edip, ona muhtaç duruma düşmektir. Âhiret hüsranına gelince bu, insanın ebedi olan mükâfaattan mahrum olması ve, ebedi ve daimî olan bir cezaya duçar olması demektir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Hayır, sizin mevtanız, Allah'tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır" buyurmuştur. Bunun mânası, "Sizler, gayelerinize ulaşma hususunda onlar size yardım edip desteklesinler diye kâfirlere itaat ediyorsunuz; ama bu bir cehalettir. Çünkü onlar âciz ve şaşkın kimselerdir Akıllı olan, yardımı sadece Allah'tan talep eder. Çünkü o. size, düşmanınıza karşı yardım eden ve sizden düşmanlarınızın hile ve tuzaklarını savuşturan sadece O'dur. Sonra Cenâb-ı Hak kendisinin, "yardım edenlerin en hayırlısı" olduğunu beyân buyurmuştur. Eğer Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır, sizin mevtanız Allah'tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır" buyruğu ile O'nun nusreti ve yardımı kastedilmiş olmasaydı, bunun peşinden "yardım edenlerin en hayırlısıdır" sözünü getirmesi uygun olmazdı. Allahü teâlâ şu sebeplerden dolayı yardım edenlerin en hayırlısı olmuştur: a) Allahü teâlâ, istediğin her hususta sana yardım etmeye bir kadir; kendisine, senin yalvarıp yakarmanın gizli kalamayacağı bir âlim; cömertlik konusunda cimrilik yapmayan bir kerîm varlıktır. Kulların, birbirlerine yardım etmeleri bütün bu sayılan hususlarda böyle değildir. b) Allahü teâlâ sana, hem dünya hem de âhirette yardım eder. Halbuki başkaları böyle değildir. c) O, sana, sen istemeden ve sen ihtiyacını bilmeden önce yardım eder. Nitekim O, "De ki "geceleyin ve gündüzün sizi... kim koruyabilir" (Enbiya, 42) buyurmuştur. Halbuki başkaları böyle değildir. Bil ki âyetteki "O yardım edenlerin en hayırlısıdır" sözünün zahiri, bundan münezzeh olduğu halde Hak teâlâ'nın diğer yardım eden varlıklar cinsinden olmasını gerektirir. Fakat burada söz, "Bu. Ona göre pek kolaydır" (Rum. 27) buyruğunda olduğu gibi, insanların örf ve anlayışlarına göre gelmiştir. Kâfirlerin Kalplerine Korku Salmanın Mânası 151"Hakkında Allah'ın hiçbir hüccet indirmediği şeyleri Ona eş koştuklarından dolayı inkâr edenlerin kalplerine korku salacağız. Onların yurtları cehennemdir. Zâlimlerin dönüp varacağı yer ne kötüdür!" . Bil ki bu âyet, daha önce geçen âyetlerin devamı ve tamamlayıcısıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, cihâda teşvik ve kâfirlere aldırış etmeme hususunda birçok hususlar zikretmiştir. Bunlardan biri de, bu âyette zikredilen, Allah'ın kâfirlerin kalplerine korku attığı hususudur. Şüphe yok ki bu, müslümanların kâfirlere üstün geleceğini gösteren hususlardandır. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âlimler, bu ilahi va'adin sadece Uhud günü için mi olduğu. yoksa bütün zamanlar için umumî bir va'ad mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Müfessirlerden pek çoğu, bunun bu güne, yani Uhud gününe has olduğunu, çünkü daha önce geçmiş âyetlerin Uhud savaşı hakkında olduğunu söylemişlerdir. Sonra, bu görüşte olan âlimler, Allahü teâlâ'nın Uhud günü müşriklerin kalbine korku salısının nasıl olduğu hususunda iki izah yapmışlardır: a) Kâfirler, müslümanlara (başlangıçta) üstün gelip onları hezimete uğratınca. Hak teâlâ, kâfirlerin kalplerine bir korku düşürmüş ve onlar müslümanları bırakıp, hiç sebep yokken onlardan kaçmışlardır. Hatta rivayet edildiğine göre, Ebû Süfyan dağa çıktp, "İbn Ebî Kebşe (Hazret-i Peygamber) nerede! İbn Ebî Kuhâfe (Hazret-i Ebu Bekir) nerede? İbnu'l-Hattâb nerede?" diye bağırmıştı. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'de ona karşılık vermiş ve aralarında sözler geçmiş, ama Ebû Süfyan dağdan inip onların yanına varmaya cesaret edememişti. b) Kâfirler, Mekke'ye dönerlerken, yolun yarısında, "Biz, hiçbirşey yapmadık. Onların pekçoğunu öldürdük ve sonra tam galibken onları bıraktık. Haydi dönüp, bunların kökünü tamamen kazıyalım" dediler. Onlar tam bunu kararlaştırırlarken, Allahü teâlâ, kalplerine bir korku attı. Bu husustaki diğer görüşe göre, bu va'ad sadece Uhud günü ile ilgili olmayıp, umûmîdir. Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Sanki şöyle denilmek istenmektedir: Bu hadise, her nekadar sizin için Uhud gününde vuku bulmuş ise de, Allahü Teâlâ, kâfirleri ezmek ve dininizi diğer dinlere üstün getirmek için, bundan sonra da kâfirlerin kalplerine siz müslümanların korkusunu atacaktır. Allahü teâlâ, bunu yapmıştır. Böylece İslâm dini, bütün din ve milletlere üstün gelmiştir." Bu âyetin bir benzeri de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bir aylık mesafede iken, (Allah'ın, kâfirlere) korkumu vermesiyle yardım olundum " Buhârî, Teyemmüm 1; Müslim, Mesâcid, 3, 5 (1/371). hadis-i şerifidir. Bu kelimeyi, Kur'ân'ın her yerinde İbn Âmir ve Kisâî, ayn harfinin zammesiyle, şeklinde; diğer kıraat imamları ise, aynın sükûnu ile, (......) şeklinde okumuşlardır. Vahidî, her iki kıraatin de, kullanılan iki lügat (şekil) olduğunu söylemiştir. Nitekim (......) denilir (......) kelimesinin masdar, (......) kelimesinin de bu masdardan bir isim olması da mümkündür. (......) "Kalpte meydana gelen korku" manasınadır. Bunun asıl manası, "doldurmak'tır. Sel, vadileri ve nehirleri doldurduğunda (......) denilir. Korkuya da, kalbi korkuyla doldurduğu için, (......) denilmiştir. "İnkâr edenlerin kalplerine korku salacağız" tabirinin zahirî, bu korkunun bütün kâfirlerin kalplerine düşmüş olduğunu ifâde eder. İşte bundan dolayı, bazı âlimler bu âyeti zahiri manası ile almışlardır. Çünkü İslam'a karşı olan herkesin kalbinde, ya savaşırken veya müslümanlarla tartışırlarken, müslümanlara karşı bir tür korku bulunur. Hak teâlâ'nın, "İnkâr edenlerin kalplerine korku salacağız" ifâdesi, kâfirlerin kalbine hertürlü korkunun düştüğünü göstermez. Bu ifâde ancak, onların kalbine bazı bakımlardan bu korkunun düşmüş olmasını gerektirir. Müfessirlerden bir grup, bu korkunun o kâfirlere has olduğu kanaatindedirler. Hak teâlâ'nın, "Allah'a eş koştuklarından dolayı" buyruğuna gelince, bil ki buradaki (......) lâfzı, mâ-i masdariyye olup, manası, "Allah'a şirk koşmaları sebebiyle" şeklindedir. Bil ki bunun mâkûl bir şekilde izahı şöyledir: Dua, çaresiz kalma durumda iken kabule daha yakındır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yoksa çaresiz kalmışa kendisine dua ettiği zaman icabet eden (Allah mı)" (Neml, 62) buyurmuştur. Allah'ın, bir eşi ve benzeri bulunduğuna inanan kimse için, bir bunalma hali söz konusu değildir. Çünkü o "Eğer bu tanrı bana yardım etmezse, şu diğeri bana yardım eder" der. Eğer onun kalbinde böyle bir bunalma olmazsa, ne duası makbul olur, ne de yardım gerçekleşir. Bu olmayınca, onun kalbinde bir korku ve dehşetin olması gerekir. Binâenaleyh Allah'a ortak koşmanın, bir korkuyu gerektirdiği sabit olmuş olur. Hak teâlâ'nın, "Hakkında Allah'ın hiç bir hüccet indirmediği şeyleri..." buyruğu hakkında birkaç mesele vardır: Âyette geçen "sultân" kelimesinin manası, hüccet ve delil demektir. Bu kelimenin izahı hususunda şu görüşler ileri sürülmüştür: a) Bu kelime, kendisiyle kandilin tutuşturulup yandığı "susam yağı" kelimesinden türemiştir. Kendileri sayesinde insanlar haklarını elde edebildikleri için hükümdarlara ve ümerâya "sultanlar" denilmiştir. b) Arapçada "sultan" kelimesi hüccet demektir. Hüccet ve burhan sahibi olduğu için hükümdara da "sultân" denilmiştir. c) Leys şöyle demiştir: "Sultan" kudret demektir. Çünkü bu kelime binası (......) kelimesindendir. Bu izaha göre (......) ifâdesinin mânası, "Hükümdarın kuvvet ve kudreti" demektir. Bâtılı defedip savaştırmaya kudreti olduğu için "burhân"a (aklî delile) de "sultân" ismi verilmiştir. d) İbn Dureyd şöyle demektedir: "Her şeyin sultanı, o şeyin keskinliği demektir. Bu kelime "keskin dil, tenkit edici dil" ifadesinden alınmıştır. (......) kelimesi de keskinlik ve hiddet anlamındadır. Hak teâlâ'nın, "Hakkında Allah'ın hiç bir hüccet indirmediği şeyleri..." buyruğu, bu hususta bir hüccetin bulunduğunu, ama ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın onu indirip izhâr etmediği zannını uyandırırsa buna şöyle cevap verilir: Eğer bu böyle olsaydı, Allahü Teâlâ onunla ilgili bir hüccet indirirdi. Allah onunla ilgili bir hüccet indirmediğine göre, onun bulunmadığı sabit olur. Bu husustaki netice-i kelâm, kelâmcıların söylemiş olduğu şu sözlerdir: Bu, delili olmayan şeylerdendir. Binâenaleyh isbâtı caiz değildir. Bazı kelâmcılar biraz daha ileri giderek, "Bunun delili yoktur; binâenaleyh yokluğu gerekir" demişlerdir. Bazı kelâmcılar da bu yolla, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine istidlal edip şöyle demişlerdir: "Yaratıcı ancak, "muhdes" varlıkların kendisine muhtaç olmasıyla isbat edilir. Bu ihtiyacın giderilmesi, bir yaratıcının isbâî edilmesi için kâfidir. Binaenaleyh birden fazla olanı isbât etmenin imkânı yoktur; bu sebeple de onu isbâta kalkışmak caiz değildir." Bu âyet, taklîd'in bozukluğuna delâlet etmektedir. Bu böyledir, çünkü âyet, şirkin bir hüccet ve delilinin bulunmadığına delâlet eder. Binâenaleyh onun varlığına hükmetmenin bâtıl olması gerekir. Bu, ancak, varlığına dair delil bulunmayan şeyin isbât edilmesinin bâtıl olduğu söylendiği zaman doğru olur. Binâenaleyh taklidin geçerli olduğunu söylemenin fasid olması gerekir. Sonra Cenâb-ı Hak, 'Onların yurttan cehennemdir" buyurmuştur. Bil ki Cenâb-ı Hak, müşriklerin dünyadaki hallerini beyân etmiştir; ki bu halleri de onların kalplerine korku düşmesidir. Yine onların âhiretteki hallerini de beyan etmiştir ki bu da, onların varacakları yerin ve meskenlerinin cehennem olduğudur. Sonra Cenâb-ı Hak, 'Zâlimlerin dönüp varacağı yer ne kötüdür!" buyurmuştur. Mesva kelimesi, insanın karar kılıp varacağı, yerleşeceği yer, mekân demektir. Bu kelime, Arapların tabirlerinden alınmıştır. Mesva kelimesinin çoğulu mesâvî "meskenler, barınaklar" şeklinde gelir. Allah'ın Zafer Vaadinin Bağlı Olduğu Şartlar 152"Celâlim hakkı için: Allah size olan va'adini, -O'nun izni ile onları öldüregeldiğiniz, hatta sevmekte olduğunuz (zafer)i de size gösterdiği zamana kadar yerine getirmişti. Sonra siz gevşeklik gösterdiniz, isyan ettiniz, işlerin idaresi hususunda çekiştiniz. İçinizden kimi dünyayı istiyor, içinizden kimi de âhireti arzuluyordu. Sonra Allah, sizi imtihan etmek için sizi onlardan geri çevirdi. Allah sizi muhakkak bağışladı da. Zaten Allah mü'minlere bol lûtfu inayet sahibidir". Bil ki, bu âyetin daha önceki âyetlerle münasebeti pekçok bakımdandır: a) Hazret-i Peygamber ve ashabı, Uhud'da başlarına gelen musibetle Medine'ye dönünce, ashâbtan bazıları, "Bu, bizim başımıza nederen geldi? Halbuki Allah bize yardım edeceğini va'adetmişti..." dediler. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal etti.. b) Ashâbtan bazıları şöyle demişlerdi: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında bir koç kestiğini görmüştü. Cenâb-ı Hak O'nun rüyasını, Uhud gününde müşriklerin sancaktarı olan Talha İbn Osman ile, bundan sonra yine sancaktarlık yapan dokuz kişinin öldürülmesiyle gerçekleştirmişti ki, bü Cenâb-ı Hakk'ın "Andolsunki, Allah'ın size olan vaadi yerine geldi" buyruğunun manasıdır. Cenâb-ı Hak bu ifâdeyle, Resulü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in rüyasını doğrulayıp gerçekleştirmeyi kastetmiştir. c) Bu va'adin, Hak teâlâ'nın, "Evet, siz sabreder, sakınırsanız; onlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabb iniz size yardım edecektir..." (Al-i İmran, 125) âyetinde zikretmiş olduğu husus olması da caizdir. Ancak ne var ki bu, sabretmek ve muttaki olmak şartına bağlanmıştır. d) Bu va'din, Cenâb-ı Hakk'ın, "Dinine yardım edenlere elbet Allah da yardım edecektir" (Hacc. 40) âyetinde belirttiği husus olması da caizdir. Ama ne var ki, bu da bir şartla kayıtlanmıştır. e) Bu va'adin, "Hakkında Allah'ın hiç bir hüccet indirmediği şeyleri O'na eş koştuklarından dolayı, küfre girenlerin kalplerine korku salacağız..." (Al-i İmran. 151) âyetinde belirtilen husus olması da caizdir. f) Buradaki va'adin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın okçulara, "Buradan ayrılmayın; çünkü biz, siz buradan ayrılmadığınız sürece mutlaka galip geleceğiz" şeklindeki sözleri olduğu da söylenmiştir. g) Ebû Müslim şöyle demiştir: Cenâb-ı Hak, önceki âyette onlara, kâfirlerin kalplerine korku salacağını va'adedince, bu hususu, Uhud vakasında onlara yardım va'adini gerçekleştirdiğini hatırlatmakta te'kid etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, onlara, sabredip muttaki olmaları şartıyla yardım edeceğini va'adedip. onlar da bu şarta harfiyyen uyunca, şüphesiz Cenâb-ı Hak meşrutu yerine getirmiş, onlara yardımını yapmıştı. Vaktâ ki onlar şartı ihlâl ettiler, meşrut olan (yardım da) ellerinden kaçtı. Okçuların Gevşeyip Yerlerini Bırakmaları Âyetin münasebet vecihlerini iyice kavrayınca şunu deriz ki, bu âyette birkaç mesele vardır: Vahidî (r.h) şöyle demiştir: fiili, iki mef'ûl alır. Meselâ sen, "Ben ona olan vaîdi ve va'adi yerine getirdim" dersin... Uhud vakasında, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Uhud'u arkasına alıp yüzünü Medine'ye doğru çevirdiğini, okçuları dağın eteğine yerleştirdiğini ve onlara, "Burada kalın; savaş ister bizim lehimize isterse aleyhimize olsun, sakın yerinizden ayrılmayın..." şeklinde emir verdiğini'zikretmiştik. Müşrikler savaşa yöneldiğinde okçular onlara ok atmaya başladılar. Diğer müslümanlar da onlara kılıç darbeleri indiriyordu. Derken, müşrikler yenilgiye uğradılar. Müslümanlar da onların kökünü kazımak (hiss) için, onları takib ediyorlardı... Leys, buradaki (......) kelimesinin "geniş çaplı bir öldürme" anlamına geldiğini; binâenaleyh buradaki tabirinin mânasının, "Sizler onları çokça öldürüyordunuz" şeklinde olduğunu söylemiştir. Ebû Ubeyd, Zeccâc ve İbn Kuteybe de şöyle demektedir: (......) kelimesi, öldürerek köklerini kazımak manasına gelir. Nitekim, soğuk kendilerini öldürdüğü zaman, "Ölmüş çekirgeler" denilir. Her şeyi kasıp kavurduğu zaman "kırıp geçiren kıtlık..." denilir. Buna göre tabirinin mânası, "öldürerek onların kökünü kazıyordunuz.." şeklinde olur. İştikak âlimleri, bir kimse birisini öldürdüğünde, bunu ifâde için lâfzının kullanıldığını söylemişlerdir. Çünkü o kimse, öldürmek suretiyle maktulü hissiz ve duyarsız bir hale getirmiştir. Bu, bir kimsenin karnı ağrıdığında (......); başı ağrıdığında da (......) denilmesi gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın, sözünün mânası, "O'nun ilmiyle..." demektir. Buna göre bu tabirin mânası şudur: "Allahü Teâlâ, size muttaki olup tâatına sabrü sebat etmeniz şartıyla yardım edeceğini va'adedip, siz de bu şartı tastamam yerine getirdiğiniz için, O va'adini gerçekleştirdi ve düşmanlarınıza karşı size yardım etti. Ama ne zaman ki şartlara riâyet etmeyip Rabb'inizin emrine isyan ettiniz, hiç şüphesiz o zaman o ilahî yardım ve nusret de yok olup gitti, zail oldu. Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken siz gevşeklik gösterdiniz; sevdiğiniz şeyi size gösterdikten sonra isyan ettinizr emr hususunda çekiştiniz" buyruğu hakkında birkaç mesele vardır: Bir kimse şöyle diyebilir: "Hak teâlâ'nın, "Derken siz gevşeklik gösterdiniz" ifâdesi, zahirine göre şart cümlesi gibidir. Bunun mutlaka bir cevabı olması gerekir; o halde bunun cevabı nerededir?" Bil ki, âlimler bu konuda şu iki yolu izlemişlerdir: Birinci yol: Bu ifade, bir şart cümlesi değildir. Aksine, buyruğunun mânası, "sizden bir gevşeklik ve emir konusunda bir münakaşa sadır oluncaya kadar, muhakkak ki Allah size yardım etmişti" şeklindedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, onların müttakî olmaları ve tâatlara sabretmeleri şartıyla, onlara yardım edeceğini va'adetmişti. Binâenaleyh, onlar korkup, yılgınlık gösterip ve de isyan edince, Allah'ın yardımı sona erdi. Bu görüşe göre, lafzı, (...caya kadar) manasında olmak üzere, bir "gaye" ifâde eder. Binâenaleyh, âyetteki, terkibinin manası, (caya kadar) veya (yılgınlık gösterdiğiniz zamana, vakte kadar...) şeklinde olur. İkinci yol: Cenâb-ı Hakk'ın, , buyruğunun bir şart cümlesi olmaya elverişli olmasıdır. Bu görüşe göre âlimler, bu şartın cevabı hususunda ihtilâf edip şu izahları yapmışlardır: a) Basralıların görüşü olup, buna göre buradaki şartın cevabı mahzûftur. Buna göre kelâmın takdiri ise, "Derken siz gevşeklik gösterip; Allah sevdiğiniz şeyi size gösterdikten sonra isyan ederek emr hususunda çekişince, Allah sizden yardımını çekti.." şeklinde olur. Hak teâlâ'nın, "Celâlim hakkı için, Allah size olan va'adini yerine getirmişti" buyruğunun mânası, böyle bir cevabın takdir edileceğine delâlet ettiği için, bu cevabın hazfi güzel ve yerinde olmuştur. Bu nevi âyetler Kur'ân-ı Kerîm'de pekcoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer yeryüzünde bir tünel, veya semâda bir merdiven bulabilir de, onlara bir mucize getirebilirsen" (Enam. 35) buyurmuştur ki bunun cevabı, (bunu yap!) emri olup şart, cevabın bu şekilde olacağına delâlet ettiği için hazf edilmiştir. Yine O, "Yoksa o, gecenin saatlerinde kıyam edip (namaz kılan) kimse mi?" (Zümer, 9) buyurmuştur ki, kelâmın takdiri, "Yoksa, kıyam eden kimse, böyle olmayan kimse gibi midir?"şeklindedir. b) Küfelilerin görüşü, Ferrâ'nın da tercihi olup buna göre, bu ifâdenin cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın, "İsyan ettiniz" sözüdür. Bu ifâdenin başındaki vâv harfi zâiddir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Vakta ki ikisi de Allah'ın emrine teslim oldular, (İbrahim) onu alnı üzere yıktı. Biz ona... nida ettik" (Saffât, 103-104) buyurmuştur. Esasen mâna, vâv harfi olmaksızın "Biz ona... nida ettik." şeklindedir. İşte burada da böyledir. Yılgınlık gösterme ve çekişme isyan etmeye sebep olunca kelâmın takdiri; "Derken siz gevşeklik gösterip emir hususunda çekişince, isyan etmiş oldunuz..." şeklinde olur. Buna göre buradaki vâv harfi zâid olmuştur. Bu görüşü destekleyenlerden bazıları, Hak teâlâ'nın, "Nihayet oraya vanp, kapılan açılınca..." (Zûmer, 73)âyetinin deliliyle, li sözünün cevabına vâv getirmenin, Arapların usûlü olduğunu iddia etmişlerdir. Buna göre âyetin takdiri, "Nihayet oraya vardıklarında, oranın kapıları açıldı" şeklinde olur. Buna göre eğer, "sizin yılgınlık gösterip çekişmeniz bir mâsiyettir. Bundan dolayı biz yılgınlık göstermeyi ve çekişmeyi mâsiyetin sebebi kabul eder isek, birşeyin yine kendisinin sebebi olması gerekir ki bu fasittir" denilir ise, biz deriz ki: "Buradaki isyandan murad, onların o yerden ayrılmalarıdır. Şüphesiz yılgınlık gösterme ve çekişme de, onların o yerlerinden çıkmalarını gerektiren şeylerdir. Binâenaleyh bunda, birşeyi yine kendisinin sebebi kılma yoktur." Bil ki Basralılar, bu cevabı kabul etmezler. Çünkü onların ekolüne göre, buradaki vâv harfini "zaide" kabul etmek caiz değildir. c) Âyetin takdiri şöyle olabilir: "(Allah) size sevmekte olduğunuz (zafer)i gösterdikten sonra, siz gevşeklik gösterip isyan edip, emir (işlerin idaresi) hususunda çekişerek iki kısma ayrıldınız: Kiminiz dünyayı, kiminiz de âhireti istiyordu. "Binâenaleyh bu şartın cevabı, "iki kısma ayrıldınız..." ifadesidir. Fakat, âyetteki "içinizden kimi dünyayı istiyor, kimi de âhireti diliyordu" sözü, aynı faydayı sağlayıp, aynı manayı ifâde ettiği için, bu cevap sözde hazf edilmiştir. Çünkü edatı teb'îz (kısmîlik) ifade eder ki bu da böyle bir bölünmeyi gösterir. Bu, hatırıma gelen bir ihtimaldir. d) Ebû Müslim, "Bu ifâdenin cevabı, âyetteki "Sizi onlardan geri çevirdi" kısmıdır ve bunun takdiri, "Sonra siz yılgınlık gösterdiniz... Allah sizi imtihan etmek için, sizi onlardan geri çevirdi" şeklindedir. Bu sözün başındaki (sonra) kelimesi sanki yok gibidir" demiştir. Ebû Müslim'in bu izahı, son derece uzak ihtimaldir. Allah en iyisini bilir. Allahü teâlâ, bu âyette üç şey zikretmiştir: Birincisi: Feşel (gevşeklik göstermedir ki bu zayıflık manasına gelir. "Fese!" kelimesinin, korkaklık manasına geldiği de söylenmiştir ki bu Hak teâlâ'nın, "Çekişmeyin, yoksa zayıflarsınız" (Enfal. 46) âyetinin delaletiyle bâtıldır. Çünkü burada bu kelimenin, "yoksa korkarsınız" manasına gelmesi uygun düşmez. İkincisi: Emir (işlerini idaresi) hususunda çekişmedir ki bu konuyla ilgili şu iki bahis vardır: 1- Bu çekişmeden murad, şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, okçulara yerlerinden kesinlikte ayrılmamalarını emredip, Abdullah İbn Cübeyr (radıyallahü anh)'i onlara reis tayin edip müşrikler ortaya çıkınca, bunlar da onları bozguna uğrayıncaya kadar ok yağmuruna tutmuşlardı. Sonra bu okçular, müşriklerin kadınlarının dağa tırmanıp -ayaklarındaki halhallar görünecek şekilde- bacaklarının açıldığını gördüklerinde, "Ganimet, Ganimet!" dediler. Bunun üzerine reisleri Abdullah (radıyallahü anh), "Allah'ın Resulü bize buradan ayrılmamamızı tembih etti" deyince, onlar onu dinlememiş ve ganimet elde etmek için koşup gitmişlerdi. Geride Abdullah ile birlikte on kişiden daha az bir grup kalmıştı ki onların hepsini de müşrikler öldürmüşlerdi. İşte âyette bahsedilen "çekişme"den maksad budur. 2- Âyetteki "emir hususunda" tabiri hakkında şu iki izah yapılmıştır: a) Buradaki "emir", durum, hal ve vaziyet manasınadır. Yani, "İçinde olduğunuz durum hakkında..." demektir. b) Buradaki "emir", nehyin zıddı olan emirdir. Buna göre mana, "Sizler, Hazret-i Peygamber'in, yerinizden ayrılmama emri hususunda çekiştiniz" şeklindedir. Üçüncüsü, Sevmekte olduğunuz (zafer)i size gösterdikten sonra isyan etmenizdir ki bundan maksat, "Bulunduğunuz yerde durmayıp, orayt terketmek suretiyle İsyan ettiniz" manasıdır. Geriye, bu âyetle ilgili birkaç soru kalır: 1- Allahü teâlâ, feşel, yani "gevşeklik gösterme"yi niçin "çekişme ve isyan etme"den önce zikretmiştir? Cevap: Okçular, kâfirlerin bozguna uğradığını görüp, ganimet elde etme sevdasına düşünce, bu arzu yüzünden, gönüllerinde orada durma hususunda bir gevşeme meydana geldi. Sonra kendi kendilerine (vicdanlarında), "ganimet elde etmek için gidelim mi, gitmeyelim mi?" diye bir çekişme içine düştüler. Daha sonra da, ganimet elde etmekle meşgul oldular. 2- O yerden ayrılmak suretiyle işlenen bu isyan, onlardan sadece bir kısmına ait iken, hiçin âyetteki itâb (kınama), umûma yöneltilmiştir? Cevap: Bu (isyan ettiniz) hitabı, hernekadar umûmî ise de, kendisinden sonra onu tahsîs eden (sınırlayan) bir ifâde gelmiştir. Bu da, "İçinizden kimidünyayı istiyor, içinizden kimi de âhireti diliyordu" sözüdür. 3- Âyetteki, "arzu ettiğiniz (zafer)i de size gösterdikten sonra..." ifâdesinin mânası nedir? Cevap: Bunun maksadı, isyanın büyüklüğüne dikkat çekmektir. Çünkü, Allahü teâlâ'nın, va'adini gerçekleştirmek suretiyle kendilerine ikram ettiğini müşahede ettiklerinde, onlara böyle bir isyandan kaçınmak gerekirdi. Onlar, böyle bir günaha cesaret edip, bunu işleyince, Hak teâlâ bu ikramını onlardan geri çekmiş ve onlara isyanlarının cezasını tattırmıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Sonra (Allah) sizi imtihan etmek içîn, sizi onlardan geri çevirdi" buyurmuştur. Bu âyetin tefsiri hususunda, bizim (Ehl-i sünnet) âlimleri ile Mu'tezile'nin görüşleri farklıdır. Çünkü Allah'ın onları kâfirlerden geri çevirmesi bir günahtır. Binâenaleyh Allahü teâlâ, bu geri çevirme işini kendisine nasıl nisbet etmiştir? Bizim âlimlerimize göre müşkilat yoktur. Çünkü âlimlerimize göre, hayır da şer de Allah'ın yaratması ve irâdesi iledir. Buna göre âlimlerimiz, bu âyetteki "geri çevirme"nin, "Allahü teâlâ müslümanlan kâfirlerden geri çevirdi, kalplerine bozgun fikrini attı ve kâfirleri onlara musallat kıldı" manasında olduğunu söylemişlerdir. Bu, müfessirlerın, bu mananın caiz olmadığını ve bunun caiz olmayacağına aklî delillerin de delâlet ettiğini söylemiştir. Onlar "Naktî delil, Hakikaten, iki ordu karşılaştığı gün, içinizden geri dönenler (yok mu), onları, yaptıkları bazı şeylerden dolayı ancak şeytan kaydırmak istedi..." (Al-i İmran, 155) âyetidir. Allahü teâlâ, bu âyette, onlardan sâdır olan şeyi şeytana nisbet etmiştir. Binâenaleyh bundan sonra bu şeyi artık nasıl olur da kendisine izafe edebilir? Aklî delil ise şudur: Allahü teâlâ, onları bu geri dönmeden dolayı kınamıştır. Allah'ın insanları boylarının uzunluğu veya kısalığmdan, hastalıklı veya sıhhatli olmalarından ötürü kınaması caiz olmadığı gibi, böyle bir filüden ötürü, bu insanları kınaması da caiz değildir" demişlerdir. Daha sonra onlar, şu açıklamaları yapmışlardır: a) Cübbaî şöyle der: "Okçular iki kısma ayrıldılar: Bir kısmı, ganimet elde etmek için mevzilerini terketmiş, bir kısmı ise orada kalmıştı. Sonra orada kalanları düşman kuşattı. Eğer yerlerini terkedenler de orada katmış olsalardı, şüphe yok ki, düşman onları da hiç faydasız yere öldürecekti. İşte bundan dolayı onların orayı terkedip, düşmandan korunabilecekleri bir yere çekilmeleri caizdir. Baksana, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından bir grup ile dağa doğru çekilip, sırtlarını dağa verip kendilerini muhafazaya almışlar ve böyle yapmakla âsî olmamışlardı. Böyle bir geri çekilme caiz olunca, "Allah'ın izni ve emriyle oldu" manasında, Hak teâlâ bu işi kendisine nisbet etmiştir, Daha sonra da Hak teâlâ, "Sizi imtihan etmek için..." buyurmuştur ki, bundan murad şudur: "Allahü teâlâ onları o yere döndürüp onlar da orada kendilerini muhafaza altına alınca, orada da cihad etmelerini ve geri kalan müslümanlan müdafaa etmelerini emretmiştir. Hezimete uğradıktan ve harb meydanında akrabaları ile dostlarının öldürüldüğünü gördükten sonra, müslümanların yeniden cihâda yönelmeleri, hiç şüphe yok ki en büyük bir imtihan olmuştur." Şayet, "Bu izaha göre, Allah'ın kâfirlerden geri çevirdiği müslümanlar, günah işlemiş olmazlar. Öyle ise, daha niçin Cenâb-ı Hak, "Allahsizi muhakkak bağışladı.." buyurmuştur?" denilir ise, biz (Mu'tezile) deriz ki: "Âyet, bu geri dönme hususunda mazur olanları da olmayanları da içine almaktadır. Mazur olmayanlar, ilk önce bozgunu başlatıp, devam eden ve emre isyan edenlerdir. Binâenaleyh Allah'ın, "Sizi onlardan geri çevirdi" ifâdesi, mâzûr olanlarla ilgili olmuş olur. Çünkü âyet, iki kısma ve iki hükme şâmil olunca, her hüküm ilgili olduğu kısma âit olmuş olur. Bu âyetin bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, "(Resûlullah) ancak o iki (kişinin) ikincisi idi. Hani onlar mağarada idiler. Peygamber o vakit arkadaşı (Ebu Bekir'e), "Tasalanma, Allah hiç şüphe yok ki bizimle beraberdir" diyordu. Bunun üzerine Allah onun üzerine sekînesini indirdi" (Tevbe, 40) âyetidir. Burada, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendisine "Tasalanma..." dediği, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'dir. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), bu sözden önce korkuyordu. Bunu duyunca korkusu dindi ve sakinleşti. Cenâb-ı Hak daha sonra, "(Allah) O (peygamberi) görmediğiniz ordularla güçlendirmiştir" (Tevbe, 40) buyurmuştur ki bununla da Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'i değil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kastetmiştir. Çünkü bunların ikisi birlikte zikredilmişlerdir." İşte Cübbâi'nin bu konuda söylediklerinin hepsi budur. b) Ebû Müslim el-İsfehânî'nin söylediği şu izahtır: "Hak teâlâ'nın, "Sizi onlardan geri çevirdi" buyruğundan maksad, "Müslümanların isyanlarına ve gevşeklik göstermelerine bir ceza olsun diye, kâfirlerin kalplerindeki müslümanlardan duydukları korkuyu giderdi" manasıdır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Sizi imtihan etmek için.." buyurmuştur ki bu, "Emrine muhalefet edip, ganimet elde etmeye yönelmeniz hususunda, Allah'a dönüp, O'na yönelerek, O'ndan mağfiret talep edesiniz diye, bu geri çevirmeyi size bir belâ kıldı" manasınadır. Daha sonra Hak teâlâ onlara, kendilerini affettiğini bildirmiştir." c) Ka'bî bu ifâdenin, "sonra size birçok nimetler verip, yükünüzü hafifletmek suretiyle sizi imtihan etmek için, Allahü teâlâ hemen yeniden savaşa dönmenizi emretmemek suretiyle, sizi onlardan çevirmiştir" manasında olduğunu söylemiştir. Bu konuda, onların yaptığı izahlar işte bunlardır. Allah en iyisini bilendir. Sonra Cenâb-ı Allah, "(Allah) sizi muhakkak bağışladı" buyurmuştur ki bu ifâdenin zahiri, onlardan daha önce bir günah sâdır olmasını gerektirir. Kâdî şöyle demiştir: "Eğer bu, küçük günahlardan ise, Cenâb-ı Hakk'ın onu tevbe edilmeden de affedebileceğini söylemek doğru olur. Eğer bu, büyük günahlardan ise, büyük günah sahibi olanların, tevbe etmeden af ve mağfirete uğrayamayacaklarına delil bulunduğu için, onların mutlaka tevbe etmiş olduklarını kabul etmek gerekir." Bil ki bu günah şüphesiz, bir büyük günahtır. Çünkü o okçular, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nassının (hadisinin) açık manasına muhalefet etmişlerdir. Bu muhalefet, müslümanların bozulmasına ve ileri gelen bir çok müslümanın öldürülmesine sebeb olmuştur. Bütün bunların, günah-ı kebâir cinsinden olduğu herkesin malûmudur. Yine Hak teâlâ'nın, "Kim böyle bir günde o (kâfirlere) arka çevirirse..." (Enfal, 16) âyetinin zahiri de, bu işin büyük günah olduğuna delâlet eder. Bu son âyetin, Bedir savaşındaki müslümanlara has olduğunu söyleyenlerin görüşü zayıftır. Çünkü âyetin lâfzı umûmîdir ve maksadda da bir farklılık yoktur. Binâenaleyh âyeti tahsis etmek (sınırlandırmak) imkânsızdır. Sonra bu âyetin zahiri, Hak teâlâ'nın onları tevbesiz olarak affettiğini gösterir. Çünkü âyette tevbeden bahsedilmemektedir. Binâenaleyh bu, Allahü teâlâ'nın, büyük günah sahiplerini de bazan affedebileceğine bir delildir. Mu'tezile'nin, bunun imkânsızlığına dair delilinin cevabı, Bakara sûresinin tefsirinde geçmişti. Sonra Cenâb-ı Allah, "Zaten Allah mü'minlere bol lütf-u inayet sahibidir" buyurmuştur ki, bu ifâde, daha önce geçen ilâhî yardım, ve günahkârları af ile ilgilidir. Bu âyet, büyük günah sahibinin mü'min olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü biz bu günahın, günah-ı kebâirden olduğunu açıklamıştık. Allahü teâlâ bu buyruğunda onları "mü'minler" diye adlandırmıştır ki bu, Mu'tezile'nin iddiasının aksine, büyük günah sahiplerinin de mü'min olmasını gerektirir. Allah en iyisini bilendir. Uhud Günü Müslüman Ordusunun Dağılması 153"O vakit siz, boyuna uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. Peygamber İse, arkanızdan sizi çağırıyordu. Bunun üzerine (Allah), sizi keder üstüne kederle cezalandırdı. (Bu), ne elinizden gidene, ne de başınıza gelene esef etmemeniz içindir. Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır". Bu âyet hakkında şu iki görüş vardır: Birinci görüş: Bu âyet de, makabli ile ilgilidir. Bu görüş, göre, şu izahlar yapılabilir: a) Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Boyuna uzaklaştığınız o zaman, Allah sizi affetti." Çünkü Allah'ın onları affetmesi, mutlaka onların işledikleri bir işten dolayıdır. Bu iş de, "boyuna uzaklaşıyordunuz" ifâdesinin anlattığı iştir ki bundan maksad, onların mevzilerini bırakıp, o vadide hiç kimseye dönüp bakmayacak şekilde bozguna uğramış gibi hareket etmeleridir. b) "Siz boyuna uzaklaşırken, Allah sizi onlardan geri çevirdi." c) Bunun takdiri, "Siz boyuna uzaklaşırken, Allah sizi imtihan etmek için, sizi onlardan geri çevirdi" şeklinde de olabilir. İkinci görüş: Bu, öncesi ile herhangi bir ilgisi olmayan bir âyettir. Buna göre kelâmın takdiri, "Hatırla o vakti ki siz o zaman boyuna uzaklaşıyordunuz..." şeklindedir. Âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Hasan el-Basri, bu ifâdeyi (hani dağa çıkıyordunuz) şeklinde; Ubey İbn Ka'b (Hani vadide uzaklaşıyordunuz) şeklinde, Ebû Hayve de, te harfinin fethası ve ayn harfinin şeddesi ile, (merdivene tırmandı) fiilinden olarak, (tırmanıyordunuz) şeklinde okumuşlardır." İkinci Mesele (......) masdarı, yeryüzünde gitmek ve uzaklaşmak manasına gelir. (Dağa tırmandı), (Yüksek bir yere çıktı) ve, "Mekke'den Medine'ye doğru uzaklaştık" denilir. Ebu Muaz en-Nahvî şöyle demiştir: "Vadi, nehir ve boğaz gibi aşağısı ve yukarısı olan herşey hakkında bir kimse onun aşağısından yukarılarına çıktığı zaman (falanca vadinin yukarılarına çıktı) denilir. Merdiven gibi şeylere tırmanma için fiili kullanılır." Hak teâlâ'nın, Hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz" buyruğuna gelince, yani, "Harbin şiddetinden dolayı hiç kimseye dönüp bakamiyordunuz" demektir. Bu tabirin aslı şudur: "Bir şeye dönüp bakmak isteyen kimse oraya doğru boynunu veyahut da hayvanın yularını meylettirir hiçbir şeye meyietmeyip çekip gittiği zaman ise o kimse için "ona dönüp bakmadı" denilir" şeklindeki kullanıştır. Daha sonraysa bu fiil, bir şeye meyletmemek ve iltifat etmemek manasında kullanılmıştır. Meselâ, yani, "falanca o şeye dönüp bakmadı, ona aldırış etmedi" denilir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Peygamber ise sizi çağırıyordu" buyurmuştur. Yani, Hazret-i Peygamber, yani, "Ey Allah'ın kulları, bana, bana geliniz.. Ben, Allah'ın resulüyüm... Kim hücum ederse, muhakkak ki onun için cennet vardır" diyordu. Bu ifâdeden muradın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları kendisine çağırması, böylece de onların Hazret-i Peygamber'in yanında toplanıp ayrılmamaları olması muhtemel olduğu gibi, bundan muradın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları düşmanla savaşmaya çağırmış olması da muhtemeldir. Cenâb-ı Hak sonra, buyurmuştur ki, "Yani sizin arkanızdan" demektir. "Onların önünde ve başında geldim" denildiği gibi, "İnsanların peşinde geldim.." de denilir. Yine, "Falanca, insanların peşinden, sonunda geldi" denilir. Buna göre mana, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların arkalarında durmuş olarak onları çağırıyordu. Çünkü ashâb, bozguna uğramaları sebebiyle, onun önüne geçmişlerdi" şeklinde olur. Ganimet Yerine Gam Elde Edilmesi Cenâb-ı Hakk'ın, "Bunun üzerine Allah, sizi keder üstüne kederle cezalandırdı" buyruğuna gelince, bu ifâde hakkında birkaç mesele vardır: Birinci mesele (......) lâfzı, genel olarak hayır hakkında kullanılır. Bu kelimenin şer hakkında kullanılması da caizdir. Çünkü bu lâfız, Arapların yani, "Aklı ona döndü" tabirinden alınmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hani biz Beyt'i insanlar için bir toplantı yeri yapmıştık" (Bakara. 125) buyurmuştur. Evli kadına da denilmektedir. Çünkü, onunla cinsi münasebette bulunan erkek o kadına varır, ona döner. "Sevap" kelimesinin aslı, ister hayır ister şer olsun, failin fiilinin karşılığının onu yapana (faile) dönmesidir. Ama ne var ki örfte bu kelime hassaten hayır işler hakkında kullanılmaktadır. Binaenaleyh buradaki "sevap" lâfzını, asıl mânasına hamledersek sözümüz doğrudur. Ama bu kelimeyi örfteki manasına hamledersek, bu kelime burada tehekküm ve alay üslûbunda gelmiş olur. Bu, "Adetâ senin selâmın vurmak; azarlaman da kılıçtır" denilmesi gibidir. Yani, âyetteki "gam", onların umdukları sevap ve mükâfaat yerine mükâfaat olarak gam verildiği bildirilmiştir, Bu, Hak teâlâ'nın, "Onları elîm bir azap ile müjdele" (Tevbe. 34) buyruğundakine benzer bir durumdur. İkinci Mesele "Keder üstüne kederle" tabirindeki bâ harf-i cerrinin, "mukabele", (bedel, karşılık) bâ'sı olması muhtemeldir. Bu, "Bu, buna mukabildir" denilmesi gibidir. Yani, "Bu, falancaya bedeldir, mukabildir" demektir. Yine bu bâ harfinin, "ile, beraber" mânasında olması da muhtemeldir. Buna göre âyetin takdiri, "Onları gam üstüne gam ile cezalandırdı" şeklindedir. Ama birinci mânaya göre ise, bu konuda şu izahlar yapılmıştır: a) Zeccâc'ın görüşü olup buna göre mâna şöyle olur: "Siz, peygamberin emrine isyan etmeniz sebebiyle, Resule bir gam ve keder tattırınca, Allahü teâlâ da size bu gam ve kederi tattırdı." Bu da onların hezimete uğramaları ve dostlarının öldürülmesi sebebiyle ortaya çıkan kederdir, gamdır. Buna göre mâna, "Allahü teâlâ size, o gamdan dolayı bu gammı vermiştir" şeklinde olur. b) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak bu ifâdeyle, Uhud gününde müslümanlarda meydana gelen gammın, Bedir gününde müşrikler hakkında meydana gelen gamma bedel olduğunu kastetmiştir ki, O'nun bundan maksadı, "sizin kalbinizde dünyaya karşılık herhangi bir meyil ve iltifat bırakmamasıdır..." Binâenaleyh, "Dünyanın size yönelmesiyle sevinmeyin; sırt çevirmesiyle de mahzun ve mükedder olmayın.." demektir ki, bu Hak teâlâ'nın, "Uhud harbinde, "Elinizden çıkana tasalanmayasınız" (Hadid, 23); Bedir harbinde de, "Elinize geçen ile sevinip şımarmayısınız" (Hadid, 23) buyruğunun mânâsıdır." Kadı, Hasan el-Basri'nin bu açıklamasını tenkid ederek şöyle demiştir: "Uhud gününde, onların kederleri, kâfirlerin istilası ve üstün gelmesi sebebiyle olmuştu ki, bu bir küfür ve ma'siyettir. O halde daha nasıl, Allah bu gammı kendisine nisbet eder?" Kadî'nin bu tenkidine şu şekilde cevap verilebilir: Allahü teâlâ'nın, kâfirleri müslümanlara musallat kılmasında, müslümanlar için bir çeşit maslahatın bulunduğunu bilmesi sebebiyle böyle yapmış olması uzak bir ihtimal değildir. Bu maslahat da, onların, dünyanın kendilerine gülmesiyle sevinmemeleri; kendilerine sırt dönmesiyle de üzülmemeleri, böylece de kalplerinde Allah'tan başkasıyla meşguliyyet halinin kalmamasıdır. c) Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesindeki fail olan zamirin, Hazret-i Peygamber'e râci olması da caizdir. Buna göre mana şöyle olur: "Sahabe (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yüzünün yaralandığını, dişinin kırıldığını ve amcasının da öldürüldüğünü görünce kederlenip mahzun olmuşlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onların, ganimet elde etmek için Rab Taâlâya âsi olduklarını; sonra da ganimetten mahrum kaldıklarını ve akrabalarının öldürüldüğünü görünce, işte bütün bunlardan dolayı gamlanıp kederlen misti. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, tabirinden kasdedilen, bu olmuş olur. İkinci takdire göre, ki bu da bâ harf-i cerrinin manasına olmasıdır, mana şöyle olur: "gam üstüne gam" veya "gamla beraber gam..." Bu da mümkün olan bir mânadır. Çünkü harf-i cerler birbirlerinin yerine geçebilirler. Meselâ sen, "Yapıncaya kadar, başından ayrılmadım" "Yapıncaya kadar, onun yanından ayrılmadım" Benî Fülân'ın, yanına vardım" veya "Benî Fulan'ın yanına indim, konakladım, vardım" diyebilirsin. Müminlere Gelen Gam Üstüne Gam ne Demektir? Bil ki buradaki gamlar, çok çeşitli idi: a) Düşmanlarının, gerek mallarına gerekse canlarına vermiş olduğu zayiattan dolayı meydana gelmiş olan gam. b) Diğer mü'minlerin başlarına gelmiş olan bu tür şeylerden dolayı gamlanmaları. c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yüzünün yaralanıp dişinin kırılmasından dolayı hüzünlenmeleri. d) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in öldürülmüş olduğu şeklinde yayılmış olan asılsız haberin sebebiyet verdiği gam. e) Kendilerinden sudur eden günah ve o günahın cezasından korkmalarından dolayı meydana gelmiş olan gam. f) Kendilerine vacip olan tevbenin onlara vermiş olduğu gam... Bu böyledir, çünkü onlar o isyanlarından tevbe ettiklerinde tevbeleri, ancak hezimeti bırakıp bu yenilgiden sonra tekrar savaşa dönmeleriyle tamam olacaktır. Bu da en zor olan şeyler cümlesindendir. Çünkü insan, mağlup olduktan sonra kalbi zayıflayıp korkak hale getir. Binâenaleyh, tekrar savaşa dönmesi emrolunduğunda, şayet bu emre uyarsa öldürüleceğ:nden korkar; yapmazsa küfre düşmekten veyahut da âhiret cezasından korkar... İşte hiç şüphesiz bu gam, gamların ve hüzünlerin en ağırı ve en büyüğüdür. Sen bu cümleyi iyice kavradığın zaman, bii ki müfessirlerden her biri bu âyeti, bu izahlardan birisiyle tefsir etmiştir.. Biz de bunları aşağıda sayacağız: 1- Birinci gam, gevşeme ve çekişme sırasında kendilerine isabet eden gamdır. İkinci gam ise, bozguna uğradıklarında meydana gelen gamdır. 2- Birinci gam, ganimetler elde edememekten dolayı meydana gelen gam; ikinci gam ise, Ebû Süfyan ile Halid İbn Velîd'in, müslümanların durumuna muttali olarak onların üzerine hücum edip, onlardan büyük bir topluluğu öldürmeleriyle meydana gelen gamdır. 3- Birinci gam, Ebu Süfyan ile Halîd İbn Velid'in müslümanlara, onları öldürmeye yöneldikleri sırada vermiş oldukları üzüntü ve gam. İkinci gam ise, müşrikler savaş meydanından ayrıldıkları zaman, geride kalan müslümanların, müşriklerin tekrar geriye dönerek hepsini öldürmek istemeleri gibi bir endişeyi taşımalarından doîayt meydana gefen gamdır. İşte bu gam, onlara birinci gammı unutturacak bir hale geldi. 4- Birinci gam, müslümanlara, canlan ve malları sebebiyle ulaşan gam; ikinci gam ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in öldürülmesi hakkında yayılmış olan asılsız haberden'dolayı onlara ulaşan, arız olan gamdır. Bu âyet hakkında bir üçüncü görüş daha vardır ki, Kaffâl (r.h) onu tercih etmiş ve şöyle demiştir: "Bize göre Allahü teâlâ, tabiriyle, iki tür gammı kastetmemiştir. O, bu ifâdeyle ancak gamların birbirine bitişmesini ve geniş ve kapsamlı olmasını murad etmiştir. Yani "Cenâb-ı Hak sizi, pekçok gamlarla cezalandırdı. Meselâ kardeşlerinizin ve akrabalarınızın öldürülmesi; müşriklerin dağın tepesinden üzerinize, ekseriyetinizin imha edilmesinden emin olmayacağınız tarzda hücum etmeleri ve, günah işlemeye yönelmeniz, atılmanız gibi.." Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Sizi günaha yönelmekten men etmesi ve Allah'ın emrine muhalif olan şeylerle meşgul etmekten alıkoyması için, işte bu birbirini izleyen kederlerle cezalandırmıştır." Allahü Teâlâ'nın onları, gam üstüne gam ile cezâlandırmasının mânası, O'nun müslümanlarda kederi yaratması demektir. Mu'tezile'ye gelince, bu açıklama onların prensiplerine uygun düşmemektedir. Onlar bu nisbetin sebebi hususunda şu izahları yapmışlardır: a) Ka'bî şöyle demiştir: "Münafıklar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in öldürüldüğüne dair asılsız haber yayıp, Allahü teâlâ da yayılan bu haberin yalan olduğunu beyân etmeyince, sanki bu gammı yapanın Allah'ın bizzat kendisi olmuş olur. Bu, -yanında o haberin yalan olduğunu bilen birisi olduğu halde- kendisini gamlandıran bir haber alan bir adamın durumuna benzer. Yanındaki adam o haberin yalan olduğunu bildirmez ve kişiyi bu hususta düşünmeye sevkeder, daha sonra ona bunun asılsız olduğunu haber verir ise, bu adam haber verene, "Beni kederlendirdin, hüznümü uzattın" der. Halbuki bu adam, onu hüzünlendirme ve kederlendirme babında hiçbirşey yapmamış, sadece susup, haberin asılsızlığını daha başta iken söylememiştir İşte burada da böyledir. b) Gam, hemekadar kulun fiillerinden ise de, onun sebebi Allah'ın fiilidir. Çünkü Allahü teâlâ, kullarını, başlarına gelen musibetlerden dolayı kederlenecek şekilde yaratmıştır. Kullar, bu kederden dolayı ne övülürler, ne de kınanırlar. c) Allahü teâlâ'nın, kulların maslahatlarını gözetmek için. bazı mükelleflerin kalbinde kederi yaratmış olması da uzak bir ihtimâl değildir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Esef etmemeniz içindir..." buyurmuştur. Bu hususta iki izah şekli vardır: a) Bu tabir Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki Allah sizi atfetmiştir" (Âl-i İmran, 152) ifadesiyle irtibatlıdır. Allahü Teâlâ sanki şöyle buyurmuştur: "Hüzünlenmeyesiniz diye Allah sizin günahlarınızı bağışladı. Çünkü Allah'ın affında, bütün gam ve hüzünleri gideren hususiyetler vardır, " b) Bu ifâdenin başındaki lâm harfi, (Bunun üzerine sizi cezalandırdı...) ifâdesine mütealliktir. Sonra, âlimler bu görüş hakkında değişik izahlar zikretmişlerdir: 1-Zeccâc şöyle demiştir: "Âyetin mânası, "Sizi, Peygamber'e muhalefet etmenizden dolayı kendisini gamlandırdığınız için, bu gamınız ganimeti kaçırmanızdan ve başınıza hezimet gelip çatmasından dolayı değil de, sadece O'na muhalefet etmenizden dolayı olsun diye, hezimet gamıyla cezalandırmıştır. Bu böyledir, çünkü günaha yönelme sebebiyle meydana gelen gam, dünyevî musibetler sebebiyle meydana gelen gamı unutturur" şeklindedir." 2- Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Allah, sizin kâfirleri Bedir gününde gamlı ve mükedder kılmanıza karşılık, dünya işleri gözünüzde önemsiz olsun, böylece de onları elinizden kaçırmanızdan dolayı hüzünlenmeyip; elde ettiğinizden dolayı sevinip şımarmayasınız diye, Uhud gününde de sizi gamlı ve mükedder yapmıştır." Bu iki izah, bizim, ifâdesindeki bâ harfinin bedel ve karşılık ifâde eden bir harf olduğunu kabul etmemiz halinde yapılmıştır. Fakat bu harfin "ile, birlikte" manasında olduğunu söylersek âyetin manası "Siz, "Eğer bu yerde kalsaydık ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emrini tutsaydık, ganimeti elden kaçırma gamına düşerdik" dediniz. Fakat biliniz ki, siz Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emrine muhalefet edip, ganimet elde etme sevdasına düşünce, herbiri o gamdan kat kat daha büyük olan şu büyük gamlara düştünüz. Akıllı olanın, iki zarardan birini seçme durumunda kaldığında, daha büyük olan zararı giderme yolunu seçmesi gerekir. Bundan dolayı size gam üzerine gam gelişi, ganimeti elden kaçırmadan dolayı hüzünlenmenize manî olmuş ve sizi bundan menetmiştir" şeklinde olur. Sonra Cenâb-ı Allah onları, dünyada hâsıl olan böyle bir men etme ile bu günahtan alıkoyduğu gibi, ganimette bulunan engeller sebebiyle, ondan da men etmiş ve "Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır" buyurmuştur. Yani, O, sizin bütün amellerinizi, maksadlarınızı ve gayelerinizi bilen, ve onlara eğer hayır ise hayır olarak, yok eğer şer ise şer olarak karşılık vermeye kadir olandır. İşte bu durum, kulu günaha yönelmekten alıkoyacak şeylerin en büyüklerindendir. Allah en iyisini bilir. Hezimetten Sonra Allah'ın Müminlere Güvenlik Verip Rahatlatması 154"Sonra o kederin ardından (Allah) üzerinize öyle bir eminlik, öyle bir uyku indirdi ki O, içinizden bir cemaatı örtüp buruyordu. Diğer bir cemaat da canları sevdasına düşmüştü. Allah'a karşı, câhiliyet zannı gibi, hakka aykırı bir zan besliyorlar ve "Bu İşten bize ne?" diyorlardı. De ki: "dütün iş Allah'ındır." Onlar sana açıkça söyleyemeyecekleri şeyi içlerinde saklıyorlar ve "Bu İşte elimizde bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik" diyorlardı. De ki: "Eğer evlerinizde olsaydınız bile, kendilerine öldürülme takdir edilmiş olanlar, yine muhakkak ki yatacakları yerlere çıkıp gidecekti. (Allah bunu), göğüslerinizin içindekini yoklamak, yüreklerinizdekini temizlemek için (yaptı). Allah, sinelerde olan her şeyi hakkıyla bilendir" Bu âyetin, önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu iki izah yapılmıştır: 1- Allahü teâlâ, kâfirlere karşı mü'minlere yardım va'adeclip, bu yardımdan önce de, mü'minlerin kalplerinden korkuyu gidermesi gerekince, bu âyette, mü'minlere yardım va'adini gerçekleştireceğine bir işaret olsun diye, mü'minlerin kalplerinden korkuyu giderdiğini beyân etmiştir. 2- Hak teâlâ, önce mü'minlere yardım ettiğini beyân buyurmuş; onlardan bazıları isyan edince, kalplerine bir korku salmış, sonra da onlara bir uyku vererek, bu korkuyu, imânında sâdık ve dininde sebatlı kimselerin kalbinden giderdiğini bildirmiştir. Bil ki Uhud günü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunanlar iki kısım idi: a) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah tarafından gönderilmiş hak bir peygamber olduğuna, onun kendi hevâ ve arzusuna göre değil, ancak vahiy üzere konuştuğuna kesinkes inanan kimseler.., Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, Hak teâlâ'nın bu dine yardım edeceğini ve bu dini diğer dinlere üstün getireceğini işitip inanmış ve bu vak'anın kendilerinin köklerini kazımayacağını kesin olarak bilmişlerdi. Böylece, onlar hiç şüphe yok ki güven hissediyorlardı ve bu güven, rahatça uyuyabilecekleri bir dereceye varmıştı. Çünkü korku varken uyku tutmaz. Uyku tutması, korkunun tamamen kaybolduğuna delâlet eder. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, Uhud kıssasında, bu âyette onlar hakkında, "Sonra o kederin ardından (Allah) üzerinize, öyle bir eminlik, Öyle bir uyku indirdi ki..." buyurmuş ve Bedir kıssasında da "O vakit Allah, kendi tarafından bir enıinlik olmak üzere hatif bir uyku ile sizi buruyordu" (Enfal, 11) buyurmuştur. Uhud kıssasında Hak teâlâ eminliği, uykudan önce; Bedir kıssasında da uykuyu, eminlikten önce zikretmiştir. b) İkinci kısım ise Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvveti hususunda şüpheye düşen münafıklar idi. Onlar, savaşa, sırf ganimet elde etmek için katılmışlardı. Bunlar, ufak bir sıkıntıda hemen feryadı basan çok korkak kimselerdi. Sonra Cenâb-ı Hak her iki taifenin durumlarını anlatarak, mü'minler hakkında, "Sonra o kederin ardından (Allah) üzerinize, öyle bir emînlik, öyle bir uyku indirdi ki..." buyurmuştur. Bu ifâde hakkında bazı meseleler bulunmaktadır Birinci Mesele Vahidî şöyle demiştir: (......) kelimesi, (......) kelimesi gibi masdardır. Bunun benzeri olan diğer masdarlar da, meselâ, "Azamet, ululuk" ve "galebe, üstünlük" gibi masdarlardır." Cübbâî ise, "(Falanca emin oldu) fiilinin güvenlik manasında olarak emn, emene ve emân masdarları bulunduğunu söylemiştir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: (......) kelimesi, mîm harfinin sükûnuyla (......) şeklinde okunur. Çünkü bu siga, kökünden "masdar-ı binâ-i merre" dir. Âyetteki (......) kelimesi hakkında şu iki izah söz konusudur: 1- Bu, fciî (bir uyku) kelimesinden bedeldir. 2- Mef'uldür. Buna göre, âyetteki (......) kelimesi hakkında şu ihtimaller vardır: a) Bu, öne geçmiş bir haldir. Bu, tıpkı senin "Bir adamı binitli olarak gördüm" demen gibidir. b) Bu kelime, "Emniyet duygusundan dolayı uyudunuz" takdirinde mef'ûlün lehtir. c) Bu kelime, "emniyet hissedenler" manasında (siz) zamirinden haldir. Sonra Cenâb-ı Hak, "İçinizden bir topluluğu örtüp buruyordu' buyurmuştur. Bununla ilgili olarak iki mesele vardır: Müminlerin Uykuya Dalmalarının Sağladığı Faydalar Bu cemaatin, imânlarında basîret (şuur) üzere olan mü'minler olduğunu söylemiştik. Ebû Talha (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Biz saf halinde beklerken, üzerimize bir ağırlık geldi. Bundan dolayı meselâ birimizin elindeki kılıç düşüyor, o onu atıyor, derken tekrar düşüyor, tekrar alıyordu." Hazret-i Zübeyr (radıyallahü anh)'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Korku iyice arttığında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında idim. Derken Allah, bize bir uyku verdi ve ben, uyuklarken Mu'teb İbn Kuşeyr'in, "Eğer bize bu işten bir şey (bir pay) olsaydı, burada öldürülmezdik" dediğini duyuyordum." Abdurrahman İbn Avf (radıyallahü anh) da, "Uhud günü üstümüze bir uyku atıldı" demiştir. İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un, "Savaşta uyumak bir emniyet, namazda uyuklama ise şeytandan olan bir iştir" dediği rivayet edilmiştir. Bu böyledir, çünkü savaştaki emniyet, Allah'a son derece güvenmeden ve o nisbette de dünyadan yüz çevirmeden dolayı meydana gelir. Namazdaki uyuklama ise, Allah'tan son derece uzaklığı gösterir. Bil ki bu uyuklamada birçok fayda vardır: 1- Bu hal, alışılmış bir şekilde (bazı insanları) değil, bütün mü'minleri saran bir hal olmuştur. Böylece bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in açık bir mu'cizesi olmuş olur. Hiç şüphe yok ki mü'minler, meydana gelen bu yeni mu'cizeyi müşahede ettiklerinde, imanları kat kat artıyordu. Böyle olunca da, düşmana karşı savaş hususunda istek ve gayretleri ile Allah'ın va'adini gerçekleştireceğine güvenleri artıyordu. 2- Uyku tutmama ve uyuyamama, bıkkınlık ve zayıflığı gerektirir. Uyku ise, kuvvet ve neşenin geri gelmesini ve artmasını temin eder. 3-Kâfirler, müslümanları öldürmekle meşgul olunca, Hak teâlâ, kıymetli arkadaşlarının öldürülmesini görmesinler, böylece de kalplerindeki korku ve çekingenlik artmasın diye, sağ kalan müslümanlara bir uyku vermiştir. 4-Düşmanlar, müslümanları öldürmeye son derece hırslı ve arzulu idiler. Binâenaleyh müslümaniann, bu uykuya rağmen, harp meydanında sağ salim kalmaları, Allahü teâlâ'nın onları koruyup kolladığına delâlet eden delillerin en büyüklerindendir. Bu da müslümanların kalplerindeki korkuyu siliyor ve Allah'ın va'adine güvenlerinin artmasını sağlıyordu. Bazı âlimler buradaki "uyku" lafzının, ileri derecede bir emniyet hissini kinaye yollu ifade etmek için getirildiğini söylemişlerdir ki bu görüş zayıftır. Çünkü bir lâfzı, hakîkî mânasını bırakıp mecazi manada kullanmak, ancak hakiki manasını kullanmaya mânı bir delil (durum) bulunduğu zaman söz konusu olur. Mezkûr fayda ve hikmetleri kapsadığı halde bu lâfzın hakikî manası nasıl terkedilebilir? Hamza ve Kisâî, zamiri âyetteki "eminlik" ifâdesine râcî kılabilmek için, fiili ta ile (o bürür) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, zamiri "bir uyku" ifâdesine verebilmek için (......) şeklinde okumuşlardır ki bu ikinci şekli Ebu Hatim, Halef ve Ebu Ubeyd de tercih etmişlerdir. Bil ki "eminlik" ve "uyku" kelimelerinden her biri diğerine delâlet eder. Bundan dolayı fiildeki zamiri hangisine versen, güzel olur. Bu, "Şüphesiz o zakkum ağacı, günaha düşkün olanın yemeğidir. (O), karınlar içinde, erimiş madenler gibi kaynar" (Duhân, 43-45) âyetinde olduğu gibidir. Buradaki fiil şeklinde de okunabilir. Her iki okunuşun da caiz olduğunu anladığın zaman biz deriz ki: Ta harfi ile olan kıraati güçlendiren, âyette asıl olan lâfzın "eminlik" olması ve nuâsen (bir uyku) kelimesinin ondan bedel oluşudur. Zamiri asıl olana vermek daha yerindedir. Hem "emînlik" maksûd olan şeydir. Maksûd olan "eminlik" bulunduğu zaman, "uyku" da bulunur. Çünkü "eminlik", uykunun sebebidir. Zira korkan kişi, nerede ise hiç uyuyamaz. Bu fiili yâ ile okuyanların detili ise şudur: Burada müslümanları bürüyen uykudur. Çünkü Araplar, "Bizi uyku bürüdü" derler. Nadiren de "Beni, uykudan dolayı bir emniyet bürüdü" derler. Hem bu kelime, (Enfal, 11) âyetinde fiili ile birlikte zikredilmiş ve fiilin hemen arkasından gelmiştir. Bu, cümle dizilişinde fiile (......) kelimesinden daha yakındır. O halde, fiili müzekker (yani yâ ile) getirmek daha uygundur. Sadece Canlarının Derdine Düşen Güruh Sonra Cenâb-ı Allah, "Bir taife de canlan sevdasına düşmüştü" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır: Bu âyette bahsedilenler, Abdullah İbn Übey, Mu'teb İbn Kuşeyr ve taraftarları gibi münafıklardır. Bunların bütün endişeleri, canlarını kurtarmaktı. Nitekim Arapça'da denilir ki bu, "Benim kastım ve gayem şu şeydir" manâsındadır. Ebû Müslim şöyle demektedir: "Arapların korkan kimseye, (O, canı derdine düştü) demeleri âdetlerindendir. Bu münafıklar da, öldürülmekten çok korktukları için, uykuları kaçmıştı." Şöyle de denilmiştir: Mü'minlerin gaye ve düşünceleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile diğer mü'min kardeşleridir. Münafıkların gaye ve düşünceleri ise sadece kendi canlandır. Bu hususta sözün özü şudur: İnsan birşeyle fazlaca meşgul olup, ona iyice daldığında, onun dışındaki herşeyden habersiz kalır. Binâenaleyh insana kendi canı herşeyden daha sevgili olunca, canının tehlikeye girdiğini hissettiğinde, canından başka hiçbirşey düşünemez olur ki işte Cenâb-ı Allah'ın' "(Onlar) canları sevdasına düşmüştü" tabirinden maksad budur. Çünkü korkunun sebeplerinden olan, düşmanın (onların) canlarına kastetmesi mevcut idi. Bu korkuyu defedecek olan, Allah'ın ve Resulünün va'adine güvenme ise, onlarda mevcut değildi. Çünkü onlar, kalben peygambere inanmıyorlardı. İşte bundan dolayı da kalplerindeki korku artıyordu. (......) kelimesi mübtedâdır ve merfûdur. Bunun haberi, cümlesidir. Bu mübtedanın haberinin, kısmı olduğu da söylenmiştir. Sonra Allahü Teâlâ bu ikinci güruhu, çeşitli sıfatlarla tavsif etmiştir: Birinci sıfat: "Allah'a karşı, câhiliyetzannıgibi, hakka aykırı bir zan besliyorlardı" âyetinin ifâde ettiği sıfattır. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Burada bahsedilen "zan" hakkında şu iki ihtimal söz konusudur: a) Bu en açık manadır. Buna göre, bu zan, onların kendi kendileri, "Eğer Muhammed davasında doğru olsaydı, Allah, kâfirleri ona musallat kılmazdı" diye düşünmeleridir. Bu, fâsid bir zandır. Fakat Ehl-i Sünnet'in görüşüne göre Allahü teâlâ dilediğini yapar, istediği gibi hükmeder, hiç kimsenin Allah'a karşı itiraz etmeye hakkı yoktur. Çünkü peygamberlik, Hak teâlâ'nın, seçkin kullarını şereflendirdiği bir elbisedir. Aklen, efendi kölesine bir elbise hediye ederek ikramda bulunduğu zaman, ona ikinci bir elbise ile İkramda bulunması vacip değildir. Aksine Allahü teâlâ, ulûhiyetinin hikmetine göre, peygamberine istediği gibi emir ve yasaklarda bulunabilir. Allah'ın fiil ve hükümlerinde, kulların maslahatını gözetmesi gerektiği görüşünde olan (Mu'tezile'ye) göre, Allahü teâlâ'nın müslümanlart ezecek şekilde onlarla kâfirlerin arasından çekilmesinde gizli bir hikmetin ve gözetilen bir inceliğin mevcut olması da uzak bir ihtimal değildir. Çünkü dünya bir imtihan yurdudur. İnsanların maslahatlarının ne şekilde olacağı akıllara kapalıdır. Bazan kâfirin mü'mini ezmesine sebebiyet verecek şekilde, kâfirle mü'mini başbaşa bırakmada bir maslahat ve menfaat bulunabilir. Bazan da menfaat, fakirlik ve kötürümlüğün mü'minlere musallat olmasında olur. Kaffal şöyle demiştir: "Eğer mü'minin hak üzere olması, bu gibi şeylerin (belâların) yok olmasını gerektirseydi, hakkı kabul etmeye insanlar mecbur edilmiş olurlardı. Bu ise, "teklif" hikmetine ve "sevâb ile ikâbı haketme" manalarına aykırı bir durumdur. Aksine insan, kendisinin haktan yana olduğunu ancak yanındaki deliller ve belgeler ile bilebilir. Zorlamaya gelince, bazan batıldan yana olan kimse, haktan yana olan kimseyi zorlar; bazan da haktan yana olan, bâtıldan yana olan kimseyi zorlar. İşte devleti, gücü ve üstün kuvveti ellerinde bulundurdukları için, o kimselerin hak üzere bulunduklarına istidlal etmenin caiz olamayacağını ortaya koyma hususunda bu açıklamalar kâfidir. b) Bu zan, onların, hertürlü makdûrâta (güç yetirilebilecek şeye) kadir ve her malûmatı bilen bir ilâh ile peygamberlik ve ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmeleridir. Bundan dolayı onlar, Allahü Teâlâ'nın müslümanları kuvvetlendirip onlara yardım edeceğini söyleyen peygambere güvenmemişlerdir. Âyetteki, (hakka aykırı) tabiri masdar hükmündedir; mânası ise, "Onlar Allah hakkında zannolunması gereken hak ve doğru zandan başka bir zanda bulunuyorlar" şeklindedir. "Cahiliyye kısmı ise bundan bedeldir. İfâdenin bu şekilde tertibindeki İncelik ise şudur: Hak olmayan pek çok din ve inanç vardır. Bunların en kötüsü ise, cahiliyye insanlarının söyledikleri sözlerdir. Bu sebeple Hak teâlâ önce, onların Allah hakkında gerçek (hak) olmayan bir zanda bulunduklarını zikretmiş, sonra da onların hak olmayan din çeşitlerinden en bozuk ve en batılını seçtiklerini beyan etmiştir. Bu da, cahiliyye insanlarının zannıdır. Nitekim, "Dini, mülhidlerin dinidir" manasında (Falancanın dini hak değildir) denilir. "Câhiliyye zannı" tabiri hakkında iki görüş vardır: 1- Bu, tıpkı senin, "Cömert(lik kahramanı) Hatam" ve "Adalet (timsali) Ömer" sözlerin gibidir. Buna göre Hak teâlâ, cahiliyyet inancına has zannı kastetmektedir. 2- Bundan murad, câhiliyye insanının zannıdır. Allahü teâlâ'nın, münafıklar hakkında kullandığı ikinci sıfat, "Bu fşfen bize ne?" demeleridir. Bil ki, "Bu işten bize ne?" ifâdesi, nifak ehlinin tutunduğu şüpheyi nakletmektedir. Bu sözün birkaç manaya gelmesi muhtemeldir: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Uhud hadisesi öncesinde Abdullah İbn Übey ile müşavere edince, O, Medine'den çıkmama görüşünü beyân etmişti. Daha sonra (genç) sahabe-i kiram, müşrikleri şehrin dışında karşılama hususunda ısrar edince, Abdullah İbn Übey buna kızdı ve, "Benim sözümü dinlemedi de çocuklara uydu" dedi, daha sonra Hazreç kabilesinden çok kişi öldürülüp, Abdullah İbn Übey geri dönünce, ona, "Hazrecoğulları öldürüldü" denildi. O da bunun üzerine, "Bu işten bize ne?" yani, "Muhammed, ben ona Medine'de kalıp oradan çıkmamasını emrettiğim zaman benim sözümü kabul etmedi" dedi. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın münafıklardan nakletmiş olduğu, "Eğer bizi dinleselerdi ölmeyeceklerdi" (Al-i İmran, 168) sözüdür. Bunun manası, "Bizim itaat edeceğimiz bir iş mi var!" demektir. Bu, inkâr üslubuyla gelmiş olan bir istifhamdır. b) Devlet ve güç, düşmanlarının elinde olduğu zaman, "iş onun uhdesinde (elinde)" demek, Arapların adetlerindendir. Buna göre, âyetteki, "Bu işten bize ne?" ifâdesinin mânası. "Muhammed'in bize vaadettiği zafer ve kudretten bize ne!" şeklindedir. Bu, inkâr üslûbu ile varid olan bir istifhamdır. Münafıkların bundan maksadı, bununla, bir nusret ve Allah'ın ümmet-i Muhammed'i koruyacağı hususundaki vâ'adinde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yalancı olduğuna istidlal etmek istemeleridir. Bu da, inkâr yoluyla varid olmuş bir istifhamdır. c)Bu ifâdenin takdirinin, "Şunlara karşı galibiyetin bizden taraf olabileceğini umabilir miyiz?" şeklinde olmasıdır. Bundan maksad ise, cihad konusunda ve kâfirlerle savaş hususunda daha sebatlı olmaları için müslümanları sabra teşvik etmektir. Cenâb-ı Hak sonra bu şüpheye "Deki: "Bütün iş Allah'ındır" sözüyle cevap vermiştir. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: Ebu Amr, (......) kelimesini, lâm harfinin ref'i ile şeklinde; diğer kıraat alimleri ise nasb ile (......) şeklinde okumuşlardır. Ref'i ile okunması halinde bunun izahı şöyle olur: (......) kelimesi mübteda, (......) kelimesi ise onun haberidir. Sonra bu mübteda-haber cümlesi lâfzının haberidir. Nasb ile okunmasına gelince; çünkü lafzı te'kîd içindir. Bu sebeple (hepsi) kelimesi gibi olmuştur. Eğer (......) denilmiş olsaydı, (......) kelimesi sadece mansub olabilirdi. İşte, (......) denildiğinde de böyledir. Bu cevabın izahı, daha önce açıklamış olduğumuz şu husustur: Biz ehl-i sünnetin görüşünü benimsediğimiz zaman, öldürmek, diriltmek, fakir kılmak, zengin etmek, mutluluk verme ve sıkıntı verme gibi fiillerinden hiçbirisi hakkında Allah'a itiraz edilemez. "Kullarının maslahatını gözetmesi gerekir" diyen (Mu'tezile'nin) görüşünü benimsersek, şu söylenebilir: Maslahat şekillen gizli olup, onların hepsini ancak Allah bilebilir. Binâenaleyh bazan sevinç ve lezzet vermede maslahat bulunduğu gibi, bazan da hüzün ve elemleri musallat kılmada maslahat bulunabilir. İşte böylece münafıkların buyönden gelen şüpheleri giderilir. Sonradan Meydana Gelen Bütün İşler Allah'ın Takdiri İledir Bizim âlimlerimiz, bu âyet ile, sonradan meydana gelen bütün şeylerin, Allah'ın kaza ve kaderi ile olduğuna istidlal etmişlerdir. Bu böyledir: Çünkü münafıklar, "Eğer Muhammed tam görüşümüzü ve nasihatimizi kabul etseydi, bu sıkıntılara düşmezdi" demişler ve Allahü teâlâ da onların bu sözüne, "Bütün iş Allah'ındır" diye cevap vermişti. Bu cevap ancak, kulların fiillerinin de Allah'ın kaza, kader ve meşî'eti ile olması halinde uygun olan bir cevaptır. Çünkü bu fiitter eğer Allah'ın meşî'etinin dışında olmuş olsaydı, bu cevap münafıkların şüphesine bir cevap olamazdı. Böylece bu âyetin, söylediğimiz şeye delil olduğu sabit olmuştur. Yine bu âyetin zahiri, "burhân-ı aklî" (aklî açık delil)e de uygundur. Çünkü mevcut olan şeyler, ya zâtı gereği zaruri (vâcib li-zâtihî), ya da zatı gereği mümkin (mümkin li-zâtihi) bir varlıktır. Zatı gereği mümkin olan şeyin varlığı yokluğuna, ancak zatı gereği vâcib olana dayanıldığı zaman üstün gelir. Binâenaleyh Allah'ın dışındaki bütün varlıkların, O'nun tcâd ve yaratmasına dayandıkları ortaya çıkmaktadır. Bu kaide, sadece bazı muhdes (sonradan olma) veya sadece bazı mümkin varlıklara has değildir. Bu sebeple, kulların fiilleri, hareketleri ve hareketsizlikleri de bu kaideye dahildir. İşte Allahü teâlâ'nın, "Bütün iş Allah'ındır" buyruğu ile kasdettiği budur. Bu, Allah'ın kendisini insaflı olmaya muvaffak kıldığı kimse nazarında son derece açık bir sözdür. Hak teâlâ daha sonra "Onlar sana açıkça söyleyemeyecekleri şeyi içlerinde saklıyorlardı" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, onların "Bu işten bize ne?" dediklerini nakletmiştir ki bu, iki şeye muhtemeldir: Belki de bu sözü söyleyen gerçek mü'minterden idi ve onun bundan maksadı da, korkusunu ifâde etmek, kurtuluşun ne zaman olacağını ve muzafferiyetin ne zaman gerçekleşeceğini sormak idi. Belki de bunu söyleyen, münafıklardan idi. Bu takdirde o bu sözü, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetini ve İslâm'ı tenkid etmek için söylemişti. İşte Hak teâlâ bu âyet-i kerîmede, bu kimselerin, bu sözü söylemekten maksadlarının bu ikinci ihtimal olduğunu beyan etmiştir. Bu tenbihin faydası ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in o münafıkların hile ve desiselerine karşı uyanık olmasını temin etmektir. Razî'nin Mutezili İle Münafık Arasında Bulduğu Benzerlik Üçüncü sıfat: Allahü teâlâ'nın münafıklardan naklettiği şeylerin üçüncüsü olan, "Bu işte elimizde bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik" sözleridir. Burada bîr müşkil (problem) vardır, o da şudur: Bir kimse, "Bu söz ile, daha önce geçmiş olan, "Bu işten bize ne?" ifâdesi arasında ne fark var?" diyebilir. Buna iki şekilde cevap verilebilir: 1- Allahü teâlâ onların, "Bu işten bize ne?" dediklerini nakledince, buna, "Bütün iş Allah'ındır" sözü ile cevap vermiştir. Münafıklar, "Şayet bu işte bizim elimizde birşey olsaydı, Medine'den çıkmaz ve orada öldürülmezdik." Binâenaleyh, bu da gösteriyor ki, sizin iddia ettiğiniz gibi bütün işler Allah'a ait değildir" diye, bu cevabı tenkid etmişlerdir. Bu ehl-i sünnet ile Mu'tezile arasında cereyan eden münazaraya benzer. Çünkü ehl-i sünnete mensup olan kimse, "Tâat ve masiyet, iman ve küfür hususunda, bütün iş Allah'ın elindedir" derken, Mu'tezilî olan şahıs, "Hayır, durum böyle değildir. Çünkü insan irâde sahibi olup, fiillerinde hürdür. Dilerse iman eder. dilerse kâfir olur" der. Bu izaha göre, bu ifâde basit başına bir delîl olmaz. Daha doğrusu bundan maksad, Allahü teâlâ'nın münafıkların birinci şüphelerine verdiği cevabı tenkid etmektir. 2- Hak teâlâ'nın, "Bu işten bize ne?" tabirinden maksad, "Muhammed'in va'adettiği yardımdan bize birşey var mı, bize ne?"; "Bu işte elimizde birşey olsaydı, burada öldürülmezdik" tabirinden maksad da, Abdullah İbn Übey'in söylemiş olduğu, "Şayet Muhammed benim sözümü tutup. Medine'den çıkmasaydı, burada öldürülmezdik" sözüdür. Hak teâlâ bu şüpheye üç yönden cevap vermiştir: Birinci cevap: "De ki: "Eğer evlerinizde olsaydınız bile, kendilerine öldürülme takdir edilmiş olanlar, yine muhakkak ki yatacakları yerlere çıkıp gidecekti" âyetidir. Bunun manası şudur: Sakınmak, kaderi savuşturamaz. Tedbir takdire karşı koyamaz. Bu sebeple, Allahü teâlâ'nın, öldürülmesini takdir ettiği kimselerin, her halükarda öldürülmeleri kaçınılmaz. Çünkü Allahü teâlâ, onun öldürüleceğini haber verdiği halde, o öldürülmez ise, Allah'ın ilmi cehalete dönüşmüş olur. Yine biz daha önce, öldürülmenin "mümkin" bir iş olduğunu ve bunun Allah'ın yaratmasına dayanması gerektiğini açıklamıştık. Allahü teâlâ onu yaratmayacak olsaydı, O'nun kudreti acizliğe dönüşmüş olurdu. Bütün bunlar, Allah hakkında düşünülemeyecek şeylerdir. Açıkladığımız gibi, "vâcib" olanın meydana gelmesinin kaçınılmaz olduğuna delâlet eden şeylerden birisi de, Allahü teâlâ'nın, "kendilerine öldürülme takdir edilmiş olanlar" ifadesidir. Buradaki " (Takdir edilmiş) ifâdesi, "vacip" oluşu gösterir. Çünkü Hak teâlâ'nın, "Size oruç farz kılındı" (Bakara. 183) ve "Size kısas farz kılındı" (Bakara, 178) buyruklarındaki (......) fiili, bu işin yapılmasının vacip (farz) olduğunu ifâde etmektedir. Burada ise, bu kelimeyi işin vücûbuna hamletmek mümkin değildir. Bu sebeple onu, bu işin meydana gelmesinin "vacip" (zorunlu) olduğu manasına hamletmek gerekir. İşte bu, Allahü teâlâ'nın, tevfiki ile desteklediği kimse nazarında son derece açık bir sözdür. Sonra deriz ki: Bu sözün izahı hakkında müfessirlerin iki görüşü vardır: a) "Şayet siz, evlerinizde oturup bekleseydiniz bile, Allah'ın, sizlerden öldürülmesini takdir ettiği kimseler, yatacakları (yani öldürülüp serilecekleri) yerlere çıkarlardı da, Allah'ın meydana geleceğini bildiği şey, yine meydana gelirdi." b) Münafıklara sanki şöyle denilmiştir: "Şayet siz, evlerinizde oturup cihaddan geri kalmış olsaydınız bile, kâfirlerle savaşmaları takdir edilmiş mü'minler yine öldürülüp yatacakları yerlere çıkarlar ve sizin geri kalmanız yüzünden, onlar bu taattan geri kalmazlardı." İkinci cevap: "(Allah bunu) göğüslerinizin içindekini yoklamak... için (yaptı)" buyruğudur. Bu böyledir. Çünkü münafıklar bu savaşa çıkmanın bir zarar olduğunu iddia etmişlerdi. İş onlara kalsaydı onlar savaşa çıkmayacaklardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: İddianızın aksine bu savaşın iki faydası vardır; Allah'ın emrine uyanları, münafıklardan ayırdetmek bunlardan birisidir. Meşhur bir darb-ı meselde, "Fitneleri kötü görmeyin, çünkü onlar münafıkları ortaya çıkarır" denilmiştir. "Allah'ın imtihan etmesi"nin izahı daha önce birçok kere geçti. Allah'ın Hikmeti Mü'minleri Sınamak İster Şayet, "Sonra Allah sizi imtihan etmek için, sizi onlardan geri çevirdi" (Âl-i İmran. 152) âyetinde "imtihan" zikredildiği halde, burada ikinci kez "imtihan" niçin zikredilmiştir?" denilir ise, deriz ki "Söz uzadığı için, Cenâb-ı Allah bu kelimeyi tekrar zikretmiştir. Yine önceki "imtihan"ın mü'minlerin hezimeti, ikincisinin ise diğer haller ve hâdiseler olduğu da söylenmiştir. Üçüncü cevap: "Ve yüreklerinizdekini temizlemek için (yaptı)" buyruğudur. Bu ifâdenin iki izah şekli vardır: a) "Bu Uhud hadisesi, sizin kalplerinizi vesvese ve şüphelerden temizler." b) "Bu hadise, sizin günahlarınızın keffâreti olur, böylece sizi günahların ve kötülüklerin mesuliyetlerinden arındırır." Cenâb-ı Hak "imtihan ve ibtila" kelimelerinin yanısıra "göğüsler (sudur)" kelimesini; "temizlemek ve arındırmak" kelimesi ile birlikte ise "kalpler" (yürekler) kelimesini zikretmiştir ki, bu hususta bir araştırma gerekir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah göğüslere sahip olanı hakkıyla bilendir" buyurmuştur. Bil ki göğüslerin sakladığı şeyler, göğüslerde mevcut olan, sırtar ve gizliliklerdir. Zira bunlar, oraya yerleşmiş, ona refakat ve musahabet eden şeylerdir. Bir şeyin sahibi ise, onu elde edendir. Allahü teâlâ bunu sırf imtihan edişinin, göğüslerde bulunan şeylerin veya diğer şeylerin kendisine gizli oluşundan dolayı olmadığını göstermek için zikretmiştir. Çünkü O, bütün herşeyi bilendir. O, kullarını ancak, ya sırf utûhiyyetinden dolayı veyahut da kulların durumlarını iyileştirmek için imtihan etmektedir. Düşman Karşısında Kaçanlar Şeytana Uymaktadırlar 155"Gerçekten iki ordu karşılaştığı gün içinizden geri dönenler (yok mu), onları, yaptıkları bazı şeyler yüzünden, ancak şeytan kaydırmak istedi. Andolsun Allah (yine de) onları affetti. Çünkü Allah gâfur ve halimdir". Bil ki bundan murad şudur: "Uhud günü, iki ordu karşılaştığı zaman geri dönen ve yerlerinden ayrılarak uzaklaşan kimseleri Allahü teâlâ atfetmiştir." Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Uhud günü kimlerin sebat edip, kimlerin yüz çevirdiği hususunda değişik haberler vardır. Muhammed İbn İshâk, o gün insanların üçte birinin yaralandığını, üçte birinin bozularak yerlerini bıraktıklarını, üçte birinin ise sebat ettiklerini zikretmiştir. Âlimler, bozularak yerlerini terkeden kimseler hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bunlardan birinin Medine'ye gelip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in öldürüldüğünü haber verdiği söylenmiştir ki bu Sa'd İbn Osman'dır. Bu adamdan sonra yine bazı adamların geldiği, hanımlarının yanına girdiği ve hanımlarının onlara "Allah'ın Resûlü'nün yanından mı kaçıyorsunuz?" dedikleri, onların yüzlerine toprak saçtıkları ve "İşte ip bükeceği, al (bari kadınlar gibi) ip bük!" dedikleri söylenmiştir. Âlimlerden bazısı da şöyle demiştir: "Müslümanlar dağı öte geçmemişlerdir, (kaçmamışlardı)." Kaffâl ise şöyle demiştir: "Genel olarak haberlerin delâlet ettiği husus şudur ki, onlardan bir grup geri dönüp uzaklaşmış; bir kısmı Medine'ye girmiş; bir kısmı da başka taraflara gitmiştir. Ama, müslümanların çoğu, dağın yanında kalmış ve orada toplanmışlardır. Hazret-i Ömer de bozguna uğrayanlardandı; ama o ilk bozguna uğrayanlardan olmayıp, oradan uzaklaşmamış, aksine Hazret-i Peygamber dağa tırmanana kadar orada kalmıştı. Hazret-i Osman da bunlardandı. O, ensardan Sa'd ve Ukbe adındaki iki adamla beraber bozguna uğrayarak kaçmıştı. Çok uzak bir yere varıncaya kadar onlar uzaklaşmışlar; müteakiben üç gün sonra da geri dönmüşlerdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Andolsun ki çok uzak gittiniz!" buyurmuştu. Hazret-i Fatıma, Hazret-i Ali'ye, "Osman ne yaptı?" diye sorunca, o da Hazret-i Osman'ı tenkid ederek kusurlu görmüştü. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "Ya Alî, kızkardeşlerin kocaları, birbirlerini sevmek konusunda beni yordular" buyurdu. Hazret-i Peygamber'in yanında kalanlar ise, yedisi ensardan yedisi de muhacirlerden olmak üzere ondört kişiydiler. Muhacirden olanlar Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ali, Abdurrahman İbn Avf, Sa'd İbn Ebî Vakkas, Talha İbn Ubeydullah, Ebû Ubeyde İbnu'l-Cerrah ve Zübeyr İbn el-Avvâm (radıyallahü anhnhüm) idiler. Ensardan olanlar ise, el-Habbâb İbnu'l-Münzir. Ebu Dücâne, Âsim İbn Sabit, el-Hars İbn es-Sımme, Seni İbn Huneyf, Useyd İbn Hudayr ve Sa'd İbn Muâz (radıyallahü anhnhüm) idiler. Rivayete göre bunlardan sekiz tanesi, o gün ölünceye kadar savaşmak üzere sözleşmişlerdi: Bunlardan üçü muhacirden olup, Hazret-i Ali, Talha ve Zübeyr idiler. Beş tanesi ise ensardan olup bunlar da, Ebu Dücane, el-Hars İbn es-Sımme, Habbâb İbnu'l-Münzir, Âsim İbn Sabit ve Sehl İbn Haneyf idiler. Bunlardan hiçbiri öldürülmedi. İbn Uyeyne, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber otuz kadar müslümanın yaralandığını, herbirinin gelip Hazret-i Peygamber'in önünde diz çökerek, "yüzüm yüzüne, canım canına feda olsun; ve, ebedî selam ve esenlik senin üzerine olsun" dediklerini rivayet etmiştir. "Gerçekten iki ordu karşılaştığı gün içinizden geri dönenler (yok mu?)" buyruğu, hassaten mü'minlere, yani Uhud gününde bozguna uğrayıp dağılan mü'minlere hitaptır. "Onları ancak şeytan kaydırmak İstedi" ifâdesinin mânası ise, şeytan onları zelleye, bu günahı işlemeye sevketmiştir" şeklindedir. ve kelimeleri Arapça'da aynı manaya gelir. Allahü Teâlâ, "Derken şeytan onların (ayağım) oradan kaydırdı" (Bakara. 36)buyurmuştur. İbn Kuteybe ise şöyle demiştir: tabirinin manası, "şeytan onların ayağını kaydırmak istedi" şeklindedir. Nitekim, onun acele etmesini istedim mânasında olmak üzere, ve onun iş yapmasını istedim manasında, denilir." Ka'bî şöyle demiştir: "Bu âyet, günahların Allah'a nisbet edilmeyeceğine delâlet eder. Çünkü Allahü Teâlâ, bu âyette onları şeytana nisbet etmiştir. Bu, Allahü Teâlâ'nın Musa (aleyhisselâm)'dan naklettiği, "Bu, şeytanın işindendir" (Kasas, 15); Yusuf (aleyhisselâm)'dan rivayet ettiği, "Şeytan benimle kardeşlerimizin arasım bozduktan sonra da..." (Yusuf. 100) ve, Musa (aleyhisselâm)'nın arkadaşı Yûşa (aleyhisselâm)'dan naklettiği, "Bunu baha ancak şeytan unutturdu" (Kem. 63) sözleri gibidir. Şeytanın Mü'minleri Kandırmasının İzahı Hak teâlâ, şeytanın onların ayaklarını hangi hususta kaydırmak istediğini beyân etmedi. Çünkü, affı zikrederken günahın çeşidini belirtmeye gerek yoktur. Ama âlimler bundan muradın, ganimete rağbet ederek, cihaddan gevşeklik göstererek ve de ihlastan saparak, onların mevzilerini terketmesi olabileceğini söylemişlerdir. Bunlardan hangisi olmuş olursa olsun, doğrusu şu ki, Allahü teâlâ onları atfetmiştir. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Osman (radıyallahü anh), Uhud günü bozulup dağılmasından dolayı azarlandı da, bunun üzerine o "Bu, gerçi bir hata idi, ama ne var ki Allah bunu bağışlamıştır" dedi ve bu âyeti okudu. Ayetteki, "Yaptıkları bazı şeyler yüzünden" tabiri ile ilgili iki izah bulunmaktadır: 1- Buradaki bâ harfi, "Kalem ile yazdım" ve "Bıçak ile kestim" sözlerinde olduğu gibi, "ilsâk" ifâde etmektedir ve manası da, "onlardan birtakım günahlar sadır olmuştu.. Ve bu günahlar sebebiyle de şeytan, onların ayaklarını kaydırabilmişti" şeklindedir, Bu takdire göre birkaç vecih söz konusudur: a) Zeccâc şöyle demiştir Onlar ne inatlaşarak, ne de dünyaya rağbetlerinden dolayı ordudan kaçmış değillerdi. Ancak şeytan onlara, daha önceki birtakım günahlarını hatırlatmış, bundan dolayı da onlar, Allah'a ancak onun razı olacağı bir hâl üzere ve ihlaslı bir tevbeden sonra kavuşmayı istemişlerdi. İşte, onların akıllarına gelen buydu ve bunda da yanılıyorlardı. b) Onlar, bu mevzilerini terketmek suretiyle günah işleyince, şeytan bu günahın bedbahtlığı sebebiyle onların ayağını kaydırmış ve onları hezimete düşürmüştür. Çünkü günah, bir başka günaha götürür; tâat da başka bir tâata sevkeder ve bu tâatta da bir lütuf bulunur. c) Onlar, yılgınlık göstermeleri ve birbirleriyle çekişmeleri sebebiyle günah işleyince, işte o zaman bu günaha düşmüşlerdi. 2- Bunun manasını, "Şeytan, yaptıkları bütün şeylerde değil, fakat bazı şeylerde onların ayağını kaydırıp günaha düşürmüştü" şeklindedir. Bundan murad, onların kâfir olmayıp dinlerini terketmediklerini; aksine bu ayak kaymasının onların bazı amellerinde vuku bulduğunu beyân etmektir. Şeytanın Kandırdığı Mü minleri Allah Affetmiştir Allahü Teâlâ sonra, "Andolsun, Allah (yine de) onları affetti" buyurmuştur. Bil ki bu âyet, o zellenin küfür sebebiyle olmadığına delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için bağışlar" (Nisa. 48) âyetinin delaletiyle, küfrü affetmek caiz değildir. Sonra Mu'tezile şöyle demiştir: Bu günah eğer küçük günahlardan idiyse, tevbesiz olarak affedilmesi caizdir. Ama, büyük günahlardan ise, ancak tevbe ile affedilebilir. Binâenaleyh onların, -her ne kadar âyette zikredilmemişse de, - bu aftan önce tevbe etmiş olmaları gerekir. Kadî şöyle demiştir: "'Doğruya en yakın olan şudur ki, bu günah küçük günahlardan idi. Buna iki husus delâlet etmektedir: a) Büyük günahlar hakkında neredeyse, "zelle" ifâdesi kullanılmaz. Bu ancak, küçük günahlar için kullanılır. b) Müslüman okçular, (savaşın başında) müşrikler hezimete uğradıklarında, o mevzilerinde durmalarına artık gerek kalmadığını zannettiler ve oradan inerek ganimet elde etmeye koştular.. Böyle bir şeyin küçük günahlardan olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü böylesi meselelerde içtihada mesağ, cevaz yoktur." Bizim âlimlerimizin görüşüne göreyse, küçük ve büyük günahların affı caizdir; binâenaleyh bu gibi zorlamalara girmeye gerek yoktur. Allahü teâlâ sonra, "Çünkü Allah, gafur ve halimdir" yani, "Tevbe eden ve kendisine rücû edeni bağışlar; onu çabucak cezalandırmaz" buyurmuştur. Alimlerimiz bu âyeti, o günahın büyük günahlardan olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü o günah küçük günahlardan olsaydı, Mu'tezileye göre Allah'ın bunu affetmesi gerekirdi. Ve, Allah'ın onu affetmesi vacip olsaydı, Allah'ın bundan dolayı medhü sena edilmesi güzel olmazdı. Çünkü, bir insana zulmeden kimsenin, 'Onu affetti ve onu bağışladı" şeklinde medhedilmesi güzel ve uygun değildir. Bundan dolayı Allahü teâlâ, bu medhi zikredince anlıyoruz ki, bu günah büyük günahlardandır. Ve yine, Allah bunu affedince, anlıyoruz ki, büyük günah affedilir. Allah en iyi bilendir. Savaşta Ölenler Hakkında "Sefere Çıkmasaydı Ölmezdi" Demeyin 156Âyetin tefsiri için bak:158 157Âyetin tefsiri için bak:158 158"Ey iman edenler, siz, o kâfir olup da yeryüzünde seyahat ve seferde, yahut gazada bulundukları zaman ölen kardeşleri hakkında: "Bizim yanımızda olsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi" diyenler gibi olmayın. Allah bunu onların yüreklerinde bir hasret, iç yarası yaptı. Allah hem diriltir, hem öldürür. Allah ne yaparsanız hakkıyla görendir. Andolsun, eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah'dan olan bir bağışlama ve merhamet onların toplayacakları şeylerden muhakkak daha hayırlıdır. Andolsun, ölseniz de, yahut öldürülseniz de, muhakkak ki hepiniz ancak Allah'ın huzuruna toplanacaksınız". Bil ki münafıklar, mü'minlerin kâfirlere karşı savaşmalarını, "Bizim yanımızda olsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi" diyerek ayıplıyorlardı. Daha sonra mü'minlerin bir kısmından, cihâd hususunda bir gevşeklik ve yılgınlık zuhur edip, Uhud'da meydana gelen hadiseler meydana gelip, Allah da lütfuyla onları affedince, bu âyette, hiçbir mü'minin münafıkların sözlerine benzer söz söylememesini buyurmuş ve, "Ey iman edenler, cihada çıkmak isteyen kimselere, "Eğer cihada çakmasaydınız, ne ölür ne de öldürülürdünüz" demeyin.. Çünkü, öldüren de, dirilten de Allah'tır. Hayatta kalmasını takdir ettiği kimseler, cihadda öldürülmezler. Ölümünü takdir ettiği kimseler de, savaşmasalar dahi hayatta kalamazlar. İşte bu da Allahü teâlâ'nın, "Allah hem diriltir, hem öldürür" buyruğu ile kastedilendir. Yine cihadda öldürülecekler, cihada çıkmasalar dahi hiç şüphesiz yine öleceklerdir. Binaenaleyh, ölmek muhakkak ve mukadder olunca, büyük bir sevaba nail olabilmek için cihadda öldürülmeleri, boşuna ve faydasız yere öldürülmelerinden daha hayırlı olur. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun, eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah'dan olan bir bağışlama ve merhamet, onların toplayacaktan şeylerden (dünyalıklardan) muhakkak daha hayırlıdır" âyetiyle kasdedilendir" şeklinde buyurulmuştur. Âyette ilgili birkaç mesele vardır: Âlimler, Hak teâlâ'nın "O inkâr edenler gibi" buyruğu ile kimlerin kastedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, bu ifâdenin mutlak olduğunu, binâenaleyh ister münafık olsun isterse olmasın, bu sözü söyleyen herkesin bu sözün muhtevasına girebileceğini söylemiştir. Diğer bazıları ise, bunun münafıklara has bir ifâde olduğunu, çünkü âyetin başından sonuna kadar onların hallerini açıklamaya tahsis edildiğini söylerlerken, diğer bazıları da bu sözün, Abdullah İbn Ubey İbn Selûl ile Mu'teb İbn Kuşeyr ve diğer arkadaşlarına has olduğunu söylemişlerdir. Bu iki görüşe göre âyet, Kerrâmiyye'nin dediği gibi, imanın lisan ile ikrardan ibaret olmadığına delâlet eder. Çünkü eğer böyle olsaydı, münafık da mü'min sayılırdı. Şayet o mü'min olsaydı, Allah onu kâfir diye adlandırmazdı. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Hak teâlâ'nın buyruğu "Kardeşlerinden ötürü., diyenler" manasınadır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O kâfirler, imân edenler hakkında dedi ki: "Eğer (iman) bir hayır olsaydı, bizden evvel ona koşmazlardı" (Ahkâf, 11) buyruğu gibidir." Bunun izah şekli şöyledir: Onlar, "Bizim yanımızda olsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi" deyince, bu ifâde, onların bu sözü söyledikleri esnada, kardeşlerinin ölmüş ve öldürülmüş olduklarına delâlet eder. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundan muradın, onların bu sözü kardeşlerinden ötürü" söylemiş olmaları gerekir. Bundan murad, onların, bu sözü kardeşleriyle birlikte, yani yan yana ve karşı karşıya söylemiş olmaları değildir. Hak teâlâ'nın, "kardeşten..." tabirinden muradın, her ne kadar ölenler müslüman olsalar dahi, neseb bakımından bir kardeşlik olması muhtemeldir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Âd'e de kardeşleri Hûd'u gönderdik" (Hûd. 50) ve, "Semûd'a da, kardeşleri Salih'i gönderdik..." (Hûd. 61) ifâdeleri gibidir. Çünkü bu âyetlerdeki kardeşlik, din kardeşliği değil, neseb kardeşliğidir. Belki de müslümanlardan ölmüş olan o kimseler, münafıkların akrabaları idiler. İşte bundan dolayı münafıklar bu sözü söylemişlerdi. Bu kardeşlikten muradın, dindeki müştereklikten dolayı olması da muhtemeldir. Bazı savaşlarda münafıklardan bazısının öldürülmüş olmaları, geri kalan münafıkların da bunu söylemiş olması muhtemeldir. Münafıklar kendilerinden ayrılarak uzak bir yolculuğa çıkanlara ki Cenâb-ı Hakk'ın, "yeryüzünde yürüdüklerinde" ifadesiyle kasdettiği bunlardır-, ve savaşa çıkanlara Cenâb-ı Hakk'ın, "yahûd gazada bulunduklarında" kasdettiği kimseler bunlardır-öldükleri veya öldürüldükleri zaman, bunun onlara sırf sefere çıkmaları ve savaşa katılmaları sebebiyle geldiğini zannediyor ve bunu, insanları cihaddan uzaklaştırmak için bir vesile ediniyorlardı. Bu böyledir, çünkü insanların yaratılışında hayatı sevme, ölüm ve öldürülmeden hoşlanmama hisleri hakimdir. Çünkü bir kimseye, "Eğer yolculuktan ve cihaddan kaçınırsan hayatta kalırsın, yaşantın güzel olur; ama eğer bunlardan birini körükörüne seçersen, ölürsün veya öldürülürsün" denildiğinde, genel olarak kişinin yaratılışı bundan nefret eder ve evinden ayrılmamaya arzu ve iştiyak duyar. Bu da, mü'minleri cihaddan uzaklaştırma hususunda münafıkların kurdukları tuzaklardan birisidir. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, muhtevasında bulunduğu halde, "yeyüzünde seyahat etmek" ifâdesinden sonra, "gazaya, savaşa katılmak" sözünü niçin zikretmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Çünkü yeryüzünde yürümekten, yolculukta uzaklaşmak kastedilir, yakın yolculuk değil; savaşta ise, yolculuğun uzağı ile yakını arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü Medine'den Uhud dağına yola çıkan kimse, gazi olsa dahi, mesafe yakın olduğu için yeryüzünde seyahat etmekle vasfedilemez. İşte savaşın, yeryüzünde yürümekten ayrı olarak zikredilmesinin mânası budur. Bu Âyette Muzari Yerine Mazi Fiil Kullanılmasının İzahı Âyette bir müşkil vardır ki o da Hak teâlâ'nın, "Kardeşleri hakkında... dediler" ifâdesinin geçmiş zamana; "Yeryüzünde seyahat ve seferde bulundukları zaman..." ifâdesinin ise gelecek zamana delâlet etmesidir. O halde, bu iki tabir nasıl birleştirilebilir? Aksine Cenâb-ı Hak, "Yürüdükleri zaman..." manasında olmak üzere demiş olsaydı, bir müşkilât olmazdı. Buna şu şekillerde cevap verebiliriz: a) Hak teâlâ'nın, "Dediler..." buyruğunun anlamı, "derler, diyorlar.." şeklindedir. Buna göre sanki, "... inkâr edenler ve, o kardeşlen hakkında şöyle şöyle... diyenler gibi olmayın..." denilmiştir. Burada, şu iki faydadan dolayı muzari zaman, mazi, geçmiş zamanla ifâde edilmiştir. 1- Gelecek zamanda olması zarurî olan bir şey, bazan "oldu, oluyor" diye ifâde edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın emri geldi" (Nahl, 1) ve "Sen muhakkak kir ölüsün" (Zümer, 30)buyurmuştur. Binâenaleyh bu durum, muzari bir sigayla ifade edilmiş olsaydı, bu ifâdede te'kîd ve mübalağa anlamı bulunmazdı. Ama, mazi lafzıyla ifade edilince bu, onların arkadaşlarına o şüpheyi yerleştirme hususunda göstermiş oldukları gayret ve çabaların had noktaya ulaştığına delâlet eder. İşte bu gayretten dolayı, gelecekte olacak olan şey, olmuş ve meydana gelmiş gibi oldu. 2- Cenâb-ı Hak, gelecek olanı mazî zaman sîgası ile bildirince, bundan maksat, bu sözün onlardan sadır olduğunu haber vermek değildir. Aksine bundan maksat, bu şüpheyi yerleştirme hususunda onların gösterdikleri faaliyetlerin ne derece fazla olduğunu haber vermektir. Bana göre, bu hususta itimat edilecek cevap işte budur. Allah en iyisini bilendir. b) Bu sözün, geçmiş zamanın hikâyesi şeklinde söylenmiş olmasıdır. Buna göre mana, "Onların kardeşleri yeryüzünde seyahat ve sefere çıktıklarında, kâfirler, "Onlar yanımızda kalsalardı ne ölür, ne de öldürülürlerdi" diyorlardı, şeklinde olur. Binâenaleyh onların böyle dediklerini haber veren kimsenin, mutlaka "Dediler.." sığasını kullanması gerekir. İşte bizim, "Bu söz, geçmiş zamanın hikâyesi olarak söylenmiştir" sözümüzden murad budur. Kur'ân'la İstişhad Etme Şiire Tercih Edilir c) Kutrub şöyle demektedir:" (......) ile (......) edatlarının birbirlerinin yerine kullanılmaları caizdir." Ben derim ki, Kutrub'un bu sözü güzel bir sözdür. Bu böyledir, çünkü biz, bir kelimenin, söyleyeni meçhul bir adamdan nakledilen meçhul hali bilinmeyen bir şiir ile isbat edilmesinin caiz olduğunu söylediğimize göre, bunun Kur'ân-ı Kerim ile isbat edilmesi haydi haydi doğru ve yerinde olur. Bu konuda söylenebilecek en son söz şudur: ül edatı, gelecek zaman için hakiki manada kullanılır. Ancak ne var ki, lil He âl, arasındaki şiddetli benzerlikten dolayı, lal edatının mecaz yoluyla mazi hakkında kullanılması niçin caiz olmasın? Çoğu zaman nahivcileri, Kur'ân'da bulunan lâfızların izahı hususunda şaşakalmış vaziyette görüyorum. Onlar, Kur'ân'ın lâfızlarını izah etme hususunda meçhul bir beyitle istişhad ettiklerinde son derece seviniyorlar. Ben onların bu hallerine çok şaşıyorum. Çünkü onlar, o lâfzın o meçhul beyitte bulunmasını, onun (o lâfzın) sıhhatine delil yaptıklarına göre, herhangibir lâfzın Kur'ân'da yer almasını, o lafzın sıhhatine haydi haydi delil saymaları gerekir. (......) "kelimesi" "söyleyen", "rüku eden" ve "secde eden" kelimelerinin çoğulu olan ve (......) kelimeleri gibi, (......) kelimesinin çoğuludur. Nakıs fiillerden bunun benzeri olan bir fiil de, fiilidir. Yine bu kelimenin çoğulunun, (atan) ve (kadı) kelimelerinin çoğulu olan ve (......) kelimesi gibi, şeklinde olması da caizdir. Arapça (......) kelimesinin manası, düşmana yönelmek, kastetmektir. Nitekim, (......) kelimesinin manası, maksad ve gayedir. Vahidî şöyle demektedir: "Âyette, sözün delâlet ettiği bir hazf vardır. Bunun takdiri ise, "Onlar yeryüzünde sefere çıkıp (öldüklerinde, yahud savaşıp da öldürüldüklerinde), şayet bizim yanımızda olsalardı ne ölür ne de öldürülürlerdi" şeklindedir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ölmezler ve öldüriilmezlerdi" ifâdesi, onların öldüklerini ve öldürüldüklerini gösterir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah bunu onların yüreklerinde bir hasret bir iç yarası yaptı" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır; 1- Kelamın takdiri, "Onlar, Allah bu sözü onların kalplerinde bir hasret kılmak için bu sözü söylemişlerdir" şeklindedir. Bu tıpkı, "Bana eziyyet etsin diye onu terbiye edip büyüttüm ve bana kahredip ezsin diye ona yardım ettim..." denilmesi gibidir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Böylece Firavun'un adamları, onu buldular ve yitik olarak aldılar. Çünkü o, neticede kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı" (Kasas, 8) âyetidir. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki, âlimler bu sözün nasıl, onların kalplerinde hüzün ve hasretin meydana gelmesini takip ettiği, izlediği hususunu beyân etme hakkında şu izahları yapmışlardır: a)Ölenlerin akrabaları "Onlar bizim yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi" sözünü duyduklarında, kalplerdeki hasret ve hüzün artıyordu. Çünkü onların her biri şöyle inanıyordu: Şayet kendisi, ölen şahsın sefere çıkma ve savaşa katılmasını engelleme hususunda daha fazla çaba gösterseydi, o ölmeyecekti. O şahıs ancak, bu insanın onu men etmek hususunda kusurlu davranması sebebiyle ölmüş veya öldürülmüştür. Böylece bu sözü duyan kimse, kendisi nazarında çok kıymetli olan o şahsın ölmesine ve öldürülmesine bizzat kendisinin sebebiyet verdiğine inanıyordu. Buna bu şekilde inandığı sürece de, hiç şüphesiz hayıflanması ve tehassürü artıyordu. Ama, hayatın ve ölümün ancak Allah'ın takdiri ve kazası ile olduğuna inanan müslüman kimsenin kalbinde ise böyle bir hayıflanma ve tehassür bulunmaz. Böylece, münafıkların zikretmiş olduğu o şüphelerin, onlara hasret ve hayıflanmalarının artmasından başka bir şey sağlamadığı ortaya çıkmış olur. b) Münafıklar bu şüpheyi kardeşlerinin kalbine attıkları zaman, onlar savaşa ve cihada katılmıyor, bundan geri duruyorlardı. Müslümanlar savaş ve cihad ile meşgul olup, bu sebeple de büyük ganimetler elde edip, düşmanlarına üstün gelerek emniyete ulaşınca, bu sırada savaşa katılmayanlar bir pişmanlık ve tehassür içinde kalakalıyorlardı. c) Bu hasret (pişmanlık), Allah'ın mücâhidlere alabildiğine ikramda bulunduğunu ve onlara yüksek dereceler verdiğini, kendilerini ise alabildiğine rezil ve rüsvay edip, lanetleyerek cezalandırdığını görünce, kıyamet günü münafıklarda meydana gelecek olan bir pişmanlıktır. d) Münafıklar bu şüpheyi, inanç bakımından zayıf müslümanlara ilkâ edip, bu hile ve tuzaklarını o zayıf müslümanlar üzerinde tesirli oluşunu ve onların da bunu kabul ettiklerini gördükleri zaman, son derece seviniyorlardı. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, bu şüpheyi ilkâ etmede yanlış yolda olduklarını anladıklarında, yaptıkları bu işin, o münafıkların kalplerinde bir pişmanlığa dönüşeceğini söylemektedir. e) Onların şüpheleri çoğaltıp, sapıklık telkin etmedeki faaliyetleri, kalplerini körleştirir. Bundan dolayı onlar bir şaşkınlığa, pişmanlığa ve gönül darlığına düşerler ki işte âyetteki "hasref'ten murad budur. Bu, Hak teâlâ'nın, "(Allah) kimi de sapıklıkta bırakmak dilerse, onun kalbini son derece daraltır, sıkar" (Enam, 125) âyetinde ifâde edildiği gibidir. f) Onlar, bu şüphelerini müslümanların imanca güçlü olanlarına vermek isteyip, onlar da bu gibi şeylere iltifat etmeyince, münafıkların gayretleri boşa çıkmış ve tuzakları işe yaramamış oluyordu. İşte bundan dolayı o münafıkların kalplerinde bir pişmanlık (hasret) oluyordu. 2- Âyetteki, buyruğunun başındaki lâm harfi, nehyin delâlet ettiği şeye taalluk etmektedir. Bunun takdiri, "Siz onlar gibi olmayınız, ta ki: Sizin kendileri gibi olmayışınızı, Allah onların kalplerinde bir pişmanlık ve nedamet pınarı kılsın" şeklinde olur. Çünkü söyledikleri ve inandıkları şeylerde onlara muhalefet edip, onlara zıd davranmak ian gayza sevkeden şeylerdendir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah hem diriltir, hem öldürür" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: 1- Cenâb-ı Hakk'ın bu sözden maksadı, onların bu şüphelerine karşı verilecek cevabın ne olduğunu beyân etmektir. Bunun izahı şöyledir: Dirilten ve öldüren ancak Allah'tır. Diriltme ve öldürmede, hiçbirşeyin tesiri yoktur. Çünkü Allah'ın ilmi değişmez. Onun hükmü değişmez. O'nun kaza ve kaderi değişmez. O halde, evde oturup kalmak, ölmemeye nasıl çare olabilir? İmdi eğer, "Allah'ın kaza ve kaderinin değişmeyeceğini söylemek, ölmekten ve öldürülmekten sakınma hususunda çalışıp tedbir almanın bir mana ifâde etmeyeceğini gösterir: Yine Allah'ın kaza ve kaderinin değişmeyeceğini söylemek, âhiret cezasından sakınma hususunda amel etmenin de bir mana ifâde etmeyeceğini gösterir. Bu ise, "teklif" (mükellefiyet)'in lüzumlu oluşuna mânidir. Halbuki bu âyetten maksad, cihad ve mükellefiyet işini anlatıp iyice zihinlere yerleştirmektir. Böyle bir cevap âhirete yönelik mükellefiyetin düşmesi neticesine götürünce, bu sözün sübûtu da mükellefiyetin olamayacağı neticesine götürür ki bu batıl olur" denilir ise, şöyle cevap verilir: Bize göre teklifin güzeli, bir illet ve maslahatı gözetmeye bağlı olmayan tekliftir. Daha doğrusu, bize göre Allah dilediğini yapar, istediği hükmü verir." 2- Bu sözden maksad, münafıkların ortaya attıkları o şüpheye cevap vermek değildir. Aksine Allah, mü'minleri, münafıkların sözüne benzer bir söz söylemekten nehyedince, Allah'ın, nuru ve furkanı ile, Allah'a ve Allah dostlarına itaat edenlerin kalplerini dirilteceğini, münafıklar gibi Allah düşmanlarının kalplerini de öldüreceğini murad ederek, "Allah hem diriltir, hem öldürür" buyurmuştur. Sonra Allahü teâlâ, "Allah, ne yaparsanız hakkıyla görendir" buyurmuştur ki bu tabirle ilgili iki mesele vardır: Bu ifâdeden maksad, insanları mü'minlerin yoluna teşvik ve münafıkların yolundan sakındırmaktır. İbn Kesir, Hamza ve Kisâi, gâib sîgasıyla fiili (......) şeklinde okumuşlardır ki bunun manası, "Allah, onlar ne yaparlarsa hakkıyla görür" şeklinde olur. Diğer kıraat imamları, bu cümleden önceki "Kâfir olanlar... gibi olmayınız" ifâdesi ile, bundan sonra gelen, "Andolsun eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz" âyetine uygun düşsün diye, muhatab sîgası ile (tâ'lı olarak) (ne yaparsanız) şeklinde okumuşlardır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Andolsun, eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah'tan olan bir bağışlama ve merhamet onların toplayacakları şeylerden muhakkak daha hayırlıdır" buyurmuştur. Bil ki bu ifâde münafıkların şüphelerine karşı verilen ikinci cevaptır ve izahı şöyledir: Ölüm mutlaka olacaktır. Ölümden veya öldürülmeden kurtuluş yoktur. Bu ölüm veya öldürülme, Allah yolunda veya O'nun rızasını talep etme yolunda meydana gelmesi, bunun dünya ve ölümden sonra kesinlikle istifâde edilemeyecek dünya lezzetlerini elde etme yolunda olmasından daha hayırlıdır. Çünkü insan cihada yöneldiğinde, gönlü dünyadan sıyrılır ve âhirete yönelir. Binâenaleyh bu insan cihadda öldüğünde, sanki düşmanından kurtulup sevdiğine kavuşmuş gibi olur. Fakat insan, evinde ölümden korkarak ve dünya malı toplamaya arzulu olarak otururken öldüğünde, sanki ma'şukuna ulaşamamış ve yabancı bir memlekete atılmış garip bir kimse gibi olur. Birincisi şüphe yok ki saadetin zirvesinde, ikincisi de şekâvetin (bahtsızlığın) zirvesinde olmuş olur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Nafi', Hamza ve Kisâî, mîm harfinin kesresi ile fa şeklinde; diğer kıraat imamları ise, mîm'in zammesi ile (......) şeklinde okumuşlardır. Birinciler bu kelimeyi, ve fiilleri gibi, fiilinden almışlardır. Fiilin bu şeklini Müberred rivayet etmiştir. Bu şekil doğru olunca, bu kıraat da doğrudur. Fakat ekseri kıraat imamlarının okuyuşuna gelince bu ifâde, fiili gibi, şeklinden alınmıştır. Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Âyetteki (......) sözünün başındaki lâm harfi, "Allah'a yemin ederim ki, eğer Allah yolunda öldürülürseniz..." takdirinde olarak, kasem vâvıdır. Hak teâlâ'nın, buyruğunun başındaki lâm da kasemin cevabı olup, başına geldiği ifâdenin bir ceza ve karşılık olduğuna delâlet eder. Bana göre doğru olan, bu lamın, te'kid lamı olduğunun söylenmesidir." Buna göre mana şöyle olur: "Eğer sizin, seferinizde ve savaşınızda ölmeniz ve öldürülmeniz vacip olmuşsa, aynen bunun gibi, sizin mağfireti de elde etmeniz vacip olur. Binâenaleyh, daha niçin bundan kaçınıyorsunuz?" Sanki şöyle denilmek istenmektedir: "Şüphesiz ölüm ve öldürülme, mutlaka tahakkuk etmesi gerekmez. Sonra, tahakkuk etmesi takdir edildiğinde de bunu, muhakkak olarak mağfiretin tahakkuk etmesi izler. Bu sebeple aklı olanın bundan kaçınması hiç münasip olur mu?" Asım'ın ravisi Haîs, gâib sîgasıyla olmak üzere yâ harfiyle "topluyorlar"; diğer kıraat imamları ise muhatab sîgasıyla olmak üzere tâ harfiyle, "topluyorsunuz" şeklinde okumuşlardır. Gâib sîgasıyla okunması halinde mana, "Şüphesiz Allah'ın mağfireti, o münafıkların biriktireceği, toplayacağı fani dünya malından daha hayırlıdır"; muhatab sîgasıyla okunması halinde ise mana, "Allahü teâlâ sanki mü'minlere hitap edip, onlara "Allah'ın mağfiret sizin dünyada bir araya toplayıp yığacağınız mallardan daha hayırlıdır" şeklinde olur. Allah'ın Rahmetinin Dünya Nimetlerinden Daha Hayırlı Olmasının Sebebi Biz, şu sebeplerden dolayı Allah'ın rahmet ve mağfiretinin dünya nimetlerinden daha hayırlı olacağını söyledik: a) Mal talep eden kimse, o malı talep etme peşinde yorgunluk içine düşer. Yarından önce öleceği için, belki de o, o maldan yarın istifâde edemiyecektir. Ama rahmet ve mağfireti talep etmeye gelince, kişinin mutlaka ondan istifâde etmesi söz konusudur. Çünkü Allahü teâlâ va'adinden dönmez. Nitekim Hak teâlâ, "Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onun (sevabını) görecektir" (Zilzâl, 7) buyurmuştur. b) Farzedelim ki o kimse yarına çıktı. Fakat belki bu mal yarına çıkamayacak. Çünkü nice insanlar bir hükümdar olarak sabahlamış, ama bir esir olarak akşamlamıştır. Ahiretin hayırları ise, Hak teâlâ'nın, "Bakî olan iyi (amel ve hareketler), Rabb'înin nezdinde sevabca daha hayırlıdır" (Kehf, 46) ve "Sizin nezdinizdekt tükenir, Allah 'in indindeki ise bakidir" (Nahl, 96) âyetlerinin de ifâde ettiği gibi, asla sona ermez. c) Bu insanın ve o malın yarına çıktığını kabul etsek bile, belki de bir hastalık, bir acı, bir elem veya benzeri bir mani onun bu maldan faydalanmasını engelleyebilir. Halbuki ahiretin faydaları böyle değildir. d) Yarın insanın o maldan istifade edebileceğini farzetsek bile, dünya lezzetleri elem ve acılarla karışıktır ve dünya menfaatleri sıkıntılarla doludur. Bu, gizli olmayan bir durumdur. Ahiretin menfaatleri ise böyle değildir. e) Bu faydaların, yarın sıkıntı ve elemlerden uzak olarak meydana geleceğini Kabul etsek bile, ne var ki bunlar devam etmezler ve sürekli olmazlar. Bilâkis sonlu ve fânidirler. Dünya lezzeti ne kadar kuvvetli ve mükemmel olursa, onu yitirdiği zaman insanın duyacağı üzüntü ve tahassür de o derece şiddetli olur. Âhiret menfaatları ise, sona ermekten ve zeval bulmaktan masundurlar. f) Dünya menfaatleri hissidir. Âhiret menfaatleri ise aklîdir. Hissî olan değersiz, aklî olan ise şerefli ve üstündür. Sen, eşeğin yemekten ve cinsi münasebetten duyduğu lezzetin, mukarreb meleklerin ilâhî nurlarla aydınlandıklarında duydukları sevince denk olduğunu söyleyebilir misin? İşte bu altı husus, dikkatini Hak teâlâ'nın, "Allah 'tan olan bir rahmet ve mağfiret onların toplayacakları şeylerden muhakkak daha hayırlıdır" sözünün doğruluğunu gösteren, nihayetsiz izahlara çekmektedir. Buna göre şayet, "Sizin topladığınız şeyde, herhangibir hayır olmadığı halde, mağfiretin daha nasıl "sizin topladığınız şeylerden" daha hayırlı olduğu söylenebilir?" denirse, biz deriz ki: "Onların bu dünyada toplamış oldukları şeyler bazan "hayır" sayılan helâl mal kabilinden olur. Hem bu onların, "Mallar hayırlı şeylerdir" demelerine ve böyle inanmalarına karşı söylenen bir ifâdedir. Binâenaleyh onların sözüne karşı, "Mağfiret-i ilâhi, sizin hayır sandığınız o şeylerden daha hayırlıdır" denilmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Andolsun ölseniz de, yahut öldürülseniz de, muhakkak ki hepiniz ancak Allah'ın huzuruna toplanacaksınız" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, bundan önce mücahitleri Allah'ın mağfiretinde toplanmaya teşvik etmiş; bu âyette ise, derecelerini daha da yükselterek Allah'ın huzuruna toplanmaya teşvik etmiştir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i İsa (aleyhisselâm), bedenleri zayıf düşmüş ve yüzleri sararmış bir topluluğa rastladı ve onlarda ibâdet emareleri görerek, "Ne elde etmek istiyorsunuz?" dedi. Onlar, "Biz, Allah'ın azabından korkuyoruz" dediler. Bunun üzerine Hazret-i İsa, "O, sizi azabından kurtarmamaktan daha kerimdir" (yani, sizi azabından kurtarır) dedi. Daha sonra bir başka cemaata rastladı. Onların üzerinde de aynı emare ve işaretleri görerek aynı şeyi onlara da sorunca, onlar, "Biz cenneti ve Allah'ın rahmetini istiyoruz" dediler. Bunun üzerine Hazret-i İsa (aleyhisselâm), "O, size rahmetini esirgemekten daha kerimdir, yani, esirgemez" dedi. Daha sonra üçüncü bir topluluğa rastladı. Onların üzerinde daha çok kutluk izleri görerek, onlara da aynı soruyu sordu. Onlar, "Biz, bir korku veya bir arzumuzdan dolayı değil, O, bizim ilâhımız, biz de onun kulları olduğumuz için Allah'a ibâdet ediyoruz" dediler. Bunun üzerine Hazret-i İsa (aleyhisselâm), "ihlastı olanlar ve gerçek ibâdet edenler sizlersiniz" buyurdu. Cenâb-ı Hakk'ın bu âyetteki tertibine bir bak! Çünkü O, ilk âyette, "Allah'tan olan bir mağfiret bağışlama..." buyurmuştur ki bu, ikâbından korkarak kendisine ibâdet eden kimselere bir işarettir. Sonra, "ve rahmet" buyurmuştur ki bu, mükâfaatını elde etmek için kendisine ibadet eden kimselere işarettir. Daha sonra da, âyetin sonunda "Muhakkak ki hepiniz ancak Allah'ın huzuruna toplanacaksınız" buyurmuştur ki bu da Allah'a sırf Rab olduğu için ve kulluktan dolayı ibâdet eden kimselere işarettir. İşte bu, kulluktaki derecelerin en yükseği ve makamların en yücesidir. Baksana, Hak teâlâ melekleri şereflendirince, "Onun huzurundaki (melek)ler, O'na ibâdet etmekten asla kibirlenmezler.." (Enbiya, 19) buyurmuş ve sevap ehlinden mukarrep insanlar için de, "(Onlar), kudret sahibi yüce hükümdar (Allah'ın) yanındadırlar" (Kamer, 55) demiş ve böylece Allah'a taat ve Allah düşmanlarıyla cihad etme yolunda canlarını ve bedenlerini veren o kimselerin, Allah'ın huzurunda toplanacaklarını, Allah'ın keremi ile birbirlerine ünsiyet duyacaklarını ve rubûbiyyet nurunun aydınlığından istifade edeceklerini beyân buyurmuştur ki, bu anlatılması çok uzun sürecek bir konudur. Görmek isteyene, bizim söylediğimiz kadarı yol gösterir. Biz yine tefsire dönelim. Âyette sanki şöyle denilmek istenmiştir: Eğer cihadı bırakır, ölümden ve öldürülmeden korkarsanız, dünyanın bu değersiz lezzetleri ile kısa bir zaman yaşar ve sonra onları bırakmaya mecbur kalırsınız. Böylece onların lezzetleri başkasına, mesuliyet ve hesabı sizin üzerinize kalmış olur. Fakat siz dünya lezzet ve tadlarından yüz çevirir, nefsinizi ve malınızı mevlâmz için harcarsanız haşriniz (toplanışınız, ) Allah huzurunda duruşunuz Allah'ın rahmetinin eşiğinde ve lezzetiniz de Allah'ı zikretmede olmuş olur. Binâenaleyh bu iki derece ve makamın arası çok uzaktır. Allah'ın Huzuruna Toplanmanın Manası Bil ki, Hak teâlâ'nın, "Muhakkak ki hepiniz ancak Allah'ın huzuruna toplanacaksınız " âyetinde bir çok incelik vardır: a) Allah, Allah'ın huzurunda toplanacaksınız) değil, "Muhakkak ki hepiniz ancak Allah'ın huzurunda toplanacaksınız" buyurmuştur. Ki bunun manası, "Bütün âlemler, başkasının değil ancak Allah'ın huzurunda toplanacaklardır" şeklindedir. Bu da o kıyamet gününde yegane hâkim'in Allah olduğuna ve O'ndan başka hiçbir zarar veren veya fayda veren bulunmadığına delâlet eder. Nitekim Allahü teâlâ, 'Bugün mülk kimindir? Bir olan, kahhar olan Allah'ındır " (Mü'min, 16) ve "Bugün iş Allah'ındır" (infitar, 19) buyurmuştur. Hak teâlâ, "Allah" ismini, isimlerinden biri olarak zikretmiştir ki isimlerinin en büyüğüdür ve rahmeti ile kahrının mükemmel olduğunu gösteren bir isimdir. Binâenaleyh bu isim, rahmetinin mükemmelliğine delâlet ettiği için va'ad çeşitlerinin en büyüğünü, kahrinin mükemmelliğine delâlet ettiği için de va'îd çeşitlerinin en şiddetlisini ifâde etmektedir. c) Cenâb-ı Hak, "Muhakkakki Allah'ın huzuruna..." buyururken, Lafza-ı Celâlin başındaki harf-i cerre te'kîd lamının getirilmiş olması.... bu, senin dikkatini, ilâhlığın bu toplanma ve diriltilmeyi gerektirdiği, iktiza ettiği hususuna çekmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ben onu nemen hemen, herkes neye çalışıyorsa, kendisine onunla mukabele edilsin diye gizliyorum..." (Taha. 15) buyurmuştur. d) Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, bu haşrin faili Cenâb-ı Hak olduğu halde, faili belirtilmemiş bir fiildir. Burada fail sarahaten açıklanmamıştır; çünkü zâtı yüce ve mukaddes olan yüce Allah öyle ulu bir varlıktır ki, akıllar, yaratan ve sonra insanları iade ederek diriltecek olanın; inşâ ve iade edenin ancak O yüce Allah olduğuna şehâdet etmiştir. Böylesi yerlerde sarahaten bildirmenin terkedilmesi, Cenâb-ı Hakk'ın azametine daha fazla delâlet etmektedir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Denildi ki: "Ey arz, suyunu yut..." (Hûd. 44) ifadesidir. e) Cenâb-ı Hak onların hasrolunmasını, onların dışındakine nisbet etmiştir. Bu ise.bütün varlıkların kudret kabzasında ve meşîet-i ilahîyenin tesiri hususunda çaresiz ve boyun eğmiş olduklarına; ister ölü isterse hayatta olsunlar, rubûbiyyetin hükümran gücü ve uluhiyyetin de, kibriyâ ve azametinden dışarı çıkamama konusunda hepsinin eşit ve müsavi olduğu hususunda aklın dikkatini çekmektedir. f) Cenâb-ı Hakk'ın, "toplanacaksınız.." buyruğu, herkese yöneltilen bir hitaptır. Bu da, bütün âlemlerin haşrolunacağına ve kıyamet meydanıyla adalet sergileri üzerinde durdurulacaklarına, binâenaleyh, zâlimle mazlumun, katille maktulün bir araya geleceğine, Cenâb-ı Hakk'ın kulları arasında, cevr ve zulümden uzak olan adaletiyle hükmedeceğine delâlet etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz kıyamet gününe mahsus adalet terazileri koyacağız" (Enbiya, 47) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki hepiniz, ancak Allah'ın huzuruna toplanacaksınız" âyetini düşünen ve kendisine tevfîk-i ilahî yardım eden kimse, zikrettiğimiz bu mânaların bu âyete yerleştirilmiş esrar denizlerinden bir damla gibi olduğunu anlar. Kadî, bu âyeti, maktulün ölü (meyyit) olmadığına delil getirerek, "Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "Andolsun, ölseniz de, yahutöldüriilseniz de..." ifâdesi, maktulün meyyitin üzerine atfedilmiş olmasını gerektirir. Bir şeyin, yine kendisine atfedilmesi imkânsızdır" demiştir. Resûlullah'ın Mü'minlere Olan Şefkati 159"Sen, Allah'tan bir rahmet sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandm. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar muhakkak ki etrafından dağılıp gitmişlerdi. Artık onları bağışla, onların günahlarının affedilmesini dile.. İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kerre azmettin mi artık Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah kendisine güvenip dayananları sever". Bil ki, müslümanlar Uhud gününde bozularak Hazret-i Peygamber'den uzaklaştıklarında, daha sonra geri döndükleri vakit Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara sert ve şiddetli davranmayıp, onlara yumuşak bir biçimde hitap etti, konuştu. Sonra Allahü Teâlâ, geçen âyetlerde onları dünyaları ve âhiretleri hususunda kendilerine faydalı olan şeylere irşâd edip onları affetmesi de bu şeyler cümlesinden olunca, Cenâb-ı Hak "Sen, Allah'tan bir rahmet sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandm" buyurarak, onları affettiğinden ve onlara karşı sert davranmadığından dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i övmek ve medhetmek suretiyle, onun fazl-u ihsanını arttırdı. İnsaflı olan kimse, bunun söz dizisinde güzel bir tertip olduğunu bilir. Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: Birinci mesele Bil ki, Hazret-i Peygamber'in müslümanlara karşı olan yumuşaklığı, O'nun müslümanlara karşı takındığı güzel hlâkından ibarettir. Allahü Teâlâ, "Sana tâbi olan mü'minlere kanadını indir" (Şuarâ. 215); "Sen kolaylık yolunu tut, iyiliği emret Cahillerden yüz çevir" (A'raf, 199); "Hiç şüphesiz sen, büyük bir ahlâk üzerindesin" (Kalem, 4) ve "Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız Ona çok ağır ve güç gelir; size çok düşkündür. Mü'minlere karşı pek şefkatli, bağışlayıcıdır" (Tevbe, 128) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de; Allah'a, bir önderin hilmi ve yumuşaklığından daha sevgili olan başka bir hilm yoktur. Yine, Allah'a, bir önderin cehalet ve ahmaklığından daha sevimsiz gelen başka bir cehalet yoktur" buyurmuştur. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün âlemlerin imamı olduğuna göre, onların en halimi ve en güzel ahlâklısı olması gerekir. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Osman'ın hanımı, Hazret-i Peygamber ile Hazret-i Ali, silahlarını temizlerken, Hazret-i Peygamber'in yanına geldi ve İbn Affân ne yaptı? İyi biliniz, Allah'a yemin olsun ki, siz onu ordunun önünde göremezsiniz..." dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ali ona, "Muhakkak ki Osman, zamanı utandırdı, (rezil etti)" dedi. Hazret-i Peygamber ise Hazret-i Ali'ye, "sus!" dedi. Yine rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o vakit, "Kız kardeşlerin kocaları, sevişmek hususunda beni yordular" demiştir. Hazret-i Osman iki arkadaşıyla beraber Hazret-i Peygamber'in yanına geldiğinde, "Çok uzağa gittiniz!" demekten başka bir şey söylememiştir. Sahabeden birisinin de, "Allahü Teâlâ bize olanca ihsanını verdi. Biz müşrikler idik.. Eğer Hazret-i Peygamber bu dini bize toptan getirseydi ve Kur'ân'ı bir defada indirseydi, bu mükellefiyetler bize ağır getir, bundan ötürü de İslâm'a girmezdik.. Fakat O, bizi bir tek kelimeye davet etti. Biz onu kabul edip, imanın tadını anlayınca, O'nun arkasındakileri de, din tamamlanıncaya, şeriat mükemmelleşinceye kadar, rıfk yoluyla kelime kelime (yavaş yavaş) kabul ettik" dediği rivayet edilmiştir. Yine rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben size karşı ancak, bir baba gibiyim. Sizden birisi def-i hacet için gittiği zaman, kıbleye yüzünü ve arkasını dönmesin" Benzeri hadis: Ebu Davud, Taharet, 4 (1/3); İbn Mâce, Taharet, 16 (1/114). buyurmuştur. Bil ki, güzel ahlâkın sırrı ikidir: Söyleyenin ve yapanın haline bakmak, itibar etmek... Söyleyenin haline bakmaya gelince, bu şundan dolayıdır: Nefislerin cevherleri, mahiyet bakımından farklıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ruhlar, nefisler silahlandırılmış ordulardır" Buhari, Enbiya, 2. İnsanlar, altın ve gümüş madenleri gibi, maden madendir" Buhâri, Enbiya. 