89"Kendilerine apaçık deliller gelmiş, o peygamberin şüphesiz bir hak olduğuna şahitlik de etmişler iken, imanlarının peşinden küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete erdirir? Allah zâlim bir topluluğu hidâyete erdirmez. Muhakkak ki Allah'ın, meleklerin, bütün insanların laneti onların üzerine olsun!.. İşte böylelerinin cezası.. Onlar, cehennemin içinde ebedî kalıcıdırlar. Onlardan ne azâb hafifletilir, ne de onlara bir mühlet verilir.. Ancak bundan sonra tevbe edenler ve hallerini düzeltenler müstesna. Çünkü Allah çok affedici ve çok merhametlidir" . Bil ki Allahü teâlâ, İslam ve iman işinin önemini "Kim İslam'dan başka bir din ararsa, bu ondan asla kabul edilmeyecek ve o kimse, âhirette en büyük zarara uğrayanlardan olacaktır" buyruğu ile ortaya koyunca, bu önemi, İslam dinine girmeyen kimselere vereceği cezayı belirterek te'kid etmiş ve "İmanlarının peşinden küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir?" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: Bu âyetin sebeb-i nüzulü hususunda şu görüşler ileri sürülmüştür: 1- " İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bu âyet, önce inanıp da sonra irtidâd ederek kaçıp Mekkelilere sığınarak, Hazret-i Peygamber'in başına zamanın belâlarının gelmesini beklemeye başlayan on kişilik bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Cenâb-ı Hak onlar hakkında, işte bu âyeti indirmiştir. Onların içinde tevbe edenler bulunduğu için, bu tevbe etmiş olan kimseleri 'Bundan sonra tevbe edenler müstesna..." ifadesiyle istisna etmiştir. 2- Yine İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu âyet, Kurayza, Nadîr ve onların dininde olan yahudiler hakkında nazil olmuştur ki, onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmeden önce, ona inanıp, nübüvvetine şehadette bulunduktan sonra O'nu inkâr etmişlerdir. O, bizzat peygamber olarak gönderilip, onlara apaçık delil ve mu'cizeler getirince, sırf haset ve kıskançlıklarından dolayı, O'nu inkâr etmişlerdir." 3- Bu âyet, Hars İbn Süveyd hakkında nazil olmuştur. Hars, ensârdan bir kimse idi. Mürted olduğuna pişman olunca, kavmine "Benim tevbem kabul olunur mu?" diye Hazret-i Peygamber'e sormaları için haber yollar.. Kardeşi ona, hakkında âyet nazil olduğunu bildirince, bunun üzerine o da kalkıp Medine'ye gelerek, Hazret-i Peygamber'in huzurunda tevbe eder. Hazret-i Peygamber de onun tevbesini kabul eder. Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Bu âyetler hakkında âlimler, şu iki görüşü beyân etmişlerdir: Bazıları, Hak teâlâ'nın Âl-i İmran 85-90. âyetlerinin aynı olay hakkında nazil olduğunu; bazıları da, kıssanın başlangıcının Âl-i İmran 91. âyeti olduğunu söylemişlerdir. Sonra bu iki izaha göre de, burada şu iki görüş söz konusudur: a) Bu âyetler, Ehl-i kitap hakkındadır. b) Bu âyet, daha önce de açıkladığımız gibi, iman edip de, sonra İslam'dan dönen bir topluluk hakkındadır. Âlimler, Hak teâlâ'nın, "İmanlarının peşinden küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete erdirir?" ifâdesinin tefsiri hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Mu'tezile: "Çünkü bizim temel kaidelerimiz, Allahü Teâlâ'nın, bildirme, deliller koyma ve lütuf fiillerini ihsan etme mânasında olmak üzere, bütün insanları dine sevkettiğine şehadette bulunmaktadır. Çünkü yukardaki hususlar herkesi içine almış olsaydı, kâfirle, sapmış olan kimseler mazur olurlardı. Sonra Cenâb-ı Hak, o kâfirleri hidâyete erdirmediğine dair hüküm vermiştir. Binâenaleyh, hidâyet lafzını, deliller getirip ortaya koyma manasının dışında başka bir biçimde tefsir etmek gerekir" demiş ve bu hususta şunları zikretmişlerdir: a) Bu âyetten maksat, Cenâb-ı Hakk'ın, mü'minlere imanlarına karşılık bir sevap olsun diye vermiş olduğu lütuf fiillerini ihsan etmemesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bizim uğrumuzda mü'cahede edenleri, muhakkak ki yollarımıza hidâyet ederiz" (Ankebut. 