27

"De ki: "Allahım, Ey mülkün sahibi sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri) alırsın. Dilediğin kimsenin kadrini yükseltir, dilediğini de alçaltırsın. Hayır, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye hakkıyla kadirsin. Geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü de gecenin içine sokarsın. Ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Sen, dilediğin kimseye hesapsız rızık verirsin"

Ayetinin Mâkabliyle Münasebeti

Bil ki Hak teâlâ tevhîd'in, nübüvvetin ve İslâm dininin doğruluğunun delillerini zikredip, sonra Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer seninle mücâdele ederlerse, (şöyle) de: "Ben, bana tabî olanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim etmişimdir" (Âl-i İmran, 20) deyip; daha sonra, O'na karşı çıkan ehl-i kitabın sıfatlarından Allah'ı inkâr etme ve peygamberler ile sâlih kişileri haksız yere öldürmeyi zikredip, "Kitaptan kendilerine bir nasib verilmiş olanları görmedin mi..." (Al-i imran, 23) âyetinde onların son derece inadcı ve isyankâr olduklarını anlatıp, "Cehennem bize ancak sayılı günlerde dokunacak" (Al-i imran, 24) âyeti ile, ne kadar büyük bir aldanış içinde olduklarını ifâde edip, daha sonra da "Onları, (vukuunda) hiç şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman halleri nice olacak!" diyerek onlar hakkında ilahî tehdidini zikredince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), O'nun ve O'na tâbi olanların yolunun, bu inadcı ve azgın kâfirlerin yolundan farklı olduğunu gösteren dua ve tesbihlerde bulunmasını emretmiş, Allah'ı nasıl yücelteceğini, nasıl ta'zim edeceğini O'na nasıl dua ve talepte bulunacağını öğreterekî "De ki: "Allahım, Ey mülkün sahibi..." buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili bir kaç mesele vardır:

Lafzı Hakkında Bilgi

Nahiv âlimleri, lafzl hakkında ihtilâf etmişlerdir. Halil ve Sibeveyh bu lafzın, (Ey Allah) manasında olup, sondaki şeddeli "mim" harfinin ise nida edatının yerini tuttuğunu söylemişlerdir.

Ferrâ'ya gelince, bu lafzın aslının, Ey Allah'ım, (hakkımda) hayrı dile" tabiri olduğunu, çok söylendiği için nida edatı ile (......) kelimesinin hemzesini Arapların hazfettiklerini, böylece bu cümleninşekline dönüştüğünü söylemiştir. Bunun bir benzeri de, Arapların"gel" sözleridir. Bu sözün aslı dır. Buna, (......) kelimesi bitişerek, şeklini almıştır.

Halil ile Sibeveyh'in, Ferrâ'nın görüşünün yanlışlığına dair delilleri şunlardır:

1- Eğer durum, Ferrâ'nın dediği gibi olsaydı, arada bir atıf harfi olmaksızın "Allah'ım, şöyle yap" denilemeze. Çünkü bunun takdiri, meselâ "Allah'ım, hayrımızı dile ve bizi bağışla" şeklindedir. Halbuki, "Allahümme" kelimesinden sonra atıf harfi getiren hiçbir kimse görmedik.

2- Bu, Zeccâc'ın delilidir: Şayet durum Ferrâ'nın dediği gibi olsaydı, bu ifâdenin aslına göre de söylenmesi caiz olur ve denilebilirdi. Nitekim "Yazıklar olsun" denilir. Bu ifâde aslı üzere kullanılarak da denilir.

3- Eğer durum Ferrâ'nın dediği gibi olsaydı, nida harfi hazfedilmiş olur vedenilmesi de caiz olurdu. Bu caiz olmadığına göre, Ferrâ'nın görüşünün yanlış olduğunu anlarız.

Aksine biz diyoruz ki: Nida harfinin bulunması gerekir. Nitekim "Ya Allah, beni bağışla" da denilir.

Ferrâ bütün bunlara şöyle diyerek cevap verir: Birinci görüşünüz zayıftır. Çünkü (......) ifâdesi, Allah'ım kastet, dile" mânâsındadır.

Eğer bunun mânâsı, şeklinde olsaydı, bu durumda ma'tuf, ma'tûfun aleyhten başka birşey olurdu. Böylece de istenen şey ikiye çıkmış olurdu: Birisi, onunayrımızı) dile' sözü; ikincisi ise"Bizi bağışla" sözüdür. Fakat biz atıf harfini hazfettiğimiz zaman, onunsözüsözünün bir açıklaması olmuş olur Böylece de her İkisi ile taleb edilen şey, tek bir şey olmuş olur ve bu daha te'kidli olur. Kur'ân'da bunun benzerleri çoktur.

İkinci görüşünüz de zayıftır. Çünkü bize göre bunun aslı, "Ey Allah, hayrımızı dile" ifadesidir. Bunun asıl üzere kullanılabileceğini kim inkâr ediyor. Yine pek çok lafızda, fer'in aslın yerini tutması caiz değildir. Baksana, Halil ile Sibeveyh'e göre, "O, ne kerimdir!" ifâdesinin mânâsı, "Hangi şey onu böylesine kerim yaptı?" şeklindedir. Sonra taaccüb mânası sadedinde aslının bu şekilde olduğunu iddia ettikleri bu söz, hiç kullanılmamıştır lafzında da böyledir.

