6"... Bundan önce (Tevrat ve İncil'i indirdi) (ki onlar) insanlar için bir hidâyetti. Hak ile bâtılı ayırdeden hükümleri indirdi. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler yok mu? Onlar için pek çetin bir azâb vardır. Allah cezada amansız bir gâlib-i mutlaktır. Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbirşey Allah'a gizli kalmaz. Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur. O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur. O, mutlak gâlibtir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" . Hak teâlâ'nın "-.Bundan önce (Tevrat ve İncil'i) indirdi" buyruğuna gelince, bil ki Allahü Teâlâ, Kur'ân'ı indirmeden önce Tevrat ve İncil'i indirdiğini beyan etmiş, daha sonra da Tevrat ve İncil'i, insanlar için bir hidâyet rehberi olsunlar diye indirdiğini açıklamıştır. Ka'bî şöyle der: "Bu âyet, Kur'ân'ın kâfirler için bir körlük olup onlar için bir hidâyet sebebi olmadığını iddia edenlerin görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder. Cenâb-ı Hakk'ın: "O, onlara karşı bir körlüktür' (Fussilet. 44) âyetinin mânâsına, müşriklerin Kur'ân indiğinde, mecazî mânada olmak üzere, körlüğü seçmeleri de delâlet etmektedir. Bu, kavmi kendisini dinlemediği zaman Nuh (aleyhisselâm)'un söylemiş olduğu "Benim davetim, onların ancak kaçmalarını artırdı" (Nuh, 6) demesi gibidir. Bil ki, Hak teâlâ'nın, "İnsanlar için bit hidâyettir" beyanı ile ilgili şu iki ihtimal bulunmaktadır: 1- Bunun, sadece Tevrat ve İncil ile ilgili olmasıdır. Bu takdire göre Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı "Hak" diye; Tevrat ve İncil'i ise, "Hidâyet rehberi" diye vasfetmiş olur ki, bu iki vasıf birbirine yakın şeylerdir. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinin başında, Kur'ân'ı müttakiler için bir hidâyet rehberi olarak vasfetmişti.. Öyleyse daha niye burada onu böyle vasfetmemiştir?" denilirse, biz deriz ki burada bir incelik söz konusudur: Çünkü biz Bakara sûresinde, Cenâb-ı Hakk'ın, bu hidâyetten ancak müttakiler istifâde ettiği için "Müttakiler için bir hidâyet rehberi..." (Bakara. 2) buyurduğunu söylemiştik. Böylece Kur'ân bu yönden, başkaları için sadece müttakiler için hidâyet kaynağı olur. Ama burada, hristiyanlarla yapılan bir münazara söz konusu olup, onlar da Kur'ân sayesinde hidâyete ermeyince, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak burada Kur'ân hakkında, "O bir hidâyettir" demeyip, aksine "Onlar ister kabul etsinler isterse etmesinler, bu Kur'ân bizatihî bir haktır" demiştir. Tevrat ve İncil'e gelince, onlar bu ikisinin sıhhatine inanıyor ve biz müslümanların, dinimizde, Tevrat ve İncil hakkında iftirada bulunduğumuzu iddia ediyorlardı. İşte, bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Tevrat ve İncil'i "hidâyet" diye vasfetmiştir. İşte, aklıma gelen budur. Allah, en iyisini bilendir. 