18“Allah, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığı hakikatine, adeleti ayakta tutarak tutarak şahadet etti. Melekler ve ilim sahipleri de (şahadet ettiler). Ondan başka tanrı yoktur. O, aziz ve hakimdir" . Bil ki Allahü teâlâ, mü'minleri, "Ey Rabb'imiz, biz imân ettik..." dedikleri için medh-ü sena edince, peşisıra, imânın delillerinin aşikâr ve ortada olduğunu açıklayarak, "Allah şahadet eder ki..." buyurdu. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği ile ilgili her bilginin isbatı naklî delille mümkün değildir. Fakat böyle olmayan her ilmin naklî delille isbâtı mümkündür. Bu, melekler ve ilim sahipleri için de böyledir. Fakat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin doğruluğunu anlayıp bilmek, Allah'ın bir olduğunu bilmeye dayanmaz. Bundan dolayı Allah'ın birliğini, sırf Kur'ânî, naklî delillerle isbât etmek caizdir. Allahü teâlâ'nın Şehâdeti Bunu bu şekilde iyice anladığında biz deriz ki: Âlimler âyetinin izahı hususunda şu iki görüşü belirtmişlerdir: 1- Allah'ın ve meleklerle ilim sahiplerinin şehâdeti aynı mânâdadır. 2- Hepsi aynı manada değildir. iki şekilde izah mümkündür: Birinci görüşü şu iki şekilde izah mümkündür: a) Şahadeti, "ilme dayalı olarak haber vermek" mânâsından ibaret saymak... Bu mânâ, hem Allah, hem melekler, vermesidir. Biz, bu konuda nakli delille istidlal edilebileceğini daha önce söylemiştik. Bunun melekler ve ilim sahipleri için aynı mânada oluşu ise, hepsinin de Allah'ın bir olduğunu, eşi ve benzeri olmadığını haber vermeleridir. Bu izaha göre, âyetteki "şahâdet"ten anlaşılan mânânın, gerek Allah, gerek melekler ve gerekse ilim sahipleri için aynı olduğu sabit olmuş olur. hem de ilim sahipleri için aynıdır. Allah tarafından bu mânâda oluşu, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerim'de, kendisinin bir olduğunu ve kendisinden başka tanrı olmadığını haber vermesidir. Biz, bu konuda nakli delille istidlal edilebileceğini daha önce söylemiştik. b) Âyetteki şahadeti, "açıklayıp ortaya koyma" mânâsında anlamak... Çünkü Allahü teâlâ, kendisinin tek ilah olduğuna delâlet edecek şeyleri yaratmak suretiyle, bu şehâdeti açıklamış ve ortaya koymuştur. Melekler ve ilim sahipleri de Allah'ın tek olduğunu ortaya koymuş ve bunu hem nakit hem de aklî delillerle beyân etmişlerdir. Melekler bunu peygamberlere; peygamberler, âlimlere; âlimler de bütün insanlara açıklamışlardır. Buna göre aradaki fark, sadece açıklama ve beyan etmenin şeklindedir. Binâenaleyh açıklama ve ortaya koyma mânâsı, gerek Allah hakkında, gerekse ilim sahibleri hakkında aynıdır. Bu sebeple "şahâdet"ten anlaşılan mânânın, her iki izaha göre de aynı olduğu ortaya çıkmış olur. Bütün bunlardan maksad, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sanki şöyle demesidir: "Allah'ın birliği, kendi şahadeti ve şahadetlerine itibar edilen bütün mahlûkatının şahadeti ile sabit olmuş bir hakikattir. Bu güçlü din ve sağlam yol, hristiyanlardan ve putperestlerden kendini bilmez câhillerin karşı çıkmaları ile zayıflamasın. O halde sen ve ümmetin bu din üzere devam edin. Çünkü bu İslâm'dır. Allah katındaki din de işte bu