Üçüncü görüşünüz de zayıftır. (......) denilemiyeceğini kim kabul ediyor?" Ferra bu hususta şu şiiri nakletmiştir:

"Sana düşen, her tesbih ettiğinde veya her duâ ettiğinde "Ey Allah'ım" demendir."

Ferrâ sözüne devamla, "Basralıların "Bu, meşhur bir şiir değildir " şeklindeki sözlerinin neticesi, nakli yalanlamaya götürür. Biz bu kapıyı açarsak, dil ve nahiv namına hiç bir şey tenkidden halt kalamaz. Muarızımızın, "harf-i nidanın zikredilmesi lâzımdır" şeklindeki görüşüne cevap olarak da şunu söyleyebiliriz: Nida harfi bazan hazfedilebilir. Nitekim, Cenâb-ı Hak da:"Yusuf, ey çok doğru sözlü, bize fetva ver" (Yusuf, 46) âyetinde de nida harfini hazfetmiştir. Binâenaleyh böyle bir hazfin sadece bu isme tahsis edilmiş olması da uzak Dir ihtimal sayılmaz" demiştir.

Ferrâ daha sonra, Basralıların görüşünün yanlışlığına şu delilleri de getirmiştir:

a) Biz bu tabirdeki mîm harfinin, nida harfinin yerine getirilmiş olduğunu söylersek, nidayı münâdâdan sonraya bırakmış oluruz ki, bu kesinlikle caiz değildir. Çünkü, hiçbir zaman denilemez. Halbuki sizin görüşünüze göre, durum böyle olmaktadır.

b) Eğer bu harf, nida harfinin yerini tutmuş ve onun yerine getirilmiş olsaydı, bunun aynısının diğer isimlerde de yapılması caiz olurdu, denilebildiği gibi, (......) ve (......) de denilebilirdi.

c) Eğer mîm harfi nida harfinin yerine getirilmiş olsaydı, o zaman nida harfiyle mîm harfi, aynı anda bir kelimede bulunamazlardı. Ancak ne var ki, bizirr kendisiyle istidlal ettiğimiz şiirdemîm harfiyle nida harfi aynı anda bulunmuştur.

d) Biz, Arapların, kelimenin başına gelmiş olan, fakat kelimeden başka olan harflerin bir kısmının mânâsını ifâde etmek için, bu mim harfini tam isimlerin başına getirdiklerini görmemekteyiz. Binâenaleyh bu tek lafızda, bunu yapmak, dil konusunda umûmi olan bir kaidenin ve İstikranın hilâfına hükmetmek olur ki bu caiz değildir. Bu konuda söylenebilecek sözün tamamı, işte bundan ibarettir.

İkinci Mesele

(......) vasfının mansub oluşu hususunda iki görüş vardır:

a) Sibeveyh'in görüşüne göre bu, nidadan ötürü mansubtur."Deki: "Allah'ım, ey göklerin ve yerin yaratıcısı!" (Zümer, 46) âyetinde de durum aynıdır. Bunun, ifâdesinin sıfatı olması caiz değildir. Çünküisim ve harften meydana gelmiş bir lafızdır. Böyle birleşik bir lafzın sıfat olması mümkün değildir.

b) Bu kelime, Müberred ve Zeccâc'a göre, müfred münâda'nın sıfatıdır. Çünkü lafzı, sonundaki mîm ile birlikte, başında lı nida edatı bulunan müfred münadâ yerindedir. Sıfatın, nida edatının yanısıra kullanılması imkânsız olmadığı gibi, mîm harfinin yanısıra kullanılması da imkânsız değildir.

Bu Ayetin Nüzul Sebebi

Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethettiğinde ümmetine Bizans ve Fars İmparatorluklarımı da birgün ele geçireceklerini müjdeledi. Bunun üzerine münafık ve yahudiler,

"Olacak değil. Fars ve Bizans krallıkları Muhammed'in eline nasıl geçebilir. Onlar Muhammed'den daha güçlü ve kuvvetli" dediler.

Yine rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hendek Savaşı'nda, kazılacak hendeğin sınırlarını çizip, her on kişilik gurubun "kırk zira'lık bir yer kazmalarını" söyledi. Müslümanlar hendek kazarken, bîr yerae kazmaların gücünün yetmediği tepe gibi bir kaya karşılarına çıktı. Bunun üzerine Selmân (radıyallahü anh)'ı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gönderdiler, o da durumu haber verdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Selmân'ın elinden levyeyi alıp, o taşa öyle bir vuruş vurdu ki taş yarıldı ve taştan karanlık gecenin ortasında kandil gibi etrafı aydınlatan bir şimşek çıktı. Bunun üzerine hem Hazret-i Peygamber, hem de müslümanlar tekbir getirdiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sanki köpeklerin azı dişi gibi (sıra sıra) Hîre'nin köşkleri bana göründü" dedi. İkinci vuruşunda, "Bana, rum diyarının kırmızı sarayları göründü"; üçüncü vuruşta da, "Bana, San'a'nın sarayları göründü' dedi. "Ve Cebrail (aleyhisselâm) bana, ümmetimin bütün bu milletlere gâlib geleceğini haber- verdi, müjdeler olsun" buyurdu.

