7"Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da, müteşabihtirler. İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak ve onun teviline yeltenmek için onun müteşabih olanına tâbi olurlar. Halbuki onun tevilini Allah 'dan başkası bilemez. İlimde derinleşmiş olanlar ise, "Biz ona inandık. Hepsi Rabb'imiz katındandır" derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebillir. Bil ki, bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Biz, Hak teâlâ'nın, 'Şüphe yok ki ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" ifâdesinin, kendisinden önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu iki ihtimalin bulunduğunu söylemiştik: a) Bunun, Hak teâlâ'nın "Kayyûm" olmasının bir takriri ve te'kîdi gibi olması. b) Bunun, hristiyanların şüphelerine mukabil verilmiş bir cevap olması.. Birinci ihtimale göre biz deriz ki, Cenâb-ı Hak, kendisinin Kayyûm olduğunu ve mahlûkatın bütün maslahatlarını yerine getiren zât olduğunu oeyân etmek istemiştir. Mahlûkatın maslahatları ise iki kısımdır: 1- Cismanî, 2- Ruhanî... Cismanî olanların en şereflisi, bünyenin düzgün ve yerli yerinde olması, mizacın da en güzel suret ve en güzel şekillere göre düzenlenmiş (tesviye) olmasıdır. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Analarınızın rahminde sizi şekillendiren O'dur" buyruğu ile murad edilendir. Ruhanî maslahatların en şereflisi ise, ruhun, kendisiyle beraber bütün mevcudatın suretlerinin kendisinde tecellî eden parlak ve cifâlı bir ayna gibi olduğu ilimdir... Bu da, Hak teâlâ'nın, "Sana kitabı indiren Odur" beyânı ile murâd edilendir. İkinci ihtimale gelince, biz hristiyanların şüphelerinden birisinin de, Kur'ân'da Hazret-i İsa'nın sıfatıyla ilgili olarak geçen, "O, Allah'ın ruhu ve kelimesidir.." (nisa, 171)âyetine sarılmaları olduğunu daha önce söylemiştik. İşte bu sebeple bu âyet ile Kur'ân'ın muhkem ve müteşabih âyetleri ihtiva ettiğini; müteşâbihata sarılmanın caiz olmadığını beyân buyurmuştur. Bu âyetin kendinden önceki âyetlerle münasebeti işte budur. Bu ise, son derece güzet ve doğrudur. Bil ki Kur'ân-ı Kerim, kendisinin tamamiyle muhkem yine tamamiyle müteşabih; aynı şekilde bir kısmı- nın muhkem, bir kısmının da müteşabih olduğuna delâlet etmektedir. Kur'ân'ın tamamiyle muhkem olduğunu gösteren Cenâb-ı "Elif-Iâm:râ. Bunlar, hakîm (muhkem) olan bir kitabın âyetleridir" (Yunus, 1) verâ, (Bu), âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır" (Hûd, 1) âyetleridir. Buna göre Cenâb-ı Hak, bu iki âyette Kur'ân'ın tamamının muhkem olduğunu belirtmiştir. Bu mânadaki "muhkem"den murad, Kur'ân'ın hak, lâfızları fasih, mânaları da sahîh bir kelâm olduğudur, kur'ân-ı Kerîm, lafızlarının fesahati ve mânalarının kuvveti bakımından, söylenilen bütün söz ve kelâmlardan daha üstündür. Bu iki sıfat hususunda, Kur'ân'a denk olabilecek bir söz söylemeye hiç kimse güç yetiremez. Araplar, muhkem yapılan ve çözülmesi mümkün olmayan sağlam akidler hakkında, "Bu muhkemdir!.." demektedirler. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'ân'ın tamamını muhkem diye vasfetmesinin mânası budur. Kur'ân'ın tamamının müteşabih olduğunu gösteren ise, "Allah, sözün en güzelini müteşabih ve mesânî bir kitap halinde indirdi" (Zumer. 23) âyetidir. Bunun manası, "güzellik bakımından Kur'ân'ın bir kısmı bir kısmına benzer ve birbirini doğrular" demektir. Hak teâlâ: "Onlar hâlâ Kur'ân'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer O, Allah'dan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki onun içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı" (Nisa. 82) âyetiyle de işte buna işaret etmektedir. Yani, "Onun bir kısmı bir kısmını nakzeder, fesahat veya rekâkette söz birliği dağılırdı" demektir. Kur'ân'ın bir kısmının muhkem bir kısmının da müteşabih olduğunu gösteren âyet ise, bizim şu anda tefsirini yaptığımız âyettir. Bu sebeple önce lügat bakımından "muhkem" ve "müteşâbih"in ne olduğunu; sonra da şeriat ödündeki mânâlarını tefsir etmemiz gerekir. "Muhkem"e gelince: Araplar "Geri çevirdim, mâni oldum" mânasında derler. Zâlimi zulmünden men ettiği için hakime, "Hâkim" denilmiştir. Atın başkaldırmasını önledjği için, geme de denilmiştir. Neha demiştir. Yani, "Çocuğunu kötülüklerden men ettiğin gibi yetimi de men et." Cerîr ise, demiştir. Yani, "Cahillerinize (sefihlerinize) mâni olun, onları engelleyin." Yine, denilir. Yani, "Kendisine saldıracak kimseleri men edebilecek, muhkem ve sağlam bir yapı."... Uygun olmayan şeyleri engellediği için de "hikmet'e bu ad verilmiştir. "Müteşâbih" kelimesine gelince bu, iki şeyden birinin zihni tefrik etmekten âciz bırakacak bir tarzda, diğerine benzemesidir. Nitekim Hak teâlâ: "Çünkü bizce birçok inekler birbirine benzemektedir"(Bakara, 70) cennet meyvelerinin vasfı hususundao, birbirinin benzerleri olarak onlara sunuldu" (Bakara, 25)yani "görünüşleri aynı, tadları farklı olarak sunuldu" ve Kalbleri birbirine ne kadar da benzemişl.." (Bakara, 118) buyurmuştur. Yine, kişi iki şeyi birbirinden ayıramadığı zaman, denilmesi de böyledir. Helâl-haram demeyip ihlâl eden kimselere de (ashâbu'l-mahârîk), ashâbu'ş-şubeh (şühpe ashabı) denilir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: (bir başka rivayette deşeklindedir). "Helâl bellidir; haram da bellidir. Bu ikisi arasında ise, şüpheli birçok şeyler vardır. Buhari, İman, 39; Müslim, musâkât 107-108(3/1219-1220). Sonra, insan, müteşâbih olan iki şeyi birbirinden ayırdetmede acze düşünce, -müsebbebe (neticeye) sebebin vasfını verme kabilinden olarak- kesin bir bilgiye ulaşamadığı şeyi insan "müteşâbih" diye niteler; Bunun bir benzeri de, "müşkil" kelimesidir. O, müşkil olduğu için, yani başkasının şekline girip, ona benzediği ve böylece de o İkisi birbirine benzeştiği için bu adla adlandırılmış; daha sonraysa, kapalılığı her ne kadar bu cihet itibariyle değilse bile, gizli ve kapatı olan her şeye, "müşkil" ismi verilmiştir. Burada şöyle denilmesi de ihtimal dahilindedir: Müşkil, sabit olup olmadığı bilinemeyen, varlığı, akıl ve zihinde, yokluğuna müsavî ve ona müşabih olanı, birini diğerinden ayırdetmede ağırbasan taraf bulunmayan şeye denir. Nitekim bilinmeyen, malûm olmayana da müteşâbih denir. İşte, lügat itibariyle "müteşâbih" ve "muhkem" kelimelerinin tahkiki