2Elif, Lâm, Mim. Allah o Allah'dır ki O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Hay ve Kayyûmdur" ifâdesinin tefsiri, Bakara sûresinde geçti. Bununla ilgili bazı meseleler vardır: Elif lim Mîm ile ilgili Kıraat Vecihleri Âsimin râvisi Ebû Bekr, buradaki mîm harfini sükûn ile, lafzının hemzesini de fetha ile okumuştur. Diğer kıraat imamları ise, mim'i fetha ile okuyarak, lafzına vasletmişlerdir. Âsim, şu iki sebepten dolayı o şekilde okumuştur: a) Vakfa niyet edip, sonra da yeni başlamış olduğu için, hemzeyi açıkça gösterip okumak. b) Vasl elifini kat' ederek okuyanların lehçesine göre olması, yani vasi elifini vasletmeyenlere göre okunmuş olmasıdır. (......) ile "lafza-i celâl" arasını fasledip hemzeyi izhar ederek okuyanlar ise, ululamak ve tazim etmek için böyle okumuşlardır. Mîm harfini mansub okumanın iki türlü izahı vardır: 1- Birincisi Ferrâ'nın görüşüdür ki bunu Basralılardan pek çok kimse de tercih etmiştir. Bu görüşe göre harf isimlerinin sonu sükûndur. Sen; (bir, iki, üç) dediğin gibi, "elif, lâm, mim" dersin. Bu takdire göre, (......) lafzı ile yeni başlanıyor olması gerekir. Biz "Allah" lafzı ile başladığımızda, hemzesini harekeli olarak okuruz. Fakat bu imamlar, hafiflik ve kolaylık olsun diye hemzeyi düşürmüşler ve hemzenin harekesini, (......)'in mîm'i ile başlamasından dolayı, hemze varmış gibi olsun diye mîm'e vermişlerdir. Buna göre şayet, "Eğer maksad bu iki kelimeyi birbirinden ayırmak ise, hemzeyi düşürmek imkânsız olur. Eğer maksad, bu iki kelimeyi birbirine vasletmek ise, harekeli olarak hemzenin kalması imkânsız olur. Hemzenin durması imkânsız olunca, harekesi de, harekesinin mîm'e verilmesi de imkânsız olur?" denirse, biz deriz ki: Bunun yazıda düşmesi, fakat mânâca kalması ve mânâca bulunduğuna delâlet etmesi için harekesinin bırakılmış olması niçin caiz olmasın? Ferra'nın görüşünün izahı budur. 2- İkincisi Sîbeveyh'in görüşüdür. Buna göre, mîm'in harekelenmesinin sebebi, iki sakin harfin yan yana gelmiş olmasıdır. Âlimlerden çoğu bu görüşü kabul etmemişlerdir. Burada bir incelik vardır, fakat bunu özetlemek bile uzun sürer. Ben diyorum ki: Bu hususta iki bahis vardır: a) Harekenin kendisinin sebebi. b) O harekenin fetha oluşu meselesi. Birinci bahis, şu mukaddimelere dayanır: Birinci mukaddime: İki sakin harf yan yana geldiğinde, onlardan birincisi med ve lîn harflerinden olursa, ona hareke vermek gerekmez. Çünkü bu iki sakin ve (......) benzeri harfleri telaffuz etmek kolaydır. Mesela, senin, (......) demen gibi... Fakat böyle olmazsa, birinci harfi harekelemek gerekir. Çünkü bu gibi iki sakini telaffuz etmek kolay olmaz. Zira telaffuz ancak hareke ile olur. İkinci mukaddime: Sibeveyh'e göre, harf-i tarif sadece sakin olan lâm harfidir. Sakin harf ile bir kelimeye başlamak mümkün olmaz. Bundan dolayı Araplar, harf-i tarif olan sakin lamın başına bir hemze getirip, lâm'ı telaffuz edebilmek için o hemzeye hareke vermişlerdir. Buna göre, harf-i tarif lâm'ından önce Araplar, harekeli başka bir harf bulurlarsa, o zaman sakin lâm'ı onunla okuma imkânı bulmuş olurlar. Eğer lâm'dan önce, sakin bir harf bulurlarsa, o sakini harekeleyerek, lâm'ı böylece okuyabilirler. Bu takdire göre hemze-i vasl'a ihtiyaçları kalmaz. Çünkü hemze-i vasl'a, lâm'ı okumak için ihtiyaç duyulur. Kendisi ile fâm harfinin telaffuzu mümkün olan harekeli bir harf