Bunun üzerine münafıklar, "Peygamberinizin asılsız va'adlerde bulunuşuna, Yesrib (Medine)'den, Hîre'nin köşklerini ve Kisra'nın saraylarını size haber verişine ve buraların elinize geçeceğine şaşmıyor musunuz? Halbuki siz şu anda, savaşa çıkmaya bile kadir olamıyorsunuz ve korkunuzdan hendek kazıyorsunuz" dediler. Bunun üzerine işte bu âyet-i kerime nazil oldu. Allah en iyisini bilendir.

Hasan el-Basrî de şöyle demiştir: "Hak teâlâ, Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, kendisinden, Fars ve Bizans Krallıkları'nın mülkünü kendisine vermesini istemesini ve Arapların üzerindeki zilleti Fars ve Rumlar üzerine geçirmesini niyaz etmesini emretti. Allah'ın bunu emretmiş olması, Hazret-i Peygamber'in duasını kabul edeceğine bir delildir. Diğer peygamberlerin durumu da aynıdır. Onlar bir dua etmekle emrolundukları zaman, onların o duaları mutlaka kabul olunurdu.

Dördüncü Mesele

"Mülk", kudret; "Mâlik" ise, kadir mânasındadır. "Mâlike'l-mülkü" vasfının mânâsı, kudrete kadir olan demektir. Binâenaleyh mana, "mahlûkâtın kadir oldukları şeyler üzerindeki her türlü kudretleri, ancak Allahü teâlâ'nın kadir kılmasıyla olur. Buna göre O, her kadiri, gücünün yettiği şeye kudretli; her mâliki de sahib olduğu mülke sahip kılan demektir.

Keşşaf sahibi, "Mâlike'l-mülk"ün; "O, mülkün cinsine sahiptir. Dolayısıyla O, mülk sahiplerinin sahip oldukları şeydeki tasarrufları gibi, mülk cinsinde tasarruf eder" manasında olduğunu söylemiştir. Bil ki Allahü teâlâ, kendisinin mutlak mânâda mâlikü'l-mülk olduğunu beyân edince, bundan sonra bunun teferruatına girip, şu beş şeyi zikretmiştir.

Mülkün Sahibi Olan Allah'ın Tasarrufatı

1- "Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" buyurmuştur. Bu ifâde hakkında âlimler çeşitli izahlar yapmışlardır.

Mülkden Nübüvvet Kasdolunmaktadır

a) Bundan murad, nübüvvet ve risâlet mülküdür. Nitekim Hak teâlâ: "Biz, gerçekten İbrahim soyuna da kitap ve hikmet verdik. Onlara büyük bir mülk bahşettik" (Nisa, 54)buyurmuştur. Peygamberlik, en büyük mülk mertebesidir. Çünkü âlimlerin diğer insanlar üzerinde, manen; zâlim hükümdarların da zahiren büyük tesirleri vardır. Peygamberlerin ise hem manen, hem de maddeten insanlar üzerinde tesiri vardır. Manen tesirleri, her insanın onların din ve şeriatlarını kabul edip, onun hak olduğuna inanmalarının gerekmesidir. Maddeten olan tesirleri de, insanlar isyan edip hakkı dinlemediklerinde, o insanların ölümü hak etmiş olmalarıdır.

Bazı insanların, kendileri gibi bir insanı Allah'ın peygamber olarak göndermesini imkânsız görmeleri, bu izahı kuvvetlendirir. Böylece Allahü teâlâ, onların "Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi" 94) dediklerini nakletmiş ve "Eğer onu bir melek yapsaydık, onu da muhakkak bir insan (şeklinde)gösterirdik" (Enam, 9)buyurmuştur.

Bazı insanlar da, Allah'ın insan bir peygamber gönderebileceğini kabul etmiş, fakat "Şu Kur'ân iki memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 31) dedikleri, âyette de nakledildiği gibi, "Muhammed, fakir ve yetim birisidir. Bu büyük makam ona nasıl yakışır?" demişlerdir. Yahudiler, "Peygamberlik bizim ata aittir. Kureyş, nübüvvet ve kitap ehli değildir. Binâenaleyh nübüvvet, Muhammed'e nasıl yakışır?" derlerken; münafıklar da, "Yoksa onlar Allah'ın fazlından insanlara verdiği şeylere hased mi ediyorlar" (Nisa, 54) âyetinde de belirtildiği gibi, Hazret-i Peygamber'in nübüvvetini çekemiyorlardı.

Yine biz, Cenâb-ı Hakk'ın: "O inkâr edenlere de ki: "Yakında mağlub olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. O, ne kötü yataktır" (Âl-i imran, 12) âyetini tefsir ederken, yahudilerin sayılarının, silâhlarının ve kuvvetlerinin çokluğu ile Hazret-i Peygamber'e karşı büyülendiklerini söylemiştik. Sonra, Cenâb-ı Hak, bütün bu zümrelere mülkün yegâne mâlikinin kendisi olduğunu, dolayısıyla da mülkünü istediği kimselere vereceğini beyân etmek suretiyle reddiyede bulunmuş ve, "Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" buyurmuştur.

Buna göre şayet, "Siz Allahü Teâlâ'nın, "Sen mülkü dilediğine verirsin" buyruğunu, nübüvvet mülkünü vermek mânasına alırsanız, o zaman O'nun "Mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" ifâdesini de, peygamber yapmış olduğu kimseleri, peygamberlikten bazan azleder anlamına hamletmemiz gerekir.