69); "Allah, hidâyete ermiş olanların hidâyetini artırır" (Meryem. 77); "Hidâyete ermiş olanların hidayetini arttırmış...." (Muhammed, 17) ve "Allah, rızasına tabi olanları, onunla selamet yollarına ulaştırır" (Maide. 16) buyurmuştur. İşte bütün bu âyetler, Allahü Teâlâ'nın, hidâyete ermiş olan kimselerin hidâyetlerini bazan arttırabileceğine delâlet etmektedir. b) Bu ifâdeden maksadın, Allahü Teâlâ'nın, kâfirleri cennete iletmemesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gerçekten, o inkâr edip kâfir olanlar ve zulmedenler (yok mu), Allah onları asla bağışlayacak değildir. Onları cehennemin yolundan başka bir yola da iletecek değildir" (nisa, 168), ve "(Fakat) İman edip salih amel işleyenleri, imanları sebebiyle, Rab Taâlâ, altlarından ırmaklar akan na'îm cennetlerine erdirir" (Yunus, 9) buyurmuştur. c) Bu âyetteki hidâyetten muradın, Allah'ın o kimselerde marifetullahı yaratmasının olması mümkün değildir. Çünkü bu takdirde de marifeti yaratmanın Allah'dan olması gerekir. Zira Hak teâlâ, o kimsede manfetullahı (kendisini bilmeyi) yarattığında, o, mü'min olur ve hidayete ermiş olur. Allah, marifeti (bilgiyi) o kimsede yaratmadığı zaman ise, o kâfir ve sapık olmuş olur. Eğer küfrü Allah yaratmış olsaydı, onlar kâfir olduğu için onları kınaması doğru olmaz ve kâfirlerin inkârı kendilerine nisbet edilemezdi. Fakat âyet-i kerime, inkâr etmeleri ve küfürde bulunmuş olmaları sebebiyle onların kınandıklarını göstermektedir. Binâenaleyh Hak teâlâ, "İmanlarının peşinden küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete erdirir" buyurmuş, küfrü onlara nisbet ederek, bu inkârlarından dolayı onları kınamıştır. İşte Mu'tezile'nin bu âyetle ilgili izahlarının tamamı bundan ibarettir. Ehl-i sünnet âlimleri ise şöyle demişlerdir: "Bu âyetteki "hidâyet"ten maksad, Allah'ın insanda marifetullahı yaratmasıdır. Çünkü Allahü teâlâ'nın, mükellefiyet yeri olan dünyadaki kanunu (sünnetullah) şu şekilde cereyan eder: Kul, birşey yapmaya niyetlenir, Allahü teâlâ da, kulun bu niyetinin peşisıra o şeyi yaratır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak bu âyette sanki şöyle demektedir: "Allah, onlar kâfir olmaya niyetlenip, onu irâde etmişlerken, onlarda bu marifetutlahı nasıl yaratır!" Allah en iyisini bilendir. Âyetteki, "... şâhidlik de etmişlerken.." ifâdesinin izahı konusunda iki görüş vardır: 1- Bu cümle, öncesine atıftır; takdiri ise "Onlar imân ettikten ve o peygamberin şüphesiz bir hak olduğuna şâhidlik ettikten sonra.." şeklindedir. Çünkü fiilin, isim üzerine atfedilmesi caiz değildir. Bu, zahiren her nekadar fiilin, isim üzerine atfı gibi görünüyor ise de, mâna itibarıyla fitlin fiile atfıdır. 