bulunduğu zaman, hemze hem şeklen, hem manaca; hem hakîkaten, hem de hükmen hazfedilir. Durum böyle olunca, varlığına hükmen delâlet etsin diye hemzenin harekesinin mim'e verildiği söylenemez. Çünkü buna, varlığına bir hükmün ve bir eserin taalluk ettiği yerlerde başvurulur. Fakat biz, durumun böyle olmadığını açıkladık. Böylece o hemzenin zâtı ve eseri ile tamamen düştüğünü anlamış oluruz. Binâenaleyh Ferrâ'rnn görüşü bâtıl olmuş olur. Üçüncü mukaddime: Harf isimlerinin sonları sakindir ve bu hususta ittifak vardır. Bu mukaddimeleri iyice anladığın zaman, biz deriz ki: Bizim (......) sözümüzdeki "mîm" sakindir. (......) deyişimizdeki lam-ı tarif de sakindir. Böylece iki sakin bir araya gelmiş oldu. Binâenaleyh mîmi harekelemek ve hemzenin de hem şeklen hem de hükmen düşmesi gerekirdi. Sibeveyh'in görüşü bu izaha göre sahih, Ferra'nın görüşü ise bâtıldır. İkinci bahis: Birisi şöyle diyebilir: "Sakin harf, harekelendiği zaman kesre ile harekelenir. O halde burada niçin fetha ile harekelenmiştir?" Zeccâc buna şöyle cevap verir: "Burada kesre uygun düşmemektedir. Çünkü (......) deki (......) kelimesinin, son mîm'inden önce yâ harfi bulunmaktadır. Eğer bu son mîm kesre ile harekelense, yâ harfi ile birlikte kesre de bulunmuş olur ki bu dile ağır gelir. Binâenaleyh kesre bırakılmış, fetha tercih edilmiştir." Ebu Ali el-Fârisî, Zeccâc'ın bu görüşünü tenkid ederek şöyle der: "Bu, bizim (Evet) dememiz ile bozulur. Çünkü bu sözümüzde râ harfi, kendisinden önce sakin yâ bulunduğu halde kesrelidir." Bence bu tenkid zayıftır. Zira kesre, biraz ağırca bir harekedir, yâ harfi de onun kızkardeşidir. Bunlar bir araya geldiklerinde kesrenin ağırlığı artar. Sonra bundan, "Allah" lafzındaki son derece hafif olan elifi telaffuz etmeye geçilir. Böylece de dil, harekelerin en ağırından en hafifine geçmiş olur ki, bir anda iki zıddan birinden diğerine geçmek, lisana zor gelir. Fakat mîm harfini fetha ile harekelediğimizde, lisân mîm'in fethasından, "Allah" lafzının hemzesine geçmiş olur ki bu kolaydır. İşte Sibeveyh'in görüşünün açıklaması bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir. Bu sûrenin sebeb-i nüzulü hakkında şu iki rivayet ileri sürülmüştür: Birinci görüş: Bu, Mukâtil b. Süleyman'ın görüşüdür. Ona göre, bu sürenin başındaki bazı âyetler yahudîler hakkında nazil olmuştur. Biz, bu hususu (Bakara, 1-2.) âyetinin tefsirinde zikretmiştik. İkinci görüş: "Bu sûrenin başından, mübâhele âyetine (Âl-i İmran. 61) kadar olan kısım hristiyanlar hakkındadır." Bu Muhammed b. İshâk'ın görüşüdür. O şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Necran'dan binitli yetmiş kişilik bir heyet geldi. İçlerinden ondördü onların eşrafından idi. Bu ondört kişinin üçü de kavmin ileri gelenlerinden idi. Bunlardan birisi başkanları idi ve ismi da Abdu'l-Mesîh idi. İkincisi danışmanları ve en ileri görüşlü olanları idi. Ona "Seyyid" (Efendi) diyorlardı ve ismi el-Eyhem idi. Üçüncüsü de, âlimleri, piskoposları ve müderrisleri idi ki ismi Ebu Harise İbn Alkame idi. O, Benû Bekir İbn Vâil kabilesinden idi. Hristiyanlıktaki eğitim ve öğretimi, hristiyantığa yaptığı hizmetleri, çalışmaları sebebi ile ve ilmi ile meşhur olduğu için, ona Rum hükümdarları tarafından izzet ve ikramlara mazhar kılınarak, kendisine birçok mallar verilmiş ve idaresine birçok kiliseler bağlanmıştı. Necran'dan gelirken