19; buyurmuştur. Yine insanların ruhları, noksanlık hususunda ahmaklığın, hakirliğin, alçaklığın, kendilerini şehvet ve gazabın istila etmesi, mal ve lezzet sevgisinin kendisini bürümesi halinin zirvesine ulaştığı gibi kemâl cihetinden de, kudret ve celâlin, azametin zirvesine ulaşırlar.. Nazari kuvvet (tefekkür) bakımından olana gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın "Nur üstüne nurdur" (Nur.35) ve "Ve sana bilmediklerini öğretti. Allah'ın senin üzerindeki lüttu, keremi çok büyüktür" (Nisa, 113) buyruklarıyla anlattığı gibidir. Ameli kuvvet bakımından olan kemâle gelince bu da, Allah'ın, "Muhakkak ki sen, büyük bir ahlâk üzerindesin" (Kalem, 4) beyanıyla anlattığı gibidir. Hazret-i Peygamber'in ruhu, adeta meleklerin ruhu cinsindendir; bundan dolayı şehvetine uymaz, gazaba çağıran şeylere meyletmez, mal ve makam sevgisinden etkilenmez.. Çünkü herhangi bir şeyden etkilenen, müessir olandan daha zayıf demektir, Binaenaleyh nefis, bu maddi ve hissî olan şeylere meylettiği zaman, nefislerin ruhanî tarafı cismani taraflarından daha zayıf olmuş olur. Ama onlara meyletmeyip iltifat etmediği zaman, ruhanî tarafı cismani tarafına üstün olmuş olur. İşte bu hususiyetler nazarîdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mukaddes ve münezzeh nefsi, bu hususiyetler bakımından son derece mükemmel ve yüce idi. Failin haline bakma bakımından olan güzel ahlaka gelince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususta, "Kim, Allah'ın kader sırrını anlarsa, musibetler o kimseye kolay gelir " buyurmuştur. Çünkü o kimse, yeryüzünde meydana gelen hadiselerin, ilahî sebeplere dayandığını bilir. Bundan dolayı, sakınmanın kaderi savuşturmayacağını anlar. Artık arzu ettiği şeyi elinden kaçırdığı zaman gazaplanıp kızmaz ve sevdiği bir şeyi elde ettiği zaman da, ona fazla ünsiyet duyup sevinmez. Çünkü o, bu cismanî varlıklardan daha üstün olan ruhanî hakikatlere muttalidir. Binaenaleyh, bu dünyanın lezzet ve hoş şeylerinden herhangi birisini elde etme hususunda, bu dünyadaki hiç bir kimseyle çekişmeye girmez ve dünyanın arzulanan bu şeylerinden herhangi birisini elinden kaçırdığı için de, hiç kimseye kızmaz. İnsan böyle olduğu zaman güzel ahlâklı ve insanlarla güzel geçimli birisi olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), güzel ahlâkı gerektiren bu sıfatlar konusunda insanların en mükemmeli olunca, güzel ahlâkta da mahlûkatın en mükemmeli olmuştur. Allah'ın Lütfu Hakında Âlimlerimiz, "Sen, Allah'tan bir rahmet sayesindedir ki onlara yumuşak davrandm" buyruğunu kaza ve kader meselesinde bir hüccet olarak kabul etmişlerdir. Bununla istidlal edilme şekli şöyledir: Allahü teâlâ, Hazret-i Peygarnber'in insanlara karşı olan güzel ahlâkının, ancak Allah'ın rahmeti sebebiyle olduğunu açıklamıştır. Binaenaleyh biz diyoruz ki, Mutezile'ye göre Allah'ın rahmeti bütün mükellefler hakkında umumîdir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed'e yaptığı hidayet, da'vet, beyân ve irşadın bir benzerini O; İblis, Firavun, Hâmân, Ebû Cehil ve Ebû Leheb'e de yapmıştır. Bu görüşe göre, Allahü teâlâ'nın bu hususta mükelleflere yaptığı şeylerin hepsi, temiz kulların en temizi ile bedbaht kulların en bedbahtı arasında müşterek olunca, güzel ahlâkın ve mükemmel bir gidişatın onların bazılarına tahsis edilmesi, Allah'ın rahmeti sebebiyle olmamış olur. Bu görüşe göre, Hazret-i Peygamber'in güzel ahlâkının, Allah'ın rahmeti sebebiyle olduğunu söylemek bâtıl ve asılsız olur. Böyle bir izah ise bâtıl olacağına göre, kulların bütün fiillerinin, Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu anlamış oluruz. Mu'tezile bunu, daha fazla lütufta bulunmak manasına hamletmektedir. Bu, son derece uzak bir ihtimaldir. Çünkü, mümkün olan bütün lûtufları bütün mükellefler hakkında yapmıştır. Mükellefin, tâatından dolayı hak kazanacağı daha fazla lütuf ise, gerçekte Allah'tan değildir; mükellef onu kendisi kesbetmiştir. Çünkü o taat yaptığı zaman, bu fazla lütfü hak etmiş olur. Bu fazlalığın ona verilmesi vacip olur. Tâat yapmadığı zaman ise bu fazlalığın ona verilmesi imkânsız olur. Binaenaleyh bu, kulun kendisinden olup Allah'tan olmamış olur. (......) deki Ma'nın Zaid Olması Meselesi Âlimlerden çoğu, buyruğundaki lâfzının, zâid bir ism-i mevsul olduğunu düşünürler. Nitekim . Cenâb-ı Hak, "Az sonra..." (Mü'minun, 40) "Bir ordudur ki, işte şurada" (Sâd, 11) "Muhalefetleri sebebiyle.." (Nisa, 155) ve "O günahlarından ötürü..." (Nün, 25) buyurmuştur. Bu görüşte olan âlimler şöyle demişlerdir: "Araplar bazan tekid için, gerekli olmayan şeyi söze ilâve etmektedirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Fakat müjdeci gelip de..." (Yusuf, 96) buyurmuş, bununla "geldiğinde" manasını kastederek, bunu edâtıyla tekid etmiştir. Muhakkik âlimler ise şöyle demişlerdir: "Ahkemu'l-Hâkimin olan Allah'ın kelâmında mânâsız ve zâid bir lafzın bulunması caiz değildir. Buradaki (......) edatının, teaccüb ifade eden bir istifham mâ'sı olması mümkündür. Bunun takdiri, "Allah'tan hangi rahmetle onlara yumuşak davrandm!" şeklindedir. Çünkü, onların suçları çok büyük olup, sonra da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sözünde bir katılık ve sertlik izhar etmeyince, onlar bunun ancak rabbanî bir teyid ve ilahî bir tevfik ile olduğunu anladılar. Binaenaleyh bu, bu teyid ve tevfikin mükemmelliğine hayret etme makamı olmuş ve "Allah'tan hangi rahmetle onlara yumuşak davrandın?" Bence en doğru olanı bu görüştür. Bütün Rahmetler Gerçekte Allah'tandır Bil ki, bu âyet-i kerime, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetine karşı rahîm olmasında, Allah'ın rahmetinin âmil olduğuna delâlet etmektedir. Bu âyetin hakikatini düşündüğün zaman onun, bütün rahmetlerin, ancak Allah'a ait olduğuna delâlet ettiğini anlarsın.. Bunun izahı birkaç yöndendir: a) Eğer Allahü teâlâ, kulunun kalbine hayra, rahmete ve lütfa davet eden bir his ve istidâd yerleştirmemiş olsaydı, kul bu hususlarda hiçbir şey yapamazdı. Allahü teâlâ insanın kalbine davet edici bu sebepleri, duyguları atınca, şüphesiz ki kul bu fiilleri yapar. Bu takdire göre, rahmet ancak Allah'tandır. b) Allah'ın dışındaki bütün merhametli varlıklar, rahmetine mukabil, ya bir cezadan kurtulma şeklinde, veya bir sevabı ve mükâfaatı elde etme şeklinde veyahut da güzel bir isim yapma gayesiyle bir karşılık bekler. Böylesi beklentilerden uzak bir durum farzetsek bile, bu durumda ondaki sebep de, kendi cinsinden olan varlıklara karşı duyulan bir rikkat, acıma ve şefkat duygusu olmuş olur. Binaenaleyh, acı içinde kıvranan bir canlı mahlûku gören kimsenin kalbi rikkate getir, üzülür; onu elem içinde müşahede etmesinden dolayı acı duyar, bundan dolayı da kalbindeki bu rikkati, acıma hissini uzaklaştırmak için, o canlıyı bu elemden kurtarır. Eğer onda, bu maksatlardan herhangi bir şey bulunmamış olsaydı, ona kesin olarak merhamet etmeyecekti. Ama Cenâb-ı Hakk'a gelince, O'nun merhameti hiçbir gayeden ötürü değildir. Binaenaleyh, rahmet ancak Allah'a aittir. c) Allah'ın dışında merhamet eden her varlık ancak, merhamet ettiği o kimseye ya bir mal vermek suretiyle, veyahut da, belâ ve sıkıntı veren şeylerden herhangi birisini ondan uzaklaştırmak suretiyle merhamet edebilir. Ama ne var ki, merhamet edilen kimse bu maldan, ancak uzuvları salim ve sıhhatli olduğu takdirde istifade edebilir. Uzuvların sıhhatli olması ise, ancak Allah'tandır. Binaenaleyh, gerçekte rahmet ancak Allah'a aittir. Ama görünürde, Allah'ın rahmet etmesine yardım ettiği herkes "rahîm" diye isimlendirilmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), 'Merhamet edenlere. Rahman olan Allah merhamet eder..." Allahü Teâlâ da, Hazret-i Peygamber'i vasfederken, "Mü'm'mlere karşı çok şefkatli, çok merhamet edicidir (rahimdir)" (Tevbe. 128) buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, 'Eğerkaba, kah yürekli olsaydın, onlar muhakkak ki etrafından dağılıp gitmişlerdi" buyurmuştur. Bil ki Allah'ın Hazret-i Muhammed hakkındaki rahmetinin kemâli, Hazret-i Peygamber'e Kabalık ve katılığın kötülüklerini öğretmiş olmasıdır. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Kabalık ve katılık, kötü ahlakın bir tarafıdır. Arapçada, "Kaba oldun - kaba oluyorsun - kaba olmak, kabalaşmak- Sen, kaba ve katısın" denilir. Bu kelimenin aslı; "korktun" kelimesinden (......), "sakındın" kelimesinden de, (sakınan) ismi gibi (......)dür. Fakat bu vezinde olan muzaaf kelime, (inen adam) tabirinde olduğu gibi idğam olunur. Bu kelimenin aslı (......)dür. Dâd harfi ile olan (......) kelimesi, birşeyi ayırmak manasınadır. (......) tabiri de, "Kavim birbirinden ayrıldı" manasınadır. Allahü teâlâ, "Onlar bir ticâret yahut bir oyun gördükleri zaman, ona yönelip dağıldılar.." (Cuma, 11) buyurmuştur, "Kitabı açtım" ve, "Allah, ağzım (ağzındaki dişleri) dağıtmasın" tabiri de bu köktendir. Buna göre eğer, "fazz (kaba) ve katı yürekli arasında ne fark var?" denirse, biz deriz ki, fazz, kötü huylu demektir. "Katı yürekli" ise, kalbi hiçbir şeyden müteessir olmayan demektir. İnsan bazan kötü huylu ve hiçbir kimseye eziyet verici olmadığı halde, diğer insanlar için rikkat ve rahmet de duymayabilir. Binaenaleyh bu ikisi arasındaki fark meydandadır. Peygamber İnsanları Toplayıcıdır Peygamber gönderilmesinden maksad, peygamberin Allah'ın yüklediği mükellefiyetleri insanlara tebliğ etmesidir. Bu maksad ise, ancak insanların kalpleri o peygambere meylettiği ve gönülleri o peygamberin yanında huzur ve sükûnet bulduğu zaman tamam olur. Yine bu maksad ancak o peygamber merhametli ve kerim olup, onların kusurlarını ve hatalarını bağışlayıp affettiği ve onlara herçeşit iyilik, ikram ve şefkati gösterdiği zaman tamam olur. Bu sebeplerden dolayı peygamberin, kötü ahlaktan uzak olması gerekir. Böyle olan kimsenin de katı yürekli olmaması, aksine zayıflara yardıma meyli, fakirlere yardıma yönelişi, insanların kötülüklerini affı ve hatalara karşı müsamahası çok olan bir kimse olması gerekir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar muhakkak ki etrafından dağılıp gitmişlerdi" buyurmuştur. Eğer onlar etrafından dağılsalardı, bi'set ve risâletten (peygamberlikten) gözetilen maksad elde edilememiş olurdu. Kaffal (r.h) bu âyetin Uhud gazvesi ile ilgili olduğunu ileri sürmüş ve bu âyetin, "Sen, Uhud günü hezimete uğrayıp dağıldıktan sonra sana geri döndükleri zaman, Allah'tan olan bir rahmet sayesinde, o müslümanlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın ve bu bozgundan dolayı onlara ağır konuşsaydın, senden çekinecekleri ve uğradıkları hezimetten dolayı utanacakları için, etrafından dağılıp giderlerdi. Bu ise, düşmanının, senin ve müslümanlar hakkında hiç beklemediği birşey olurdu" manasında olduğunu söylemiştir. Allah'ın Şefkatinden Fazla Şefkat Olmaz Yumuşaklık ve rıfk ancak, Allah'a ait haklardan bir hakkı ihmâle götürmediği zaman caizdir. Fakat böyle bir ihmâle götürür ise caiz değildir. Cenâb-ı Allah, "Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş, onlara karşı çetin ol" (Tevbe. 73) buyurmuş ve zina haddini (cezasını) uygulama hususunda mü'minlere, "Allah'ın dini hususunda (o zina eden erkek ve kadına) acıyacağınız tutmasın" (Nur. 2) diye emretmiştir. Burada bir diğer incelik daha bulunmaktadır, o da şudur Allahü teâlâ, bu âyette Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i sertlikten men ederken, "Onlara karşı çetin ol" (Tevbe, 73) âyetinde ona sertliği emretmiştir. Buradaki âyette mü'minlere karşı sert davranmaktan onu nehyetmiş, diğerinde ise kâfirlere karşı sert olmasını emretmiştir. Bu, "Mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve çetin" (Mâide, 54) ve "Kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında ise merhametlidirler" (Fetih, 29) âyetlerinde ifade edildiği gibidir. Bu sözün izahı şöyledir: İfrat da tefrit de (yani aşırılıklar) zemmolunmuştur, fazilet bu ikisi ortasında olandadır. Bundan dolayı sert davranma bazan emredilmiş, bazan nehyedilmiştir. Bu ancak, ifrat ve tefritten uzaklaşmak için olur ve geriye sırat-ı müstakim olan orta yol kalır, İşte bu sıradan dolayı Hak teâlâ, "Böylece siz (Ümmet-i Muhammed'i) vasat (mutedil) bir ümmet yaptık" (Bakara, 143) buyurarak, orta yolu medhetmiştir. Allahü teâlâ daha sonra, "Artık onları bağışla, günahlarının mağfiretini dile... İş hususunda onlarla müşavere et" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, bu âyette üç şeyi emretmiştir: Birincisi: "Onları bağışla (affet)" emridir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Kulun halinin kemali, ancak Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmasındadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ın ahlâkı ileahlaklanm" demiştir.Sonra Allahü teâlâ, önceki âyetlerde müslümanları affettiğini bildirince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanma faziletini elde etsin diye, onları affetmesini emretmiştir. İkinci Mesele Keşşaf sahibi, âyetin manasının "Senin hakkınla ilgili hususlarda onları affet, Allah'ın hakkıyla ilgili hususlarda ise, onların günahlarının mağfiretini dile" şeklinde olduğunu söylemiştir. Üçüncü Mesele Emrin zahiri vücûb (farz oluşu) ifâde eder, "Artık onları bağışla..." buyruğunun başındaki fâ harfi, ta'kîb (hemen) manasına delâlet eder. Binaenaleyh bu Allah'ın Hazret-i Peygambere derhal affetmesini vacip kıldığını gösterir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin kemâline delâlet eder. Çünkü O, o müslümanları affetmiş ve sonra peygamberine de onları derhat affetmesini vacip kılmıştır. Bil ki, "Artık onları bağışla" âyeti, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e affı vacip kılmaktadır. Bu emir ümmete döndüğünde, bu onlara vacip olmaz, ancak mendub olur. Nitekim Allahü teâlâ, mukarreb (Allah'a çok yakın) insanların günah sayılan işlerinin, ebrâr (iyi insanlar)ın hasenatı gibi olduğunu bildirmek için, "İnsanların kusurlarını affedenler..." (Al-i imran, 134) buyurmuştur. İkincisi: "(Onların) günahlarının mağfiretini dile" emridir. Bu hususta da birkaç mesele vardır: Bu Âyet Büyük Günahların Affedilebileceğine Delildir Bu âyette, Allah'ın, büyük günah sahiplerini de affedebileceği ne kuvvetli bir delâlet vardır. Çünkü muharebe esnasında bozulup kaçmak, "Kim böyle bir günde o (düşmana) arka çevirirse, muhakkak ki Allah'ın gazabına uğramıştır" (Enfal, 16) âyetinden dolayı, bir büyük günahtır. Binâenaleyh Uhud'da müslümanların hezimete düşmelerinin büyük günahlardan olduğu sabit olmaktadır. Hem sonra Allahü teâlâ geçen âyette onları affettiğini beyân etmiş, bu âyette de Peygamberine onları affetmesini, sonra da onlar için istiğfarda bulunmasını emretmiştir. Bu husus, bizim söylediğimiz şeye delâlet eden delillerin en güçlülerindendir. İkinci Mesele Âyetteki, "(Onların) günahlarının mağfiretini dile.." emri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, büyük günah sahipleri için mağfiret talep etmesini emretmektedir. Allahü teâlâ, ona mağfiret istemesini emrettiği zaman, onun bu duasıra icabet etmemesi caiz olmaz. Bu böyledir, çünkü, kerîm olana bu yakışmaz. Bundan dolayı bu âyet, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygamberi bu dünyada büyük günah sahiplerine şefaatçi kıldığına delâlet etmektedir. Binaenaleyh Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara kıyamette şefaat etmesi daha evlâdır. Üçüncü Mesele Allahü teâlâ, "Andolsun Allah onları affetti" (Âl-i İmran, 155) âyetinde beyân ettiği gibi, önce onları affetti, sonra da bu âyette, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onlar için ve onlardan dolayı istiğfar etmesini emretti. Sanki ona şöyle denilmekte idi: "Ey Muhammed, onlar için istiğfar et, çünkü ben onları sen onlara istiğfar etmeden önce bağışladım. Onları bağışla, çünkü ben, sen onları bağışlamadan önce, onları bağışladım." Bu Cenâb-ı Allah'ın bu ümmete olan rahmetinin kemâline delâlet etmektedir. Şûra Kelimesi Hakkında Üçüncüsü, "İş hususunda onlarla müşavere et" emridir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Arapçada, (Onlarla müşavere et, İstişare et), "müşavere", "şivâr" (istişare etmek), "meşvere" denilir. "Meşvere eden topluluk" manasında da denilir. "Şûra" kelimesi masdardırve "Onlar gizli konuşurlarken" (isrâ, 47) âyetinde olduğu gibi, topluluk bu kelime ile tavsif edilmiştir. "Müşavere" kelimesinin, balı yerinden aldığın ve çıkarttığın zaman söylediğin sözünden alındığı veya Arapların, bir hayvanı teşhir ettiklerinde söyledikleri sözlerinden alındığı söylenmiştir. Bundan dolayı hayvanların teşhir edildiği yere de "mişvâr" denir. Sanki teşhir ile onun iyisi kötüsü bilinmektedir. Aynı şekilde müşavere ile de, işlerin hayırları ve serleri bilinmektedir. Şûrânın Faydaları Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müslümanlarla müşavere etmesini emretmesinde birçok faydalar bulun- maktadır: 1- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlarla müşaveresi, , onlara değer verme ve derecelerini yükseltme mânasına gelir. Bu ise, müslümanların Hazret-i Peygamberi çok sevmelerini ve ona ihlasla itaat etmeleri neticesini doğurur. Eğer O, bu müşavereyi yapmamış olsaydı, bu onları küçümseme anlamına gelir, böylece kötü ahlak ve kabalık olmuş olurdu. 2- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), akılca insanların en mükemmeli o ise de, insanların bilgileri sonsuzdur. Binâenaleyh bilhassa dünyevi meselelerde maslahat (menfaat) yönlerinden Hazret-i Peygamber'in aklına gelmeyen bir hususun başka bir insanın aklına gelmesi uzak bir ihtimal değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz, ben de dinişlerinizi daha iyi bilirim" Müslim, Fezâil. 141 (4/1836); İbn Mâce, Rühûn, 15(2/825). buyurmuştur. İşte bundan dolayı, Hazret-i Peygamber şöyle demiştir: 3- Hasan el-Basrî ve Süfyan İbn Uyeyne, "Allahü teâlâ bunu ona, sırf başka insanlar müşavere yapma hususunda onun yolunca gitsinler ve ümmet-i Muhammed için bir sünnet olsun diye emretmiştir" dediler. 4- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud hadisesinde onlarla müşavere etti, onlar da Medine'den çıkma tarafına işaret ettiler. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çıkma taraftarı değildi. Çıktıkları zaman olan oldu. Binâenaleyh eğer Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bundan sonra onlarla müşavere yapmayı bıraksaydı, bu durum, onun kalbinde onlarla müşavere ettiğinden dolayı bir iz kalmış olduğuna delâlet ederdi. Bu sebeple Hak teâlâ, onun kalbinde bu hadiseden dolayı bir iz kalmış olduğuna delâlet etsin diye, bundan sonra ona, onlarla müşavere etmesini emretmiştir. 5- Bu, "İş hususunda, onların re'yinden ve ilminden istifâde etmek için değil, fakat akıllarını, anlayışlarını, sana olan sevgilerinin derecesini ve sana itaattaki ihlâslarını aniayasın, böylece daha faziletli olan az faziletli olandan senin yanında ayırdedilsin ve onlara makamlarının kadr-ü kıymeti açıkça görünsün diye, onlarla müşavere et" manasındadır. 6- Bu, "İş hususunda onlarla müşavere et. Fakat bu, sen onlara muhtaç olduğun için değil, aksine iş hususunda onlarla müşavere ettiğin zaman, onlardan herbiri, o hadise ve işteki en uygun yönü bulmaya gayret edeceği ve böylece, temiz ruhların meydana gelmesinde yardımlaştıkları bir şeyde biribirlerine uygun gelişi gibi, onların ruhları da o işteki en uygun şeyin meydana gelmesi hususunda biribirlerine mutabık ve muvafık olacağı içindir. Namazlarda cemaat oluştaki ve cemaatla namazın tek başına kılınan namazdan daha faziletli oluşundaki sır, işte budur. 7- Cenâb-ı Allah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ümmeti ile müşavere etmesini emredince, bu, Allah katında ümmet-i Muhammed'in kadr-ü kıymetinin olduğuna delâlet eder. Bu, onların hem Allah katında, hem Hazret-i Peygamber katında, hem de bütün insanlar katında bir değerleri olduğunu gösterir. 8- Büyük padişah, önemli ve mühim işlerde ancak yanındaki has ve yakın adamları ile istişare eder. İşte bunlar bir günah işledikleri zaman, Allah onları affetti. Bundan dolayı bazan onların aklına, "Her ne kadar Allah bizi fazlı ile affetti ise de, bu günahtan dolayı bizim o büyük derecemiz artık kalmamıştır" fikri gelebilir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, tevbe ettikten sonra o dereceyi noksanlaştırmayıp, aksine daha da artıracağını beyân etmiştir. Bu şöyledir: "Bu hadiseden önce Ben (Allah), Resulüme sizinle müşavere etmesini emretmem iştim. Bu hadiseden sonra ise, kendinizin şimdi öncekinden daha yüce bir makamda olduğunuzu anlayasınız diye, ona sizinle müşavere etmesini emrettim. Bunun sebebi şudur: Siz, bu hadiseden önce amellerinize ve taallarınıza güveniyordunuz. Şimdi ise benim fazlıma ve affıma güveniyorsunuz. Bundan dolayı affımtn, amellerinizden daha büyük; keremimin, taatlarınızdan daha çok olduğunu anlayasınız diye, şu andaki derecenizin ve makamınızın öncekinden daha büyük olması gerekir"Zikredilen ilk üç vecih, daha önce zikredilmiş olan izahlardır. Sonrakiler ise, bu mevzuyu yazarken benim aklıma gelen şeylerdendir. Murâdını ve kitabının sırlarını en iyi bilen Allahü teâlâ'dır. Nass Varid Olmayan Her Hususta Istişare Caiz midir? Alimler, hakkında Allah'tan bir vahiy nazil olmuş olan herhangi bir mesele hakkında, peygamberin ümmetiyle istişare etmesinin caiz olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü nass varid olduğunda, re'y ve kıyas geçersiz olur. Ama, hakkında nass olmayan bütün şeyler hakkında istişare etmek caiz midir değil midir? meselesine gelince, Kelbî ve pekçok ulemâ, bu emrin, harblerde müşavere etmeye mahsus olduğunu söylemişlerdir. Bunların delili şudur: Âyet-i Kerîme'deki ifâdesindeki elif-lâm istiğrak için değildir. Çünkü hakkında vahiy inmiş olan hususta müşavere etmenin caiz olamayacağını açıklamıştık. Binâenaleyh buradaki elif-lâmı daha önce geçen ve bilinen bir şeye hamletmek gerekir. Bu âyette daha önce geçen ve bilinen iş ise, harp ve düşmanla karşı karşıya kalma hususundaki işlerdir. Bundan dolayı âyetteki, "Onlarla iş hususunda müşavere et" emri bu hususla ilgili olmuş olur. Sonra bu görüşte olanlar şöyle dediler: "Bedir günü Habbâb İbn el-Münzir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, orduyu suyun yanında konaklatma hususunda istişare etmiş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onun bu re'yini kabul etmişti. Yine iki Sa'd, yani Sa'd İbn Mu'âz (radıyallahü anh) ile Sa'd İbn Ubâde, Hendek muharebesinde, savaşa katılmamalarına Karşılık Medine'nin meyvelerinin bir kısmını vererek Gatafan Kabilesi ile yapılmak istenen anlaşmayı bırakma görüşünde olduklarını Hazret-i Peygamber'e arzetmişler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onların bu görüşlerini kabul etmiş, anlaşma sahifesini yırtınıştır." Yine âlimlerden bazıları, bu lâfzın umûmi olduğunu, hakkında vahiy gelmiş hususların bu umûmun dışında kaldığını, vahiy gelmemiş konularda âyetin hüccet olmaya devam ettiğini söylemişlerdir. Sözün özü şudur; Allahü teâlâ, akıl sahiplerine, kıyas yapmalarını emrederek "Ey akıl ve basiret sahipleri ibret alsın"(Haşr, 2) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), akıl sahiplerinin efendisidir. Yine Cenâb-ı Hak, kıyasla hüküm çıkaranları medhederek, "(Onlar), bunu hüküm çıkaranlardan öğrenirlerdi" (Nisa. 83) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların en akıllısı ve en zekisi idi. Bu da, onun kendisine vahiy gelmediği zaman ictihad etmekle emrolunduğuna delâlet eder. İctihad ise, meseleyi tartışmak ve görüşmekle kuvvetlenir. İşte bu sebepten ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de istişare etmekle emrolunmuştu. O, Bedir günü ashabı ile, esirler hakkında istişare etmiştir ki, bu dinî bir mesele idi. Nassın, kıyas ile tahsis edilemeyeceğinin delili şudur: Nass, Hazret-i Âdem'e secde etme hususunda, bütün melekleri içine almıştır. Daha sonra iblis, kıyas yaparak tahsîste bulunmuş ve kendisini bunların dışında saymış, "Ben o (Âdem')den hayırlıyım. (Çünkü) beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın" (Araf, 12) demiş ve böylece lânetlenenlerden olmuştur. Eğer nassı kıyas ile tahsis etmek caiz olsaydı, iblis bundan dolayı lanete müstehak olmazdı. Müşavere Emrinden Maksad Farziyyet midir? Emrin zahiri vücub ifâde eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın "iş hususunda onlarla müşavere et" emri farziyeti gösterir. Şafiî (r.h) bu emri nedb (mendub oluş) manasında alarak, "Bu, tıpkı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bakire kız evlendirilirken kendisinin görüşü de alınır" Ebu Davud, Nikah, 25 (2/232); Tirmizî, Nikah, 18 (4/415). hadîs-i şerifi gibidir. Fakat babası bakire kızı evlenmeye zorladığında bu da caiz olur. Ancak kızın gönlünü hoş etmek için onunla istişare etmek daha evlâdır. İşte bu âyette de böyledir" demiştir. Beşinci Mesele Vahidî, "el-Vâsit" adlı tefsirinde Amr İbn Dinar'dan, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu âyette, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, müşavere etmekle emrolunduğu kimseler, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) ile Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'dir." Bana göre bu hususta bir müşkil vardır. Çünkü bu âyette Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, kendileriyle istişare etmesini emrettiği kimseler, kendilerini affedip kendileri için mağfiret istemesini emrettiği kimselerdir ki bunlar da bozguna uğrayan müslümanlardır. Düşün ki Hazret-i Ömer de bunlardan birisidir. Bu sebeple âyetin muhtevasına girmektedir. Fakat Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) onlardan değildir. Öyle ise o, nasıl âyetin muhtevasına girebilir. Allah en iyi bilendir. Şûradan Sonra Karar ve Tevekkül Sonra Cenâb-ı Allah, "Bir kere azmettin mi artık Allah'a güvenip dayan" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu ifâdenin manası şöyledir: İstişare ile kuvvetlenen bir görüş ortaya çıktığında, buna itimad etmek vacip değildir; aksine Allah'ın yardımına, tevfikine ve korumasına itimad edip dayanmak vacip olur. Bunun maksadı da, kulun bütün işlerinde sadece Allah'a itimad edip güvenmesinin şart olduğunu ortaya koymaktır. İkinci Mesele Âyet, tevekkülün, bazı cahillerin söylediği gibi, insanın kendisini ihmal etmesi olmadığına delâlet etmektedir. Aksi halde, müşavereyi emretmek, tevekkülü emretmeye zıd olurdu. Bilâkis tevekkül, insanın zahirî sebepleri görüp gözetmesi; ve fakat bununla beraber o sebeplere kalbiyle istinâd etmeyip, aksine Hakk'ın hıfz u emânına, himayesine dayanmasıdır. Üçüncü Mesele Cabir İbn Zeyd'in, tâ harfinin ötresiyte, "Azmettiğim zaman..." şeklinde okuduğu nakledilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki Resulüne, "Ben azmettim mi, sen tevekkül et!..." demiştir. Bu, şu iki sebepten dolayı zayıftır: a) Allah'ı "azmetmekle" vasfetmek caiz değildir. Bu azmin, îcâb ve ilzam manasında olduğu söylenebilir. Buna göre mâna, "Onlarla, iş hususunda müşavere et... Ben seni bir şeye mecbur edip, seni ona irşâd ettiğimde bana güven.. Artık, bundan sonra hiç kimseyle müşavere etme" şeklinde olur. b) Bu kıraati, sahabeden hiç kimse okumamıştır. Dolayısıyla, bu kıraati Kur'ân'a ilhak etmek caiz değildir. Allah en iyi bilendir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü Allah, kendisine güvenip dayananları sever" buyurmuştur. Bu tabirden maksad, mükellefleri Allah'a yönelme ve Allah'ın dışında bulunan bütün şeylerden yüz çevirmeye teşviktir. Allah Size Yardım Ederse Sizi Kimse Yenemez 160"Allah size yardım ederse, artık sizi yenecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size yardım edebilecek kimdir? Mü'minler, ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır". Ibn Abbas şöyle demektedir: "Size, Bedir gününde yardım ettiği gibi yardım ederse, size hiç kimse galip gelemez. Uhud gününde sizi yardımsız bıraktığı gibi yardımsız bırakırsa, size hiç kimse yardım edemez..." Bu âyette birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Âyetin maksadının, (insanları) tâate teşvik ve ma'siyetten sakındırmak olduğu ileri sürülmüştür. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, daha önce, Allah'a isyan etmekten kaçınan kimselere yardım edeceğini beyân buyurmuştur ki bu, "Evet, siz sabr-ü sebat eder, sakınırsanız, onlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabb'iniz size alametti beşbin melekle imdâd edecektir" (Âl-i İmran, 125) âyet-i kerîmesidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu âyette de, kendisine yardım ettiği kimseyi hiç kimsenin yenemiyeceğini beyân buyurmuştur. Binâenaleyh, bu iki mukaddimenin toplamından ortaya şu netice çıkar: Allah'tan ittikâ eden kimse, dünya ve âhiret mutluluğunu elde etmiş olur. Çünkü o, yanında hiçbir bedbahtlığın bulunmadığı bir saadeti ve yanında hiçbir zilletin bulunmadığı bir izzeti elde etmiş, böylece de kendisine hiç kimsenin galip gelemiyeceği bir kimse haline gelmiştir. Ama, isyan eden kimselere gelince, Allah onları yardımsız bırakmıştır. Allah'ın yardımsız bıraktığı kimseler ise muhakkak ki, yanında hiçbir saadetin bulunmadığı bir bedbahtlığa ve yanında hiç bir izzetin bulunmayacağı bir zillete düşmüştür. İkinci Mesele Alimlerimiz bu âyetle, imanın, ancak Allah'ın yardımı; küfrün de, ancak Allah'ın bu yardımını kesmesiyle tahakkuk edeceği hususuna istidlal etmişlerdir ki, bunun izahı son derece açıktır. Zira bu, bütün işlerin Allah'a ait olduğuna delâlet etmektedir. Üçüncü Mesele Ubeyd İbn Umeyr, bir kimse bir kimseyi yardımsız ve çaresiz bıraktığında Arapların söylemiş olduğu tabirinden olmak üzere, âyeti (......) şeklinde okumuştur. Dördüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, "Ondan sonra" tabiri hakkında da iki izah yapılmıştır: a) Yani, "Yardımını kestikten sonra.." a) Bu senin "Falancadan sonra sana yardım edecek hiç kimse olmadı" demen gibidir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Mü'minler, ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır" buyurmuştur. Yani, "Bütün işin Allah'ın elinde olduğu, O'nun kazasını geri çevirip hükmünü men edecek hiçbir şeyin bulunmadığı sabit olunca, mü'minin ancak Allah'a tevekkül etmesi gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Mü'minler, ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır" buyruğu hasr ifâde etmektedir. Yani, "Yalnız Allah'a güvenip dayansın mü'minler; başkasına değil!" demektir. Peygamber Hıyanet Etmez 161"Bir peygamberin emânete hainlik etmesi? Bu, olur şey değil. Kim, hainlik ederse, kıyamet günü hainlik ettiği şeyi(n vebalini) yüklenerek gelir.. Sonra herkese, kazandığı şey eksiksiz verilir. Onlar haksızlığa uğratılmazlar...". Bil ki, Cenâb-ı Hak cihada teşvik hususunu mübalağa ile beyân edince, bunun peşinden cihad ile ilgili hükümleri zikretmiştir. Bu hükümlerden bir tanesi de, emânete hainlik etmekten mendir. İşte bu âyeti, bu manada zikretmiştir. Âyet hakkında birkaç mesele vardır: “Gıll” Kelimesinim Lügat Manası (......) fiilinin masdarı olan (......) kelimesi, hainlik etmek anlamına gelir. Kelimenin aslı, "Bir şeyi gizlice almak.." anlamına gelmektedir. Deride, hainlik yaparak bir miktar setbıraktıkları zaman Arapçada buna, "Hayvanı kesen ve derisini yüzen kimse hainlik yaptı denilmektedir. Bu kökten gelen, (......) kelimesi ise, insanın sinesinde saklamış olduğu gizli kin anlamına gelir. ise, elbiselerin altına giyilen iç elbiseye verilen isimdir. Yine, ağaçların dibinden akan suya da, denilmektedir; çünkü sbu su, ağaçlar tarafından gizlenmektedir. Yine, dağılıp gizlendiği zaman, bu deyimiyle ifade edilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurmuştur: "Bir kimseyi bir işe yoüarsak, o kimse de o işte herhangi bir hainlik yaparsa, onu boynunda taşıyarak kıyamet gününe gelir' Aynı manada hadis: İbn Mâce, Zekât, 14 (1/579); Müsned, 1/414; Buhâri, Eymân, 3. Yöneticilere verilen hediyeler de gütül (hainlik)tir" Müsned, 5/424'de hadis, "Zekat toplayanların aldığı hediyeler gulüldür" şeklindedir. Hainlik etmemiş olan emanetçinin tazminat ödemesi gerekmez" "Ne hainlik vardır, ne de çekip almak, çalmak.." Darimî, Siyer, 50 (2/231). Yine, bir kimsedir kimseyi hain olarak bulduğu zaman denilir. Bu tıpkı senin, veya demen gibidir. Yani "onu siyah, kara, kömür gibi buldum" veya "onu cimri buldum" demektir. İkinci Mesele İbn Kesîr, Âsim ve Ebû Amr, yâ harfinin fethası, gayn harfinin de dammesiyle, (......) şeklinde okumuşlardır ki, yani, "Peygamberin hıyanet etmesi yakışık almaz.." demektir; diğer yedi kıraat imamları ise, yâ harfinin dammesi ve gayn harfinin fethasıyla yi seklinde okumuşlardır ki, "Peygambere hainlik edilmesi yakışık almaz" demektir. 161. Âyetin Nüzul Sebebi Âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzulü hakkında âlimler İhtilâf etmişlerdir ki, bu sebeplerden bir kısmı birinci kıraate; diğer bir kısmı da ikinci kıraate muvafık düşmektedir. Birinci nev'e gelince, bu kısımda şu rivayetler bulunmaktadır: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) savaşların birisinde birtakım ganimetler elde etmiş, sonra da, elde ettiği bu ganimetleri bir araya toplamış, ama bazı sebeplerden dolayı ganimetlerin taksimi gecikmişti. Bunun üzerine bir topluluk O'na gelerek, "Ganimetlerimizi taksim etmiyor musun?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Şayet sizin Vhuddağı kadar altınınız olsa, ondan tek bir dirhemini bile alıkoymam. Siz, ganimetlerinize hıyanet ettiğimi mi sanıyorsunuz?" buyurmuş ve bunun üzerine Hak teâlâ bu âyeti indirmiştir. b) Bu âyet, vahyin tebliği hususunda nazil olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklerin dinlerini kınayan ve ilahlarına hakaret eden ifâdelerin yer aldığı Kur'ân âyetlerini onlara okuyordu. Onlar da, ondan bunu yapmamasını isteyince, işte bu âyet nazil oldu. c) İkrime ve Sa'id İbn Cübeyr şunu rivayet etmeşlerdir: "Âyet, Bedir günü (ganimet içinden) kaybolan kırmızı bir kadife hakkında nazil olmuştur. Bu kadifeden dolayı bazı câhiller, "Belki de onu peygamber aldı" demişlerdir. Bu âyet, işte bundan dolayı nazil olmuştur." d) İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, bir başka yolla şu rivayet edilmiştir: "Ashabın ileri gelenleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ganimet mallarından ilâve birşey vermeyi arzu etmişlerdi de, bundan dolayı bu âyet nazil olmuştur." e) Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), öncü birlikler göndermiş ve onlar bazı ganimetler elde etmişlerdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ganimetleri dağıtmış, fakat öncülere pay ayırmamıştı. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. f) Kelbî ve Mukâtil şöyle demişlerdir: "Bu âyet-i kerîme, Uhud günü o okçular, ganimet elde etme arzusu ile mevzîlerini terkedip de, "Biz Allah Resûlü'nün, "Kim birşey alırsa o, onundur" demesinden ve Bedir gününde yaptığı gibi, burada da ganimetleri taksim etmemesinden korkuyoruz" dedikleri, bunun üzerine de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Siz, bizim hainlik edip size ganimetten pay vermeyeceğimizi mi zannettiniz" demesi üzerine nazil olmuştur. Bil ki birinci rivayete göre âyetten murad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kendisi için, ganimetten herhangi birşeyi ashabından gizlemekten nehyetmektir. Daha sonraki üç rivayete göre ise ondan murad, onu, sahabenin bir kısmına verip, bir kısmına vermemek suretiyle ganimette hainlik etmekten nehyetmektir. Ammeye Ait Ganimet Malından Birşey Aşırmanın Tehlikesi İkinci kıraate uygun olan rivayetlere gelince: Rivayet edildiğine göre Huneyn günü, Hevâzin ganimetleri Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in eline geçince, bir adam ganimet içinden bir iğneyi gizlice alır. İşte âyet, bunun üzerine nazil olmuştur. Bil ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hainlik yapma işinin ehemmiyetine dikkat çekmiş ve onun büyük günahlardan olduğunu belirtmiştir. Sevbân'ın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayetine göre, "Kimin ruhu, şu üç şeyden uzak olarak bedenini terkederse, cennete girer: Kibir, hainlik ve borç" Tirmizî, Siyer, 21 (4/138); İbn Mace, Sadakat, 12 (2/806). buyurmuştur. Abdullah Ibn Amr (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, ismi Kerkere olan bir adam, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mallarına nezaret ediyordu. Bu şahıs öldü. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "O, cehennemdedir" buyurdu. Sahabe de, bakmaya gittiklerinde adamın üzerinde gizlice almış olduğu bir elbise ve yelek buldular. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "İpliği ve iğneyi bile yerine veriniz. Çünkü onlar kıyamet günü bir utanç, bir ateş ve çok çirkin bir fiil olacaktır. Muvatta, Ghâd, 22 (1/304). Ruveyfi b. Sabit el-Ensari'nin rivayetine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): “Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kimsenin, müslümanların ganimetinden olan bir hayvana, zayıf düşürüp de öyle geri verecek şekilde binmesi helâl değildir, yine Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kimsenin bir elbiseyi eskitip de öyle geri verecek şekilde giymesi helâl değildir" Ebû Davud, Cihâd, 131 (3/67). buyurmuştur. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Selman (radıyallahü anh)'ı ganimeti korumakla vazifelendirdi: Derken ona bir adam gelerek, "Selman, elbisem yırtık idi. Ganimetten bir iğne iplik alıp onu diktim. Bana günah var mı?" dedi. Selman da, "Herşey, miktarına göredir" dedi. Bunun üzerine adam, elbisesinden o ipliği çekip çıkararak, ganimet malının içine kattı. Yine rivayet edildiğine göre bir adam, ganimet içinden bir veya iki ayakkabı bağı alıp, "Bunları Hayber günü ben ele geçirmiştim" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Cehennemde olan bir veya iki ayakkabı' bağı" Buhâri. Megâzî, 38; Müsüm, İmân, 183 (1/108); Ebu Davud, 3/68. buyurmuştur. Yine rivayete göre bir adam Hayber'de ok atıyordu. Bu adam öldüğü zaman ashab, "Ne mutlu, şehid oldu!" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise: "Hayır. Muhammed'in canı elinde olan (Allah'a) yemin ederim ki, onun taksim edilmeden önce ganimetlerden (gizlice) almış olduğu o kadife, özerinde bir ateş gibi yanacaktır" Buhâri, Megazî. 38; Müslim, İman, 183 (1/108); Ebu Davud, 3/68. buyurmuştur. Bil ki, bu nehiyden şu iki durum müstesnadır: 1- İnsanın ihtiyaç nisbetinde, kendi yiyeceğini ve hayvanın yemini ganimetten alması.. Abdullah İbn Ebî Evfâ (radıyallahü anh), "Huneyn günü bir yiyecek elde ettik. Bir adam geliyor, ondan kendisine yetecek kadar alıyor ve gidiyordu" demiştir. Yine Selmân (radıyallahü anh)'ın. Medâin savaşında bir kaç ekmek, biraz peynir ve bir bıçak elde ettiği ve o peynirden keserek, "Haydi besmeleyle yeyiniz" dediği rivayet edilmiştir. 2- İnsan o aldığı şeye muhtaç olduğu zaman... Bera İbn Azib (radıyallahü anh)'in, Yemâme günü müşriklerden bir adamı vurduğu, o adamın da sırt üstü düştüğü, böylece o müşrikin kılıcını alarak onu o kılıçla öldürdüğü rivayet edilmiştir. Nübüvvet ile Hainlik ve Hırsızlık Bir Arada Bulunmaz Âyetteki fiilini, yâ harfinin fethası ve ğaynın zammesi ile, " O peygambere hıyanet etmesi., uygun düşmez" şeklinde okumanın şu iki izahı vardır: 1- Bundan murad, peygamberlik ile hıyanetin bir arada bulunamayacağıdır. Bu böyledir. Çünkü hıyanet, dünyada arın, âhirette de nârın sebebidir. Hıyanete istekli olan nefis, son derece alçak bir nefistir. Peygamberlik, insanî mertebelerin en yücesidir. Binâenaleyh bu, ancak son derece yüce ve şerefli nefislere yakışır. Aynı şahısta bu iki zıt sıfatın bulunması imkansızdır. Binâenaleyh nübüvvet ve hiyânetin birlikte bulunamayacağı sabit olmuş olur. Bu âyetin bir benzeri de, "Allah'ın evlad edinmesi, olacak şey değil" (Meryem, 36) buyruğudur. Yani uluhiyyet ve çocuk edinme bir arada bulunamaz. Âyetteki (......) kelimesindeki lâm'ın, lâm-ı menkûle olduğunu, bunun takdirinin ise, şeklinde olduğu ve bunun "Allah'ın evlâd edinmesi olacak şey değil" (Meryem. 36) âyeti gibi, yani "Allah çocuk edinmez" şeklinde olduğu söylenmiştir. 2- Bu kıraata göre âyetin ikinci izahı şöyledir: Bir grup müslüman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den kendilerine ganimetten daha fazla hisse vermesini istemişlerdi. Şüphe yok ki, eğer Hazret-i Peygamber bunu yapsaydı, bu bir hıyanet olmuş olurdu. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, peygamberini bundan iyice uzaklaştırmak için bu âyeti indirmiştir. Bunun bir benzeri de, "Eğer, (faraza Allah'a ortak koşacak olursan, yemin.olsun ki amellerin boşa gider" (Zümer.65) ve "Eğer (Peygamber), bazı sözleri bizim adımıza kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette onun sağ elini (kuvvetini) alırdık " (Hakk. 44-45) âyetleridir. Binâenaleyh, buyruğu "Bu ona helâl olmaz, helâl olmayınca da o, bunu yapmaz" demektir. Bunun bir benzeri âyet de, "Onu duyduğunuz zaman, "Bunu söylemek bize yakışmaz" demeniz (lâzım) değil miydi" (Nur. 16) yani, "Bize bunu söylememiz helâl olmaz" ifadesidir. Bu kıraata göre âyetin izahını iyice anladığında, biz deriz ki: Bu kıraatin birçok delilleri vardır: a) Bu âyetin sebeb-i nüzulü olarak rivayet edilen haberlerin çoğuna göre, o kimseler Hazret-i Peygamber'i hiyânet etmekle suçlamışlardı. Bundan dolayı Allahü teâlâ, bu âyetle bu hususiyetin peygambere yakışmayacağını beyân buyurmuştur. b) Kur'ân'da bu kabil âyetlerde fiil, failine isnâd edilmiştir. Nitekim "Allah'a her hangi bir şeyi ortak tutmamız bizim için (doğru) olmaz" (Yusuf, 38), "O, kardeşini tutabilecek değildi" (Yusuf, 76) ve "Allah'ın izni olmadıkça, hiçbir kimseye ölmek yoktur" (âl-i imran, 145); "Allah bir kavmi, onlara hidayet ettikten sonra... saptıracak değildir" (Tevbe, 5) ve "Allah sizi gaybına muttali kılacak değildir" (âl-i imran, 179) âyetlerinde olduğu gibi. "Zeyd'in döğülmesi olacak şey değil" denilmesi nâdirdir. Durum böyle olunca bu âyeti de, Kur'ân-ı Kerim'de çoğunlukla bulunan kısma katmak gerekir. Bunu, Ebu Ubeyde'nin Yunustan rivayet ettiği şu husus da te'kid etmektedir: Yunus, bu kıraati tercih ediyor ve "Arapça'da, tâ harfinin zammesi ile "Senin dövülmen olacak şey değil" gibi bir kullanış yoktur" diyordu. c) Bu kıraat, Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın tercih ettiği kıraattir. Ona, "Ibn Mes'ud, (......) şeklinde okuyor" denilince, o, "Onlar, peygamberi öldürmek istiyorlardı. O halde hiç peygamberi hainlikle suçlamaz olurlar mı?" dedi. İkinci şekildeki kıraate gelince, ki bu yâ harfinin zammesi ve gayın harfinin fethası ile "hıyanet olunması..." şeklinde okunmuştur. Bu kıraatin iki izah şekli vardır: a) Mana, "Peygambere hiyanet edilmesi olacak şey değildir" şeklindedir. Bil ki herkese karşı yapılan hıyanet haram kılınmıştır. Fakat burada bilhassa Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılan hainliğin zikredilmesinde birkaç fayda vardır: 1- Kendisine karşı suç işlenen kimsenin derecesi daha büyük ve yüksek olunca, ona karşı yapılan hâinlik de o nisbetle çirkin olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların en üstünüdür. Binâenaleyh ona karşı yapılacak ihanet, en çirkin bir ihanet olur. 2- Vahiy Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, peyder pey nazil oluyordu. Bu sebeple ona karşı hainlik eden kimse hakkında vahiy geliyordu. Bundan dolayı o kimse hakkında, ahiret azabının yanı sıra, dünyanın rezil ve rüsvaylığı da söz konusu oluyordu. 3- Müslümanlar o zaman çok fakir İdiler. Bu sebeple, o zamanda yapılan bu hainlik son derece çirkin oluyordu. b) Kelime kökündendir. Yani, "Hainliğe nisbet edilme" manasında, bu, anlamındadır. Müberred şöyle demiştir: "Araplar, "Onu kâfir sayıp, küfre nisbet ettin" manasında diyorlar." Utbî ise, "Şayet maksad bu olsaydı, tıpkı "fıska nisbet etme" manasında "günaha nisbet etme"manasında ve "küfre nisbet etme" manasında denildiği gibi, burada da denilmesi gerekirdi. Evlâ olan, bu ifâdenin tıpkı, "Onu cimri buldum" ve "Onu çok siyah buldum" mânasında, ve denilmesi gibi, "Onu hâin buldum" manasında olmak üzere islitl fiilinden olduğunu söylemektir" demiştir. Keşşaf sahibi de şöyle demiştir: Bu izah şekline göre, bu kıraatin manası, birinci kıraatin manasına yakındır. Çünkü bu kıraatin bu manasına göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hâin bulunması doğru değildir. Çünkü o, ancak hâin olması halinde, hain olarak bulunur (öyle olmayınca demek ki hain değildir). Dördüncü Mesele Biz, "gulül" kelimesinin hıyanet manasına olduğunu söyledik. Ancak bu kelime örfte ve kullanılışta ganimet malında yapılan hıyanetlere has olmuştur. Bununla beraber ganimet dışındaki hıyanetler hakkında da kullanıldığı olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Size hıyanetlerin en büyüğünü haber vereyim mi? Aralarında bir ev ve arazi bulunan fkf adamdan biri, arkadaşının hissesinden bir çakıl taşı kadar yeri alsa, onu yedi kat yer olarak boynuna dolamış olur" Benzeri bit hadis için bkz: Müslim, Müsâkât, 139-142 (3/1231). buyurmuştur. Bu te'vile göre, âyet "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hertürlü hainlikten uzak olduğunu" ifade eder. Kâfirler, peygamberlik iddiasından vazgeçmesi için, bu uğurda büyük mallar harcamaya hazır oldukları halde o mallara dönüp bakmazken, hainin o Hazretten uzak olduğunu söylemeyip ne yapacağız! Bu durumda olan ve kendisine yedi kat gök ötesinden gelen vahiy için Allah'ın emin bir kulu olan kimsenin, insanlara hainlik yapacağı nasıl düşünülebilir? Hıyanet Edip Mal Çalan, Kıyamette Onu Yüklenerek Gelir Hak teâlâ sonra, "Kim hainlik ederse, kıyamet günü hainlik ettiği şeyin (vebalini) yüklenerek gelir" buyurmuştur. Bu hususta iki izah şekli vardır: 1- Bu, ekseri müfessirlerin görüşü olup, âyeti zahirine hamletmektir. Bu âyetin bir benzeri de, zekâtı vermeyen kimse hakkında olan şu âyettir: "O gün, ki bunlar, üzerlerinde (yakılacak) cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da, o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtlan bunlarla dağlanacak. "İşte bu, nefisleriniz için toplayıp sakladıklarınız! Artık tadın (bunların acısını)" (denilecek)" (Tevbe, 35). Buna Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisi de delâlet etmektedir: "Kıyamet günü hiçbirinizi boynunda böğüren bir deve veya böğüren bir sığır veya meleyen bir koyun taşır vaziyette gelip "Ya Muhammed! Ya Muhammed!" diye bana seslendiğini görmeyeyim! Ben (o zaman ona): "Allah'tan gelecek azap hususunda sana asla faydalı olamam. Zaten ben sana (bunu) tebliğ etmiştim" derim" Müslim, Imâre, 24 (3/1461) İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "O şey cehennemin dibinde o kimseye gösterilir ve ona "Oraya in ve onu al" denir. O da oraya iner cehennemin dibine ulaştığında, onu yüklenir ama, bu kabul edilmez." Muhakkik âlimler, "Bunun manası şudur: "O adam, boynunda hiyanetle aldığı şeyi taşır vaziyette kıyamet günü geldiğinde, rezil ve rüsvaylığı artar" demişlerdir. 2- "Bu tabirden maksad, onun zahirî manası değildir. Aksine bundan maksad, temsil ve tasvir yolu ile va'idi şiddetlendirmektir. Bunun bir benzeri de, "Evladım, yapılan iyi veya kötü iş, bir hardal tanesi ağırlığında olsa dahi, bir kaya içinde, yahut göklerde veya yerin içinde olsa bile, Allah onu meydana çıkarır" (Lokman, 16) âyetidir. Bu âyetten maksad, zahirî mananın kendisi değildir. Aksine bundan maksad, Allahü teâlâ'nın ilminden ve muhafazasından, yerdeki ve gökteki bir zerrenin bile hariç kalmayacağını göstermektir. Burada da aynı şekilde bu âyetten maksad, tehdidin şiddetini ifade etmektir." Bu görüşte olanlar iki vecih zikretmişlerdir: a) Ebu Müslim, "Bundan murad şudur: Allahü teâlâ, bu hainliği onun aleyhine tesbit eder ve kıyamet günü bundan dolayı onu azarlayıp cezalandırır. Çünkü hiçbir sır, Allah'a gizli kalmaz" demiştir. b) Ebul-Kâsım el-Ka'bî şöyle demiştir: "Bundan murad o insanın, bu hainliği ile, bu şeyi yüklenen kimsenin meşhur oluşu gibi meşhur olacağını (teşhir edileceğini) ifade etmektir." Bil ki bu, muhtemel bir izahtır. Fakat Kur'ân ilminde itibar edilen asıl prensip, Kur'ân lâfızlarının hakiki manalarına hamledilmesinin gerektiğidir. Ancak buna mani bir delil bulunursa bu müstesna.. Burada âyetin, zahiri manasına göre alınmasına bir manî yoktur. Binâenaleyh zahirî mananın alınması gerekir. Sonra Cenâb-ı Allah, "Sonra herkese kazandığı şey eksiksiz verilir" buyurmuştur. Bu tabir ile ilgili iki sual bulunmaktadır: Birinci sual: Bu ifadenin, öncesine uygun düşmesi için "Sonra ona kazandığı tastamam verilir" şeklinde olması gerekmez miydi? Cevap: Bu şekilde umûmî ifâdenin kullanılmasının faydası şudur: Hainlik yapan, kıyamette herkesi hayır olsun şer olsun, ameline göre cezalandıran bir zâtın olduğunu bilirse, kazandıkları ne kadar çok olursa olsun, onların dışında kalamayacağını anlar. İkinci sual: Mu'tezile, kulun kendi fiilinin faili (yaratıcısı) olduğu görüşünde ve fasıklar için de va'idin olduğu iddialarında bu âyete tutunmuştur. Birincisine gelince, çünkü Allahü teâlâ bu âyette, kutun kesbine karşılık cezalandırılacağını veya mükafaatlandırılacağtnı ifâde etmektedir. Binâenaleyh eğer kulun kesbi, Allah'ın fiili olsaydı, Allah kulu, o kulda yarattığı şeyden dolayı cezalandırmış olurdu. İkincisine gelince çünkü Hak teâlâ, kasden adam öldüren hakkında, "Onun cezası cehennemdir" (Nisa, 93) buyurmuştur. Bu âyette de, her fiil sahibinin fiilinin cezasının ona ulaşacağını bildirmiştir. Binâenaleyh her iki âyetin toplamından, fasıklar (günahkarlar) için ilahî tehdidin kesin olduğu neticesi çıkmaktadır. Cevap: Kulun fiili ile ilgili sualin cevabı şöyledir: Bu, "ilim meselesi" ile tezad teşkil etmektedir. Va'id meselesi ile ilgili suâle gelince, bu umumi ifâde, tevbe etme hali ile tahsis edilmiştir. Tıpkı bunun gibi, aff-ı ilâhiye delâlet eden âyetlerden ötürü, affedilme halinde de bu umûmî ifâdenin tahsis edilmesi (sınırlandırılması) gerekir. Sonra Hak teâlâ, "Onlar, haksızlığa uğratılmazlar" buyurmuştur. Kâdî şöyle demiştir: "Bu ifâde, Allah'ın fiillerinde zulmün olabileceğini gösterir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın eksik mükafaat veya fazla ceza vermesiyle olur. Bu ise, Cebriye mezhebinde olanların, "Allah'ın yaptığı herşey adalet ve hikmettir. Çünkü O, herşeyin mâlikidir" şeklindeki inançlarının aksine bir görüş beyân ettiğimiz zaman mümkün olur." Buna şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hakk'ın zulmetmeyeceğini söylemek, O'nun fiillerinde zâlim olabileceğini göstermez. Nitekim, "Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku" (Bakara, 255) âyeti de, Allah hakkında uyku ve uyuklamanın mümkin olacağını göstermez. 162"Allah'ın rızasına tâbi olan kimse, Allah'ın hışmına uğrayan gibi midir? Onun durağı cehennemdir. O, ne kötü dönüş yeridir'. Bil ki Allahü teâlâ, "Sonra herkese kazandığı şey eksiksiz verilir " buyurunca, bunun peşisıra bu cümlenin tafsilatını getirmiş, itaatkâr olanların mükafaatı ile günahkâr olanların cezasını beyân etmiş ve buyurmuştur. Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır: Birinci Mesele Müfessirlerin, bu hususta çeşitli izahları vardır: 1-"Ganimette hainlik yapmama hususunda, Allah'ın rızasına tabî olan kimse, hainlik yaparak Allah'ın hışmına uğrayan kimse gibi olur mu?" Bu, Kelbî ve Dehhâk'ın görüşüdür. 2-"İman etmek ve O'na taatla ibâdet etmek suretiyle Allah'ın rızasına tâbi olan kimse, Allah'ı inkâr etmek ve O'na karşı günah işlemek suretiyle O'nun hışmına uğrayan (gazabına uğrayan) kimse gibi olur mu?" 3-"Allah'ın rızasına tabî olan muhacirler, Allah'ın hışmına uğrayan münafıklar gibi olur mu?" 4- Zeccâc şöyle demiştir: "Müşrikler, müslümanlara hücum edince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de müslümanları, müşriklere hücum etmeye çağırdı. Bazısı bu çağrıya uydu, bazısı uymadı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Allah'ın rızasına tâbi olan kimse ki bunlar, Allah'ın emrine uyan kimselerdir, "Allah'ın hışmına uğrayan gibi olur mu?" ki bunlar da, Cenâb-ı Hakk'ın sözünü kabul etmeyen kimselerdir. Kadî şöyle demiştir: "Bütün bu izahlar doğrudur. Lâfzı, bunlardan birisine hasretmek caiz değildir. Çünkü lâfız umumî bir lâfızdır; bu sebeple de bütün bunları içine alması gerekir. Çünkü tâatte bulunan herkes, Hak teâlâ'nın, "Allah'ın rızasma tâbi olan kimse" buyruğunun muradına; nefsine ve şehvetine uyan herkes de, O'nun, Allah'ın hışmına uğrayan gibi midir?" sözünün muhtevasına girmektedir. Bu babta söylenebilecek sözün özü şudur: "Âyet, muayyen bir hadise hakkında nazil olmuştur. Ancak ne var ki sen, sebebin hususî olmasının, hükmün umumîliğine mâni olmayacağını biliyorsun." İkinci Mesele Hak teâlâ'nın, "Allah'ın rızasına tabi olan kimse.." buyruğundaki hemze, inkâr ifâde etmekte olup, fâ harfi de bir mahzûfa atf için getirilmiştir. Kelâmın takdiri ise, "İttikâ edip, böylece de Allah'ın rızâsına tâbi olan.. gibi midir?" (elbette onun gibi değildir) şeklindedir. Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesi, "Allah'ın gazabına uğradı, onu sırtlandı" anlamındadır. Biz bu hususu, Bakara sûresi 61. âyetin tefsirinde açıklamıştık. Âsım'dan rivayet edilen iki rivayetin birinde o, râ harfinin dammesiyle; diğer kıraat imamları ise, râ harfinin kesresiyle (......) şeklinde okumuşlardır ki, bu iki kalıt) da, "hoşnut oldu" fiilindenmasdardırlar. Bu ifâdenin damme ile okunması gibi; kesreyle okunması da "zannetmek" kelimesi gibidir. Hak teâlâ'nın, "Onun durağı cehennemdir" buyruğu, kendisinden önceki ifâdelerle ilgilidir. Kelâmın takdiri ise, "Allah'ın hışmına uğrayıp da, varacağıyer de cehennem olan kimse gibi olur mu?" şeklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "O, ne kötü dönüş yeridir!" buyruğu kendisinden öncesiyle alâkalı olmayıp, yeni başlayan bir sözdür. Cenâb-ı Hak sanki, cehennemi zikrettiği için, bunun peşinden onun vasfını getirmiş gibidir. Bu âyetin bir benzeri de, "Yoksa kötülükleri kazananlar, kendilerini, iman edip de iyi amel (ve hareketlerde bulunanlar gibi mi yapacağız, dirim ve ölümleri bir mi olacak sandı(lar)?" (Casiye, 21), "Öyle ya, mü'min olan kimse, imandan hariç kişi gibi midir? Onlar, müsavi olmazlar" (Secde, 18) ve "Yoksa biz, iman edip de güzel güzel amel edenleri yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahud, müttakileri doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?" âyetleridir. (Mutezile) topluluğu bu âyet ile, Allahü teâlâ'nın itaatkârları cehenneme, günahkârları da cennete sokmasının caiz olmadığı hususunda istidlal etmiş ve şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ bunu, istib'âd (tuhaf görme, imkansız görme) yoluyla zikretmiştir. Bu şayet, aklen imkânsız olmasaydı, aksi halde bu tuhaf görme hoş ve güzel olmazdı." Kaffâl bunu te'kîd ederek şöyle demiştir: "Hikmet-i ilâhiyyede günahkârın muhsin ile müsavi tutulması caiz değildir. Çünkü böyle bir durumda, günahlara teşvik, onu mubah kılma ve tâatleri de terk söz konusudur. İnsanların Birbirinden Farklı Olmaları 163Onlar ise Allah katında derece derecedir. Allah, ne yapıyorlarsa hakkıyla görücüdür", Cenâb-ı Hak sonra "Onlar ise Allah katında derece derecedir" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Kelâmın takdiri, "Onlar için, Allah katında dereceler vardır" şeklindedir. Ama ne var ki bu hazf, yerinde ve güzel olmuştur. Çünkü onların amellerinin farklı oluşu, onları, zatları bakımından da farklı farklı kılmıştır. Böylece bu mecazî ifâde, hakîki ifâdeden daha beliğ olmuştur. Feylezoflar şöyle demiştir: Beşerî nefisler, mahiyyetleri ve hakikatleri itibariyle farklı farklıdırlar. Binaenaleyh bunların bir kısmı zekî, bir kısmı ahmak, bir kısmı nurlarla aydınlanmış, bir kısmı da karanlıklarla bulanmış, bir kısmı hayırlı, bir kısmı ise faydadan uzak ve hayırsızdır. Bu vasıfların farklı farklı oluşu, bedenî mizaçların farklılığından değil, aksine nefislerin mahiyetlerinin farklılığından ileri gelmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İnsanlar, altın ve gümüş madenleri gibi, maden madendirler" Buhari, Enbiya, 19. ve yine o, "Ruhlar, teçhiz edilmiş ordulardırlar" Buhârî, Enbiya, 2. buyurmuştur. Durum böyle olunca, insanların farklı farklı derecelerde bulundukları kesinleşmiş olur; yoksa, 'Onlar için bazı dereceler vardır" demek değil... Âyet-i kerimenin başındaki zamiri, . (âl-ı imran, 162) sözündeki, (......) kelimesine râcidir. Çünkü lâfzı, mana bakımından cemidir. İşte bundan dolayı, bu zamirin lâfzına râci olması doğru olmuştur. Bunun bir benzeri de, "Öyle ya, mümin olan kimse, imandan hariç kişi gibi olur mu? (onlar) müsavi olmazlar" (Secde. 18) âyetidir. Çünkü, Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesi, cemi sîgasında olup, fail olan vâvın mercii lafzıdır. Derecelerin İyiler Veya Kötüler Hakkında Olduğu Hak teâlâ'nın, "Onlar" sözü, daha önce bahsi geçen kimselere râcidir. Daha önce zikri geçenler ise, Allah'ın rızâsına tâbi olanlar ile, Allah'ın hışmına uğramış olanlardır. Binâenaleyh bu zamirin ilk geçene, ikincisine veya her ikisine birden ait olması muhtemeldir, İşte bu üç ihtimalin dışında başka bir ihtimal yoktur. a) Bu zamirin, ilk geçen ifâdeye râci olması hali.. Bu ifâdenin takdiri ise, "Allah'ın rızasına tâbi olanların hepsi aynı mıdır. Hayır, aksine onlar, Allah katında, amellerine göre derece derecedirler" şeklindedir. Zamirin ilk geçen ifadeye râci olup, bunun daha evlâ olduğuna şunlar delâlet eder: 1- Örfte çoğunlukla "derece" mükafaat ehli için; "dereke" de ikâb ehli için kullanılır. 2- Hak teâlâ, kendi hışmına uğrayanları, "Onların durağı cehennemdir. O, ne kötü dönüş yeridir" diyerek tavsif etmiştir. Binâenaleyh O'nun, "Onlar, derece derecedir" sözünün, Allah'ın rızâsına tabî olanlarla ilgili olması gerekir. 3- Kur'ân'ın. genel âdeti, mükafaat ve rahmete dair olan şeyleri, Allah'ın kendisine nisbet etmesi, ikâba dair olan şeyleri ise Allah'ın kendisine nisbet etmemesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabb'iniz kendi üzerine, rahmeti yazdı" (En'am, 54); "Size kısas yazıldı (farz kılındı)" (Bakara, 178) ve "Size oruç yazıldı (farz kılındı)" (Bakara. 183) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bu dereceleri, 'Onlar İse Allah katında derece derecedir" diyerek kendisine izâle edince, bunların sevap ehline âit sıfatlardan olduğunu anlıyoruz. 