2- Bu cümlenin başındaki "vâv", burada mahzuf bir (Muhakkak ki) kelimesinin bulunması sebebiyle, vâv-ı haliyyedir. Buna göre mana, "Allah, peygamberin hak olduğuna şâhidlik etmiş oldukları halde, imandan sonra küfre sapan bir topluluğa nasıl hidâyet eder" şeklindedir. Âyetin takdiri şöyledir: "Allah, kendilerine apaçık deliller geldikten, peygamberin şüphesiz bir hak olduğuna şâhidlik ettikten ve böylece de imân ettikten sonra, kâfir olan bir topluluğu nasıl hidâyete erdirir" şeklindedir. Buna göre, "Peygamberin hak olduğuna şâhid oluşları", "Onların iman etmelerine" atfedilmiştir. Ma'tuf, ma'tufun aleyh'ten farklı birşeydir. Binâenaleyh peygamberin hak olduğuna şâhidlik etmek, imândan farklı birşey olmuş olur. Buna karşılık şöyle cevap verilebilir: Bizim mezhebimize göre, iman kalp ile tasdik etmek manasına gelir. Şehâdet ise, dil ile ikrar etmektir. Bundan dolayı bu ikisi birbirinden farklıdır ve bu sebeple, âyet işte bu bakımdan imanın, dil ile ikrardan başka birşey olup kalpte bulunan bir mâna olduğuna delâlet etmiş olur. Bil ki Allahü teâlâ, şu üç özellikten sonra meydana gelmiş olması bakımından yahudilerin küfrünün daha büyük olduğunu belirtip yadırgamıştır: a) İmanlarından, b) Hazret-i Peygamberin hak peygamber oluşuna şâhidliklerinden ve, c) Kendilerine apaçık delillerin gelmiş olmasından sonra.. Durum böyle olunca, bu küfür, iman basiretten ve şahadeti izhardan sonraki bir salah olmuş olur. Binâenaleyh onların bütün bu müsbet şeylerden sonra küfre sapmaları en çirkin bir şey olmuş olur. Çünkü bu, bir nevî inâdî ve inkârî küfürdür. Bu da, âlim insanın yanılmasının (zellesinin), câhillerin yanılmalarından daha çirkin olduğunu gösterir. Hak teâlâ'nın, "Allah zâlim bir topluluğu hidâyete erdirmez" buyruğu ile ilgili iki soru vardır: Birinci soru: Cenâb-ı Hak âyetin başında, "Allah... kütte sapan bir kavmi nasıl hidâyete erdirir" buyurmuş; sonunda da "Allah zâlim bir topluluğu hidayete erdirmez" buyurmuştur ki bu, lüzumsuz bir tekrardır? Cevap: Allahü teâlâ'nın önceki buyruğu, mürtedler hakkındadır. Hak teâlâ, daha sonra bu hükmü hem mürtedlere, hem de.zâten kâfir olanlara teşmil ederken, "Allah zâlim bir topluluğu hidâyete erdirmez" buyurmuştur. İkinci soru: Allah, bu âyette kâfirleri niçin "zâlimler" diye adlandırmıştır? Cevap: Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki şirk en büyük zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: Kâfir, küfrü sebebiyle kendisini belâ ve ceza yerlerine sokunca, kendi kendine zulmetmiş olur. Daha sonra Hak teâlâ, "Muhakkak ki Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerine olsun. İşte böylelerinin cezası..." buyurmuştur. Bunun mânası şudur: Allahü teâlâ, imândan sonra yeniden inkâr eden kimseleri hidâyetinden men edeceğine dair bir hüküm vermiş, sonra da bu işin onları sadece hidâyetten mahrum etmeye mahsus olmadığını, bilâkis onları dünyada hidâyete erdirmeyeceği gibi, aynı zamanda onlara büyük bir lanet ile lanet edeceğini ve âhirette ebedî olarak onlara azâb edeceğini de beyân etmiştir. . Bil ki, Allah'ın laneti, meleklerin lanetinden başkadır. Çünkü Allah'ın laneti, kişiyi cennetinden uzaklaştırıp onun üzerine çeşitti ceza ve azâblan indirmesiyle gerçekleşir. Meleklerin laneti ise, sözlü olur. İnsanların laneti de böyledir. Bütün bunlar, onların zâlim ve kâfir olmaları sebebiyle onlara müstehaktır. İşte bu sebeple, bunun bir ceza olması da sahih olur. Birada iki soru bulunmaktadır: Kâfirler Kâfirlere Lanet Etmez İken, Bütün İnsanların Onlara Lanet Etmesi Ne Demektir? Birinci soru: Zâlime ve kâfire muvafakat eden kimse onlara lanet etmediği halde, Cenâb-ı Hak niçin "bütün insanlar"ın zâlimlere lanet ettiğini bildirmiştir. Biz deriz ki, bu hususta şu izahlar vardır: a) Ebû Müslim, "Her ne kadar ona lanet etmese dahi, lanet etmesi gerekir" demiştir. b) Âhirette birbirlerine lanet edecekler, demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "(Cehenneme) giren her ümmet kendi arkadaşına lanet edecek" (A'raf, 38) ve "Sonra