Halbuki, bunun caiz olmadığı bilinen bir husustur" denilirse, biz deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:

Birinci cevap: Allahü teâlâ peygamberliği bir kimsenin sülalesine verip, sonra da nübüvveti onun neslinden çekip alarak, bununla bir önceki soydan olmayan başka bir insanı şereflendirince, Allahü teâlâ'nın, peygamberliği onlardan çekip almış olduğunun söylenmesi doğru olur. Yahudiler nübüvvetin, mutlaka ve mutlaka, İsrâiloğulları içinde kalacağına inanıyorlardı. Allahü teâlâ Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i nübüvvet ile şereflendirince, "O nübüvvet mülkünü İsrailoğullarından alıp Araplara verdi" denilmesi doğru olur.

İkinci cevap: O'nun, "Mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" buyruğundan maksat, onu verdikten sonra çekip geri alma mânası değil de, onları, o mülkünden mahrum edip onlara o mülkü vermeme mânâsıdır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın: "Allah îman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır" (Bakara, 257) âyetidir. Oysa ki bu tabir asla küfür zulmetine düşmemiş olan kimseleri de içine alır...

Yine Allahü Teâlâ, kâfirlerin, peygamberlere (aleyhisselâm), "...Yahud mutlaka bizim dinimize döneceksiniz" (A'raf, 88) dediklerini, o peygamberlerin de, "Sizin dininize dönmemiz olacak şey değildir, Rabb'imiz olan Allah dilerse başka..." (A'raf, 89) dediklerini haber vermiştir. Oysa ki peygamberler, hiçbir zaman onların dininde olmamışlardır. Cenâb-ı Hakk'ın: "Mülkü dilediğine verirsin" buyruğunu nübüvvet mülkü şeklinde tefsir edenlerin görüşlerinin izahı konusundaki sözün özeti budur.

Mülkten, Makam Ve Mal Çokluğu Kasdolunmuştur

b) Mülkden murad, örfde mülk olarak adlandırılan her şeydir. Bu da şu şeylerin tamamından ibarettir:

1- Mal ve makam çokluğu...

Mal çokluğuna gelince, bu ifâdenin içine canlı ve cansız her şey; evler, gelir getiren araziler, tarlalar, ekinler ve nesiller dahildir..

Makam çokluğuna gelince, bu bir kimsenin insanlar nazarında heybetli ve güç sahibi, sözü yerine getirilen ve kendisine itaat edilen bir kimse olmasıyla olur.

2- Bu, bir kimsenin, başkalarının kendisine itaat, emir ve yasaklan doğrultusunda hareket etmesinin vâcib olduğu bir mevki ve makamda bulunmasıyla olur.

3- Bu, bir kimsenin, birisi mülkünde kendisiyle münazaaya girip tartıştığında, tartışmaya giren o kimseyi ezip onu mağlub edebileceği bir makamda bulunmasıyla mümkün olur. Bütün bunların ise, sadece Allah tarafından meydana getirilebileceği bilinen bir keyfiyyettir.

Birinci şıkka gelince: Biz son derece zeki olan topluluklar görüyoruz.. Onlar son derece yorulup, en büyük ilgi ve itinayı göstermelerine rağmen, azıcık mal dahi elde edemiyorlar. Yine biz, gafil ve ahmak olan nice kimseler görüyoruz ki, sayısız derecede mal ve mülke sahiptirler...

Makam elde etmeye gelince, bu daha da açıktır. Çünkü biz nice hükümdar ve yönetici görmekteyiz ki, makam elde etmek uğruna çok büyük mallar harcıyorlar, fakat buna rağmen halkın ve tebaanın gözünde, her gün daha fazla zelil ve hakir olmaya devam ediyorfar. Durum bazen bunun aksi olabilir. Bu da, insanın gönüllerde büyümesi, kalblerde şecaat ve heybet arzetmesi, kendisine büyük-küçük herkesin boyun eğip inkiyâd etmesi ve uzak-yakın herkesin ona boyun eğmesiyle olur.

İkinci şıkka gelince, ki bu kendisine boyun eğmenin vâcib olmasıdır. Bunun, Allahü teâlâ'nın kullarından bazısını kendisiyle şereflendirdiği malûm olan bir keyfiyyettir.

Üçüncü şıkka gelince, ki bu kendisiyle münazaa eden kimseyi mağlub edip yenmektir. Bunun da ancak Allahü teâlâ'nın yardım ve tevfikiyle olacağı da herkesçe bilinen bir husustur. Çünkü biz, nice az grupların, Allah'ın izniyle çok ve kalabalık zümrelere galip geldiğini müşahede ettik. İşte şu durumda aklî delille de, Allahü Teâlâ'nın, "Mülkü dilediğine verirsin" buyruğunun doğruluğu ortaya çıkmış oldu.

Bil ki, burada Mu'tezile'nin görüşü bulunmaktadır. Ka'bî şöyle der: "O'nun, "Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de (geri) alırsın" sözünün mânası irâde ve ihtiyar yoluyla değil, ancak müstehak olma yoluyladır. Böylece Cenâb-ı Hak, mülkü onun hakkını verecek olan kimseye verir; yine onu ancak, Rabb'inin emrine isyan eden kimselerden çekip alır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Zalimler ahdime nail olamaz" (Bakara, 124) âyeti de buna delâlet eder. Yine Cenâb-ı Hak, "Salih kulu" (Tâlût) hakkında, "Muhakkak Allah onu sizin üstünüze beğenip seçmiştir. Ona ilimce ve vücudca bir üstünlük vermiştir" (Bakara. 247) buyurmuş ve bunu mülkün sebebi kılmıştır."