budur. Biz deriz ki: İnsanlar, muhkem ve mûteşabih kelimelerinin tefsiri konusunda birçok açıklamalarda bulundular. Biz de, muhakkik ulemâdan ekseriyetin benimsemiş olduğu özet izahı zikredeceğiz.. Sonra da, diğer insanların bu konudaki görüşlerini anlatacağız. Diyoruz ki: Bir mânâyı ifâde için konulmuş (mevzu) olan lafız, bu manadan başkasına da ya muhtemeldir, ya da değildir. Eğer lafız bir manayı ifâde için vaz' olunmuşsa ve bu mânadan başkasına da ihtimali yoksa, buna "nas" denilir. Bu lafzın başka manaya da muhtemel olmasına gelince, bu durumda, lafzın iki mânadan birisine ihtimali ya diğerine baskın ve üstün (râcih) olur, veya böyle olmayıp, iki mânaya da ihtimali müsavi olur. Eğer, lafzın iki mânadan birisine ihtimali diğerine râcih, yani üstün olursa, bu lafız, râcihe nisbetle "zahir", "mercûh"a, (kendisine üstün gelinilene) nisbetle de "müevvel" olarak isimlendirilir. Lafzın iki manaya da ihtimalinin müsavi olması haline gelince, lafız, ikisine nisbetle "müşterek" belirtilmek suretiyle ikisinden birine nisbetle de "mücmel" olarak isimlendirilir. Yaptığımız bu taksime göre şu sonuç ortaya çıkmıştır: Lafız ya "nass" ya "zahir", ya "müevvel", ya "müşterek", ya da "mücmel" olur. "Nass" ve "zâhir"e gelince, bunlar tercih konusunda müşterekdirler. Ancak ne var ki "nass", başka mânaya mâni olan râcihtir. "Zahir" ise, başka mânâya mâni olmayan râcihtir. İşte bu ortak mikdar, "muhkem" olarak isimlendirilmektedir. Mücmel ve müevvel'e gelince bunlar, lafzın bu mânaya delâletinin râcih olmadığı hususunda müşterektirler. Mücmel, her ne kadar râcih olmasa dahi, mercûh da değildir. Müevvel ise, ayrı bir delilin bulunması durumu müstesna, râcih olmasa bile mercûhtur. (İşte mücmel ile müevvel arasındaki) bu ortak hususiyet "mûteşabih" diye adlandırılmıştır. Çünkü anlayamamak, her iki kısımda da söz konusudur. Biz ise daha önce, ya bilinmeyen şeyin nefyi, zihnen o şeyin isbâtına benzediği için, yahut da kendisinde "teşâbüh"ün, benzeşmenin meydana geldiği lafız anlaşılmaz olduğu için, o şeyin "müteşâbih" diye isimlendirildiğini böylece de "sebeb"in ismini"müsebbeb"e ıtlak etmek suretiyle bu bilinmeyen şeye, "müteşâbih" lâfzının isim olarak verildiğini beyân etmiştik.. Muhkem ve müteşâbih hakkında son söz budur. Sonra bil ki, lâfız iki mefhuma nisbetle de müsavi olursa burada zihin duraksar. Meselâ, hem "hayz"a, hem de temizlik mânasına gelebilen (......) kelimesinde olduğu gibi... Buradaki zorluk ve müşkillik, esas vaz' itibariyle lafzın iki mânadan birisi hakkında "râcih", diğeri hakkında da "mercûh" olmasında; sonra da "râcih"in bâtıl, mercûhun da gerçek olmasındadır. Bunun Kur'ân'dan misâli, Cenâb-ı Hakk'ın: "Bir memleketi helak etmek istediğimiz vakit onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emrederiz de, onlar orada İtâattan çıkarlar, böylece de ilahî söz onlar hakkında hak olur" (İsrâ, 16) âyetidir. Bu âyetin zahirine göre, onlar, itâattan çıkmakla emrolunmaktadırlar... Bu âyetin muhkemi ise, "Allah çirkin olanı emretmez" (A'râf, 28) âyetidir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın kâfirlerden nakletmiş olduğu, "Onlar bir hayâsızlık yaptıklarında, "Biz atalarımızı da bunu yaparlarken bulduk, Allah bize bunu emretti" (Araf, 28) şeklindeki iddiaya bir reddiyedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu" (Tevbe. 67) âyeti de böyledir. "Nisyân" (unutmak) kelimesinin zahirî mânası, "ilm"in zıddıdır. Buna göre, kelimenin (kabul edilen) mercûh mânası da, terketmektir. (Yani, "Allah da onlara lütufta bulunmayı bıraktı, terketti demektir.) Bu husustaki muhkem âyetler ise, "Senin Rabb'in unutucu değildir " (Meryem, 64) ve "Benim Rabb'im ne şaşırır ne de unutur!.." (Ta-hâ, 52) âyetleridir. Şunu bil ki, bu çok büyük bir mevzudur. Diyeceğimiz şu ki, her bir mezheb sahibi, kendi mezhebine, görüşüne muvafık âyetlerin muhkem, muarızının görüşüne muvafık âyetlerin de müteşâbih olduğunu iddia etmektedir. Meselâ Mu'tezile, Cenâb-ı Hakk'ın 'Dileyen İmân etsin; dileyen kâfir olsun" (Kehf, 29) âyetinin muhkem "Alemlerin Rabb'İ olan Allah dilemeyince, siz de dileyemezsiniz "(Tekvir, 29) âyetinin de müteşâbih olduğunu öne sürmektedir. Ehl-i sünnet ise, bunu tersine çevirir... Bundan dolayı bu konuda, kendisine müracaat edilecek olan bir kanunun tesbit edilmesi gerekir. Buna göre biz deriz ki: Lafız iki manaya ihtimalli olur; onun, bu mânalardan birisine nisbetle ihtimâli râcih, diğerine nisbetle de ihtimâli mercûh olur ve biz de, lafzın mânasını râcih olana hamteder de mercûh olana hamletmezsek, işte bu "muhkem"; eğer biz lafzı, mercûh olan mânaya hamleder de râcih mânaya hamletmezsek, işte bu da "müteşâbih" olur. Buna göre biz deriz ki, lafzı râcih olan mânasından alıp rnercûh olan mânaya hamletmemiz için, mutlaka bu konuda ayrı bir delilin bulunması gerekir. Bu ayrı delil de, ya lafzı, ya da aklî bir delil olur. Birinci kısım (lafzı delil): Biz deriz ki bu, bu iki lafzı delil arasında bir çelişki bulunduğu zaman hasıl olur. Bu iki delil arasında da bir çelişki bulunduğu zaman, diğerinin zahirini gözetmek için, birinin zahirî manasını bırakmak, bunun aksinden daha evlâ değildir. Meğer ki şöyle denilsin: Bunlardan birisi, o mânaya delâleti konusunda kat'î olur, diğeri ise kat'î olmazsa, işte bu durumda bir rüçhaniyet durumu meydana gelmiş olur. Veyahut da şöyle denilebilir: "Bunlardan her biri, her ne kadar râcih ise de, ne var ki onlardan birisi tercihe daha şayan (ercah) olursa, bu durumda bir rüçhaniyet sözkonusu olur. Ancak biz şöyle diyoruz: "Birinci durum bâtıldır; çünkü lafzî deliller kesinlikle kat'î olamazlar. Çünkü her lafzî delil, kelimelerin başka başka lehçelerdeki nakline, çeşitli sarf ve nahiv kurallarının nakline; müşterek, mecaz, tahsîs ve takdir (izmâr) gibi hususların olmamasına ve naklî delil ile aklî delil arasında bir çelişkinin bulunmamasına dayanır. Bütün bunların meydana gelmesi ise, kat'î olmayıp zannîdir. Zannî olan şeye dayanan şeyin, zannî olması ise daha uygundur. Böylece, lafzî delillerin hiçbirinin kesin bir delil olamayacağı ortaya çıkmış olur. İkinci kısma (aklî delil) gelince, şöyle denilebilir: İki delilden biri, diğerinden daha kuvvetlidir. Eğer, her ikisinde de aynı ihtimal söz konusu ise, bu doğrudur; ancak, bu duruma göre lafzî