138

"Gerçekten, sizden evvel nice vak'alar, şeriatlar gelip geçti... Onun için Yeryüzünde gezip dolaşın ve (peygamberleri) yalanlayanların akıbetinin nasıl olmuş olduğunu görün. Bu, insanlar için bir beyan, müttakiler için bir hidayet ve öğüttür" .

Bil ki Allahü teâlâ, taatta bulunanlara ve günahlarından tevbe edenlere bağışlamayı ve cenneti va'adedince, bunun peşinden, onları, taatlan yapıp günahlardan tevbe etmeye sevkedecek bir hususu zikretmiştir. Bu da, geçmiş ümmetlerden itaat veya isyan edenlerin hallerini düşünmektir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Gerçekten, sizden önce nice vak'alar, şeriatlar gelip geçti..." buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Vahidî şöyle demiştir: "Arapça'da masdarının asıl manası "yalnızlık"tır. Meskun olmayan yerlere, "hâlî" denilir. Bu kelime, geçmiş zaman mânasında da kullanılır. Çünkü geçen şey, varlık âleminden ayrılıp uzaklaşmış olur. Ümem-i haliye (geçmiş ümmetler) de, bu mânadadır.

Sünnet Kelimesinin Mânası

"Sünnet", dosdoğru yol ve uyulan örnek demektir. Bu kelimenin iştikakı hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1- Bu kelime, "Suyu peşpeşe dökme" manasında söylenilen (Suyu döktü) fiilinden, "fu'letün" vezninde bir kelimedir. "Suyu devamlı dökmek" manasınadır. Araplar, dosdoğru olan yolu, dökülen ve devamlı olan suya benzetmiştir. Çünkü su devamlı aktığı zaman, tek parça gibi olur. "Sünnet", ism-i mef'ûl manasında ve "fu'let" veznindedir.

2- Bu kelime, mızrağın ve bıçağın ucunu bilediğin zaman söylediğin tabirinden alınmıştır. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nisbet edilen fiil, "yol kılmış olduğu bir şey" manasında "sünnet" diye adlandırılmıştır.

3) Bu kelimenin, Arapların, deveyi güzel otlattığı zaman söyledikleri ifâdesinden alınmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in her zaman yaptığı fiit, devamlı yapıp, güzelce riayet ettiği için "sünnet" diye adlandırılmıştır.

İkinci Mesele

Bu âyetten maksat şudur: "Sizden önce, geçmiş ümmetler hakkında Allah'ın sünnetleri vardı." Âlimler Allah'ın sünnetleri hususunda ihtilaf etmişlerdir. Müfessirlerin ekseriyeti bundan muradın, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yalanlayanların akıbetinin nasıl olmuş olduğunu görün" ifâdesinin delaletiyle, helak etme ve kökünü kurutma kanunları olduğunu söylerler. Bu böyledir, çünkü onlar, dünyaya ve dünya lezzetlerini arzulamaya çok düşkün olmalarından dolayı nebî ve resullere muhalefet etmişler, sonra da yok olup giderek, onların dünyada herhangi bir izi ve eseri kalmamış; geriye dünyada onlara lanet, âhirette de şiddetli bir ceza kalmıştır. Böylece Cenâb-ı Hak, ümmet-i Muhammed'i, onları Allah'a ve peygamberlere imana sevketsin ve dünyada riyaset ve makam peşinde koşmaktan da yüz çevirsinler diye, geçmiş ümmetlerin hallerini düşünmeye teşvik etmiştir.