Cübbâî de şöyle demektedir: "Bu hüküm, âdil hükümdarlar hakkındadır. Fakat zâlim hükümdarların mülklerinin Allah'ın vermesi ile olması caiz değildir. Hem bu nasıl Allah'ın vermesi ile olur ki. Çünkü Allahü teâlâ, onların melik olmamalarını gerekli kılmış ve onları bundan men etmiştir. Böylece bizim bu söylediklerimizle, Allahü teâlâ'nın kendilerine hükümdarlık verdiği kimselerin sadece âdil hükümdarlar olduğu, zâlim hükümdarların ise böyle olmadığı sabit olmuş olur.

Mu'tezile şöyle demiştir: "Bunun bir benzeri de, bizim rızık hakkında söylediğimiz husustur. Rızık mefhumuna, Allah'ın istifâde edilmesini yasakladığı ve sahibine verilmesini emrettiği haram şeyler girmez. Burada da böyledir. Mülkü almak bunun aksinedir. Çünkü kendisini gerektiren bir menfaattan ötürü mülkü âdil hükümdarlardan çekip alabileceği gibi, zâlim hükümdarlardan da çekip alabilir. Mülkün çekilip alınması şu şekillerde olur: Ölüm ile, aklın giderilmesi ile, kuvvet, güç ve hislerin alınması ile, çeşitli musibetlerin gelip malların telef olmasıyla olabilir. Bir de, Allahü teâlâ hak yolda olan kimseye, bâtıl yolda olan zorba hükümdarların elindeki mülkü çekip almasını emreder, Ona güç ve muzafferiyet verir. Binâenaleyh hak yolda olan bir hükümdar, böyle bâtıl yoldaki birisi ile savaşıp, onu yenerek mülkünü elinden aldığı zaman, bu çekip almanın da Allah'a isnad edilmesi caiz olur. Çünkü bu da O'nun emri ile tahakkuk etmiştir. Allah'ın Fars mülkünü, Peygamberinin vasıtasıyla çekip alması, işte bu tarz üzere olan bir çekip almadır." Bu konuda, Mu'tezile'nin sözünün tamamı budur.

Bil ki bu konu, son derece önemli bir konudur. Bu böyledir, çünkü mülkün zâlim olan bir kimsenin eline geçmesi hâlinde şöyle denilebilir: Bu, ya herhangi bir fail olmadan meydana gelmiştir veya o zâlim kimsenin fiiliyle meydana gelmiştir veyahut da Allah'a ait birtakım sebepler vasıtasıyla meydana gelmiştir....

Birinci ihtimal, bir yaratıcının bulunmamasını gerektirir..

İkincisi de bâtıldır, çünkü herkes mülkün ve devletin kendisine ait olmasını ister.. Dolayısıyla bu ortamda, her isteyen bunu elde edemez.

Binâenaleyh, geriye sadece şöyle denilmesi kalır. Zâlimin mülkü, ancak Allahü Teâlâ'nın o mülkü ona vermesiyle bulunur.. Bu, açık bir sözdür. Bunu, şu husus da teyid etmektedir: Bir kimse bazan, insanların kendisine saygı gösterdiği, kalblerin kendisine meylettiği bir makamda bulunur; yardım onun yoldaşı, zafer ise, dostu olur; her neye el atsa gayesine ulaşır... Bazan da bunun tersi olur.. Bir kimse, hükümdarların bu değişik durumları hakkında iyice düşününce, bütün bunların ancak Allah'ın takdiri ile olduğunu bilmeye mecbur kalır... İşte bu sebepten dolayı şairlerin hakimi şöyle demektedir:

"Eğer zenginlik beceri ve kurnazlıkla olsaydı, sen benim, göğün basamaklarının en yücesine tutunup, yükseldiğimi görürdün.

Ama ne var ki, zenginlikten mahrum oluş, akıllı kimselerin nasibidir. Çünkü, zenginlik ve akıl, birbirinden iyice uzak olan iki şeydir.

Kaza ve kaderin varlığına ve mevcudiyetine delâlet eden şey de, akıllı kimselerin muhtaç, ahmağın yaşantısının ise, çok hoş olmasıdır."

c) Hak teâlâ'nın, "Mülkü dilediğine verirsin" beyânı, bütün mülk çeşitlerine hamledilmiştir. Böylece bu ifâdenin muhtevasına nübüvvet, ilim, akıl, sıhhat ve güzel ahlâk, nüfuz ve kudret, muhabbet, mal ve mülk de girer. Bu böyledir. Çünkü lafız umumîdir; delilsiz tahsis etmek caiz değildir.