delili zahirinden alıp, mercûh olan mânaya hamletmek zannî olur. Bu gibi şeylere ise, usûle dair (itikadı) meselelerde dayanmak caiz değildir. Aksine bu gibi delillere, furû-ı fıkıh meselelerinde dayanılır. Böylece zikrettiğimiz bu husus ile, lafzı râcih olan mânasından alıp mercûh olan mânaya vermek, kat'î (itikadî) meselelerde caiz değildir. Ancak, lafzın zahirinin imkânsızlığını ihsas ettirecek, aklî ve kat'î bir delilin bulunması durumu müstesna... Biz kısaca şunu anlamış olduk ki, lafzi mercûh olan mânasında kullanmak, zahirî mânasına hamletmek mümkün olmadığı zaman caizdir. İşte bu durumda da, tevil yapmak gerekir. Böylece, lafzi râcih olan mânasından alıp mercûh olan mânasına hamletmenin, ancak râcih olan mânanın aklen imkânsız olduğuna dair kat'î - aklî bir delilin olması durumunda mümkün olacağı ortaya çıkmış olur. Sonra, böyle bir delil bulunup, mükellef de, Allah'ın muradının, o lafzın zahirinden murad edilen şey olmadığını anlarsa, bu durumda mükellef mercûh olan o mânanın ne olduğunu bilmek zorunda değildir. Çünkü bunu bilmenin yolu ancak, bir mecazı başka bir mecaza, bir tevili başka bir tevile tercih etmekte olur. Bu tercih ise, ancak lafzî bir delil ile mümkün olur. Lafzî deliller ise, yukarda da açıkladığımız gibi zannîdirler; bilhassa, bir mercûh mânâyı başka bir mercûh mânâya tercih etme hususunda kullanılan deliller son derece zayıf olur.. Bütün bunlar, ancak bir zannı ve zayıflığı ifâde ederler. Kat'î meselelerde bu gibi delillere dayanmak imkânsızdır. Metod bakımından şu güçlü tahkikten, incelemeden dolayı, lafzi zahirî mânâsına hamletmenin imkânsız olduğuna dair kat'î delillerin bulunmasından sonra, tevîl suretiyle o lafzın mânâsını tayine çalışmak olmaz.. Bu konuda söyleyebileceğimiz şeyler, işte bunlardan ibarettir. Doğruluk ve hidâyete ileten Allah'dır. Muhkem ve Müteşabih Hakkında Görüşler Âlimlerin muhkem ve müteşâbih hakkındaki grüşleri Birinci görüş: İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan nakledilen görüştür. O, şöyle demiştir: Muhkem âyetler, En'âm süresindeki şu üç âyettir: "Deki: "Celin, üzerinize Rabbinizin neleri haram ettiğini ben okuyayım. O'na hiç bir şeyi ortak yapmayın. Anaya babaya iyilik edin. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların da rızkını biz vereceğiz. Fuhşiyâtın açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. Haksız yere Allah'ın haram ettiği cana kıymayın. İşte (Allah) sizer aklınızı başınıza alasınız diye, bunları emretti. Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, o en güzel olanından başka bir suretle yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı tam ve doğru yapın. Biz, hiç kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi teklif etmeyiz. Bir söz söylediğinizde, (hakkında konuşacağınız kimse) akrabanız dâhi olsa, adaleti gözetin. Allah'ın ahdini yerine getirin. İşte (Allah) iyice düşünesiniz diye, size bunları emretti. Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. (Başka) yollara tâbi olmayın. Sonra sizi O (Allah)'ın yolundan ayırır. İşte (Allah), tttika edesiniz diye, size bunları emretti" (En'am, 151-153). Müteşâbih âyetler ise, yahudilere müteşâbih gelen âyetlerdir. Bunlar, sûrelerin başlarında zikredilen hurûf-u mukattaadır. Çünkü yahûdiler, bu harfleri ebced hesabına göre mânâlandırıyor ve bunlardan ümmet-i Muhammed'in ömrünün ne kadar olacağını çıkarmak istiyorlardı. İşte bu nedenle, iş onlara karışık gelmiş ve müteşâbih olmuştur. Ben de derim ki: Allah tarafından olan mükellefiyetler iki kısma ayrılır. Bunların bir kısmı, şeriatların değişmesi ile değişmesi caiz olmayanlardır. Meselâ, Allah'a itaat etmeyi, zulüm, yalan, cehalet ve haksız yere adam Öldürmekten kaçınmayı emretmek gibi... Bir kısmı ise, şeriatlara göre değişen mükellefiyetlerdir. Meselâ, namazların sayısı, zekâtın miktarı, alış-veriş, nikah ve benzeri şeylerin şartları gibi... Buna göre birinci kısım, İbn Abbas'a göre muhkem diye adlandırılan kısımdır. Çünkü En'âm süresindeki üç âyet, bu kısmı kapsamaktadır. Müteşâbih'e gelince bu, bizim mücmel diye adlandırdığımız şeydir. Bu da, aynı anda iki ayrı mânaya delâlet eden lafızdır. Çünkü bu lafızların, kendisiyle tefsir edilebildiği bütün mânalara delâletleri, mütesaviyen olup, ayrıca bir delil ile olmamaktadır. Nitekim biz bu hususu, Bakara sûresinin başında özetle açıklamıştık... İkinci görüş: Bu da İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir. Bu görüşe göre Muhkem, nâsih olan; müteşâbih ise mensûh olan âyetlerdir. Üçüncü görüş: Esamm şöyle demiştir: "Muhkem, delâleti açık ve sarih olandır. Meselâ, Allahü Teâlâ'nın, mahlûkatı yaratmasıyla alâkalı olarak şu âyetlerde bildirdiği şeyler gibi... "Sonra, nutfeyi de alaka haline getirdik" (Mü'minun, 16); "Canlı olan herşeyi sudan yarattık" (Enbiya, 30) ve, "Gökten su indirdi de, o su ile, size rızık olmak üzere, (çeşitli) meyveler bitirdi" (Bakara, 22). Müteşâbih ise, bilinip ortaya konulabilmesi için, düşünüp tefekkürde bulunmaya ihtiyaç gösteren şeydir. Meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, insanlar toprak olduktan sonra, onları yeniden dirilteceğine dair hükmetmesi gibi... Eğer onlar, bu hususu iyice tefekkür edip düşünürler ise, onlara göre müteşâbih olan, muhkem hale gelir. Çünkü ilk başta yaratmaya kadir olan, onu tekrar yaratmaya da kadirdir." Bil ki, Esamm'ın bu sözü fazla açık değildir. Çünkü eğer o, "muhkem, delilleri açık olandır" sözüyle muhkemin, lafzının manasına olan delâleti belli ve râcih olan şey olduğunu; müteşâbih'in ise, böyle olmayan şey olduğunu ve bunun da ya denk olan mücmel, yahut da mercûh olan müevvel (el-müevvelü'l-mercûh), (el-mücmelu'l-mütesâvî) diye iki kısma ayrıldığını kastediyorsa, bu, bizim daha önce zikretmiş olduğumuz husustur. Eğer bu ifâdesi ile muhkemin, delilsiz olarak mânâsının doğruluğu bilinen şey olduğunu kastediyorsa, bu durumda "muhkemin mânası: "Aklın zarurî olarak doğruluğunu bildiği şey"; müteşabih'in mânası ise: "Aklın delile dayanarak doğruluğunu bildiği şey" demek olur. Buna göre Kur'ân'ın tamamı müteşâbih olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra nutfeyi de 'alaka haline getirdik" (Müminun, 16) âyeti, doğruluğunun bilinmesi hususunda aklî delillere ihtiyaç duyulan bir husustur. Tabiatcılar