4- Bu, "Baksana, biz onların kimini kiminden nasıl üstün kıldık. Elbette âhiret derece bakımından daha büyüktür, üstün kûma bakımından da daha büyüktür" (isra, 21) âyetiyle de te'kid edilmiştir. b) Bu zamirin, "Allah'ın hışmına uğrayanlar" sözüne âit olması... Bunun delili de, zamirin, kendisine en yakın mercie âit olma kâidesidir. Bu, Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. O şöyle demiştir: "Bu ifâdeden maksad, cehennemliklerin azap basamaklarındaki farklılıklarıdır. Bu, Hak teâlâ'nın "Herkesin, yaptıktan şeylere göre dereceleri vardır" (En-âm) âyetinde olduğu gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de "Muhakkak ki cehennemde, ince ateş tabakaları olduğa gibi, yoğun, kalın ince ateş tabakaları da bulunmaktadır. Ve ben, Ebu Tâlib'in, cehennemin bu ince ateş tabakasında olacağını ümid ediyorum"ye, cehennemliklerden azabı en hafif kimse, kendisine iki ateş ayakkabı giydirilmiş olan ve onların hararetinden beyni kaynayan kimsedir. O, "Ey Rabb'im, benim çektiğim bu azabı çeken hiç başka kimse var mı?" diye feryad eder" Berberi hadis için bkz: Müslim, İmân, 362-364 (1/196). hadis-i şeriflerinde olduğu gibidir. c) Bu ifâdenin, her ikisine birden râci olmasıdır. Bu böyledir, çünkü gerek sevap ehlinin, gerekse ikâb ehlinin dereceleri kendi amellerinin farklılığına binaen farklıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük yaparsa, onu görecektir" (zilzal, 7-8) buyurmuştur. Günah ve tâat fiilleri hususunda insanların mertebeleri farklı farklı olunca, ikâb ve sevabın dereceleri hususunda da mertebelerinin farklı olması gerekir. Hak teâlâ'nın, "Allah katında" tabiri, "Allah'ın hükmü ve ilminde" demektir. Bu, "Şu mesele, Şafiî nezdinde şöyle, Ebû Hanife nezdindeyse böyledir.." denilmesi gibidir. İşte böylece de, Müşebbihe'nin, "Onun huzurunda bulunan kimseler İbâdet etmekten asla kibirlenmezler" (Enbiya, ısjve "Kudret sahibi, mülkü çok yüce olanın yanındadırlar" (Kamer, 55) âyetlerini delil getirmelerinin yanlışlığı ortaya çıkar. Cenâb-ı Hak sonra, "Allah, ne yapıyorlarsa hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Bundan maksad şudur: Allahü teâlâ herkese amelinin miktarına göre karşılık vereceğini belirtip, bu husus da O'nun, kulların bütün fiillerini zandan, şek ve şüpheden halî, uzak ve detaylı bir biçimde bitmesiyle tamam olunca, ounun peşinden, bu manayı te'kîd etmek için her şeyi bildiği açıklamasını getirmiştir. Bu ise O'nun, "Allah, ne yapıyorlarsa hakkıyla görücüdür" ifadesidir. Megazî sahibi olan Muhammed Ibn İshâk, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir peygamberin hainlik etmesi! (Bu) olacak şey değil!" (Âl-i İmran) âyetinin izahı hususunda başka bir vecih zikrederek şöyle demiştir: "Bu ifadenin manası şu şekildedir: Peygamberin, insanlara olan arzusundan veya onlardan korkmasından dolayı, Allah'ın onlara tebliğ edilmesi için gönderdiği şeyi insanlardan gizlemesi olacak şey değil!.. Sonra Allahü Teâlâ, "Allah'ın rızasına tabi olan kimse.." Yani, "Allah'ın rızasını insanların rızasına tercih eden ve insanların gazabı ve hışmı yerine Allah'ın hışmını hesaba katan kimse", "Allah'ın hışmına uğrayıp..." da, "Allah'ın değil de insanların hışmını ve gazabını hesaba katan ve insanların rızâsını Allah'ın rızasına tercih eden kimse gibi midir?" buyurmuştur. Bu izaha göre, buradaki âyetlerin münasebeti şu şekildedir: "Allahü teâlâ, "Artık onları bağışla, Allah'tan, günahlarının bağışlanmasını iste. İş hususunda onlarla müşavere et.." (Al-i İmran, 159) buyurunca, bunun, ancak dine uygun olduğu zaman muteber olduğunu, ama dinin hilâfına olduğu zaman caiz olmadığını; binâenaleyh Allah'ın rızâsına tâbi olup Allah'a itaat eden kimseyle, insanların rızâsına tebaiyyet sunan kimse arasında bir müsavat ve eşitliğin mümkün olamıyacağını beyan etmiştir." İbn İshâk'ın zikrettiği bu mâna da muhtemeldir. Çünkü biz, "gulül"ün gizlice hainlik etmek manasından ibaret olduğunu, ganimet hususunda hainlik etmek manasına tahsis edilmesinin ise, daha sonra ortaya çıkmış bir örf ve kullanış olduğunu beyân etmiştik. 164"Andolsun ki mü'minler daha evvel apaçık ve katî bir sapıklık içinde bulunuyorlarken, içlerinden ve kendilerinden onlara âyetlerini okuyan, onları tertemiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermiş olduğu için, onlara büyük bir lütufta bulunmuştur". Bil ki bu âyet, birkaç yönden öncesiyle münasebet halindedir: 1- Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'i gulül ve hainlik yapmakla suçlayan kimsenin hatasını beyan edince, bunu bu âyette de tekid etmiştir. Bu böyledir, çünkü bu peygamber onların memleketlerinde ve aralarında büyüyüp gelişti. Ömrü boyunca, O'ndan doğruluk, güvenilirlik, Allah'a davet ve dünyaya itibâr etmemeden başka şey zuhur etmedi. Öyleyse, böyle olan bir zatın hıyanet etmesi nasıl yakışabilir? 2- Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'i hainlik ve gulül yapmaya nisbet etme hususunda onların hatalarını beyan edince, bundan sonra (adetâ) şöyle demiştir: Ben o peygamber hakkında, sadece, onun hainlik ve hıyanetten uzak olduğunu açıklamakla iktifa etmeyip yetinmiyor, hatta şöyle diyorum: Onun sizin aranızda bulunması, size olan nimetlerimin en büyüklerindendir. Çünkü O, sîzi bâtıl yoldan uzaklaştırıp temizliyor ve size, dininiz ve dünyanız hususunda faydalı ilimler öğretiyor. Binaenaleyh, böyle bir zatı, hainlik yapmakla itham etmek kimin aklına gelebilir? 3- Cenâb-ı Hak adeta şöyle diyor: "O sizden, sizin hemşehrilerinizden ve akrabalarınızdan birisidir. Sizler ise, önemsiz ve değersiz kişilersiniz.. Binaenaleyh, Allahü teâlâ onu üstün meziyyet, fazilet ve ihsanlarla şereflendirip, bütün âlemlerden üstün kılınca, sizin aranızda bulunması sebebiyle, bu sizin için de büyük bir şeref olmuştur. Binaenaleyh O'nu kınamanız ve onu çirkin işlerle ilgili göstermeniz, akla uygun bir şey değildir.." 4- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk'ın kendisi vesilesiyle kullarına ikram ve ihsanda bulunacak kadar yüce bir mertebe ve makamda bulununca, her akıllı kimsenin gücünün son noktasına kadar ona yardım etmesi gerekir. Binaenaleyh, ey mü'minler, sizin onun düşmanlarıyla savaşmanız; elinizle, dilinizle, kılıç ve mızraklarınızla onun yanında olmanız gerekir. Bu âyetin maksadı, müslümanları, kâfirlerle cihad etmeye yeniden teşvik etmektir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Vahidî (r.h) şöyle demektedir: Arapça'da, (......) masdarının birçok manası vardır: a) "Gökten inen şey" manasına ki bu, Hak teâlâ'nın, Ve size, kudret helvasıyla bıldırcın kuşu indirmiştik" (Bakara, 57) âyetinde belirtilen husustur. b) "Birisine verdiğin şeyi onun başına kakma, minnet etme..." Bu Hak teâlâ'nın, "Sadakalarınızı, başa kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyin" (Bakara. 264) âyetinde belirtilen husustur. c) "Kesmek manası.." Buda, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar için kesiksiz bir mükâfaat vardır" (Tin, 6) ve "Senin için muhakkak ve muhakkak tükenmeyen bir mükâfaat vardır" (Kalem. 3) âyetlerinde belirtilen hususlardır. d) "Kendisinden bir karşılık talep etmeyeceğin kimseye inam ve ihsanda bulunmak.." Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, bizim bağışımızdır. Artık ister hesapsız ver, ister tut.." (Sad, 39) ve "Az bir şey verip karşılığında çok şey isteme (Müddessir, 6) âyetlerindeki husustur; Allah'ın sıfatları arasında bulunan lâfzının manası da "Bir karşılık talep etmeksizin garazsız ve ivazsız ihsan eden, ilk baştan veren" demektir. Hak teâlâ'nın, buyruğunun manası, "Bu peygamberi göndermek suretiyle, onlara lütfetti, ihsanda bulundu" demektir. Hazret-i Peygamber Yalnız Müslümanlar Değil Bütün İnsanlar için Nimettir Hazret-i Peygamber'in peygamber olarak gönderilmesi bütün âlemlere bir lütuf ve bir ihsandır. Bu böyledir, çünkü O'nun için peygamber olarak gönderilmesiyle tahakkuk eden lütfün şekli, O'nun, o insanları Allah'ın azabından halas edipkurtaracak ve onları ilahî mükâfaata ulaştıracak şeye davet edici olmasıdır ki, bu bütün âlemleri içine alan bir husustur. Çünkü O, bütün âlemlere peygamber olarak gönderilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz seni ancak bütün insanlara peygamber olarak gönderdik" (Sebe, 28) buyurmuştur. Ama ne var ki, bu lütuftan sadece müslüman olanlar istifade edince, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak bu lütfü sadece mü'minlere tahsis etmiştir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, herkes için bir hidâyet olduğu halde "Müttakiler için bir hidâyet rehberidir" (Bakara, 2) buyurmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak "İnsanlar için bir hidâyet rehberi" (Bakara, 185) ve "Sen ancak, ondan korkanlar için bir uyarıcı ve korkutucusun" (Naziat, 45) buyurmuştur. Bil ki, Hazret-i Muhammed'i peygamber olarak göndermek, Allah'ın insanlara bir lütfudur. Peygamberden yararlanma ne kadar çok olursa, peygamberlerin peygamber olarak gönderilmesindeki in'âm ve ihsanın nev'i de o nisbette çok olur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesi şu iki hususu ihtiva etmektedir. a) Bizzat peygamber olarak gönderilmenin kendisinden elde edilen faydalar. b) Bizzat Hazret-i Muhammed'de bulunup da, O'ndan başkasında bulunmayan özellikler sebebiyle elde edilen menfaat ve faydalar. Bizzat peygamber olarak gönderilmenin kendisinden elde edilen faydalar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygamberleri müjdeciler ve azâb habercileri olarak (gönderdik). Ta ki peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahaneleri kalmasın.. (Nisa, 165) âyetinde belirtmiş olduğu hususlardır. Ebu Abdillah el Halfmî şöyle demiştir: Peygamberlerin gönderilmesinden istifade sekti, ancak dinî hususlarda olur ki, bunlar da şu hususlar olabilir: a) İnsanlar eksik, anlayışı az ve dirayetsiz olarak yaratılmışlardır. Halbuki peygamberler, onlara çeşitli deliller getirmişler ve bunları çok güzel bir şekilde izah etmişlerdir. Onların kalbine her ne zaman bir şek ve şüphe gelmiş ise, onlar bunları izâle ederek cevaplandırmışlardır. b) İnsanlar, her ne kadar Mevlâlarına hizmet etmelerinin vacip olduğunu bilseler dahi, o hizmetin ne şekilde ifa edileceğini bilmiyorladı. İşte peygamber olan kimse, insanlar hizmet ederken yanlışa düşmekten ve gerekli olmayan şeyleri yapmaktan emin olsunlar diye, o hizmetin keyfiyyetini açıklayıp şerhetmişlerdir. c) İnsanlar tembellik, gaflet, gevşeklik ve usanç üzere yaratılmışlardır. Halbuki peygamber onlara, teşvik eden ve sakındıran çeşitli şeyler getirir. Öyle ki, her ne zaman onlara bir tembellik ve gevşeklik arız olsa, O onları tâata teşvik edip bu hususta ısteklendirır. d) İnsanların akıllarının nurları, gözlerinin nurları yerine geçer. Gözlerin nurundan istifâde etmek, ancak güneşin nurlarının parlamasıyla tam ve mükemmel olur. Peygamberin nuru ise, aklî ve ilahî olup, âdeta güneşin doğuşuna benzer.. Dolayısıyla, insanların akılları, onun aklının nuruyla güç kazanır ve peygamber zuhur etmeden önce kendilerine kapalı olan gayb pırıltıları, bu sefer onlara zuhur eder ki, işte bu, bizzat peygamber olarak gönderilmenin faydalarına hakiki olarak bir işarettir. Hazret-i Peygamberin Mekke'den Zuhurundaki Faydalar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'de bulunan sıfatlar sebebiyle elde edilen faydalar pekçok olup, Allahü teâlâ onları işte bu âyette zikretmiştir ki, bunun ilki de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerinden" ifadesidir. Bil ki, Peygamberin onlardan olmasından elde edilen faydalar şunlardır: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların beldelerinde doğmuş ve onların içinde büyümüştü. Onlar, O'nun bütün hallerini biliyor ve bütün fiil ve sözlerine muttali bulunuyorlardı. Onlar, onun ömrünün başından sonuna kadar O'ndan sadece doğruluk ve iffeti, dünyaya iltifat etmemeyi, yalandan uzak durmayı ve devamlı olarak sıdk ve doğruluğu müşahede edip görmüşlerdi. Ömrünün başından sonuna kadar halleri devamlı doğru söylemek, emânet ehli olmak, hıyanet ve yalandan uzak olmak gibi hususlar olduğu bilinen bir kimse, sonra kalkıp, böylesi bir meselede yalan çeşitlerinin en çirkini olacak olan nübüvvet ve risâlet iddiasında bulunursa, herkes zann-ı galibi ile o şahsın bu iddiada sâdık olduğuna, doğru söylediğine hükmeder. b)Yine onlar, Hazret-i Muhammed'in hiç kimsenin talebesi olmadığını, herhangi bir kitap okumadığını, hiçbir alıştırma ve tekrar yapmadığını ve kırk yaşı bitinceye kadar, nübüvvet ve risâletten kesinlikle bahsetmediğini; kırk yaşından sonra risâlet iddiasında bulunduğunu ve lisanında, hiçbir kimsenin lisanında zuhur etmemiş olan bir ilmin zuhur ettiğini; daha sonra, kitaplarında bulunduğu gibi, geçmiş ümmetlerin kıssalarını ve önceki peygamberlerin durumlarını anlattığını biliyorlardı. Binâenaleyh, akl-ı selimi olan herkes bunun, ancak semavî bir vahiy ve ilahî bir İlhamla ortaya çıktığını anlar. c) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvet meselesini ortaya attıktan sonra, bu davadan vazgeçmesi için onlar O'na pekçok mal sunmuş, keza hanımlar teklif etmişlerdi. Ama, O bunlardan hiçbirine iltifat etmemiş, aksine fakirlikle yetinmiş, sıkıntılara katlanmıştır. Peygamberlik meselesi yoluna girip, O'nun durumu iyileşip, beldeler fethedip, çok çok ganimetler elde edince de, O, dünyadan uzak kalma ve Allah'a davet etme şeklinde yolunu, yaşantısını değiştirmemiştir. Halbuki yalan söyleyen kimse, dünyayı elde etmek için yalan söyler. Onu bulup da bir elde etti mi, ondan iyice istifâde eder, alabildiğine ona dalar.. Binaenaleyh, Hazret-i Muhammed bu hususlara dair herhangi bir şey yapmayınca, O'nun doğru ve sadık olduğu anlaşılır. d) O'nun getirdiği Kitapta tevhidin, tenzihin, adaletin, nübüvvetin izahı, âhiret hayatının isbatı, ibâdetlerin açıklanması ve tâatlerin izah ve yorumu bulunmaktadır. İnsanın kemâlinin, hak ve hakikati lizatihi, hayrı ise amel etmek için hayrı bilmede bulunduğu herkesçe malumdur. O'nun kitabı, ancak bu iki hususu anlatmak ve ortaya koymak için gelince, her akıllı insan onun söylemiş olduğu hususlarda doğru, sadık ve sözüne güvenilir olduğunu anlar, bilir. e) Hazret-i Peygamber'in bîsetinden önce, Arapların dini, putlara tapmak demek olan dinlerin en rezili; ahlâkları da, çapulculuk, yağmalama, adam öldürme ve bayağı, iğrenç şeyleri yemekten ibaret idi. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed'i peygamber olarak gönderince, Allah o Arapları peygamberin gönderilmesinin bereketiyle, derecelerin en âdisi olan o derecelerden ilim, zühd, ibâdet ve dünya ve lezzetlerine iltifat etmeme hususunda ümmetlerin en faziletlisi ve üstünü olacakları bir hale nakletmiş, yüceltmiştir. Bunun, nimetlerin en büyüğü olduğu hususunda şüphe yoktur. Bütün bunları iyice kavradığın zaman biz deriz ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onlar arasında doğmuş ve onların içinde büyümüştü. Onlar, bütün bu halleri müşahede etmiş ve bütün bu delillere muttali olmuşlardı. Binaenaleyh, bütün bu halleri müşahede ettikleri için, onların iman etmeleri, bu durumlara muttali olmayan kimselerin iman etmelerinden daha kolay olmuştur. İşte bütün bu manalardan dolayı, Hazret-i Muhammed'in onlardan bir peygamber olarak gönderilmiş olması sebebiyle, Allah onlara lütfunu bildirmiş ve "İçlerinden (kendilerinden) bir peygamber göndermişti" buyurmuştur. Bunda başka bir minnet ve lütuf şekli daha vardır. Çünkü Hazret-i Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesi, Araplar için bir şeref ve övünç vesilesi olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki o, senin için de, kavmin için de bir şereftir" (Zuhruf, 44) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ile iftihar etme hususu, Araplar, yahudiler ve hristiyanlar arasında müşterek idi. Sonra yahûdiler ve hristiyanlar, Hazret-i Musâ ve Hazret-i İsâ, Tevrat ve İncil ile de iftihar ediyorlardı. Arapların ise bunlara mukabil övünecekleri şeyleri yoktu. İşte Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, peygamber olarak gönderip Kur'ân'ı da onlara indirince, Arapların bundan dolayı kazandıkları şeref, diğer bütün ümmetlerin şerefinden üstün olmuş oldu. İşte İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "İçlerinden ve kendilerinden" ifâdesindeki mana ve incelikler bunlardır. Cenâb-ı Allah, bundan sonra, "Onlara âyetlerini okuyan, onları tertemiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten.." buyurmuştur. Bil ki, insanın kâmil bir hale ulaşması şu iki husus ile gerçekleşir: Hakkı sırf hak olduğu için bilmek ve amel etmek için de hayrt bilip tanımak.. Başka bir tabirle bu şu demektir: İnsan nefsinin iki kuvveti vardır: Kuvve-i nazariyye (tefekkür kuvveti, akıl kuvveti..) ve kuvve-i ameliyye (iş yapabilme kuvveti). Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, her iki kuvvet hususunda da insanları kemâle erdirmeye bir sebep olması için, Kur'ân-ı Kerîm'i indirmiştir. Buna göre Allahü teâlâ'nın, "Onlara âyetlerini okuyan..." sözü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu vahyi Allah katından insanlara ulaştırmakla görevli olduğuna; "Onları tertemiz yapan" sözü, ilâhî bilgileri elde etmek suretiyle kuvve-i nazariyyeyi kemâle erdirici olduğuna ve "kitap" sözü de, tefsir etme bilgisine işaret etmektedir. Bir diğer ifâde ile, "kitap" kelimesi şeriatın zahirine, "hikmet" kelimesi de, şeriatın güzelliklerine, sırlarına, hikmetlerine ve faydalarına işarettir. Hak teâlâ sonra, bu nimeti kemâle erdiren şeyi beyân etmiştir. O da şudur: O Araplar daha önce açık bir sapıklık içindeydiler. Çünkü mihnetten sonra nimet gelince, onun tesiri daha büyük olur. Nimet, ilim ve bildirme şeklinde olunca ve bunlar cehalet ve dinden uzak oluşun hemen peşinden gelince, bu nimetin kıymeti daha büyük olmuş olur. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni, sapmış olarak bulup da, hidayete erdirmedt mi?" (duha, 7), âyetidir. Size Gelenin İki Misli Düşmanlarınızın Başına Gelmişti 165"Size, onların başına iki mislini getirdiğiniz bir musibet gelip çattığı zaman, "Bu, nereden (geldi)?" mi dediniz? De ki, "O, sizin kendinizdendir, " Şüphesiz ki Allah herşeye hakkıyla kadirdir". Bil ki, Allahü Teâlâ münafıkların, O'nu hainlik ve hıyanete nisbet etmek suretiyle, Hazret-i Peygamberi ta'n ve tenkid ettiklerini haber verince, onlardan, bu âyette başka bir şüphe daha nakletmiştir ki, bu da onların, "Şayet O, Allah katından bir elçi ve peygamber olsaydı, O'nun ordusu Uhud gününde kâfirler karşısında hezimete uğramazdı" sözleridir ki onların, "Bu, nereden (geldi)?" sözlerinden maksad bu idi. Allahü teâlâ buna, "De ki "O, sizin kendinizdendir" sözüyle cevap vermiştir. Yani, "Bu hezimet ancak, sizin isyanınızın uğursuzluğu sebebiyle meydana gelmiştir." Âyetin kendisinden öncesiyle münasebet vechinin izahı, işte budur. Âyette birkaç mesele vardır: "Size.., bir musibet gelip çattığı zaman" âyetinin takriri ve tefsiri. Bundan murad, Uhud hadisesidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların başına iki mislini getirdiniz.." ifâdesi hakkında iki görüş bulunmaktadır: a) Bu, ekseri alimlerin görüşü olup, buna göre bunun manası, "Bedir günü, onların başına iki mislini getirdiniz" şeklinde olur. Bu böyledir, çünkü müşrikler Uhud gününde yetmiş müslüman öldürmüş, müslümanlar ise, Bedir gününde onlardan yetmiş kişiyi öldürmüş, bir o kadar da esir almışlardı. b) Müslümanlar kâfirleri Bedir gününde hezimete uğratmıştı; Uhud savaşının başında da, aynı şekilde onlan hezimete uğratmışlardı. Ama sonraysa, isyan edip emre riâyet etmeyince, müşrikler ontan hezimete uğratmıştı.. Böylece müslümanlar müşrikleri iki kere, müşrikler de müslümanları bir kere hezimete uğratmış oldu. Zeccâc'ın tercihi de budur. Vahidî ise bu izah şeklini tenkid ederek şöyle demiştir: "Nasıl müslümanlar Bedir gününde müşriklere acı tattırmış iseler, aynen bunun gibi müşrikler de Uhud gününde onlara acı tattırmıştı. Ama onlar, müslümanlan kat'î hezimete uğratamamışlardı. Uhud gününe gelince, müslümanlar başlangıçta müşrikleri hezimete uğratmış, sonraysa iş tersine dönmüştür." "Siz, onların başına iki mislini getirdiniz" tabirindeki fayda, dünya işlerinin tek bir nizam üzre kalmayacağı hususunda bir uyarıdır. Yani, "Sizler onları iki kere hezimete uğratınca, onların sizi bir kere hezimete uğratmasını niye tuhaf görüyorsunuz?" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, nereden (geldi)? mi dediniz" ifâdesindeyse iki mesele vardır: Bâtıl Yolda Olan Kâfirler Neden Müslümanları Yenerler? Onların hayrete düşmelerinin sebebi, onların "Biz, Hak din olan İslâm'a yardım ediyoruz ve Allah'ın Resulü de bizimle beraberdir. Halbuki onlarsa, Allah'a şirk koşma ve küfür demek olan bir dine yardım ediyorlar. Binâenaleyh, onlar bize karşı nasıl muzaffer kılınabilirler, galib gelirler" demeleridir. Bil ki Allahü teâlâ onların bu şüphesine şu iki şekilde cevap vermiştir: a) Bu suâli naklederken zikretmiş olduğu, "Siz onların başına iki mislini getirdiniz" ifadesidir. Yani, "Dünyanın hali hep aynı kalmaz. Siz, onların başına bu musibetin iki mislini getirdiğinizde, o halde daha bunu (Uhud'daki geçici hezimeti) nasıl tuhaf görüyor, imkânsız addediyorsunuz?" demektir. b) Hak teâlâ'nın, "De ki "O, sizin kendinizdendir" buyruğudur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Bu cevap, iki şekilde izah edilebilir: a) "Siz bu musibete, isyan etmeniz, emre itaat etmemeniz sebebiyle duçar oldunuz..." Bu böyledir, zira onlar Hazret-i Peygamber'e pekçok hususta isyan etmişlerdi: 1- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bizim yararımıza ve lehimize olan, Medine'nin dışına çıkmayıp, bilâkis burada kalmamızdır" dediği halde, onların Hazret-i Peygamber'in sözünü dinlemeyip, "İlle de çıkalım!" demişlerdi. Binaenaleyh, kendisine muhalefet ettiklerini görünce O, Uhud'a doğru yöneldi. 2- Allahü teâlâ'nın nakletmiş olduğu gevşeklik ve yılgınlıklarıdır. 3- Aralarında ortaya çıkan niza ve çekişme... 4- Bulundukları mevzileri terkedip, birliklerini dağıtmalarıdır. 5- Onların, ganimet elde etmekle meşgul olarak, düşmanla savaşmak konusunda, Hazret-i Muhammed'in sözünü tutmamalarıdır. Bütün bunlar ise, günah ve masiyettir. Halbuki Cenâb-ı Hak onlara, isyan ve günah işlememeleri halinde zafer va'adetmişti. Nitekim şöyle buyurmuştur: "Evet siz sabreder, sakınırsanız, onlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabb'iniz size alametti beşbin melekle yardım edecektir" (Âl-i İmran, 125). Binâenaleyh, şart bulunmayınca, muhakkak ki meşrut da tahakkuk etmez. b) Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin söylemiş olduğu şu husustur: "Bedir gününde Cibril-i Emin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek şöyle dedi: "Ey Muhammed, hiç şüphe yok ki Cenâb-ı Hak, kavminin (ashabının), esirlerden fidye almak hususunda yapmış olduğu hareket tarzını hoş görmedi ve ashabını şu iki şey arasında muhayyer bıraktı: Esirleri alıp boyunlarını vuracaklar veyahut esirlerden fidye alacaklar, fakat onların sayısınca kendilerinden şehid alınmasına razı olacaklar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber bunu kavmine hatırlatınca, onlar şöyle dediler: "Biz kabilelerimizden ve kardeşlerimizden fidye alıyoruz, bununla düşmanla savaş konusunda güç kuvvet kazanıyoruz; bizden, onların sayısınca şehit düşmesine de razıyız." Böylece, Uhud gününde, Bedir'deki esirler sayısınca yetmiş kişi öldürülmüş oldu ki, bu Hak teâlâ'nın, "Deki "O, sizin kendinizdendir" buyruğunun manasıdır. Yani, "Fidye almanız ve öldürülmeyi seçmeniz sebebiyle..." demektir. Mutezilenin Âyeti Delil Getirmesi ve Onlara Cevap Mutezile, "De ki "O, sizin kendinizdendir" beyanını delil getirip, kulların fiillerini Allah'ın yaratmadığına şu şekillerde istidlal etmiştir; a) Bunun, Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiğinin ve bunda kulun kudretinin herhangi bir tesirinin bulunmadığının farzedilmesi halinde, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, sizin kendinizdendir" ifâdesi yalan olmuş olur. b) Sahabe, Allah'ın kâfiri mü'mine musallat ve üstün kılması hususunda şaşırmış, bunun üzerine de Allahü teâlâ da, "Sizin fiilinizin kötülüğü sebebiyle böylesi kötü bir duruma düştünüz" diyerek, onların bu hayret ve şaşkınlıklarını izâle etmiştir. Binâenaleyh, kulların fiillerini Allah yaratmış olsaydı, bu cevap doğru olmazdı. c) Topluluk, demiştir; yani, "Bu nereden geldi?" diye sormuşlardır. Bu da hadisenin sebebini öğrenmek arzusunu gösterir. Eğer, "muhdis" (bu fiilleri meydana getiren) kul olmasaydı, cevap soruya mutabık olmazdı. Cevap: Mutezile'nin bütün bu görüşlerine, "Bu, kulun fiillerini Allah'ın yarattığına delâlet eden âyetlerle çelişir" diyerek cevap verilir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah, her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Yani Allah, emrine muhalefet edip isyan ettiğinizde, sizi düşmanınızla başbaşa bırakmaya kadir olduğu gibi, sebat ve sabretmeniz halinde de, size yardım etmeye de kadir ve muktedirdir" demektir. Alimlerimiz, bu ifâdeyle, kulun fiilini Allah'ın yarattığına istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Şüphesiz kulun fiili de "bir şeydir." Binaenaleyh, o şeyi Allah yaratmış ve ona kadir olmuş demektir. Allah onu yaratmaya kadir olduğunda, kul da onu icad edip yaratsaydı, o zaman Allahü teâlâ'nın onu îcad edip yaratmaya kadir olması imkansız olurdu. Çünkü, kul onu îcad edip yaratınca, o fiilin Allah tarafından yaratılması imkânsız olur. Zira, var olan bir şeyi yeniden icad etmek imkânsızdır. Binâenaleyh, kulun fiilinin halikı olması, böyle bir imkânsızlığa yol açınca, kulun, fiilinin halikı olmaması gerekir. Allah en iyisini bilendir. Allah İmtihan Etmekle Münafıkları Açığa Çıkarır 166Âyetin tefsiri için bak:167 167"İki ordu karşılaştığı gün size gelen musibet Allah'ın izniyle idi. (Bu, Allah'ın) mü'minleri ve münafıkları bilmesi (ayırd etmesi) içindi. Onlara, 'Velin, Allah yolunda muharebe edin, yahut müdafaa yapın" denildi onlar, "Biz muharebeyi bilseydik, elbette arkanızdan gelirdik" dediler. Onlar, o gün imandan ziyâde küfre yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Onların gizlediğini, Allah pek iyi bilmektedir". Bil ki bu âyet, daha önce geçen "Size, onların başına iki mislini getirdiğiniz bir musîbet gelip çattığı zaman..." (Âl-i İmran. 165) âyetine bağlıdır. Hak teâlâ önceki âyette, bu musibetin günahları sebebi ile onların başına geldiğini ve bunun onların kendileri yüzünden olduğunu zikretti. Bu âyette de, bu belânın onların başına gelişinin bir başka sebebini belirtmiştir, o da mü'mini münafıktan ayırdetmektir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Âyetteki "İki ordu karşılaştığı gün..." tabirinden murad, Uhud günüdür. İki ordudan birisi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabı olan İslâm ordusu; diğeri de Ebû Süfyan komutasındaki müşrik ordusudur. Âyetteki "Allah'ın izniyle idi" hakkında birkaç izah şekli vardır: 1- "Allah'ın izni", mü'minler ile kâfirleri tamamen kendi hallerine bırakıp mü'minlere yardımı terketmekten ibaret olup, buradaki "izin" kelimesi, mecazî olarak, müslümanlarla kâfirleri başbaşa bırakma manasına kullanılmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, müslümanları sınamak için, onları kâfirlere karşı korumamıştır. Çünkü birşeye izin vermek, izin verilen kimseyi o şeyi murad etmekten geri çevirmez. Müdafaayı bırakmak, iznin ayrılmaz bir parçası olunca, "izin" lâfzı mecazî olarak müdafaayı ve korumayı bırakma manasında kullanılmıştır. 2- "Allah'ın izniyle idi" buyruğu, "Allah'ın ilmi ile idi, (bilgisi dahilinde idi)" demektir. Bu tıpkı, "Allah'tan bir izin vermedir" yani, "bir bildiridir" (Tevbe, ) "Sana bildirdik, bizden hiçbir şahit yoktur" (Fussüet, at, ve "O zaman, Allah'a karşı bir harbe (girmiş olduğunuzu) bilin" (Bakara. 279)âyetlerinde olduğu gibidir. Bu âyetlerde geçen "izin" kelimeleri, "bilme" manasınadır. Vahidi, bu görüşü tenkid ederek şöyle demiştir: "Ayet, mü'minleri, başlarına gelen musibetten ötürü teselli etmektedir. Teselli ise, ancak bilmeye dayanır. Çünkü Allah'ın ilmi, "O'nun ilmi dışında, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz" (t, 47) âyetinin de delâlet ettiği gibi, bütün malumat hakkında umûmidir. 3- "İzin"den murad, "Sonra Allah, sizi imtihan etmek için, sizi onlardan geri çevirdi" (Al-i imran, 152) âyetinin de delâlet ettiği gibi, "emir" manasıdır. Buna göre ifâdenin manası, "Allahü teâlâ muharebeyi emredip, sonra o muharebe de böyle bir bozguna müncer olunca, mecazî olarak "bu Allah'ın emriyle oldu" denilebilir" şeklindedir. 4- İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan nakledilen şu görüştür: Âyetteki "izin"den murad, Allah'ın bu husustaki kaza ve kaderi, hükmüdür. Bu görüş daha uygundur. Çünkü âyet, başlarına gelen musibetten dolayı mü'minleri teselli etmektedir. Teselli ise ancak, "Bu, Allah'ın kazası ve kaderi ile olmuştur" denilerek yapılabilir. Böylece onlar da Allah'ın kazasına rıza göstermiş olurlar. Sonra Allahü teâlâ, "(Bu, Allah'ın) mü'minleri bilmesi ve münafıkları bilmesi içindi" buyurmuştur. Bu, "Mü'minleri münafıklardan ayırdetmesi" manasınadır. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Vahidî şöyle demektedir: "Bir insan iman ettiğini ifâde edip, iman etmemiş oluşunu kalbinde gizlediğinde, "Adam münâfıklık yaptı, o münafıktır" denilir. Buna göre "nifak", İslâm döneminde ortaya çıkmış bir isim olup, hangi kökten türemiş olduğu hususunda ihtilaf edilerek, şu görüşler ileri sürülmüştür: a) Ebû Ubeyde şöyle demiştir: "Bu kelime, Arapların "tarta faresi yuvası" mânasına kullandıkları (......) tabirinder alınmıştır. Çünkü tarla faresi ve köstebeğin yuvasının iki ağzı vardır, birisine (......); diğerine de (......) denilir. Tarla faresi, bu kapıların hangisinden yakalanılmaya çalışılsa, diğerinden çıkar kaçar. İşte bundan dolayı münafık da böyle isimlendirilmiştir. Çünkü o, kendisi için iki çıkış yolu koymuştur; birisi İslâm olduğunu ifâde etmesi, diğeri de kâfir olduğunu saklamasıdır. Bu ikisinden, hangisi hususunda onu yakalamak istersen, o diğerinden çıkıp kurtulur." b) İbnu'l-Enbârî ise, "münafık" kelimesinin, "tünel" manasına gelen (......) kelimesinden olduğunu, bunun, "insanın tünelde kendisini gizlediği gibi, münafık da İslâm ile kendisini saklar" manasında olduğunu söylemiştir. c) Bu ifâde, tarla faresi yuvası anlamına gelen, (......) kelimesinden alınmıştır. Fakat bu, Ebû Ubeyde'nin zikrettiği şekilde değil. Bu şu şekildedir: "Nâfika", tarla faresinin toprağın altında kazıp yaptığı bir odadır. Sonra tarla faresi bu odanın toprağın üstüne çıkış yerini ince bir toprakta örter. Böylece bir şüpheye düştüğünde, o ince toprağı başıyla iter ve çıkıp kaçar. İşte bundan ötürü münafığa da "münafık" denmiştir. Çünkü o, içinde küfrünü saklar. Sen onu eşelediğinde, kendisinden o küfrü atar ve İslâm'a sarılmış görünür. Âyetteki "mü'minleri bilmesi" ifadesinin zahiri, Allahü teâlâ'nın, bu hususta bir bilgi edinmek için, o musibete izin verdiğini ihsas ettirir. Bu da, Allah'ın ilminin durmadan yenilendiğini düşündürür ki, Allah'ın ilmi hakkında böyle birşey düşünülemez. Binâenaleyh âyetteki "bilme"den maksad, zaten Allah tarafından bilinmekte olan şeylerdir. Bu ifâdelerin takdiri, "mü'min münafıktan ayrılıp iyice belli olsun diye, Allah o musîbete izin vermiştir" şeklindedir. Bunun ne manaya geldiği ise, daha önce geçen (benzeri) âyetlerde izah edilmiştir. Allah en iyi bilendir. Âyette bir hazif olup takdiri, "mü'minlerin imanını ve münafıkların nifakını bilmesi (göstermesi) içindir" şeklindedir. Şuna göre eğer, "Allahü teâlâ niçin şeklinde değil de, şeklinde demiştir?" denilirse, biz deriz ki: "İsim, mananın te'kidine; onun yerine kullanılacak fiil ise mananın teceddüdüne (tekrar tekrar o fiilin işlendiğine) delâlet eder. Buna göre âyetteki, "mü'minleri" kelimesi onların imanlarında bir istikrar bulup, devamlı olduklarına delâlet eder; nifak yapanlar.. " ifâdesi ise, onların o anda nifaka uygun şeyler yaptıklarına delâlet eder." Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara, "Gelin, Allah yolunda muharebe edin, yahut müdafaa yapın" denildiğinde" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Bu sözü söyleyenin, kim olduğu hususunda şu iki izah vardır: a) Esamm, onları (böyle söyleyerek) savaşa davet edenin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu söylemiştir. b) Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl münafığının, askeriyle Uhud'a doğru hareket ederken, "Biz kendimizi niçin savaşın içine atalım?" deyip, geri döndükleri rivayet edilmiştir. Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte savaşa çıkmış olan bin Kişinin içinde idiler ve üçyüz kişiydiler. Bunun üzerine onlara, Ebû Câbir İbn Abdullah el-Ensâri künyesiyle anılan Abdullah b. Amr İbn Haram (radıyallahü anh), "Düşmanın karşısında Peygamberinizi ve milletinizi tek başına bırakıp gittiğiniz için, size Allah'ı hatırlatırım!" demiştir. İşte âyetteki "Onlara., denildi" ifâdesinden murad, Abdullah (radıyallahü anh)'ın bu sözüdür. "Allah yolunda muharebe edin, yahut müdafaa yapın" emrinden murad, "Eğer kalbinizde din ve İslâm sevgisi bulunuyorsa, din ve İslâm için savaşın; yok eğer böyle değilse kendinizi, ailenizi ve malınızı müdafaa etmek için savaşın" yani "ya dinin adamlarından, yahut dünyanın adamlarından olunuz" manasıdır. Süddî ve İbn Cüreyc, bunun "Bizimle birlikte savaşmıyorsanız bile, karartınızla (sayı çokluğu ile) bizi düşmanlara karşı müdafaa edin. Çünkü sayı çokluğu, heybetli ve azametli görünüşün sebeplerinden biridir. İlk izah, daha uygundur. Hak teâlâ'nın, "Allah yolunda muharebe edin, yahut müdafaa yapın" emri, onların dinî yöndeki arzularını, dünyevî arzularından öne aldıklarını açıkça göstermektedir ki bu da, müslümanın, her işinde dinini dünyasına takdim etmesi gerektiğine delâlet eder. Sonra Allahü Teâlâ, 'Onlar, "Biz muharebe bilseydik, elbette arkanızdan gelirdik " dediler. Onlar, o gün imândan ziyade küfre yakın idiler" buyurmuştur ki bu münafıkların verdikleri cevabı ifade etmektedir. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: 1- Bundan murad, "Bu iki ordu kesinlikle savaşmayacaklar, işte biz bundan dolayı geri döndük" manasıdır. 2- Bunun manası, "Biz, savaş denebilecek bir işin olduğunu bilseydik, sizin peşinizden gelirdik, yani bunu yapmak isteyenlerin yaptıkları vuruşmaya savaş denmez. Buna, olsa olsa, "insanın kendini tehlikeye atması" denilir" şeklindedir. Çünkü Abdullah münafığı, Medine'de kalıp Uhud'a çıkılmaması görüşünde idi. Bil ki bu sözden murad, birinci mana olursa, bu söz fasit olur. Çünkü dünya işlerinde "zannetme", bilme manasında kullanılır. Halbuki o günde savaşın olacağı emareleri apaçık ve ortada idi. Bu şekilde cevap veren o münafığa "O zaman, harpte kılıcını çekmiş birisini gördüğünde, onunla vuruşmaya yeltenmemen gerekir. Çünkü sen, onun savaşıp savaşmayacağını kesin bilmiyorsun" denilir. Dünyevî diğer işlerde de hüküm aynıdır. Halbuki aksine hak olan, muharebe emareleri zuhur ettiğinde, cihadın vacip olacağıdır.Müşrüklerin Uhud eteklerine kadar Medine'ye yaklaşmış olmalarından daha kuvvetli bir ernâre olamaz. Binâenaleyh münafığın bu şekildeki cevabı, alabildiğine âdî ve alçak olduğuna, ve bu cevaptan maksatlarının ya işi karıştırıp örtbas etme, ya da istihza etme olduğuna delâlet eder. Münafığın bu cevaptan maksadının, İkinci İzahtaki mana olması da bâtıldır. Çünkü Allahü teâlâ, müslümanlara yardım edip, ilâhî nusretini göndereceğini va'adedince, onların böyle bir savaşa çıkmaları, kendilerini tehlikeye atma olmaz. Onlar O Gün İmandan Ziyade Küfre Yakın İdiler Daha sonra Hak teâlâ, münafıkların bu cevabı verdikleri esnadaki hallerini beyân ederek, "Onlar, o gün imandan ziyâde küfre yakındılar" buyurmuştur. Bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır: Bu ifâde hakkında şu iki mana verilmiştir: 1- "Onlar, bu Uhud hadisesinden önce, kendilerinin mü'min olduklarını izhâr ediyorlardı ve küfürlerini gösteren bir emare de zuhur etmiyordu. Fakat ne zaman ki, mü'minlerin ordusundan ayrılıp döndüler, işte o zaman, kendilerinin mü'min zannedilmeleri halinden iyice uzaklaştılar. Bil ki onların, müslümanlara destek olmamaları müslüman olmadıklarını göstermez. Yine onların, "Biz, muharebe bilseydik, elbette arkanızdan gelirdik" demiş olmaları da, müslüman olmadıklarına delâlet eder. Çünkü biz bu sözün, ya müslümanlarla alay etmeye, ya da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözüne güvensizliğe delâlet ettiğini beyan etmiştik. Bunun her ikisi de küfürdür. 2- Bundan murad, "Onlar, imân ehlinden ziyâde kâfirlere yardım etmeye daha yakın idiler" manasıdır. Çünkü onların, çekip gitmek suretiyle müslümanların sayısını ve karartısını azaltmaları, müşrikleri destekleme manasına gelir. Âlimlerin pek çoğu, "Bu, Allah tarafından o münafıkların kâfir olduğu hususunda bir nasstır" demişlerdir. Hasan el-Basri, "Allahü teâlâ, "daha yakındır" dediğinde, bu onların müşrik olduklarını yakinen ortaya kor. Bu, Hak teâlâ'nın, "(Yüzbin hatta daha fazla)" (Saffat, 147) âyetinde olduğu gibidir. Binâenaleyh bu ziyâde oluşta herhangibir şüphe yoktur. Yine mükellef ya mü'mindir, ya da kâfirdir. Binâenaleyh âyet, daha yakın oluşu gösterince, bu onlarda küfrün olduğunu gösterir" demiştir. Vahidi, "el-Basît" adlı eserinde şöyle der: "Bu âyet, kelime-i tevhid getiren kimsenin küfre nisbet edilemiyeceğine, ve mutlak olarak onun kâfir olduğunun söylenemeyeceğine delildir. Çünkü Allahü teâlâ, onlar "Lâilâhe illallah, Muhammedur-resûlullah" (Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın resulüdür) dedikleri için, gerçekte kâfir olmalarına rağmen, mutlak olarak kâfir olduklarını söylememiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı" buyurmuştur. Bu ifâde, "Onların dilleri ve sözleri, kalplerinde olana terstir. Onlar, her nekadar dilleriyle iman ettiklerini söyleseler de, kalplerinde küfrü saklamaktadırlar" manasındadır. Hak teâlâ sonra da, "Allah, onların gizlediğini pek iyi bilmektedir" buyurmuştur. Buna göre eğer, "Bilinen birşey, iki bilen tarafından bilindiğinde, onlardan biri onu diğerinden daha iyi biliyor olamaz. Binâenaleyh âyetteki, "Allah daha iyi bilendir" ifâdesi ne manaya gelir?" denilir ise, biz deriz ki; Bundan maksad, Allahü teâlâ'nın, o durumların detayını, hiç kimsenin bilemeyeceği bir şekilde bitmesidir. Münafıkların, Müminleri Moral Yönünden Bozguna Sevketmeleri 168"Kendileri (evlerinde) oturdukları halde, kardeşlerine, "Eğer bizi dinieselerdi öldürülmezlerdi" diyen o adamlara de ki "Haydi öyle ise, ölümü kendi nefislerinizden geri çevirin, eğer sâdık kimselerseniz...". Bil ki Allahü teâlâ, "Biz muharebe bilseydik, elbette arkanızdan gelirdik" dediklerini naklettiği kimselerin, oturup kaldıkları ve geri kalışlarına hüccet getirdikleri gibi, başkalarını da geri koymaya çalışıp, bunun için de delil getirdiklerini anlatmıştır. Binâenaleyh Allahü teâlâ o kimselerin, kardeşlerine, "Harbe katılanlar bizim sözümüzü dinleselerdi, öldürülmezlerdi" dediklerini ve böylece, kâfirlere karşı savaşta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uymak niyetinde olanları ölümle korkuttuklarını nakletmiştir. Çünkü onlar, Uhud'da müslümanların başına gelen ölümleri biliyorlardı. İnsanların hayatı sevmelerinin, tabiatlarının gereği olduğu malumdur. Binâenaleyh böyle bir ölüm şüphesinin, onların kalplerine düşmesi, şeytanın verdiği bir vesvese gibi olur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âyetin başındaki (......) kelimesinin, cümle içindeki mahalli hususunda şu görüşler söylenmiştir: a) Bu ifâde sözünden bedel olarak mansubtur. b) ifâdesindeki cemî failden bedel olarak merfûdur. c) Mahzûf bir mübtedanın haberi olarak merîudur ve takdiri "Onlar şöyle şöyle olanlardır" şeklindedir. d) Zemm yerinde olarak zemme delâlet eden mahzuf bir fiille mansubdur, Müfessirler, bu âyetteki "diyenler"den muradın, Abdullah İbn Ubeyy ve onun taraftarları olduğunu söylemişlerdir. Esamm, bunun caiz olmayacağını söyleyerek şöyle demiştir: "Abdullah İbn Ubeyy, Uhud günü Hazret-i Peygamber'le beraber cihada çıkmıştı. Bu söz ise savaşa katılmayanlar hakkındadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Kendi (evlerinde) oturdukları halde, kardeşlerine... eğer oturma hususunda bizi dinleselerdi, öldürülmezlerdi" buyurmuştur ki, bu söz savaşa çıkanlar ile, bundan sonra onları cihaddan çevirme konusunda bir şüphe meydana getirmek için, cihada çıkmaya niyetli ve azimli olan kimseler için, cihada katılmayanların cihaddan sonra söylemiş oldukları bir sözdür." (......) ifâdesinin manası, "yani, kardeşleri için dediler" demektir. Bu kardeşliğin, neseb bakımından; veyahut da aynı memleketten olma veyahut Hazret-i Peygamber'e düşman olma, ya da putlara ibâdet etme hususundaki müştereklik sebebiyle meydana gelmiş olan kardeşlik olduğuna dair izah daha önce geçmişti. Allah en iyisini bilendir. Vahidî şöyle demektedir: "Hak teâlâ'nın, "Ve oturdular" ifâdesinin başındaki vâv, haliyye vâvıdır. Bu oturup kalmanın manası, cihâda katılmama, cihada karşı oturup kalma demektir. Yani, "Uhud'da öldürülenler, bizim oturduğumuz gibi otursalar, bizim yaptığımız gibi de yapsalardı, kurtulurlar ve öldürülmezlerdi." Sonra Cenâb-ı Hak buna, "Deki: "Haydi öyle ise, ölümü kendi nefislerinizden geri çevirin, eğer sâdık kimselerseniz!" diyerek cevap vermiştir. "Ölümü Kendinizden Uzaklaştırın!" Emrinin Mânası Eğer, "Aradaki fark açık olmasına rağmen, bu şekilde istidlal etmenin manası nedir? Öldürülmekten sakınmak mümkündür, ama ölümden sakınmak kesinlikle mümkün değildir" denilirse, cevaben deriz ki: Allahü teâlâ'nın zikretmiş olduğu bu delil, ancak biz kaza ve kadere inanıp, onu itiraf ettiğimiz zaman söz konusu olur. Bu böyledir, çünkü biz var olan her şeyin, ancak Allah'ın kaza ve kaderiyle meydana geldiğini söylediğimiz zaman, bir kâfirin bir müslümanı ancak Allah'ın kaza ve kaderiyle öldürebileceğini itiraf etmiş oluruz. Bu durumda da, öldürülme ile ölüm arasında geriye herhangi bir fark kalmaz. İşte bundan dolayı, böyle bir istidlal doğru olur. Ama biz, kulun fiilinin Allah'ın takdiri ve kazasıyla olmadığına hükmettiğimiz zaman, ölümle öldürülme arasındaki fark, sizin bahsetmiş olduğunuz, şekil bakımından açık ve zahir olur. Bu da, Allahü teâlâ'nın bahsetmiş olduğu delilin bozukluğu neticesine götürür. Böyle bir neticeye ulaştıranın ise bâtıl olacağı herkesin malûmudur. Binâenaleyh, bu âyetin bütün her şeyin Allah'ın kaza ve kaderiyle meydana geldiğine delâlet ettiği sabit olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer sadık kimselerseniz" buyruğuna gelince, yani "Eğer siz kötülüklerden sakınma, gayelere nail olma ile meşgul olmanız hususunda sadık, doğru kimseler iseniz..." demektir. Allah Yolunda Öldürülenler Ölü Değildir 169Âyetin tefsiri için bak:170 170"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanma. Bilakis onlar, Bableri katında diridirler, Allah'ın lütf-u inayetinden kendilerine verdiği şeyler ile sevinerek, rızıklanırlar. Arkalarından henüz onlara katılamayanları da: "Onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir" diye müjde vermek isterler". Bil ki münafıklar, Uhud gününde cihada çıkanlar hakkında söyledikleri gibi, "Cihad öldürülmeye yol açar, öldürülmek ise hoş bir şey değildir. Binaenaleyh, cihaddan sakınmak gerekir" demek suretiyle, savaşa katılma hususunda arzulu olanları geri bırakınca, Allahü Teâlâ onların, "Cihâd, öldürülmeye yol açar" sözlerinin, ölümün Allah'ın kaza ve kaderiyle meydana geldiği gibi, öldürülmenin de ancak Allah'ın kaza ve kaderiyle meydana geleceğini bildirerek, bu sözlerinin bâtıl olduğunu beyan buyurmuştur. Binaenaleyh, Allah'ın öldürülmesini takdir ettiği kimsenin, ondan sakınması mümkün değildir. Öldürülmesini takdir etmediği kimselerin de, öldürülme endişeleri olmamalıdır. Sonra Cenâb-ı Hak onların o şüphesine bu âyette, başka bir cevapla cevap vererek şöyle demiştir: "Biz Allah yolunda öldürülmenin istenmeyen bir şey olduğunu kabul etmiyoruz. Hem bu nasıl söylenebilir ki? Çünkü Allah, yolunda öldürülen kimseyi, ölümünü müteakip diriltir, ona hususî olarak bir yakınlık ve ikram dereceleri ihsan eder, yine ona çeşitli rızıkların en üstününü verip onu sevinç ve sürür derecelerinin en yücesine ulaştırır. Binaenaleyh, hangi akıllı bu şekilde öldürülmenin kötü olduğunu söyleyebilir? Âyetin, kendisinden önceki âyetlerle münasebeti, işte budur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu âyet, Bedir ve Uhud şehidleri hakkında nazil olmuştur. Çünkü bu âyet nazil olduğunda, bu iki meşhur günde öldürülenlerin dışında başka bir şehid yok idi. Münafıklar da, müslümanlardan bu iki günde öldürülenler gibi öldürülmesinler diye, mücahidleri cihaddan uzaklaştırmak, nefret ettirmek istiyorlardı. Halbuki Allahü Teâlâ, müslümanları bu iki günde cihad edip öldürülen kimselere benzemeye, onlar gibi olmaya davet etsin diye, bu iki günde öldürülenlerin fazilet ve mertebelerini beyan etmiştir. Sözün özü şudur: Cihadt terkeden kimse, dünya nimetlerine bazan ulaşır, bazan da ulaşamaz. Ulaştığının farzedilmesi halinde bile, bu dünya nimetleri önemsiz ve geçicidir. Savaşa yönelen kimseler ise, kesinlikle âhiret nimetlerine nail olur. Bu nimet büyük bir nimettir. Büyüklüğünün yanında da, devamlı ve ebedîdir. Durum böyle olunca, cihada katılmanın, onu bırakıp katılmamaktan daha efdal olduğu ortaya çıkmış olur. Bil ki âyetin zahiri, Allah yolunda öldürülenler o kimselerin diri olduklarına delâlet etmektedir. Bu "diri olma" ile, ya hakîki mana veya mecazî mana murad edilmiştir. Bundan hakiki mananın murad edilmesi halinde onlar ya âhirette diri olacaklar, yahut da şu anda diridirler. Şu anda diri olmalarının murad edilmesi halinde, bundan murad ya ruhani, yahut da cismani bir hayatı kabul (isbat) etmektir. İşte bu âyet hakkında zikredilmesi mümkün olan derli toplu mana bunlardır. Mutezileye Göre Şehitlerin Diriliği Ahirettedir Birinci ihtimal: Âyeti, "Onlar âhirette diri olacaklar" şeklinde tefsir etmektir ki, bu görüşü Mutezile kelâmcılarından bir grup benimsemiştir. Meselâ, Ebu Kasım el-Kabî bunlardandır. O, şöyle demektedir: "Çünkü Allah'ın kendilerinden bahsetmiş' olduğu o münafıklar, "Muhammed'in arkadaşları, kendilerini ölüme atıyorlar. Böylece de öldürülüyorlar, böylece de hayatlarını tam yaşayamayarak herhangi bir hayra da ulaşamıyorlar" diyorlardı. Onlar bunu, öldükten sonra dirilmeyi ve âhiret hallerini inkâr ettikleri için söylüyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak onları tekzib etmiş, bu âyeti ile de, Allah yolunda öldürülen o kimselerin diriltileceklerini, rızıklandınlacaklarım ve kendilerine çeşitli ferah, neşe ve mutlulukların ulaştırılacağını beyan buyurmuştur. Mutezilenin Bu Fikrinin Yanlışlığının Delilleri Bil ki, Kabî'nin bu görüşü bize göre yanlıştır. Bunun böyle olduğunun delilleri ise şunlardır: Birinci hüccet? Hak teâlâ'nın, "Bilâkis onlar, diridirler" ifâdesinin zahiri onların, bu âyet nazil olduğu zaman diri olduklarını gösterir. Binaenaleyh bundan sonra âyeti, onların "âhirette dirilecekleri" manasına hamletmek, âyetin zahirini terketmek demektir. İkinci hüccet: Rahmet, fadl ve ihsan tarafının azâb ve ceza tarafından daha müreccah olduğu hususunda hiçbir şüphe yoktur. Allahü Teâlâ, azâb görecek kimseler hakkında, onlara azâb etmek için kıyametten önce onları dirilttiğini belirtmiştir. Çünkü O, "Suda boğuldular. Ardından da bir ateşe atıldılar" (Nûh, 25) buyurmuştur ki, ifâdesinin başındaki fâ harfi, takîbiyye harfidir. Onlara azâb etme, hayat şartına bağlanmıştır. Yine Cenâb-ı Hak, "Onlar, sabah aksam ateşe arzolunacaklar (ateşe karşı tutulacaklar)" (Gafir, 45) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak kıyametten önce, kendilerine azâb etmek için, azâb edeceği kimseleri diriltince, O'nun kendilerine ihsanda bulunup mükâfaat vermek için, mükâfaatı haketmiş kimseleri kıyametten önce diriltmesi daha evlâ olur. Üçüncü hüccet: Şayet Cenâb-ı Hak, "Onları, cennette öldükten sonra dirilteceği zaman diri yapacağını" kastetmiş olsaydı, O, Hazret-i Peygamber'e, Hazret-i Peygamber'in bütün mü'minlerin böyle olacağını bilmesine rağmen, "sakın sar.ma" demezdi. Ama biz bunu, kabir mükâfaatı manasına hamlettiğimizde, Cenâb-ı Hakk'ın resulüne "sakın sanma" demesi güzel ve yerinde olur. Çünkü belki de Peygamber, Allahü Teâlâ'nın, kendisine itaat edip ihlaslı olanları böyle bir şerefle teşrif edeceğini bilmiyordu. Halbuki Allahü Teâlâ onları, kendilerine mükâfaatlarını ulaştırmak için, kıyametten önce diriltir. Buna göre şayet, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her ne kadar onların, Öldükten sonra diriltilme sırasında Rableri katında diriltileceklerini bilse bile, ama ne var ki O, onların cennetliklerden olacaklarını bilmeyebilirdi. Binâenaleyh, Allahü Teâlâ'nın peygamberini, onların dirilecekleri ve mükâfaat ve sürûrlara gark olacaklarını belirtmek suretiyle müjdelemiş olması caizdir" denilirse, biz deriz ki: Hak teâlâ'nın, "Sakın saramı" ifâdesi, ölümü içine almaktadır. Çünkü Hak teâlâ, "Allah yolunda öldürülenleri, sakın ölüler sanma" buyurmuştur. Binaenaleyh, böyle bir zannı ortadan kaldıracak şey, onların şu anda diri olmalarıdır. Çünkü burada, onların kıyamette diri olacakları hususunda bir şüphe yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sevinerek, rızıklanırlar...' ifâdesi mübtedânın haberidir. Bu, sanma ile uzaktan ve yakından herhangi bir alâkası yoktur. Böylece bu soru kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Dördüncü hüccet: Cenâb-ı Hak, "Arkalarından henüz kendilerine katılmayanları da., diye müjde vermek isterler" buyurmuştur. Onlara katılmayanların, mutlaka dünyada bulunmaları gerekir. Binâenaleyh, onların dünyada bulunan kimseleri müjdelemek istemelerinin, mutlaka kıyametin kopmasından önce olması gerekir. Müjdelemek işi ise, mutlaka bir hayat ve dirilikle mümkün olabilir. Binaenaleyh bu da, onların kıyametten önce diri olduklarına delâlet etmektedir. Bu istidlalimiz hakkında, ileride zikredilecek olan başka bir mesele gelecektir. Beşinci hüccet: İbn Abbas (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şehidlerin sıfatı hakkında şöyle dediğini söylemiştir: "Şehidlerin ruhları, yeşil kuşların içlerindedir. Bu kuşlar cennet nehirlerinin kenarlarına konar, cennet meyvelerinden yer, istedikleri yerlerde gezer dolaşır ve arşın altında, altından kandillere sığınırlar. Şehidler, meskenlerinin, yiyecek ve içeceklerinin güzelliğini ve hoşluğunu görünce, şöyle derler: "Keşke kavmimiz, cihâd konusunda arzulu ve İstekli olmaları için, bizim içinde bulunduğumuz nimetleri ve Allah'ın bize nasıl muamele ettiğini bilseler!" Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Kardeşlerinize, ben sizin namınıza haber verir ve onlara arzunuzu ulaştırırım" deyince, onlar buna son derece sevinirler ve mutlu olurlar. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu âyeti indirdi." Abdullah İbn Mesûd (radıyallahü anh)'a bu âyet hakkında sorulduğunda o şöyle dedi: Onu biz de sorduk, bunun üzerine bize şöyle denildi: "Şehidler, yeşil bir kubbe altında, cennet kapısında bir nehir kenanndadırlar." Başka bir rivayete göre ise, yeşil bir bahçe içindedirler. Câbir İbn Abdullah'dan Hazret-i Peygamberin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İyi bil ki, Uhud gününde başına gelenden ötürü, Allah'ın, babanı dirilterek, "Ey Abdullah İbn Amr, sana ne yapmamı istersin?" dediğini, bunun üzerine Abdullah'ın da, "Ya Rabbi, beni dünyaya göndermeni ve senin uğrunda yeniden öldürülmeyi arzu ediyorum" dediğini sana müjdeliyorum..." Bu konudaki rivayetler, nerdeyse tevatür derecesine varmıştır. Binâenaleyh, bu nasıl inkâr edilebilir? Kâbı, bu rivayetleri tenkid ederek şöyle demiştir: "Bu caiz değildir; çünkü ruhlar nimetlenmezler. Nimetlenecek olan, kendisinde ruh bulunduğu zaman, ancak bedendir, ruh değildir. Bedene nısbetle ruhun yeri, bedenin kuvveti durumundadır. Yine, rivayet edilen haberin zahiri, bu ruhların kuşların kursaklarında bulunmasını gerektirir. Yine bu haberin zahiri, o ruhların cennet nehirlerinin kenarında bulunmalarını., cennetin meyvelerinden yemelerini ve istedikleri yerlerde gezip dolaşmalarını gerektirir. Bu ise, onların kuşların kursaklarında bulunması keyfiyyetine ters düşer." Buna şu şekilde cevap verilir: Birinci tenkidiniz, ruhun cisimle kaim olan bir araz olduğu görüşüne bina edilmiştir. Biz durumun böyle olmadığını beyân edeceğiz. İkinci tenkidinize gelince, bu da kabul edilemez. Çünkü, bu gibi kelimelerden maksad. çeşitti rahatlık ve sürürların bulunmasını; hiçbir korku ve âfetin mevcut olmamasını kinaye yoluyla anlatmaktır. Bu ihtimal hakkında sözün özü budur. Şehidlerin Şimdi Diri Olmaları İkinci ihtimal, bundan maksat, şehidlerin şu anda diri olmalarıdır. Bu görüşte olanlardan bazıları, bu hayat sahibi olmanın, ruh için olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da bu hayat sahibi olmanın, beden için olduğunu söylemişlerdir. Bu konuya girmeden önce, bir mukaddime yapmak gerekir. Bu mukaddime de şudur: İnsan şu bünyeden ibaret değildir. Bunun böyle olduğunun delili şu iki husustur: a) Bu bünyenin cüzleri, bir erime, çözülme ve değişime uğrama içindedirler. Halbuki insan denince, ömrünün başından sonuna kadar aynı kalan bir varlık hatıra gelir. Devamlı kalan, değişime uğrayandan başkadır. Bizim bu söylediğimizi şu husus da te'kîd eder: İnsan bazan gürbüz olur, bazan da zayıflar. İşin başında bedeni küçüktür; sonraysa büyür ve gelişir. Şüphe yok ki her insan, ruhunda, kendisinin ömrünün başından sonuna kadar tek bir şey olduğunu hisseder. Böylece de, bizim söylediğimiz şey doğru olur. b) İnsan, bazan, bütün uzuv ve cüzlerinden gafil, bihaber olduğu halde, kendi varlığını hisseder, bilir. Bilinen bilinmeyenden başkadır. Binaenaleyh, bu iki izahla da, ruhun hissedilen bu bedenden başka bir şey olduğu ortaya çıkar. Daha sonra bunun, ateşin kömüre, yağın susama ve gülsuyunun da güle sirayet etmesi gibi, bu bedene sirayet etmesi gibi hususî bir madde olması da muhtemeldir. Yine ruhun, kendi kendine kaim bir cevher olması, ne cisim, ne de cisime dahil bulunmaması da muhtemeldir. Bu her iki görüşe göre de, beden öldüğü zaman bu şeyin ondan diri olarak ayrılması uzak bir ihtimal olmaz. Biz, onu Allah'ın öldürdüğünü söylesek de Cenâb-ı Hak ona yeniden hayat verir. Bu izaha göre de, bu âyette olduğu gibi, kabirdeki mükâfaat hakkındaki şüpheler tamamen zail olur. Keza, "Suda boğuldular. Ardından da bir ateşe atıldılar" ınüh, 25) buyruğunda da belirtildiği gibi, kabir azabı ile ilgili bütün şüpheler de ortadan kalkmış olur. Böylece de, bizim anlattıklarımızla, bu meselede bir imkânsızlığın olmadığı ortaya çıkmış oldu. Âyetin zahiri de buna delâlet etmektedir. Binâenaleyh, bu kanâate varmak gerekir. Bizim söylediğimiz bu hususu Kur'ân, hadis ve akıl da teyid etmektedir. Ölümden Sonra Ruh Hayatının Devamına Dair Âyetler Kur'ân'dan delillere gelince, bunlar pekçok âyettir; a) "Ey itminâne ermiş olan ruh! Dön Rabb'ine, sen O'ndan razı, O da senden razı olarak.. Haydi git kullarımın içine, gir cennetime..." (Fecr. 27-30) âyetidir. Cenâb-ı Hakk'ın "Dön Rabb'ine" emrinden maksadın ölüm olduğunda şüphe yoktur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Haydi gir kullarımın içine" buyurmuştur ki, bu kelimenin başındaki fâ harfi, böyle bir hayatın, ölümün akabinde olacağına delâlet etmektedir ki, bu da bizim söylediğimize delâlet eder. b) "Nihayet herhangi birinize ölüm geldi mi, elçilerimiz hiçbir şeyi eksik yapmaksızın onun ruhunu alırlar" (Enam. 61) buyurmuştur ki, bu da bedenin ölümüdür. Bu ifâdenin peşinden Cenâb-ı Hak, "Sonra bunlar, Hak olan mevlâlarına, Allah'a döndürülmüşlerdir" (Enam, 62) buyurmuştur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "döndürülmüşlerdir" buyruğundaki vâv harfinin (zamirin) mercii, ruhlardır. Bu, ancak kendine ve zâtına mahsus bir hayat ile olabilir. Böylece bu, onun (ruhun) bedenin ölümünden sonra da devam ettiğine delâlet etmiştir. c) Hak teâlâ'nın, "Şimdi, eğer o, mukarreblerden ise, (onun nasibi) artık rahatlık, güzel rızık ve Nâim cennetidir" âyetidir, "Artık rahatlık" kelimesinin başındaki takibiyye fası, rahatlığın, güzel rızkın ve Naîm cennetinin ölümün peşinden tahakkuk edeceğine delâlet eder. Ölümden Sonra Ruh Hayatının Devamına Dair Hadisler Bu hususun hadisten delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kim ölürse, onun kıyameti kopmuştur" şeklindeki hadisidir. Bu ifâdenin, başındaki fâ da, takibiyye fası olup, herkesin kıyametinin ölümünden sonra olacağına delâlet etmektedir. Büyük kıyamete gelince bu, Allah'ın katında malum olan bir zamanda vuku bulacaktır. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kabir, cennet bahçelerinden bir bahçe; veyahut da cehennem çukurlarından bir çukurdur" Tirmizî, Kıyame, 26 (4/640). buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Bedir gününde, şehid edilen kimselere seslenerek, "Siz de Rabb'inizin va'adettiginigerçek olarak buldunuz mu?" (A'raf, 44) dediği; bunun üzerine de kendisine, "Ya Resûlallah, onlar ölüdürler. Binâenaleyh sen onlara nasıl seslenebiliyorsun?" denildiğinde O'nun, "Onlar, sizden daha iyi duyarlar" dediği, veyahut da bu anlamda bazı ifâdeler söylediği rivayet edilmiştir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ın velileri ölmezler; ama onlar, bir evden (dünya) başka bir eve (âhiret) nakledilirler" buyurmuştur. Bütün bunlar, nefislerin (ruhların), bedenlerin ölümünden sonra da devam ettiklerine, yaşadıklarına delâlet eder. Öldükten Sonra Rûh Hayatının Devamına Dair Aklî Deliller Aklî delillere gelince, bunlar birkaç tanedir: a) Uyku zamanı beden zayıflar. Bedenin zayıflaması ise ruhun zayıflamasını gerektirmez. Bilâkis uyku esnasında ruh kuvvetlenir ve çeşitli halleri müşahade edip bazı gayblara muttali olur. Bedenin zayıflaması ruhun zayıflamasını gerektirmeyince, bu durum beden öldükten sonra ruhun ölmediği şeklindeki zannımızı kuvvetlendirir. b) Fikirlerin çokluğu, dimağın kurumasına bir sebeptir. O'nun kuruması ise, ölüme sebebiyet verir. Bu fikirler, nefsin ilâhi bilgilerle kemâle ermesinin sebebidir. Bu, ruhun son derece kemâle ermesidir. Binâenaleyh ruhun kemâle ermesine vesile olan şey, , ıynı zamanda bedenin noksanlaşmasına bir sebeb teşkil etmektedir. Bu da, ruhun bedenin ölümü ile ölmediği şeklindeki zannımızı kuvvetlendirmektedir. c) Ruhun halleri, bedenin hallerinden farklıdır. Çünkü ruh, ilâhi marifet ile sevinir ve güzelleşir. Bunun böyle olduğunun delili, "Haberiniz olsun ki kalpler ancak zikrullah ile yatışır, rahatlar" (Rad, 28) âyetidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Ben Rabb'imin yanında geceliyorum. O, bana yedirip İçirir" Buhâri, Temenni, 9; Müslim, Sıyâm, 57-58 (2/774-775). buyurmuştur. Bu yiyip içmenin, marifetullah, muhabbetullah ve gayb âlemlerinin nurları ile nurlanmaktan ibaret olduğunda bir şüphe yoktur. Biz de insanların, bir hükümdara hizmet ettiği, bir makamı ele geçirdiği, veyahut da sevgilisine kavuştuğu için ileri derecede bir sevinç hissettiklerinde, yemeyi içmeyi unutup, yemeye içmeye davet edildiklerinde, kalplerinde ona karşı aşın bir nefret duyduklarını görüyoruz. Marifetutlaha iyice dalmış olan arifler, kendilerinde böyle bir nurun parıldadığını ve böyle bir sırrın kendilerine açıldığını hissettiklerinde, açlık ve susuzluğu kesinlikle duymazlar. Velhasıl ruhanî saadetler, bedenî saadetlere âdeta zıttır. Bütün bu hususlar, ruhun bağımsız olup bedenle bir alakası olmadığına galib bir zan ile hükmetmeyi gerektirir. Bu böyle olunca, bedenin ölümü ile ruhun da ölmemesi gerekir. Bu noktada, ikna edici bu deliller kifayet etsin. Bil ki bu kaide iyice yerleştiğinde, kabir mükâfaatı ve azabı hakkında Kur'ân'da bulunan âyetlerin delâletine dair şüphe ve müşkilatlar ortadan kalkar. Bu kaideyi böylece kavradığın zaman biz deriz ki: Bazı müfessirler, şehidlerin ruhlarının, kıyamete kadar Arş'ın altında her gece rükû ve secde ederek, diri olarak kalacaklarını söylemişlerdir. Bunun delili, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadis-i şerifidir: "Kul, şeddede iken uyuyup kaldığı zaman, Allahü teâlâ onunla meleklerine karşı övünür ve "Şu kuluma bakınız. Onun ruhu benim yanımda, bedeni de benim hizmetimde.. "der.' Bil ki Hak teâlâ, ' Bilâkis onlar, Rableri katında diridirler" âyeti de, bu gerçeğe delâlet etmektedir. "katında" lafzı bu âyette zikredildiği gibi, "O'nun katındaki (melekler). Ona ibâdet etmekten asla kibirlenmezler ve yorulmazlar" (Enbiya. 19) âyetinde de meleklerden bahsedilirken zikredilmiştir. Allah katında bulunmalarından dolayı melekler için hasıl olan saadeti anladığın zaman, yine Allah katında bulunmalarından dolayı şehidler için de böyle bir saadetin olacağını anlarsın. İşte bütün bunlar, akla âhiret marifetinin kapılarını açan izahlardır. Şehidlerin Bedenleriyle Mükâfaatlandırılmalarında Mevcut Müşkilat Üçüncü İhtimal, bu âyetin tefsiri hususundaki bu ihtimal, bu hayatın bedenler için söz konusu olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. Bu görüşü benimseyenler de kendi aralarında ihtilaf etmişler ve bazıları şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, şehidlerin bedenlerini göklere, Arş'ın altındaki kandillere doğru yükseltip onlara çeşitli ikram ve saadetler vermiştir." Bazıları da, "Cenâb-ı Hak, bu bedenleri yeryüzünde bırakmış ve onları orada dirilterek bu saadetleri onlara vermiştir" demişlerdir. Bazı âlimler bu görüşü tenkid ederek şöyle demişlerdir: "Biz bu şehidlerin bedenlerini kurtların kuşların yediğini görüyoruz. Bu durumda, yâ Hak teâlâ'nın, o bedenleri o yırtıcı hayvanların karınlarında diriltip, onlara oralarda bu mükafaatları ulaştırdığı söylenir; yahut da yırtıcı hayvanların karınlarındaki bu parçaların, oralardan ayrıldıktan sonra Allahü teâlâ'nın onları yeniden biraraya getirip birleştirerek hayat verip mükafaatlarını verdiği söylenebilir ki bütün bunlar uzak ihtimallerdir. Bir de biz, bazan öldürülen bir insanın cesedinin bozulup çürüyünceye ve ondan cerahat ve irin akıncaya kadar günlerce öyle kaldığını görüyoruz. Binâenaleyh biz onun canlı, çeşitli nimetlerden istifade eden, akıllı ve bilgili bir varlık olduğunu mümkin görürsek, saçma sapan konuşmuş oluruz. Dördüncü İhtimal: Âyetin tefsirinde bir izah da şöyle dememizdir: Onların diri olmalarından maksad, onlarda hayatın bizzat bulunması değildir. Aksine bundan maksad, bazı mecazi manalardır. Bunu şu şekillerde açıklayabiliriz; 1- Esâmm el-Belhî şöyle demiştir: "Ölen, dinî bakımdan çok önemli bir kişi olup, kıyamet günü akıbeti de sevinç, mutluluk ve izzet-u ikram olunca, onun için, "O diridir, ölmemiştir" denilebilir. Nitekim kendisine hiç faydası olmayan ve kendisinden hiç kimsenin istifâde edemediği câhil bir kimse hakkında da, "O ölüdür, diri değildir" denilir. Yine bu, ahmak kimse için "O bir eşektir"; eziyet veren kimse hakkında da "O bir canavar" denilmesi gibidir. Rivayet olunduğuna göre Abdulmelik İbn Mervan, Zührî ile tanışıp, onun anlayışını ve ilmî seviyesini farkedince ona, "Senin gibilerini halef bırakan kimseler ölmez" demiştir. Özet olarak, insan ölüp geride güzel bir övgü ve güzel bir nam bıraktığı zaman, onun hakkında mecazî olarak, şüphe yok ki "O ölmedi, diridir" denilir." 2- Bazıları, bu mecazi mananın "Onların bedenleri kabirlerinde bozulmadan kalır ve toprağın altında kesinlikle çürümez" şeklinde olduğunu söylemiş ve rivayet olunan şu hadiseyi buna delil getirmişlerdir: Muaviye (radıyallahü anh), şehidlerin kabirlerinin bulunduğu yerde bir su kaynağı bulmak istedi ve "Kimin bu yerde bir ölüsü varsa, onu buradan çıkarsın" diye ilân edilmesini emretti. Câbir der ki: "Bunun üzerine, biz oraya gidip ölülerimizi, bedenleri hala ter-ü taze olduğu halde çıkardık. Hatta onlardan birinin parmağına toprağı eşeleyen bel takılınca parmaktan kan damladı." 3- Onların diri olmalarından maksad, ölenlerin yıkandığı şekilde onların yıkanılmamalarıdır. Bu âyet hakkında söylenilenlerin tamamı işte budur. Mahlükatın sırlarını en iyi bilen Allah'tır. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Âyetteki "Sakın sanma" ifâdesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e veya herkese bir hitaptır. Bu ifâde (......) şeklinde de okunmuştur ki, bu okuyuşa göre şu manalar verilmiştir: a) Allah'ın Resulü sanmasın..."; b) "Hiçbir sanan sanmasın.."; c) "Allah yolunda canlarını verenler, kendilerini ölüler sanmasınlar." Bu kelime sin harfinin fethasıyla okunmuştur. İbn Âmir, şeddeli olarak (......) şeklinde okurken; diğer kıraat imamları, şeddesiz olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Âyetteki "Bilakis onlar... diridirler buyruğu hakkında Vahidî, "Bu kelâmın takdiri, 'Bilâkis onlar diridirler" şeklindedir" demiştir. Keşşaf sahibi "Aksine onları diriler san" manasında olmak üzere bu kelimenin mansub olarak şeklinde de okunduğunu söylemiştir. Ben derim ki, Zeccâc şöyle diyor: "Eğer bu kelime mansub olarak (......) şeklinde okunacak olsaydı, o zaman, "aksine onları diriler san, zannet!" manasında olması caiz olurdu." Ebû Ali el-Farisî, bu hususu tenkid ederek şöyle der: "Bu caiz değildir, çünkü bu, şüpheye düşmeyi emretmektir. Şüpheyi emretmek ise, Allah için caiz değildir. "Hisbân" masdarını ilim manasına almak, onunla tefsir etmek caiz değildir. Çünkü, dilcilerden hiçbiri bunu söylememiştir." Zeccâc, el-Farisî'ye cevap vererek şöyle diyebilir: "Hîsbân" şekk değil, zan demektir. O halde daha niçin, "Allah'ın zannı emretmesi caiz değildir" demediniz? İçtihad edilen bütün hususlarda Allah'ın mükellef tutması da, ancak zan ile değil midir?" Ben derim ki, Zeccâc ile Ebû Ali el-Farisî arasında cereyan eden bu münazara, bu ifâdenin nasb ile (......) şeklinde okunmayacağına delâlet eder. Hatta Zeccâc, bunun Arapçada bir izah tarzının bulunduğunu iddia ederken, el-Farisî bu hususta ona karşı gelmektedir. İ'rabda bir izah şekli, bir vechi bulunan her bir tarzda okumak (kıraat etmek) caiz değildir. "Allah İndinde" Tabirinin Manası Hak teâlâ'nın, "Rableri katında" buyruğu hakkında da şu izahlar bulunmaktadır: a) "Onlara, Allah'tan başka hiç kimsenin ne bir fayda, ne de bir zarar veremiyeceği bir yerdedir.." demektir. b) "Onlar, Rableri katında dindirler..." Yani "Onlar, Rablerinin ilmine ve hükmüne göre diridirler." Bu, "Bu mesele Şafiî nezdinde, ona göre böyledir. Ebû Hanife nezdinde, ona göre ise, bunun aksinedir" denilmesi gibidir. c)kelimesi, yakınlık ve ikramda bulunma manasındadır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun katındaki (melekler), O'na ibâdet etmekten asla kibirlenmezler.." (Enbiya, 19)ve "Rabb'in katında olanlar..." (Fussilet, 38) âyetlerinde olduğu gibidir. Şehidlerin Rızıklandırılmaları Hak teâlâ'nın, "Allah'ın lütf-u inayetinden kendilerine verdiği şeyler ile sevinerek rızıklanırlar" cümlesine gelince, bil ki kelamcılar şöyle demişlerdir: "Sevap, saygt ile beraber bulunan katıksız ve devamlı olan bir menfaattir. Buna göre âyetteki, "rızıklamrlar" kelimesi, bu menfaata işarettir; "sevinerek" ifâdesi, bu saygı sebebi ile meydana gelen sevince işarettir." Hökemâ (feylosoflar) ise şöyle demişlerdir: "Kutsî ruhların cevherleri, ilâhi nurlar ile aydınlandığı zaman iki bakımdan sevinç duyarlar: a) Bu ruhların zatlarının, kutsî cilalar ve ilâhî marifetler ile parlaması, aydınlanması ve ışık saçar hale gelmesi bakımından; b) Onların, nur pınarına ve rahmet ile azamet kaynağına bakar hale gelmeleri bakımından..." Onlar şöyle devam etmişlerdir: "Ruhların, bu ikinci bakımdan duydukları neş'e ve sevinç, birincisinden duyduklarından daha ileri ve mükemmeldir. Binâenaleyh âyetteki "rızıklamrlar" kelimesi birinci dereceye, "sevinerek" kelimesi de ikinci dereceye işarettir. İşte Cenâb-ı Hak bundan dolayı, "Allah'ın lütf-u inayetinden kendilerine verdiği şeyler ile sevinerek..." buyurmuştur. Yani onların bu sevinçleri rızık sebebi ile değil, rızkın kendilerine verilmesi sebebiyledir. Çünkü rızık ile meşgul olan, kendisi ile meşgul olmuş olur. Fakat kendisine rızık verilmesine bakan kimse, rızkı veren ile meşgul olmuş olur. Hakkı, başka bir sebepten ötürü isteyen kimse, Hak'tan mahrum olur." Şehidlerin, Mücahidleri Müjdelemeleri Sonra Cenâb-ı Allah, "Arkalarından henüz onlara katılmayanlar hakkında da, "Onlara hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir" diye müjde vermek isterler" buyurmuştur. Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi, O'nun sözünden bedel olmak üzere, mahallen mecrurdur. Kelâmın takdiri ise, "Arkalarından henüz onlara katılmayan kimselere de, bir korku ve bir hüzün olmadığı müjdesini verirler" şeklindedir. Âyette birkaç mesele vardır: İstibşâr, müjdeleme ile tahakkuk eden sürür ve sevinç demektir. "İstif âl" babının aslı, fiili talep etmek ifâde eder. Binâenaleyh, müjde veren kimse, sürürü talep edip de, müjde ve beşaret ile onu bulan kimse demektir. Bil ki şehidlerin kıyamet gününden önce diri olduklarım kabul eden kimseler, bu âyeti başka şekillerde de açıklamışlardır: a) Şöyle denilmesidir: "Şehidler birbirlerine, "Biz falanca falanca kardeşlerimizi kâfirlerle savaşanlar safında bıraktık.. Binaenaleyh, eğer Allah dilerse onlar şehid edilirler, böylece de bizim elde ettiğimiz rızık ve ikramı onlar da elde etmiş olurlar" derler. İşte bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Arkalarından henüz onlara katılmayanlara da... müjde vermek isterler" âyetinden kastedilen de budur. b) Şöyle de denilebilir: "Kıyamet koptuktan sonra şehidler, cennete girdiklerinde, Allah'ın fazlından, kendilerine verdiği şeylerle sevinir, ve rızıklanırlar. Hak teâlâ'nın, "Arkalarından henüz katılmayanlar" sözüyle kastedilen de, şehidlerin derecesinde olmayan mü'min kardeşleridir. Çünkü, şehidler diğer mü'minlerden önce cennete girerler. Bunun delili ise, "Allah, savaşanlara oturanların üstünde daha büyük bir ecir vermiştir. Kendinden dereceler, mağfiret ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayın ve çok merhametlidir" (Nisa. 95-96) âyetidir. Böylece onlar, mü'minlerin varacakları yeri, onlar için hazırlanmış olan nimetleri görmeleri ve kendileriyle bir araya gelmeyi umdukları için sevinirler ve bu sebeple de gözleri aydın olur, gönülleri hoş olur." Bu, Ebû Müslim el-İsfehanî ile ez-Zeccâc'ın tercihidir. Bil ki birinci te'vil, ikincisinden daha kuvvetlidir. Çünkü ikincisinin neticesi, cennette bir araya gelmeleri sebebiyle, mü'minlerin birbirleriyle sevinç duymalarına dayanır. Bu ise, bütün mü'minleri içine alan bir husustur. Binaenaleyh, bunu şehidlere tahsis etmenin manası yoktur. Hem yine o şehidler, arkalarından henüz kendilerine katılmamış kimselerle sevinç duyup neşelenecekleri gibi, kendilerinden önce cennete giren kimseler vesilesiyle de, aynı şekilde sevinç duyarlar. Çünkü peygamberlerin ve sıddîklerin dereceleri, şehidlerin derecelerinin üzerindedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İşte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddîklerle, şehidlerle, iyi kullarla beraberdirler" (Nisa, 69) buyurmuştur. Bu takdire göre, tahsis yapmada herhangi bir fayda yoktur. Ama, âyeti birinci anlayışa göre tefsir edersek, bu takdirde, bu özelliği mücahidlere tahsis etmede en büyük fayda elde edilmiş olur. Binaenaleyh, bu daha evlâdır. Allah en iyisini bilendir. (......) (korku), gelecekte vaki olabilecek bir kötülüğün beklenmesinden ötürü hissedilir. Hüzün ise, geçmişte mevcut olan birtakım menfaatların elden kaçırılması sebebiyle hissedilir. Böylece, Hak Subhânehu ve Teâlâ, ilerde kıyametin hallerine dair gelecek şeyler hususunda onlar için bir korkunun söz konusu olmadığını ve dünya nimetlerinden kaçırıp elde edemedikleri şeyler hususunda da onlar için bir hüznün ve kederin söz konusu olmadığını beyan etmiştir. Şehidlerin İlahî Lütuf Sebebiyle Sevinmeleri 171"Onlar, Allah'tan olan bir nimetle, (hatta) daha fazlasıyla ve Allah'ın, müminlerin mükâfaatını zayi etmeyeceği müjdesiyle de sevinirler". Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Allahü teâlâ onların, daha önce zikredildiği üzere, kendilerine katılmayan kimselerle sevinç duyduklarını beyan buyurduğu gibi, onların nimetlerden rızıklanmaları sebebiyle de, kendilerinden, nefislerinden dolayı sevinç duyduklarını beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, "sevinirler" kelimesini tekrar getirmiştir. Çünkü birinci sevinç, arkalarından henüz kendilerine katılmayan kimselerin hallerinden dolayı; ikinci seviç ise, hassaten kendi durumlarından dolayı olmuştur. Buna göre şayet, "Onların, kendi hallerinin durumlarından dolayı sevindikleri zikredilmemiş miydi? Halbuki "ferah", "istibşâr" kelimesinin ifâde ettiği manayı ifâde eder..." denilirse, biz deriz ki: Bunun cevabı şu iki şekilde verilir: a) "İstibşâr"ın ifade ettiği ferahlık, en mükemmel seviyededir. Binaenaleyh, burada bir tekrar bulunmuş olmaz. b) "Ferah" ile murad edilen, o anda meydana gelen şeylerden duyulan sevinçtir. Halbuki, "istibşar"dan murad onların, âhirette kendileri için büyük bir nimetin tahakkuk edeceğini bilmeleriyle duyulan sevinçtir. "Allah'tan olan bir nimetle, (hatta) daha fazlasıyla.." ifâdesine gelince, "nimet", amellerin karşılığında elde edilen mükâfaattır. "Fazl" ise, ilâveten yapılan ihsan ve lütuftur. Âyet, onların, Kardeşlerinin mutluluğundan duydukları sevincin, kendi saadetlerinden duydukları sevinçten daha mükemmel ve fazla olduğuna delâlet eder. Çünkü, ilk önce zikredilen sevinç, kardeşlerinin durumlarından dolayı hissolunan sevinçtir. Bu da insanın, kardeşlerinin ve kendisine bağlı olanlarının durumlarının iyi olmasından dolayı duyacağı sevincin, kendi durumlarının iyi olmasından ötürü hissedeceği ferahlık ve sevinçten daha mükemmel ve tam olması gerektiğine dair Allahü teâlâ tarafından dikkat çekmedir. Allah Mü'minlerin Ecrini Zayi Etmez Cenâb-ı Hak sonra, "Ve Allah'ın, mü'minlerin mükâfaatını zayi etmeyeceği..." buyurmuştur ki, bu hususta birkaç mesele vardır: Kisaî, elif harfinin kesresiyle, müste'nef (başlayan) bir cümle olarak "Ve, muhakkak ki Allah.."; diğer kıraat imamları da, elifin fethasıyla, manasında olmak üzere, (......) şeklinde okumuşlardır ki, bu ikinci kıraate göre âyetin takdiri, şeklindedir. Birinci kıraat daha tam ve daha mükemmeldir. Çünkü bu kıraata göre istibşâr, sadece Allah'ın rahmeti ve fazlı ile olmuş olur. İkinci kıraata göreyse, "istibşâr-sevinme", Allah'ın rahmeti, fazlı ve mükâfaat elde etmekten dolayı olmuş olur. Şüphe yok ki, birinci makam daha mükemmeldir. Çünkü kulun, Allah'ın bizzat kendisini, O'nun rızasını elde etmekle meşgul olması, amelinin ücretini istemekle meşgul olmasından daha tam ve mükemmeldir. Bu âyetin maksadı, daha önce geçmiş olan şehidlere sevap ve büyük bir sürürün ulaştırılmasının, sadece onlara mahsus bir hüküm olmadığını; aksine her mü'minin bir miktar sevap ve ücrete müstehak olacağını beyan etmektir. Çünkü Allahü teâlâ mü'min kimseye, hakettiği mükâfaat ve ücretini ulaştırır, onu kesinlikle boşa çıkarmaz. Bize göre âyet, Cenâb-ı Hakk'ın, "ehl-i şataftan fasık olan kimseleri affedeceğine delâlet etmektedir. Çünkü o kimse imanı sebebiyle cennete girmeye müstehak olmuştur.Binaenaleyh, eğer o şahıs fasık olması sebebiyle cehennemde ebedî ve muhalled kalmış olsaydı, o kimseye imanının mükâfaatı ulaştırılmamış olurdu ki, bu durumda da Allah mü'min kimselerin iman etme ücretlerini zayi etmiş olurdu. Bu ise, âyetin ifâde ettiğinin aksine olan bir şeydir. Yaralı Durumda Bile, Hazret-i Peygamberin Savaş Çağrısına Uyanlar 172"Kendilerine yara isabet ettikten sonra, yine Allah'ın ve Peygamberin davetine İcabet edenler, (hele) içlerinde iyilik yapanlar ve müttakî olanlar için pek büyük bir mükâfaat vardır". Bil ki Allahü teâlâ, biri "Hamrâu'l-Esed", diğeri de "Bedru's-Suğra" diye bilinen iki savaştan dolayı mü'minleri medhetmiştir ki, bunların ikisi de Uhud savaşıyla irtibatlıdır. Hamrâu'l-Esed gazvesine gelince, insaallah anlatacağımız üzere, bu âyette kastedilen işte budur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetin başındaki (......) kelimesinin terkibdeki yeri hususunda şu görüşler ileri sürülmüştür: a) Zeccâc'ın görüşü olup, buna göre bu kelime mahallen merfû bir mübteda olup, haberi ise, "(hele) içlerinde iyilik yapanlar ve müttakî olanlar için pek büyük bir mükâfaat vardır" ifadesidir. b) Bu ifâde, mahallen mecrür olup, Âl-i İmran 171 âyetinin sonundaki (......) kelimesinin sıfatıdır. c) Bu ifâdenin, medihten dolayı mahallen mansûb olmasıdır. Âl-i İmran 172 Âyetinin Nüzul Sebebi Âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şu iki rivayet ileri sürülmuştur: a) En doğru olan bu rivayete göre, Ebu Süfyan ve arkadaşları, Uhud'dan dönüp Revhâ denilen yere vardıkları zaman pişman olarak şöyle demişlerdir: "Biz onların pekçoğunu öldürdük. Onlardan geriye pek az kimse kaldı.. O halde ne diye biz onların yakasını bıraktık?... Aksine, bizim yapmamız gereken, geriye dönüp onların kökünü kazımaktır.." Böylece onlar, geri dönmeye niyettendiler. Bu haber Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ulaşınca, kâfirleri korkutmak ve onlara, gerek kendisinin gerekse ashabının son derece güçlü olduğunu göstermek istedi. Bunun üzerine O, ashabını Ebu Süfyan'ı takibe çıkmaya teşvik etti. Ve şöyle dedi: "Ben-şu anda ancak, savaşta benimle beraber olanlarla takibe çıkmayı istiyorum..." Böylece Hazret-i Resul (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından bir toplulukla, Kureyş'i takibe çıktı. Rivayete göre bu topluluğun sayısı yetmiş kişi kadardı. Müslümanlar, Medine'ye üç mil mesafede olan Hamrâu'l-Esed mevkiine varınca, Allahü teâlâ müşriklerin kalbine bir korku saldı da, böylece müşrikler dağıldılar. Rivayet edildiğine göre, ashabın içinde, birbirlerini birer saat süreyle omuzlarında taşıyan kimseler vardı; bütün bunlar, yaralarının çok ve ağır olmasındandı. Yine onların içinde, birer saat süreyle birbirlerine dayanarak yürüyen kimseler de vardı.. b) Ebu Bekr el-Esamm şöyle demiştir: "Bu âyet, Uhud gününde nazil olmuştur. Ashâb, bozguna uğradıktan sonra, Hazret-i Peygamber'in yanına dönünce, Hazret-i Peygamber müslümanları, takib konusunda müşriklere karşı teşvik etti, Zaten Hazret-i Hamza (radıyallahü anh)'nın mübarek na'şına müsle (işkence) yapılmış olduğunu gördükten sonra onlar da "müsle" yapmaya niyetliydiler, ama Hazret-i Peygamber onları bundan men etmişti. Derken Allahü Teâlâ müşriklerin kalbine korku salmış, böylece dağılıp gitmişlerdi. Hazret-i Peygamber, Uhud'da şehid olanların cenaze namazını kılmış ve onları, kanlarıyla defnetmişti. Alimlerin rivayet ettiğine göre Safiyye, kardeşi Hamza'nın durumunu görmek için geldiğinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Zübeyr'e, "Onu bırakma da, kardeşine yapılmış olan "müsle"den dolayı feryâd ü figan etmesin" demiş, bunun üzerine Safiyye de, "Ona ne yapıldığına dair haber bana geldi. Bu, Allah'a itaat etmenin yanında önemsiz bir şeydir" deyince de, Hazret-i Peygamber Zübeyr'e, "Ona müsaade et de, kardeşine baksın" demiştir. Safiyye de, "Hayır!" dedi ve Hazret-i Hamza için Allah'tan mağfiret talebinde bulundu. Yine kocası, babası, kardeşi ve oğlu öldürülmüş bir kadın gelip de, Hazret-i Peygamber'in hayatta olduğunu görünce, "Artık bundan sonra hiçbir musîbetin önemi yoktur!" dedi.. Âyetin sebeb-i nüzulü hakkında söylenenler, işte bunlardır. Bu rivayetlerin ekserisi, birinci görüş üzeredirler. Âyette geçen, "icabet etti.." manasındadır. Hak teâlâ'nın, "Bana icabet etsinler" (Bakara, 186) emri de böyledir, (......)'nin bizzat İcabet etmek; (......) fiilinin de "icabet etmeyi istemek" mânasında olduğu söylenmiştir. Çünkü "istif'âl" vezninde aslolan, fiili talep etmek mânâsıdır. Buna göre mana, "Kendilerine çok ağır yaraların isabet etmesinden sonra bile, onlar icabet edip, emirleri konusunda Allah'a ve Resulüne itaat etmişlerdir..." şeklinde olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "(Hele) içlerinde iyilik yapanlar ve muttaki olanlar için pek büyük bir mükâfaat vardır" buyruğu hakkında iki mesele vardır: Hak teâlâ'nın bu beyânı hakkında şu izahlar yapılmıştır: a) Hak teâlâ'nın, "iyilik yapmak..." ifâdesinin içine, emredilenlerin tamamını tutmak; "muttaki olmak.." sözünün muhtevasına da, bütün menhiyyâttan kaçınmak dahildir. Bu iki husus yerine getirildiği zaman mükellef, büyük bir mükâfaata müstehak olur. b) "Onlar, o vakitte Allah'ın Resulüne itaat hususunda ihsanda bulunup icabet etmiş; Allah'ın Resulünden geri kalma hususunda Allah'tan ittikâ etmişlerdir." Bu Allah'ın Resulüne icabet etmelerinin vacip olduğunu gösterir. c) "Onlar, Allah'ın Resulüne göstermiş oldukları tâat konusunda ihsanda bulunup, bundan sonra herhangi bir menhiyyatı irtikâb etmekten de kaçınmış, sakınmışlardır." Keşşaf Sahibi, bu âyetteki harfi cerrinin "tebyîn" için olduğunu söylemiştir. Çünkü ihsanda bulunup ittika ederek Allah ve Resulüne icabet edenler, onların bir kısmı olmayıp hepsidir. 173Âyetin tefsiri için bak:174 174"Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine, "insanlar size karşı ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun" deyince, bu onların imanını artırdı ve "Allah bize yeter. O, ne güzel vekîldir" dediler. Bunun üzerine kendilerine hiç bir fenalık dokunmadan Allah'dan bir nimet ve lütuf ile geri geldiler. Ve, Allah'ın rızasına da uymuş bulundular. Allah, çok büyük lütfü inayet sahibidir". Âyette birkaç mesele vardır: Uhud'un Ertesi Senesinde iki Taraf Arasında Savaş Vaadi Bu âyet, Bedr-i Suğra (Küçük Bedir) savaşı hakkında nazil olmuştur. İbn Abbas şunu demiştir: Ebu Süfyân, Medine'den Mekke'ye dönmeye niyetlenince şöyle nida etti: "Ey Muhammed, buluşma vaktimiz Bedr-i Suğra mevsimi (vaktidir). İstersen o mevsimde savaşırız." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e, "De ki: "İnşallah bu aramızda böyle kararlaştırılmış olsun" dedi. Buluşma zamanı gelince Ebu Süfyan, kavmi ile birlikte harekete geçerek, Merru Zahran denilen yere gelip konakladı. Fakat Cenâb-ı Allah, kalbine bir korku verdi. Böylece geri dönme fikrine düştü. Derken, umreden dönen Nu'aym İbn Mes'ud el-Eşca'i ile karşılaştı ve ona, "Ey Nu'aym, ben Hazret-i Muhammed ile, Bedr-i Suğra vaktinde savaşma hususunda sözleşmiştim. Fakat bu sene, kıtlık senesidir. Bize, her halükarda ağaçlarda hayvanlarımızı yayacağımız ve süt içeceğimiz bir senede, (savaşmamız) uygun düşer. Bunun için geri dönmek istiyorum. Fakat Muhammed çıkar da, ben çıkmamış olursam, bundan dolayı onun cüreti artar. Binâenaleyh sen Medine'ye git ve onları benden sana on deve var" dedi. Hazret-i Peygamberin ve Mü'minlerin Şecaatleri Bunun üzerine Nu'aym gitti ve müslümanları savaşa hazırlanırlarken buldu. Onlara, "Bu, doğru değil. Onlar sizin diyarınıza geldikleri halde, sizden birçoğunu öldürmüşlerdi. Eğer siz onların diyarına savaşmaya giderseniz, hiçbiriniz geri dönemezsiniz" dedi. Onun bu sözleri, bazı müslümanlara tesir etti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunu anlayınca, "Muhammed'in canı elinde olan Allah'a yemin ederim ki tek başıma da olsam onlara karşı gideceğim " buyurdu ve içlerinde İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un da bulunduğu yetmiş kadar sahabe ile çıktılar. Bedr-i Suğra'ya kadar vardılar. Bu, Kinine kabilesine âit bir su idi. Burası, Arapların her yıl sekiz gün süreyle toplanıp alış-veriş yaptıkları bir pazar yeri idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı, burada müşriklerden hiç kimseye rastlamadılar. Burada, pazar vaktine rastladılar ve yanlarında nafakaları ile ticaret malları bulunmaktaydı. Katık ve kuru üzüm alıp sattılar ve bir dirheme karşılık iki dirhem kâr ettiler. Sonra salim ve kârlı olarak Medine'ye döndüler. Ebu Süfyan Mekke'ye dönmüştü. Mekkeliler onun ordusuna, "ceyşüş-sevîk" (çorbacılar) adını verdiler ve "Siz, (savaşmaya değil), çorba içmeye çıkmışsınız" dediler. İşte bu âyetin sebeb-i nüzulü ile ilgili söz budur. Âyetin başındaki (......) kelimesinin cümle içindeki yeri hakkında şu izahlar yapılmıştır: a) (171. âyetin sonundaki) "mü'minîn" lâfzının sıfatı olup, diri mahallen mecrurdur ve takdiri:"insanların kendilerine... dedikleri mü'minlerin ecirlerini Allah zayi etmez" şeklindedir. b) (172. âyetteki) ifâdesinden bedeldir. c) Mübteda olup, mahallen merfudur, haberi ise, cümlesidir. Hak teâlâ'nın ifâdesi ile murad edilenler, daha önce bahsedilmiş olan kimseler olup, bunlar da Allah ve Resulüne icabet edenlerdir. Bu Âyetin Nüzul Sebebi Olarak Öne Sürülen Başka Görüşler Hak teâlâ'nın, "İnsanlar, kendilerine... dedi" ifâdesi hakkında şu izahlar yapılmıştır: a) Buradaki, "insanlar"dan maksad, sebeb-i nüzulde de bahsettiğimiz gibi, Nu'aym İbn Mes'ud el-Eşca'î'dir. Tek kişiye, "insanlar" denebilir. Çünkü bir kişi bir söz söylediği zaman ve onun aynı sözü söyleyip, o söze razı olan taraftarları olduğu zaman, bu söz ve-fiili hepsine nisbet etmek yerinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hani siz bir kişi öldürmüştünüz ve onun (katili) hakkında birbirinizle atışmıştınız.." (Bakara, 72); ve "Hani siz, "Ey Musa, Allah'ı açıkça görmedikçe sana katiyyen imân etmeyiz" demiştiniz..." (Bakara, 55)buyurmuştur. Halbuki bu işi yapanlar, onların kendileri değil, atalarıdır. Fakat, onlar atalarına uyup, bu işlerinde onları tasvib etmek suretiyle uydukları için, bu fiil onlara nisbet edilmiştir. Burada da, bü sözün o tek kişinin sözüne razı olan bir cemaata nisbet edilmiş olması caizdir. b) İbn Abbas ile Muhammed İbn İshak'ın görüşüdür. Buna göre Abdu'l-Kays kabilesinden bir topluluk Ebu Süfyan'a rastladılar. Ebu Süfyan onları, müslümanları korkutmak için araya soktu ve buna karşılık kendilerine bir ücret vermeye söz verdi" demiştir. c) Süddî şöyle demiştir; "Bunlar, münafıklardır. Müslümanlar, Ebu Süfyan'a verdikleri sözlerinden dolayı, Bedr-i Suğra'ya hareket etmek için hazırlanırlarken, münafıklar, "Onlar daha önce sizin diyarınıza gelip savaştıkları halde, çoğunuzu öldürdüler. Eğer siz, onların diyarına gidecek olursanız, hiçbiriniz geri dönemezsiniz" demişlerdir. Ayetteki, "İnsanlar size karşı ordu hazırladılar" ifâdesindeki, "insanlar "dan murad, Ebu Süfyan, ordusu ve komutanlarıdır. sözü, "size karşı büyük bir topluluk topladılar" demektir. Bu cümlede mef'ul hazfedilmiştir. Çünkü Araplar, orduya (topluluk) derler ve bu kelimeyi şeklinde cemi yaparlar. Âyetteki (......) kelimesi "onlardan korkun" demektir. Kâfirlerin Aleyhteki Sözlerinin Müminlerin Cesaretini Artırması Daha sonra Cenâb-ı Allah, sözü dinledikleri zaman müslümanların, buna iltifat edip, bir kıymet vermediklerini haber vererek "Bu, onların imanını artırdı" buyurmuştur. Bu ilahî buyrukla ilgili birkaç mesele vardır: "İman Artırma" Tabirinden Maksat Hak teâlâ'nın, "Bu onların imânını artırdı" buyruğundaki, "bu" zamirinin, neye râcî olduğu hususunda şu iki görüş vardır: a) Bu, onların korkutmalarına râcîdir. b) Bu, onların söyledikleri sözlerin kendisine râcîdir ve takdiri, "Bu söz, onların imanını artırdı" şeklindedir. İmanın artırma işinin, bunlara nisbet edilmesi yerinde ve güzeldir. Çünkü imandaki bu artış, o sözleri dinlerken tahakkuk ettiği için, bu artışın o söze ve o sözü söyleyene nisbet edilmesi güzel olmuştur. Bunun bir benzeri de, "Fakat benim davetim, (imandan) kaçmalarından başka birşeyi artırmadı" (nûh, 6) ve "Fakat onlara bir korkutucu (peygamber) gelince bu, ancak onların uzaklaşmalarını artırdı" (Fatır. 42) âyetleridir. İmandaki artıştan maksad şudur: Onlar, korkutmak için söylenen bu sözleri dinlediklerinde buna iltifat etmemiş, aksine kalplerinde, kâfirlerle savaşma ve ister ağır ister hafif olsun emir ve yasaklarında peygambere itaat hususunda kuvvetli bir azim meydana gelmiştir. Çünkü içlerinde ağır yaralı kimseler vardı ve bunlar tedaviye muhtaçtılar. Onların kalplerinde de, Allah'ın düşmanlara karşı kendilerine yardım edeceğine ve bu savaşta onları destekleyip kuvvetlendireceğine bir güven meydana gelmişti ki "Bu, onların imanını artırdı" ifâdesinin anlattığı budur. "İmân, tasdik değil, aksine taatlardan ibarettir. Taatlar ise, artıp eksilmeyi kabul eder" diyenler, bu âyeti delil getirmişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ, burada imanda artış olabileceğini açıkça belirtmiştir. Bu görüşte olmayanlar ise, şöyle demişlerdir: "Bahsedilen artış, imanın mertebelerinde ve alâmetlerindeki artıştır. Binâenaleyh mecazî olarak imanda artış olduğunu söylemek doğrudur." Bu hâdise, bütün herşeyin, Allah'ın kaza ve kaderi ile olduğuna apaçık delâlet etmektedir. Çünkü müslümanlar Uhud'da müşrikler tarafından hezimete uğratılmışlardı. Örten, iki düşmandan birisi, diğeri tarafından yenildiğinde, galip olan tarafın kalbinde bir kuvvet ve bir hükümranlık duygusu, mağlup olan tarafın kalbinde ise bir kırıklık ve güçsüzlük duygusu meydana gelir. Halbuki Hak teâlâ, bu durumu ters çevirmiş ve galip olan müşriklerin kalplerine korku ile endişe, mağlup durumda olan müslümanların kalbine de, kuvvet, izzet-i nefis ile serttik vermiştir. Bu da, bütün sebep ve tesirlerin Allah'tan olduğunu göstermektedir. Bu sebepler kalplerde meydana geldiğinde, fiiller de onlara uygun şekilde gerçekleşir. (Hasbünallah) Tabirinin Mânası Sonra Hak teâlâ, "Ve, "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir" dediler" buyurmuştur. Bundan murad şudur: Onların kalplerinde imanları arttıkça, onlar bu artışa uygun olanı ortaya koyarak, "Allah bize yeter, o ne güzel vekildir!" demişlerdir. İbnu'l-Enbâri, "Hasbünallah" tabirinin "Allah bize kâfidir" demek olduğunu söylemiştir. Bunun bir benzeri de İmriu'l-Kays'ın şu şiiridir: "Sana zenginlik olarak yeyip içmek kâfidir." Ayetteki "vekil" kelimesi ile ilgili şu görüşler vardır: a) Vekîl, "kefîl" demektir. Şâir şöyle demiştir: "Ebu Ervâ'yı hatırladım ve sanki geçmiş işleri geri çevirmeye vekilmişim gibi geceledim" yani şair, "Sanki ben geçmiş işleri geri çevirmeye kefilmişim gibi..." demek istemiştir. b) Ferrâ, "vekîl" kelimesinin kâfi (yeten) anlamında olduğunu söylemiştir. Bu sözün doğruluğuna delil, (......) kelimesinin başında bulunduğu cümlenin, kendinden önceki cümleye uygun olmasıdır. Meselâ sen, Allah rızıklandırıyor. O, ne güzel bir rızık vericidir" ve "Bizi, Allah yarattı. O, ne güzel yaratıcıdır" dersin. Bu, "Bizi Allah yarattı, O ne güzel bir rızık vericidir" sözünden daha güzeldir. Bu âyette de böyledir. Buna göre âyetin takdiri, "Allah bize kâfidir. O, ne güzel kâfidir" şeklindedir. c) "Vekîl", fa'îl vezninde olup, ism-i mef'ul manasınadır. Buna göre, buradaki "vekil", "mevkûlun ileyh" (kendisi vekil kılınmış olan) manasınadır. Kâfi ve kefîl olana, "vekîl" denilmesi caizdir. Çünkü kâfi olan da, işe vekil kılınmış olur; kefil olan da.. Sonra Hak teâlâ, "Allah'tan bir nimet ve lütuf ile geri geldiler" buyurmuştur. Bu böyledir. Çünkü Hazret-i Peyamber (sallallahü aleyhi ve sellem), savaş için çıkmıştı. Buna göre mana, "Onlar çıktılar ve geri döndüler" şeklindedir. Binaenaleyh âyette, "çıkma" hususu hazfedilmiştir. Çünkü "gerigeldiler" sözü ona delâlet etmektedir. Bu tıpkı, "Asanı denize vur" diye vahyettik. Derhal (deniz) yarıldı" (Şu'ara, 63)âyeti gibidir. Yani, Hazret-i Musa asasını vurdu, deniz de yarıldı. Hak teâlâ'nın, "Allah'tan bir nimet ve fazl ile" ifâdesine gelince, Mücahid ve Süddi, buradaki nimetin, afiyet (belasız olarak dönme) ve "fazl"ın da ticaret olduğunu söylemişlerdir. Âyetteki "nimet"ın dünya menfaatlarını, "fazl"ın da âhiret sevabını ifâde ettiği söylenmiştir. Hak teâlâ'nın, buyruğu bütün müfessirlere göre, "Onlara hiçbir, fenalık, yani bir öldürülme ve yaralanma, dokunmamıştır. Onlar, Resûlullah'a itaat hususunda, Allah'ın rızasına da uymuş bulundular. Allah çok büyük lütf-u inayet sahibidir, yaptıkları işlerde, muvaffak kılarak onlara lütufta bulunmuştur" manasındadır. Bu ifâdede, savaşa katılmayanların gönüllerine bir pişmanlık verme ve savaşa gidenlerin elde ettikleri şeylerden kendilerini mahrum ettikleri için hata ettiklerini ortaya koyma vardır. Onların, "Bu, bir savaş mı ki Allah onlara, savaş mükafaatı vermiş ve onlardan razı olmuştur" dedikleri de rivayet edilmiştir. Bil ki siyer ve İslâm tarihi âlimleri bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Mesela Vâkidî, önceki âyetin Hamrâ-ul-Esed hâdisesine, ikincisinin de Bedr-i Suğra hâdisesi ile ilgili olduğu kanaatindedir. Bu âlimlerden, her iki âyetin de Bedr-i Suğrâ hâdisesi ile ilgili olduğunu söyleyenler de vardır. İlk görüş daha uygundur. Çünkü Hak teâlâ'nın, "Kendilerine yara isabet ettikten sonra" (Âl-i İmran. 172) buyruğu, bu yaralanmanın sanki yakın bir zamanda olduğuna delâlet etmektedir. Binaenaleyh bundaki medih, yara onlara dokunduğu zaman düşmana karşı çıkmalarına mukabil medihten daha çoktur. Diğer görüş de muhtemeldir. Bu görüşe göre "yaralanma" (karh), hezimet manasında alınmalıdır. Binaenaleyh sanki, "Bozguna uğrayıp da sonra tevbe ederek amellerini iyileştiren, diğer işlerinde Allah'tan korkan, daha sonra da sevap almaya azmederek ve kendilerine çok sayıda ordularla gelseler bile düşman karşısında ayrılıp yılgınlık göstermeyecek şekilde kendilerini düşmanla karşılaşmaya alıştırarak Allah'a icabet eden ve Allah'a tevekkül edip, bir kâfi ve yardımcı olarak Allah'tan razı olan kimseler için, bu hezimetleri de kendilerini Allah'tan alıkoymaksızın büyük bir ücret vardır. Çünkü onlar tevbe etmişlerdir" denmektedir. Allah en iyi bilendir. Bu Ayette "Şeytan"dan Murad Olan İns Şeytanı 175"İşte O, ancak (sizi) kendi dostlarından korkutmakta olan şeytandır. Öyle İse siz, onlardan korkmayın, benden korkun, eğer mü'minlerseniz...". Bil ki âyetteki "Şeytan" kelimesi, "Sizi geri koymak isteyen ancak o şeytandır' manasında olmak üzere, lâfzının haberidir. kısmı da müste'nef bir cümle olup, şeytanın geri koyusunu açıklamak için getirilmiştir veya "Şeytan" lâfzı, ism-i işaretin sıfatı, cümlesi ise, ism-i işaret olan (......) kelimesinin haberidir. Buradaki şeytandan murad, (Ebu Süfyan'a rastlayan) o topluluktur. Bunun Nu'âym İbn Mes'ud olduğu da söylenmiştir. Nu'aym kâfirlikte ileri gidip azdığı için, "şeytan" diye ifâde edilmiştir. Bu, Hak teâlâ'nın "İnsan ve cin şeytanları., ." (Enam, 112) âyetinde belirtildiği gibidir. Bunun şeytanın kendisi olup, müslümanları vesveseleriyle korkuttuğu da söylenmiştir. Hak teâlâ'nın, "Kendi dostlarından korkutmakta olan..." ifâdesi ile ilgili şöyle bir soru vardır: Allah'ın kendilerine "şeytan" dediği kimseler, mü'minleri korkutuyorlar. O halde, "Kendi dostlarından korkutmakta olan şeytan..." ne demektir? Müfessirler bu hususta şu üç görüşü belirtmişlerdir: 1-Bu ifâdenin takdiri, "O şeytan sizi, kendi dostlarıyla korkutur" şeklindedir. Bu takdirdeki hem ikinci mef'ul olan "sizi" kelimesi, hem de harf-i cerr hazfedilmiştir. İkinci mef'ûlün hazfine misal, Hak teâlâ'nın, "Onun için korkarsan, onu denize bırak" (Kasas. 7) âyetidir. Yani, "onun hakkında Firavun'dan korkarsan." demektir. Harf-i cerrin hazfine misal ise, "Çetin azabı inzâr edesin diye..." (Kehf, 2) yani "çetin azab ile inzâr edesin diye.." âyeti ile "Okavuşma gününe inzâretmek için, yani, o kavuşma günü ile inzâr etmek için..." (Mümin, 15) âyetidir. Bu, Ferra, Zeccâc ve Ebu Ali'nin görüşü olup, bunlar görüşlerine, Ubey İbn Ka'b (radıyallahü anh)'ın bu âyeti, şeklindeki kıraatini delil getirmişlerdir. 2) Bu, Zeyd'i Amr'dan korkuttum" diyen kimsenin sözü gibidir. Buna göre âyetin takdiri, "sizi dostlarından korkutan" şeklindedir. Binâenaleyh burada sadece birinci mef'ul hazfedil mistir. Bu, senin "O kavme malları verdim" demen gibidir. İbnu'l-Enbâri, bu görüşün, delili olmayan bir harf-i cerrin hazfedildiğini söyleyenlerin görüşünden evlâ olduğunu, (Kehf, 2) yani ve (Mû'min. 15) yani takdirinde olduğunu, bu fiilin harf-i cersiz olarak iki mef'ul alabildiğini ve meselâ, "Zeyd savaştan korktu" ve "Onu savaştan korkuttum" denilebildtöini, buna ten Mvt'ud (radıyallahü anh)'un Ayeti (......) şeklindeki kıraatinin de delalet ettiğini söylemiştir. 3- Ayetin manası şöyledir: "Şeytan, müşriklere karşı savaştan geri dursunlar diye, münafık dostlarını korkutur." Buna göre bu tabir "Şeytan, kendisine itaat edip emrini tutan dostlarını korkutur. Fakat Allah dostlarına gelince, onlar bunları korkutmak istediklerinde Allah dostları korkmaz, şeytanın muradına boyun eğmezler" manasındadır. Bu, Hasan el-Basrî ile Süddî'nin görüşüdür. Binâenaleyh birinci görüşte iki hazif; ikinci görüşte bir hazif bulunup, üçüncü görüşte ise herhangibir hazif yoktur. Âyette geçen "Şeytan dostlarından" maksad, müşrikler ve kâfirlerdir. Âyetteki, "Öyle ise siz onlardan korkmayın" ifâdesindeki (onlar) zamirinin mercii, ilk iki görüşe göre şeytanın dostlarına, üçüncü görüşe göre ise, "İnsanlar size karşı ordu hazırladılar" (Âl-i imran, 173) âyetindeki "insanlara" râcidir. Buna göre mana, "Onlardan korkup da, savaşa gitmemeztik etmeyin ve çekinmeyin" şeklindedir. Âyetteki, "Benden korkun" yani, "Peygamberimle birlikte cihada çıkın ve her emrine koşun. "Eğer mü'minlerseniz..." yani, "iman, Allah'ın korkusunu insanların korkusuna tercih edip üstün tutmanızı gerektirir" demektir. 176"O küfre koşuşanlar seni mahzun etmesin. Çünkü onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler, Allah, onlara âhirette bir nasib vermemeyi murad eder. Onlar için pek büyük bir azab vardır". Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Nâfî, yâ harfinin zammesi, ze harfinin kesresi ile kelimeyi (......) şeklinde okumuştur. Nâfî, (Enbiya, 103) âyeti dışında, bu kelimeyi Kur'ân'ın her yerinde bu şekilde okur. Enbiya süresindeki âyette ise, yânın fethası ve ze'nin zammesiyle (......) şeklinde okur. Diğer kıraat imamları ise, Kur'ân'ın her yerinde yânın fethası ve ze harfinin zammesiyle okumuşlardır. Ezherî, "fasih olan imamların çoğunun okuduğu şekilde, fiili vezninde okumaktır" demiştir. Nfifl'nin delili, bu fiilin iki şekilde de kullanılabilmesi ve denilebilmesidir. Âlimler, âyetin sebeb-i nüzulü hakkında ihtilaf edip, şu görüşleri beyan etmişlerdir: 1- Bu âyet, Kureyş kâfirleri hakkında nazil olmuştur. Allah, Peygamberi Hazret-i Muhammed'i onların şerrinden emin kılmıştır. Buna göre mana, "Seninle savaşmak için, ordular toplayarak küfürde yarışanlar, seni mahzun etmesin. Çünkü onlar, bu hareketleriyle Allah'a değil, sadece kendilerine zarar verirler" şeklindedir. Bunu, onların Peygabere ve mü'min ashabına hiçbir şekilde zarar veremeyecekleri manasına anlamak gerekir. Bu ifâde, bu şekilde anlaşıldığında, mutlaka belli bir zarara hamledilmesi gerekir. Çünkü bundan sonra onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e birtakım zararlar verdikleri meşhurdur. Evlâ olan, bunun: ."Kâfirlerin ordular toplamaktan maksatlarının, bu dini yok etmek ve bu şeriatı silmektir. Onların bu maksatları hiçbir zaman tahakkuk etmeyecek, aksine kendi işleri bozulacak, güçleri gidecek, senin işin yücelip, ismin duyulacak" manasına hamledilmesidir. 2- Bu âyet, münafıklar hakkında nazil olmuştur. Onların küfre koşuşup yarışları da, mü'minleri Uhud hadisesi ile korkutmaları ve ilâhî yardım ile muzafferiyetten ümitsiz bırakmaya gayret etmeleridir. Veyahut da onların, "Muhammed, mülk peşinde koşuyor. Bundan dolayı durum bazan lehine, bazan aleyhine oluyor. Eğer o, Allah'tan bir peygamber olsaydı, hiç mağlup olmazdı" demeleridir. Bu da, müslümanları (nerede ise) İslâm'a karşı soğutuyordu ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan dolayı üzülüyordu. 3- Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: "Bir kısım kâfirler, müslüman olmuşlar, fakat Kureyş'ten çekindikleri için sonra irtidad etmiş (İslâm'dan geri çıkmışlardı. İşte bundan dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gönlüne bir üzüntü düşmüştü. Çünkü O, onların bu irtidadları ile kendisine bir zarar verebileceklerini sanıyordu. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, onların mürted olmalarının, O'na bir zarar veremeyeceğini beyan buyurmuştur." Kâdî şöyle der: "Bu izah, şunlarla da güçlendirilebilir: a) Küfür üzere devam eden kimse için, "küfre koşuyor" denilemez. Fakat bu ifâde ile, imandan sonra kâfir olan kimse tavsif edilir. b) Allahü teâlâ'nın, 'Allah, onlara âhirette bir nasib vermemeyi murad eder" buyruğu ancak daha önce iman etmiş olan kimseler için uygun düşer. Binâenaleyh bu iman bir nasib gerektirmiş ama, sonra irtidad sebebi ile boşa gitmiştir. c) Hüzün, ancak arzu edilen birşeyi elde edememeden dolayı olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların imân etmelerinden istifade etmeye muktedir olup, sonra onlar kâfir oldukları için, ümmetinin sayısının çoğalmamış olmasından ötürü hüzünlenmiştir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, O'nu bundan emin kılmış ve kendisinin durumunun değişmemesi konusunda onların iman etmeleriyle etmemelerinin müsavi olduğunu bildirmiştir." 4-Bunlardan murad, dünya malı elde etmek için, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Tevrat'ta bahsedilen sıfatlarını saklayan, Ka'b İbn Eşref ve taraftarları gibi yahudi ileri gelenleridir. Kaffal (r.h) şöyle demiştir: "Âyeti, Hak teâlâ'nın, "Ey Peygamber, kalpleriyle inanmadıklan halde ağızlarıyla "inandık" diyen (münafıklarla yahudilerden o küfür içinde (olabildiğine) koşuşanlar seni mahzun etmesin" (Mâıde. 41) âyetinin de delâleti ile, bütün kâfir sınıfları manasına hamletmek uzak bir ihtimal değildir. Buna göre âyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hüznünün, bütün bu kâfirlerden dolayı olduğuna delâlet eder. Kâfirin Küfründen Üzülmek Neden Yasaklanıyor? Bu âyetle ilgili şöyle bir soru var: Kâfirin küfründen ve günahkârın günahından dolayı hüzün duymak, bir taattır. Binâenaleyh Allahü teâlâ, taattan nasıl nehyeder? Buna iki şekilde cevap verilir: 1- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kavminin küfründen dolayı, kendine zarar verecek kadar ileri ve aşırı derecede hüzünleniyordu. Cenâb-ı Allah bundan dolayı O'nu, bu üzüntüde aşırı gitmekten nehyetmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde (Habibim), nefsin onlara karşı üzüntülerle (tükenip) gitmesin" (Fâtır, 8) âyetine baksana. 2- Bunun manası, "Onlar, sana zarar verecekler ve aleyhine çalışacaklar diye, seni üzmesinler" şeklindedir. Hak teâlâ'nın, "Çünkü onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler" buyruğuna bakmaz mısın? Yani, "onlar, kâfirlikte yarışmakla, kendilerinden başkasına zarar veremezler. Onun vebali, kesinlikle başkasına olmaz" demektir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler" buyurmuştur ki, "Onlar Hazret-i Muhammed'e ve ashabına hiçbir şekilde zarar veremeyecekler" demektir. Atâ, "Allahü teâlâ bu ifâde ile, "Onlar Allah dostlarına hiçbir yönden zarar veremezler" demek istemektedir" demiştir. Küfür Allah'ın İradesiyle Olup Mu'tezile Yanlış Yoldadır Sonra Cenâb-ı Allah, "Allah, onlara âhirette bir nasib vermemeyi murad eder" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili bazı meseleler vardır: Bu âyet-i kerime, Mu'tezile'nin aleyhine bir âyet olup, hayır ve şerrin Allah'ın iradesi ile olduğu hususunda kat'î bir delildir. Kadî, bu âyetteki Ilmurad etmemden kastın, Allah'ın haber vermesi ve bu şekilde hükmetmesi olduğunu söylemiştir. Bil ki, bu söz şu iki bakımdan zayıftır: a) Öncelikle bu, âyetin zahirî manasını bırakmadır. b) İşin Kâdî'nin söylediği gibi olduğu farzedilse bile, Allah'ın haber verip, hükmettiği şeyin aksini yapmak imkansızdır. Binâenaleyh müşkil aynen devam etmektedir. Mu'tezile, "Cenâb-ı Hakk'ın irâdesi ademe (yokluğa) taalluk etmez"; âlimlerimiz ise, "Bu, caizdir" demişlerdir. Âyet, âlimlerimizin görüşünün doğruluğuna delâlet etmektedir. Çünkü Allahü Teâlâ, "Allah, onlara âhirette bir nasib vermemeyi murad eder" buyurmuş ve kendi irâdesinin ademe (yokluğa) da taalluk ettiğini göstermiştir. Mu'tezile, bu âyetin manasının, "Allahü teâlâ, onu murad etmedi" şeklinde olduğunu ve bunun, "(Allah) sizin için zorluğu dilemez" (Bakara, 185) âyeti gibi olduğunu söylemişlerdir. Biz deriz ki: "Bu, âyetin zahiri manasından kaçıştır." Âyet, nefyde (olumsuz ifâdede) bulunan nekire kelimelerin umûm (genel mana) ifâde ettiğine delâlet etmektedir. Çünkü bu kelimeler umûm ifâde etmeseydi, kâfirleri bu ifâde ile tehdid etmek mümkün olmazdı. Daha sonra da Cenâb-ı Allah, "Onlar için pek büyük bir azab vardır" buyurmuştur. Bu, başlıbaşına bir cümle olup, "Allahü teâlâ, onlar için kesinlikle âhiret faydalarını düşünmediği gibi, onlar için âhiret zararlarından büyük bir hisse bulunduğunu beyân etmektedir" manasınadır. İnkârı Satın Alanlar Allah'a Zarar Veremezler 177"İmana karşılık küfrü satın alanlar, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Onlar için elem veren bir azap vardır" Bil ki, eğer biz bundan önceki âyetin münafıklar ile yahudiler hakkında olduğunu söylersek, bu âyetin de mürtedler hakkında olduğunu söyleriz. Aynı şekilde birinci âyetin mürtedler hakkında, bu âyetin de yahudiler hakkında olduğunu söylemek de uzak bir ihtimal sayılmaz. Yahudilerin imana karşılık küfrü satın almalarının manası şudur: Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, henüz peygamber olarak gönderilmezden önce de biliyor, O'na inanıyor ve düşmanlarına karşı O'na yardım edeceklerini söylüyorlardı. Fakat bizzat peygamber olarak gönderilince, O'nu inkâr edip, önceki hallerini bıraktılar ve böylece sanki imanı verip, karşılığında küfrü satın alan kimseler gibi oldular. Bu, birşey satın alan kimsenin, ona karşılık satana bir bedel vermesi gibidir. Bu âyeti münafıklara hamletmek de uzak bir ihtimal değildir. Çünkü münafıklar, mü'minlerin yanında iken iman ettiklerini söylüyorlar, şeytan gibi olan reisleri ile başbaşa kaldıklarında, kâfir olup, imanı bırakıyorlardı. Böylece onlar sanki küfrü, imân mukabilinde satın almış oluyorlardı. Bil ki Cenâb-ı Hak birinci âyette, "O küfre koşuşanlar.. Allah'a hiçbir zarar veremezler"; bu âyette ise, ' İmana karşılık küfrü satın alanlar, Allah'a hiçbir zarar veremezler " buyurmuştur. Bu tekrarın şöyle birçok faydası vardır: a) İmana karşılık küfrü satın alanların, ilk önce kâfir olduklarında şüphe yoktur. Onlar sonra iman etmiş, daha sonra yine kâfir olmuşlardır. Bu durum, onların çok dönek, zayıf görüşlü ve az sebatlı olduklarını gösterir. Bu karakterdeki insanlardan korkulmaz, bunların bir heybeti yoktur ve bunlar kesinlikle kimseye zarar veremezler. b) Din işi, işlerin en önemli ve en büyüğüdür. Böyle bir şeyde, insan onu yapıp yapmamaya, ancak iyice düşünüp taşındıktan sonra yönelir. Halbuki bu insanlar, böyle mühim bir meselede, en zayıf sebepler ve en tutarsız gerekçelerle, yapmaya veya yapmamaya yöneliyorlar. Bu durum ise, onların kıt akıllı ve ahmak olduklarını gösterir. Bu gibilere, akıllılar iltifat edip değer vermezler. c) Onların pek çoğu din meselesinde, herhangi bir şüpheden dolayı değil, aksine hasedlerinden ve dünyevî makamlar hususunda mücâdelelerinden dolayı seninle çekişirler. Ufacık dünyevî bir menfaat karşılığında, büyük âhiret mutluluğunu verecek kadar, aklı (az) olan kimse, alabildiğine ahmak demektir. Bu gibi insanlar, başkasına zarar veremezler. Bu iki âyetin tekrarındaki fayda ve manalar, işte bunlardır. Ne murad ettiğini Allah daha iyi bilir. Kâfirlere Verilen Mühlet Onlar İçin Hayırlı Değildir 178"O kâfir olanlar, kendilerine mühlet tanımamızı sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar. Onlara mühlet tanımamız, ancak günahlarını artırmaları içindir. Onlara hor ve hakir edici bir azap vardır". Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabını savaştan geri bırakmak için Medine'ye gidenlerden bahsetmişti. Onlar, bazı müslümanları ancak Uhud'da öldürülen müslümanlar gibi öldürülmekle korkuttukları için, geri bırakabilmişlerdir. Halbuki Hak teâlâ, bu şeytanların sözlerini, hiçbir mü'minin kabul edip değer vermeyeceğini ve mü'min'in vazifesinin ancak Allah'ın lütfü ile fazlına itimad etmek olduğunu beyân etmişti. Daha sonra ise bu âyette savaşa katılmayanların geride kalmalarının, Uhud'da şehid edilenlerin öldürülmelerinden daha hayırlı olmadığını açıklamıştır. Çünkü bu geri kalış, dünyada bir hor ve hakir oluşa, kıyamette de devamlı bir azaba sebep olmuştur. Uhud'da şehid edilenlerin öldürülüşü ise, hem dünyada güzel bir övgüye, hem de âhirette bol mükafaata vesile olmuştur. Binâenaleyh müslümanları savaştan geri bırakmak isteyenlerin, dünya hayatına teşvik edip, şehid olmaktan soğutmalarını, ancak cahil olanlar kabul eder. Âyetin, kendinden önceki âyetlerle irtibatının izahı işte budur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: İbn Kesir ve Ebu Amr, Kur'ân'da dört yerde, yani (......) (Al-i İmran. 178); (......) (Al-i İmran, 180), (......) (Al-i imran, 188) ve (......) (Al-i imran, 188) âyetlerinde tâ ile (......) (Al-i İmran, 188) âyetinde ise bâ harfinin zammesi ile kıraat etmişlerdir. Nâfi ve İbn Âmir, son âyet hariç, bu kelimeleri yâ ile, sonuncusunu ise tâ ile okumuşlardır. Hamza ise hepsini tâ ile okumuştur. Kıraat imamlarının bu kelimenin sîn harfini üstün veya kesire okuyuştaki ihtilaflarını, Bakara sûresi'nde belirtmiştik. Bu kelimeyi yâ ile okuyanlar, (......) kelimesini fiil; sözünü ise fail kabul etmişlerdir. Bu fiil, iki mef'ul veya iki mefulün yerini tutan bir mef'ul alır. Mesela, (Zannettim) fiili ve "Zeyd'in gittiğini sandım"; ile "Amr'ın kalktığını sandım" cümlelerinde olduğu gibi. Buna göre, âyetteki "Kendilerine mühlet tanımamızı kendileri için hayırlı..." buyruğu, fiilin iki mef ulunun yerini tutan bir cümledir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa onların çoğunu, hakikaten (söz) dinlerler mi sanıyorsun?" (Furkân, 44) âyetidir. Bu fiili tâ ile okuyan Hamza'nın kıraatine göre, bu hususta söylenenlerin en güzeli, Zeccâc'ın şu izahıdır: Âyetteki (Kâfir olanlar) kısmı birinci mef'ul (Kendilerine mühlet tanımamız) kısmı ise, birinci mef'ulden, bedel (kendileri için hayırlı) sözü ise ikinci mef'ul olup, âyetin takdiri, "Ey Muhammed, kâfir olanların mühletini kendileri için hayırlı sanma" şeklinde olur. Fiil ile beraber olandı lafzının mef'ulden bedel kılınmasının misali Hani Allah size iki taifeden birinin misali, "Hani Allah size iki taifeden birinin muhakkak sizin olduğunu va'dediyordu" (Enfal, 7) âyetidir, Buradaki "Sizin olduğunu., ." kısmı, "İki taifeden birini" sözünden bedeldir. (......) lâfzındaki (......) kelimesinin şu iki şeyden biri olması muhtemeldir: a) Âl' manasıdır; Buna göre takdir, mühlet verdiğimiz o şey.." şeklindedir. Fiilin sonundaki zamiri hazfedilmiştir. Çünkü ism-i mevsûle râci olan zamir bazan hazf edilebilir. Bu senin, "Gördüğüm, Zeyd'dir" demen gibidir. b) (......) kelimesi, kendinden sonraki kısımla birlikte masdar manasındadır. Takdiri, "Onlara mühlet vermemi..." şeklindedir. Keşşaf sahibi, lâfzının, mâ-i masdariyye olduğunu söylemistir. Eğer böyle olsaydı, yazı ilmine göre hakkı ayrı olarak yazılması idi. Fakat Mushaf-ı Osman'da bitişik olarak yazılmıştır. Bütün mushafların, Mushaf-ı Osman'ın hattına uyması vaciptir. Bu âyetteki lâfzının da bitişik olması gerekir. Çünkü buradaki birinci daki mâ'nın aksine, mâ-i kâffedir. (......) "uzatıyor ve geri bırakıyoruz" manasınadır. İmlâ, mühlet vermek ve tehir etmek demektir. Vahidi (r.h), Bu kelime, zamanın bir dilimi (müddeti) manasına gelen (......) kelimesinden iştikak etmiştir. Meselâ, "Bir müddet mühlet verdim" denilir. Bu masdarların hepsi aynı manadadır. Esmi'i de, "Meselâ, zaman uzadığında "Zaman ona uzadı" denilir; birisi için mühlet uzatıldığında "O, ona mühlet verdi" denilir" demiştir. Ebu Ubeyde, "Geniş ve uzun yer manasında olan (......) kelimesi ile, gece ve gündüz manasında olan (......) kelimesi de bu köktendir" demiştir. Âlimlerimiz, bu âyeti kaza ve kader meselesinde, pek çok yönden delil getirmişlerdir: 1- Bu mühlet verme, zamanı uzatmadan ibarettir. Şüphe yok ki bu da Hak teâlâ'nın fiillerindendir. Âyet, bu mühlet verişin, bir hayır olmadığını açıkça beyân etmektedir. Bu da, Allahü teâlâ'nın hayr ile şerrin yaratıcısı olduğuna delâlet etmektedir. 2- Hak teâlâ, bu mühlet verişten maksadın, onların günahlarını, azgınlıklarını ve haddi aşmalarını artırmaları olduğunu açıkça beyân etmektedir. Bu da, küfrün ve isyanın da Allah'ın irâdesi ile olduğunu gösterir. Cenâb-ı Allah, bu hususu daha sonra, "Onlara hor ve hakir edici bir azab vardır" yani, "Biz onlara, günahlarını artırsınlar ve onlar için hor-hâkir kılıcı bir azap olsun diye mühlet verdik" buyruğu ile te'kid etmiştir. 3-Cenâb-ı Hak, onlar için olan mühlet verişte onlara bir hayır olmadığını bildirmiştir. Çünkü onlar, ancak devamlı isyan ve azgınlıklarını artırırlar. Bu hayrın mevcut olması ile birlikte, Allah'ın haber verdiği şeyin aksini yapmak, iki zıd şeyi bağdaştırmak olur ki, bu imkânsızdır. Onlar, bu mühlet tanımanın yapışıra ve bununla mükellef olmalarının yanısıra, hayra ve taata kadir olmasalardı, mühtet verişin kendisinde, Mu'tezile'nin görüşünün bâtıl olmasının bulunması gerekirdi. Mu'tezile şöyle demektedir: Birinci yönden âyetin delil getirilişine gelince, bu âyet "Bu mühlet verme hayırlı değildir" manasına gelmez. Âyetten murad, "Bu mühlet veriş, "Onların.