3

"O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri de tasdik edici olarak indirdi. Bundan evvel de Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti" .

Cenâb-ı Hakk'ın: "O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri de tasdik edici olarak indirdi" buyruğuna gelince, burada geçen "Kitap" dan maksat Kur'ân'dır. Biz. bu kelimenin iştikakını, Bakara sûresinin başında anlatmıştık. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın indirilmesini "tenzil"; Tevrat ve İncil'in indirilmesini ise, "inzal" ile ifâde buyurmuştur. Çünkü, "tenzil" çokluk ifâde eder. Allahü Teâlâ da Kur'ân-ı Kerim'i müteaddit detalarda parça parça indirmiştir. Böylece, bunda çokluk mânası bulunmuş olur. Tevrat ve İncil'i ise, tek bir defada indirmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu kitaplar hakkında "inzal" kelimesini özellikle kullanmıştır. Bir kimse, "sizin söylediğiniz bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın: "Kitabı kuluna indiren Allah'a hamd olsun" (Kehf, 1) ve Biz onu hak olarak indirdik, o da hak olarak indî" (Isra, 105) âyetleriyle bir müşkillik arzetmektedir". (Zira buralarda Kur'ân'ın indirilmesini bildirmek için de inzal tabiri kullanılmıştır) diyebilir.

Bil ki Allahü Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'i şu iki vasıfla tavsif etmiştir.

Birinci vasıf: O'nun (= hak ile) sözüdür. Ebu Müslim bu tabirin şu mânâlara gelebileceğini söylemiştir:

a) Geçmiş ümmetlere dair ihtiva ettiği haberler konusunda sadık ve doğrudur.

b) O'nda bulunan va'ad ve vaîdler, mükellefi İnançlar ve ameller hususunda hak olan yola yapışmaya sevkedip, onu bâtıl yollara sülük etmekten de men eder.

c) O, hak ile bâtılı birbirinden ayıran bir "kavl-i fasl" olduğu, bir şaka (hezl) olmadığı mânasında olmak üzere, bir haktır.

d) Esamm şöyle demektedir: Bunun mânâsı, "Allahü Teâlâ Kur'ân'ı, mahlûkata vâcib olan kulluk, nimetlere şükür, huşu ve inkıyadı izhar etme anlamında bir hak ile; bazı kimselerin bazıları üzerinde bir hakkı olan adalet ve muamelât hususlarındaki insaf ve itidal anlamındaki bir hak ile indirmiştir.." demektir, (Yani Kur'ân, Allahü Teâlâ'nın mahlukatı üzerindeki hakları ile insanların birbirleri ile olan münasebetlerindeki hakları bildirmektedir, demek istiyor.)

e) "Allahü Teâlâ o Kur'ân'ı, birbiriyle çelişen bozuk mânâlarla değil, hak ile indirmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onu kulu (Muhammed'e) indirdi ve kendisinde hiçbir eğrilik yapmadı" (Kehf, 1) ve "Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı" (Nisa. 82) buyurmuştur.

Kur'ân'ın Önceki Semavî Kitapları Tasdik Etmesinin Mânâsı

İkinci vasıf: O'nun "Kendinden öncekileri de tasdik edici olarak" indirilmesidir. Bunun mânâsı, "Kur'ân-ı Kerim, peygamberlerin (aleyhisselâm) kitaplarıyla, Allah (c.c)'dan haber verdikleri şeyi tasdik eder" demektir.

Sonra bu âyetle ilgili olarak şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Allahü Teâlâ bununla Kur'ân'ın sıhhatine işaret etmek istemiştir. Çünkü, Kur'ân eğer Allah'dan başkası tarafından olmuş olsaydı, diğer kitaplara muvafık olmazdı. Zira Hazret-i Peygamber, hiçbir âlimle bir araya gelip görüşmemiş, hiç kimseye talebelik yapmamış ve hiç kimseden birşey okumamış bir "ümmî" idi. (Kur'ân'ın uydurulmuş olduğunu söyleyenlere göre) onu uyduranın vasfı böyle olunca, onun yalan ve tahriften uzak ve salim olması imkânsız olur. Peygamber ise böyle olmayınca, O'nun bu kıssaları ancak Allah'ın vahyi ile öğrenip haberdar olduğu ortaya çıkar.

b) Ebû Müslim şöyle demektedir: "Bundan murad şudur: Allahü Teâlâ bütün peygamberleri, zâtını bir tanımaya, O'na imân etmeye, O'nu kendisine yakışmayan şeylerden tenzih etmeye; adalet, ihsan ve her zaman yegâne çıkar ve faydalı yol olan dinî hükümlerle emretmeye davet etmek için göndermiştir. Binâenaleyh Kur'ân-ı Kerim, bütün bu hususlarda o kitapları (tahrif edilmemiş şekliyle) tasdik etmektedir.

Geriye ise, âyetle ilgili olarak şu iki soru kalmaktadır:

Birinci soru: Allahü Teâlâ, Kur'ân'dan önce indirilmiş olanları, niçin "onun önünden diye adlandırmıştır?

Cevap: O haberler son derece aşikâr olduğu için, onları bu isimle vasfetmiştir.