bunun sebebinin ya tabiatlar ve mevsimler fusûl), yahut yıldızların tesirleri, ya da dört ana maddenin birleşme ve kaynaşma özellikleri olduğunu söyler. Keza ölümden sonra diriltilme ve hasrolunmanın isbatı bir delile muhtaç olduğu gibi o olayların Allahü teâlâ'ya isnâd edilmesi de bir delile muhtaçtır. Esamin şöyle diyebilir: "Bu şeylerin hepsi bir delile muhtaç ise de bunlar, bir taraftan mukaddimeleri -nâdir istisnalar dışında-, hatalardan emin olunacak şekilde, tertipli ve açık olması itibariyle hakkındaki delil zahir olan, diğer taraftan hakkındaki delil gizli, mukaddimeleri hem çok, hem de tertipsiz olan diye iki kısma ayrılıp birinci kısma muhkem, ikinci kısma ise müteşâbih denir. Dördüncü görüş: İster açık bir delil ile olsun, ister gizli bir delil ile olsun, bilinebilen herşey muhkem, bilinmeyen herşey de müteşâbihtir. Meselâ, kıyametin ne zaman kopacağını, insanların sevab veya cezalarının miktarını bilmek gibi.. Bunun bir benzeri, Allahü teâlâ'nın, "Sana kıyametin ne zaman demir atacağını sorarlar" (Araf, 187) âyetidir. Müteşabihlerin Bulunmasındaki Faydalar Kur'ân-ı Kerim'in bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşâbih olmasının faydaları hakkındadır. Bil ki, bazı inkarcılar, Kur'ân-ı Kerim'i, müteşâbih âyetler ihtiva ettiği için tenkid etmiş ve şöyle demişlerdir: "Siz diyorsunuz ki mahlûkatın bütün mükellefiyetleri kıyamet kopuncaya kadar, bu Kur'ân'a bağlıdır. Amma biz, değişik görüşlerdeki herkesin, kendi görüşünü isbat için Kur'ân'a tutunduğunu görüyoruz. Meselâ Cebriye, Allahü teâlâ'nın: 'Halbuki biz, o Kur'ân'ı iyice anlayabilmelerine mâni olmak için yüreklerinin üstüne perdeler, kulaklarının içine de ağırlık koyduk" (En'âm, 25) gibi cebri ifâde eden âyetlere tutunurken, Kaderiyye (kaderi inkâr edenler), "Hayır, bu kâfirlerin fikridir. Nitekim Allahü teâlâ bu sözü, kınama siyakında olarak şu âyette kâfirlerden nakletmektedir: "O (kâfir)ler dediler ki: "Bizi davet edip durduğun (îmâna) karşı kalblerimiz örtü içindedir ve kulaklarımızda ağırlık vardır" (Fussilet, 5); "Kalblerimiz perdelidir" dediler (Bakara, 88). Yine âhirette Allah'ın görüleceğine inanan kimseler, "Ogün yüzler vardır, pınl pırıldır. Rab'lerine bakarlar" (Kıyame, 22-23) âyetine tutunurken, ru'yetullahı kabul etmeyenlerde, "O'na gözler erişemez" âyetine tutunur. Allah için yönü (ciheti) kabul edenler, "Onlar, üstlerindeki Rab'lerinden korkarlar" (Nahl, 50) ve "Rahman (Allah) arşı istilâ etti" (Tâ-hâ, 5) âyetlerine; kabul etmeyenler ise, "O'nun benzeri gibisi (dahi) yoktur" (Şûra, 11) âyetine tutunurlar. Sonra bu gruplardan herbiri mezhebine uygun gelen âyetleri muhkem, uygun gelmeyen âyetleri ise, müteşâbih diye adlandırmıştır. Çoğu kez, bunların birini diğerine tercih işi, çok kapalı tercihlere ve zayıf izahlara dayanır. Binâenaleyh hakim olan Allah'a, kıyamete kadar dinin her hususunda kendisine başvurulacak bir merci olan bu kitabını, böyle kılmış olması nasıl yakışır? O, kitabını böyle müteşâbihlerden uzak, açık've net kılmış olsaydı, maksadın meydana gelmesine daha uygun olmaz mıydı?" Bil ki müteşâbihin faydaları hususunda âlimler birçok izahlar yapmışlardır: 1- Müteşâbih bulunduğu zaman, hakka ulaşmak daha zor ve güç olur. Güçlüğün fazla oluşu, daha çok sevabı gerektirir. Nitekim Allahü teâlâ: "Yoksa siz, Allah içinizden savaşanları belli etmeden ve sabredenleri belli etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Âl-i imran, 142) buyurmuştur. 2- Eğer Kur'ân'ın bütünü muhkem olsaydı, o zaman ancak bir tek mezhebe uygun düşerdi ve onun açık beyânı bu tek mezhebin dışındaki bütün mezhebleri bâtıla çıkarırdı. Bu da çeşitli mezheb sahiblerini onu kabulden ve onun üzerinde tefekkürden uzaklaştıran şeylerden olurdu. Halbuki Kur'ân'dan istifâde, ancak hem muhkem, hem müteşâbih âyetleri ihtiva ettiği zaman hasıl olur. Bu durumda her görüş ve mezheb sahibi, görüş ve mezhebini güçlendirecek, sözüne kuvvet verecek şeyi o Kur'ân'da bulmayı arzu eder. O zaman da bütün mezheb sahibleri onun üzerinde tefekkür ve teemmül etmeye gayret eder. Bu tefekkür ile (düşünme) teemmülü (incelemeyi) iyice yapınca, muhkem âyetler, müteşâbih olanların müfessiri olur ve bu yolla bâtıl yolda olanlar yanlışlarından kurtulup hakka ulaşırlar. 3- Kur'ân-ı Kerim hem muhkem, hem de müteşâbih âyetleri ihtiva ettiği zaman bu, onun üzerinde düşünen kimseyi, aklın delâlet ve yardımına muhtaç eder. O zaman da insan taklitçilik karanlığından kurtulur ve istidlal ile delilin ışığına ulaşır. Fakat bütün Kur'ân muhkem olsaydı, aklî delillere tutunmaya ve başvurmaya ihtiyaç duyulmazdı. O zaman ise insan, cehalet ve taklid içinde kalırdı. 4- Kur'ân-ı Kerim hem muhkem, hem de müteşâbih âyetler ihtiva ettiği için, insanlar onun te'vil ve tefsir yolları ile bazı âyetlerinin diğer bazısına tercihi yollarını öğrenmeye muhtaç oldular. Bunları öğrenme işi de, nahiv, lügat ve fıkıh usûlü gibi birçok ilimleri elde etmeye bağlı olmuştur. Eğer durum böyle olmasaydı, insan bu birçok ilmi elde etme ihtiyacı hissetmezdi. Kur'ân'da bu müteşabihlerin yer alması, işte bu büyük faydalardan dolayı olmuştur. 5- Bu, bu konudaki en kuvvetli ve önemli sebebtir: Kur'ân, avam -havas, âtim- câhil bütün insanlar için bir daveti ihtiva etmektedir. Avâm'ın karakteri, işlerin çoğunda hakikatleri idrâk etmekten kaçınır. Bundan dolayı daha başlangıçta avamdan birisi, cisim olmayan, mekan tutmayan ve işaretle gösterilmeyen bir varlıktan haber verildiğini duyduğunda, o, bunun aslında olmadığını, "yok" olduğunu zanneder ve böylece ona kulak asmaz. Binâenaleyh en faydalı olan şekil, hayal ve tasavvur ettikleri şeylerin bir kısmına uygun düşecek ifâdelerle avama hitab olunmasıdır. Bu ifâde tarzının, işin asıl hakikatine delâlet eden unsurlarla da ihtiva etmesi gerekir. Birinci kısım, ki bu avamın daha işin başında hitâb olundukları şeylerdir, müteşâbihat; ikinci kısım -ki bu da onlar için işin sonunda anlaşılan şeylerdir- muhkemat babından olmuş olur. Bu konuda bizim derleyip sunabildiğimiz şeyler bunlardır. Allah, muradının ne olduğunu en iyi bilendir. Bu konuları iyice kavradığına göre, biz yine tefsire dönelim: Hak teâlâ'nın: "Sana kitabı indiren O'dur" âyetindeki "Kitap"tan murad Kur'ân'dır. Allah: "Onda bir kısım âyetler muhkemdir" buyurmuştur. Muhkem