şehidlerin Uhud günü ölmeleri gibi, ölmelerinden daha hayırlı değildir" şeklindedir. Çünkü buradaki bu âyetler, daha önceki âyetlerde de izah edildiği gibi, Uhud hâdisesi ve münafıkların mü'minleri cihaddan geri koymaları hakkındadır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, kâfirlerin bu dünyada bir müddet daha yaşatılmalarının ve kendilerine mühlet tanınmasının, şehidler gibi ölmelerinden onlar için daha hayırlı olmadığını beyân etmektir. Bu mühlet tanıyışın, o ölümden daha hayırlı olmadığını söylemek, bu mühlet verişin kendisinin hayırlı olmamasını gerektirmez. İkinci yönden âyetin delil getirilişine gelince, "Bu âyetten maksad, o mühlet verişin, kâfirlerin küfre ve fâsıklığa daha fazla dalmaları için olduğunu beyân etmek değildir. Bunun delili ise, "Ben, cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etsinler tüye yarattım" (Zâriyat, 56) âyeti ile, "Biz, hiç bir peygamberi, Allah'ın izniyle kendilerine İtaat olunmasından başka bir hikmetle göndermedik" (Nisa, 64) âyetidir. Aksine, âyet birkaç manaya muhtemeldir: a) Âyetteki lâm harf-i ceninin, âkibet (tâ ki...) manasına alınmasıdır. Bu tıpkı, "Firavun'un adamları, sonunda kendilerine bir düşman ve bir deri olsun diye onu yitik olarak bulup aldılar" (Kasas, 8). "Andolsun ki, biz cinler ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır" (Araf, 179) ve "Onlar, işin sonunda, Allah yolundan saptırmak için Allah'a eşler koştular" (İbrahim, 30) âyetlerindeki lâm harf-i cerleri gibidir. Halbuki müşrikler, saptırmak için değil, hidayete erdiklerini zannederek şirk koşmuşlardır. Yine "Benim sana va'z-ü nasihatim, neticesi bu olduğuna göre, sanki ancak fâsıktıkta devamını sağlamak için olmuş" denilir. b) Bu sözde, bir takdim-tehir vardır. Buna göre takdir, "Kâfirler, bizim kendilerine mühlet verişimizin, günahlarını artırmaları için olduğunu sanmasınlar. Biz onlara ancak kendilerine bir hayır olsun diye mühlet tanıdık" şeklindedir. c) Allahü teâlâ, onların bu mühlet esnasında ancak isyan ve azgınlıkta devamlarını artıracaklarını bildiği halde, onlara mühlet verince, bu durum, sanki bu maksaddan ötürü mühlet tanıyanın fiiline benzemiş olur. Müşabehet (birşeyi benzediği şey ile ifâde etmek), güzel mecazi ifâde sebeplerinden birisidir. d) O muarızlara (ehl-i sünnete) karşı sorduğumuz şu sorudur: Âyetteki "günahlarını artırmaları için..." ifâdesinin lâm'ı, ümmetin icmâ'ına göre garaz (için) manasına değildir. Fakat ehl-i sünnetin görüşüne gelince, onlar Allah'ın fiillerini birtakım maksadlara (garazlara) bağlamayı tercih ediyorlar. Fakat biz, Allah'ın fiillerinin, yorgunluk ve elem verme gibi maksadlara bağlanamayacağını söylüyoruz. Hatta bize göre Allahü teâlâ, bir fiili, ancak ihsan (iyilik) maksadıyla yapar. Durum böyle olunca, bu lamın bir ta'lil ve garaz (için) manasına hamledilemeyeceğinde bir cmâ bulunmuş olur. Bu durumda da, sizin delil olarak ileri sürdüğünüz hususlar sakıt olur. Bundan sonra, "Ya, bu lamın manası nedir?" diyenin sözüne iltifat edilmez. Çünkü istidlal eden kimse, bu istidlalini lamın, ta'lil (için) manasına oluşuna bina etmiştir. Binâenaleyh lâm'ın ta'lil manasına olduğu bâtıl olunca, onun istidlali de sakıt olur. Üçüncü yönden delil getirişleri ki bu, Allah'ın bunda bir hayır olmadığını haber vermesi ve bilmesi meselesidir. Bu da, sununla tezâd teşkil eder: Eğer kul bir fiilden men edilmişse, şüphesiz Allah onu men etmiş olur. Bu durumda da, Allah'ın ihtiyar sahibi değil, mûcib olması gerekir ki bu da icmâ ile bâtıldır." Mutezileye Karşı Ehl-i Sünnetin Cevabı Mu'tezile'nin Birinci iddiasına şöyle cevap verilir: "O kâfir olanlar, kendilerine mühlet tanımamızı, sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar" âyeti, bu mühlet tanıyışın kendisinde hayır olmadığı manasınadır, yoksa bunun başka bir şeyden dolayı hayır olmadığı manasında değildir. Çünkü mübalağa sîgası ancak bir râcih (tercih edilen) ve mercûh (tercih edilmeyen) söz konusu olduğu zaman zikredilebilir. Allahü teâlâ burada, bu iki şeyden sadece birini zikrettiğine göre, anlıyoruz ki bu ifâde, o mühlet verişin başka bir şeyden dolayı hayır olmadığını göstermek için değil, hiç bir hayır olmadığını beyân etmek içindir. Mu'tezile'nin İkinci iddiasına gelince ki bu onların, "Ben, cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (zâriyat, 56) ve "Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle kendilerine itaat olunmasından başka bir hikmetle göndermedik" (Nisa. 64) âyetlerine tutunmalarıdır. Bunun cevabı şöyledir: "Bizim delil olarak getirdiğimiz âyet "has" (hususî manalı) bir âyettir, sizin zikrettiğiniz âyet ise "âmm" (umûmî manalı) bir âyettir. Hâs olan âyet, delâleti umumî olan âyetten öncedir." Mu'tezile'nin Üçüncü iddiasına, yani buradaki lâm harfini "âkibet" manasına almalarına gelince, bu, âyetin zahirini bir tarafa bırakmak demektir. Hem şu aklî delil de onların görüşünü bâtıl kılar: Çünkü Allahü teâlâ, o kâfirlerin azgınlık ve isyan ile mevsûf olduklarını kesin olarak bilince, bu mutlaka böyle olur. Çünkü Allah'ın bildiği şeyin, bildiği şekilde tahakkuk etmesi vacip, etmemesi ise imkânsızdır. İmkânsız olan bir şeyi irâde etmek de imkânsızdır. Binâenaleyh, Allahü teâlâ'nın onların imân etmelerini murad etmesi imkansız, azgınlık ve isyanlarının artmasını murad etmesi ise vacip olur. Bu durumda da "artırmaları için" ifâdesindeki lâm harf-i cerrinin ta'lil için getirildiği ve bunun lâm-ı âkibet olamayacağı sabit olur. Mu'tezile'nin âyette bir takdim-tehir olduğu şeklindeki dördüncü iddialarına ise şu üç şekilde cevap verilir: a) Âyette bir takdim-tehir olduğunu iddia etmek, âyetin zahirini terketmektir. b) Vahidi (r.h) şöyle der: "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesindeki lâfzını kesreti olarak ifâdesindeki lâfzını da fethalı olarak (......) şeklinde okunması halinde ancak yerinde olur. Halbuki böyle bir kıraat yoktur." c) Biz kesin aklî delil ile, Cenâb-ı Hakk'ın bu mühlet verişten muradının, imanın değil de tuğyanın bulunması olması gerektiğini beyân etmiştik. Bundan dolayı âyette bir takdim-tehir bulunduğunu söylemek, hem âyetin zahirini bırakmak, hem de kesin aklî delilin hilâfına olan bir şeyi gerekli görmek olur. Mu'tezile'nin, âyetteki lâm harf-i cerrinin ta'lil manasına alınamayacağı şeklindeki beşinci iddialarına da şöyle cevap veririz: Bize göre Allah'ın fiillerini, kullardan sudur edecek bir gaye sebebi ile olduğunu söylemek imkansızdır. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın, bir fiili ondan başka bir şey meydana gelsin diye yapması imkansız değildir. Hem Allahü teâlâ'nın, "Onlara mühlet tanımamız, ancak günahlarım artırmaları içindir" buyruğu, bu mühlet tanıyıştan maksadın, onlara hayrı ulaştırmak ve onlara iyilikte bulunmak olmadığı hususunda açık bir delildir. Halbuki Mu'tezile bunun aksini söylüyor. Binâenaleyh bu âyet, işte bu bakımdan, Mu'tezile aleyhine bir hüccettir. Mu'tezile'nin, "Bu, Allah'ın fiilleri ile çelişki teşkil eder" şeklindeki altıncı iddialarına da şu şekilde cevap veririz: Sonradan olan varlıkların yaratılışında kudret-i ilâhiyyenin tesiri, Allah'ın o şeyin olmayacağını bilmesinden önce gelir. Binâenaleyh ilm-i İlâhinin, kudret-i ilâhiyyeye manî olması mümkin değildir. Fakat kula gelince, kulun kendi fiilini meydana getirmede kudretinin tesiri, Allah'ın, kulun yapmak istediği o fiilin meydana gelmeyeceğini bilmesinden sonradır. Binâenaleyh Allah'ın bu bilgisi, kulun o fiili yapmasına mâni olur. Bu âyetle ilgili münâkaşanın hepsi bundan ibarettir. Âlimlerimiz, kâfirler hakkında dinî nimetlerden herhangi birisini vermenin Cenâb-ı Allah için bir mecburiyet olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir. Allahü teâlâ'nın, kâfirlere dünyevi nimetlerden vermesi gerekli olup olmadığı meselesinde âlimlerimiz farklı görüşlere sahiptirler. Bunun Allah'a gerekli olmadığını söyleyenler, işte bu âyeti delil getirmiş ve şöyle demişlerdir: "Bu âyet, Cenâb-ı Hakk'ın bu dünyada kâfirin ömrünü uzatmasını ve onu çeşitli muradlarına ulaştırmasının bir nimet olmadığına delâlet eder. Çünkü Allahü teâlâ, bunlardan hiçbirinin o kâfir için hayır olmadığını açıkça bildirmektedir. Bunun böyle olduğunu akıl da gösterir. Zira birisine zehirli bir hurma tatlısı ikram eden kimsenin, bu ikramı bir nimet verme sayılamaz. Bundan dolayı, Allah'ın kâfire dünyevî nimetler vermesinin maksadı, âhiret cezasını (artırma) olunca, bunlardan hiçbiri gerçekte nimet olamaz. Allahü teâlâ'nın, kâfirlere birçok nimetler verdiğini ifâde eden âyetlere gelince, bütün bu âyetler, o şeylerin zahiren nimet oluşuna hamledilmiştir. Bu âyet ile, o gibi âyetlerin arası ancak, "o nimetler zahiren nimet olup, gerçekte bir belâ ve gazab sebebidirler" denilerek bulunur. Allah en iyi bilendir. Allah İyiyi Kötüyü Ayırd Etmek İçin İmtihan Eder 179"Allah mü'minleri, sizin üzerinde bulunduğunuz (şu halde) bırakacak değildir. Nihayet pis olanı temiz olandan ayıracaktır. Allah size gaybi bildirecek değildir, fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer. Binâenaleyh siz Allah'a ve peygamberlerine inanın. Eğer inanır ve ittikâ ederseniz, size çok büyük birmükâfaat var". Bil ki bu âyet Uhud hadisesi ile ilgili âyetlerin en son kısmıdır. Allahü teâlâ, o hadisede meydana gelen ölüm, bozgun, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ağır yaralı oldukları halde, ashabını düşmanı takibe davet edişi, daha sonra onları Ebu Süfyan'a verilen sözü yerine getirmek için Bedr-i Suğra'ya gitmeye çağırışı ve bütün bunların mü'min ile münafığın birbirinden ayırdedilmesine bir delil oluşu gibi durumları haber vermiştir. Çünkü münafıklar korkmuşlar, geri dönmüşler ve müslümanlardan çok kişinin ölüşünü dillerine dolamış, daha sonra da savaşa katılmadıkları gibi, mü'minleri tekrar cihada gitmekten alıkoymaya uğraşmışlardır. İste bunun üzerine Allahü teâlâ, sizi münarıklarla birlikte ve onları siz ehl-i imandan olduklarını iddia eder vaziyette bırakmasının, hikmetine uygun düşmeyeceğini, aksine, mü'min ile münafık birbirinden ayırdedilebilsin diye bu hâdiseleri meydana getirmesinin hikmeti gereği olduğunu haber vermiştir ki işte âyetin, önceki âyetlerle irtibatı budur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: 179. Âyette Kıraat Farkı ve Her Bir Kıraatin Hücceti Hamza ve Kisâî, şeddeli olarak (......) şeklinde okumuşlardır ki Kur'ân'ın her yerinde bu fiili bu şekilde okumuşlardır. Diğer kıraat imamları ise, birinci yâ'nın fethası, mîm harfinin kesresi ve ikinci yâ'nın sükûnu ile ve şeddesiz olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Vahidi (r.h), fiilin her iki şeklinin de kullanıldığını, meselâ o şeyin, bir kısmını bir kısmından ayirdettim" ve "Ben onu iyice ayırdettim" "Onu temyiz edip, iyice ayırdettim" denildiğini, "Kim, herhangi bir yoldan, eziyet veren bir şeyi giderir ise, bu onun için bir sadakadır" Bu anlamda hadisler için bkz: Buhari, Mezâlim, 24; Ahmed İbn Hanbel. Müsned, İV/422, 423. hadis-i şerifindeki kelimenin de aynı kökten olduğunu söylemiştir. Bu fiili, (......) şeklinde okuyanların delili, fiilin sülâsisinin hem lâfız bakımından daha hafif olması, hem de sülâsî mezid sığasının manasını ifâde etmesidir. Onlar, "Binâenaleyh bu şekilde okumak daha evladır" demişlerdir. Ebu Zeyd, Ebu Amr'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Bu fiili şeddeli okumak "kesret (çokluk)" manasından dolayıdır. Fakat birşeyin bir şeyden ayırdedilmesinde, şeddesiz olarak fiili kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak da burada, "Nihayet pis olanı temiz olandan ayıracaktır" buyurmuş ve iki şey zikretmiştir. Bu bazı dilcilerin, "fark" ile "tefrik" kelimeleri hakkında söyledikleri husus gibidir. Yine Cenâb-ı Hak, "Bugün siz ayrılın" (Yâsin. 59) buyurmuştur ki, bu fiilin mutavaat sîgasıdır." Fiili şeddeli okuyanların delili ise şudur: Şeddeli okuyuş, teksîr (çokluk) ve mübalağa manâsından dolayıdır. Mü'min ve münafıkların sayısı çoktur. Binâenaleyh bu fiili burada şeddeli okumak daha evlâdır. Âyette "tayyib" (temiz) ve habis (pis) lâfızları, her nekadar müfred olarak getirilmiş ise de, bunlardan "cins" manası kastedilmiştir. Bundan dolayı, bu kelimelerden kastedilen bir mü'min ile bir münafık değil, bütün mü'min ve münafıklardır. Mü'minle Münafığın Nasıl Ayırd Edildiği Biz âyetin manasının, "Ey mü'minler, Allah, pis olan temiz olandan, yani münafık mü'minden ayrılıncaya kadar, sizi, üzerinde olduğunuz halde, yani mü'min ile münafığın birbirine karışık olması ve benzeri haller üzere bırakacak değildir" şeklinde olduğunu söyledik. Âlimler, mü'min ile münafığın nasıl ayırdedildiği hususunda ihtilâf etmiş ve şu görüşleri serdetmişlerdir: a) Bu, Allah'ın, çeşitli sıkıntı, musibet ve ölümler verip, onları bozguna uğratmasıyla olmuştur. Binâenaleyh mü'min olan, Allah'a imana ve Resûlullah'ı tasdika bunlardan sonra da devam etmiş, münafık ise nifak ve küfrünü ortaya koymuştur. b) Hak teâlâ, mü'minlere yardım edeceğini ve kâfirleri zelîl kılacağını va'adetmiştir. Binâenaleyh İslâm kuvvet bulunca, İslâm'ın devleti yücelmiş, küfür ve kâfirler ise zelil ve perişan olmuşlar ve böylece de bu ayrılma gerçekleşmiştir. c) Buna delâlet eden emare ve ipuçlarının bulunmasıdır. Meselâ müslümanlar İslâm'ın güç ve kuvvet bulmasıyla sevinirler, münafıklar ise bundan gam ve keder duyarlar. Bu Ayırd Etme Kat'i Değil de Zanni Kalır Burada şöyle bir soru vardır: Bu ayırma işi, iyice ortaya çıkarsa, münafıkların küfrü de ortaya çıkmış olur. Münafıkların küfrünün ortaya çıkması ise, onların münafık olarak kalmalarına mânidir. Eğer bu ayırdetme işi, iyice açık olmaz ise, o zaman da Allah'ın bu va'adi gerçekleşmemiş olur? Buna şöyle cevap veririz: Bu, katî bir ayrılışı değil de, zanni bir ayrılışı ifade etmesi bakımından tahakkuk etmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, 'Allah sizegaybı bildirecek değildir" buyurmuştur ki, Subhânehû ve Teâlâ, bu ayırma işini yapacağını bildirmiş ve daha sonra bu buyruğu ile, bu ayırma işinin, Allah'ın sizi gaybına muttali kılıp da "falan münafıktır, falan da mü'mindir; falan cennetlik, falan da cehennemliktir" diyebileceğiniz bir şekilde olmayacağını beyan etmiştir. Çünkü Sünnetullah, Allah'ın cahit insanları gaybına muttali kılmamak üzere cereyan etmektedir. Hatta sizin için bu ayırma işini bilmenin tek yolu, yukarıda zikrettiğimiz, mü'min ile münafığın ayrılmasını sağlayan çeşitli belâ ve musîbetlere uğramak gibi imtihanlardır. Fakat bunu gayba muttali olma yoluyla bilmek, ancak peygamberlerin özelliklerindendir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak, "Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer" buyurmuştur. Bu, "Allah peygamberlerinden dilediğini seçer ve sadece onlara, "şunlar mü'min, şunlar da münafıktır" şeklinde insanları tanıma bilgisini verir" manasındadır. Bu cümlenin şu manada olması da muhtemeldir: "Allahü teâlâ, peygamberlerinden dilediğini seçer ve böylece insanları, ellerindeki şeriatlarla imtihan eder. İmtihan neticesinde de bu iki grup birbirinden ayrılmış olur." Bu âyet şu manaya da gelebilir: "Allah sizin hepinizi, peygamberin bildiği miktarda, gaybı bilen kimseler kılmamıştır ki sizler peygamberlerden müstağnî olasınız. Aksine O, kullarından dilediğine peygamberliği verir, sonra diğer insanları o peygamberlere itaatla mükellef kılar." Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Öyleyse siz Allah'a ve peygamberlerine inanın" demiştir. Bu emirden maksad şudur: Münafıklar, Uhud'da meydana gelen o arzu edilmeyen hâdiseler sebebiyle, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğine ta'n etmişlerdi. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, bu hâdiselerde habis (pis) olan münafığın, tayyib (temiz) olan mü'minden ayrılması gibi birtakım faydaların bulunduğunu beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, münafıkların ileri sürdükleri şüphelerine bu şekilde cevap verince, "Öyleyse Allah'a ve peygamberlerine inanın" demiştir. Bu, "Bütün deliller, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine delâlet edip, O'nun nübüvvetini ta'n hususunda ileri sürdüğünüz o şüpheye de biz cevap verince, geriye size, sadece Allah'a ve peygamberlerine iman etmek kalmıştır" demektir. Allahü teâlâ, şu incelikten ötürü "peygamberine" değil de, "peygamberlerine" demiştir: Kişiyi, peygamberlerden birisinin peygamberliğini ikrar ve itirafa götüren yol sadece mu'cizedir kî bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de de vardır. Bundan dolayı, peygamberlerden her birinin peygamberliğini kabul etmek gerekir. İşte bu nükteden ötürü Hak teâlâ, "Peygamberlerine., " buyurmuştur. Bundan maksad, bütün peygamberlerin nübüvvetini isbât etmenin yolunun tek olduğuna dikkat çekmektir. Binâenaleyh onlardan herhangi birinin peygamber olduğunu kabul eden kimsenin, hepsinin peygamberliğini kabul etmesi gerekir. Cenâb-ı Allah, insanlara bunu emredince, peşisıra mükafaat va'adini getirerek, "Eğer inanır ve ittika ederseniz, size çok büyük bir mükafaat var" buyurmuştur ki bunun ne demek olduğu açıktır. Hakkı Verilmeyen Mallar Ateş Olup Âhirette Sahibinin Boynuna Dolanacak 180"Allah'ın fazl-u (kereminden) kendilerine verdiğinde cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için bir hayır olduğunu sanmasınlar, aksine bu onlar için bir serdir. Onların cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır". Bil ki Allahü teâlâ, önceki âyetlerde cihad uğrunda canların harcanmasına iyice teşvik edince, bu âyette de cihad uğrunda mal hacamaya teşvik etmeye başlayarak, Allah yolunda malını harcamak istemeyip cimrilik edenler için şiddetli va'idinin söz konusu olduğunu bildirmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Hamza bu kelimeyi, tâ ile (......) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, yâ harfi ile (......) şeklinde okumuşlardır. Zeccâc, "Hamza'nın kıraatına göre mana, "Cimrilik edenlerin cimriliklerinin onlar için hayırlı olacağını sanma.." şeklindedir. Buna göre, "Cimrilik edenler.." sözü delâlet ettiği için, "cimrilikleri" ifâdesi hazfedilmiştir. Yâ ile okuyanların kıraatine göre ise şu iki izah yapılabilir: a) Bu fiilin, faili olan zamirin mercii ya Allah Resulü veya herhangibir kimsedir. Buna göre âyetin manası, "Allah'ın Resulü veya herhangibir kimse, cimrilik edenlerin cimriliğinin onlar için hayır olacağını sanmasın" şeklindedir. b) Bu fiilin faili, "cimrilik edenler"dir. Buna göre, âyette mef'ûl hazfedilmiş olup, takdiri, "cimrilik edenler cimriliklerinin kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar" şeklindedir. "Cimrilik edenler" ifâdesi kendisine delâlet ettiği için, mef'ûl hazfedilebilmiştir. Bu, bir insanın "Kim yalan söylerse, o onun için bir şer olur, yani onun yalanı bir şer olur" sözü gibidir. Şu şiirler de bunun gibidir: "Akılsız, bir şeyden nehyolunduğu zaman, ona dogrugider" yani o sefeh'e, akılsızlığa doğru gider. Ferra da şu beyti nakletmiştir: "Onlar padişahlardır. Padişahoğulları da onlardır. O (mülkü) alanlar ve ilk efendilerdir." Ferrâ bu şiirdeki (onu) lâfzı ile, "mülkü" manasını kastetmiştir. Fakat daha önce melîklerden bahsedildiği için, bunu açıkça söylememiştir. "Bu kendileri için bir hayır..." ifâdesindeki hüve zamirine, Basralılar "zamir-i fasıl", Kûfeliler ise "zamir-i imâd" adını vermişlerdir. Çünkü daha önce, "cimrilik edenler" ifâdesinin zikredilmesi, sanki cimriliğin zikredilmesi gibidir. Buna göre âdeta, "Cimrilik edenler, bu cimriliklerini kendileri için bir hayır sanmasınlar" denilmektedir. Bu hususta sözün özü şudur: Hem mübtedânın hem de haberin bir hakikati vardır. Mübtedanın hakikatinin, haberin hakikati ile tavsif edilmesi, mübtedânın ve haberin hakîkatinden farklı bir şeydir. Binâenaleyh bu tavsif, her iki şeyin kendisinden fazla bir mana olunca o tavsife delâlet eden üçüncü bir sığanın olması gerekir ki bu da "hüve" (o) kelimesidir. Bil ki âyet, herhangibir hayır ve menfaat hususunda cimrilik etmenin kınandığına delâlet etmektedir. Bu hayır mal da olabilir, bir ilim de olabilir. Birinci görüşe göre, bu va'id malda cimrilik yapmadan ötürüdür. Buna göre âyetin manası, "O cimrilik edenler, cimriliklerinin kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Aksine bu onlar için bir serdir. Çünkü onların cimriliğinin cezası, kendi aleyhlerine olacaktır" şeklindedir. Bu da Hak teâlâ'nın, "Onların cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır" buyruğu ile kasdedilen husustur. Hem bu mallar onların yanında da kalmayacaktır ki bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır" buyruğu ile kasdedilen husustur. İkinci görüşe göre bu cimrilikten murad, ilimde yapılan cimriliktir. Çünkü yahudiler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Tevrat'taki sıfatlarını gizliyorlardı. Binâenaleyh bu gizleyiş bir cimriliktir. Meselâ, "Falanca ilminde cimrilik yapıyor" denilir. İlmin, Allah'ın bir lütfü olduğunda şüphe yoktur, Cenâb-ı Hak, "(Allah) sana (evvelce) bilmediklerini öğretti. Allah'ın senin üzerindeki lütf-u inayeti çok büyüktür" (Nisa 113) buyurmuştur. Hem sonra Cenâb-ı Allah, Tevrat ve İncil'de olan şeyleri yahudi ve hristiyanlara öğretip bildirmiştir. Bundan dolayı onlar, bu iki kitapta bulunan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderileceği müjdesini gizleyince, bu bir cimrilik olmuş olur. Bil ki birinci görüş daha uygundur. Bunun evlâ olduğuna şu iki husus da delâlet eder: a) Allahü teâlâ, "Onların cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır " buyurmuştur. Biz buradaki cimriliği, ilimde yapılan cimrilik olarak alırsak, âyeti tefsir ederken mecazi manayı vermeye mecbur oluruz. Fakat onu malda yapılan cimrilik olarak alırsak, mecazi mana vermeye mecbur olmayız. Bundan dolayı birinci görüş daha evlâ olur. b) Âyeti, maldaki cimrilik manasında alırsak, bu, malı cihadda harcama hususunda bir teşvik olmuş olur ve böylece de, âyetin kendinden önceki âyetlerle ilgisi güzel bir şekilde kurulmuş olur. Fakat biz onu, yahudilerin Tevrat'taki şeyleri gizlemeleri manasına alırsak, bu ilgi kopmuş olur veya zorlanarak bir ilgi kurulabilir. Binaenaleyh birinci görüş daha evlâ olur. Âlimlerin ekserisi, cimriliğin, farz ve vacip olan şeyi vermemekten ibaret olduğunu ve nafile olanı vermemenin cimrilik olmadığı kanaatindedirler. Onlar bu görüşlerine delil olarak şunları getirmişlerdir: 1- Bu âyet, cimrilik hakkında çok şiddetti bir tehdid ifâde etmektedir. Böyle şiddetli bir va'id ise ancak vacip olanı yapmamaya uygundur. 2- Allahü teâlâ, cimriliği kınamış ve ayıplamıştır. Halbuki nafile olan birşeyi (sadakayı) vermeyen kimsenin kınanması ve ayıplanması caiz değildir. 3- Allahü teâlâ, dâima lütuf ve ihsanda bulunur. Çünkü onun lütfedebileceği şeylerin sınırı yoktur. Varlık alemine çıkan herşey sonludur. Binâenaleyh, şüphe yok ki Cenâb-ı Hak, her an lütfetmemektedir. Eğer lütfetmemek cimrilik olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın da cimrilikle tavsif edilmesi gerekirdi ki O, bundan münezzehtir. 4- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Cimrilikten daha ileri hangi hastalık vardır?" Buhâri, Humus, 15. buyurmuştur. Nafile olan bir şeyi yapmayanın, "cimri" diye tavsif edilemiyeceği malumdur. 5- Lütfü terkeden, şayet cimri sayılsaydı, çok malı olan insanın, ancak bütün malını vermek suretiyle cimri olmaktan kurtulabilmesi gerekirdi. 6- Cenâb-ı Hak, "Kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcarlar" (Bakara, 3) buyurmuştur ki bu âyetteki (......) harf-i cerh teb'iz (kısmiyyet) manasınadır. Binâenaleyh bu ifâdeden maksad, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği şeylerden "bir kısmım" infâk eden kimseler olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu kimselerin sıfatları hakkında, "İşte onlar, Rablerinden (gelen) hidayetin tam üzerindedirler" (Bakara, 5) buyurmuş ve onların hidayete erip, felaha kavuştuklarını bildirmiştir. Eğer nafile olanı yapmayan kimse, kınanmış bir cimri sayılsaydı, böyle denilmezdi. Bundan dolayı bu âyet ile, cimriliğin "vacip olanı yapmamak ve vermemek" manasına olduğu ortaya çıkmaktadır. Fakat vacip olan infâklar pek çoktur: a) İnsanın hem kendisi, hem de bakmakla mükellef olduğu kimseler için yapacağı harcamalar. b) Zekata giren infâklar. c) Müslümanların, canlarına ve mallarına kasteden bir düşmanı defetmek mecburiyetinde kaldıklarında, düşmanı savuşturabilecek müslümanlara mallarını infâk etmeleri vacibtir. Çünkü bu, insanın, kendisinden bir zararı savuşturması gibidir. d) Bir müslüman çok muhtaç olduğunda, diğer müslümanların, ona hayatını sürdürecek kadar mat vermeleri vaciptir. İşte bütün bu infâk çeşitleri, vacip infaklardan olup, onu yerine getirmemek cimrilik babından sayıltr. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Allah daha sonra, "Onların cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Bu va'id'in tefsiri hususunda bazı vecihler bulunmaktadır: 1- Bu ifâdeyi zahirî manasına hamletmek. O da şu şekilde olur: Allahü teâlâ, onlara azablarına sebep olacak bir tasma takar. Denildi ki, Allahü teâlâ bu mallarını, boyunlarına dolanmış olan tasmalar gibi yılanlar şekline sokacaktır. Bu yılanların, onların bedenlerinin diğer yerlerine de sarılması mümkündür. Bu malların, boyunlarında bir yılan gibi olması, önce zekatı ödemenin lüzumunu kabul edip, sonra da onu ödememelerinden ötürüdür. Yılanların, bedenlerinin diğer yerlerini sarması ise, mallarını sımsıkı tutup ayırmak istememeleri yüzündendir. Böylece bu yılanlar onların mallarının yerine geçmiş olur. Sanki onlar, o yılanları iyice kucaklamışlar ve kendilerine iyice bitiştirmişlerdir. Bunun, onların boyunlarına dolanmış ateşten bir tasma olması da mümkündür. Bunun bir benzeri de, "O gün o malları, cehennem ateşinin içinde, onların üzerinde kızdırılacak ve bunlarla onların alınları, böğürleri ve sırtlan dağlanacak" (Tevbe. 35) âyetidir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Verilmeyen o zekatlar, onların boyunlarında, onları sokan ve onlara "Ben, dünyada iken cimrilik edip vermediğin zekatım" diyen, başında iki siyah benek bulunan, tasma şeklinde bir yılan haline getirilir." 2- "Boyunlarına dolanacaktır" buyruğunun tefsiri hakkında Mücâhid: "Onlar, kıyamet günü, cimrilik ettiği o zekatı vermekle mükellef kılınacaklar" demiştir. Bunun bir misali de İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, Bakara 184. âyeti, "Mükellef olanlara fidye gerekir" şeklinde okuyuşudur. Müfessirler, bu kıraatin, "mükellef olup da ona güç yetiremeyenler..." manasında olduğunu söylemişlerdir. Buna göre, buyruğu da, "Onlar, vermedikleri zekatı, yapamayacakları bir zamanda vermekle emrolunurlar ki, bu, "Bunu yapabileceğiniz zaman yapmalı değil miydiniz?" manasında bir azarlama olur. 3- Bu tabirin manası, "Onlar, bunun günahını âhirette kabullenecekler" şeklindedir. Bu, temsilî bir mana olup, aslında bir tasma söz konusu değildir. Meselâ, "Falan, falancanın boynunda bir tasma gibidir" denilir. Araplar, birşeyin birisinin boynunda olduğunu söylemekle, o şeyin gerekliliği manasını te'kid ederler. Meselâ, "Bu işi senin boynuna sardım, bu işi sana gerdanlık yaptım" deyişleri de bu manadadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Herkesin amelini kendi boynuna doladık" (isra, 13) buyurmuştur. 4- Âyette geçen cimriliği, ilimde yapılan cimrilik manasına alırsak, "boyunlarına dolanacaktır" tabiri, "Allahü teâlâ, onların boyunlarına ateşten bir tasma takar" manasında olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Bir kimseye bildiği birşey sorulur da o da onu gizlerse, Allah, kıyamet günü ona ateşten bir gem vurur" Ebu Davud. İlm. 9 (111/321) buyurmuştur ki bunun manası, "Onlar, bu gem ile ağızlarından ve dillerinden azab olunurlar" demektir. Çünkü onlar ağızları ve dilleri ile, hakkı gösteren şeyleri söylememişlerdir. Bil ki bu cimriliği, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin delillerini gizleme manasında almak da uzak bir ihtimal değildir. Çünkü yahudi ve bristiyanfar, Kur'an'da "cimri" olarak tavsif edilip kınanmışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak onlardan bahsederken, "Yoksa onların, mülkten bir hisseleri mi var? Eğer öyle olsaydı. insanlara çekirdek zan kadar birşeyi bile vermezlerdi" (Nisa 53) ve "Onlar, hem cimrilik yapar, hvm de insanlara cimriliği emrederler" (Nisa. 37) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak. tefsir ettiğimiz âyetin hemen peşisıra, "Gerçekten Allah fakirdir, biz zenginiz" diyenlerin sözünü yemin olsun ki Allah işitmiştir" (Âl-i imran, 181) buyurmuştur ki bu söz yahudilere aittir. Âyetin, hem ilimde cimrilik, hem de malda cimrilik hakkında olup. bu tehdidin, her ikisi için olması da uzak bir ihtimal değildir. Mu'tezile, bu âyetin günahkârların ilâhi tehdidin muhatabı olduklarına kesinlikle delâlet ettiğini söylemektedirler. Çünkü bu vazifeleri (zekatları) yerine getirmekle mükellef olup da, bunlar uhdesinden düşmemiş olan kimseler, hem Hazret-i Peygamberi hem de İslâm şeriatını tasdik eden kimselerdir. Hak teâlâ'nın, "Aksine bu, onlar için bir serdir beyanı, onların sevaptan mahrum edilecekleri ve cehenneme girecekleri neticesine götürür. Onların cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır" buyruğu ise, çok net bir ilâhî va'İddir. Bil ki bu konudaki sözümüz Bakara suresinde geçmişti. Sonra Cenâb-ı Hak, "Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır" buyurmuştur. Bu ifâde şu iki şekilde izah edilmiştir: a) Yerdeki ve göktekilerin. miras yoluyla sahip oldukları mallar ve diğer şeyler. Allah'a aittir. Binâenaleyh onların, Allah'ın mülkü ile. Allah'a karşı cimrilik edip. onun yolunda infâk etmemeye haklan yoktur Bunun bir benzeri de. "Siz, kendisinde vekil kıldığımız (mallar)dan (Allah yolunda) infâk edin" (Hadid. 10) âyetidir. b) Ekseri müfessirlere âit olan görüşe göre bu ifâdeden murad, yerdeki ve göktekilerin helak olup, neticede bütün mülkün Allah'tan başka bir maliki olmayacak tarzda geriye kalacağıdır. Bu "veraset" manasına gelen bir tabirdir. Çünkü insanlar. Mümkün kendilerinin olduğunu iddia etmişlerdi. Hepsi ölüp, geride hiç kimse ayınca. sanki o mülklerin varisi Allah olmuştur. Bu âyetin esas ifâde etmek stediğı şudur; Allah'tan başka bütün mâliklerin mülkü bâtıl olur. Böylece bu, bir miras gibi olur. İbnül-Enbâri şöyle demektedir: "Daha evvel onda ortak iken, sonra tek kaldığında, "falan, falancanın ilmine vâris oldu" denilir. Nitekim Allahü teâlâ da. Süleyman Davud'a mirasçı oldu" (Neml. 16) buyurmuştur ki bu, daha önce Davud (aleyhisselâm) mülkte Süleyman (as) ile ortak ve ona âmir iken, daha sonra bu işte Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın tek kaldığı manasınadır. Allahü teâlâ daha sonra "Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır" buyurmuştur. İbn Kesîr ve Ebu Amr, buradaki fiili, failinin "cimrilik edenler"olması için, gâibsîgasıyla ve yâ harfi ile Onların yaptıklarını..." seklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre mana. "Allah, onların zekatlarını vermediklerini ve onları bundan ötürü cezalandırır" şeklinde olur Diğer kıraat imamları ise, itab sîgası ile ve tâ harfi ile okumuşlardır. Çünkü bundan önceki, "Eğer inanır ve ittika ederseniz, size çok büyük bir mükat'aat var" buyruğu da muhatab sigasıyladır. Bu kiraata göre mana. "Allah, sizin yaptıklarınızı bilir ve onlara karşılık sizi mükafaatlandırır" şeklinde olur. Bu fiilin gâib sîgasıyla okunması, muhatab sigasıyla okunmasından daha evladır. Çünkü Keşşaf sahibi, "iltifat" üslubu ile, yâ'lı (gaib olarak) okumak, va'idi ifâde etmede daha beliğdir. Yahudilerin İleri Sürdüğü Şüphelerden:"Allah Fakir, Biz Zenginiz" 181Âyetin tefsiri için bak:182 182"Gerçekten, "Allah fakirdir, biz zenginiz" diyenlerin sözünü, yemin olsun ki Allah isitmiştir. Söyledikleri (o sözü), peygamberleri haksız yere öldürmeleriyle birlikte yazacağız ve "Tadın, o yakıcı azabı" diyeceğiz. Bu, ellerinizin yapıp takdim ettiği şeyin karşılığıdır. Şüphesiz ki Allah, kullarına karşı zulümkâr değildir". Bil ki âyetin, önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu iki izah yapılabilir: a) Hak teâlâ, önceki âyetlerinde Allah yolunda canlarını ve mallarını harcamayı insanlara emredip bunu iyice belirtince, bundan sonra yahudilerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini ta'n etmelerindeki şüphelerini nakletmeye başlamıştır. Birinci şüphe şudur: Allahü teâlâ, kendi yolunda malların harcanmasını emredince, kâfirler "Allah, istediği şeyi elde etmek için şayet infak etmemizi isterse, fakir ve âciz olmuş olur. Çünkü başkasından mal isteyen kimse fakirdir. Fakirlik Allah hakkında düşünülemeyeceğine göre, O'nun, kutlarından mal talep etmesi de düşünülemez. Bu da, Muhammed'in Allah'a böyle bir talep nisbet etme konusunda yalancı olduğunu gösterir" dediler. b) Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın ümmeti, mal infak ederek Allah'a yaklaşmak istediklerinde gökten bir ateş inip o malı yakıyordu. Bundan dolayı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onlardan Allah yolunda matlarını harcamalarını isteyince, "Sen peygamber olsan bu maksadla mal istemezsin. Çünkü Allahü teâlâ fakir değildir ki, dinini ıslah hususunda bize muhtaç olsun. Hatta sen peygamber olsan, bizim mallarımızı, gökten bir ateşin inip onu yakması için İstersin. Bunu böyle yapmadığına göre, senin peygamber olmadığını anladık" demişlerdi. İşte âyetin bir ilgisi de budur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki akıllı olan kimsenin, "Allah fakirdir, biz ise zenginiz" demesi çok uzak bir ihtimaldir. Aksine insan böyle bir sözü ancak ya istihza, ya da itzâm yoluyla söyler. Rivayetlerin pek çoğu bu sözün sadece yahudilerden çıktığını gösterir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Benî Kaynuka yahudilerine, İslâm'a, namaza, zekata ve Allah için güzel bir borç vermeye davet eden bir mektup yazıp, bunu Hazret-i Ebu Bekir'le gönderince, Yahudi Fenhas, "Demek ki Allah fakir ki bizden borç para istiyor" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ebu Bekir ona bir tokat atarak, "Eğer aramızda bir anlaşma olmasaydı, boynunu uçururdum" dedi. Binâenaleyh Hazret-i Ebu Bekir onu, Hazret-i Peygambere şikayet edip, Fenhas da söylediği sözü inkâr edince, işte bu âyet Hazret-i Ebu Bekir'i doğrulamak için indi. Bazı âlimler de, "Allah, "Kimdir ki Allah'a güzel bir borç versin de, (Allah) onu kat kat, çok çok artırsın" (Bakara, 245) âyetini indirince, Yahudiler "Biz, Muhammed'in ilâhının bizden borç istediğini görüyoruz, demek ki biz zenginiz O fakir. Bir taraftan faizi (ribayı) bize yasaklarken, öbür taraftan bize faiz veriyor" dediler. Bu sözleriyle âyetini kasdediyorlardı. Bil ki âyette bu sözü kimin söylediği açıkça belirtilmemiştir. Fakat âlimler, bu sözün yahudilere âit olduğunu söyleyip, bu hususta şu delilleri getirmişlerdir: a) Hak teâlâ, onların, kendisinin cimri olduğunu kastederek, "Şüphesiz Allah'ın eli sıkıdır" (Maide. 64) dediklerini nakletmiştir. Bu cehalet, burada zikredilen cehalete uygundur. b) Hadiste, Hazret-i Ebu Bekir hadisesinde de naklettiğimiz gibi, onların bu şekilde konuştukları vârid olmuştur. c) Teşbih (Allah'ı varlıklara benzetmek), yahudilerin genel karakteridir. Teşbih inancına taraftar olanların, Allah'ın her şeye gücünün yeteceği esasını kabul etmeleri mümkün değildir. Bu kimseler böyle bir esası kabul etmeyince, Allah'ın fakir değil de zengin olduğunu açıklayamazlar. d) Hazret-i Musa (aleyhisselâm), onlardan düşmanlara karşı cihad için kendisine uymalarını isteyince onlar "Sen Rabb'inle beraber git ve ikiniz beraber savaşın. Biz burada oturup bekliyoruz" (Mâıde, 24) dediler. Bunun üzerine Hazret-i Musa, onlardan nefisleriyle cihad etmelerini isteyince, "Tanrı herşeye kadir olduğuna göre, O'nun bizim cihadımıza ne ihtiyacı var?" dediler. Burada da böyle olmuştur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), onlardan mallarını infak ederek cihad etmelerini isteyince, onlar, "Allah zengin olduğuna göre, O'nun bizim mallarımıza ne ihtiyacı var?" dediler. Böylece âlimlerin, her nekadar başka cahil kimselerin de bu sözü söylemeleri ihtimali varsa da, bu şüpheyi yahudilere isnâd etmeleri uygun olmuştur. Görünen odur ki, o yahudiler bu sözü. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini tenkid maksadıyla söylemişlerdir. Yani, "Eğer Hazret-i Muhammed. Tanrının kullarından mal istediği hususunda doğru olsaydı, şüphesiz o Tanrı fakir olmuş olurdu. Bu imkansız olduğuna göre, Hazret-i Muhammed'in bu sözünde yalancı olduğu sabit olmuştur" demek istediler. Veyahut da o yahudiler bu sözü, istihza ve alay etme için söylemişlerdir. Aklı olan birisinin bu sözü, inanarak söylemesi gerçekten uzak bir ihtimaldir. Bu âyet, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün sözleri duyduğunun delilidir. Bunun bir benzeri de, "Zevci hakkında seninle çekişen ve Allah'a şikayet etmekte olan kadının sözünü Allah elbette işitti" (Mücâdele, 1) âyetidir. Âyetin zahiri, bu sözü söyleyenlerin bir topluluk olduğunu gösterir. Çünkü, Allahü teâlâ âyette "... diyenlerin" buyurmuştur ki bunun zahiri, bu sözü bir topluluğun söylediğine delâlet eder. Fakat bu sözü, yahudi Fenhas'ın söylediğini ifâde eden rivayet ise, Fenhas'tan başkasının bu sözü söylemediğini gösterir. Kur'ân, bu sözü bir topluluğun söylediğini ifâde ettiğine göre, bunun bu şekilde olduğuna kesin hükmetmek gerekir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Söyledikleri (o sözü).... yazacağız" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili olarak da birkaç mesele vardır: Hamza bu fiili, meçhul olarak yâ ile "yazılacak" şeklinde ve sözünü de, bunun nâib-i faili olacak şekilde lâm'ın ref'i ile diye okumuştur. Diğer kıraat imamları ise fiili nün ile, bu kelimeyi de lâm'ın fethası ile okumuşlar ve bu yazma işini Allah'a vermişlerdir. Keşşaf sahibi, Hasan el-Basri ile A'reç'in bu fiili yâ ile ve "kati" kelimesini buna nâib-i fail yaparak ve şeklinde de okuduklarını söylemiştir. "Söylediklerini Yazacağız" Tabirinin Açıklanması "Yazılacaktır" manasındaki kıraata göre, bu ifâde bir va'id olup şu manalara gelir: a) Bu sözün, onların aleyhine yazılmasından murad, bunu onlara isbat etmek, boşa çıkarmamak ve bir kenara atmamak demektir. Çünkü insanlar bir şeyi zaif olmayacak, unutulmayacak ve değişmeyecek bir biçimde tesbit etmek istediklerinde, onu yazarlar, Allahü teâlâ da, burada yazma işini "böyle bir hükmü onlara verme" manasında mecazi olarak kullanmıştır b) "Biz, onların dediklerini, kıyamet günü amel defterlerinde bunu okusunlar diye, amellerinin yazıldığı kitaplara yazarız." c) Bana göre burada şöyle bir diğer ihtimal daha vardır: "İnsanlar, kıyamet gününde, bu yahudilerin işi ne kadar yokuşa sürdüklerini, cahil olduklarını ve ellerinden geldiği kadar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini ta'n etme hususunda ne kadar çalışıp çabaladıklarım bilsinler diye, Kur'ân'da onların bu cehaletlerini yazacağız" demektir. Yahudilerin Peygamberleri Öldürmeleri Daha sonra Hak teâlâ, "Peyşamberleri naksız yere öldürmelerini" buyurmuştur. Bu, "Onların peygamberleri haksız yere öldürmelerini de yazacağız" takdirindedir. Bu ifâde hakkında da iki mesele vardır: Onların peygamberleri öldürmelerinin, Allah'ı fakir olarak tavsif etmeleri ile birlikte zikredilmesinin faydası, onların cahilliklerinin sadece o vakte has olmadığını, aksine eskiden beri cehalet ve ahmaklıkta ısrarlı olduklarını ortaya koymaktır. Peygamberleri öldürme işinin bu yahudilere nisbet edilişinde şu iki vecih vardır: 1- "Biz onların söyledikleri sözü ve alalarının yaptıktan işi yazıyoruz. Böylece her iki grubu da lâyık oldukları şekilde cezalandıracağız." Bu, "Hanisiz birisini öldürmüştünüz..." (Bakara, 72)yani, "atalarınız onu öldürmüştü..."; "Hani sizi, Firavun hanedanından kurtarmıştık" (Bakara. 49) ve "Hani sizin için denizi yarmıştık..." (Bakara, 50) âyetlerinde olduğu gibidir. Bütün bu âyetlerde bahsedilenler onlar değil, onların atalarıdır. Buna göre âyet, "Hem onların, hem de atalarının fiil ve sözleri tesbit ediliyor" manasını ifâde etmektedir. 2- Bu, "Onların, kendi kendilerine (içlerinde) söyledikten sözleri, aleyhlerine yazacağız." Yine onların, atalarının peygamberleri öldürmelerine razı olup, bunu tasvip etmelerini de yazacağız" demektir. Şa'bî'den rivayet edildiğine göre bir adam, onun yanında Hazret-i Osman (radıyallahü anh)'dan bahsetmiş ve öldürülüşünün yerinde olduğunu söylemiş. Bunun üzerine Şâ'bi, "Sen de onun kanında ortak oldun" demiş, ve "De ki "Size benden evvel de nice peygamberler, apaçık deliller ve mu 'cizelerle beraber, o istediğiniz şeyi de elbette getirmişti. O halde onları niçin öldürdünüz" (Âl-i İmran. 183) âyetini okumuştur. Bu öldürme ile kendilerinin arasında yaklaşık yediyüz yıl olmasına rağmen âyet öldürmeyi onlara nisbet etmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Tadın, o yakıcı azabı" diyeceğiz" demiştir. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: Hamza fiili meçhul olarak, (......) kelimesini merfû olarak, fiilini de yâ ile okumuştur. Diğer kıraat imamları ise bu iki fiili nûn harfi ile, ve (......) şeklinde okumuşlardır. Bu tabirden maksad, Allahü teâlâ'nın, bu sözü söyleyene, "Müslümanlara kederi tattırdığın gibi, sen de şu yakıcı cehennemin azabını tat" diyerek, ondan intikam alacağını belirtmektir. "Harik" muhrik (yakıcı) manasınadır. Bu "elim" kelimesinin, mü'lim (elem verici) manasına gelmesi gibidir. Bu sözün, ona ölürken, haşr esnasında veyahut de kitabı okunurken söylenmesi muhtemel olduğu gibi, aslında böyle bir söz söylenmediği halde, bunun ilâhî va'îdin söz konusu oluşundan bir kinaye olması da muhtemeldir. Yahudilerin İddialarının Reddi Birisi şöyle diyebilir: "Onlar şu soruyu sormuşlardı: Başkasından mal isteyen, fakir ve muhtaçtır. Buna göre şayet Allah, kullarından mal istiyor ise, o fakir demektir ki bu Allah için düşünülemez. Binâenaleyh Allah'ın kullarından mat istemediği söylenmelidir. Bu da, Muhammed'in nübüvvet iddiasında doğru olduğu inancını cerheder (yaralar)." İşte yahudilerin ileri sürdükleri şüphe budur. Bunun cevabı nerededir? Buna cevap vermeksizin, böyle bir şüpheyi ileri sürmeye dair bir ilâhî tehdid getirilmesi ne kadar yerindedir? Biz deriz ki: Bu mesele, ehl-i sünnet âlimlerine göre ele alırsak şöyle deriz: Allah dilediğini yapar, istediğine hükmeder. Binâenaleyh kendisi zenginlerin en zengini olmasına rağmen, O'nun kullarına mal infak etmelerini emretmesi uzak bir ihtimal sayılmaz. Meseleyi Mu'tezile'nin, "Allah, kullarının maslahatını gözetir" prensibine göre ele alırsak, bu mükellefiyetle kullara yönelik, şu gibi çeşitli faydaların bulunmuş olması da uzak bir ihtimal değildir. a) Mal infâk etmek, mat sevgisinin kalbten silinmesine sebep olur ki bu, en büyük menfaatlerden biridir. Çünkü kul öldüğünde, geride mal bıraktığı için kalbinde mal sevgisi kalırsa, ruhunun bu ayrılıktan dolayı elem duymasına sebep olur. b) Mal infakı sebebi ile ebedî ve kalıcı menfaatlar elde edilir. c) Bu infak sayesinde kalp, masivallah (Allah dışındaki şeylerin) sevgisinden boşalmış olur. Kalpte, masivallah'ın sevgisi azaldığı oranda Allah sevgisi güçlenir ki işte bu, bütün mutlulukların başıdır. Bütün bu hususları Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de tekrar tekrar beyân buyurmuştur. Nitekim O, "Geriye kalacak iyi (amel ve hareketler) ise, Rabb'inin nezdinde sevabca daha hayırlıdır..." (Kehf, 46); "Halbuki âhiret daha hayırlı, daha süreklidir" (A'la. 17); "Allah'ın rızası fse daha büyüktür" (Tevbe, 72) ve, "Onlar işte yalnız bununla sevinsinler. Bu onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır" (Yunus, 58) buyurmuştur. Bütün bu vecihler, geniş ve güzelce zikredildikten sonra, böyle şüpheler ileri sürmek, sırf işi yokuşa sürme ve hakkı kabul etmemedir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu şüpheyi zikredince, peşisıra tehdidini getirmekte yetinmiştir. Daha sonra Allahü Teâlâ, 'Bu, ellerinizin yapıp takdim ettiği şeyin karşılığıdır. Şüphesiz ki Allah, kullarına karşı zulümkâr değildir" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili olarak da birkaç mesele vardır: Allahü teâlâ, o şiddetli va'îdi (tehdidi) zikredince, "Bu, ellerinizin yapıp takdim ettiği şeyin karşılığıdır" diyerek onun sebebini de zikretmiştir. Bu, "O yakıcı azab, sizin yaptıklarınızın cezasıdır. Çünkü siz Allah'ı fakirlikle nitelendirip, peygamberleri öldürme cüretkârlığını gösterdiniz. Binâenaleyh bu ceza bir zulüm değil, sırf adalettir" demektir. Cübbâ'î şöyle demiştir: "Âyet, onlara ceza vermenin, bu günahların onlardan sâdır olmaması halinde bir zulüm olacağına delâlet eder. Âyet Cebriye'nin, "Allah, çocuklara ve mükelleflere suçsuz yere ve günahsız oldukları halde azab edebilir" şeklindeki görüşlerinin bâtıl olduğuna da delâlet eder. Yine bu âyet, kulun, kendi fiilinin yaratıcısı olduğunu da gösterir. Aksi halde zulüm söz konusu olur." Cübbâi'nin bu görüşlerine, "Sizin bu söyledikleriniz, defalarca ve zaman zaman izah ettiğimiz gibi, "dâive ilim" meselesiyle çelişki teşkil eder" diye cevap veririz. Birisi, "Rabb'in, kullarına zulümkâr (çok zulmeden) değildir" (Fussilet. 46) âyeti, Cenâb-ı Hakk'ın, (çok zâlim) olmadığını gösterir. Bir sıfatın olmadığını söylemek, o sıfatın aslının bulunduğu vehmini verir. Bu da zulmün aslının (Allah'ta) bulunduğu manasına gelir" diyebilir. Kâdî buna şu şekilde cevap vermiştir: Cenâb-ı Hakk'ın kullarına yapacağı tehdidinde bulunduğu o azap, eğer bir zulüm olursa, bu zaten büyük olur. Böylece Cenâb-ı Hak, var olması halinde o zulmü, olabilecek büyüklüğü ile nefyetmiştir. Bu da, onların günahsız olmaları halinde onlara ceza vermenin zulüm olacağı şeklindeki görüşümüzü te'kid eder. Bil ki bu âyetteki "ellerinizin" kelimesi mecazi manada getirilmiştir. Çünkü aslında fail olan, eller değil, insandır. Fakat el, iş yapmanın âleti olduğu için, fiilleri mecazi olarak ele isnad etmek yerinde ve güzeldir. Sonra Allahü teâlâ, âyette bu kelimeyi, "Ellerinizin yapıp takdim ettiği şey..." diye cemî olarak getirmiştir. Bir başka âyette de, tesniye olarak, "Bu, iki elinin yapıp takdim ettiği şey sebebiyledir" (Hacc. 10) şeklinde getirmiştir ki bütün bunlar dilde meşhur olan ve güzel karşılanan kullanışlardır. 183"Hakikaten, Allah, hiçbir peygambere, o (gökten inecek) bir ateşin yiyeceği bir kurban getirinceye kadar, imân etmememizi emretti" diyen (yahudilere) de ki: "Size, benden evvel nice peygamberler apaçık deliller ve mu'cizelerle beraber, o dediğinizi de elbette getirmişti. O halde, sadıklar iseniz, onları niçin öldürdünüz". Bil ki bu âyet, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini ta'n etmek üzere kâfirlerin ileri sürdükleri ikinci şüphedir. Bunun izahı şu şekildedir: Onlar, "Allah, (gökten inecek) bir ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere imân etmememizi emretti. Ey Muhammed sen ise, böyle yapmadın. Binâenaleyh senin, peygamberlerden biri olmaman gerekir" demişlerdi. Âyetin, önceki âyetlerle münasebeti işte bu husustur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bu âyet, Ka'b İbn el-Eşref, Ka'b İbn Esed, Malik İbn es-Sayf, Vehb İbn Yahuza, Zeyd İbn Tâbûb, Fenhâs İbn Âzûrâ ve benzerleri hakkında nazil olmuştur. Onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek "Ey Muhammed, Allah'ın peygamberi olduğunu ve Allah'ın sana bir kitap indirdiğini iddia ediyorsun. Halbuki Allah bize Tevrat'ta, hiçbir peygambere, ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe, imân etmememizi emretti. O ateşin hafif bir sesi olur ve gökten iner. Eğer sen bize bu ateşi getirirsen, seni tasdik ederiz" dedikleri zaman, işte bu âyet-i kerime nazil olmuştur. Atâ şöyle demiştir: "İsrailoğulları Allah için kurban kesiyor, onun iç yağları ile etinin en güzel yerlerini alıp, bunları tavanı açık bir evin ortasına koyuyorlardı. Peygamberleri evin içinde durup, Rabb'isine dua ediyordu. İsrailoğulları da dışarıda, evin etrafında bekleşiyorlardı. Derken gökten hafif bir sesi olan, dumansız beyaz bir ateş iniyor ve o kurbanı yakıp bitiriyordu." Bil ki âlimlerin, yahudilerin bu iddiaları hakkında şu iki görüşü vardır: 1- Birincisi Süddî'nin görüşüdür. Bu görüşe göre, böyle bir şart Tevrat'ta vardır. Fakat şartlı olarak vardır. Bu da şudur: Cenâb-ı Hak Tevrat'ta, "Size peygamber olduğunu iddia eden birisi gelince, Mesîh ve Muhammed hâriç, size bir ateşin yiyip bitireceği bir kurban getirmedikçe ona inanmayın. Fakat Mesîh İsa ile Muhammed geldiklerinde, onları hemen tasdik edin. Çünkü onlar, ateşin yiyip bitireceği bir kurban olmadan gelirler" buyurmuştur. Süddî sözüne devamla, "Bu âdet Hazret-i İsa (aleyhisselâm) gönderilinceye kadar devam etmiştir. Allahü teâlâ, Hazret-i İsa'yı peygamber olarak gönderince, bu sona ermiştir" demiştir. 2- Böyle bir şart iddiası, Tevrat'a bir iftiradır. Bunun bir iftira olduğunu şunlar da gösterir: a) Bu gerçek olsaydı, bütün peygamberlerin mu'cizesi, böyle bir kurban olurdu. Halbuki işin böyle olmadığı malumdur. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın Firavuna karşı mu'cizeleri, bu kurbanın dışında birtakım şeylerdi. b) Böyle bir ateşin gökten inip, kurbanı yemesi bir mu'cizedir. Binâenaleyh gerek bu, gerek diğer mu'cizeler birbirine denktir. Bundan dolayı, bilhassa bu mu'cizenin olmasında ve ille de bunun istenmesinde bir mana yoktur. Aksine, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinde çok açık mu'cizeler zuhur edince, bu kurban mu'cizesi bulunsa da bulunmasa da O'nun peygamber olduğuna kesinkes hükmetmek gerekir. c) Tevrat'ta ya, "Peygamberliğini iddia eden birisi, hertürlü mu'cizeyi getirse bile, bu kurban mu'cizesini göstermedikçe, ona inanmayın" diye bir hüküm, veyahut da "Peygamberliğini iddia eden kimseden mu'cize istenilir. İster bu mu'cize, gökten ateş getirme mu'cizesi, isterse başka birşey olsun..." şeklinde bîr hüküm vardır denilebilir. Birincisi söylenemez, çünkü ona göre, diğer mu'cizeleri getirmek, o kimsenin peygamberlik iddiasında doğru olduğuna delâlet etmez. Bu mu'cizelere ta'n etmek eğer mümkin ise, o zaman o kurban mu'cizesine ta'n etmek de mümkindir. İkincisine gelince, bu doğruluğun o muayyen kurban mu'cizesinin zuhuruna değil, mutlak olarak (herhangi)bir mu'cizenin zuhuruna bağlanmasını gerektirir. Binâenaleyh, sadece bu kurban mu'cizesini isteyip, ona itibar etmek abes ve lağiv olur. Bizim söylediğimiz bu hususlarla, böyle bir şüphenin sakıt olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir. (......) kelimesinin cümledeki yeri hakkında da şu görüşler ileri sürülmüştür: a) Zeccâc, bu kelimenin, (......) kelimesinin sıfatı olup mahallen mecrur olduğunu ve kelâmın "Senin Rabb'in, şöyle şöyle diyen kutlarına karşı zulümkâr değildir" şeklinde olduğunu söylemiştir. b) Takdirin "Gerçekten Allah fakirdir..." diyenlerin sözünü ve "Hakikaten Allah., iman etmememizi emretti..." diyenlerin sözünü, andolsun ki Allah işitmiştir" şeklinde olması... c) Bunun, mahzuf bir mübtedânın haberi olması sebebiyle merfu olması. Takdiri, "Onlar, böyle söyleyenlerdir" şeklindedir. Vahidî (r.h) şöyle demektedir: "Kurban, kendisi vesilesiyle Allah'a yaklaşılan bir iyiliktir. Bunun aslı (yaklaştı) fiilinden bir masdardır. Bu, "küfran", "rüchân" ve "hüsran" masdarlart gibidir. Daha sonra bu kelime ile, Allah'a yaklaşma vesilesi olan şeyin bizzat kendisi adlandırılmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Ka'b İbn Ucre'ye "Ey Kâ'b, oruç kalkandır, namaz da kurban (Allah yaklaşma vesilesi)dir" Buhârî, Savm. 2. sözü de bu manadadır. Yani, "O namaz ile Allah'a yaklaşılır ve hacetler hususunda Allah'tan yardımı istenir" demektir. Bil ki, Allahü teâlâ, yahudilerin bu ikinci şüphesine cevap vererek, "De ki, "Size, benden evvel nice peygamberler apaçık deliller ve mu'cizelerîe beraber, o dediğinizi de elbette getirmişti. O halde sâdık iseniz, onları niçin öldürdünüz?" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Bil ki Allahü teâlâ, bu delillerle onların bu mu'cizeyi, hakka ulaşmak maksadıyla değil, aksine işi yokuşa sürmek ve haksız yere diretmek için istediklerini beyân buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü o yahudilerin ataları, Hazret-i Zekeriyya, Hazret-i İsa ve Hazret-i Yahya gibi önceki peygamberlerden de bu mu'cizeyi istemişlerdi, onlar da bunu göstermişlerdi. Fakat sonra onlar, Hazret-i Zekeriyya ve Hazret-i Yahya'yı öldürmek için ellerinden gelen gayreti sarfetmişler; Hazret-i İsa'yı da öldürdüklerini iddia etmişlerdir. Bu da, o yahudilerin, işi sarpa sardırmak ve haksızlıkta diretmek için, o peygamberlerden bu mu'cizeyi istediklerine delâlet eder. Çünkü eğer böyle olmasaydı, onlar, o peygamberleri öldürmeye çalışmazlardı. Daha sonraki yahudiler, atalarının yaptıkları o fiillere razı olmuşlar ve onları her yaptıkları işte tasvib etmişlerdir ki bu da, onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, böyle bir mu'cizeyi isteme hususunda haksızlıkta diretenler olmalarını gerektirir. Onların bu mu'cizeyi hakka ulaşmak maksadıyla değil de, haksızlıkta diretmek için istemiş oldukları sabit olunca, Allah'ın hikmetinde, onlara bu mu'cizeyi vererek icabet etmesi vacip değildir. Hele bu mu'cizeden başka, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e birçok mu'cize verilmişken!.. İşte bu, onların ileri sürdükleri o şüpheye yeterli bir cevaptır. Cenâb-ı Hak, bu âyette şeklinde değil de, buyurmuştur. Çünkü müennesin fiili, kendinden önce geldiğinde müzekker sîgasıyla olabilir. (Cemi olan isim) önce geldiğinde fiili müennes yerine müzekker de getirilebilir. Âyetteki, "O dediğinizi..."sözünden maksad, yahudilerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den istedikleri şeydir ki bu da, ateşin yiyip bitirdiği kurban mu'cizesidir. Bil ki Allahü teâlâ, "Peygamberlerin benden önce o dediğinizi size getirmişlerdi..." buyurmayıp, "Size, benden evvel nice peygamberler apaçık deliller ve mucizelerle beraber, o dediğinizi de elbette getirmişti" buyurmuştur. Bunun faydası şudur: Yahudiler "Allahü teâlâ, nübüvveti tasdik etmeyi, (gökten inen) bir ateşin yiyip bitirdiği bir kurban'ın zuhuruna bağlamıştır" demişlerdir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "Önceki peygamberler, bu kurbanı getirmişlerdir" demiş olsaydı, bu kadar bir ifâde ile, onların peygamberliklerini itiraf etmek gerekmezdi. Çünkü bu kurbanı getirmenin nübüvvetin mucibi değil, . şartı olması ihtimali vardır. Şart ise, bulunmadığında, meşrutun bulunmaması gerektiği, bulunduğunda ise meşrutun bulunmasının gerekmediği şeydir. Binaenaleyh eğer bu kadarla yetinilmiş olsaydı, bu ilzamın varid olmayacağı sabit olurdu. Ama Cenâb-ı Hak, "De ki, size, benden evvel nice peygamberler apaçık deliller ve mu cizelerle beraber, o dediğinizi de elbette getirmiştir" buyurunca, bu ilzam (kabule mecbur bırakma) söz konusu olmuş olur. Çünkü o peygamberler, mu'cizeler ve deliller getirince, kendilerini tasdiki gerektiren şeyi de getirmiş olmuşlardır. Onlar bu kurban mucizesini getirince, şartı da getirmiş olmuşlardır. Bu ikisi getirilince de, onların peygamberliğini kabul etmek vacip olur. Binâenaleyh peygamberin "Onlar size mu'cize ve açık deliller getirmişlerdi" şeklindeki ifâdesi olmasaydı, onlara böyle bir ilzam yapılmamış olurdu. Allah en iyi bilendir. Onlar Yalnız Seni Değil Önceki Peygamberleri de Yalanladılar 184Âyetin tefsiri için bak:185 185"Onlar seni yalan sayarlarsa, senden evvel o apaçık mucizeleri, sahîfeleri ve nur verici kitabı getiren peygamberler de yalanlanmalardı. Her can ölümü tadıcıdır. Ücretleriniz kıyamet günü muhakkak tastamam verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa artık o, muhakkak kurtuluşa ermiş olur. Dünya hayatı bir aldanma metâından başka birşey değildir". Âyette, "Onlar seni yalan sayarlarsa..." ifâdesi hakkında şu izahlar yapılmıştır: 1-Eğer onlar seni, "önceki peygamberler, bu yahudilere (gökten inen) bir ateşin yediği bir kurban getirmişti de, onlar o peygamberleri öldürmüşlerdi" sözünde yalanlarlarsa, bil ki senden önce Nuh, Hûd, Salih, İbrahim, Şuayfb ve benzeri nice peygamberler de yalanlanmalardı. 2- Bu ifâdeden murad şudur: "Eğer onlar, nübüvvetin ve şeriatın aslında (kendisinde) seni tekzib ederlerse, bil ki senden önce nice peygamberler aynı şekilde tekzîb edilmişlerdir." Belki de en münasib olan görüş budur. Çünkü Allahü teâlâ. hangi hususta yalanlandığını belirtmemiştir. Bir de onların, nübüvvetin kendisini yalanlamaları, tekzibin en büyüğüdür. Bir diğer husus da, onların nübüvveti tekzib etmelerine bu delil ve mu'cizeleri tekzib etmeleri de dahildir. Bu âyetin getirilmesinden maksad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli etmek ve bu tekzibin peygamberler içinde sadece ona has, mahsus olmadığını, aksine o peygamberlerin de, kendilerinde mucize zuhur etmesi ve kendilerine kitap indirilmesi hususlarında onun gibi olmalarına rağmen, bütün kâfirlerin durumunun, her peygamberi tekzib edip ta'n etmek şeklinde olduğunu beyân etmektir. Buna rağmen onlar peygamberliklerini yerine getirmede, o kavimlerinden kendilerine gelen şeylere sabredip, müşriklerin eziyetlerine katlanmışlardır. Binaenaleyh, "Ey Peygamber, böyle olmada onları örnek al ve onların yoluna gir." Bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir tesellidir. Çünkü bir belâ umûmî olduğunda, kolay ve hafif gelir. Âyette geçen beyyinat, hüccetler ve mu'cizeler demektir. "Zübür" kelimesi ise, kitaplar demek olup, "Zebur" kelimesinin cem'îdir, "Mezbûr" (yazılmış) manasına olan Zebur, mektup (yazılmış) manasına gelen kitap manasınadır. Meselâ, "kitabı yazdım" manasında denilir. Buna göre her kitap, Zebur demektir. Zeccâc, "Zebûr"un, hikmetli kitap manasına geldiğini söylemiştir. Zeccâc'ın bu görüşüne göre, âyete uygun olan, buradaki "zebur" kelimesinin, "menetmek" manasına olan "zebr" kökünden olmasıdır. Meselâ birisini, batıl bir şeyden menettiğin zaman (......) dersin. Kitap da, hakkın hilafına hususlardan meneden şeyler Kendisinde bulunduğu için "Zebur" diye adlandırılmıştır. İşte Davûd (aleyhisselâm)'a verilen Zebur da, içinde men eden şeyler ve mev'izeler çok bulunduğu için bu ismi almıştır. İbn Abbas, te'kid gayesiyle bâ harf-i cerrini tekrarlayarak (......) şeklinde okumuştur. Âyetteki "münîr" kelimesi, "açıkladım, izah ettim" manasındaki (O şeyi aydınlattım) sökünden alınmıştır. Bu âyetle ilgili iki mesele vardır: Semavi Kitaplar içinde Yalnız Kur'ân Mucizedir Âyette yeralan, "beyyinât"tan murad, mu'cizelerdir. Allahü teâlâ, bunun peşine "zebûr" ve "kitap" kelimelerini de atfetmiştir ki bu, onların mucizelerinin kitaplarından başka olduğunu söylemeyi gerektirir ki bu da, diğer peygamberlerin getirdikleri kitapların kendileri için bir mu'cize olmadığına delâlet eder. Binâenaleyh, Tevrat, İncil, Zebûr ve diğer peygamberlerin sâhifelerinden hiçbiri mu'cize değildir. Fakat Kur'ân başlıbaşına bir kitap ve bir mu'cizedir ki, bu da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hususiyetlerindendir. Allahü teâlâ, "Nur verici kitap" vasfını.böyle olan her kitap, "Zebur" (kitap) olmasına rağmen, "zübür" (sahifeler, kitaplar) kelimesi üzerine atfetmiştir. Bu, yerinde ve güzel bir atıftır. Çünkü nur verici kitap (Kitab-u Münir), kitapların en şereflisi ve en güzelidir. Binâenaleyh bu atıf yerindedir. Bu, tıpkı Hak teâlâ'nın, "Hatırla o zamanı ki biz peygamberlerden mîsaklanm almıştık. Senden de, Nuh'dan da.. ."(Ahzab, 7)ve "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e, Mîkail'e düşman olursa..."