8"Ey Rabb'imiz, bizi doğru yola ilettikten sonra, kalblerimizi saptırma.. Bize, kendi katından bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı en çok olan sensin sen" . Bil ki, Allahü teâlâ, ilimde derinleşmiş kimselerin, 'Biz ona iman ettik" dediklerini naklettiği gibi, yine onların, "Ey Rabb'imiz, bizi doğru yola ilettikten sonra, kalblerimizi saptırma. Bize, kendi katından bir rahmet bağışla..." diye dua ettiklerini de nakletmiştir. Önceki âyet delâlet ettiği için, bu âyetin başında "derler" lafzı hazfedil mistir. Bu durum, onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler. "Ey Rabb'imiz, sen bunları boşuna yaratmadın" (Al-i İmran, 191) âyetinde de aynıdır. Ehl-i Sünnet ile Mu'tezile'nin bu âyet hakkındaki sözleri farklıdır: Ehl-i Sünnetin görüşü açıktır ve şu şekildedir: Kalb, hem îmana hem de küfre yönelmeye elverişlidir. Bu iki taraftan birisine, ancak Cenâb-ı Hakk'ın yaratacağı bir irâde ve sebep olması halinde meyleder. Eğer bu irâde ve sebep, küfre götürür ise, işte bu hızlan (= yardımın kesilmesi), izâgâ (= saptırma), sadd (= engellemek), hatm ( = mühürleme), tab' (= damgalamak), reyn ( = paslanma), kasve(= katılaşma), vakr( = ağırlık), kinân(= örtü) ve Kur'ân'da geçen benzeri lafızlar ile ifâde edilir. Eğer bu irâde ve sebep, îmana götürür ise, bu da tevfîk (= muvaffak kılma), reşâd (= doğruyu gösterme), hidayet, tesdîd (- doğrultup düzeltme), tesbit (= yerinde sağlamlaştırma), ismet (= muhafaza etme) ve Kur'ân'da geçen benzeri lafızlarla ifâde edilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Mü'minin kalbi Rahman Allah'ın parmaklarından ikisi arasındadır" Tirmizi, Kader, 7 (4/448); Müslim, Kader, 17 (4/2045). buyurmuştur. Hadiste geçen bu iki parmaktan murad, bahsettiğimiz iki sebeptir. İnsan, iki parmağı arasındaki birşeyi, o iki parmağı ile evirip çevirdiği gibi, kalb de Hakk'ın o iki sebebi vasıtası ile, o iki sebep arasında evrilir çevrilir. Kim insaflı olur, işi zora koşmaz ve bunu bizzat kendinde dener ise, bu mânâyı gözle görüyormuş, elle tutuyormuş gibi bulur. Herhangi bir yaratıcı ve müessir olmadan îmana ve küfre götüren bu iki sebepten birisinin meydana gelmesini mümkün gören kimse, Yaratıcıyı inkâr etmiş olur; İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ey kalbleri ve gözleri evirip çeviren (Allah'ım), kalbimi dinin üzere sebatlı kıl" Tirmizi, Kader, 7 (4/448). demiştir ki bu, bizim söylediğimiz manadadır. İlimde derinleşmiş olanlar, Allah'ın indirdiği muhkem ve müteşâbih'in hepsine îman edince, Hak subhânehû ve Teâlâ'ya, kalblerini Hakk'a meylettirdikten sonra bâtıla saptırmaması hususunda yalvarıp yakarmıslardır. İşte bu, Kur'ânî bir tahkîk ile de güç bulmuş aklî bir görüştür. Bu söylediklerimizi şu husus da te'kîd eder: Allahü teâlâ, mü'minleri, müteşâbih âyetlerin peşine düşmeyip, onlara olduğu gibi toptan îman ettikleri ve onlara dalmadıkları için medhetmiştir. Binâenaleyh onların, bu zamanda olduğu gibi, müteşâbih âyetler üzerinde konuşmaları tuhaf olur. Bu sebeple onların, muhkem olduğuna inandıkları için, bu duayı yapmaları gerekir. Sonra Allahü teâlâ, onların böyle duâ etmeleri sebebiyle, bu ifâdeyi onları medh ve sena etme sadedinde getirmiştir ki, bu da bu âyetin muhkem âyetlerin en güçlülerinden olduğuna delâlet eder. Bu, son derece kuvvetli bir izahtır. Mu'tezile ise, "Deliller, kalpleri saptırmanın Allah'ın fiili olmasının caiz olmayacağına delalet ettiği için, bu âyeti te'vil etmek gerekir" demişlerdir. Onların delillerini (Bakara, 6) âyetini tefsir ederken zikretmiştik. Onların bu konuda, özellikle kendisiyle ihticâc ettikleri şey ise "İşte onlar sapıp eğrildikleri zaman, Allah da onların kalblerini saptırdı" (Saf, 5) âyetidir. Bu, sapıklığın başlangıcının kullar tarafından olduğu hususunda açık bir ifâdedir. Onların bu âyet hakkında yapmış olduğu te'viller ise, şunlardır: a) Bu te'vîli Cübbaî öne sürmüş, Kadî de