bir katıra binmiş, onun yularını da kardeşi Kürz b. Alkame çekmiştir. Ebu Hârise'nin katırı yürürken birden tökezler. Kardeşi Kürz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kastederek, "O uzaktaki helak olsun" deyince, Ebu Harise, "Aksine senin anan helak olsun" dedi. Bunun üzerine Kürz, "Niçin ey kardeşim?" deyince, o cevaben, "vallahi o bizim beklemekte olduğumuz peygamberdir" der. Kürz de, "Bunu bildiğin halde, ona inanmana mâni olan nedir?" der. Ebu Harise, "Şu krallar bize çok mallar verip, izzet-ü ikramda bulundular. Eğer biz Muhammedi tasdik edecek olursak, onlar bütün verdiklerini geri alırlar" dedi. Bu cevap Kürz'ün kalbinde bir ukde oldu. Müslüman oluncaya kadar bunu gönlünde sakladı. Müslüman olunca, bu hadiseyi anlattı. Sonra bu üç ileri gelen reisleri, piskoposları ve danışmanları Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, dinlerindeki ihtilaflar üzerinde konuştular. Onlar bazan Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın Tanrı olduğunu, bazan "Allah'ın oğlu" olduğunu, bazan da üçün (Baba-Oğul-Ruhul-Kudüs) üçüncüsü olduğunu söylüyorlardı. "O, Allah'tır" demelerine, "Çünkü ölüleri diriltir, anadan doğma körleri, alaca hastalığına musab olanları ve diğer hastalan iyileştirir, gayblan haber verir, çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üfler, o da uçardı' diye delil getiriyorlardı. O'nun, Allah'ın oğlu olduğu iddiasına da, "Çünkü O'nun bilinen bir babası yoktu" diye istidlal ediyorlardı. Onun, üçün üçüncüsü olduğu görüşlerine de, "Çünkü Allah "Biz yaptık, " "Biz kıldık" diyor. Eğer Allah bir olsaydı "Ben yaptım" derdi, diye istidlal etmişlerdir. Buna karşılık Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara "İslam'a giriniz" deyince, onlar, "Biz senden daha önce İslâm'a girdik" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Yalan söylüyorsunuz. Allah'a bir oğul isnad edip duruyorken, haça taparken ve domuz eti yiyip dururken, sizin müslümanlığınız nasıl doğru olur" dedi. Onlar da: "Eğer O, Allah'ın oğlu değil ise, onun babası kimdir?" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sustu ve bunun üzerine Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin başından seksen kadar âyeti indirdi. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlarla münazaraya başlayarak, şöyle dedi: "Bilmiyor musunuz, Allah ölümsüz olan bir Hayy'dır, diridir? Hazret-i İsa ise, ölümlüdür..." "Evet biliyoruz.." "Bilmiyor musunuz ki, babasına benzemeyen hiçbir çocuk yoktur?" "Evet biliyoruz.." "Bilmiyor musunuz ki, Rabb'imiz her şeye hâkim ve kayyûmdur? Onu korur, gözetir, muhafaza eder ve rızıklandırır.. Halbuki İsa, bunların herhangi birini yapabilir mi?" "Hayır..." "Bilmiyor musunuz, yerde ve gökte bulunan hiçbir şey Allah'a gizil kalmaz? İsa ise, Allah'ın bildirdiğinden başka herhangi bir şeyi bilebilir mi?" "Hayır..." "Rabb'imiz, İsa'yı anasının rahminde dilediği gibi şekillendirdi.. Bunu bilmiyor musunuz?.. Rabb'imizin ise yemez-içmez ve abdest bozmaz olduğunu bilmiyor musunuz?" "Evet biliyoruz." "İsa'yı anası, bir kadının çocuğunu taşıdığı gibi taşımış, yine bir kadının çocuğunu doğurduğu gibi de doğurmuştur. O da, bir çocuğun beslenmesi gibi beslenmiş, gıdalanmıştı." "Evet.." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "O halde İsa, sizin iddia ettiğiniz gibi, nasıl bir ilâh olabilir?" dedi. Onlar da, bunu anladılar; ama sonra küfrân-ı nimette bulunarak, inkârı sürdürdüler. Yine onlar inadlarını sürdürerek: "Sen, isa'nın, Allah'ın (......) kelimesi ve Ondan bir ruh olduğunu zannetmiyor musun?" dediler. Hazret-i Peygamber de: "Evet, öyle biliyorum" deyince, bunun üzerine onlar: "Eh, bu da bize yeter" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allahü Teâlâ, "İşte kalblerinde bir eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak, onun teviline yeltenmek için, onun müteşabib olanına tâbi olurlar. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, "Biz ona inandık. Hepsi Rabb'imiz katındandır" derler. Akıl sahiplerinden başkası bunu iyi düşünemez" (Âl-i İmran, 7) âyetini indirdi. Sonra onlar, bu âyeti kabul etmeyince Allahü Teâlâ Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e onlarla "mübâhele"'yi (karşılıklı lanetleşmeyi) emretti.. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları "mübâhele" ye davet edince, onlar: "Ey Ebâ'l-Kâsım, bizi bırak da bir düşünelim.. Sonra, yapmamızı istediğin şeyi yapmak için sana geliriz.." dediler ve, çekip gittiler. Daha sonra bu üç kişi kendi aralarında birbirlerine, "Bu konuda ne diyorsunuz.." deyince, içlerinden birisi, "Ey, hristiyan topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, sizler hiç şüphesiz Muhammed'in peygamber olduğunu biliyorsunuz.. Andolsun ki o size, peygamberiniz hakkındaki meseleyi çok güzel izah etti... Yine, yemin ederim ki, bir peygamber ile lânetleşmeye girmiş olan her kavmin, büyüğünün küçüğünün öldüğünü; eğer siz de bunu yaparsanız, bunun sizin kökünüzü kurutacağını biliyormusunuz.. Madem ki bu dinde kalmak istiyorsunuz, o halde o adamla bir anlaşma yapın, sonra da ülkenize dönün!" dedi. Bunun üzerine onlar, Allah'ın Resûlü'ne gelerek, şöyle dediler: "Ey Ebâ'l-Kâsım, biz seninle lânetleşmemeye, seni kendi dininde bırakmaya, kendimiz de kendi dinimiz üzre kalmaya karar verdik.. O halde, malımız, mülkümüz hususunda anlaşmazlığa düştüğümüzde aramızda hükmedecek ashabından birisini beraberimizde yolla... Çünkü siz bizim nazarımızda kabule şayan kimselersiniz." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onlara: "Öğle sonu yanıma geliniz de, çok kuvvetli ve güvenilir bir hakemi sizinle beraber yollayayım.." dedi. Hazret-i Ömer ise içinden şöyle diyormuş: "Ben hiçbir zaman emirlikten hoşlanmadım. Fakat o gün, kendimin tayin edilmesini umuyordum. Öğle namazını Allah'ın Resulü ile kıldığımızda, O, selâmdan sonra, sağa ve sola bakmıyordu.. Ben de, beni görsün diye ileri atılıyordum. O ise, sürekli göz gezdiriyordu. Nihayet Ebû Ubeyde İbnu'l-Cerrâh'ı gördü. Onu çağırdı ve: "Onlarla git; ihtilâf ettikleri hususlarda aralarında hak ile hüküm ver" dedi.. Hayatımda itk defa arzuladığım emirliği, idareciliği de Ebu Ubeyde alıp götürdü.." Bil ki bu rivayetler dinî konuları açıklama ve her türlü şüpheyi giderme hususunda münazara etmenin peygamberlerin yöntemi olduğuna; münazarada bulunmanın ve meseleleri araştırmanın doğru olmadığını savunan "Haşviyye"nin yolunun ise kesinlikle bâtıl olduğuna delâlet etmektedir. Allah en iyisini bilendir. Bu Surenin Baş Tarafındaki Harika Tertip Bil ki, bu sûrenin baş tarafı, çok güzel ve hayranlık verici bir tertip (söz dizisi) arzetmektedir. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tartışmaya giren o hristiyanlara sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Sizler, ya Allah'ı tanımak veyahut da nübüvvet hususunda münazaa ediyorsunuz... Eğer münazaanız Allah hakkında ise, sizler Allah'ın bir çocuğu olduğunu söylüyorsunuz;Hazret-i Muhammed ise.O'nun bir çocuğu olmadığını söylüyor. Aklî ve kat'î delillerle hak, Hazret-i Muhammed'den yanadır. Çünkü aklî delillerle Cenâb-ı Hakk'ın Hayy ve Kayyûm olduğu sabittir. Hayy ve Kayyûm olanın ise, bir çocuğunun bulunması, aklen imkânsızdır. Eğer tartışmanız nübüvvet konusunda ise, bu da geçersizdir. Çünkü Allah Tevrat ve İncil'i Hazret-i Musa ve İsa'ya sizce hangi yol ile indirmisse aynı şey Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için de variddir. Bu yol ise, ancak mucize yoludur ki, bu mucize burada da mevcuttur. O halde, nübüvveti konusunda, O'nunla çekişmeniz nasıl mümkün olur?" İşte, âyetin münasebet vechi ve yönü budur... Bu, son derece güzel ve uygun bir münasebettir. O halde biz burada şu iki konuyu gözden geçirelim: Birinci konu: Bu, "İlahiyat"la ilgili konulardır. Biz şöyle diyoruz: "Allahü Teâlâ, Hayy ve Kayyûm'dur. Hayy ve Kayyûm olanın ise, bir çocuğunun bulunması imkânsızdır.. Biz Allahü Teâlâ'nın Hayy ve Kayyûm olduğunu söyledik.. Çünkü O, zâtı gereği "Vâcibu'l-vücud"dur. O'nun dışında kalan bütün varlıklar ise, zâtı gereği "mümkin", "muhdes" dir; onların meydana getirilmesi (tekvin), yaratılması ve icad edilmeleri, daha önce izah etmiş olduğumuz gibidir. Bunlar, Hak teâlâ'nın, "Allah (o Allah'dır ki), kendinden başka hiçbir Tanrı yoktur " (Bakara. 255) âyetinin tefsirinde geçmişti. Bütün bu varlıklar "muhdes" ve mahlûk (yaratılmış) olunca, onlardan herhangi birisinin Allah'ın çocuğu ve de ilâh olması imkânsız olur. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Göklerde ve yerde olan herşey, istisnasız, O Rahman (pek merhametli) olan Allah'a bir kul olarak gelecektir" (Meryem, 94) buyurmuştur. Yine, ilâh olanın Hayy ve Kayyûm olmasının gerektiği sabit olup, Hazret-i İsa'nın ise, çocuk olduğu, yeyip içip abdest bozduğu için, Hayy ve Kayyûm olamıyacağı da sübut bulunca; öte yandan hristiyanlar ise, Hazret-i İsa'nın öldürüldüğünü ve ölümü kendisinden savuşturmadığını iddia edip kabul edince, işte böylece Hazret-i İsa'nın Hayy ve Kayyûm olmadığı kesinlik kazanmış olur. Bu da, onun ilâh olamıyacığına kat'î olarak hüküm vermeyi gerektirir. Cenâb-ı Hakk'ın: "Hayy ve Kayyûm "(Bakara, 255) tavsifi, hristiyanların "teslîs" (üçleme) hususundaki görüşlerinin bâtıl olduğuna delâlet eden bütün delilleri ihtiva etmektedir." İkinci konu: Nübüvvet'le ilgilidir; ki işte bu hususu Cenâb-ı Hak burada, son derece güzel ve mükemmel bir biçimde anlatmıştır. Bu böyledir. Çünkü Hak teâlâ: "O, sana Kitâb'ı hak olarak indirdi" (Al-i imran, 3) buyurmuştur ki bu, bir dava (iddia) durumundadır. Sonra Cenâb-ı Hak, bu davanın doğruluğuna delâlet edecek delilleri getirerek şöyle demiştir: "Ey yahudi ve hristiyanlar! Allahü Teâlâ'nın, insanlara hidayet olmak üzere Tevrat ve İncil'i inzal ettiği hususunda bize muvafakat ediyor ve Tevrat ve İncil'in ilahî kaynaklı iki kitap olduğunu kabul ve ikrar ediyorsunuz.. Çünkü Allahü Teâlâ, bunları indirirken, sözü hak olan ile sözü bâtıi olanı birbirinden ayırmaya delâlet edecek olan mucizeyi de birlikte göndermiştir. Mucize ile, doğru olan dâva ile yalan olan davayı birbirinden ayırmak mümkün olunca, hiç