(Bakara, 98) âyetlerinde olduğu gibidir. Kitab-u Münir'in (Kur'ân'ın), daha şerefli oluşu ya bütün şeriatları ihtiva etmesinden veyahut da kıyamete kadar sürecek olmasındandır. Bu âyette geçen Zübûr (kitaplar) ifâdesi ile, diğer peygamberlere verilen sâhifelerin, "Kitab-u Münîr" ifâdesi ile, Tevrat, Zebur ve İncil'in kastedilmiş olması da muhtemeldir. Hak teâlâı Her can ölümü tadındır" buyurmuştur. Bil ki bu âyetten maksad, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i daha fazla teselli edip, kalbindeki hüznü iyice silmektir. Bu, şu iki yönden böyledir: a) Herşeyin neticesi ölümdür. Bu gam ve kederler de gidecek, onlardan hiçbirşey geriye kalmayacaktır. Hüzünlerin durumu bu olduğuna göre, akıllı olan ona iltifat etmez. b) Bu dünya yurdundan sonra, iyilerin kötülerden ayrılacağı ve herkese, yaptığının karşılığının tastamam verileceği bir âhiret yurdu vardır. İşte bu iki hakikatten herbiri, insanların kalplerinde, hüzün ve kederleri silebilecek ileri bir kuvvettedir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: "Her can (nefs) ölümü tadıcıdır" cümlesi ile ilgili şöyle bir soru vardır: Allahü teâlâ, kendisini "Nefs" diye adlandırmış ve "Benim nefsimde olan herşeyfsen bilirsin, ben (İsa) ise senin nefsinde olanı bilmem" (Mâide, 116) buyurmuştur. Hem nefis ile zât aynı şeydir. Buna göre, bütün cansızlara da "nefis" denir. Binâenaleyh ölümün, cansız varlıkları da içine alması gerekir. Yine Cenâb-ı Hak, "Allah'ın diledikleri müstesna, göklerde ve yerde kim varsa düşüp ölecektir" (Zümer. 68) buyurmuştur ki bu âyet de, müstesna olanların ölmeyeceklerini göstermektedir. Halbuki ölümün umumî oluşu, herkesin, hatta cennet ve cehennemde olanların ölmelerini gerektirir. Çünkü hepsi "her nefis" tabirine dahildir. Buna şöyle cevap verilir: Bu âyetten maksad, Hak teâlâ'nın, bunun peşisıra gelen, "Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa artık o, muhakkak kurtulmuş olur" ifâdesinin de delil oluşu ile, bu dünyadaki mükellefler (insanlar)dır. Çünkü bu âyette ifâde edilen husus, onlar için söz konusudur. Bir de, umumî bir lâftz, tahsis edildikten (sınırlandırıldıktan) sonra da hüccet olur. "Zâikatun" kelimesi "zevk" masdarından ism-i faildir. İsm-i fail, bir isme muzâf olup, kendisi ile mazi manası murad edildiğinde, muzafun ileyhin ancak mecrur olması caiz olur. Bu senin tıpkı, "Zeyd, dün Amr'i dövdü" demen gibidir. Eğer ism-i fail ile şimdiki zaman veya istikbal manası murad edilir ise, muzâfun ileyhin hem mecrur, hem de mansub olması caizdir. Meselâ sen, "O, yarın Zeyd'i dövecek" ve "O, yarın Zeyd'i dövecek" dersin. Nitekim Allahü teâlâ, 'Onlar, O'nun zararını giderebiliri midirler?" (Zümer, 38) buyurmuştur. Buradaki (......) kelimesi, ""Kâşifât" kelimesi istikbal manasında olduğu için, fethalı ve kesreli olarak iki şekilde okunmuştur. Rivayet edildiğine göre Hasan el-Basri bu âyeti, tenvin ile ve "mevt" kelimesini mansub olarak (......) şeklinde okumuştur ki aslolan budur. A'meş ise, tenvinşiz ve nasb ile (......) şeklinde okumuştur. Bu, onun şu sözü gibidir: "Allah'ı ancak çok az zikreder." Bu hususta, daha uzun izah Nisa süresindeki (Nisa, 97) âyetinin tefsirinde inşaallah gelecek. Ölüm Hakkında Feylosofların İzahı Feylesoflar, ölümün, bu cismânî hayatta vacip olduğunu (mutlaka meydana geleceğini) iddia etmişlerdir. Çünkü bu cismânî hayat, ancak tabiî rutubet ve tabiî hararetle olur. Sonra bu tabiî (garîzi) hararet, tabiî rutubetin çözülmesine tesir eder. Bu durum, asıl rutubet yok oluncaya kadar devam eder. Neticede tabiî hararet de söner ve böylece ölüm meydana gelir. İşte bu izaha göre, ölüm, bu cismânî hayatta mecburî olarak bulunur. Onlar sözlerine devamla şöyle demişlerdir: "Hak teâlâ'nın, "Her nefs ölümü tadıcıdır" âyeti, bedenlerin ölmesi ile nefislerin ölmeyeceğine delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, nefisleri "ölümü tadıcı" kılmıştır. Tadanın, tadma esnasında, mutlaka baki olması gerekir. Buna göre âyetin manası, Her nefis (ruh), bedeninin ölümünü tadacaktır" şeklinde olur. Bu da, nefsin, bedenden başka birşey olduğuna ve bedenle birlikte ölmeyeceğine delâlet eder. Yine nefis" kelimesi, bütün cisimler için kullanılan bir tabirdir. Bu ifâdede, ölüm zaruretinin cismâni hayata mahsus olduğuna bir dikkat çekiş vardır. Fakat sırf ruhî olan varlıklar, böyle değillerdir." Rivayetlerde bunun aksi vârid olmuştur. Çünkü İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, Yeryüzünde bulunan herşey fânidir" (Rahman, 26) âyeti nazil olunca, meleklerin, Yeryüzündekiler öldü" dediklerini; "Her nefis ölümü tadıcıdır" âyeti nazil olunca da, "Biz de öldük" dedikleri" dediği rivayet edilmiştir. Tam Ücret ve Sırf Azap Ancak Âhirettedir Hak teâlâ'nın, "Her nefis ölümü tadıcıdır" buyruğu, öldürülen kimseye de "meyyit" denilebileceğine delâlet eder. Fakat besmele ile kesilen hayvana, örfün (ona başka isim) tahsis etmesi sebebi ile, "meyyit" denmez. Sonra Cenâb-ı Hak, "Ücretleriniz kıyamet günü mtaüaka tastamam verilecektir" demiştir ve mükellefe tam ecir ve sevabın ancak .amet günü ulaşacağını beyan etmiştir. Çünkü mükellefe dünyada iken ulaşan her menfaat ve fayda gamlarla, kederlerle sona erme ve elden çıkma korkuları ile ruianmıştır. Tam ecir ve mükemmel sevap, mükellefe ancak kıyamet günü ulaşır. Zra orada gamsız sevinçler, korkusuz emniyetler, elemsiz lezzetler, sona erme endişesi bulunmayan mutluluklar vardır. Azab için de bu durum aynıdır. Çünkü dünyada, hiç lezzet tarafı olmayan bir keder yoktur. Aksine azaplar ve kederler, aratlar ve hafiflemelerle içicedir, karışıktır. Katıksız ve devamlı elem ve azab da ancak vamette olacaktır. Biz ondan Allah'a sığınırız. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa artık o, muhakkak muradına ermiş olur" buyurmuştur. fiili, uzaklaşmak, bir tarafa çekilmek manasınadır. Bu fiil lâfzının iki kere söylenmesiyle meydana gelmiştir ki, birşeyi süratlice yerinden bir tarafa çekmek demektir. Bu da insanın dünyada olduğu müddetçe, sanki ateş içinde İmiş gibi olduğuna bir dikkat çekmedir. Çünkü dünyanın âfetleri çok, belâları şiddetlidir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Dünya, mü'minin hapishanesidir" Müslim, Zühd, 1 (4/2272); Tirmizi, Zühd, 16 (4/562); İbn Mâce, Zühd, 3 (2/1378). demiştir. Bil ki insanın, ilâhi azabtan kurtulması ile ilâhi mükafaatı elde etmeden öte hiçbir maksad ve gayesi yoktur. Böylece Cenâb-ı Hak bu iki maksada ulaşan kimsenin, en büyük maksadı ve kendisinden sonra başka bir matlubun söz konusu olmadığı bir gayeyi elde etmiş olacağını beyân etmiştir. Yine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Cennette bir kırbaçtık yer, dünyâ ve dünyadaki herşeyen daha hayırlıdır" Buharî, Cihad, 73; Tirmizi, Fezâilü'l-Cihâd, 17(4/180). buyurduğu ve peşine "Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa artık o, muhakkak muradına ermiş olur" âyetini okuduğu rivayet edilmiştir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kim cehennemden uzaklaştırılıp, cennete konulmayı arzu ederse, Allah'a ve âhiret gününe imân etmiş olarak ölüm ona gelsin ve insanların kendisine vermesini arzu ettiği şeyleri insanlara versin" Müslim, imâre, 46 (3/1473). buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Dünya hayatı bir aldanma metâmdan başka birşey değildir" buyurmuştur. "Gurur" (aldanma) kefimesi, senin "Falancayı iyice aldattım" sözünden masdardır. Allahü teâlâ dünyayı, müşterinin alması için, süslenerek güzel gösterilen, bozukluğu ve adiliği sonradan ortaya çıkan mala benzetmiştir. Aldatan ve garûr olan, şeytandır. Sâ'id İbn Cübeyr'den bu âyetin, dünyayı âhirete tercih edenler hakkında olduğu, fakat bu meta ile âhireti isteyen (onu Allah yolunda sarfeden) kimseler için ise, "Bu ne güzel bir mal" dediği rivayet edilmiştir. Allah en iyisini bilendir. Bil ki dünyanın aldatıcılığı ve fesadı pek çok yöndendir: a) İnsanın bütün arzulan yerine gelse bile, ömrü kısa olduğu, dünyaya itimad az olduğu ve ondan istifade edip edemeyeceğini tam bilemediği için, onun keder ve üzüntüleri, sevincinden daha fazladır. b) İnsan, dünyevî isteklerini ne kadar elde ederse, o nisbette dünyaya olan arzusu artar. Dünyaya olan hırsı ve arzusu çoğaldıkça da, bu hırstan dolayı, kalbinde duyacağı üzüntü ve elemi daha şiddetli olur. Çünkü insan, maksadını elde edince, nefsinin teskin olacağını sanır. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Aksine onun arzu ve hırsı gittikçe artar. c) İnsan, dünyada elde ettiği mal nisbetinde, mutlulukların ve hayırların en büyüğü olan âhiret mutluluğundan mahrum kalır. Bu üç hususu iyice anladığında dünyanın bir aldanma metâı olduğunu ve mü'minlerin emiri Hazret-i Ali İbn Ebi Talib (radıyallahü anh)'in tavsif ettiği gibi olduğunu anlamış olursun. Çünkü O, "Dünyanın dokunması yumuşak, fakat zehiri öldürücüdür" demiştir. Birisi de, "Dünyanın dış görünüşü, sevinçlerin bineği, içi ise serlerin bineğidir" demiştir. 186"Andolsun ki mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız. Sizden evvel kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşanlardan bir çok eziyet duyacaksınız. Eğer sabreder ve ittika ederseniz, işte bu, azmedilmesi gereken işlerdendir". Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, "Her nefis ölümü tadıcıdır" diye teselli edince, bu âyet ile de O'nu daha çok teselli etmiş ve kâfirlerin, Uhud günü kendisine ve ashabına yaptıkları eziyetten sonra, ileride de canlan ve malları hususunda, mümkün olan her türlü yolla eziyet edeceklerini bildirmiştir. Bu bildirmeden maksad, onların gönüllerine sabrı yerleştirip, sabırsızlık göstermelerini engellemektir. Bu böyledir, çünkü insan, başına gelecek belâyı bilemediği zaman, o belâ kendisine geldiğinde, bu onun için daha zor olur. Fakat o böyle bir betanın gelebileceğini bildiğinde, o belâ geldiği zaman, bu ona fazla zor gelmez. Hak teâlâ'nın, "Andolsım kî mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız" ifâdesi ile ilgili birkaç mesele vardır: Vahidi (r.h), bu cümlenin başındaki lam harfinin, kasem lamı olduğunu; fiilin sonundaki "nûn"un ise te'kid için getirildiğini; hem vâv hem de nün sakin olduğu için, vâv'ın zammelendiğini; kelimenin sonunun ictimâ-i sakineynden ötürü kesrelenmediğini; çünkü bunun cemî vâvı olduğunu, bundan dolayı makablinin harekesi olan zamme ile harekelen meşinin vacip olduğunu ve (......) (Bakara, 16) âyetinin bunun bir benzeri olduğunu söylemiştir. Allah'ın İmtihan Etmesinin Mânası Âyetteki (......) kelimesi "imtihan olunacak, deneneçeksiniz" manasınadır. Halbuki Allah hakkında, "deneme" fiilinin kullanılamayacağı, herkesin malumudur. Çünkü deneme, İyinin kötüden ayırdedilip bilinmesi için, bilgi edinme gayesiyle yapılır. Fakat bu kelimenin Hak teâlâ hakkında kullanılışı, "O, kuluna, denenen ve imtihan edilen kimseye yapılan muamele gibi bir muamele yapar" manasındadır. Âlimler bu denemenin ne ile olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, "Bundan murad, o müslümanların başına gelen zorluk, fakirlik, kâfirler eliyle gelen ölüm, yaralama ve bozgundur. Yine onlar, cihadda sabra yapışmaları emredilme ile de denenmişlerdir" demişlerdir. Hasan el-Basrî ise, bundan maksadın, namaz, zekat ve cihad gibi bedenî ve mâlî olan, meşakkatli ve güç mükellefiyetler olduğunu söylemiştir. Kâdî, "İfâdenin zahiri, her iki hususa da muhtemeldir. Binâenaleyh âyeti her iki manada birden anlamak imkansız değildir" demiştir. Hak teâlâ'nın, "Sizden evvel kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşanlardan bir çok eziyet duyacaksınız" buyruğundan murad, yahudi, hristiyan ve müşrîklerce, müslümanlara karşı yapılan her türlü eziyettir. Çünkü ehl-i kitap, "Üzeyir Allah'ın oğludur"; "İsâ, Allah'ın oğlu ve üçün üçüncüsüdür" diyor ve ellerinden gelen her şey ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ta'n ediyorlardı. Ka'b İbn Eşref, onu hicvetmiş ve insanları ona muhalefet etmeye teşvik etmiştir. Müşrikler ise, insanları Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e inanmamaya teşvik etmiş, onunla savaşmak için ordular toplamış ve müslümanları ona yardım etmekten alıkoymaya uğraşmışlardır. Binâenaleyh âyeti, bütün bunlara hamletmek gerekir. Çünkü ifâdeyi bunlardan bir kısmına vermek, diğerlerine vermekten daha evlâ değildir. Allahü teâlâ, daha sonra bu iki şeye atfen "Eğer sabreder ve ittikâ ederseniz, işte bu, azmedilmesi gereken işlerdendir" buyurmuştur. Bu ifâde hakkında da birkaç mesele vardır: Müfessirler şöyle demişlerdir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebu Bekir'i, yahudi Fenhâs'a yardım istemek için göndermişti. Fenhas da, "Rabb'in, bizim kendisine yardım etmemize muhtaç oldu" deyince, Ebu Bekir (radıyallahü anh), onu kılıçla vurmak istedi. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderirken ona, "Bana dönüp gelinceye kadar, hiçbir şeyi zorla alma" demişti. Hazret-i Ebu Bekir bunu hatırlayınca, kendine hâkim olup vurmadı ve bunun üzerine bu âyet nazil oldu." Âyetin iki açıklaması vardır: a) Bundan murad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, canları ve mallarına gelen belâlar ile eziyetlere katlanma ve karşı koymama hususlarına sabırla üstün gelmeyi emretmedir. Allahü teâlâ bunu, muhalif olanların dine girmesini daha fazla sağlayacağı için emretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahut (Allah'tan) korkar" (Taha. 44); "İman edenlere söyle, Allah'ın günlerini ümid etmeyenleri bağışlasınlar" yani "onlara karşı sabretsin ve intikamı bıraksınlar" (Casiye, 14); "Onlar, boş ve kötü söze rastladıktan zaman, şerefli olarak geçip giderler" (furkan, 72)"O halde, azim sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi sen de sabret" (Ahkaf, 35) ve "Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde savuştur. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın bir dost gibi olur" (Fussilet, 34) buyurmuştur. Vahidi (r.h), bunun Seyf âyeti inmezden önce böyle olduğunu söylemiştir. Kaffal (r.h) ise şöyle demektedir: "Bana göre bu âyet mensuh değildir. Çünkü âyetin zahiri, Uhud kıssasından sonra nazil olduğunu göstermektedir ve manası "Mü'minler, müşriklerin ve Ehl-i Kitab'ın Resulullah'a eziyet veren sözlerine karşı sabretmek ve onlara mudara yapmakla emredilmişlerdir" şeklindedir. Savaşı emretmek, bütün bu işlere sabırla mukabeleyi emretmeye ters düşmez." Bil ki Vâhidi'nin sözü zayıftır; kuvvetli görüş, Kaffal'inkidir. b) Bu sabır ve ittikadan murad, kâfirlerle mücahede ve muharebe etmeye ve onları reddetme hususunda sabretmeleridir. Böylece onlar, cihadın sıkıntılarına karşı sabretmekle ve yahudi Fenhas'ın hareketini reddetmede kâfirlere müdârâ etmekten ve reddini açıklamaytp sükût etmekten kaçınma hususunda Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) gibi davranmakla emrolunmuşlardır. Sabır, hoş olmayan şeylere tahammül etmekten; takva da gerekmeyen şeylerden sakınmaktan İbarettir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak önce sabrı zikretti, sonra bunun peşisıra takvayı getirdi. Çünkü insan, ancak gerekmeyen şeylerden geri durmak için sabra yönelir. Bunun şu şekilde bir diğer izahı daha vardır. Sabırdan murad şudur: Kötülüğe kötülükle karşılık vermek, kötülüklerin artmasına sebebiyet verir. Bundan dolayı Allahü teâlâ, dünya zararlarını azaltmak için sabrı, âhiret zararlarını azaltmak için de takvayı emretti. Âyet. bu izaha göre, dünya ve âhiret âdabını içinde toplamaktadır. Âyetteki, "İşte bu, azmedilmesi gereken işlerdendir" buyruğu kendisinde doğruluğun zuhur ettiğinde şüphe olmayan en doğru tedbirlerdendir" demektir. Bu da her akıllının, kendisine azmetmesi ve kesin olarak yapması gereken şeydir. "Azm", sanki hazm (ihtiyatlı ve sebatlı olma) cümlesindendir. Bunun aslı, adamın şeklindeki sözüne dayanır ki bu, "onu, terketmen caiz olmayacak bir şekilde hiç şüphesiz sana mecbur kıldım" manasınadır. Neticesi güzel olan, doğruluğu bilinen her iş, azmedilmesi gereken işlerdendir. Çünkü bunlar, insanın terketmesine ruhsat verilmemiş olan şeylerdendir. Bu ifâde, şöyle bir diğer manaya da gelebilir: Bu, size, kendisini alıp yapmanız mecbur edilen şeylerdendir. Yani onu yapmaya mecbursunuz. Allah en iyisini bilendir. 187"Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu, mutlaka insanlara açıklayıp anlatacaksınız ve onu gizlemiyeceksiniz" diye misâk (söz) almıştı. Onlar ise onu sırtlarının arkasına attılar ve onunla az bir menfaat satın aldılar. Satın aldıktan o şey ne kötü...". Bil ki bu âyetin daha önceki âyetlerle münasebeti hakkında şu iki izah vardır: 1-Allahü teâlâ, yahudilerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine ta'n eden şüphelerini bildirip, onlara gerekli cevabı verdikten sonra, peşisıra bu bu âyeti getirmiştir. Çünkü Hak teâlâ, Tevrat ve İncil'de, Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın ümmetlerine, Hazret-i Muhammed'ın şeriatının, nübüvvetinin ve risâletinin doğruluğuna dair yer alan delilleri açıklayıp anlatmalarını vacip kılmıştı. Bu âyetten murad, onların bu haline taaccüb edip şaşmayı ifade etmektir. Sanki şöyle denilmektedir: "Kitabınız, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetinin ve dininin doğruluğuna detâlet eden delilleri ortaya koymanın size vacip olduğunu gösterdiği ve bunu emrettiği halde, O'nun nübüvvetine ve dinine ta'n etmeniz hiç size yakışır mı?" 2- Allahü teâlâ önceki âyette, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ehl-i kitabın eziyetlerine katlanmasını vacip kılıp onların kendisine eziyetlerinden birisinin de Tevrat ve İncil'de kendisinin nübüvvetine delâlet eden delilleri saklamaları olunca ve onlar bu delilleri tahrif edip, onlara yanlış tefsirler yapınca, Hak teâlâ bunun da sabredilmesi gereken işlerden olduğunu bildirmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: İbn Kesir, Ebu Bekr, Âsim ve Ebû Amr, iki fiilin de fail zamirini ehl-i kitaba râci kılmak için gaib sigasıyla (......) ve (......) şeklinde okumuşlardır. Diğer kıraat imamları ise bu iki fiili, mîsak vaktindeki hitaba binâen, muhatab sigâsı ile ta'lı olarak okumuşlardır. Yani Cenâb-ı Hak onlara "Sizler onu mutlaka insanlara açıklayıp anlatacaksınız ve onugizlemiyeceksiniz" diye hitap etmiştir. Bunun bir benzeri de, (Bakara. 83) âyetidir. Bu âyetteki "Allah'tan başkasına ibâdet etmezsiniz" kelimesi, hem bu şekilde hem yâ ile "Allah'tan başkasına ibâdet etmezler" şeklinde okunmuştur. Yine, (isra, 4) âyeti de bunun bir benzeridir."Mutlaka fesat çıkaracaksınız" kelimesi, "(Onlar, mutlaka fesat çıkaracaklar)" şeklinde de okunmuştur. Bu misâkın nasıl alınmış olduğu hususundaki izahımız önceki âyetin tefsirinde geçmişti. Bu böyledir, çünkü peygamberler, bütün mükellefiyetler ile ilgili deliller getirmiş ve ümmetlerini o delilleri kabul etmeye mecbur bırakmışlardır. Binaenaleyh Hak teâlâ, o İsrailoğullarından, peygamberlerinin lisanında ifâdesini bulan bir ahid almıştı. İşte misak almaktan murad. peygamberlerin yaptığı bu te'kid ve ilzamdır. Sâ'id İbn Cübeyr'den şu rivayet edilmiştir: "İbn Abbas (radıyallahü anh)'a, "Abdullah İbn Abbas'ın arkadaşları (talebeleri) "Hani Allah, peygamberlerden mîsâk amh..."(Âl-i İmran, 81) seklinde okuyorlar" ne dersiniz?" dedim. O da: "Allah bu ahdi peygamberlerden, kavimlerine karşı bir hüccet olsun diye almıştı" dedi. Bil ki, âyette istenen bu açıklama emri, şüphe yok ki ehl-i kitabın ulemasına mahsustur. Zira kitapta bulunanı bilenler onlardır. Vallahu A'lem. Hak teâlâ'nın, "Onu mutlaka insanlara açıklayıp anlatacaksınız ve onu gizlemiyeceksiniz" âyetindeki, "onu" zamirleri neyi ifâde etmektedir? Bu hususta iki görüş vardır: a) Sâid İbn Cübeyr ve Süddı bu zamirlerin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ifâde ettiğini söylemişlerdir ki buna göre zamirler, daha önce ismen geçmemiş, fakat bilinen birşeye ait olmuş olur. b) Hasan el-Basrî ve Katâde, bu zamirlerin âyetteki ifadesindeki "kitab"a râci olduğunu söylemişlerdir. Yani, "Biz onlardan, Tevrat ve İncil'de Hazret-i Muhammed'ın hak peygamber olduğunu gösteren delilleri insanlara açıklamalarına dair söz aldık" demektir. (......) kelimesindeki lâm harfi, yeminin cevabına gelen lâm-ı te'kiddir ve bu ifâdenin takdiri, "Allah, onu açıklamaları için onlardan yemin etmelerini istedi" şeklindedir. Cenâb-ı Hak, şeklinde değil de şeklinde söylemiştir. Zira bu ifâdenin başındaki vâv, atıf vâvı değil, vâv-ı haliyyedir. Buna göre manası, "sizler onu gizlemeksizin insanlara açıklayıp anlatırsınız" şeklinde olur. Binâenaleyh eğer: "Açıklamak zaten gizlemenin zıddıdır. Cenâb-ı Hak açıklamayı emrettiğine göre, bu emretmek aynı zamanda gizlemeyi nehyetmektir. Öyle ise ayrıca gizlemeyi nehyetmenin ne manası var?" denilir ise, biz deriz ki: Açıklamadan murad, Tevrat ve İncil'de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hak nebî olduğuna delâlet eden o âyetleri zikretmektir. Gizlemekten nehyetmenin manası ise, bu âyetlere yanlış manalar verip, arasına onları bozacak şüpheler sokmamalarıdır. Bildiği Gerçeği Gizlemenin Vebali Bil ki, bu âyet zahiren, her nekadar yahudi ve hristiyanlarla ilgili ise de, müslümanların da bunun muhtevasına girmesi uzak bir ihtimal değildir. Çünkü müslümanlar da Ehl-i Kur'ân'dır. Kur'ân ise, Allah'ın kitaplarının en şereflisidir. Anlatıldığına göre Haccâc, Hasan el-Basrî'ye haber gönderip, "Senden bana ulaşan şeyler nedir?" dedi. Bunun üzerine Hasan el-Basrî, "Benden sana ulaşan herşeyi ben söylemedim ve söylediğim her şey de sana ulaşmamıştır" dedi. Haccac da, "Sen "Nifak zabt-u rabt altına alınmış idi, fakat umûmîleşti ve kılıcını kuşandı" demişsin" deyince, Hasan el-Basri "evet" cevabını verdi. Haccâc "Bundan hoşlanmadığımızı bildiğin halde, seni bunu söylemeye zorlayan nedir?" dedi. Hasan el-Basri de, "Çünkü Hak teâlâ, ehl-i kitap'tan, o kitabı insanlara açıklasınlar ve gizlemesinler diye söz almıştı" dedi. Katâde de, "söylenilip açıklanmayan ilim, harcanmayan hazine gibidir; ifâde edilmeyen hikmet, yeyip içmeyen bir heykel gibidir" demiştir. O şöyle de derdi: "Konuşan âlime ve dikkatli dinleyiciye nu muttu... Şu bir ilim öğrenmiş onu bol bol veriyor, öbürü de hayrı dinleyip, onu ezberliyor." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kim bir bilgiyi ona ehil olan kimseden gizlerse, ateşten bir gem ile gemlenir" buyurmuştur. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ, âlimleri, öğretip öğretmedikleri hususunda muaheze etmeden, cahilleri öğrenip öğrenmedikleri için muaheze etmez." Sonra Cenâb-ı Hak, Onlar ise onu sırtlarının arkasına attılar ve onunla az bir menfaat satın aldılar. Satın aldıkları o şey ne kötü..." buyurmuştur. Bu ifâdeden murad şudur: "Onlar ona riayet etmediler ve önemsemediler." Bir şeyi sırt arkasına atmak, uzaklaştırmak ve önem verip hesaba katmamak manasınadır. Bunun zıddı ise, onu gözünün önüne dikmek ve iki gözünün arasına koymaktır. "Onunla az bir menfaat satın aldılar" tabiri, "Onlar, dünyevî bir menfaata ulaşmak gayesi ile gerçeği gizlediler" manasındadır. Binâenaleyh, zalimlere müsamaha göstermek ve onların gönüllerini hoş etmek, veya bir menfaat elde etmek, veya bir sakınma ve korkudan dolayı, veyahut da bildiği şey hususunda cimrilik etmek gibi fâsid bir gaye sebebi ile gerçeği insanlara açıklamayan ve ondan herhangi birşeyi gizleyen herkes, bu âyetin ifâde ettiği tehdide dahit olur. 188Âyetin tefsiri için bak:189 189"Yaptıkları ile sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmelerini arzu eden kimselerin, azabtan kurtulacak bir yerde bulunacaklarını sakın sanma, onlara pek acıklı bir azab vardır. Göklerin ve yerin mülkü Allah'a aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir". Bil ki bu, müşriklerden gelecek olan çok eziyetlere dahil olan şeyler cümlesindendir. Cenâb-ı Allah, o eziyetlerden birisinin de, müşriklerin zayıf müslümanlara karşı yaptıkları her türlü habaset ve karıştırmadan dolayı sevinmeleri ve aynı zamanda da iyifik, takva, doğruluk ve diyanet ehli kimselermiş gibi övülmeyi arzu etmeleri olduğunu beyân etmiştir. Şüphe yok ki insan, bu gibi şeyleri müşahede etmekten dolayı eziyet duyar, rahatsız olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bunlara sabırla göğüs germeyi emretmiş ve o müşrikler için söz konusu olan şiddetli va'idi bildirmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Hamza, Asım ve Kisâî, baştaki fiili ve fiilim muhatab sîgası ile tâ'lı olarak-, İbn Kesir, Nâfî, Ebu Amr ve İbn Âmir ise gâib sîgası ile yâ'lı olarak okumuşlardır. Birinci kıraate göre iki ihtimal vardır: a) Her iki fiili de bâ harfinin fethası ile okumak. b) Her ikisini de bâ harfinin zammesiyle okumak. Bâ harfinin fethası ile okuyana göre, bu iki fiil "Ey Muhammed, veya ey dinleyen! Sanma ki..." manasındadır. Bâ harfinin zammesi ile okuyana göre ise, bunlar "Ey mü'minler! siz sanmayın ki..." şeklinde, hitap.mü'minleredir ve (sevinenleri)kısmı birinci mef'ul, Kurtulacak bir yerde" kısmı da ikinci mef uldür. Âyetteki, sözü, birinci fiilin te'kididir.Söz uzadığı için, fiilin burada tekrar getirilmesi güzel ve yerindedir. Nitekim sen, "Sakın sanma, Zeyd sana gelip, şöyle şöyle dediği zaman doğru olduğunu sakın sanma" dersin. İkinci kıraata, yani bu iki fiili yâ ile okuma şekline gelince, bunda da iki ihtimal söz konusudur: 1- Her ikisinde de bâ harfinin fethası ve zammesi ile okumak... Bu durumda fail, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olmaktadır. (Yani Resul onların... olacaklarını zannetmesin.) Diğer kısımlar bildiğin gibidir. 2- Birincisinde bâ harfini fetha ile, ikinci fiilde ise zamme ile okumak.. Bu Ebû Amr'ın kıraatidir. Ona göre, "Sevinenler" kısmı faildir ve iki mef'ulden birisi zikredilmemiştir. Sonra Cenâb-ı Allah, bâ'nın zammesi ile fiili "Onlar sanmasınlar" şeklinde tekrar etmiştir. Bunun sonundaki zamiri fiilin faili olarak ref mahallindedirve bunun birinci mef'ûlü hazfedilmiştir. İfâdenin takdiri ise: "Şu sevinenler, kendilerini, azabtan kurtulacak bir yerde olacaklarını sanmasınlar" şeklindedir. Yaptıklarından Hep Hoşlanıp Kendilerine Olmayan Vasıflarla Övülmekten Hoşlananlar Bil ki Allahü teâlâ o kavmin, yaptıkları şeylere sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi arzu eden kimseler olduğunu bildirmiştir. Müfessirler bu hususta şunları söylemişlerdir: a) O yahudiler, Tevrat'ın âyetlerini tahrif ediyor, onları yanlış şekillerde tefsir edip, bunu bilmeyenlere hoş göstermeye gayret ediyor ve bu yaptıkları işlerden sevinç duyuyorlardı. Sonra da kendilerinin din, diyanet, iffet, sadakat sahibi, yalandan uzak kimselermiş gibi övülmelerini arzu ediyorlardı. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın görüşüdür. Sen insaflıca düşünürsen, çoğu insanların bu durumda olduklarını görürsün. Çünkü onlar, dünyevi menfaatları elde etmek için her hileye başvuruyor ve gayelerine ulaşmaları sebebiyle seviniyorlar. Daha sonra da, iffetli, sadakatli ve dindar kimseler olarak övülmelerini arzuluyorlar. b) Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yahudilerden Tevrat'ta bulunan bir hususu sormuş, onlar da gerçeği gizlemiş, onun aksini haber verip, ona Kendilerinin doğru söylediklerini ifâde etmişler, bu tersyüz edişleri sebebi ile sevinmişler ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bundan dolayı kendilerini medh-ü sena etmesini istemişlerdi. Bu âyetle Cenâb-ı Allah, peygamberini işte bu sırra muttali Kılmıştı. Buna göre mana, "O yahudiler, yaptıkları o tersyüz ediş ile seviniyor ve senin, Kendilerini doğru ve vefalı kimseler diye övmeni bekliyorlar" şeklindedir. c) Onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hak peygamber olduğuna delâlet eden -assları gizlemelerinden dolayı seviniyor ve aslında tabî olmadıkları halde, Hazret-i İbrahim'in dinine tâbi olmakla övülmelerini arzu ediyorlardı. Çünkü onlar Hazret-i İbrahim'in yahudi olduğunu ve kendilerinin de O'nun dini üzere olduklarını iddia ediyorlardı. d) Bu âyet münafıklar hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, müslümanlara karşı iman ettiklerini münafıkça ifâde etmelerinden dolayı seviniyorlardı. Çünkü onlar böylece, dünyevi menfaatlerini elde edebiliyorlardı. Daha sonra da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kalplerinde olmayan imanları ile kendilerini övmesini bekliyorlardı. e) Ebu Sâ'îd el-Hudrî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bu âyet, bir savaşa Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte çıkmayan ve savaşa katılmadıkları için sevinen bir grup münafık hakkında nazil olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) savaştan dönünce, ona mazeret beyân etmişler, O da onların mazeretlerini kabul etmiş, daha sonra da O'nun müslüman mücahidleri müdh-ü sena edişi gibi, kendilerini de medh-ü sena etmesini ummuşlardı." f) Bundan maksad, yahudilerin, Tevrat'ta Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kabul etmelerine ve O'nun nübüvvet ile dinine inanmaya dâir kendilerinden alınmış olan mîsâkı (ahdi) gizlemiş olmalarıdır. Sonra onlar, bu gizlemelerinden ve Allah'ın emirlerinden yüz çevirmelerinden dolayı sevinmişler, hem de Allah'ın evlatları ve sevgili kulları olduklarını iddia ederek, "Sayılı günler dışında cehennem bize katiyyen dokunmayacak" (Bakara, 80) demişlerdir. Bil ki evlâ olan, âyeti bu manaların hepsine birden hamletmektir. Çünkü hepsi ortak bir noktada birleşirler ki bu da, insanoğlunun uygunsuz bir fiili yapıp, ondan dolayı sevinmesi, sonra da insanlardan, kendisini gidişatı düzgün, yolu müstakim, zâhid, kendisini Allah'ın yoluna adamış bir kimse gibi tavsif etmelerini beklemesidir. Hak teâlâ'nın "Yaptıkları ile.." ifâdesi hakkında şu iki izah yapılmıştır: a) Ferrâ "Bu ifâde, "Yaptıkları şeyler ile..." manasınadır. Bu, "Sizden bunu getiren, yani yapan o iki kişi..." (Nisa, 16) ve "Andolsun ki sen acâib bir şey getirdin, yani yaptın" (Meryem, 27) âyetlerinde olduğu gibidir” dedi. Keşşaf sahibi, fiillerinin "yapmak" manasına kullanıldığını, nitekim Cenâb-ı Hakk'ın da, "Hiç şüphesiz Onun vaadi gelecektir, yani yapılacaktır" (Meryem, 61) ve "Andolsun ki sen acâib bir şey getirdin, yani yaptın" (Meryem, 28) buyurduğunu ve Übeyy (radıyallahü anh)'in de âyeti "Yaptıkları şeylerle sevinenler.." şeklinde kıraatinin de buna delâlet ettiğini söylemiştir. b) Bu kelime, "verdikleri şeylerle" manasında şeklinde de okunmuştur. Hazret-i Alî (radıyallahü anh)'nin, bunu "kendilerine verilen şeylere" manasında (......) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Âyetteki ifâdesi, "azaptan Kurtulacak bir yerde" manasınadır. Bu, Arapların, birisi bir şeyden kurtulduğunda söyledikleri tabirinden alınmıştır. Ferra, bunun "azaptan uzak" manasında olduğunu söylemiştir. Çünkü "fevz" masdarı, hoş gelmeyen şeylerden uzak olma manasınadır. 'Cennete sokulursa artık o muradına ermiş olur" (Al-i imran. 185) âyetinde de bu hususu zikretmiştir. Cenâb-ı Hak daha sonra bu hususu, "Onlara pek acıklı bir azab vardır" buyruğu ile pekiştirmiştir. Şüphe yok ki bu âyet, Allah, Hazret-i Peygambere eziyetlerine karşı sabretmesini emrettiği kâfir ve münafıklar hakkında nazil olmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Göklerin ve yerin mülkü Allah'a aittir. Allah herseye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu âyet, "gökler ve yer kendisine âit olan zat tarafından, onlar için çok acıklı bir azab vardır. O halde, kendilerine azab edecek olan, herşeye gâlib ve kadir Allah'tan, kurtulabileceklerini nasıl ümid ederler?" demektir. 190"Gerçekten gökler ile yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün peşpeşe gelişinde, temiz akıl sahipleri için elbette deliller vardır", Resûlullah'ın Derin Tefekkürü ve İbâdeti Bil ki Kur'ân-ı Kerim'in maksadı, kalbleri ve ruhları yaratıklarla meşgul olmaktan kurtarıp yaratıcıyı bilme deryasında garkolmaya götürmektir. Hükümleri izah ve bâtıl ehlinin şüphelerine cevap verme hususunda epeyce söz edilince, Kur'ân, tevhid, ulûhiyet, Allah'ın kibriya ve celâlini anlatan âyetleri zikrederek yeniden kalpleri nurtandırmaya yönelerek bu hususu zikretti. Ibn Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hazret-i Aişe'ye, "Allah'ın Resulünden gördüğün en şaşırtıcı ve hayret verici şeyi bana söyle" dedim de, o hemen ağlamaya başlayıp, epeyce ağladıktan sonra, "O'nun hangi işi hayranlık ve hayret verici değildi ki! Meselâ O, benim sıram olan bir gece bana geldi ve yatağa girdi, hatta bana iyice sokuldu. Sonra bana, "Ey Âişe, bu gece Rabb'İme ibâdet etmeme izin verir misin?" dedi. Ben de, "Ya Resulallah! senin, Allah'a iyice yaklaşmanı ve isteğinin yerine gelmesini ben de arzu ederim. Sana müsâade ediyorum" dedim. Bunun üzerine o, odadaki su kabına gitti, ondan az bir su ile abdest alıp namaza durdu ve Kur'ân'dan bir parça okudu. Derken ağlamaya başladı. Sonra ellerini kaldırıp yine ağladı. Hatta göz yaşlarının yeri ıslattığım gördüm. Bilâl, sabah namazı vaktinin girdiğini O'na haber vermek için geldiğinde O'nu ağlar buldu ve "Ya Resulallah, Cenâb-ı Hak gelmiş-geçmiş bütün günahlarını affetmiş olduğu halde sen de mi ağlıyorsun?" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ey Bilal şükreden bir kul olmayayım mı?" dedi. Daha sonrada: "Allah, bu gece âyetini indirmiş olduğu halde, nasıl ağlamayayım" dedi ve "Bu âyeti okuyup da, bunun üzerinde düşünmeyen kimseye yazıklar olsun" öiye ilâve etti." Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Bu âyeti İki çenesi arasında telaffuz edip de, üzerinde düşünmeyen kimseye yazıklar olsun" dediği rivayet edilmiştir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, "Hazret-i Peygamber, gece namaza kalktığı zaman dişlerini misvaklar, sonra gökyüzüne bakarak, "Gerçekten gökler ile yerin yaratılışında.., " derdi" dediği rivayet edilmiştir. Hikâye edildiğine göre İsrailoğullarından bir adam, Cenâb-ı Allah'a otuz yıl ibâdet ettiği zaman, bir bulut ona devamlı gölge yapardı. Fakat onlardan bir genç bu kadar müddet Allah'a ibâdet ettiği halde, onu böyle bir bulut gölgelememişti. Bunun üzerine annesi ona, "Belki de, bu müddet içerisinde senden bir ihmal sâdır olmuştur" deyince o genç, "Böyle birşey hatırlamıyorum" dedi. Annesi, "Belki de gökyüzüne bakışlarının birinde bundan ibret almadın" deyince o, "Evet" dedi. Bunun üzerine Kadın: "İşte başına gelen bundandır" dedi. Bakara Süresindeki Benzer Âyetle Mukayese Bil ki Allahü Teâla, bu âyeti Bakara sûresinde zikrettiği gibi, burada da zikretmiş, Bakara sûresinde "Akleden bir kavim için âyetler vardır" (Bakara. 164) buyruğu ile; bu surede ise "Temiz akıl sahipleri için elbette âyetler vardır" ifâdesi ile bitirmiştir. Hak teâlâ, Bakara sûresinde bu üç delilin yanısıra toplamı sekize varan beş delil daha zikretmiştir. Burada ise şu üç delili zikretmekle yetinmiştir ki bunlar gökler, yer ve gece ile gündüzdür. Buna göre üç soru vardır: Birinci soru: İki sûrede aynı âyeti aynı lâfızla tekrar etmenin faydası nedir? İkinci soru: Allahü teâlâ, niçin bu sûrede üç delili zikretmekle yetinmiş, diğer beş delili getirmemiştir? Üçüncü soru: Cenâb-ı Hak, niçin orada, "akleden bir kavim için.." buyurmuş, burada da "temiz akıl sahipleri için..." buyurmuştur. Kur'ân-ı Kerim'in sırlarını en iyi bilen Allah'tır. Fakat ben derim ki: Basiret gözünün siyahı, gözün siyahı gibidir. Gözün siyahı, bir anda iki ayrı şeye bakamayıp, gözbebeği ancak tek şeye yöneldiğinde, o esnada onu başka bir şeye doğru da çevirmek imkansız olduğu gibi, insan basiret gözünün gözbebeği olan aklını, akledilecek birşeyi düşünmeye yönelttiğinde, o esnada o kimsenin, basiret gözünün gözbebeği olan aklını akledilebilecek başka bir şeye doğru da çevirmesi imkansızdır. İşte buna göre akıl, akledilebilecek farklı şeylerle ne kadar meşgul olursa, o şeyleri kavramaktan mahrum oluşu o nisbette çok olur. İşte bundan dolayı, Allah yoluna girmiş kimsenin, işin başında mutlaka delilleri çoğaltması gerekir. Fakat kalbi marifetullah nuru ile nurlandığında, o delillerle uğraşması, kalbinin marifetullaha garkolmasına âdeta bir perde olur. Binaenaleyh Allah yoluna giren insan, işin başında delillerin çoğaltılmasını ister. Marifetullah nuru onun kalbine düştüğü zaman, delilleri azaltmadan yana olur. Öyle ki kalbinin Allah'tan başka bir şeyle uğraşmasından ötürü meydana gelen zulmetler (karanlıklar) yok olup gidince, orada marifetullah'ın nurları mükemmel olarak tecelli etmiş olur. İşte Cenâb-ı Hak bu hususa, ' Haydi pabuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuvâ vâdisindesin" (Tahâ, 12) buyruğu ile işaret etmiştir. Buradaki pabuçlar aklın, kendileri sayesinde marifetullaha ulaşabildikleri bir çift mukaddime demektir. Akıl, marifetullaha ulaşınca onları çıkarması emredilir ve sanki ona "Sen, iki ayağını vahdaniyyetin kutsiyyet vadisine basmak istiyorsun. O halde artık delillerle uğraşmayı bırak" denilir. Sen bu prensibi iyice anladığın zaman, bil ki Cenâb-ı Hak, Bakara suresinde sekiz çeşit delil zikretmiş, bu sûrede ise onlardan sadece üçünü getirmiştir. Bu, şuna dikkat çekmek içindir: Arif, arif olduktan sonra medlulün (delillerin gösterdiği varlığın) bilgisine iyice dalmak için, delillere daha az iltifat etmesi gerekir. Binâenaleyh işte bu sûrede üç delilin zikredilip, diğerlerinin zikredilmemesini maksadı, biraz önce söylediğimiz hususa dikkat çekmektir. Sonra Cenâb-ı Hak bu âyette, semavi delilleri zikretmiş, arzı (yeryüzüne âit) olan diğer beş delili getirmemiştir. Zira semavî dediler daha güçlü, daha açık, onlardaki dikkat çekici durumlar daha çok ve kalbin o delillerden Allah'ın azamet ve kibriyasına geçişi daha kuvvetlidir. Hak teâlâ, Bakara süresindeki âyetini, 'akleden bir topluluk için, , "; buradaki âyetini ise "temiz akıl sahipleri için..." ifâdeleri ile bitirmiştir. Zira aklın bir zahirî, bir de lübbü (özü) vardır. İşin başında ona akıl denir. Hali mükemmelleştiğinde ona "lüb" denir. Bu da söylediğimiz hususu kuvvetlendirir. İşte kalbime doğan ve aklıma gelen manalar bunlardır. Allah, azim, kerîm ve hakîm olan kelâmı Kur'ân'ının sırlarını en iyi bilendir. 191Âyetin tefsiri için bak:192 192"Onlar, ayakta iken. otururken, yanlan üstünde (yatar)ken Allah'ı anarlar ve gökler ile yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler. "Ey Rabb'imiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru. Ey Rabb'imiz, gerçekten sen kimi o ateşe sokarsan şüphesiz onu hor ve hakir edersin. Zâlimlerin hiçbir yardımcıları yoktur". Bil ki Allahü teâlâ, rubûbiyyetini anlatan ulûhiyyet, kudret ve hikmetinin delilleri olan şeyleri zikredince, bunun peşisıra ubudiyyet (kulluk) ile ilgili hususları zikretmiştir. Ubudiyyet üç çeşittir. Kalb ile tasdik, dil ile ikrar, azalarla amel ve ibâdet... Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ı anarlar " buyruğu, dil ile yapılan kulluğa; "ayakta İken, otururken, yanlan üstünde (yatar)ken" sözü azalarla yapılan kulluğa; "gökler ile yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler" buyruğu da kalbin, fikrin ve ruhun kutluğuna bir işarettir. İnsan işte, ancak bunların toplamıdır. Dil, zikre; azalar şükre; kalb de tefekküre daldığında, işte bu şekilde olan kul, her şeyi ile ubudiyyete garkolmuş olur. Bundan dolayı önceki âyet, rubûbiyyetin kemâline, bu âyet ise ubudiyyetin (kulluğun) kemaline delâlet etmektedir. Bu, ruhları mahlûkattan kurtarıp Halika doğru çekmesi; sırları aldanış yurdu dünyadan alıp, affedici hükümdara doğru nakletmede, ne güzel bir tertiptir. Biz deriz ki: Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Müfessirlerin bu âyetle ilgili iki görüşten vardır: 1- Bundan murad, insanın devamlı olarak Rabb'ini zikret- mesidir. Çünkü insanın durumları bu üç şekilden ibarettir. Sonra Cenâb-ı Hak. insanları bu üç durum ile tavsif edince, bu onların devamlı zikredip, kesinlikle ondan ayrılmamalarının gerektiğine bir delil olur. 2- Bu âyette bahsedilen zikirden murad, namazdır. Buna göre âyetin manası, "Onlar ayakta olarak, eğer buna güçleri yetmiyorsa oturarak, eğer buna da güçleri yetmiyorsa, yanları üstü yatarak namaz kılarlar" şeklindedir. Bu da, onlar hangi halde olurlarsa olsunlar namazı terkedemezler manasına gelir. Âyete birinci görüşe göre mana vermek daha evladır. Çünkü pek çok âyet, Allah'ı zikretmenin, hatırlayıp anmanın faziletini ifâde etmektedir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kim cennet bahçelerinde, serbestçe yiyip içmek isterse, Allah'ı çokça zikretsin" buyurmuştur. Bu zikirden murad, dil ile yapılan zikir olabileceği gibi, kalb ile yapılan zikir de olabilir. En mükemmel olan mana, her ikisi ile birlikte yapılan zikrin murad edilmiş olmasıdır. Şâfif (r.h) "Hasta, yatarak namaz kıldığı zaman, bir yanına yatarak namaz kılması gerekir" demiş; Ebu Hanife (r.h) ise, "Aksine o sırtüstü yatarak namaz kılar. O, bir hafiflik hissettiğinde, oturarak kılar" demiştir. İmam Şâfiî (r.h)'nin delili, bu âyetin zahirî manasıdır ki, Allahü teâlâ, yanları üstünde iken zikredenleri medhetmiştir. Binâenaleyh bu şekil daha uygundur. Bil ki burada tıbbî bir incelik vardır. O da şudur: Tıbbî konularda sabit olduğuna göre insan, sırtüstü yattığında bu, o kimsenin, en mükemmel derecede düşünmesine mânidir. Fakat yan üstü yatış, buna mâni olmaz. İşte bu âyette de düşünme ve tefekkür murad edilmektedir. Bir de yan üstü yatma, uykuya iyice dalmaya manidir. Binâenaleyh bu şekil daha evladır. Çünkü bu uyanık olmaya ve Allah'ı zikretmekle meşgul olmaya daha uygundur. Âyetteki, "Yanları üstünde" tabiri kendinden önceki kelimelere atfedildiği için 'hal" olarak mansubtur. Sanki "ayakta olduğu halde, oturduğu halde ve yan yattığı halde" denilmektedir. Allah'ın Zatını Değil Mahlukatını Düşünebiliriz Bil ki Allahü teâlâ, onların zikrettiğini bildirip, zikrinde ancak tefekkürle tamamlanacağı sabit olunca, bundan sonra "Vegöklerle yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler buyurmuştur. Bu ifâde hakkında da birkaç mesele bulunmaktadır; Bil ki Allahü teâlâ, insanları kendisini zikretmeye teşvik etmiştir. İş tefekküre dayanınca, Allah, zâtını tefekküre değil göklerin ve yerin hallerini tefekküre teşvik etmiştir. Bu âyet doğrultusunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Yaratılmışlar üzerinde tefekkür edin, fakat Yaratan üzerinde tefekkür etmeyin" Keşfu'l-Hafâ, 1/311. buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: Yaratılmışlar ile yaratana istidlalin mümâselet vasfı üzere olması mümkin değildir, ancak muhalefet vasfı üzere olması mümkindir. (Yani mahlukların özellikleri tesbit edilip Allah'ın bu sıfatlardan münezzeh olduğu sonucu çıkarılır.) Bundan dolayı biz bu mahsûsat (madde) aleminin hadis (sonradan) oluşu ile, Yaratıcının kıdemine (ebedi ve ezeli oluşuna); madde âleminin kemiyet, keyfiyet ve şekilleri ile de yaratıcının kemiyet, keyfiyet ve şekilden beri olduğuna istidlal ederiz. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kendini tanıyan, Rabb'ini de tanır" Keşfu'l-Hafâ, 2/262. hadisi, "Kendisinin sonradan olduğunu bilen, Rabb'inin kadîm olduğunu; kendisinin "mümkin" bir varlık olduğunu anlayan, Rabb'inin vâcibu'l-vücud olduğunu ve kendisinin muhtaç olduğunu idrâk eden, Rabb'inin herşeyden müstağni olduğunu anlar" manasındadır. Binâenaleyh, mahlûkât hakkında tefekkürde bulunmak, işte bu bakımdan mümkündür. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın zâtı hakkında tefekkür etmek kesinlikle mümkün değildir. İşte bundan dolayı O'nun hakikati ancak selbî (olumsuz) sıfatlarla düşünülebilir. Bu sebeple "Allah, cevher, araz, mürekkep ve müellef bir varlık değildir. O, bir cihette bulunmaz. O'nun husûsî zâtı bu olumsuz şeylerden başkadır. O'nun husûsi zâtım bilmenin imkânı yoktur. Böylece akıl, bu noktada âdeta şaşar, dehşete ve hayrete düşer" deriz. Bu sebeple Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah hakkında tefekkür etmemizi yasaklamış, mahlûkât üzerinde tefekkür etmemizi emretmiştir. İşte bu incelikten ötürü, Allahü teâlâ, bu âyetlerde kendisini zikretmemizi emretmiş; tefekkürden bahsedince ise, kendisi hakkında değil, mahlûkâtı hakkında tefekkür etmeyi emretmiştir. Bil ki, husûsî hakikati ile kendisini bilmek mümkin olmayan bir varlığı, ancak eserleri ve fiilleri ile bilmek mümkin olur. Binâenaleyh onun fiilleri şerefli ve yüce olduğu zaman, aklın o failin mükemmelliğini bilişi de o nisbette mükemmel olur. İşte bu sebepten ötürü, câhil bir insanın Kur'ân hakkındaki inancı büyüktür. Fakat onun inancı taklîdî ve icmali bir imandır. Ama, Cenâb-ı Hakk'ın her âyetindeki şaşırtıcı sırlara ve lâtif inceliklere muttali olan muhakkik bir müfessirin Kur'ân'ın büyüklüğü hakkındaki inancı daha mükemmeldir. Tevhidin Afakî ve Enfüsî (Objektif ve Sübjektif) Delilleri Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Tevhidin delilleri iki kısma hasredilmiştir: a) Âfâkî deliller, (insanın dışındaki deliller). b) Enfüsî (insanın kendindeki) deliller., . Âfâkî delillerin, daha yüce ve daha büyük olduğunda şüphe yoktur. Nitekim Allahü teâlâ, "Göklerin ve yerin yaratılışı, insanların yaratılışından elbette daha büyüktür' (Mümin. 57) buyurmuştur. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hak bu âyette göklerin ve yerin yaratılması hususunda tefekkürü emretmiştir. Çünkü onlardaki deliller daha dikkate değer ve daha büyüktür. Biz nasıl böyle demiyelim; zira insan, şayet bir ağacın en küçük yaprağına baktığında, o yaprakta ortasında uzanan bir damar görür. Daha sonra o ana damardan, her iki tarafa doğru pek çok damarcıkların ayrıldığını ve onlardan da daha ince nice damarcıkların ayrıldığını görür. Öyle ki bunlardan gözün göremiyeceği incelikte diğer nice damarlar ayrılmaktadır. Bu durumda insan, Yaratıcı'nın bu yaprağı, böyle yaratmış olmasında yüce hikmetleri ve şaşırtıcı sırları bulunduğunu ve O'nun bu yaprakta, yerin derinliklerinden gıdasını çekebileceği bir kuvvet yarattığını, sonra bu gıdanın parçalarının, o yaprağın her damarında, Âzîz ve Alîm Allah'ın takdiri ile eşit dağıldığını görür, anlar. İnsan, şayet o yaprağın nasıl yaratıldığını ve onun icâdındaki ve ondaki gıda alma ve büyüme kuvvetlerinin ona verilişindeki tedbirin nasıl olduğunu anlamak istese, bundan âciz kalır. Binâenaleyh insan, aklının o küçük yaprağın nasıl yaratıldığını anlamaktan âciz olduğunu görünce, o yaprağı, içinde güneşin, ayın ve yıldızların yer aldığı göklere; keza içinde denizlerin, dağların, madenlerin, bitkilerin ve canlıların yer aldığı yeryüzüne kıyas ettiğinde, göklere ve yere nisbetle bu yaprağın yok mesabesinde olduğunu anlar. Böylece de aklının bu küçücük şeyi bile anlamaktan âciz kaldığını gördüğünde, göklerin ve yerin yaratılışındaki hayranlık uyandıran ilahî hikmetlere tam manasıyla vakıf olmanın kendisi için mümkün olmadığını anlar. O, bu parlak aklî delil ile, aklının ve anlayışının bunu ihata edemeyeceğini anlayınca, Yaratıcı'nın, vasfedenlerin O'na verdikleri vasıflarının ve bilginlerin bilgilerinin O'nu kuşatmasından çok çok yüce ve büyük olduğunu itiraf eder. Hatta Allah'ın yarattığı her şeyde, O'nu bilmeye bir yol olmasa da, Allah'ın yüce hikmetlerinin ve büyük sırlarının olduğunu kabul eder. İşte bu noktada o insan, "Sübhâneke" "Ya Rabbî sen münezzeh ve yücesin" der. Bundan murad, insanın tesbih (sübhânallah), tehlil (lâilahe illallah), tahmid (elhamdülillah) ve ta'zim ile uğraşmasıdır. İbadetin En Mükemmeli Tefekkürle Yapılanıdır Daha sonra kul bu noktada dua ile de iştigal ederek, "Bizi ateşin azabından koru" der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Adamın birisi yatağında sırtüstü yatarken, başını gökyüzüne çevirip, yıldızlara ve göğe bakarak "şehadet ederim ki senin bir Rabbin ve bir yaratıcın var. Allahım, beni bağışla" derse, Allahü teâlâ ona (rahmetle) nazar eder ve onu bağışlar" dediği rivayet edilmiştir. O, "Tefekkür gibi ibâdet yoktur" demiştir. "Tefekkür, gafleti giderir ve suyun ekin yetiştirmesi gibi, kalbe Allah korkusunu çeker" denilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Benim, Hazret-i Yunus İbn Mettâ'dan üstün olduğumu söylemeyin. Çünkü onun için hergün, bütün yeryüzündeki insanların amelleri kadar (sevap göğe) yükseltilirdi." Âlimler bu âmelin, marifetullah hususundaki tefekkür ameti olduğunu söylemişler, "Çünkü hiçbir kimse azaları ile, bütün yeryüzündekiler kadar amel edemez" demişlerdir. İmanda Tahkikin Önemi Taklidin Geçersizliği Âyet, sıddîkların en yüce mertebesinin, Allah'ın zâtının ve sıfatlarının delilleri üzerinde tefekkür etme mertebesi olduğuna, taklidin geçersiz, nazar-ı dikkate alınmayan ve kıymet verilmeyen bir şey olduğuna delâlet etmektedir. Bil ki, Allahü teâlâ, zikrullaha ve tefekküre devamlı olan o salih kullarının beş çeşit dua ettiklerini hikaye etmiştir. Birinci çeşit: "Ey Rabb'lmiz, Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru" buyruğudur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Âyette bir takdir vardır ve bu hususta iki görüş vardır: Vahidî (r.h) bu takdirin, ... "Onlar "Ey Rabbimiz derler" şeklinde olduğunu; Keşşaf sahibi, ise bu ifâdenin hâl mahallinde olup, "Onlar, "Ey Rabb'imiz "diyerek tefekkür ederler.." şeklinde olduğunu söylemiştir. Âyetteki "Sen, bunları boşuna yaratmadın" ifadesindeki "bunları" kelimesi, mahlukâta işaret etmektedir ve "Sen, bu hayranlık veren mahlûkatı boşuna yaratmadın" demektir. Bu ifâdedeki "bunlar" kelimesi, bir çeşit saygıyı gösterir. Bu tıpkı "Gerçekten bu Kuran en doğru olana hidayet eder" (İsra, 9) âyetinde olduğu gibidir. Âyetteki, (......) kelimesinin mansub oluşu ile ilgili birkaç ihtimal bulunmaktadır: a) O, mahzuf bir masdarın sıfatıdır ve"bâtıl bir yaratılışla (yaratmadın)" takdirindedir. b) Başındaki harf-i cerhazfedildiği için mansubtur ve takdiri "bâtıl bir gaye sebebiyle" veya "bâtıl için" şeklindedir. c) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bu kelimenin (......) kelimesinden "hal" olması mümkündür." Allahü teâlâ'nın Fiillerinin Hikmeti Olması Şart Mıdır? Mu'tezile "Allahü teâlâ her yaptığını, ancak ya kullarına ihsan gayesiyle, veyahut da bir hikmete mebni olarak yapar. Bundan murad, kulların maslahatını gözetmektir" demiştir. Onlar, bu görüşlerine bu âyeti delil getirmişler ve "Çünkü, eğer Allahü Teâlâ gökleri ve yeri bir gaye için yaratmamış olsaydı, bu sefer onları boş yere yaratmış olurdu ki, bu ise âyetin ifâdesine zıddır. Cebriyye'nin "Allahü Teâlâ gökleri ve yeri yaratmak suretiyle, kullarının ekserisinden zulüm ve bâtıl olan şeylerin sadır olmasını ve onların, yerlerin ve göklerin yaratıcısını inkâr etmelerini irâde etmiş, dilemiştir" şeklindeki görüşü ise, bu âyete ters düşmektedir. Halbuki, âyetteki "Sen (bandan) münezzehsin" ifâdesi, Allahü Teâlâ'yı, gökleri ve yeri bâtıl, boş yere yaratmaktan ve çirkin olan bütün şeylerden tenzih etmeyi ifâde etmektedir" demişlerdir. Vahidi, bu şüpheye cevap olabilecek olan şu sözü söylemiştir: "Bâtıl", kendisinde hiçbir kuvvet, sağlamlık ve beka bulunmayan, yok olucu ve zeval bulacak olan bir şeyden ibarettir. Halbuki, göklerin ve yerin yaratılışı, sağlam ve muhkem bir yaratıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, "O Rahman'ın yaratışında hiçbir nizamsızlık görmezsin. İşte gözünü çevir, hiçbir çatlak görecek misin?" (Mülk, 3) ve "Üstünüze sağlam sağlam yedi (gök) bina ettik" (Nebe, 12) âyetlerine bakmaz mısın? İşte, Cenâb-ı Hakk'ın "Ey Rabb'imiz, sen bunları boşuna yaratmadın" buyruğundan murad budur; yoksa Mu'tezile'nin zikretmiş olduğu mâna değil... Buna göre eğer, "Bu izah tarzı birçok yönden reddedilmektedir: a) Eğer "bâtıl"dan murad, gevşek ve yok olucu olan bir şey olsaydı, bu durumda âyetteki "Sen (bundan) münezzehsin" ifâdesi, Allah'ı bu gibi şeyleri yaratmaktan tenzih etme olurdu. Malumdur ki, bu bâtıldır. b) "Biz bu sözü, söylediğimiz mânaya hamlettiğimiz zaman ancak, "Bizi ateşin azabından koru" sözünü bu ifâdeyle birleştirmek güzel olmuştur. Çünkü âyetin manası şu şekilde olmaktadır: "Sen bunları boş yere ve hikmetsiz olarak yaratmadın.. Aksine, büyük bir hikmet üzere yarattın. Bu da onları, senin tâatınla meşgul olan ve sana karşı günah işlemekten sakınan mükellefler için meskenler, sığınaklar yapmandır. Binaenaleyh, sen bizi ateşin azabından koru. Çünkü ateş, isyan edip itaat etmeyen kimselerin cezasıdır." Böylece sabit oluyor ki biz, "Sen bunlan boşuna yaratmadın" âyetini zikrettiğimiz şekilde tefsir edersek, âyetteki bu nazm ve sıralama güzel olmaktadır. Fakat biz bu âyeti, "Muhakkak ki sen bunları muhkem (sapasağlam), yapısı ve terkibi sağlam olarak yarattın" şeklinde tefsir edersek, bu takdirde bu sıralama güzel olmaz. c) Allahü teâlâ, bu hususu başka âyetlerde de zikredip, "Ogöğü, o yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri biz boşuna yaratmadık. Bu, o küfredenlerin zannıdir " (Sad, 27). "Biz göğü de, yeri de, ikisinin arasında bulunan şeyleri de oyuncuların işi) olarak yaratmadık. Biz bunları, ancak hak ile yarattık" (Duhân, 38-39) ve "Va sizi ancak boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? Mülk, ancak kendi hakkı olan Allah çok yücedir" (Müminun, 115-116) yani, "Melik ve Hak olan Allah, fiilinin abes ve anlamsız olmasından münezzehtir" buyurmuştur. O'nun fiilinin abes ve anlamsız olması imkânsız olunca, bâtıl ve boş yere olması öncelikle imkânsızdır" denilirse buna şöyle cevap verilir: Ehl-i Sünnetin Mu'tezile'ye Cevabı Bil ki, aklın bedaheti, varlığın ya zâtı gereği vacip, ya da zâtı gereği mümkin olduğuna; yine, zâtı gereği mümkin olan her varlığın, var edilmesindeki tercih iradesi hususunda, zâtı gereği vacip olan bir varlığa varıp dayanması gerektiğine şehâdet etmektedir. Bu kaziyyede, bu mümkin'in kulların fiillerine mugayir şeylere mahsus olması söz konusu değildir. Bilâkis bu kaziyye, umûma şamil olarak, aklın sıhhatine şehâdet ettiği bir kaziyyedir. Durum böyle olunca, hayır ve şerrin Allah'ın kaza ve kaderiyle olması gerekir. Hayır ve şer Allah'ın kazasıyla olunca da, bu âyetten muradın, Allah'ın fiillerini, kulların faydalarına bağlamak (böylece ta'lîl etmek) imkânsızdır. Bunu anladığın zaman biz deriz ki, âyetin manasının, Vahidî'den naklettiğimiz şey olması niçin caiz olmasın! Vahidî'nin, "Şayet böyle olsaydı, âyetteki "Sen (bundan) münezzehsin" ifâdesi, Allahü teâlâ'yi. sağlam ve dayanıklı olmayan bir şeyi yapmaktan bir tenzih olurdu; bu ise, yanlış ve doğru değildir" sözüne gelince, biz deriz ki: "Bu âyetten muradın, "Ey Rabb'imiz, sen bunları gevşek ve terkibi bozuk olarak yaratmadın. Aksine, sağlam ve muhkem olarak yarattın" manası olması ve "Sen (bundan) münezzehsin" ifâdesinin de, "Muhakkak ki sen, her ne kadar gökleri ve yeri sağlam, muhkem ve kalıcı olarak yarattıysan da, bunlara muhtaç olmaktan ve bunlardan istifâde etmekten münezzehsin.." manasında olması niçin caiz olmasın?.. Buna göre, "Sen (bundan) münezzehsin" ifâdesinin mânası budur. Vahidt'nin İkinci olarak söylemiş olduğu, "Biz bu âyeti söylediğimiz şekilde tefsir edersek, ancak o zaman bu ifâdeyle, "Bizi ateşin azabından koru" ifâdesini bağdaştırmak yerinde olmuş olur" sözüne gelince, biz deriz ki: Bunu kabul etmiyoruz. Aksine âyetteki nazm ve tertip, kul "Sen (bundan) münezzehsin "dediğinde, Allah'ın bütün mâsivallah'tan müstağni olduğunu itiraf etmiş olursa yerinde ve güzel olmuş olur. Buna göre o kul, Allah'ı ganî olarak vasfettiğinde, kendisinin âciz, dünyada ve âhirette Allah'a muhtaç bir kul olduğunu, "Bizi ateşin azabından koru" diyerek itiraf etmiş olur. Âyetin nazmının güzelliğindeki bu izah, sizin söylediğinizden daha güzel değilse bile, ondan aşağı da kalmaz.. Allahü teâlâ'nın fiillerinin, abes, bâtıl ve oyun olarak vasfedilmekten münezzeh olduğuna delâlet eden zikrettiğimiz diğer âyetlere gelince, onların gerektirdiği manayı biz de kabul ediyoruz. Şüphe yok ki Allah'ın bütün fiilleri hikmetli olup. doğrudur. Çünkü Allahü teâlâ, ancak kendi milkinde ve mülkünde mutasarrıftır. Bu sebeple O'nun bütün hükümleri mutlak olarak doğrudur. Bu münazara hakkında söylenen şeyler işte bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir. Her Varlıkta Özel Bir Kuvvet Bulunup Bulunmadığı İslâm feylosoffarı bu âyeti, Allahü Teâlâ'nın bu felekleri, yıldızları yarattığı; onlardan her birine hususî kuvvetler yerleştirdiği; onları, hareketlerinden ve birbirleriyle irtibatlarından bu âlemin maslahat ve bu yeryüzü mıntıkası sakinlerinin menfaatlerinin meydana gelecek bir şekilde yerleştirdiği hususuna delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Çünkü onlar şayet böyle olmuş olmasalardı, boş yere yaratılmış olurlardı. Bu ise, âyetin manasını reddeder mahiyettedir. Onlara göre biri çıkıp da şöyle diyemez: "Bunların faydası, onlar vasıtasıyla muhtar olan bir Yaratıcı ve Hâlık'ın varlığına istidlal etmektir. Bu böyledir, çünkü bu hava ve su kürelerinden her biri, bu anlamda, felekler ve yıldızlarla müşterektir. Binâenaleyh, bu durumda, onların özellikle bir felek, bir güneş ve bir ay olmasının herhangi bir manası kalmamış olur. O zaman da bu, bâttl olmuş olur. Bu ise, âyetin hilâfınadır" diyemezi' Kelâmcılar buna şöyle diyerek cevap vermişlerdir: "Bu manada, onların hakikat yoluyla değil de, âdetin cereyanına göre birer sebep olmaları niçin yeterli olmasın?" Cenâb-ı Hakk'ın, vardır: "Sen (bundan) münezzehsin" ifadesiyle ilgili iki mesele vardır. Birinci Mesele Bu, akılların, göklerin ve yerin yaratılışındaki, Allah'ın hikmetinin eserlerini ihata etmekten âciz olduğunu bir ikrar ve tasdiktir. Yani, insanlar bu büyük büyük cisimler üzerinde düşündükleri zaman, ancak şu kadarını anlayabilirler: Bunları yaratan, bâtıl ve boş yere yaratmamış, aksine, her ne kadar akıllar tam olarak bilgisini ihata edemese de, yüce hikmetler ve büyük, engin sırlardan ötürü yaratmıştır. Bundan maksat, Allah'ın, kullarına nasıl duâ edeceklerini öğretmesidir. Bu şu şekildedir: Dua etmek isteyen kim senin, âyette de olduğu gibi, önce Allahü teâlâ'ya sena etmesi, daha sonra talebi zikretmesi gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Bizi ateşin azabından koru "duasına gelince, bil ki, Allahü teâlâ bu ihlâs sahibi kullarının lisânlarının Zikrullâh'a; bedenlerinin Allah'a tâate ve kalplerinin de Allah'ın azametinin delillerini tefekküre dalmış olduğunu anlatınca, onların bu tâatlerin yanısıra, Allahü teâlâ'dan kendilerini ateşin azabından kurtarmasını da zikretmiştir. Eğer Allahü teâlâ'nın onlara azâb etmesi yerinde ve uygun olmayacak olsaydı, bu duâ anlamsız olurdu. Binâenaleyh, eğer Mu'tezile önceki âyetin kendileri için bir hüccet olduğunu zannediyorsa bilsinler ki, bu âyet-i kerimenin sonu da, Allah'tan olan hiçbir şeye çirkin denilemeyeceği hususunda bizim lehimize bir hüccet ve delildir. Bu niyaz ve tazarrûnun bir benzeri de, Cenâb-ı Allah'ın Hazret-i İbrahim'den hikâye ettiği şu yakarıştır: "Ceza gününde kusurlarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur" (Şuara, 82). İkinci çeşit: Cenâb-ı Allah'ın onlardan naklettiği şu duadır: "Ey Rabb'imiz, gerçekten sen kimi o ateşe sokarsan, şüphesiz onu hor ve hakir edersin. Zâlimlerin hiçbir yardımcıları yoktur" Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Bil ki onlar, Rablerinden, kendilerini cehennem azabından kurtarmasını istedikleri zaman, bunun peşisıra, isteme makamı çok büyük olsun diye, bu ikâbın büyüklüğüne ve şıadetine delâlet eden şeyi, yani bu azabın hor ve hakîr kılıcı, alçaltıcı bir azap olduğunu zikretmişlerdir. Çünkü, Rabb'inden birşeyi yapmasını veya yapmamasını isteyen kimse, bu istediği şeyin büyüklüğünü ve önemini (kuvvetini) açıkladığı zaman, onu bu duaya sevkeden şey daha mükemmel ve talebindeki ihlâsı daha yoğun olmuş olur. Duâ ise, ancak ihlâs ile yapıldığı zaman müstecâb olup, kabule mazhar olur. İşte bu, Allah'ın, kullarına nasıl duâ edeceklerini öğretmesidir. Vahidî şöyle demiştir: (......) kelimesi lügatte, birbirine yakın olan birçok manaya gelmektedir." Zeccâc, (......) tabirinin manasının, "Allah, düşmanı rahmetinden uzaklaştırsın" şeklinde olduğunu söylerken; başka âlimler bunun, "Allah onu alçaltsın, hor kılsın" anlamında olduğunu söylemişleraır. Şemir İbn Hamdeveyh, bunun mânası, "Allah onu rezil ve rüsvay etsin" şeklindedir. Kur'ân-ı Kerîm'de "Beni misafirlerim içinde küçük düşürmeyin" (Hud, 78) buyurmuştur" demiştir. Mufaddal, (......) tabiri, "Allah onu helak etti, etsin" anlamındadır, demiştir. İbnu'l-Enbarî, (......) kelimesi Arapça'da telef olmak, hüccetsiz kalmak, veyahut da bir belâya düşmek suretiyle helak ve yok olmak manasındadır" demiştir. Bütün bunlar birbirine yakın olan manalardır. Sonra Keşşaf sahibi ise şöyle demiştir: "Âyetteki, (......) ifâdesi, "Onu, son derece hor ve hakîr kıldın" anlamındadır. Bu, söylenen şu ifâdeye benzemektedir: "Falancayı geçen, gerçekten iyi geçmiştir" ve "Falancadan öğrenen gerçekten iyi öğrenmiştir." Büyük Günah Hakkında Mu'tezile'nin İddiası Mu'tezile, bu âyetin "ehl-i salât"tan büyük günah işleyenlerin mü'min olmadıklarına delâlet ettiğini, çünkü büyük günah işleyenler cehenneme girdiklerinde, bu âyetin delâletine göre, Allah'ın onları hor ve hakir kılacağını; mü'min kimsenin ise, "O gün Allah peygamberini ve îman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek.." (Tahrim, 8) âyetinin de gösterdiği gibi, hor ve hakîr olmayacağını; binaenaleyh, bu iki âyete göre, büyük günah işleyenin mü'min olmaması gerektiğini söylemiştir. Mu'tezile'nin bu görüşüne şu şekilde cevap verebiliriz: Hak teâlâ'nın, "O giın Allah peygamberini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek..." (Tahrîm, 8) âyeti, hor ve hakîrliğin mutlak manada bulunmamasını gerektirmez. Bu ifâde ancak, hor ve hakîr olmanın, (onların) Hazret-i Peygamberle birlikte olmaları halinde bulunmamasını iktizâ eder. Bu bulunmayış, başka bir zamanda bulunabilmesi ihtimalinden dolayı, hor ve hakîrliğin bir nebze bulunmasına ters düşmez. Bana göre en doğru cevap işte budur. Vahidî, Kitâbu'l-Basît inde, bizim söylediğimiz cevaptan başka bu mevzuda üç çeşit cevap daha zikretmiştir: a) Saîd İbnü'l-Müseyyeb, es-Sevrîve Katâde'den, Allahü Teâlâ'nın "Cerçekteu sen kimi o ateşe sokarsan, şüphesiz onu hor ve hakir edersin" ifâdesinin ebedî olarak cehenneme girecek olan kimseler hakkında olduğu nakledilmiştir. Bana göre bu cevap zayıftır, çünkü Mu'tezile'ye göre cehenneme girecek olan her fâsık, oraya ebedî kalmak üzere girer. Binâenaleyh, bu açıklama onlara karşı bir cevap olmaz. b) Cehenneme giren kimse, neticede oradan çıksa bile, oraya girdiği anda (sadece) hor ve hakir kılınmıştır. Bu açıklama da bana göre zayıftır. Çünkü istidlal konusu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün Allah, peygamberini ve îman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek.. (Tahrim, 8) ifâdesi., mutlak manada mü'minlerin hor ve hakîr olmayacaklarına delâlet etmektedir. Bu âyet ise (Al-i İmran. 