İkinci soru: Kur'ân, kendisinden önceki hükümlerin birçoğunu neshettiği halde, kendinden önceki kitapları nasıl tasdik etmiş olur?

Cevap: Kitapları Kur'ân ve O'nun peygamberi olan Hazret-i Muhammed'i müjdeleyici, hükümlerinin Hazret-i Muhammed gönderilinceye kadar geçerli olduğuna ve Kur'ân inince hükümlerinin mensuh olacağına defâlet edince, bu kitaplar Kur'ân'a muvafık olmuş olurlar. Böylece de Kur'ân, onları tasdik etmiş olur. Bazı ahkâmın dışında, Kur'ân'ın, o kitapları tasdik edici olduğu konusunda herhangi bir şüphe yoktur. Çünkü, ulûhiyyet ile İlgili konuların delilleri, burada değişmez. O halde Kur'ân, Tevrat ve İncil'de varid olan haberler hususunda onları tasdik etmiş olur.

Sonra Allahü Teâlâ: "Bundan evvel de Tevrat'ı ve İncin indirmişti" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır:

Tevrat Ve İncil İsimleri Hakkında Bilgi

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: a'cemî (Arapça olmayan) iki isimdir. Bu kelimelerin Tevrat ve İncil iştikâklarıyla meşgul olmanın bir faydası yoktur."

Masan el-Basrî, hemzenin fethasıyla (......) şeklinde okumuştur ki bu da bu kelimenin Arapça olmadığına delâlet eder. Çünkü, hemzenin fethasıyla (......) kalıbı, Arapça'nın vezinleri arasında yer almaz. Bil ki bu görüş, kendisinden kaçışın mümkün olmadığı hak bir görüştür. Bununla beraber, edebiyatçıların bu konudaki sözlerini nakledelim...

(......) kelimesi hakkında, şu üç bahis vardır:

Birinci bahis: Kelimenin iştikakı hakkındadır. Ferrâ şöyle demektedir: "Tevrat" kelimesinin mânâsı, aydınlık ve nûr demektir. Bu kelime Arapların, çakmak taşını çeliğe vurup da ateş çıktığında söyledikleri, (......) ifâdesinden alınmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak: Kasem olsun (tırnaklarıyla) ateş çıkaran (atlara).." (Adiyat, 2) buyurmuştur.

Yine Araplar, (......) derler. Bunun manası, "Senin sayende hayır bana göründü" demektir. Buna göre Tevrat kendisi vesilesiyle hak zuhur edip ortaya çıktığı için, bu ismi almıştır. Bu mânaya Hak teâlâ'nın, "Andolsun ki biz Musa ile Harun'a bir ziya, takva sahipleri için de bir şeref olan Furkân'ı verdik" (Enbiya, 43) âyeti de delâlet etmektedir.

İkinci bahis: Edebiyatçılar bu kelimenin vezni hakkında şu üç görüşü öne sürmüşlerdir:

Birinci görüş: Ferrâ, bu kelimenin aslının, tâ harfinin fethası, vâv harfinin sükûnu ve râ ile yâ harflerinin fethasıyla (......) şeklinde olduğunu; ancak ne var ki yâ harfi hareketi olup, kendisinden önceki harfin harekesi de fethalı olduğu için, bu yâ harfinin elife çevrilmiş olduğunu söylemiştir.

İkinci görüş: Yine Ferrâ, "Bu kelimenin, vezninde olmasının da caiz olduğunu; buna göre kelimenin aslının (......) şeklinde olabileceğini, ancak ne var ki, Tay kabîlesinin lehçesine göre, râ harfinin kesresinin fethaya çevrildiğini; çünkü onların (......) kelimesini (......), (......) kelimesini de (......) şeklinde telâffuz ettiklerini" de söylemiştir.

Nitekim şair: "Dünya hiçbir canlı için bakî ve ebedi kalıcı değildir. Hiçbir canlı da dünyada baki değildir" demiştir.

Üçüncü görüş; Bu, el-Halil ile Basralıların görüşüdür. Buna göre kelimenin aslı, (......) kalıbında olmak üzere (......)dür. Daha sonra birinci vâv harfi tâ harfine çevrilmiştir. Arapça'da bu tür "kalb"ler (çevirme) pek çoktur. Meselâ, (kültür, miras); (çok yemenin sebep olduğu rahatsızlık) ve (tevekkül) kelimeleri gibi.. Daha sonra, yâ harfi harekeli olup, kendinden önceki harfin harekesi de fetha olduğu için, elife çevrilerek kelime halini almıştır. Bu kelime, aslında olduğu gibi yâ harfiyle yazılır. Bu görüşte olanlar, Ferrâ'nın görüşünü tenkid etmişlerdir.

Birinci görüşü hakkında, böyle bir kalıbın nadir olduğunu söylemişlerdir. Onlar sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: "Bizim ileri sürdüğümüz kalıbı ise çok kullanılmaktadır. Meselâ: (manastır); (kuşun kursağı, midesi) ve (eski şey) kelimeleri gibi.. Halbuki, kelimeyi daha çok kullanılan kalıba hamletmek daha münasiptir."