tercih etmiştir. Buna göre: (......) sözünden maksat, "kendisiyle kalblerinin îman sıfatı üzere olmayı sürdürdüğü fiillerini men etmel" demektir. Bu böyledir, çünkü Allahü Teâlâ, men edilmeye müstehak olduklarında lütuflarını onlardan men edince "Allah onları saptırdı" denilmesi caiz olur. Bunun bu şekilde olacağına, Hak teâlâ'nın: "İşte onlar sapıp eğrildikleri zaman, Allah da onların kalblerini saptırmıştır" (Saf, 5) âyeti de delâlet eder. b) Esamm şöyle demektedir: Bunun mânâsı, "Kalblerimizin kendisiyle sapıp meyledeceği bir belâya bizi mübtelâ kılma!" demektir. Bu, Hak teâlâ'nın tıpkı, "Şayet biz onlara, "kendinizi öldürün, yahud yurtlarınızdan çıkın" diye yazsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Onlar, kendilerine öğütlenen şeyi hakkıyla yapsalardı, bu hem kendilerini muhakkak ki daha hayırlı, hem de (îmanlarını) daha da sağlamlaştırmış olurdu" (Nisa, 66) âyeti gibidir. Yine O, "O, Rahman olan Allah'ı inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını gümüşten yapardık" (Zuhruf. 33) buyurmuştur ki, bunun mânâsı, "Kendisiyle sapıp meyletmekten emin olamayacağımız ibâdetlerle bizi mükellef kılma!" demektir. Bazen bir kimse şöyle diyebilir: "Beni, sana eziyet verecek şeylere sevketme, zorlama!" Yani, "Meydana geldiğinde, sana eziyet vermiş olacağım şeyleri yapma!" demektir. c) Ka'bî de, (......) ifâdesinin mânasının, "Bizi sapıtmış kimseler diye adlandırma!" şeklinde olduğunu; nitekim bir kimse bir kimseyi kâfir olarak adlandırdığında "Falanca falancayı tekfir etti" denildiğini söylemiştir. d) Cübbaî bunun mânasının, "Bizi ulaştırıp götürdükten sonra, kalblerimizi senin cennetinden ve sevabından saptırma!" şeklinde olduğunu söylemiştir ki bu, doğruya birincisinden daha yakındır. Ancak ne var ki bu, başka bir şeye de hamledilebilir. Bu da şudur: Allahü Teâlâ'nın, o kimsenin o anda mü'min olduğunu; eğer ikinci seneye kalırsa (ömrü uzarsa) onun muhakkak ki kâfir olacağını bilmesidir. Buna göre, sözünün mânası, "o kimse kâfir olmadan önce Allahü Teâlâ'nın o kimseyi öldürmesi" mânasına hamledilmiştir. Bu böyledir, çünkü onu ikinci seneye kadar diri olarak bırakmak, bir mânâda, onu cennet yolundan saptırmak demektir. e) Esamm, (......) ifâdesinin mânasının, "Bizi aklımızın nuruyla hidâyete erdirdikten sonra, cinnet getirmek suretiyle, aklın kemâlinden mahrum bırakma, saptırma!" şeklinde olduğunu söylemiştir. f) Ebu Müslim ise, bunun mânasının, "sapmamamız için, bizi şeytandan ve nefsimizin şerlerinden koru..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Bu âyetin te'vili hususunda onların ileri sürdükleri görüşlerin tamamı budur ki, hepsi de tamamiyle zayıftır. Birinci görüşleri: Bu zayıftır, çünkü onlara göre Allah'ın kudretiyle, haklarında lütuf olarak yapabileceği herşeyi yapması vâcibtir. Eğer bunu yapmazsa, uluhiyyeti geçersiz olur; hem câhil, hem de muhtaç olmuş olur. Böyle olan şeyin duâ ile taleb edilmesine zaten ihtiyaç kalmaz.. Aksine bu görüşün, Allah'a, lütuf fiillerinin tamamını vâcib kılmayan Bişr İbn Mu'temir ve arkadaşlarının görüşüne göre carî olması gerekir. İkinci görüşleri de zayıftır. Çünkü eğer Allah, teklifteki katılığın, mükellefi kötü olan şeye sevketmede bir tesirinin olduğunu bilirse bu, Allah hakkında kötü bir şey olur. Eğer mükellefi çirkin olan bir şeye sevketme hususunda bunun kesinlikle hiçbir tesirinin olmadığını bilirse, kulun itaatkâr ve âsi olması hususunda, bunun varlığı, yokluğu gibi olur. Bu sebeple de, duayı bu yöne yöneltmenin herhangi bir mânası olmaz. Üçüncüsü de zayıftır; çünkü, sapık ve kâfir diye isimlendirmek, varlık ve yokluk bakımından küfürle beraber bulunurlar. Halbuki küfür ve sapıklık, kulun ihtiyarıyladır. O halde, "Bizi sapıklık ve kâfir ismiyle isimlendirme" demenin ne faydası var? Dördüncüsü de böyledir; çünkü, Allah'ın, o kimsenin ikinci sene kâfir olacağını bilmesi, onu daha önceden öldürmesini gerektirseydi, onun, o