192), cehenneme giren herkes için, bir hor ve hakirliğin bulunacağına delâlet etmektedir. Binaenaleyh, bu iki âyetin hükmüne göre, cehenneme girenlerden mü'min olanla kâfir olan arasında farklı bir durum bulunmaktadır. c) (......) tabiri şu iki manaya muhtemeldir: 1- Hor ve hakîr kılmak, helak etmek. 2- Utandırmak, küçük düşürmek. Meselâ bir kimse utandığında, bir kimse birisine, onu mahcûb edecek ve utandıracak bir iş yaptığında da, "Başkası onu küçük düşürdü, utandırdı" denilir. Bil ki, bu cevabın neticesi şudur: Bu lâfız, utandırma ile helak etme manaları arasında müşterek bir lâfızdır. Müşterek lafzı ise, müsbet ve menfî taraflarda, her iki manasına birden hamletmek mümkün değildir. Durum böyle olunca Hak teâlâ'nın, "O gün Allah peygamberini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek..." (Tahrim, 8) ifadesiyle nefyedilmiş olanın, O'nun "Gerçekten sen kimi o ateşe sokarsan, şüphesiz onu hor ve hakîr edersin" (Al-i imrân. 192) ifâdesinde isbât edilmiş olandan başka olması caizdir. Buna göre de, böyle bir istidlal sakıt olur. Ancak ne var ki böyle bir cevap, "ihzâ" lafzı bu iki mana arasında müşterek olduğu zaman geçerli olur. Ama bu lâfız, aynı manayı ifâde eden bir lâfız olup, Vahidinin de zikretmiş olduğu o iki mana aynı cinsin kapsamı altında bulunan iki tür bulununca böyle bir cevap sakıt olmuş olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün Allah peygamberini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek..." (Tahrim. 8) ifâdesi, cinsi nefyetmekte; "Şüphesiz onu hor ve hakir edersin" (Âl-i İmran, 192) ifâdesi de nev'i isbât etmektedir. Bu durumda bu iki ifâde arasında bir aykırılık meydana gelmiş olur. Bûyük Günah İşleyen Hakkında Mürci'enin İddiası Mürcie bu âyetle, büyük günah işleyenlerin hor ve hakîr edilmeyecekleri hususunda kat'î hüküm vermişlerdir. (Onlara göre) cehenneme giren herkes, hor ve hakîr olur.Binâenaleyh, büyük günah işleyenlerin cehenneme girmeyecekleri hususunda kat'î hüküm vermek gerekir. Biz, büyük günah sahibinin hor ve hakîr kılınmayacağım söyledik, zira büyük günah işleyen kimse mü'mindir; mü'min ise, hor ve hakîr-kılınmaz. Biz, büyük günah işleyenin mü'min olduğunu söyledik, zira Cenâb-ı Hak, "Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle döğüşürlerse aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecâvüz ediyorsa, siz, tecâvüz edenle Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın.." (Hucurat, 9) buyurmuş, tecâvüz ve taşkınlık yapan bu kimseyi bu halinde bile mü'min diye adlandırmıştır. Halbuki, tecavüz ve taşkınlık yapmak, icmâ ile büyük günahlardandır. Yine Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, öldürülen kimseler hakkında kısas yapmanız hükmedildi" (Bakara, 178) buyurmuş, haksız yere kasten adam öldüreni mü'min diye tavsif etmiştir. Böylece, büyük günah işleyenin mü'min olduğu sabit olmuş olur. Biz mü'min kimsenin, hor ve hakir kılınmayacağını söyledik, zira Allah, "O gün Allah peygamberini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek..." (Âl-i imran, 8) ve "Kıyamet günü bizi utandırma" (Al-i İmran. 194) buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, "Nihayet Rab'leri onlara icabet etti.." (Âl-i İmran, 195) buyurmuştur. Bu icabet, Allahü teâlâ'nın, mü'minteri hor ve hakir kılmayacağına delâlet etmektedir. Binâenaleyh, bizim yaptığımız bu açıklamalarla, büyük günah işleyen kimsenin cehennem ateşiyle hor ve hakir kılınmayacağı sabit olmuş olur. Biz, cehenneme giren herkesin, Hak teâlâ'nın, "Gerçekten sen kimi o ateşe sokarsan, şüphesiz onu hor ve hakir edersin" (Âl-i İmran, 192) âyetine binaen, hor ve hakir olacağını söyledik. Böylece bu iki mukaddimeden, büyük günah sahibinin cehenneme girmeyeceğine dair kesin bir hüküm ortaya çıkmış olur. Mürcie'nin bu görüşüne verilecek olan cevap, daha önce geçmiş olan söylediğimiz şu husustur; Hak teâlâ'nın, "Ogün Allah peygamberini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek..." (Tahrim, 8)buyruğu, hor ve hakîr olmanın mutlak manada (hiç) bulunmayacağına delâlet etmez. Aksine bu, onların Hazret-i Peygamber'le beraber bulunmaları halinde hor ve hakir kanmayacaklarına delâlet eder ki, bu da, bir başka zamanda hor ve hakîr kılınmanın söz konusu olmasına ters düşmez. Hak teâlâ'nın, "Gerçekten sen kimi o ateşe sokarsan şüphesiz onu hor ve hakîr edersin" (Al-i İmran, 192) ifâdesi, birkaç yerde tahsis edilmiş olan umûmî bir ifâdedir. a) Hak teâlâ'nın, "Sizden hiçbiriniz müstesna olmamak üzere, mutlaka oraya uğrayacaktır. Bu, Rabb'inin kati olarak üzerine aldığı bir şeydir. Sonra takvaya erenleri kurtaracağız" (Meryem, 72-73) âyeti, her mü'minin cehenneme bir kere uğrayacağına, sevap ehlinin hor ve hakir kılınmaktan kurtarılacaklarına delâlet etmektedir. b) Cehennemin bekçileri olan melekler, cehennemdedirler. Onlar da hor ve hakîr edilmekten korunmuşlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "(O ateşin) üzerinde iri gövdeli, sert tabiatlı melekler vardır" (Tahrim, 6) buyurmuştur. İslâm feylesofları, bu âyet ile, ruhanî azabın cismanî (bedenî) azaptan daha şiddetli ve kuvvetli olduğuna istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü âyet, cehennem azabından sonra hor ve hakîr edilme ile tehdide delâlet etmektedir. Hor ve hakîr edilme ise, utandırmaktan, küçük düşürmekten ibarettir. Bu utanma ise vicdanî bir azaptır. Binâenaleyh, şayet ruhanî azap cismanî ve maddî azaptan daha güçlü olmasaydı, cehennem ateşiyle azap gören kimseyi, hor ve hakîr kılınma ile utandırılma azabıyla tehdit etmek yerinde ve uygun olmazdı. Fasıkların Cehennemde Daimi Kalacaklarına Dair Mu'tezile İddiası Mutezile bu âyet ile, cehenneme giren fasıkların oradan çıkamayacaklarına, aksine orada ebedî olarak bırakılacaklarına dair istidlalde bulunarak şöyle demektedir: "Hızy", helak olmak demektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerçekten sen kimi o ateşe sokarsan, şüphesiz onu hor ve hakir edersin" âyetindeki, "Şüphesiz onu hor ve hakir edersin" buyruğunun manası, "şüphesiz sen onu helak edersin, ettin" demektir. Şayet onlar, cehennemden çıkıp cennete girecek olsalardı, cehennemden çıkan herkesin helak olmaması gerekirdi. Mu'tezile'nin bu görüşüne de şöyle cevap veririz. Biz, hor ve hakîr kılmayı helak etme manasına almıyor, aksine onu hor ve hakir kılıp, utandırma anlamına alıyoruz. Bu durumda da, sizin görüşünüz zail olmuş olur. Âhirette Şefaat Meselesi Hakkında Mutezileye Cevap Cenâb-ı Hakk'ın, "filmlerin hiç bir yardımcıları yoktur" buyruğuna gelince, bunda iki mesele vardır: Mu'tezile, bu âyetle fasıklara şefaat edilmeyeceği hususunda istidlal etmişlerdir. Bu böyledir, çünkü şefaat bir nevi yardım demektir. Cinsi nefyetmek ise, nev'i nefyetmeyi gerektirir. Mu'tezile'nin bu görüşüne birçok yönden cevap verebiliriz: 1- Kur'ân-ı Kerîm, zalimin, mutlak manada kâfir olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kâfirler zalimlerin ta kendileridir" (Bakara, 254) buyurmuştur. Bu manayı Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerin şefaat ve yardımcılarının bulunmamasını kendilerine tahsis etmiş olmalarını nakletmesi de tekid etmektedir. Çünkü kâfirler, "Artık bizim için ne bir şefaatçi vardır, ne de candan bir dost!.. 100-101) demişlerdir. 2- Şefaat eden kimsenin de, ancak Allah'ın izni ile şefaat etmesi mümkün olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onun izni olmadıkça, katında şefaat edecek kimmiş?.." (Bakara, 255) buyurmuştur. Durum böyle olunca, şefaat eden kimse, ancak kendisine izin verildikten sonra başkasına yardım edebilir. Kendisine izin verildiğinde de, gerçek manada O'nun şefaatinin bir manası kalmaz. Bu durumda da affın, ancak Allahü teâlâ tarafından olabileceği hususu ve o şefaatin hadd-i zâtında bir tesirinin olmadığı ve hükmün ancak Allah'a ait olduğu ortaya çıkmış olur. İmdi Cenâb-ı Hakk'ın 'Zâlimlerin hiçbir yardımcıları yoktur" âyeti, hükmün ancak Allah'a ait olduğunu ifâde eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gözünüzü açın ki bütün hüküm O'nundur"(Enâm.62)ve "Ogün emir, yalnız Allah 'indir" (infıtar. 19) buyurmuştur. Bu açıklamaya göre, bu hükmü zâlimlere tahsis etmenin herhangi bir anlamı yoktur denilemez; zira biz bunun da bir manasının bulunduğunu söylüyoruz. Çünkü Cenâb-ı Hak bu dünyada mü'min ve muttaki olan kimselere, (âhirette) mükâfaat elde edeceklerini ve cehennem azabından kurtulacaklarını va' adet mistir. Kıyamet gününde mü'minlerin böyle bir delili vardır. Fasıklara gelince, onların böyle bir delili yoktur. Binaenaleyh, "yardımcıların bulunmaması.." hükmünü, mutlak anlamda onlara tahsis etmek doğru ve yerinde olur. 3- Bu âyet, umumî hüküm ifâde etmektedir. Şefaatin bulunduğunu ifâde eden nasslar ise, hususîdir. Hâs ise umûmî olandan önce gelir. Allah en iyi bilendir. Mutezile, fâstk kimselerin cehennemden çıkamıyacaklan hususunda istidlalde bulunarak şöyle demişlerdir: "Şâvet fâsık cehennem ateşinden çıkacak olsaydı, onu oradan çıkaracak kimse, ona yardım etmiş olurdu. Halbuki âyet, cehenneme giren fasıkın asta bir yardımcısının olmadığına delâlet etmektedir." Cevap: Onların bu açıklamaları, Bakara sûresinde de belirttiğimiz gibi. Cenâb-ı Hakk'ın affedeceğine delâlet eden âyetlerle çelişki teşkil eder. 193Üçüncü duaları Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetidir: "Ey Rabb'fmiz, muhakkak ki biz, "Rabb'inize iman edin" diye imana çağıran münadiyi İşittik de hemen iman ettik!. Ey Rabb'imiz, artık bizim günahlarımızı bağışla. Kusurlarımızı ört, canımızı da iyilerle beraber al..". Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu âyette sözü edilen "münadî"nin ne ve kim olduğu hususunda iki görüş vardır: a) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Bu görüş, ekseriyetin görüşüdür. Bunun delili ise, "Rabb'inin yoluna davet et" (Nahl, 125) "Ve Allah'a, O'nun izniyle bir davetçt." (Ahzâb, 46)ve "Ben, Allah'a da'vet ediyorum" (yusuf. 106) âyetleridir. b) Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bu görüşte olanlar şöyle demektedirler: Allahü Teâlâ, insanların mü'minlerinden bunu nakletmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, cinlerin mü'minlerinden de, "Biz, hayranlık veren bir Kur'ân dinledik ki o, Hakk'a ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona iman ettik" (cin. 1-2) dediklerini nakletmişti. Bu görüşte olanlar, sözlerine devamla şöyle demektedirler: "Âyeti bu şekilde tefsir etmenin daha uygun olduğunun delili şudur: Çünkü herkes, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile karşılaşamaz. Ama Kur'ân'ı herkes dinlemiş ve anlamıştır. Buradaki "münadi"nin (fail olarak) Kur'ân olması her ne kadar mecazî bir mana ise de, bu meşhur ve maruf bir mecazdır. Çünkü Kur'ân, doğru olanı ihtiva edip, Allahü teâlâ da onu buna muvaffak kıldığında, onu tefekkür eden herkes hidâyete ulaşınca, böylece o Kur'ân-ı Kerîm âdeta insanları kendisine çağırmış ve kendisinde bulunan çeşitli delillerle nida etmiş olur. Nitekim cehennem hakkında da, "Yüz çeviren, arka dönen kimseyi çağırır" (Mearic. 17)denilmiştir. Çünkü o kimselerin varacağı yer, orasıdır. Fasîh ve şair kimseler de, zamanı "çağıran ve nasihat eden bir şey" olarak vasfetmişlerdir ki, onların bundan maksatları, zaman içinde vaki değişen hallere işaret etmektir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Ey ölüyü kabre koyan kimse.. Zaman sana seslendi, ama sen duymadın." Hak teâlâ'nın, "İmana çağırıyor" sözü hakkında birkaç izah bulunmaktadır: a) Bu kelimenin, başında bulunan lâm, manasındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sonra, nehyolundukları o şeye dönmekteler" (Mûcadele, 8); "Sonra dar dediklerine dönenler (yok mu?)" (Mücadele, 3) "Çünkü Rabb'i kendisine vahyetmiştir" (Zilzâl, 5)ve "Bizi buna hidâyet eden Allah'a hamdolsun" (Ârâf. 43) şeklinde buyurmuştur. Yine, "Onu falan şeye çağırdı, davet etti"; "Onu, falan şeye teşvik etti" "Onu falan şeye çağırdı" ve "Onu, yola iletti" denilir. Bu iki harfin birbirlerinin yerine kullanılmalarının sebebi, hem "intihâ-i gaye", hem de ihtisas manasının birlikte bulunması sebebiyledir. b) Ebu Ubeyde, "Âyette bir takdim ve tehir bulunmaktadır. Yani, "İman ediniz diye nida eden bir iman davetçisi duyduk" şeklindedir. Bu, "Bize, şöyle şöyle nida eden, emîrin nidâcısı geldi..." denilmesi gibidir. c) Bu lâm, "illet", "mef'ûlün leh" lamıdır. Buna göre mana, "insanlar iman etsin için, etsin diye nidada bulunan bir münadî duyduk", yani, "O çağıran, bu maksattan dolayı çağırıyor" şeklinde olur. Baksana Cenâb-ı Hak, (......) buyurmuştur, yani, "İnsanlar imân etsin diye" demektir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik" (Nisa, 64) ifâdesi gibidir. Hak teâlâ'nın, "Çağıran birdavetçiyi işittik" buyruğunun bir benzeri de, senin "Şöyle diyen bir adam işittim" ve "Konuşan Zeyd'i duydum" demen gibidir. Burada kelimeleri fiilin mef'ûlü olmuş, duyulan şey ise hazfedilmiştir. Çünkü sen onu, duyulan şeyle vasfedip, o duyulan şeyi onun bir hali kılınca, bu durum seni o şeyi zikretmekten müstağni kılmıştır. Bir de, vasfın veya hâlin mutlaka zikredilmesi gerekmez. Yine, "Falancanın sözünü veya kavlini işittim" denilir. Burada bir soru bulunmaktadır ki, o da şudur: "Nida eden ile, onun nida etmesini bir arada zikretmenin manası nedir? Cevap: Nidanın önce mutlak olarak zikredilip, daha sonra da iman ile kayıtlanarak zikredilmesi, nida eden kimsenin şanını tazim etmek içindir. Zira, imana davet eden münadîden daha büyük bir davetçi yoktur. Bunun bir benzen de senin, "İslâm'a ileten bir rehbere uğradım" demendir Bu böyledir, çünkü münâdî mutlak olarak zikredildiğinde, hatıra, harbe veya yanan bir şeyi söndürmeye yahut bir belâya duçar olmuş bir kimseye yardım etmeye veyahut da başa gelmiş bazı felâketlere çare olmaya çağıran bir münadî gelebilir. "Hidâyet eden" de böyledir. Bu isim bazen bir yol kılavuzuna, bazan da doğru görüşe sevkedip götüren kimseye ıtlak edilir. Binâenaleyh, sen "İmana çağıran", "İslâm'a hidâyet eden" dediğin zaman, çağıranın ve hidâyet edenin şanını yüceltmiş, onu tazim etmiş olursun. Ayetteki ifâdesinde bir hazif veya bir takdir vardır. Mahzuf olanın takdiri "imân ediniz" şeklinde; mukadder olanın takdiri ise "imân ediniz diye" şeklindedir. Allahü Teâlâ bundan sonra onların, "Ey Rabb'imiz, artık bizim günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört, canımızı da iyilerle beraber al.." diye dua ettiklerini nakletmiştir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki onlar, böyle dua etmek suretiyle Hak teâlâ'dan şu üç şeyi istemişlerdir: a) Günahlarının bağışlanması. b) Kusurlarının örtülmesi. c) Canlarının iyilerle beraber alınması... "Gufran", örtmek ve üstünü kapamak demektir. "Tekfir" de üstünü kapamak manasınadır. Nitekim yani, "silahla örtünmüş, kaplanmış (tam teçhizatlı) bir adam" denilir. "Küfür" de bu manadadır. Nitekim Lebîd, "Karanlığı yıldızlan örtmüş olan bir gecede..." demiştir. Bunu iyice anladığın zaman deriz ki: "Mağfiret", "tekfir" lügat bakımından aynı manaya gelirler. Fakat ve müfessirler bu hususta şunları söylemişlerdir: a) Bu iki kelime ile aynı mana kastedilmiş olup, ikincisi te'kid için getirilmiştir. Çünkü duada ısrarlı olup, iyice dua etmek menduptur. b) Birincisi ile daha önce yapılmış olan günahların, ikincisi ile ise bundan sonre işlenecek günahların affı kastedilmiştir. c) "Gufran" (günahların bağışlanması) ile, tevbe ile affolunacak günahlar; "tekfir" (kusurların örtülmesi) ile de büyük taatların silip götüreceği günahlar kastedilmiştir. d) Birincisi ile insanın, bir masiyet ve günah olduğunu bile bile yaptığı şeyler; ikincisi ile de, bir günah olduğunu bilmeden yaptığı şeyler kastedilmiştir. Ebrar (İyilerle) Beraber Vefat Etmenin Mânası Cenâb-ı Hakk'ın, "Canımızı da iyilerle (ebrâr ile) birlikte al" âyeti ile ilgili şu iki izah vardır: a) Ebrâr, "berr" veyahut da "bârr" (iyi, itaatkâr) kelimelerinin cem'idir. Bu, tıpkı rab-erbâb ve sâhib-ashâb kelimeleri gibidir. b) Kaffal, bu "birlikte" olmanın tefsiri hususunda şu iki izahı zikretmiştir: 1- Onların canlarının ebrâr ile birlikte alınması, kıyamet günü o ebrârın mertebesinde olabilmeleri için, aynı amelleri yapmış olarak ölmeleridir. Nitekim insan bazan, "Bu meselede ben Şafiî ile beraberim" der ve bununla, o inançta onun gibi olduğunu kasteder. 2-"Falanca, bağış hususunda, binlerce lira verenlerle birliktedir" denilir. Bu, "O, bin lira vermede, onlarla beraberdir" demektir. Bir üçüncü mana da, bundan muradın, onların, ebrârın (iyi kimselerin) taraftarları ve peşinden gidenler içinde yer almaları olmasıdır. Hak teâlâ'nın, "İşte onlar Allah'ın nimet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle ve iyi insanlarla beraberdirler" (Nisa, 69)âyeti de bu manadadır. Allah Dilerse Tevbe Etmeyen Kulu da Affeder Âlimlerimiz bu âyeti, yani "Ey Rabb'imiz artık bizim günahlarımızı bağışla.." buyruğunu, tevbe edilmeksizin de Allahü teâlâ'nın günahları affedebileceğine delil getirmişlerdir. Bu âyet şu iki bakımdan delil olarak getirilmiştir: a) Onlar, günahlarının bağışlanmasını istemişlerdir. Bu ifâdede, onların tevbe ettiklerini gösteren herhangi birşey bulunmamaktadır. Binâenaleyh, bu, onların mutlak olarak bağışlanmayı istediklerine delâlet eder. Hem sonra Hak teâlâ, onların bu dualarını kabu etmiştir. Zira O, âyetin devamında, "Nihayet Rab'leri, onların dualarına icabet etti.." (Âl-i İmran, 195) buyurmuştur. İşte bu ifâde, Allahü teâlâ'nın, bazan tevbe edilmeden de günahları affedeceği hususunda açık bir nasstır. b) Allahü teâlâ, onların, imân ettiklerini haber verip, "Ey Rabb'imiz artık bizim günahlarımızı bağışla..." dediklerini nakletmiştir. Buradaki lâfzının başındaki fâ harfi, fâ-i cezâiyyedir İşte bu da, sırf imanın Allah'tan bağış talep etmeye bir sebep teşkil ettiğinin delilidir. Sonra Allahü teâlâ, "Nihayet Rab'leri, onların dualarına icabet etti" (Al-i imran, 195) buyruğu ile, onların bu dualarını kabul eniğini belirtmiştir. Binâenaleyh bu âyet, mücerred imânın bağışlanma Vesilesi olabileceğine delâlet eder. Bu, onları affedip hiç cehenneme sokmamak sureti ile taa baştan olabileceği gibi, onları cehenneme sokup bir müddet azab ettikten sonra bağışlayıp oradan çıkarma suretiyle de olabilir. İşte âyetin, bu iki bakımdan da affın söz konusu oluşuna delâleti böylece sabit olur. Hazret-i Peygamberin Günahkârlar Hakkında Şefaati Âlimlerimiz bu âyet ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in büyük günah sahipleri hakkındaki şefaatinin kıyamet günü kabul edileceğine istidlal etmişlerdir. Çünkü bu âyet, o mü'minlerin Allah'tan, tevbe kayıt ve şartına bağlamaksızın mutlak olarak, günahlarının bağışlanmasını talep ettiklerini göstermektedir. Hak teâlâ da onların isteklerini kabul etmiş ve onlara taleplerini vermiştir. Binâenaleyh, Allahü teâlâ, günahların bağışlanması hususunda mü'minlerin şefaatini kabul ettiğine göre, bu hususta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatini öncelikle kabul eder. Dördüncü çeşit duaları, Hak teâlâ'nın onlardan naklettiği şu ifâdedir: 194"Ey Rabb'imiz, peygamberlerine bizim için va'adettiğin şeyleri bize ver. Kıyamet günü bizi rüsvay etme. Şüphe yok ki sen asla sözünden caymazsm". Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âyetteki, buyruğunda, mahzuf bir muzaf vardır. Bu mahzufun ne olduğunda şu iki izah yapılmıştır: a) İfâdenin takdiri, "Peygamberlerinin dilleri üzere, bize va'adettiğin şeyleri bize ver" şeklindedir. b) "Peygamberlerini tasdik etmemizden dolayı, bize va'adettiğin şeyleri ver" şeklindedir. Hazfedilen muzafın bunlar olduğunun delili, âyetin, imâna davet eden münâdinin yani resulün veyahut da tasdik etme manasına olan ifâdesinin peşisıra getirilmiş olmasıdır. Kesin Olan Şeyi Dua ile İstemenin Manası Burada şöyle bir soru söz konusudur: "Allah'ın, va'adinden dönmesi imkânsızdır. O halde imkansız olduğunu bildikleri birşeyi, daha niçin duaları ile istemişlerdir? Buna birkaç yönden cevap verilir: 1- Onların bu duadan maksadları, bir şeyin yapılmasını istemek olmayıp, kendilerinin Allah'a karşı huzû, zillet ve ubûdiyyetlerini ortaya koymaktır. Biz, olacağını kesin bildiğimiz birçok şey için de dua etmekle emrolunduk. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O (peygamber), 'Ya Râb, sen hak ile hükmet" dedi" (Enbiya, 112) ve "O halde tevbe edenleri ve yoluna tâbi olanlan bağışla" (Mümin, 7) buyurmuştur. 2- Allah'ın va'adi, bizatihi ümmetin bütün fertlerini içine almaz, aksine onları vasıflarına göre içine alır. Çünkü Cenâb-ı Allah, müttakîlere mükafaat, fâsıklara da ikâb va'adetmiştir. Böylece O'nun "Bizim için va'adettiğin şeyleri bize ver" ifâdesi, "Bizi, va'adettiğin mükâfaata layık kılacak amellere muvaffak kıl, ikâbına ve hızyine müstahak olacağımız amellerden koru" manasına gelir. Buna göre âyetten maksad, Allah'tan taatine muvaffak kılmasını ve günahlardan korumasını istemektir. 3- Allahü teâlâ mü'minlere bu dünyada yardım edip, düşmanlarını kahredeceğini va'adetmiştir. İşte bundan ötürü onlar, bu va'adin hemen verilmesini talep etmişlerdir. Bu manaya göre bir müşkil kalmaz. Uhrevî Mükafaat İstihkakla Değil Allah'ın Va'adiyle Olur Âyet, onların âhiret menfaatlerini, müstehak oldukları iddiasıyla değil, Allah va'adetmiş olduğu için talep ettiklerine de- lâlet etmektedir. Çünkü Onlar, "Ey Rabb'imiz, peygamberlerine bizim için vâ adettiğin şeyleri bize ver" diye dua etmişler ve sözlerinin sonunda "Şüphe yok ki sen, asla va'adinden caymazsın" demişlerdir. Bu da, âhiret menfaat ve sevaplarının verilmesini gerektiren şeyin, bir hak etme değil de vâ'ad-i ilâhi olduğuna delâlet etmektedir. Burada, bir başka soru da şudur: Sevap bulunduğunda, hiç şüphe yok ki ikâbın söz konusu olmaması gerekir. Buna göre, "Peygamberlerine bizim için va'adettiğin şeyleri bize ver" ifâdesi, sevabı talep etmedir. Sevap talep edildikten sonra, ikâb olunmama nasıl istenir? Halbuki onlar, mükâfaat istediklerinden sonra "Kıyamet günü rüsvay etme" demişlerdir. Aksine eğer onlar önce Allah'tan İkâb etmemesini, sonra da kendilerine sevap vermesini isteselerdi, söz daha doğru ve yerinde olmuş olurdu. Buna da şu iki şekilde cevap verilir: 1- Sevabın şartı, saygı ve surûr ile birlikte bulunan bir menfaat olmasıdır. Buna göre, âyetteki "Peygamberlerine bizim için va'adettiğin şeyleri bize ver" dileğinden murad, menfaatler; "bizi rüsvay etme" dileğinden murad da ta'zim (saygı)dır. 2- Biz, bu âyetten maksadın, Cenâb-ı Allah'tan taatına muvaffak kılıp, günahlardan korumasını istemek olduğunu beyân etmiştik. İşte bu manaya göre, âyetin münasebeti ve nazmı yerinde ve güzeldir. Sanki şöyle denilmektedir: "Bizi taatlarına muvaffak kıl. Onlara muvaffak kıldığın zaman da, onları boşa çıkaracak ve bizi rüsvaylık ile helake düşürecek şeylerden koru." Netice-i kelâm şu denilmek isteniyor: "Bizi, taatına muvaffak kıl. Çünkü biz, senin taatlarına ancak tevfikin ve yardımınla muvaffak olabiliriz. Sen, bizi onları yapmaya muvaffak kılıp, biz de onları sürdürmeye muvaffak olursak, buna ancak senin tevfîkinie kadir olmuşuzdur." Bu, kulun herhangi bir ameli, herhangi bir fiili, herhangi bir işi ve hareketi ancak Allah'ın yardım ve tevfiki ile yapabileceğine işarettir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Kıyamet günü bizi rüsvay etme" niyazı, "Allah'tan onlara, hiç hesaba katmadıkları şeyler zuhur edecek" (zumer, 47) âyetine benzer. Çünkü insan, çoğu kez kendisinin doğru bir inanç ve Sâlih bir amel üzere olduğunu zanneder; kıyamet günü ise, itikadının bir sapıklık, amelinin de bir günah olduğu ortaya çıkar. İşte o zaman, büyük bir utanç, tam bir pişmanlık ve alabildiğine şiddetli bir üzüntü meydana gelir. Hem sonra İslâm feylosofları: "İşte bu, rûhâni azabın taa kendisidir ve bu azap cismânî azaptan daha şiddetlidir. Buna delâlet eden hususlardan birisi, Hak teâlâ'nın, bu mü'min kullarından, bu duaları ile birçok şey talep ettiklerini nakletmesidir. Onların ilk isteği, cismânî azaptan kurtulmaktır ki bu, "Bizi ateşin azabından koru" duasıdır; son isteği de ruhanî azaptan kurtulmaktır ki bu da, "Kıyametgünü bizi rüsvay etme" duasıdır. Bu durum, rûhâni azabın, cismânî azaptan daha şiddetli olduğuna delâlet etmektedir" demişlerdir. Duaların Kabul Edildiği Müjdesi 195"Nihayet Rab'leri onlara şöyle icabet etti: "İçinizden gerek erkek, gerek kadın ki birbirinizden gelmesinizdir- (hayırlı) bir iş yapanın amelini ben muhakkak ki boşa çıkarmayacağım. İşte hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda işkenceye, hakarete, ziyana uğrayanların, muharebe edenlerin ve öldürülenlerin de andolsun günahlarını örteceğim ve andolsun, Allah katından bir mükâfaat olmak üzere, onları altından ırmaklar akan cennetlere de sokacağım. Güzel mükâfaat ise, Allah'ın katındadır". Bil ki Cenâb-ı Hak onlar hakkında, onların, Cenâb-ı Hakk'ın "Gerçekte, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, temiz akıl sahipleri için elbette ibret verici deliller vardır" (Âl-i İmran, 190) âyeti olan delil ile Allah'ı tanıdıklarını nakledip, yine onların, "Onlar ayakta iken, otururken ve yanlan üstünde iken Allah'ı hatırlayıp anarlar" (Âl-i İmran. 191) ayetinin ifâde ettiği zikrullaha ve "Gökler ile yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler" (Âl-i İmran, 191) âyetinin beyân ettiği tefekküre devam ettiklerini anlatıp, sonra onların, "Ey Rabb'imiz, sen bunları boşuna yaratmadın" (Âl-i İmran, 192) diye Allah'ı sena ettiklerini açıklayarak, bu hamd-ü senadan sonra "Bizi ateşin azabından koru... Şüphe yok ki sen asla sözünden caymazsm" (Âl-i İmran. 191-194) diye dua ettiklerini beyân edince, bu âyet-i kerîmede de onların dualarına icabet ettiğini bildirerek, "Nihayet Rableri onlara icabet etti.." demiştir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Bu âyette, duaya icabet etmenin bu şeylere bağlı olduğuna bir tenbih ve işaret bulunmaktadır. Bu şartların meydana gelmesi pek güç olduğu için, duasına icabet edilenler de pek az ve nâdirdir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Arapçada, aynı manada (Ona icabet etti) denilir. Nitekim şâir şöyle demiştir: "Bir kimse "Ey çağrılara icabet eden kişi" diye duâ etti, fakat bu esnada hiçbir kimse ona icabet etmedi cevap vermedi." Cenâb-ı Hak da, "Ey iman edenler, Allah'a ve Peygambere icabet ediniz" (Enfal, 24) buyurmuştur. Âyetteki ifâdesi, fethalı olarak şeklinde de okunmuştur ki bunun takdiri, (boşa çıkarmayayım diye..) şeklindedir. Yine bu ifâde, başına bir (dedi) fiili takdir edilerek kesre ile (......) şeklinde okunmuştur. Buradaki fiil, şeddeli olarak şeklinde de okunmuştur. Âyetteki ifâdesindeki harf-i cerrin, "O halde murdardan, yani putlardan kaçının" 30)âyetinde de olduğu gibi min-i beyâniyye olduğu veya, "İster erkek, ister kadın olsun, hayırlı bir iş yapan hiçbirinizin amelini boşa çıkarmam" manasında, olumsuzluğu te'kid için olduğu söylenmiştir. Bil ki bu âyetten murad, amelin bizzat kendisini zayi etmek değildir. Çünkü ameller, meydana geldikleri zaman yok olur, fanı olurlar.. Bilâkis bundan murad Allah'ın, amellerin mükâfaatını zayi etmemesidir. Zayi etmek ise, mükâfaat vermemeden ibarettir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi, olumsuzu nefyetmek için olur ki, bu netice olarak müsbet bir mana ifâde eder. Böylece âyetin manası, "Bütün amellerinizin mükâfaatını size ulaştıracağım" demektir. Bizim bu söylediğimiz sübut bulunca, âyet, mü'minlerden hiç kimsenin cehennemde ebedî olarak kalmayacaklarına delâlet etmiş olur. Bunun delili ise şudur: Mü'min olan kimse, imanı sebebiyle bir sevaba; isyan etmiş olması sebebiyle de bir ikâba müstehak olur. Binâenaleyh, bu âyetin hükmüne göre sevap ve ikabın mü'mine ulaşması gerekir. İkisinin bir arada bulunması ise imkânsızdır. Bundan dolayı, o kimseye ya önce sevap verilir, daha sonra da ikâba duçar olur, ki bunun böyle olması icmâ ile bâtıl ve geçersizdir; veyahut da önce ikâba duçar edilir, sonra da mükâfaatı kendisine verilir, ki işte elde edilmek istenen netice de budur.. Müfessirlerin çoğunluğu, âyeti, "Allahü Teâlâ onların dualarını kabul etmiş; çünkü onları, amellerine ve tâatlarına göre mükâfaatlandırmış ve amellerinin mükâfaatım onlara ulaştırmıştır" şeklinde tefsir etmiştir. Buna göre eğer, "Mü'minler Cenâb-ı Hak'tan, önce günahlarının bağışlanmasını, ikinci olarak da kendilerine mükâfaat verilmesini talep etmişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben muhakkak ki, iş yapanın amelini boşa çıkarmayacağım" buyruğu Cenâb-ı Hak tarafından, sevap verme konusunda mü'minlere icabet ederek, dualarını kabul ettiğini gösterir. İmdi, günahlarının bağışlanmasını kabul ettiğini nereden anlayabiliriz?" denilirse biz deriz ki: Azâb etmemekten, sevabın bulunması gerekmez. Ancak, mükâfaatın bulunmasından, cezanın düşmesi gerekir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben muhakkak ki, iş yapanın amelini boşa çıkarmayacağım" sözü, O'nun, her iki konuda da onların dualarını kabul ettiğini göstermektedir. Bana göre âyet hakkında bir başka açıklama da şu olabilir: Hak teâlâ'nın, "Ben muhakkak ki, iş yapanın amelini boşa çıkarmayacağım" vâ'adi, "Ben dualarınızı zayi etmem!" demektir. Duaları zayi etmemek, onları kabul etmekten ibarettir. Binâenaleyh bu ifâdeden murad, "Sizin isteyip arzu ettiğiniz her hususta, dualarınıza bir icabet bulunur" şeklinde olur. Üstünlük Erkeklik Veya Kadınlık İle Değil, İyi İşle Olur Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerek erkekgerek kadın olsun" buyruğunun manası, "Her iki tür de eşit olarak, Allah'a itâata sımsıkı sarıldıklarında, dualarının kabul edilerek kendilerine mükâfaat vermek hususunda, erkekle kadın arasında bir fark yoktur" şeklindedir. Bu da, çalışanların diğer sıfatlarına bakılmaksızın, din konusunda üstünlük ve faziletin iyi amellere göre olacağını gösterir. Çünkü, onların bir kısmının erkek bir kısmının dişi veya soylu ya da soylu olmayan bir nesepten olmalarının din konusunda herhangi bir tesiri bulunamaz. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "İş ne sizin kuruntularınızla, ne de ehl-i kitabın kuruntulanyla olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalanır..." (Nisa, 123)âyetidir. Rivayet olunduğuna göre Ümmü Seleme, "Ey Allah'ın Resulü! Ben, hicret konusunda Allah'ın sadece erkeklerden bahsedip kadınlardan bahsetmediğini duyuyorum" dediği zaman, işte yukardaki âyet nazil olmuştur. (......) ifâdesine gelince, bu hususta da şu izahlar yapılmıştır ki, en güzeli bu ifâdenin başındaki harf-i cerrinin kef manasına olduğunun söylenmesidir. Yani, "Tâatlerinize mukabil mükâfaat; günahlarınıza mukabil de bir cezanın verilmesi hususunda, birbirinize benzersiniz" demektir. Kaffâl (r.h) bu ifâdenin. Arapların, "Benim huyum ve gidişatım üzeredir" manasında olmak üzere, "Falanca bendendir" tabirinden alındığını söylemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İşte kim ondan içerse benden değil kim onu tutmazsa artık o bendendir" (Bakara. 249) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Bizi aldatan, bizden değildir" Müslim, İmân, 164 (1/99). ve "Bize karsı silah çeken bizden değildir" buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, tabirinin manası, "Tâate mukabil sevaba, isyana mukabil ikâba müstehak olma hususunda sizin bir kısmınız bir kısmına benzer, birbirinize benzersiniz. Binâenaleyh, bu hususta bir farklılığın bulunması nasıl mümkün olabilir?" şeklinde olur. Hicret Edip Allah Yolunda Çile Çekenlerin Mükafaatı Sonra Cenab-ı Hak, "İşte hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda işkenceye, hakarete, ziyana uğrayanların, muharebe edenlerin ve öldürülenlerin de, andolsun günahlarını örteceğim ve andolsun, Allah katından bir mükâfaat olmak üzere, onları altından ırmaklar akan cennetlere de sokacağım" Buharî, Fiten, 7; Müslim, İman, 161 (1/98). buyurmuştur. Allahü Teâlâ'nın, buyruğundan murad, "Allah'ın Resulüne hizmet uğrunda, vatanlarından göç etmeyi seçenler" demektir. buyruğundan murad da, kâfirlerin zorla çıkardıkları mü'minlerdir. Şüphe yok ki, öncekilerin dereceleri daha üstündür. Çünkü onlar Hazret-i Peygamber'e hizmet etmeyi tercih etmiş, o hizmete de gönülden bir bağlılıkla devam etmişlerdir. Binâenaleyh onlar daha üstündürler. Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesinin manası ise, "Benim için, benim uğruma işkenceye... uğrayanlar" demektir. "Muharebe ettiler ve öldürüldüler" buyurulmuştur; çünkü muharebe, öldürülmeden önce bulunur. Nafi; Âsim ve Ebu Âmr, önce elifle olmak üzere (......) peşinden de, şeddesiz olarak (......) şeklinde okumuşlardır ki bunun manası, "Onlar o peygamberle, öldürülünceye kadar savaşmışlardı" şeklinde olur. İbn Kesîr ve İbn Âmir, önce (......) sonra da şeddeli olarak (......) şeklinde okumuşlardır, Şeddeli olarak okumanın, mübalağa ve çokça öldürüldüklerini ifâde için olduğu söylenmiştir. Bu, Hak teâlâ'nın "Onlar için bütün kapılar tastamam açılmıştır" (Sad, 50) âyetinde olduğu gibidir. Hasan el-Basrî'den de, şeddeli olarak okumanın "...ve kesip doğrandılar" anlamında olduğu rivayet edilmiştir. Hamza ve Kisaî, önce elifsiz olarak sonra da elifle (......) şeklinde okumuşlardır ki, bu hususta da şu izahlar yapılmıştır: a) Buradaki vâv harfi, "Secde et rükûya var" (Âl-i imran. 43) âyetinde de olduğu gibi, tertip ifâde etmez. b) Bu, Arapların, öldürülme emareleri belli olduğunda veya kişinin kavmi ve kabileleri öldürüldüğünde söylemiş oldukları "Ka'be'nin Rabb'ine andolsun ki, öldürüldük! (biçildik)" demeleri gibidir. c) edatı takdir edilir. Yani "Muharebe ederek, savaşarak öldürüldüler" demektir. Allahü teâlâ sonra, bunu yapana şu üç şeyi va'adetmiştir: a) Kusurları silip, günahları bağışlamak.. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun günahlarını örteceğim" âyetinin ifadesidir ki, bu mü'minlerin "Ey Rabb'imiz, artık bizim günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört..." (Al-i İmran, 193) diyerek istemiş oldukları şeydir. b) Onlara büyük mükâfaat vermektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve onları, altından ırmaklar akan cennetlere de sokacağım" âyetinin ifadesidir. Bu, mü'minlerin "Ey Rabb'imiz, peygamberlerine bizim için va'adettiğin şeyleri bize ver" (Al-i imrân, 194) diyerek istemiş oldukları şeydir. c) Bu sevabın ta'zîm ve ululamaya mazhar olmuş büyük bir sevap olmasıdır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah katından" ifadesidir ki, bu da o mü'minlerin "Kıyamet günü bizi rüsvay etme" (Al-i imran, 194) diyerek istemiş oldukları şeydir. Çünkü Cenâb-ı Hak, azameti sonsuz olan azîm bir varlıktır. Büyük hükümdar hizmetkârına, "Sana, katımdan bir elbise giydireceğim" dediği zaman bu ifâde, o elbisenin son derece kıymetli ve değerli olduğunu gösterir. Hak teâlâ'nın "mükâfaat olmak üzere" ifâdesi, te'kîd için getirilmiş olan mefül-ü mutlaktır. Buna göre kelamın takdiri ise, şeklindedir. Bu da, "Muhakkak ki ben onları, Allah katından bir sevap verme veya bir mükâfaatlandırma olarak mükâfaatlandıracağım" demektir. Çünkü Hak teâlâ'nın, ifâdeleri, manasındadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Güzel mükâfaat ise, Allah'ın katındadır" buyurmuştur ki bu, bu sevabın çok kıymetli bir sevap olduğunu te'kîd etmek için getirilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, güç yetirilen her şeye kadir, her şeyi bilen, bir şeye muhtaç olmaktan müstağni olunca, O, hiç şüphesiz, cömertliğin ve ihsanın doruk noktasında bulunmuş olur. Böylece güzel mükâfaat da, O'nun katında olmuş olur. Cafer es-Sadık'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kime bir şey güç gelir de, o kimse beş defa (Ey Rabb'imiz) derse, Allah o kimseyi korkuttuğu şeyden kurtarır ve ona istediği şeyi verir.." Daha sonra da o bu âyeti okuyarak şöyle demiştir: "Çünkü Allahü teâlâ, o mü'minlerin beş kere (Ey Rabb'imiz) dediklerini nakletmiş, daha sonra da onların dualarını kabul ettiğini haber vermiştir." Kâfirlerin Refah İçinde Yaşaması Sizi Üzmesin 196Âyetin tefsiri için bak:197 197"İnkâr edenlerin diyar diyar dönüp dolaşması, sakın seni aldatmasın. Bur azıcık bir metadır. Sonunda varıp sığınacakları yer cehennemdir. O, ne kötü yataktır!" Bil ki Allahü Teâlâ, mü'minlere büyük bir mükâfaat vaadedip, onlar da dünyada son derece fakr-u zaruret içinde kalıp kâfirler de nimetler içinde yüzünce Allahü teâlâ bu âyette onları teselli edecek ve onlara bu sıkıntıya karşı sabretme gücü verecek şeyleri zikrederek "sakın seni aldatmasın" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Biz, (......) kelimesinin, senin, birisinin bir şeyi zahirde güzel bulup da daha sonra o şeyi araştırıp tetkik ettiğinde onu, arzuladığının aksine bir durumda bulunca söylemiş olduğun "Adamı aldattım" tabirindeki fiilin masdarı olduğunu söylemiştik. O zaman aldanan adam, "O işin zahiri beni aldattı" der. Yani, "Ben o işi denemeden, tecrübe etmeden kabul ettim" demektir. Araplar, kumaş topu dağılıp, daha sonra tekrar kazanıldığında, "Onu, ilk haline getirdim" derler. "Sakın seni aldatmasın" tabirindeki muhatabın kim olduğu hakkında iki görüş bulunmaktadır: a) Bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Ama murad, O'nun ümmetidir. Katâde şöyle demiştir: "Allah'a andolsun ki kâfirler, Allah Hazret-i Peygamber'ıncanını alıncaya kadar, Hazret-i Peygamber'i aldatamadılar." Buna göre hitap her ne kadar Hazret-i Peygamber'e ise de, bundan murad O'ndan başkasıdır. Şöyle denilmesi de mümkündür: Hazret-i Peygamber'in buna aldanmayışının sebebi, bu âyetlerin ona peşipeşine gelmesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer sana sebat vermiş olmasaydık, andolsun ki, sen onlara (belki) biraz meyledecektin" (isra, 74) buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, "Sakın kâfirlerle beraber olma.." (Hûd.42): "Sakın müşriklerden olma" (Yunus. 105) ve "Artık o yalanlayanları tanıma" (Kalem. 8). b) Bu. bunu işiten bütün mükelleflere bir hitabtır. Sanki şöyle denilmiştir: "Ey dinleyen kimse, (bu durum) seni aldatmasın!" "İnkâr edenlerin diyar diyar dönüp dolaşması..." ifâdesinin izahı hususunda iki görüş bulunmaktadır: a) Bu âyet, ticâret edip o ticaretten istifâde eden müşrikler hakkında nazil olmuştur. Bazı mü'minler, "Gördüğümüz kadarıyla Allah düşmanları mal mülk içindeler. Bizler ise açlıktan ve sıkıntıdan helak oluyoruz" deyince, bu âyet nazil olmuştur. b) Ferrâ şöyle demektedir: "Yahudiler, yeryüzünde ticaret için dolaşıyor mal kazanıyorlardı. Âyet, bundan dolayı nazil oldu. Buna göre, "İnkâr edenlerin diyar diyar dönüp dolaşması..." ifâdesi ile kastedilen, onların ticaret ve kâr için yaptıkları çeşitti faaliyetleridir. Yani, "Ey mü'minter topluluğu, sizler korku içinde ve mahsurken, onların kendilerini emniyette hissedip, beldelerde istedikleri gibi dolaşmaları sizi aldatmasın. Çünkü bu az bir zaman devam edecek, sonra onlar en şiddetli azaba gireceklerdir" denilmektedir." Daha sonra Hak teâlâ, "(Bu) azıcık bir metadır" buyurmuştur. Bu ifâdenin takdirinin, "Onların diyar diyar dönüp dolaşmaları, azıcık bir metadır" şeklinde olduğu söylenmiştir. Ferrâ ise bu takdirin, "Bu, azıcık birfaidedir" şeklinde olduğunu söylemiştir. Zeccâc da bu takdirin, kazanç ve o ticaret, az bir faidedir" şeklinde olduğunu söylemiştir. Allahü teâlâ ru faydalanmayı, az olarak vasfetmiştir, çünkü dünya nimetleri âfetler ve samanlıklarla karışıktır. Sonra bu dünya metâı, netice olarak, sona erici ve fanidir. meta ezelden şu ana kadar yok iken, ve de yine ezelden ebede kadar yok olacak ton, daha nasıl az olmaz ki! O'nun, (metanın) meydana geldiği zamanı, ezel ve ebed demek olan geçmiş ve gelecekle karşılaştırdığın zaman, bu meta az olarak telendirilmekten dahi az olur. Cenâb-ı Hak sonra, "Sonunda varıp sığınacakları yer cehennem buyurmuştur. Yani, "Bu dünya metâı azlığına rağmen, ebedî olarak cehenneme düşmeye sebebiyet vermektedir" demektir. Az nimet büyük bir zarara sebebiyyet verince, bu bir nimet sayılmaz. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlara fırsat verişimiz, ancak günahlarını artırmaları içindir" (Al-i İmran. 178) ve "Ben onlara mühlet veririm. Benim kahrım çetindir" (Araf. 183)âyetlerinde olduğu gibidir. Sonra Cenâb-ı Hak, "O ne kötü yataktır" buyurmuştur. (......) kelimesi, "yatak" anlamına gelmektedir. Bunun çok kötü bir yatak olduğuna delil ise, Hak teâlâ'nın "Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında (ateşten) tabakalar vardır" (Zümer. 16) âyetidir. Binâenaleyh onlar, ateş tabakaları arasındadırlar. Üstlerinde ise, kılıflar olup, ateş yerler ve ateş içerler. 198'Fakat Rab'lerinden ittikâ edenler (yok mu), onlar için kendileri orada ebedî kalmak, Rab'leri katından verilecek nice ziyafetlere konmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah'ın nezdinde olan şeyler, iyiler için daha hayırlıdır". Bil ki Allahü teâlâ, vâ'îd ifâde eden âyeti zikredince peşisıra ikramını va'adettiği âyetini getirmiştir. Bu âyette geçen "nüzul" kelimesi, misafir için hazırlanan şey (ziyafet ve ikram) demektir. Hak teâlâ'nın "Fakat Rab'lerinden ittikâ edenler" buyruğu, bütün taatları yapmayı içine alır. Çünkü "takva" mefhumuna, nehyeditenlerden ve emredilenleri yapmamaktan kaçınma girer. Bazı âlimlerimiz bu âyetle, ru'yetullah'ın (âhirette Cenâb-ı Allah'ın görülmesinin) olabileceğine istidlal etmişlerdir. Çünkü bütün cennet bir ziyafet ve ikram olduğuna göre, ikramın en büyüğü olsun diye, ru'yetullah'ın da bulunması gerekir. Bunun bir benzeri de. "Hakîkaten, imân edip sâlih amellerde bulunanların konakları firdevs cennetleridir" (Kehf. 107) âyetidir. Âyetteki "Nüzülen" kelimesi, "cennûtün" kelimesinden hâl olarak mansubtur. Çünkü "cennâtün" lâfzı sıfat ile tahsis edilmiştir. Bunun âmili ise, lâfzındaki lâm harf-i cemdir (yani zarf-ı müstekardır). "Nüzülen" kelimesinin, te'kid manasına geten mef'ulü mutlak olması da caizdir. Çünkü onların cennetlerde ebedî kalışları, onların orada konaklamaları veya ağırlanmaları manasınadır. Ferrâ bu kelimenin, bir tefsiriyye (temyiz) olarak mansub olduğunu söylemiştir. Nitekim sen, O bir hibe, bir satış ve bir sadaka olarak senindir" dersin. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah nezdindeki" devamlı ve çok nimetler, günahkârların alıp sattıkları o yok olucu az mallardan "İyiler (ebrâr) için daha hayırlıdır" buyurmuştur. Mesleme İbn Muhârib ile Â'meş, zâ harfinin sükûnu ile kelimeyi (......) şeklinde; Yezid İbn Ka'ka'a da, âyetin başını şeddeli olarak (......) seklinde okumuşlardır. Ehl-i Kitaptan Olup İmân Edenler 199Âyetin tefsiri için bak:200 200"Gerçekten ehl-i kitap içinde Allah'a, size indirilen (kitaba) ve kendilerine indirilmiş olan kitaba, Allah'a büyük saygı gösteren (kimse)ler olarak inananlar var Onlar Allah'ın âyetlerini az bir pahaya satmazlar. İşte onlar için, Rablert katında ecirleri var. Muhakkak ki Allah hesabını pek çabuk görendir. Ey imân edenler, sabredin, sabır yarışı yapın, nöbet beklesin ve Allah 'tan tttika edin (korkun). Umulur ki felah bulursunuz". Bil ki Allahü teâlâ, daha önce kâfirlerin halinin, sonunda cehenneme varmak olduğunu belirtmesinin yanısıra, mü'minterin hâlini de bildirince bu âyette, ehl-i kitap'tan, muttakiler sınıfına girenlerin bulunduğunu beyân buyurarak, "Gerçekten etıl-i kitap içinde... inananlar var" buyurmuştur. Âlimler bu âyetin sebeb-i nüzulü hakkında ihtilaf etmişlerdir. Meselâ İbn Abbas, Câbir ve Katâde "Bu âyet Habeş Necâşî'sı hakkında nazil olmuştur. O ölüp, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (gıyabında) canâze namazını kıldığı zaman, münafıklar: "Muhammed, hiç görmediği bir hristiyan için cenaze namazı kılıyor" demişlerdi. İbn Cüreyc ve İbn Zeyd ise, bu âyetin Abdullah İbn Selâm (radıyallahü anh) ve arkadaşları hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Âyetin, Necranlılardan kırk, Habeşlilerden otuziki ve Rumlardan (Bizanslılardan) hrıstiyanken müslüman olan sekiz kişi hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Mücâhid bu âyet-i kerîmenin bütün ehl-i kitap hakkında nazil olduğunu söylemiştir ki en uygun görüş budur. Zira Cenâb-ı Hak, kâfirlerin varacakları yerlerinin cehennem olduğunu bildirince, ehl-i kitaptan imân edenlerin varacakları yerlerinin cennet olduğunu beyân buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, ehl-i kitaptan imân edenleri bazı sıfatlarla tavsif etmiştir: Birincisi, Allah'a iman; İkincisi, Cenâb-ı Allah'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirdiği (kitaba) iman; Üçüncüsü, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den önceki peygamberlere indirdiği kitaplara imân; Dördüncüsü, Allah'a büyük saygı göstermeleri -ki bunu ifade eden lâfzı, fiilinin failinden haldir. Çünkü bu fiil, cemî makamındadır. Beşincisi, Hazret-i Peygamberin peygamber oluşunu ve peygamberliğinin doğruluğunu gizleyen ehl-i kitabın yaptığı gibi, Allah'ın âyetlerini az bir pahaya satmamalarıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak onları, İşte onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Muhakkak ki Allah, hesabını pek çabuk görendir" diye anlatmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Seri'ul-hisab" oluşu, O'nun herşeyi bilmesi ve böylece herkes için sevap ve cezanın ne kadar olduğunu bilmesi manasınadır. Cenâb-ı Hak, "Ey imân edenler sabredin, sabır yarısı yapın, nöbet beklesin ve Allah'tan İttikâ edin. Umulur ki felah bulursunuz" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, bu surede, gerek usûl (inanç), gerekse fürû (ahkam)a dâir pek çok hakikatten bahsedince, ki usûl, tevhid, adalet, nübüvvet ve âhiret meselelerinin izahı ile ilgili olan konular; fürü da hacc, cihâd ve benzeri mükellefiyet ve ahkâmla ilgili şeylerdir-, bütün âdabı içine alan bu âyetle bitirmiştir. Bu böyledir, çünkü insanın iki hali vardır: a) Sırf kendini ilgilendiren; b) Kendisi ile başkaları arasında müşterek olan şeyler. Birincisinde sabrın bulunması, ikincisinde de müsabere (karşılıklı sabır ve tahammül gösterme)'nin bulunması gerekir. Sabrın birkaç çeşidi vardır: 1- Tevhid, adalet, nübüvvet ve âhiretle ilgili bilgileri elde etmek için, istidlal ve tefekkür meşakkati ile muhaliflerin şüphelerine cevap vermek için istinbatta bulunma meşakkatine sabretmek. 2- Farz ve nafile ibadetleri edâ etmenin sıkıntı ve zorluklarına sabretmek. 3- Yasaklardan (haramlardan) kaçınmanın sıkıntılarına sabretmek. 4- Hastalık, fakirlik, kıtlık ve korku gibi, dünyevî musîbet ve âfetlere karşı sabretmek.. Âyetteki, "sabredin" emrinin muhtevasına işte bütün bu kısımlar girer. Bu ilk üç kısmın da muhtevasına sayısız çeşitler girer. "Müsabere" ise, kişinin kendisi ile başkası arasında müşterek olan sıkıntılara katlanmaktan ibarettir. Bunun içine aile, komşular ve akrabalardan kötü ahlaklı olanlara tahammül etme ile, sana kötülük yapanlardan intikam almaya yeltenmeme hususu girer. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Cahillerden yüz çevir" (A'raf, 199) ve "Onlar boş ve kötü lakırdıya rastladıkları vakit, şerefli olarak (yüz çevirip) geçerler" (Furkan, 72) buyurmuştur. Yine "Müsâbere"nin içine, insanın başkasını kendi nefsine tercih etmesi de girer. Nitekim Cenâb-ı Hak, "(Onlar) kendilerinde fakr-u ihtiyaç olsa bile, o (din kardeşlerini) öz canlarından daha üstün tutarlar" (Haşr, 9) buyurmuştur. Yine ona, sana zulmedip haksızlık edenleri affetmen de girer. Nitekim Hak teâlâ, Atfetmeniz, takvaya daha yakın (ve uygun)dur" (Bakara. 237) buyurmuştur. Yine ona, mârufu (iyi şeyi) emir ve tavsiye edip, münkeri (kötülüğü) nehyetmek de girer. Çünkü emr-i ma'ruf ve nehy-i münker yapana çoğu kez, zararlar gelir. Yine buna, cihad da dahildir. Çünkü cihad, canı tehlikeye atmaktır. Yine bu müsâbereye, bâtıl ehline karşı sabredip, onların şüphelerini giderme ve cevap vermeye gayret etmek ve bu bâtıl şeyleri onların kalplerinden silme çabası da girer. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın, "Sabredin" emrinin, insanın sırf kendisini ilgilendiren hususlara sabrı; Sabır yarısı yapın" buyruğunun ise, insan ile diğer insanlar arasındaki müşterek her şeye sabrı içine aldığı sabit olur. Bil ki insan, her nekadar sabr ve müsâbere ile mükellef tutulmuş olsa da, insanı bunların zıddını yapmaya sevkedecek olan kötü huylar da vardır. Bunlar şehvet, gazab ve ihtirasdır. İnsan, ömrü boyu bunlarla mücâdele edip, bunları zapt-ı rapt altına almakla meşgul olmadığı sürece, sabretmesi ve müsâberede bulunması mümkün olmaz. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "nöbet beklesin" buyurmuştur. Bu gayret, fiillerden bir fiil olup, insanın her fiilinin de mutlaka bir sebebi ve maksadı olduğu için, insanın bu gayretinde de bir maksadının ve sebebinin olması gerekir ki, bu felahı ve kurtuluşu elde etmek için, Allah'tan ittikâ etmek (korkmaktır.) Bu sebeple Cenâb-ı Hak, "ve Allah'tan ittikâ edin, umulur ki felah bulursunuz" buyurmuştur. Bu hususta sözün özü şudur: Fiillerin kaynağı kuvvelerdir Cenâb-ı Hak, bundan dolayı sabrı ve müsâbereyi (sabır yarısını) emretmiştir ki bu güzel fiilleri yapıp, kötü fiilleri işlemekten kaçınmadan ibarettir. Fiiller, kuvvelerden sâdır olduğu için, Cenâb-ı Hak bundan sonra, kötü fiillerin kaynağt o kuvveler-e savaşmayı emretmiştir ki nöbet bekleşmekten (murabata)dan murad budur. Date sonra Cenâb-ı Hak bu kuvveleri, kabîh ve kötü şeyleri yapmaktan alıkoyan şeyi de zikretmiştir ki bu Allah'tan ittikâ etmek (korkmak)tır. Sonra da, Allah'tan ittikâ etme. diğer kuvvet ve ahlâklara tercih edilmesini gerektiren şeyi zikretmiştir ki bu da felâh (kurtuluş)tur. Böylece sûrenin sonundaki bu âyetin, ruhanî birtakım sırların ve hükümlerin hazinelerini içine aldığı; kısa olmasına rağmen, surede daha önce zikredilen usûl ve fürû ilimlerinin âdeta bir tamamlayıcısı olduğu ortaya çıkmaktadr Benim söyleyebileceklerim bundan ibarettir. Şimdi, müfessirlerin söylediklerini zikredelim: Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Dininizden ötürü sabredin. Fakirlik ve açlık sebebi ile onu bırakmayın. Düşmanlarınıza karşı sabır göstermede yarışın ve Uhud'da meydana gelen bozgundan ötürü yılgınlık göstermeyin." Ferra, "Peygamberinizle birlikte sabredin Düşmanlarınıza karşı sabır yarışında bulunun. Sizden daha sabırlı kimselerin bulunması uygun düşmez" demiştir Esam ise, "Bu sûrede Allah'ın mükellefiyetle çok olduğu için, Allahü teâlâ onlara, bu mükellefiyetlere karşı sabırlı olmalanr emretmiştir. Yine bu sûrede cihada çokça teşvik ettiği için de, düşmanlarına karş sabırla dayanıp diretmeyi emretmiştir" demiştir. Hak teâlâ'nın "nöbet beklesin" emri ile ilgili iki görüş vardır: 1- Bu, o kimselerin atlarını hudutlardaki nöbet yerlerine, karakollara bağlamalarından ibarettir. Onlar atlarını, hasım tarafların her biri, diğeriyle savaşa hazır olacak bir şekilde atlarını bağlarlar ve beklerler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla, Allah'ın düşmanlarını ve sizin düşmanlarınızı korkutasınız" (Enfâl. 60) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den: "Allah yolunda kim bir gün bir gece hudut nöbeti tutarsa, bir ay ihtiyacı dışında devamlı namaz kılan ve bozmadan oruç tutan kimsenin (İbâdeti) gibi ibâdet etmiş olur" Nesâi, Cihâd. 39 (6/39); Tirmizi. Fezâilü'l-Cihad, 26 (4/188): İbn Mâce. Cihâd, 7(2/924); Müsned, 5/440. dediği rivayet edilmiştir. 2- Murâbata, bir namazdan sonra diğer namazı beklemek manasına gelir. Bunun böyle olduğuna şu iki husus da delâlet etmektedir: a) Ebu Seleme İbn Abdurrahman'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, murâbata yapılan (hudut nöbeti beklenen ve kendisi için hususî atlar hazırlanan) bir savaş yoktu. Binâenaleyh bu âyet ancak, bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı bekleme hakkında nazil olmuştur." b) Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'nin, namazdan sonra diğer namazı beklemeden bahsedip, sonra üç kere, "Dikkat edin, ribât işte budur!" dediği rivayet edilmiştir. Bil ki bu lâfzı, zikredilen bu manaların hepsine birden hamletmek mümkündür. "Ribât"ın kökü bağlamak manasına olan "rabt" etmektendir. Nitekim bir şeye sabreden kimseye, "Kalbini ona bağladı" denilir. Başkaları, bu kelimenin "devam ve sebat etme" demek olduğunu söylemişlerdir ki bu mana, bizim söylediğimiz sabretme ve kalbi bir şeye bağlama manası ile alakalıdır. Sonra bu sebat ve devam, cihâd için olabileceği gibi, namaz için de olabilir. Allah en iyi bilendir. [Allah kendisinden razı olsun, İmâm Fahruddin Râzî şöyle demiştir:] "Bu sûrenin tefsiri, Allah'ın fazlı ve ihsanı ile Hicrî 595 senesi Rebîu'l-âhir ayının ilk perşembesinde tamamlandı." |
﴾ 0 ﴿