de, mânâları ya akli kesin delillerle kuvvetlendirilmiş olur ki bu kat'î meselelerde söz konusudur; yahut da mânâları kendisinden daha güçlü muarız delillerden hâlî olur. Sonra Hak teâlâ: "Ki bunlar kitabın anasıdır" buyurmuştur. Bu hususta iki soru vardır: Kitabın Esası Muhkem Âyetlerdir Birinci Soru: Muhkem'in, müteşabih âyetin anası olması ne demektir? Cevap: Arapçada "Ümm" (ana), birşeyin kendisinden meydana geldiği asıl ve temel demektir. Muhkem âyetler, zatları gereği manaları anlaşılır olup, müteşâbih âyetler de ancak muhkem yardımı ile anlaşılır olunca, şüphesiz muhkem, müteşâbihin annesi gibi olmuş olur. Şöyle de denilmiştir: İncil'de "Baba" lafzı şu şekilde geçmiştir: İncil'de, "Mahlûkatın kendisi sebebi ile ayakta durduğu, diriltilinceye kadar mahlûkatın kendisi sebebi ile sabit olacağı eşyayı yaratan kadîm Allah..." şeklinde bir tabir yer alır. Böylece İncil, bu manayı -oğulun babasından meydana gelmesi cihetiyle- "baba"lık mefhumu ile ifâde etmiştir. Amma sonra tercümede, velâdet doğurtma cihetiyle olan (biyolojik) babalık vehmi veren bir ifâde kullanılmıştır. Böylece Hak teâlâ'nın, "Allah'ın evlâd edinmesi olacak şey değildir" (Meryem, 36)âyeti muhkem olmuş olur. Çünkü bunun mânası kesin aklî delillerle de kuvvet bulmuştur. Hak teâlâ'nın, "İsâ, yalnızca Allah'ın peygamberi ve kelimesidir. Onu Meryem'e atmıştır. O Allah tarafından bir ruhtur" (Nisa, 171) âyeti ise, anlaşılması için muhkem âyetlere başvurulması gereken müteşâbih âyetlerden olmuş olur. İkinci soru: Cenâb-ı Hak, niçin "Kitabın anaları" dememiş de Kitabın anası" demiştir? Cevap: Muhkem âyetlerin hepsi tek bir şey, müteşâbihin tamamı da diğer bir şey gibidir. Birisi diğerinin anasıdır. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, "Meryem 'in oğlunu da, anasını da bir âyet kıldık" (Mü'minûn, 50) âyetidir. Allahü teâlâ burada, "iki âyet kıldık" dememiştir. Hak teâlâ, bu ikisinin tek bir âyet olması manasında, böyle demiştir. İşte burada da böyledir. (......) Kelimesinin Hususiyyeti Daha sonra Cenâb-ı Allah: "Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir" buyurmuştur. Müteşâbihâtın ne olduğunu anladın. Buradaki, (......) lafzına gelince, bunun hakkında Halil ve Sibeveyh şöyle demişlerdir. (......) kelimesi sadece bir yönden, diğer ism-i tafdillerden farklıdır. Çünkü bu kelime (......) kelimesinin çoğuludur, (......) ise, (......) lafzının müennesidir. (......) vezni üzeredir. Bu vezin üzere olan (yani ism-i tafdil), veya harf-i tarif ile kullanılır. Ve, "Zeyd, Amr'dan efdaldir" veya "Zeyd, efdal (en üstün)dür" denilir. Buna göre (......) konusunda lam-ı tarif harf-i cerrine tabidir. Buna kıyasen "Zeyd, Amr'dan daha başkadır" veya "Başka Zeyd" denilir. Ne var ki nahiv âlimleri, (......) harf-i cerri'ni bu bâbtan hazf etmişlerdir. Çünkü bu kalıbın bizzat lafzı, (......) harf-i cerri'nin mânasını gerektirir. İşte bundan dolayı onlar, lafzın bu delaletiyle yetinerek, harf-i cerrini kullanmamışlardır. Harf-i tarif olan elif-lâm (......) harf-i cerri'ne tâbi olur, böylece elif-lâm da düşer. Bu kelimenin elif-lâmsız kullanılması caiz olunca (......) şeklini alır. Buna göre (......) kelimesi, onun çoğulu olmuş olur. Böylece bu lafız, cemi ve müfredinde elif-lâmın düşmesi konusunda, benzerlerinin hükmünü almamış olur. Kalblerinde Eğrilik Bulunanlar Sonra, Cenâb-ı Hak: "Kalblerinde eğrilik bulunanlara gelince" buyurmuştur. Bil ki, Allahü Teâlâ, kitabı Kur'ân-ı Kerim'in muhkem ve müteşâbih diye iki kısma ayrıldığını beyan edince, kalblerinde eğrilik bulunanların, Kur'ân'ın ancak müteşâbih âyetlerine tutunacaklarını bildirmiştir. (......) kelimesi, "hakdan sapmak ve dönmek" anlamına gelir. Meselâ: (......) denilir ki, bu - sapıyor- sapmak" anlamındadır. Âlimler, Hak teâlâ'nın, "Kalplerinde sapıklık vardır" ifadesiyle, kimlerin murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Rebî şöyle der: "Bu kimseler, Necran heyetidir. Çünkü onlar Hazret-i İsa hakkında, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tartıştıklarında şöyle demişlerdi: "İsâ, Allah'ın kelimesi ve Ondan bir ruh değil midir?" Allah'ın Resulü de, "Evet!" deyince, onlar, "Bu bize kâfidir" dediler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimeyi indirdi. Daha sonra ise, "Muhakkak ki İsa'nın hali de, Allah nezdinde, Âdem'in hali gibidir" (Âli imrân, 59) âyetini inzal etti..." Kelbî ise bunların yahudîler olduğunu söylemiştir. Çünkü yahudiler, bu ümmetin ömrünün ne kadar olacağını öğrenmek istemişler ve bunu da, sûrelerin başında bulunan hurûf-ı mukattaadan çıkarmak istemişlerdir. Katâde ve Zeccâc ise, bu kimselerin, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfirler olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak âyet-i kerimenin sonunda, "Halbuki onun tevilini Allah'dan başkası bitemez" buyurmuştur. Burda söz konusu olan, kıyametin kopma zamanından başkası değildir.. Çünkü Cenâb-ı Hak bu vaktin bilgisini, bütün canlılardan, hatta melekler ve peygamberlerden (aleyhisselâm) dahi gizlemiştir. Muhakkik ulemâ ise şöyle demektedir: Bu ifâde, bâtıla sarılan ve kendi bâtılı için müteşâbihle ihticâc eden herkese şâmildir. Çünkü lâfız '"amm" (umûmî) bir lafızdır. Sebebin hususî olması, lafzın umumiliğine mani değildir. Bu tabire, kendisinde bir karışıklık ve iltibas bulunan her husus dahildir. Allah'ın, Resulü Hazret-i Muhammed'e yardım edeceğine dair va'adiyle, kâfirlere azâb edeceğine dair vaîd ve tehdidi de böyledir. Nitekim kâfirler, "Bize, Allah'ın azabım getir!" (Ankebût, 29), "Bize kıyamet gelmeyecek" (Sebe'. 3) ve, "Bize melekler gelmeli değil miydi?.." (Hicr, 7) demişler, böylece de itikâd bakımından zayıf olan kimselerin akıllarını karıştırmışlardır. Yine bu ifâdenin muhtevasına, "Müşebbihe"nin, "Rahman Arşa istiva etti" (Ta-hâ, 5) buyruğu ile bulundukları istidlal de dahildir. Çünkü akim açık delaletiyle şu gerçek sabittir. Bir mekânda bulunan herşey, küçüklük bakımından ya bölünmeyen bir cüz gjbi olur, ki bu ittifakla bâtıldır; yahut da o şey o cüzden daha büyük olur, böylece de o şey bölünen bir mürekkeb nesne olur.. Her mürekkeb ise, mümkin ve muhdesdir.. İşte bu açık delil ile, Allahü Teâlâ'nın bir mekânda bulunmasının imkânsızlığı ortaya çıkar. Böylece de, Hak teâlâ'nın: "Rahman olan Allah Arş'a istiva etti" (Tâ-hâ, 5) buyruğu müteşâbih bir ifâde olmuş olur. Buna göre kim bu âyetle istidlalde bulunursa, böylece o kimse müteşâbihe tutunmuş olur. Mutezile'nin, fiili tamâmiyle kula nısbet etme hususundaki delillerin zâhirleriyle istidlal etmeleri de böyledir.