Müeahid ise bundan muradın, "Allah'ın gerek kâfir gerekse mü'minler hakkındaki değişmez kanunlarıdır. Çünkü dünya, ne mü'mine ne de kâfire kalır. Ancak, mü'min için geriye ölümünden sonra dünyada güzel bir övgü, âhirette de bol mükâfaat; kâfir içinse dünyada lanet, âhirette de şiddetli bir azab kalır" şeklinde olduğunu söylemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yalanlayanların akibetinin nasıl olmuş olduğunu görün" buyurmuştur. Çünkü bu iki kısımdan birinin halini düşünmek, öteki kısmın halini bilme konusunda yeterlidir. Yine bundan maksadın, kâfirleri küfürlerinden men etmek olduğu da söylenebilir. Bu da ancak, yalanlayıctların ve inatçıların hallerini düşünmekle bilinebilir. Bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki gönderilen kullarımız (resullerimiz) hakkında bizim geçmiş bir (va'adimiz) vardır: Muhakkak onlar, kesin mansur ve muzafferdirler. Muhakkak ki bizim ordumuz galip olacaktır" (Saffat. 171-173); "(Güzel) sonuç, müttakilerindir" (A'raf. 128) ve "Yeryüzüne ancak salih kullarım, mirasçı olur" (Enbiya, 105) âyetleridir.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ'nın, "Yeryüzünde gezip dolasın" buyruğundan maksadı, şüphesiz ki bunu emretmek değildir. Bilâkis bundan maksat, onların hallerini anlamak ve bilmektir. Yeryüzünde yürümeksizin bu bilgi meydana geldiği zaman, maksat yine hasıl olmuş olur. Yine, "Daha önce yaşamış olan kavimlerin durumlarını ve hallerini müşahede etmenin, onların hallerini dinlemeden daha fazla ve daha güçlü tesiri vardır" denilmesi de imkânsız değildir. Nitekim şair:

"Bizim eserlerimiz bize delâlet etmektedirler. Binâenaleyh senr bizden sonra bizim geriye bıraktığımız eserlere bakınız..." demiştir.

Beyân ve Mev'izanın İzahı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, insanlar için bir beyân, müttakîler için bir hidâyet ve öğüttür" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, (bu) ifadesiyle, daha önce geçmiş olan emri, nehyi, va'adi, vaîdi ve zikretmiş olduğu çeşitli delil ve mu'cizeleri kastetmektedir. Burada beyân, hidâyet ve öğüt kelimelerinin aralarındaki farkı belirtmek gerekir. Çünkü atf, başkalığı gerektirir. Buna göre biz deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) "Beyân", şüphe mevcut iken, onu izâle etmeyi ifâde eden bir delâlettir. Binaenaleyh fark, "beyân"ın, hangi mânada olursa olsun, o mânalar hakkında umûm ifâde etmesidir. "Hidayet", bir kimseye, sapıklık ve azgınlık yoluna uymasın diye, doğruluk yolunu izah etmek demektir. "Öğüt" ise, din hakkında uygun olmayan şeylerden men etmeyi ifâde eden bir sözdür, kelâmdır. Binâenaleyh, netice olarak diyebiliriz ki beyân, altında iki nev'i bulunan bir cinstir: Birincisi, dinî hususlarda uygun olan şeyleri yapmaya teşvik eden bir kelâmdır ki, bu (......) ifadesidir. İkincisi ise, dinî bakımdan yapılması uygun olmayan şeylerden men eden kelâmdır ki, bu da (......) ifadesidir.

b) Beyân, delâlet etmedir. Hidâyet ise hidayeti kabul etmeye götürme şartını taşıyan bir delâlettir. Bu konu, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki Bakara âyetinin tefsirinde geçmişti.

Dördüncü Mesele

Âyette, beyân, hidâyet ve mevizenin muttakılere tahsis edilmesinin iki izahı vardır:

a) Bunlardan istifâde edenler, ancak müttakılerdir. Binâenaleyh bu hususlar, müttakî olmayanlar için yok gibidir. Bunun benzeri olan âyetler de. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen, ancak ondan (kıyametten) korkacak kimselere o tehlikeyi haber verensin" (Nâzıat. 45); "Sen ancak, o zikre uyanı inzâr edeceksin" (Yasin. 11) ve Allah'dan, kulları içinde ancak âlimler korkar" (Fatır. 28) ifâdeleridir. Bu hususun izâhı, Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara. 2) âyetinin tefsirinde geçmişti.

b) Hak teâlâ'nın, "Bu, insanlar için bir beyândır" buyruğu umumî bir sözdür. Müttakiler için bir hidâyet ve öğüttür" buyruğu ise müttakilere tahsis edilmiştir. Çünkü arzu edilene fclaştırıcı olması şartıyla delâlet etmeye denilir. Şüphe yok ki bu mana ancak müttakîler hakkında bulunmaktadır. Allah doğruyu en iyi bilendir.

İnanıyorsanız Elbette Üstünsünüz

138 ﴿