kıyamet gününde birbirinizi inkâr edip, birbirinize lanet edeceksiniz" (A'raf, 25) buyurmuştur. Bu takdire göre, kâfirin kâfire lanet etmesi söz konusudur. c) Âyetteki, "İnsanlar" sözünden maksat, sanki mü'minlerdir. Kâfirler ise, insan sayılmamış gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu üç grubun lanetini zikredince, "hepsinin..." buyurmuştur. d) Buna göre en doğru olan da şudur ki, bütün mahlukat, bâtıldan yana olup inkarcı olan kimselere lanet eder. Ancak ne var ki kişi, kendisinin bâtıldan yana ve kâfir olmadığına inanmıştır. Buna göre kâfir lanet edince ve o da Allah katında gerçekten kâfir olunca, o bu durumu bilmese bile, kendi kendine lanet etmiş olur. İkinci soru: Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki zamiri, "lanet" kelimesine râcidir. Yani, "Onlar lanetin içinde ebedî kalacakları halde.." demektir. Lanetin içinde ebedî kalmak ne demektir? Deriz ki, bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a) Onların lanet içinde ebedî kalışlarının mânası şudur: Kıyamet gününde onlara melekler, mü'minler ve kendileriyle beraber ateşte bulunan kimseler lanet ederler. Onların hiçbir hâli, bu lanet eden varlıkların lanetinden kurtulamaz. b) Lanet içinde ebedi kalmaktan maksat, lanetin cezasının ebediliğidir. Çünkü lanet, cezalandırılmayı gerektirir. Binâenaleyh, lanetin cezasının ebediliği lanetin ebediliğiyle ifâde edilmiştir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim ondan yüz çevirirse, kıyamet günü şüphesiz ki ağır yük(günah) yüklenecektir" (Tâ-hâ, 100) âyetidir. c) İbn Abbas, "Cenâb-ı Hakk'ın, ' tabirindeki cehenneme râcidir. Buna göre, zamirin mercii zikredilmemiş demektir. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifâdesi, kendisinden önceki, "Allah'ın laneti onların üzerine olsun" tabirinden hâl olduğu için, mansûbtur. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Onlardan ne azâb hafifletilir, ne de onlara bir mühlet verilir" buyurmuştur. Bu âyetteki, (......) kelimesi, "mühlet verilir" mânasındadır. Allahü teâlâ, "Ona geniş bir zamana kadar mühlet (verin)" (Bakara, 280) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ifâdenin mânası şudur: "Onların azabı hafifletilmez ve cezaları vaktinden başka bir vakte tehir edilmez. İşte mütekellimlerin "Kâfirlere ulaşan azab, menfaat şaibelerinden uzak, daimî, kesilmeyen hâlis bir zarardır" şeklindeki sözlerinin mânası budur. Bu azabtan Allah'a sığınırız. Sonra Cenâb-ı Allah, , "Ancak bundan sonra tevbe edenler... müstesna..." buyurmuştur. Sonra bu tevbenin tek başına yeterli olmadığını, ona amel-i sâlih'in eklenmesi gerektiğini beyân ederek, "Ve hatterini düzeltenler müstesna" buyurmuştur. Bu, "Hakka karşı bâtınların: tefekkür ile; halka karşı da zahirlerini ibâdetle ıslâh edip düzeltenler..." demektir. Bu, onların "Biz, daha önce bâtıl üzere idik" demeleriyle olur. Böylece onların önceki bâtıl yollarına aldanmış olanlar, ondan dönerler. Sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir" buyurmuştur. Bununla ilgili olarak şu iki izah vardır: a) Allah, dünyada iken yaptığınız kötülükleri örtmek suretiyle gâfûr; âhirette de affetmek suretiyle rahîm olandır. b) O, cezayı kaldırdığı için gâfûr, sevap verdiği için de rahimdir. Bunun bir benzeri de, "O inkâr edenlere, eğer vazgeçerlerse geçmiş günahlarının bağışlanacağını söyle" (Enfal, 38) âyetidir. Bu ifâdenin başına, mahzuf şart cümlesinin cevabı olduğu için fâ harfi gelmiştir. Bunun takdiri, "Eğer onlar tevbe ederlerse, şüphesiz Allah onları bağışlar" şeklindedir. |
﴾ 89 ﴿