Çünkü aklî delille, fiilin sudûru, bir sebebin bulunmasına dayandığı; o sebebin de Allah'tan olduğu, yine, ne zaman böyle olursa, sebep bulunduğunda fiilin meydana geleceği, sebep bulunmadığında da fiilin meydana gelemiyeceği sabit olunca, işte bu durumda fiili tamamiyle kula nisbet etmek bâtıl ve herşeyin Allah'ın kaza, kader ve meşîetiyle olduğu sabit olur. Böylece de Mutezile'nin delillerin zahirine tutunarak yapmış oldukları bütün istidlaller, müteşâbihat ile yapılan istidlal olmuş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, kat'î delillerden yüz çevirip, işi delillerin zayıf olan zahirlerine hasreden bu kimselerin, kalblerinde haktan bir sapma bulunduğu ve, bâtılı yerleştirmek istedikleri için müteşabihatlara tutunduklarını beyân etmiştir. Bil ki, dünyada sen, her grubun kendi görüşüne uygun olan âyetleri muhkem; muhaliflerinin mezhebine uygun düşen âyetleri de müteşâbih olarak isimlendirdiğini görürsün.. Bu iş böyledir.. Cübbaî'ye bir baksana.. Çünkü o, "Allah'a zulmü, yalanı ve "mâla yutâkı" nisbet eden "mücebbire", müteşâbihatla İstidlal eden kimselerdir" demektedir. Ebu Müslim el- İsfehanî ise şöyle demiştir: "Fitneyi isteyen sapık kimse, dalâl âyetleriyle ilgilenen ve bunları, Allahü Teâlâ'nın, "Sâmiri onları saptırdı" (Tâ-hâ, 65); "Firavn, kavmini saptırdı, doğru yola iletmedi" (Tâ-hâ, 79)ve "(Allah) onunla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz" (Bakara, 26) âyetleri ile beyân ettiği muhkem âyetlere başvurup onları tefsir etmeyen kimsedir. Yine onlar Hak teâlâ'nın, "Bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman, onun ni'met ve refahtan şımarmış elebaşlarına emrederiz de orada İtaatten çakarlar" (isra. 16) âyetini, "Allahü teâlâ onları helak etmiş, fâsık olmalarını istemiş ve mahlûkâtını helak etmek için sebep aramıştır" diye tefsir etmişlerdir. Halbuki Cenâb-ı Hak, "Allah size kolaylık diler, güçlük istemez" (Bakara, 185) ve "Allah size açıkça bildirmek ve size hidayet etmek ister" (Nisa, 26) buyurmuştur. Yine onlar, Hak teâlâ'nın, "Biz, âhirete inanmayanların amellerini kendilerine süslü gösterdik de onlar şaşırıp kalıyorlar" (Neml, 4) âyetini, "Allahü teâlâ'nın onlara şaşkınlığı süslü göstermesi, böylece de onların Kur'ân'daki hükümleri bozmalarıdır" diye tefsir etmişlerdir. Bu tıpkı Cenâb-ı Allah'ın: "Bir kavm, özlerindeki (güzel hal ve ahlâkı) değiştirip bozmadıkça, Allah da onların (halini) değiştirip bozmaz" (Ra'd, 11) ve "Biz, ahâlisi zâlim olan memleketlerden başkasını helak etmeyiz" (Kasas, 59) âyetleri gibidir. Hak teâlâ, "Onlar körlüğü hidâyete tercih ettiler); "Kim doğru yolu bulursa, o doğru yolu ancak kendi faydasına bulmuş olur" (isrâ, 15) ve "Fakat Allah, size imânı sevdirdi, onu kalblerinizde süsledi" (Hucurat, 7) buyurmuştur. O hâlde, daha nasıl Allah şaşkınlığı süslü gösterir." İşte Ebû Müslim'in söyledikleri bunlar... Onun niçin kendi mezhebine muvafık görünen âyetlere muhkem, muvafık olmayan âyetlere de müteşâbih hükmünü vermiş olduğunu keşke bilseydim! Ve yine keşke, niçin kendi mezhebine muvafık olan âyetleri zahirine göre, muvafık olmayan âyetleri de zahirinden çevirerek aldığını bilseydim! Malumdur ki bu durum ancak, açık aklî delillere başvurmakla tamamlanır. Aklî deliller, Mu'tezile'nin görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder. Çünkü onlara göre, bir müreccih olmaksızın, iki fiilden birincisini Allah'ın yapıp, ikincisini yapmadığını kabul etmek icab eder. Bu ise sâniin olmadığını bildirmek demektir. Bu da ancak şunu kabul etmekle mümkündür: "Kuldan sadır olan mükemmel düzenli iş, onu yapanın, onu bilmesine delâlet etmez." İşte bu durumda da, bir muhassis (seçici) olmaksızın, -ne daha fazla, ne daha noksan olmamak üzere- tam o belli rakamın seçildiğini söylemek gerekir ki, bu da sanii (yapanı) kabul etmemek demektir. Bundan aynı zamanda muhkem bir fiilin sâdır olmasının, onu yapanın âlim olduğuna delâlet etmeyeceği neticesi de çıkar. O takdirde de Allahü teâlâ'nın fiillerinin sapasağlam ve muhkem olmasından, Allah'ın âlim olduğuna istidlalde bulunma kapısı kapanmış olur. Şayet göklerdeki ve yerdeki bütün canlılar bu delillere karşı birleşseler, yine de bu delilleri reddedemezler. İşte bu apaçık aklî deliller ortaya çıkınca, akıllı bir kimsenin kaza ve kadere delâlet eden, âyetleri müteşâbih sayması nasıl caiz olur? Bu anlattıklarımızdan, insanların nezdinde her zaman geçerli olan kanunun, kendi mezheblerine muvafık olan âyetlerin muhkem, muhalif olan âyetlerin de müteşâbih olarak kabul edilmesi olduğu meydana çıkmaktadır. İnsaflı olan muhakkik âlim, âyetlerdeki bu işi üç kısma ayırır: a) Zahiri, aklî delillerle sağlamlaşan âyetler. İşte gerçek muhkem âyet budur. b) Zahirî mânâlarının imkânsız olduğuna dâir kat'î deliller bulunan âyetler. İşte Allahü teâlâ'nın muradının, onun zahirinden başka bir mânâ olduğuna hükmettiğimiz âyetler bunlardır. c) Ne sübûtu, ne de nefyi hususunda hakkında böyle deliller bulunmayan âyetlerdir ki, böylesi âyetlerin hakkı, onlarda tevakkuf etmektir. O zaman böyle bir ifâde, "hakkındaki durumun karışması ve iki taraftan birisinin diğerinden ayrılamaması" mânâsında müteşâbih olmuş olur. Fakat ağır basan zanna göre, bu ifâde ve âyetler zahirlerine göre hamledirilrler. İşte bu konuda söyleyebileceklerim bunlardan ibarettir. Allahü teâlâ, muradını en iyi bilendir. Bil ki Cenâb-ı Hak, sapık kimselerin müteşâbih âyetlere tabî olduklarını açıklayınca, bu konuda iki gayelerinin olduğunu beyân etmiştir:Birincisi, "sırf fitne aramak için...", İkincisi de, "Onun te'viline yeltenmek için.." ifâdesi ile gösterilmiştir. Birinci gayeleri, fitne çıkarmaktır. Bil ki, "fitne" Arapça'da, "birşeyde aşırı davranıp ifrata düşmek" anlamına gelir. Meselâ (......) Yani, "falanca dünyayı taleb etme hususunda aşırı gitti ve ölçüyü kaçırdı" denilir. Müfessirler, bu "fitne" kelimesinin tefsiri hususunda birkaç izah zikretmişlerdir: a) Esamm şöyle demiştir: "Onlar, din hususunda böyle müteşâbih meseleleri kurcalayınca, dinî