kimsenin ömür boyu kâfir olarak yaşayacağını, asla îman etmeyeceğini bilmesi onu yaratmamasını gerektirirdi. Beşincisi de zayıftır; çünkü bu ifâde, o âyetten önce geçen, "Kalblerinde eğrilik bulunanlara gelince..." sözüyle ilgilidir. Altıncısı da aynıdır; çünkü şeytandan ve nefsin şerlerinden korunmak takdir edilmişse, o.mutlaka olacaktır. O halde duâ etmenin faydası nedir? Eğer takdir edilmemişse, onun olması da imkânsız olur. Bu durumda da duâ etmenin bir faydası yoktur. Böylece, bu anlattıklarımızla bütün bu hususların zayıf ve geçersiz; hak olan şeyin de bizim söylediğimiz şey olduğu ortaya çıkmış olur. Buna göre eğer, "Bu görüşe göre Hak teâlâ'nın: "İşte onlar sapıp eğrildiklerî zaman, Allah da onların kalblerini saptırmıştır" (Saf, 5) buyruğunu nasıl tefsir ederiz?"denilirse, biz deriz ki, şöyle denilebilir: Allahü Teâlâ onları baştan saptırmış, ama onlar da bundan sonra kendileri sapmaya devam etmişlerdir. Sonra ilk defa Allah'tan olan bu sapıklığa, birincisinden başka olan sapıklıklar terettüp edip, bitişmiştir. Bütün bunlarda herhangi bir aykırı durum yoktur. Hak teâlâ'nın: "Bizi doğru yola ilettikten sonra., ." ifâdesine gelince, bunun mânası, "Bizleri ihtidaya erdirdikten sonra..." demektir. Bu da, kalbte hidâyetin meydana gelmesinin Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği hususunda açık ve sarih bir ifâdedir. Sonra Cenâb-ı Hak "Bize, kendi katından bir rahmet bağışla" buyurmuştur. Bil ki kalbi, uygun olmayan şeylerden temizlemek, onu uygun olan şeylerle nûrlandırmaktan önce gelir. İşte bu sebeple bu mü'minler, Rab'lerinden önce kalblerini bâtıl ve bozuk inançlara meylettirmemesini; daha sonra da O'ndan kalblerini marifetullah nûrlanyla nurlandırmasını, uzuv ve organlarını da itaat süsüyle süslemesini istemişlerdir. Allah bütün rahmet çeşitlerini içine alsın diye, nekire olmak üzere (......) buyurmuştur. Rahmet çeşitlerinin ilki, kalbte imân, tevhîd ve marifetullah nurunun bulunması; ikincisi, uzuv ve organlarda tâat, kulluk ve hizmet nurunun bulunması; üçüncüsü, dünyada emniyet, sıhhat ve kendi kendine yetecek miktarda geçim vasıtalarının bulunması; dördüncüsü, ölürken ölüm sarhoşluğunun kolay olması; beşincisi, kabirde soruların ve kabir karanlığının kolay olması; altıncısı, kıyamette ceza ve hitabın kolay olması, günahların affedilip iyiliklerin üstün getirilmesidir. Buna göre, Hak teâlâ'nın buyruğu rahmetin bütün kısımlarını içine alır. Susturucu, ve apaçık aklî delillerle, Allah'dan başka bir Rahîm'in, bir Kerîm'in olmadığı ortaya çıkınca, muhakkak ki Cenâb-ı Hak bu hususu, maksat ve gayenin ancak kendisi tarafından meydana getirileceğine aklın, ruhun ve kalbin dikkatini çekmek için, bu hususu sözüyle te'kîd etmiştir. Kula nisbetle, bu maksat ve gaye son derece yüce olduğu için, şüphesiz Cenâb-ı Hak da bu ifâdeyi nekire iilarak buyurmuştur. Buna göre kul sanki şöyle demek istemiştir: "Ya Rabbi! Senin rahmetinin en mükemmelini taleb ediyorum... Senin katından olan ve sana layık olan bir rahmet istiyorum..." Bu ifâde ise, rahmetin son derece yüce ve ulu olduğunu gösterir. Sonra Cenâb-ı Hakk "Şüphesiz bağışı en çok olan sensin sen" buyurmuştur. Buna göre kul, sanki şunu söylemiştir: "Allah'ım, bu duamla senden istediğim şey, bana nisbetle çok büyük bir şeydir, Ancak senin kereminin kemâline, cömertliğinin ve rahmetinin zirvesine nisbetle, önemsiz bir şeydir... O hâlde sen, eşyanın hakikâtinin, zâtının, mâhiyyetinin ve varlığının kendisinden meydana geldiği atiyye ve bağışında, çok bağışlayansın... Buna göre senin dışında kalan her şey, senin cömertliğinden, ihsan ve kereminden meydana gelmiştir.. Ey, lütfü ve iyiliği devamlı olan; ezelden beri ihsan sahibi olan Rab! Bu miskinin ümitlerini boşa çıkarıp, dualarını reddetme.. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi, ikramda bulunanların en cömerdi, onu fazlınla rahmetine lâyık kıl!" |
﴾ 8 ﴿