Hak teâlâ'nın:"Dilediğin kimsenin kadrini yükseltir, dilediğini de alçaltının" beyânına gelince, bil ki "İzzet" bazan dinî, bazan da dünyevî olur. Dinî husustaki izzet çeşitlerinin en şereflisi imandır. Nitekim Cenâb-ı Hak: "Halbuki izzet, kuvvet ve galibiyyet Allah'ındır, peygamberinindir, mü'minlerindir" (Münafikun, 8) buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, izzeti gerektirecek şeylerin en kıymetlisi iman; zilleti gerektiren şeylerin en kötüsü ise küfür olduğuna göre, bu durumda şayet iman ve küfür, sırf kulun dilemesiyle meydana gelmiş olursa, kulun, nefsini imanla azîz ve şerefli kılması veyahut da onun küfür ile kendisini zelil ve hakîr kılması, Allah'ın o kulu azîz kılınacak her şeyle azîz ve şerefli kılmasından veyahut da, zelil kılınacak her türlü şeyle onu zelil kılmasından daha büyük bir şey olmuş olur.

Eğer durum böyle olsaydı, kulun bu sıfatlardaki payı, Allah'ın payından daha tam ve daha mükemmel olurdu. Bunun kesinlikle bâtıl olduğu da herkesin malumudur. Böylece, iman ve hak ile şerefli, küfür ve bâtıl ile de zelîl kılmanın ancak Allah tarafından olduğunu anlamış oluyoruz. İşte yaptığımız bu izah, bu meselede son derece güçlü bir izahtır.

Kâdî şöyle demektedir: Allah'a nisbet edilen şereflendirme, bazen dinî, bazen de dünyevî olur. Dinî olanına gelince, bu şudur: Sevabın, gerek dünyada gerekse âhirette mutlaka tazîmi, medhi ve şerefi ihtiva etmesi gerekir. Yine Allahü Teâlâ kullarına çok lütuflarda bulunmak suretiyle yardım eder ve onları menfaatlerine uygun bir biçimde düşmanlarına üstün getirir. Dünyevî olanına gelince bu, o kimseye canlı ve cansız birçok mal vermek, ekinlerini ve hayvanların doğurganlığını arttırmak ve halkın kalbinde ona karşı bir saygı hissi yaratmak suretiyle olur.

Bil ki bizim görüşümüz, yukarıdaki açıklamaları kabul edemez. Çünkü, Allahü Teâlâ'nın sevap hakkındaki tazimi, O'na vâcib olup, yerine getirmesi gereken bir haktır. Eğer Allah bunu yapmazsa, ilâh olmaktan uzaklaşır ve mahtûkatın ilâhı da olamaz. Böylece Hak teâlâ, bu tazimleri vermek, göstermek suretiyle kendisinin Hanlığını zeval bulmaktan korumuş olur. Ama kula gelince o, bu tazimleri gerektiren imanı kendisine tahsis edince, işte kendisini aziz kılan o olmuş olur. Böylece de onun kendi nefsini aziz kılması, Allah'ın onu aziz kılmasından daha büyük olmuş olur. Bu sebeple biz, zikredilen bu sözün, muarızlarımızın aleyhine bir söz olduğunu anlamış oluruz.

Hak teâlâ'nın "Dilediğini de alçaltırsın" sözüne gelince, Cübbâî bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Allahü Teâlâ dünya ve âhirette, sadece kendi düşmanlarını zelîl eder. Ama, hiçbir dostunu, fakir düşürse, hasta etse ve başkalarına muhtaç kılsa bile, asla zelîl kılmaz.. Çünkü Allahü Teâlâ bütün bu sıkıntıları, dostlarını âhirette azîz ve şerefli kılmak için yapmıştır. Bu da ya sevap ya da bedel yoluyla olur. Bu tıpkı bir kan aldırma ve hacamat yapma gibidir.. Çünkü bu iki şey, her ne kadar o anda acı ve elem verseler bile, ancak bunların peşinden büyük fayda temin edileceği için, bunların bir azab verme vasıtası olduğu söylenemez." Cübbâî sözüne devamla şöyle der: "Fakirlik zillet olarak vasfedilirse, bu mecazî mânâdan dolayıdır. Nitekim Allahü Teâlâ mü'minlerin birbirlerine olan yumuşaklığını da "Mü'minlere karşı alçak gönüllü..." (Maide, 54) tabiriyle zillet olarak adlandırmıştır.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Allah'ın bâtılı savunan kulunu zelîl kılması, ancak şu şekillerde olabilir:

a) Zemmetmek ve lanetlemek.

b) Onları yardım ve hüccetten mahrum bırakmak,

c) Onlara, kendi dinindeki kimselerin işlerini gördürtmek, hizmet ettirmek ve onların mallarını müslümanlara ganimet yapmak...

d) Ve onlara, âhirette ceza vermek." Mu'tezile'nin sözünün tamamı, işte budur.

Bize göre Allahü Teâlâ, bazı kimseleri İman ve marifetle aziz kılar, bazı kimseleri de küfür ve dalâlet ile zelîl kılar. Azîz kılma ile zelîl kılmanın en büyüğü, işte bunlardır. Bunun böyle olduğunu şunlar da göstermektedir:

a) İslâm'ın azîz, küfrün de zelîl kılınması işinin mutlaka bir faili olması gerekir. Bu fail ya kuldur veyahut da Allah'dır. Birinci ihtimal bâtıldır, çünkü hiç kimse küfrü benimsemez... Aksine, herkes iman etmeyi, marifeti ve hidâyeti ister. Kul iman etmeyi isteyip, fakat bunu elde edemez, bilâkis cehalete ulaşırsa, bunun meydana gelmesinin kuldan değil, Allah tarafından olduğunu anlamış oluruz.