2- Bu, müfessirlerin ekseriyetinin görüşüdür. Bu görüşe göre Cenâb-ı Hak, üç kitabı da "hidâyet rehberi" olarak vasfetmiştir. Böylece bu vasıf. Tevrat ve İncil'e mahsûs olmayıp, bütünüyle ilgili olmuş olur. Cenâb-ı Hak sonra, "Hak ile bâtılı ayırdeden hükümleri indirdi" buyurmuştur. Müfessirlerin ekserisi bu hususta şu üç görüşü Delinmişlerdir a) "Furkân"dan maksat, Zebur'dur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Davud'a da Zebur'u verdik" (Nisa, 163) buyurmuştur. b) Bundan maksat, Kur'ân-ı Kerim'dir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın şanını yüceltmek, hak ile bâtılın arasını ayırması sebebiyle de onu medhetmek için, tekrar zikretmiştir. Veya şöyle de denilebilir: Cenâb-ı Hak, yahudî ve hristiyanların aralarında, hak ve bâtıl hususunda meydana gelen ihtilâfların arasını ayırsın diye Kur'ân'ı, Tevrat ve İncil'den sonra indirdiğini beyan etmek için, yeniden zikretmiştir. Bu mânaya göre bir tekrar bulunmamaktadır. c) Bu, müfessirlerin ekseriyetinin görüşüdür. Buna göre bundan maksat şudur: "Allahü Teâlâ bu üç kitabı bir hidâyet rehberi, bir delil ve kılavuz kıfaığı gibi, aynı şekilde bunları helâl ile haram ve diğer şer'î hükümlerin arasını ayırdeden, furkân kılmıştır. Böylece "furkân" kelimesi, Allahü Teâlâ'nın bu kitaplarla, aklen ve naklen gerekli olan bütün şeyleri beyan ettiğine delâlet eden bir söz olmuş olur. Bu âyet hususunda müfessirlerin söylemiş olduğu sözün özeti, işte budur. Bana göre burada bir problem vardır: Bu kelimeyi "Zebur" mânasına hamletmek uzak bir ihtimaldir. Çünkü Zebur'da, şer'î kanun ve hükümlere dair bir şey bulunmamaktadır. Hatta, onda va'z ü nasihattan başka bir şey de bulunmamaktadır. Binâenaleyh, çeşitli delilleri ve hükümlerin beyânını kapsayan Tevrat ve incil'i "Furkân" diye nitelemek, Zebur'u bu şekilde tavsif etmekten daha evlâdır. Bundan muradın Kur'ân olması hususuna gelince, Hak teâlâ'nın: buyruğu makabline atfedilmiş olması itibariyle, uzak bir ihtimaldir.. Çünkü matuf, matufun aleyh'den başkadır. Kur'ân ise, (......) ifâdesinden önce zikredilmiştir. Binâenaleyh bu, "Furkân"ın Kur'ân'dan da başka bir şey olmasını gerektirir. İşte bu izahla, üçüncü görüşün de zayıflığı ortaya çıkar. Çünkü bu kitapların, hak ile bâtılın arasını ayıran olmaları hususu, öteki kitapların da vasfıdır. Her ne kadar pek nadir şiirlerde bulunsa bile, sıfatın mevsûfa atfedilmesi, Allah'ın kelâmına yakışan fesahat türünden uzak olup, zayıf bir şeydir. Bana göre bu âyetin tefsirinde dördüncü bir izah şekii daha vardır ki, o da şudur: Burada zikredilen Furkân sözünden maksat, Allahü Teâlâ'nın bu kitapları inzal buyururken, bunlarla beraber indirmiş olduğu mucizeleridir... Bu böyledir, çünkü o peygamberler bu kitabı getirip de, onların Allah tarafından ümmetlerine indirilmiş birer kitap olduklarını iddia ettiklerinde, onlar bu iddianın isbâtı hususunda bir delile ihtiyaç duyarlar... Böylece de, onların iddiasıyla yalancıların iddiası arasında açık bir fark meydana gelmiş olur. Allahü Teâlâ onların iddialarına uygun bir şekilde olmak üzere o mucizeleri izhâr edince, gerçek dâva, iddia ile yalancı ve sahte dâva, iddia arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Buna göre mucize, Furkân olmuş olur. Allahü Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'i hak ile, Tevrat ve İncil'i de Kur'ân'dan önce indirdiğinden bahsedince, O, kitap ile beraber "gerçek Furkân") da indirdiğini beyân buyurmuştur ki, bu da o Kitap'ın doğruluk ve sıhhatine delâlet eden, onunla diğer muhtelif kitaplar arasındaki farkı gösteren ezici ve kahir bir mucizedir. Bana göre, âyetin tefsiri işte böyledir. Farzet ki, müfessirlerden hiç kimse bunu söylememiş olsun.. Ancak ne var