İslâm'dır. İkinci görüş şöyle diyenlerin görüşüdür: Allah'ın kendi birliği hususundaki şahadeti, bir olduğuna dâir delilleri yaratmasından ibarettir. Meleklerle ilim sahiplerinin şahadeti ise, bunların Allah'ın birliğini ikrar edip imân etmelerinden ibarettir. Bu iki mânâdan herbiri "şahadet" kelimesi ile ifâde edilebildiği için, her ikisini de "şahadet" kelimesiyle anlatmak, garip görülecek bir şey değildir. Bunun bir benzeri de: "Şüphesiz Allah ve melekleri o peygambere salât ederler. Ey İmân edenler siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin" (Ahzâb. 56) âyetidir. Hepsi aynı lafızla ifâde edildiği halde, Allah'ın salâtının meleklerinkinden, me- leklerinkinin de mü'minlerin salâtından farklı olduğu herkesin malumudur. İmdi eğer, "Allah'ın birliğini iddia eden yine kendisidir. O halde, iddia eden nasıl bunun şahidi olur?" denilirse, buna şu şekillerde cevap verilir: 1- Hakiki şâhid, sadece Allahü teâlâ'dır. Çünkü Hak teâlâ, eşyayı yaratan ve onları kendisinin birliğine delil kılandır. Eğer o deliller olmasaydı, bu şahadet doğru olmazdı. Bu delilleri getirdikten sonra, âlimleri bunları bilmeye muvaffak kılan da O'dur. Eğer Allah'ın yarattığı o deliller olmasaydı ve Allah âlimleri onları bilmeye muvaffak kılmasaydı, âlimler o deliller sayesinde tevhid bilgisine ulaşmaktan âciz olurlardı. Durum böyle olunca, kendisinin birliğine şâhid olan, yine kendisi olmuş olur. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "De ki "şâhid olma bakımından hangi şey daha büyük?" De ki "Allah.." (Enam, 19) buyurmaktadır. 2- Ezelî ve ebedî olarak mevcud olan, Allah'tır. O'nun dışındaki varlıklar, ezelde sırf bir yokluk idiler. Yok olan, burada bulunmayana, var olan da burada bulunana benzer. Buna göre, Allah'ın dışında kalan herşey, gâib olmuş olur. Allah'ın şahadeti ile, gâib olan şeyler şâhid olmuş olur. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın bizzat kendisi, herşeyin şahidi olmuş olur. İşte bu sebeple de O, "Allah, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığı hakikatine... şahâdetetti" buyurmuştur. 3- Bu, hernekadar şahadet etme şeklinde ise de, aslında ikrar etme mânâsındadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, kendisinden başka tanrı olmadığını haber verince, O'nun dışındaki herşey O'nun kulu olmuş olur. Kerîm olan Mevlâ'ya, kullarının menfaatlarını zedelemek uygun düşmez. Buna göre bu söz, Kerîm olana keremin vâcib olması nev'inden, mahlûkatının bütün yönlerini ıslâh edip iyileştirmesinin gerektiğini İkrar etme yerine geçmiş olur. 4- İbn Abbas, âyeti (......) şeklinde, (......) kelimesini hemzenin kesresi ile; bundan sonra gelen âyeti ise, hemzenin fethası ile (......) okumuştur. Buna göre âyetin mânâsı, "Allah, kendi katındaki elinin İslâm dini olduğuna şahadet eder" şeklinde olur ki bu durumda "Kendinden başka tanrı yoktur" cümlesi, bir ara cümlesi olmuş olur. Bil ki bu dördüncü cevaba itimad edilmez. Çünkü bu kıraat, âlimlerce makbul değildir. Makbul olduğunu farzetsek bile, birinci kıraat ittifak edilen kıraattir. Binâenaleyh bu husustaki müşkil, son kıraat ile cevaplandırılamaz. Âyetteki "ilim