Ferrâ'nın ikinci görüşü hakkında da, "Bu, lafzı ancak Tay kabilesinin diline nisbet etmekle tam olur. Halbuki, Kur'ân, kesinlikte bu lehçeyle nazil olmamıştır" demişlerdir.

Üçüncü bahis: Tevrat kelimesi iki şekilde okunur: İmâle ve "tefhim" "kafin) ile.. Tefhim ile okuyanlar, râ harfinde tekrir sıfatı bulunduğu için, imâleyenâni olmasından dolayı okumuşlardır. Allah en iyisini bilendir.

(İncîl) lafzına gelince, bu hususta da şu görüşler ileri sürülmüştür:

a) Zeccac şöyle demektedir: "Bu kelime, (Çocuk, aslolan, nesil) kökünden olup, kalıbındadır. Nitekim (......) denilir. Yani, "Allah, ebeveynine lanet etsin" demektir. İşte bundan dolayı bu kitap (İncil) bu isimle adlandırılmıştır. Çünkü, İncîl, (hristiyanlık) dini hususunda kendisine başvurulan bir asıl ve temeldir."

b) Bazıları da, İncil'in, Arapların bir şeyi çıkarıp ortaya koyduklarında söylemiş oldukları tabirinden alınmıştır. Meselâ, kuyudan çıkartılan suya; su gözeden sızıp çıktığında da denilir. Kendisi ile hak ortaya çıktığı için, İncil'e de bu ad verilmiştir.

c) Ebû Amr eş-Şeybani şöyle demektedir (......) kelimesi, karşılıklı çekişmek anlamına gelir. İşte bu sebeple bu kitap, hristiyan topluluğu kendisi hakkında çekişip tartışmaya girdiği için, "İncîl" diye adlandırılmıştır."

d) Bu kelime, "gözü büyük" anlamına gelen (......) kelimesinden alınmıştır. (geniş yara, mızrak yarası) denilmesi de, bundan dolayıdır. İncîl de, Allahü Teâlâ'nın onlar için gönderdiği bir nûr, bir ziya ve bir genişlik olduğu için, bu ismi almıştır.

Etimolojinin Bazan Tutarsız Olduğu

Ben derim ki, o edîblerin (dilcilerin) durumu çok şaşırtıcıdır. Onlar, her lafzın mutlaka bir başka şeyden alınmış olmasını âdeta şart koşuyorlar! Eğer durum böyle olsaydı, ya teselsül, ya da devr-i fasit gerekirdi. Bu iki şey de bâtıl olunca, önce, diğer kelimelerin kendisinden iştikak edebilmesi için, daha önce vaz olunmuş başka lafızların bulunması gerektiğini itiraf etmek vâcib olur. Durum böyle olunca, onların bir başka şeyden müştak olduğunu söyledikleri bu lafzın, asıl; o başka lafzın ise, fere olması niçin caiz olmasın? Onlara, bunun fere, şunun da asıl olduğunu kim söylemiş ki?. Çoğu kez onların fere ve müştak olarak kabul ettikleri şey son derece meşhur; onların asıl kabul ettikleri berikisi ise, son derece saklı olabilir, tanınmaz..

Yine şayet Tevrat, çok açık olduğu için "Tevrat"; İncil de asıl olduğu için "İncil" olarak isimlendirilmiş olsaydı, açık ve zahir olan her şeyin Tevrat diye isimlendirilmesi gerekirdi. Böylece de bütün görünen hadiselerin Tevrat diye isimlendirilmesi gerekirdi.

Yine bir başka şeyin asit olan her şeyin de, İncil diye adlandırılması gerekirdi. Meselâ, çamur, küpün aslıdır; o halde çamurun İncil diye; altın, yüzüğün aslı; iplik de elbisenin aslıdır... Binâenaleyh, bütün bunların da incil diye adlandırılmaları gerekirdi.. Halbuki bunların, böyle isimlendirmediği herkesçe malumdur.

Sonra onlar, her kelimeye mutlaka bir asıl bulmak gerektiğini kendilerine zarurî görünce, onlar yine ilk konulmuş olan kelimeye sarılıyor ve şöyle diyorlar:

"Araplar şu iki lafzı, şu iki manaya, "vaz" yoluyla, tahsis etmişlerdir." İşin sonunda maksat ve gaye, yine "vaz"'a başvurmak suretiyle tamamlanınca, o halde daha niçin işin başında buna tutunmuyor ve kendimizi, bu kelimelerin aslını araştırmaya dalmaktan kurtararak rahatlatmıyoruz?..

Şunu da söyleyeyim ki, Tevrat ve İncil kelimeleri, Arabça olmayan iki isimdir. Bunlardan birisi İbranice, diğeri ise Süryanice'dir. O halde, daha nasıl aklı olan kimsenin, bunları Arapça kalıblara uydurmakla meşgul olması yakışır?.. Binâenaleyh, aklı olan kimseye yakışan en uygun yolun, bu gibi konulara iltifat etmemesi olduğu ortaya çıkmıştır. Allah en iyisini bilendir.

3 ﴿