ki, ilâhî kelâmı buna hamletmek, mânânın kuvvetini, lafzın büyüklüğünü, nazmın ve tertibin dosdoğru olduğunu ifâde eder. Onların zikretmiş olduğu bu vecihler ise, bütün bunlara ters düşer. O hâlde bizim söylediğimiz şey, evlâ olanıdır. Allah ne murad ettiğini en iyi bilendir. Bil ki, Cenâb-ı Hak, şu azıcık lafızlara, ilahî bilgileri alâkadar eden şeyler ile, nübüvvet konusunun izahını ilgilendiren bütün hususları yerleştirince, bunun peşinden, bu apaçık delillerden yüz çeviren kimseleri bu yaptıklarından men etmek için, bir tehdit ve vaîdi getirerek 'Allah'ın âyetlerini inkâr edenler yok mu? Onlar için pek çetin bir azâb vardır. Allah cezada amansız bir gâlib-i mutlaktır" buyurmuştur. Bil ki bazı müfessirler bu âyeti, sadece hristiyanlarla ilgili kabul edip, umûm olan lafzı, sebeb-i nüzûlüyle sınırlamışlardır. Muhakkik müfessirler ise, "sebeb-i nüzulün hususî olmasının lafzın umumîliğine mâni olmayacağını söylemişlerdir. O halde bu ifâde, ilâhî delillerden yüz çeviren herkese şamildir. Allahü Taâlâ sonra:"Allah cezada amansız bir gâlib-i mutlaktır" buyurmuştur. (......) kelimesi, mağlub edilemeyen, yenik düşürülemeyen gâlib kimse demektir (......) kelimesi ise, cezalandırmak anlamına gelir. Bir kimse bir kimseyi cezalandırdığında (......) denilir. Leys de, bir kimse bir kimsenin yaptığı şeye ceza ile bir mukabelede bulunduğu zaman "Onu cezalandırıp intikamımı almadıkça, ondan razı olmam" denildiğini söylemiştir. (......) kelimesi, cezalandırma hususunda tam ve mükemmel bir kuvvetin bulunduğuna; püaiji ifâdesi ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu cezayı ifâ edeceğine işaret etmektedirler. Buna göre, birinci sıfat "zatî", ikinci ise "fiilî" sıfatlarından olmuş olur. Allah en iyisini bilendir. "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren ö'dur. O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur. O, mutlak gâlibtir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir." Bil ki bu kelâmın şu iki hususa ihtimali vardır: Allah'ın Kayyûmiyetine Varlığın Delil Olması: Birinci İhtimal: Allahü Teâlâ, kendisinin "Kayyûm" olduğundan bahsedip, "Kayyûm" ise, mahtûkatın maslahatlarını ve işlerini ıslâh eden olunca, bu da ancak, birincisi, O'nun bütün kemmiyet ve keyfiyetlere göre onların ihtiyaçlarını bilmesi; ikincisi de, onların ihtiyaçlarım bildiğinde bunları gidermeye muktedir olması olan şu iki husus ile tamam olunca; yine aynı şekilde bunlardan birincisi, O'nun bütün malûmatları bilmesi; ikincisi de, O'nun bütün mümkinâtlara kadir olmasıyla tahakkuk edince, buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey, Allah'a gizli kalmaz" beyânı malûmatın tamamıyla ilgili olan ilminin kemâline işaret olur ki, böyle olunca da Cenâb-ı Hak, muhakkak ki ihtiyâçların mikdarlarını, zaruretlerin derecelerini bilen, hiçbir taleb ve isteğin kendisini meşgul edemiyeceği ve İsteyenlerin isteklerinin çokluğundan dolayı, hiçbir isteği birbirine karıştırmayan bir yüce Zât olur. Sonra O'nun, "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur" sözü de, O'nun bütün mümkinâta muktedir olduğuna işaret olur ki, bu durumda da Cenâb-ı Hak mahlûkatın hepsinin yararına olan şeyleri yaratıp halketmeye kadir olmuş olur. Bu iki husus olunca da, Cenâb-ı Hakk'ın adaletle