b) Kulda meydana gelen cehalet, ya bir şüpheden dolayı meydana gelmiştir veyahut da kulun onu, bizzat kendisinin icad etmiş olduğu söylenebilir. Birinci durum bâtıldır; çünkü, şayet her cehalet kendisinden önce bulunan bir başka cehalet sebebiyle bulunmuş olsaydı, teselsül gerekirdi. Bu ise, imkânsızdır. Binâenaleyh geriye şöyle denilmesi ihtimali kalır: Bütün bu durumlar, kulun, Önce geçen bir sebep kesinlikle bulunmaksızın, onun doğrudan doğruya yaptığı bir cehalete dayanır. Ancak ne var ki, biz içimizde, hiçbir akıllının, gerektiren bir sebep olmadan cehalet üzere olmasına razı olacağını sanmıyoruz. Böylece bunun, Allah'ın kulunu zelîl kılması ve hüsrana uğratmasıyla tahakkuk ettiğini anlamış oluyoruz.

c) Biz, fiilin mutlaka bir sebebi ve bir müreccihi olduğunu, bu müreccihin ise Allah olduğunu beyân etmiştik. Eğer bu tercih hayır tarafında olursa, bu azîz kılma; eğer cehalet, şer ve dalalet tarafında olursa, bu da zelîl kılma olur. Böylece, azîz ve zelîl kılanın Allahü Teâlâ olduğu ortaya çıkmış olur.

Cenâb-ı Hakk'ın "Hayır, yalnız senin elindedir" ifâdesine gelince, bil ki, (......) kelimesinden murad, kudrettir. Buna göre mâna, "Hayır, yalnız senin kudretindedir" şeklinde olur. lafzındaki elif-lâm umûm ifâde eder. Buna göre mânâ, "Her türlü bereket ve hayırlar, ancak senin kudretinle meydana gelir" şeklinde olur. Yine, Hak teâlâ'nın, tabiri, hasr ifâde eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Hayır, senin; -başkasının değil, yalnız senin- elindedir..." demek istemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Sizin dininiz ancak size; benim dinim de, ancak bana... " (Kâfirun, 8) buyurmuştur. Yani, "Sizin dininiz size, -başkasına değil-..." demektir. İşte bu hasr, hayrın başkasının elinde olmasını nefyeder. Böylece, elîf-lâm'ın umûmu ifâdesinin de hasr ifâde etmesi sebebiyle bu âyet, bütün hayırların Allah'dan olduğuna; O'nun yaratması, O'nun tekvini, îcadı ve ibdâı ile meydana geldiğine delâlet eder.

Bunu iyice anladığında biz deriz ki, hayırların en üstünü ve en mükemmeli, Allah'a iman edip O'nu tanımaktır. Bu sebeple, hayrın da kulun yaratmasıyla değil, Allah'ın yaratmasıyla olması gerekir. İşte bu açık bir istidlaldir. Âlimlerimizden, bunu iyice açıklayıp şöyle diyenler vardır: İki failden birisi, diğerinin fiilinden daha üstün ve şereflisini yaptığı zaman, bu fail, bu iyisini yapan kimse diğerinden daha mükemmel ve üstün olmuş olur. İmanın hayır ve, hayrın dışında bulunan her şeyden üstü.-; olduğu hususunda hiçbir şüphe yoktur. Buna göre şayet iman etme işi, Allah'ın yaratmasıyla değil de kulun yaratmasıyla olmuş olsaydı, kulun hayırlı, faziletli ve mükemmel olmak gibi hususlarda, Allah'dan daha ileri derecede bulunması gerekirdi. Bu ise, çok çirkin olan bir küfürdür. Böylece bu âyet, bu açıdan da, imanın Allah'ın yaratması ile olduğuna delâlet etmektedir.

Eğer, "Bu âyet, bir başka açıdan sizin aleyhinize hüccettir. Çünkü, Allahü Teâlâ "Hayır ancak senin elindedir" buyurunca, bunun mânâsı, "Senin elinde sadece hayır vardır" olur.. Bu da, küfrün ve masiyetin, Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmesini gerektirir" denilirse, buna şöyle cevap verilir:

Hak teâlâ'nınözü, hayrın yalnız O'nun elinde olduğunu, başkasının elinde olmadığını ifâde eder. Bu da, hayrın başkasının elinde olmasını nefyeder, ama O'nun elinde hayır ve hayrın dışında kalan şeylerin bulunmasını asla nefyetmez. Ancak ne var ki, Cenab-ı Hak burada, kendisinden istifâde edilen şey olduğu için, Özellikle hayrı zikretmiştir. İşte bu mânâdan dolayı burada hayır kelimesi saraheten zikredilmiştir.

Kâdî şöyle demektedir: "Şayet Hak teâlâ, kullar tarafından yapılan her hayra Allah onları muktedir kılıp, onları bu hayra iletmeseydi, onlar bunu yapamazlardı. İşte bu mânâ ve sebepten dolayı, Allah'a nisbet edilmiştir."

Ancak ne var ki, bu zayıf bir görüştür. Çünkü bu izaha göre hayrın bazısı Allah'a, hayırların en şereflisi olan (İman) ise, kula nisbet edilmiş olur ki, bu da bu nassın hilâfınadır.