sahiplerinden maksad, Allah'ın birliğini kat'î delillerle bilen kimselerdir. Çünkü şahadet, ancak bir bilgiye dayalı olarak yapıldığında makbul olur. İşte bundan ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Birşeyi güneş gibi iyice bildiğin zaman, şahadet et" buyurmuştur. Bu, bu yüce mertebenin ve şerefli derecenin ancak usûl âlimleri (kelâmcılar) için söz konusu olduğunu gösterir. Hak teâlâ'nın: "adaleti ayakta tutarak.." tabiri ile ilgili birkaç mesele vardır: (......) kelimesi mansubtur ve mansub oluşu hususunda şu ihtimaller söylenmiştir: 1- Hâl olduğu için mansubtur. Hâl olmasına göre şu takdirler yapılmıştır: a) Bunun takdiri, "Allah, adaleti ayakta tutarak, ... şahadet etti" şeklindedir. b) bunun, lafzının hâli olması da caizdir. Takdiri ise, Adaleti ayakta tutan O'ndan başka ilâh yoktur" şeklinde olur. Bu çeşit hallere, "hâl-i müekkide" denir.bdullah cesur bir şekilde bize geldi" ve Abdullah'tan başka cesur adam yoktur" demen gibi... 2- Bu kelimeninkelimesinin sıfatı olması... Buna göre takdir: "O'ndan başka, adaleti ayakta tutan bir ilâh yoktur" şeklindedir. Bu, uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Araplar, sıfatla mevsûfun arasını ayırabiliyorlar. 3- Medh üzere mansubtur Buna göre eğer "Medih'ten ötürü mansub olan kelimenin marife olması gerekmez mi? Meselâ "Hamd Allah'a mahsustur. Hamîd olan Allah'ı (övüyorum)" sözünde olduğu gibi..?" denilirse, biz deriz ki: Bu bazan nekire olarak da gelebilir. Nitekim Sibeveyh şu şiiri isnad etmiştir: "Ve, linetlerden hâil yakası bağrı açık, gulyabaniler gibi olan emzirici kadınlara sığınır." İkinci Mesele (......) ifâdesi hakkında şu iki görüş de ileri sürülmüştür: 1- Bu, mü'minlerin hâlidir. Buna göre mânâ: "Bu ahadeti yerine getirmede adaleti ayakta tutma ilim sahiblerinden herbirinin hâti olduğu hâlde onlar, şahadet ederler" şeklindedir. 2- Müfessirlerin ekserisinin görüşü olup, buna göre bu kelime "Allah" lafzından hâldir. (......) tabiri, "adaleti ayakta tutup, yerine getirerek" manasındadır. Nitekim "Falanca, işleri idare eden, yani, onları dosdoğru yürütendir" denilir. Bil ki, bu adaletten, dünya ile ilgili olanlar ve din ile ilgili olanlar vardır. Dünya ile ilgili olanlar hususunda, önce Allah'ın, insanın uzuvlarını nasıl yarattığına bir bak! O zaman Allah Tealâ'nın, bunda da âdil olduğunu anlarsın. Sonra insanların güzel ve çirkin, zengin ve fakir, sıhhatli ve hasta, uzun ömürlü ve kısa ömürlü, lezzet ile elemler bakımından farkı farklı oluşlarına bir bak ve bütün bunların Allah'ın adaleti, hikmeti ve doğru işi neticesi olduğuna kesin inan. Sonra maddelerin ve feleklerin nasıl yaratılmış olduklarına ve herbirinin belli hususî bir mikdar ile takdir edilmiş olduklarına bak ve bütün bunların bir hikmet ve isabet olduğuna kesin hükmet. Din ile ilgili adalet hususunda, insanların ilim ve cehalet, zekâ ve aptallık, hidâyet ve azgınlık bakımlarından farklı oluşlarına bak ve bütün bunların bir âdâlet ve denge neticesi olduğuna kesin hükmet. Keşşaf sahibi burada, Mu'tezilî itikadına taassubla yapışarak âyetin, İslâm'ın "adl ve tevhid"den ibaret olduğuna delâlet ettiğini iddia