meselelerde birbirine muhalif düşmüşlerdir. Bu da birbirleriyle savaşmalarına ve karışıklıkların çıkmasına sebebiyet vermiştir. İşte burada bahsedilen fitne budur. b) Bu müteşâbih âyetlere tutunmak, tutunanın kalbine bid'ati ve bâtıl düşünceyi yerleştirir. Böylece de o kişi, bu bâtıl fikre meftun olur. Hep onunla ilgilenir ve hiçbir şekilde bundan geri durmaz. c) Dinde fitne, dinden sapmaktır. Malumdur ki, din konusundaki fitne ve fesattan daha büyük bir fitne ve fesat yoktur İkinci gayeleri, müteşabihleri te'vtle yeltenmeleridir. Bil ki, "te'vil" kelimesi, tefsir etme ve açıklama manasındadır. Kelimenin Arapça'daki asıl mânâsı, "kendisine başvurulan merci ve dönülüp varılan yer" şeklindedir. Bu, "İş o hale varıp döndü" anlamında söylediğin şeklindeki ifâdeden alınmıştır. Bir şeyi, başka bir hale dönderip getirdiğinde dersin. İşte bu "te'vil" kelimesinin lügat mânâsıdır. Daha sonra "tefsir" de te'vil diye isimlendirilmiştir. Cenâb-ı Allah, "Sana sabredemediğin şeylerin te'vilini haber vereceğim.." (Kehf, 78) ve "Bu hem hayırlı hem de te'vil olarak daha güzeldir" (Nisa, 59) buyurmuştur. Bu, lafzın kendisine dönüp vardığı mânayı haber vermektir. Bil ki, âyette geçen te'vilden murad şudur: Onlar, Allah'ın kitabında hakkında bir delil ve bir açıklama bulunmayan bir tefsire yöneliyorlar. Meselâ, kıyametin ne zaman kopacağını, her itaatkâr insanın sevabının ve her isyankâr kulun günahının mikdarının ne kadar olduğunu araştırırlar. Kâdî şöyle demiştir: "Bu kalblerinde eğrilik bulunan insanlar, müteşâbih âyetleri iki şekilde tefsir ederler: a) Onları, gerçek manasının dışında bir mânâya hamlederler. Âyetteki "Sırf fitne aramak için" ifâdesinden murad budur. b) Müteşâbih âyetlerden, delili olmayan hükümler çıkarırlar. Âyetteki "Onun teviline yeltenmek için..." ifâdesinden murad da bu dur." Daha sonra Cenâb-ı Allah, bu kalblerinde eğrilik olanların yolunu ayıplama hususunda daha fazlasını söyleyerek, "Halbuki onun tc'vütni Allah'dan başkası bilemez" buyurmuştur. Bu noktada âlimler ihtilaf etmişlerdir. Şöyle ki: 1- Bazıları şöyle demiştir: "Bu söz burada tamamlanmaktadır. Peşisıra gelen buyruğunun başındaki vâv harfi, vâv-ı ibtidâiyyedir." Bu görüşe göre, müteşâbih âyetlerin mânasını ancak Allahü teâlâ bilir. Bu, İbn Abbas, Hazret-i Aişe, Mâlik b. Enes (radıyallahü anha)m) İle Kisâî, Ferrâ ve Mu'tezile'den Ebu Ali el-Cübbâî'nin görüşüdür. Bizce de, tercihe şayan görüş budur. 2- "Bu söz, kısmı ile birlikte tamamlanmaktadır." Bu görüşe göre, müteşâbih âyetlerin mânâsını bilme, Cenâb-ı Allah için söz konusu olduğu gibi, ilimde derinleşmiş olanlar için de söz konusudur. Bu, İbn Abbas, Mücâhid, Rebî b. Enes ve çoğu kelâmcılardan rivayet edilen bir görüştür. Müteşâbihlerin Mânâsını Yalnız Allah Bilir Birinci görüşün doğruluğuna birçok hüccet delâlet eder: Birinci hüccet: Lafzın râcih bir mânâsı olup, sonra da ondan daha kuvvetli bir delil bu râcih zahirî mânânın murad edilmediğine delâlet edince, biz Allah'ın muradının, bu hakikî mânânın mecazlarından birisi olduğunu anlarız. Mecazlarda ise bir çokluk vardır. Bu birçok ihtimalden birisini diğerine tercih, ancak lügavî tercihler ile olabilir. Lügâvî tercihler ise ancak zayıf bir zan ifâde edebilirler. Mesele, katî ve kesin olmayı gerektiren bir mesele olunca, zayıf zannî delillere göre konuşmak caiz değildir. Bunun misâli şudur: Cenâb-ı Hak, "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez" (Bakara. 286) buyurmuştur. Sonra ise, bu âyetin tefsiri esnasında zikrettiğimiz beş delil ile açıkladığımız üzere, böylesi mükellefiyetlerin bulunduğuna kesin delil vardır. Biz böylece anlıyoruz ki, Allahü teâlâ'nın muradı, bu âyetin zahirinin delâlet ettiği mânâ değildir. Binâenaleyh âyetin lafzını, mecazi manalarından birisine hamletmek gerekir. Mecazlarda ise birçok ihtimal söz konusudur. Bu ihtimallerden birisini diğerine tercih, ancak lügavî tercihlerle olur. Lügâvî tercihler ise, zayıf bir zan ifâde eder. Âyetteki mesele, zannî meselelerden değildir. Bundan dolayı, bu hususta zannî delillerle konuşmanın bâtıl olması gerekir. Yine Cenâb-ı Hak, "O Rahman arşı istiva etmiştir" (Ta-ha. 5) buyurmuştur. Deliller, ilâhın bir mekânda olmasının imkânsızlığını göstermektedir. Böylece anlıyoruz ki, Allahü Teâlâ'nın bu âyetten muradı, âyetin zahirinin ifâde ettiği mânâ değildir. Ancak ne var ki bu lafzın birçok mecazî manaları vardır. O lafzı bu muhtemel mecazî mânâlardan birisine hamletmek zanni olan lügavi tercihlerle olur. Allah'ın zatı ve sıfatları hususunda zan ile konuşmak, müslumanların icmâsı ile caiz değildir. Bu delil, bu meselede kât'î bir delildir. Taassuptan uzak olan bir kalb bu delili kabul eder ve bozulmamış fıtrat bunun doğruluğuna şâhiddir. Muvaffakiyyet Allah'tandır. İkinci hüccet: Bu âyetten önceki ifâde, müteşâbihin te'viline yeltenmenin kınanmış olduğuna işaret eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, "İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak ve onun te'viline yeltenmek için, onun müteşâbih olanına tâbi olur" buyurmuştur. Eğer müteşâbihi te'vile yeltenmek caiz olsaydı, Allahü teâlâ bunu zemmetmezdi. Buna göre şayet, "Bundan maksadın, kıyametin vaktini araştırma olması niçin caiz olmasın? Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kıyametin demir atmasının ne zaman olacağını sana sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Rabb'imin nezdindedir" (A'raf, 187) buyurmuştur. Yine âyette bahsedilen şeyden maksadın, sevâb ve ikâbın mikdarını, feth ve ilâhî yardımın ne zaman geleceğini araştırma olması niçin caiz olmasın? Nitekim onlar, "Bize melekleri getirmeli değil miydin?" (Hicr, 7) demişlerdir" denirse, biz de deriz ki: Allahü teâlâ Kitab'ını muhkem ve müteşâbih diye iki kısma ayırınca ve akıl bu taksimin, "lafzın râcih mânâsına hamlinin muhkem, râcih olmayan mânâsına hamlinin müteşâbih olması" cihetinden oluşunun doğruluğuna delâlet edip sonra Allahü teâlâ da müteşâbihin te'viline ve tefsirine yeltenenlerin yolunu kınayınca, bunun müteşâbihin bir kısmıyla ilgili olup, diğerleri ile ilgili sayılmaması, zahiri terk etme olur ki bu da caiz değildir. Üçüncü hüccet: Allahü teâlâ, ilimde derinleşmiş kimseleri, "Biz ona inandık, hepsi Rabb'imizin katındandır" demeleri sebebiyle ve "İmân