Hak teâlâ'nın"Şüphesiz ki sen, her şeye hakkıyla kadirsin" buyruğuna gelince bu, daha önce zikredilen, Cenâb-ı Hakk'ın mülkü veren, çekip alan, insanları azîz ve zetîl kılan yegâne mâlik olması hususlarını bir te'kid gibidir.

Gece Ve Gündüzün Uzayıp Kısalması

Hak teâlâ'nın:geceyigündüzün içine sokarsın, gündüzü de gecenin içine sokarsın" âyeti ile ilgili iki vecih vardır:

T- Allahü teâlâ geceyi kısaltır, ondan kalan kısmı da gündüze ilave eder. Bazan da bunun tersi olur. Hak teâlâ, âlemin (dünyanın) düzenini buna bağladığı için bunu böyle yapmıştır.

2- Bundan murad şudur: Allahü Teâlâ gündüzün peşinden geceyi getirir ve dünyaya gündüzün ışığı hakim iken, ona karanlığı giydirir. Sonra gecenin peşinden de gündüzü getirir ve dünyaya gündüzün ziyasını giydirir. Binâenaleyh gece ile gündüzün birbirlerine girdirilmesinden murad, her birinin diğerinin hemen peşinden yaratılması olmuş olur.

Birinci mânâ âyetin lafzına daha uygundur. Çünkü gündüz uzun olup da ondan (hergün) kısaltılan kısım geceye katıldığında, ondan kısaltılan bu kısımlar geceye dahil olmuş olur.

Allah Ölüden Diri, Diriden Ölü Çıkarır

Cenâb-ı Hakk'ın: 'Ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın" buyruğu ile ilgili bazı meseleler var:

Birinci Mesele

Bir kısım imamlar (......) kelimesini şeddeli olarak (......) şeklinde, diğer birkısım imamlar ise şeddesiz (......) şeklinde okumuşlardır. Bunlar aynı mânâya gelen iki değişik okuyuş şeklidir. Müberred, "Basralıların bu iki kıraatin de eşit olduğu hususunda icmâ ettiklerini" söylemiştir. Nitekim Araplar şu şiiri söylemişlerdir: "Ölü, ancak dirilerin ölüsüdür." Bu (......) ve (......) kelimeleri gibidir. Bazıları da, (......) kelimesinin "ölmüş olan" mânâsına; (......) kelimesinin ise, "henüz ölmemiş kimse" mânâsına geldiğini söylemişlerdir.

İkinci Mesele

Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

1- Allah İbrahim'i Âzer'den meydana getirdiği gibi, kâfirden mü'min; Nuh'dan Kenan gibi kâfirleri meydana getirdiği gibi de, mü'minden kâfir çıkarır.

2- İyiden kötüyü, kötüden iyiyi çıkarır.

3- O, meniden canlıyı, yumurtadan kuşu ve canlıdan nutfeyi. kuştan yumurtayı çıkarır.

4- Tane'den başağı, başaktan taneyi, çekirdekten hurma ağacını, hurma ağacından çekirdeği çıkarır. Kaffâl (r.h), bu ifâdenin bütün bu mânâlara ihtimali olduğunu söyleyerek şöyle devam etmiştir: "Küfür ile iman meselesinde Cenâb-ı Hak, "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz..." (En'am, 122) buyurmuş, "ölü" ile kâfir olanı, "diriltme" ile de onu hidayete erdirmesini murad etmiştir. Böylece küfrü ölüm, imanı da hayat saymıştır. Yine Hak teâlâ, topraktan bitkiyi çıkarmayı "diriltme", bundan öncesini de "ölüm" kabul etmiş ve "Ölümden sonra yeryüzünü diriltir" (Rum, 50); "Derken biz o (bulutu) ölü bir toprağa sürüp onunla yeri, ölümünün ardından canlandırmışızdir" (Fatır, 9) ve "Allah'ı nasıl olup da inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz ölüler iken, sizi O diriltti. Sonra sizi yine öldürecek, tekrar diriltecek.." (Bakara. 28) buyurmuştur.

Allahü teâlâ'nın: "Sen, dilediğin kimseye hesapsız rızık verirsin" beyânı ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:

a) Allah, dilediği kimselere dilediği şeyleri verir. Bundan dolayı o kimse Allah'a hesap soramaz. Çünkü O'nun üzerinde, O'nu hesaba çekecek hiçbir hükümdar yoktur. Aksine dilediği kimselere hesapsız nimetler veren Melîk O'dur...

b) "Sen, dilediğin kimseleri sınırsız ve hadsiz olarak rızıklandırırsın. Ona bolca rızık verir ve rızkını genişletirsin." Nitekim birisinin bağışı çok olarak tavsif edilmek istendiğinde, "Falanca hesapsız infâk eder" denilir. Arapların, insanın malının çokluğunu ifâde etmek için kullandıkları benzeri bir sözleri de, "O'nun sayısız malı var" şeklindedir.

c) "Sen, dilediğin kimseleri hesapsız olarak rızıklandırırsın" yani "müstehak olmayan kimselere de, sırf fazl-ı İlâhin olarak bunu yaparsın." Çünkü müstehak olmaya göre veren kimse, sınırlı vermiş olur. Bu mânâya taraftar olan birisi şöyle demiştir: "Sen kullarını, amellerine göre rızıklandırmazsın." Allah en iyisini bilendir.

Mü'minlerden Başkasını Dost Edinmenin Tehlikesi

27 ﴿