şüphe yok ki bu apaçık bir fark olmuş olur. Sonra mucize olan bu hak ile bâtılın arasını ayırma işi, Tevrat ve İncil'in Allah katından indirildiği hususunda söz konusu olduğu gibi, Kur'ân'ın da Allah katından indirildiği hususunda da söz konusudur. Yol aynı olunca, bu durumda vâcib olan, Berâhime (Brahmanlar)'nin görüşünde olduğu gibi, ya hepsini yalanlamak veyahut da müslümanların inancında olduğu gibi, hepsini tasdik etmek olur. Ama, bunların bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemek ise, bir cehalet ve bir taklittir. Sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiği şeyde, Kur'ân'da, ilahı tanıma hususundaki umdeler ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini isbat hususundaki umdeleri zikredince, bundan sonra geriye, O'nun dini konusunda tartışmaya girenler için herhangi bir mazeret kalmamıştır. İşte böylece, muhakkak ki Cenâb-ı Hak, bunun peşinden tehdit ve vaîdini getirerek, "Allah'ın âyetlerini inkâr edenler yok mu? Onlar için pek yaman bir azâb vardır. Allah, cezada amansız bir gâlib-i mutlakdir" (Al-i imran, 4) buyurmuştur. Böylece zapta, (kavramaya), güzel tertip ve mükemmel telife bu sözden daha yakın bir kelâm bulunmasının mümkün olmadığı ortaya çıkmış oldu. Bu miskîni, bu hususlara hidayet eden Allah'a hamdolsun. Sınırsız nimetlerine mukabil, şükür ancak O'nadır. Allah'ın bu sözünden esas maksadın ne olduğunu özetledikten sonra, lafızlarından her birinin tefsirine geçebiliriz. Hak teâlâ'nın:"Allah o Allah'dır ki, O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur" buyruğu, hristiyanlara bir reddiyedir. Çünkü onlar, Hazret-i İsa'ya ibâdet edileceğini söylüyorlar. Böylece Allahü Teâlâ, kendisinden başka hiç kimsenin ibâdete müstehak olmadığını beyan buyurmuş, sonra da bunu gösterecek hususları da onun peşinden getirerek, "Hayy ve Kayyûm'dur" buyurmuştur. "Hayy" çok faal olan ve en üstün derecede idrâk sahibi olan (fe'âl derrâk)'dır. "Kayyûm" ise, O'nun kendi zatıyla kaîm olması; mahlukâtın, yaşantılarında muhtaç olacakları gece ile gündüzü, sıcak ile soğuğu, rüzgâr ile yağmuru ve kendisinden başka hiç kimsenin kadir olamayacağı ve sayamayacağı nimetleri veren ve, bütün mahlûkatın işlerini tedbir eden varlık demektir. Nitekim Hak teâlâ: "Allah'ın nimetlerini saymaya çalışsanız, sayamazsınız" (Nahl, 18) buyurmuştur. Hazret-i Ömer, burayı (......) şeklinde okumuştur. Katâde ise el- Hayy kelimesini, "ölümsüz, diri olan"; el kayyûm kelimesini ise, "mahlûkatının işlerini, ecellerini ve rızıklarını tedbir eden, yöneten" diye tefsir etmiştir. Saîd İbn Cübeyr'den, Hayy kelimesini, "Her canlıdan önce diri olan", " Kayyûm "u ise, "Eşi ve benzeri olmayan" diye tefsir ettiği rivayet edilmiştir. Biz, Bakara sûresinde "el-hayyu'l-kayyûm" sözümüzün, Allah hakkında muteber olan bütün sıfatları ihata ettiğini söylemiştik. "Mabûd" olanın, Hayy ve Kayyûm da olması gerektiği; aklın bedaheti ile hislerin de Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın hayy ve kayyûm olmadığına delâlet ettiği - Onlar Hazret-i İsa'nın öldürüldüğünü ve ölümden dolayı korku duyup çığlıklar attığını söylediği halde, Hazret-i İsa nasıl hayy ve kayyûm olabilir ki- sabit olunca, biz kesin olarak Hazret-i İsa'nın bir ilâh ve Cenâb-ı Hakk'ın da oğlu olmadığını anlamış olduk. Allah, zalimlerin söylemiş olduğu bu gibi şeylerden çok çok yücedir. |
﴾ 2 ﴿