edenlerin onun Rab Teâlâ dan gelen bir gerçek olduğunu bilmeleri..." (Bakara, 26) sebebiyle medhetmiştir. Bu ilimde derinleşmiş olanlar, eğer müteşâbihi detaylı bir şekilde bilmiş olsalardı, müteşâbihe olduğu gibi imân etmelerinden dolayı medhedilmezlerdi. Çünkü birşeyi derinlemesine bilen herkesin ona mutlaka imân etmesi gerekir. İlimde derinleşmiş olan kimseler, Allahü Teâlâ'nın sınırsız malûmatı bildiğini kat'î delillerle bilen, Kur'ân'ın kelâmullah olduğuna ve onun bâtıl ve anlamsız şeyler söylemediğine inanan kimselerdir. Onlar Kur'ân'dan bir âyet duyup, kat'î deliller de onun zahirinin murad edilmesinin caiz olmadığına; aksine bundan muradın zahirî mânadan başka bir mâna olduğuna delâlet edip, sonra onlar bunun mânasının ne olduğunu, tayinini Allah'ın ilmine havale edip ve de bu mânanın, her ne olursa olsun, kesinlikle hak ve gerçek olduğuna kat'î olarak hükmettiklerinde.. İşte Allah'ı bilme hususunda derinleşmiş olan kimseler bunlar olmuş olurlar., . Çünkü bu âlimleri, zahirin terked ileceği ne dair kesin hüküm vermeleri ve bundan neyin murad edildiğini alettayin bilememeleri, onları Allah'a imân etme ve Kur'ân'ın doğruluğuna kesin hüküm verme konusunda sarsmamış, etkilememiştir. Dördüncü hüccet: Şayet Hak teâlâ'nın, (......) buyruğu, (......) lafzına atfedilmiş olsaydı, o zaman Hak teâlâ'nın, sözü, bir mütbedâ, başlangıç cümlesi olurdu ki, bu da fesahat zevkine yakışmayan bir durumdur. Bilâkis evlâ olanı "Ve onlar, "Ona îman ettik" derler" veyahut da ve, "ona îman ettik" derler" denilmesidir. Buna göre şayet, "Bu ifâdenin doğru anlaşılması hususunda şu iki izah yapılmıştır: a) Âyetteki (......) sözü, haberdir ve buna göre cümlenin takdiri "Te'vili bilen bu âlimler, "Biz ona imân ettik derler" şeklindedir. b) "(......) sözü, (......) kelimesinin halidir" denilirse, biz deriz ki: Birinci ihtimal, kabul edilemez. Çünkü Allahü teâlâ'nın kelâmını, herhangibir takdire ihtiyaç duymayacak biçimde tefsir etmek, takdire ihtiyaç duyacak şekilde tefsir etmekten daha uygundur. İkinci ihtimale gelince, zi'l-hâl önceden geçen bir kelimedir. Burada ise hem Allah'ın ismi, hem de "râsihûn" önceden geçmiştir. Binâenaleyh âyetteki, "Biz ona inandık" ifâdesinin, "Allah" lafzının değil, "râsihûn" lafzının hâli kılınması gerekir. Bu da âyetin zahirini terketmek olur. Binâenaleyh o görüş, ancak âyetin zahirini terketmekle tam olur. Bizim görüşümüzde ise, buna gerek kalmaz. Bundan dolayı, bu görüş daha evla olur. Beşinci hüccet: Ayetteki, sözü, "Onlar, tafsilatını bildikleri şeye de, bilmedikleri şeye de inanırlar" mânâsındadır. Eğer onlar, herşeyi teferruatı ile bilmiş olsalardı, bu sözün bir mânâsı olmazdı. Altıncı hüccet: İbn Abbas (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kur'ân'ın tefsiri dört çeşittir: a) Herkesin bildiği tefsir. b) Anadilleri Arapça olması sebebi ile, Arapların bilip anladıkları tefsir. c) Alimlerin bilebildiği tefsir. d) Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği tefsir. Mâlik İbnu Enes (r.h)'e "istivâ"nın ne olduğu sorulduğunda, o şöyle cevap vermiştir: "İstiva malumdur. Nasıl olduğu bilinemez. Ona îman etmek vacibtir. Onun ne olduğunu sormak ise bid'âttır." Biz bu meselenin bir kısmını, Bakara sûresi'nin başında anlattık. Burada anlattıklarımız, orada anlattıklarımıza katılır ise, mesele hakkındaki izahımız tamamlanmış olur. Muvaffakiyyet Allah'tandır. Sonra Allahü Teâlâ İlimde derinleşmiş olanlar ise, "Biz ona inandık. Hepsi Rabb'imizin " derler" Ve " kaç mesele vardır: Arapçada "rusûh", birşeyin iyice içinde olmak demektir. Bil ki ilimde râsih olan, yakînî ve kat'î deliller ile Allah'ın zât ve sıfatlarını; Kur'ân'ın Allah'ın kelâmı olduğunu bilen kimsedir. Böyle birisi, Kur'ân'ın bir müteşâbih âyetini görüp, kat'î delil de Allah'ın muradının o âyetin zahirî mânâsı olmadığına delâlet edince, Allah'ın muradının âyetin zahirî mânâsından başka olduğunu ve o muradın hak olduğunu, âyetin zâhîrî mânâsının bırakılmasının, Kur'ân'ın sıhhatini tenkid etmede bir şüphe teşkil etmeyeceğini kesinkes anlamış olur. " Cenâb-ı Allah onların daha sonra dediklerini nakletmiştir ki bunun mânâsı "Onlardan herbiri, "muhkem de, müteşâbih de Rabb'imizin katındandır" derler" şeklindedir. Bu ifâde ile ilgili şu iki soru vardır: Birinci soru: Eğer âyett"Hepsi Rabb'imizdendir" denilmiş olsaydı, bu da yeterli olurdu. Öyle ise, âyette ayrıca (katında) lafzının getirilmesindeki fayda nedir? Cevap: Müteşâbih âyetlere îman hususunda, daha güçlü ifâdeye ihtiyaç duyulur. İşte bundan dolayı, ifâde daha te'kidli olsun diye, (......) kelimesi zikredilmiştir. İkinci soru (......) kelimesinin muzâfun ileyhinin hazfi niçin caiz olmuştur? Cevap: Çünkü bu kelime, muzâfun ileyhine kuvvetli bir şekilde delâlet etmektedir ve muzâfun ileyh hazfedilse bile mânâda bir karışıklık olmamaktadır. Allahü Teâlâ daha sonra "Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilir" buyurmuştur. Bu, Allahü teâlâ tarafından, "Biz ona inandık" diyenlere bir medh-ü senadır. Mânası ise, "Kur'ân'da bulunanlardan ancak aklı kâmil olan kimseler va'z-ü nasihat alır" şeklindedir. Bu ifâde, onların, Kur'ân'ı anlama hususunda akıllarım kullandıklarına ve zahirî mânâsı aklî delillere uygun olan âyetlerin muhkem, uygun gelmeyenlerin ele müteşâbih olduğunu anladıklarına, sonra hepsinin sözünde çelişki ve bâtılın'bulunması mümkün olmayan Allah'ın sözleri olduğunu bildiklerine, böylece de müteşâbih'in Allah katında mutlaka uygun bir mânâsının bulunduğunu idrâk ettiklerine âdeta delâlet etmektedir. Bu âyet, aklî delillerden bahseden, bunlar ile Allah'ın zât, sıfat ve fiillerini bilmeye yol arayan ve Kur'ân'ı aklî delillere göre, dit ve i'râba uygun gelecek şekilde tefsir eden kelâmcıların makamlarının yüceliğini gösterir. Bil ki, birşey ne kadar şerefli olur ise, onun zıddı da o kadar âdî olur. Aynen bunun gibi, Kur'ân'ı tefsire çalışan kimse, bu sıfatları taşırsa, onun mertebesi de, Allah'ın medh-ü sena ettiği yüksek derecelere çıkmış olur. Usûl, dil ve nahiv ilimlerinde derinleşmeden Kur'ân hakkında söz söylendiğinde bu, Allah'ın muradından gayetuzak bir söz olur. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân'ı sırf kendi anlayışına göre tefsir eden kimse, cehennemdeki yerine hazırlansın' buyurmuştur. |
﴾ 7 ﴿