hükmedeceği, bütün mümkinât ve kâinatın kayyûmu olduğu ortaya çıkmış olur. Sonra burada bir başka incelik daha vardır ki, o da, bahsettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey, Allah'a gizli kalmaz" buyruğu ile ilmine işaret etmesidir. Cenâb-ı Hakk'ın âlim olduğunu isbat etmenin yolunun naklî bir delil olması caiz değildir. Çünkü naklî delilin sıhhatinin de bilinmesi, "Hak teâlâ'nın bütün malûmatı bildiğini" bilmeye dayanır. Aksine bunun yolu, sadece aklî delildir. Bunu da, şöyle diyerek isbat edebiliriz: Allahü Teâlâ'nın bütün fiilleri son derece muhkem ve sağlamdır. Muhkem ve yerli yerinde olan iş, onun failinin âlim birisi olduğuna delâlet eder. Allahü Teâlâ'nın âlim olmasının delili, bizim söylediğimiz bu husus olunca ve O da, kendisinin bütün malûmatı bildiğini, "Şüphe yok ki, ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" beyanıyla belirtince bunun peşinden buna delâlet eden aklî delili getirmiştir ki, o da şudur: Kendisinin, rahmin karanlıkları içerisinde şu hayranlık verici bünyeyi ve bu ilginç terkibi şekillendiren; onu, gerek şekil, gerek tabiat ve gerekse nitelikleri bakımından çeşitli olan uzuvlardan meydana getirmiş olan Zât olduğudur. Buna göre bu bünyenin bir kısmı kemik, bir kısmı kıkırdak, bir kısmı atar ve toplar damarlar ve bir kısmı da kaslardan teşekkül eder. Sonra Cenâb-ı Hak, bunları birbirine, en güzel bir biçimde ve en mükemmel bir biçimde ekleyerek, onları bir tenâsüb içinde telif etmiştir. Bu da, O'nun kudretinin tanrılığına delâlet etmektedir. Çünkü O, nutfenin bir damlasından, karakter, şekil ve renk bakımından muhtelif olan şu uzuvları yaratabilmiştir... Yine bu, Cenâb-ı Hakk'ın âlim olduğunu da gösterir. Çünkü, son derece muhkem ve güzel olan bir iş ancak, o işi çok iyi ve detayıyla bilen bir kimseden sudur eder. Buna göre Hak teâlâ'nın: "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur" beyânı, Cenâb-ı Hakk'ın bütün mümkinâta kadir olduğuna ve, "Şüphe yok ki ne yerder ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" âyetinin ifâde ettiği mânanın doğruluğuna delâlet etmiş olur. Allahü Teâlâ'nın bütün malûmatı bildiği ve bütün mümkinâta kadir elduğu sabit olunca, O'nun bütün ""muhdes've "mümkinât'ın "kayyûm"u olduğu da ortaya çıkmış olur. Böylece bütün bunların, daha önce Cenâb-ı Hakk'ın "Hayy" ve "Kayyûm" olduğuna dair zikredilen hususların bir izahı gibi olduğu ortaya çıkmış olur. Bütün bu incelikleri iyice düşünen kimse, bundan daha çok faydalı; tertibi bundan daha güzel olan ve kalblerde bundan daha fazla müessir olan bir kelâmın varlığının düşünülemeyeceğini anlamış olur. Hazret-i İsa'yı Tanrılaştıran Hristiyanların Bahaneleri İkinci ihtimal: Bu, âyetlerin sebeb-i nüzule göre değerlendirilip açıklanmasıdır.Bu böyledir, çünkü hristiyanlar Hazret-i İsa'nın ulûhiyyetini iddia etmişler ve bu hususta şu iki çeşit şüpheye dayanmışlardır: Bunlardan birisi, müşahedeye dayanan birtakım mukaddimelerden çıkarılan (istihraç) şüphedir. Diğeri ise, ilzâmî olan birtakım mukaddimelerden çıkarılmış olan şüphedir. Müşahedeye dayanan birinci şüpheye gelince, onların bu husustaki dayanakları şu iki şeyedir: a) İlmi alâkadar eden husus. b) Kudreti alâkadar eden husus... İlimle ilgili olana gelince bu, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın gayb'den haber vermesidir. Meselâ o şu adama: "Sen evinde şunu yedin!.. berikine de: "Sen de evinde şunu yaptın!" diyebiliyordu. Hristiyanların bu çeşit şüpheleri, ilmi alâkadar etmektedir. Onların kudretle ilgili olan şüphelerine gelince, bu, Hazret-i İsa'nın ölüleri diriltmiş olmast, anadan doğma körlerle, alacalı hastalan iyileştirmesi; çamurdan kuş gibi şekiller yapıp, ona üflemesi, akabinde de bunun, Allah'ın izniyle kuş olması., gibi hususlardan ileri geliyordu. Hristiyanların, işte bu çeşit şüpheleri kudreti alâkadar eden şüphedir. Hristiyanların bu meselede, bu iki çeşit şüpheden başka herhangi bir şüpheleri yoktur. Sonra Cenâb-ı Hak, onların Hazret-i İsa'nın ulûhiyyeti konusundaki görüşleri ile, teslîs konusundaki görüşlerinin bâtıl olduğuna, tavsifiyle istidlal edip "İlâhın Hayy ve Kayyûm olması gerekir. Hazret-i İsa ise, ne Hayy'dır, ne de Kayyûm'dur" demek isteyince, Hazret-i İsa'nın bir ilâh olmadığına kesinkes hükmetmek gerekmiştir. Böylece de Cenâb-ı Hak, bu ifâdenin peşinden, bu iki şüpheye cevap olacak şeyi iyice izah etmek için, işte bu âyeti getirmiştir. Hristiyanların Delillerinin Çürütülmesi Birinci şüpheye cevap: Bu şüphe ilmi alâkadar eden şüphe olup, bu da onların, "Hazret-i İsa gayblardan haber vermiştir. Binâenaleyh onun bir ilâh olması gerekir" demeleridir. Cenâb-ı Hak bu şüpheye, "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" diyerek cevap vermiştir. Bu cevabı şu şekilde açabiliriz: Hazret-i İsa'nın gayba dair bazı şeyleri bilmesinden onun ilâh olması gerekmez. Çünkü onun bunları ancak Allah'ın kendisine vahyetmesi ve ona bunları öğretmesiyle bilebileceği muhtemeldir. Ancak şu var ki, onun gayba dair diğer bazı şeyleri bilip ihata edememesi, onun ilâh olmadığına kat'î olarak delâlet etmektedir. Çünkü ilâh, yerde ve gökte hiçbir şeyin kendisine saklı kalamıyacağr Zâttır. Çünkü ilâh, yaratan Zâttır. Yaratıcının ise, mutlaka, yarattığı şeyleri detayıyla bilmesi lâzımdır. Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın ise, bütün malûmatı ve mugayyebâtı (gaibleri) bilmediği zaruri bir keyfiyettir. Hem nasıl olur ki! Hristiyanlar, Hazret-i İsa'nın, onun kendi ölümünden dolayı feryâd ü figân ettiğini söylüyorlar!... Eğer o, bütün gaybleri bilmiş olsaydı, kavminin kendisini yakalayıp öldürmek istediklerini, ve böylece de ona eziyyet edip acılar tattıracaklarını bilir ve böylece de onlar kendisini yakalamadan önce, onlardan kaçardı!.. Gayba dair bu şeyleri bilemeyince, onun bütün malûmatı ve mugayyebâtı bilmediği, haliyle ortaya çıkmış olur. Halbuki ilâh ise, hiçbir malûmatın kendisine saklı kalamıyacağı bir zâttır. Binâenaleyh, Hazret-i İsa'nın bir ilâh olmadığına kesinlikle hükmetmek gerekir. Böylece de gayba dair bazı şeyleri bilmek ile istidlal etmenin, ulûhiyyetin bulunduğuna delâlet edemeyeceği sabit olmuş olur. Ama, gayba dair bazı şeyleri bilememek, o kimsenin bir ilâh olmadığına kesinlikle delâlet etmektedir. İlmi alâkadar eden birinci şüpheye verilen cevap işte budur. İkinci şüpheye cevap, ki bu şüphe kudret ile ilgili olan şüphedir. Allahü Teâlâ bu şüpheye de, "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren Odur" beyanıyla cevab vermiştir. Buna göre mâna şöyledir: Bazı şekil ve suretlerde, onun sözüne uygun olarak öldürüp