etmiştir. Halbuki o zavallı, bu gibi şeyleri bilemez. Fakat o, fuzûlî bir adam olup, bilmediği şeylere dalar. O, âyetin, Allah'ı görmeyi caiz görenler ile cebr itikadında olanların, Allah'ın dini olan İslâm dinî üzere olmadıklarına delâlet ettiğini ileri sürmüştür. Hayret, şaşılacak şey! Mu'tezile'nin ileri gelenleri, ömürlerini, "Allah görülebilecek olsaydı, bir cisim olması gerekirdi" iddialarına delil aramakla harcamışlar ve bu hususta kat'î aklî bir münasebet olmaksızın, şahide başvurmaktan başka bir şey bulamamışlardır. İlmin kokusunu alamayan o zavallı, böyle bir delili nereden bulacak? Cebr ile ilgili hadîse gelince, o miskinin buna dalması, " kendini ilgilendirmeyen bir konuya dalması demektir. Çünkü O, Allahü teâlâ'nın bütün cüz'iyyâtı bildiğini, insanın da Allah'ın ilmini (bildiğinin aksini yaparak) cehle döndürmesinin mümkün olamayacağını kabul ettiğine göre, o da cebr inancını itiraf etmiş olur. O nerede, böyle meselelere dalma nerede!... Allahü teâlâ sonra, "O'ndan başka tanrı yoktur" buyurmuştur. Bu cümlenin âyette tekrar edilmesi, şu incelikleri ifâde eder: a) Âyetin takdiri, "Allah kendisinden başka ilah olmadığına şahadet etmiştir. O, buna şahadet edince, kendisinden başka ilâh olmadığı doğru olmuş olur" şeklindedir. Bunun bir benzeri de, "Delil Allah'ın bir olduğunu göstermektedir. Durum her ne zaman böyle olsa, Allah'ın birliğine hükmetmek doğru olur" sözüdür. b) Allahü teâlâ, kendisinin kendinden başka ilâh olmadığına şahadet ettiğini, melekler ile ilim sahiplerinin de buna şahadet ettiklerini haber verince mânâ şöyle olmuştur: Sanki O şöyle demiştir: "Ey Muhammed ümmeti, sizler Allah'ın ve melekler ile ilim sahiplerinin şahadetine uygun şekilde, "Allah'tan başka tanrı yoktur" diyerek şahadet getirin. Böylece bu tekrardan maksad. bu cümleyi, onların şahadetlerine uygun bir şekilde söylemeyi emretmektir. c) Bu tekrarın faydası, müslümana, her zaman bu kelimeyi tekrarlamasının gerektiğini bildirmektir. Çünkü insanın sözlerinin en kıymetlisi bu kelime-i tevhiddir. Binâenaleyh insan çoğu zamanında bu kelimeyi söyleyip tekrar etmekle meşgul olursa, en kıymetli ibâdetle meşgul olmuş olur. Bundan dolayı âyetteki tekrardan maksad, kulları bu kelimeyi tekrar tekrar söylemeye teşvik etme olur. d) Allahü teâlâ, cümlesini birinci olarak, ibâdete yalnız kendisinin layık olduğunu bildirmek için; ikinci olarak da kendisinin adaletle hükmedeceğini ve zulmetmeyeceğini bildirmek için zikretmiştir. Cenâb-ı Hak (O), aziz ve hâkimdir" buyurmuştur. "Azîz", Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin, "hakîm" ise ilminin mükemmelliğine işaret etmektedir. İlâhın, ancak bu iki sıfatla ilâh olması mümkündür. Çünkü ilâhın adaleti ayakta tutması, ancak ihtiyaçların hepsinin mikdarını bilip, mahlûkatın işlerini yaratmaya kadir olmakla tam olur. Allah "azîz" vasfını "hakîm" vasfından önce getirmiştir. Çünkü O'nun kudretini bilmek, istidlal yolu ile bilgi etmede, O'nurı âlim olduğunu bilmeden önce gelir. İstidlali bilgilerde bu önce olduğu için ve hitap istidlal eden insanlara yapıldığı için, Allah, izzet sıfatını hikmet sıfatından önce zikretmiştir. |
﴾ 18 ﴿