diriltmenin bulunması, Hazret-i İsa'nın ilâh olduğunu göstermez. Çünkü, Allahü Teâlâ'nın bu diriltme sayesinde, onun mucizesini izhâr etmek ve ona ikramda bulunma ihtimali mevcuttur. Ama, Hazret-i İsa'nın bazı suret ve şekillerde öldürme ve diriltmeyi meydana getirememesi, onun ilâh olmadığına delâlet eder. Bu böyledir, çünkü ilâh nutfenin en küçük parçasından, rahimlerde şu hayranlık uyandıran terkibi ve bu şaşırtıcı telif ve teşkili meydana getirmeye kadir olan zâttır. Hazret-i İsa'nın ise, bu tarzda öldürüp diriltmeye kadir olamadığı matûmdur. Hem nasıl olur ki?.. Eğer o buna kadir olsaydı, hristiyanların iddiasına göre, onu yakalayıp öldüren kimseleri, aksine o öldürürdü. Böylece, bazı şeylerde onun sözüne uygun olarak öldürüp diriltmenin bulunması onun bir itâh olduğuna delâlet etmeyeceği ortaya çıkmış olur. Ama, bazı şekil ve suretlerde, onun maksadına uygun bir şekilde öldürüp diriltmenin olamaması, onun bir ilâh olmadığına delâlet eder. Böylece şu anlattıklarımızla, bu ikinci şüphenin de hükümsüz ve mânâsız olduğu ortaya çıkmış olur. İlzâmî olan İkinci şüpheye gelince, bu, ilzâmî olan birtakım mukaddimelere dayandırılan şüphedir. Bu da, iki çeşittir: a) Hristiyanlar şöyle diyorlar: "Ey müslümanlar, Hazret-i İsa'nın beşer olan bir babasının olmadığı hususunda bize muvafakat ediyorsunuz. O halde, Hazret-i İsa'nın Allah'ın oğlu olması gerekir!" İşte Cenâb-ı Hak buna da, "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren O'dur" diyerek cevap vermiştir. Çünkü âyette söz konusu olan "şekillendirme" işi, Allah'tan sudur eden bir iş olunca, işte bu sebeple Allahü Teâlâ isterse onu, bir babanın nutfesi vasıtasıyla şekillendirir, isterse bir baba olmaksızın doğrudan doğruya şekillendirir. Hazret-i İsa'nın Allah'ın Kelimesi ve Ruhu Olmasının Mânâsı b) Hristiyanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Hazret-i İsa'nın, "Allah'ın kelimesi ve ruhu" olduğunu söylemiyor musun? İşte bu da onun, Allah'ın oğlu olduğuna delâlet eder.." dediler. Cenâb-ı Hak da, buna şu şekilde cevap vermiştir: "...Bu lafzı bir ilzamdır. Lafz ise, hakikî ve mecazî mânalara gelebilir.. Lafzın zahiri aklî delile ters düşecek bir biçimde varid olursa, müteşâbihat faslından olur. O halde bu lafzı tevil etmek gerekir. İşte, bu da Hak teâlâ'nın, "Sana kitabı indiren O'dur. O'ndan bir kısım âyetler muhkemdir ki, bunlar kitâbm anası (esast)dır. Diğer bir kısmı da, müteşâbihtirler..." (âl-i imrân, 7) buyruğu ile kastettiğidir. Bizim bu anlattığımız şeylerle, O'nun tavsifinin, Mesih'in ne ilâh, ne de Allah'ın oğlu olmadığına delâlet eden delile işaret olduğu ortaya çıkmış olur. Hak teâlâ'nın, "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizil kalmaz" beyânı, ilmi alâkadar eden şüphelerine cevap; "Analarınızın rahminde sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren O'dur" beyanıise, onların, Hazret-i İsa'nın öldürüp diriltmeye kadir olması ile onun beşer olan bir babasının olmaması, bundan dolayı da onun Allah'ın oğlu olması gerektiği şeklindeki istidlallerine bir cevap; Hak teâlâ'nın, "Sana kitabı indiren O'dur. O'ndan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar kitâbm anası (esası)dır. Diğer bir kısmı da, müteşâbihtirler..." (Âl-i imrân, 7) âyeti de, onların Kur'ân'da, "İsa Allah'ın ruhu ve kelimesidir" şeklinde bulunan tavsîfe (Nisa, 171) tutunmalarına bir cevaptır. Bizim söylediğimiz ve özetlediğimiz bu açıklamaları, kim iyice anlar ve kavrarsa, bu Kur'ânî ifâdelerin kısalıklarına rağmen, bu konuda kelâmcıların zikretmiş oldukları bütün şeylerden daha çok faydalı olduğunu ve daha iyi sonuç verdiğini ve, bu mesele hakkında söz konusu olabilecek bütün delilleri, şüpheleri, soruları ve bunların cevaplarını, işte bu âyetin içine aldığını anlar. Bizi, bütün bunlara ulaştıran Allah'a hamd olsun.. Allah bizi bunlara kavuşturmasaydı, biz kavuşamazdık... Bu âyetlerin tefsiri hususunda bizden önceki müfessirlerin görüşlerini zikretmiyoruz. Çünkü buna ihtiyaç yoktur. İsteyen kimseler, kitaplara müracaat edebilirler. Sonra Cenâb-ı Hak, hristiyanların şüphelerine cevap verince, hristiyanları "teslîs" akidesinden men etmek için, tevhîd akidesini tekrar zikrederek, "O'ndan başka hiçbir Tanrı yoktur. Or mutlak gâlibh'r. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur. Buna göre Aziz, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin tamlığına; Hakîm ise ilminin mükemmelliğine işarettir. Bu da, Hazret-i İsa'nın bazı gaybları bildiğinin, bazı suretlerde öldürmeyi ve diriltmeyi meydana getirmeye kadir olduğunun onun ilâh olmasına kâfi gelmeyeceğine dair, daha önce geçmiş olan açıklamaların yeniden bir anlatımı ve te'kîdidir. Çünkü ilâhın kudretinin mutlaka tam olması gerekir, ki bu da bu tavsiftek ilminin de mükemmel olması gerekir ki, bu dalafzının ifâde ettiği hususlardır. Geriye ise, âyetle ilgili bazı ince meselelerin izahı kalmıştır. Hak teâlâ'nın, "Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" buyruğundan murad, Allah'a hiçbir şeyin saklı ve gizli kalamayacağıdır. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hak, mutlak bıraksaydı daha belîğ olacağı halde, niçin "yerde ve gökte" buyurmak suretiyle kayıtlamıştır?" denilirse, biz deriz ki: Bundan maksat, kullara, ilminin mükemmelliğini anlatmaktır. Onların bu mânayı ve inceliği anlamaları, gökler ve yerler zikredildiği zaman daha güçlü olur. Bu böyledir, çünkü hissiyatımız, göklerin ve yerin azametini görünce, aklın Allah'ın ilminin azametini tanımasına yardımcı olur. Hissiyat, matlûb olanı elde etme konusunda akla yardımcı olduğu zaman, anlama ve kavrayış daha tam, idrâk daha mükemmel olur. İşte bu sebepten dolayı, ince nüktelerin izah edilmesi istendiğinde, bu mânaları anlatmak için birer örnek zikredilir. Çünkü misâl getirmek, anlamaya yardımcı olur. Cenâb-ı Hakk'ın:"Sizi şekillendiren O'dur" beyânına gelince, Vahidî şöyle der: "Tasvir" bir şeye bir suret ve şekil vermektir. Suret ise, o şeyin cüzleri arasında bir uyum sağlanmak istendiği zaman, o şeyin meydana gelen şeklidir. Bu kelimenin aslı, bir kimse bir şeyi eğdiği zaman söylenilenetmiş, onlara benzemiştir. Bu husustaki sözün tamamını, Hak teâlâ'nın:"Onları kendine meyletttir" (Bakara, 260) âyetinin tefsirinde zikretmiştik. Erhâm kelimesine gelince, bu rahim kelimesinin çoğuludur. Bunun kökü de, "rahmet" kelimesinden gelir. Bu böyledir, çünkü aynı anneden doğmak, kardeşlerin birbirine merhamet edip şefkatli davranmalarını gerektirir. İşte bu sebepten dolayı bu uzuv, "rahim" diye adlandırılmıştır. Allah en iyisini bilendir. |
﴾ 6 ﴿