151"Hakkında Allah'ın hiçbir hüccet indirmediği şeyleri Ona eş koştuklarından dolayı inkâr edenlerin kalplerine korku salacağız. Onların yurtları cehennemdir. Zâlimlerin dönüp varacağı yer ne kötüdür!" . Bil ki bu âyet, daha önce geçen âyetlerin devamı ve tamamlayıcısıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, cihâda teşvik ve kâfirlere aldırış etmeme hususunda birçok hususlar zikretmiştir. Bunlardan biri de, bu âyette zikredilen, Allah'ın kâfirlerin kalplerine korku attığı hususudur. Şüphe yok ki bu, müslümanların kâfirlere üstün geleceğini gösteren hususlardandır. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Âlimler, bu ilahi va'adin sadece Uhud günü için mi olduğu. yoksa bütün zamanlar için umumî bir va'ad mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Müfessirlerden pek çoğu, bunun bu güne, yani Uhud gününe has olduğunu, çünkü daha önce geçmiş âyetlerin Uhud savaşı hakkında olduğunu söylemişlerdir. Sonra, bu görüşte olan âlimler, Allahü teâlâ'nın Uhud günü müşriklerin kalbine korku salısının nasıl olduğu hususunda iki izah yapmışlardır: a) Kâfirler, müslümanlara (başlangıçta) üstün gelip onları hezimete uğratınca. Hak teâlâ, kâfirlerin kalplerine bir korku düşürmüş ve onlar müslümanları bırakıp, hiç sebep yokken onlardan kaçmışlardır. Hatta rivayet edildiğine göre, Ebû Süfyan dağa çıktp, "İbn Ebî Kebşe (Hazret-i Peygamber) nerede! İbn Ebî Kuhâfe (Hazret-i Ebu Bekir) nerede? İbnu'l-Hattâb nerede?" diye bağırmıştı. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'de ona karşılık vermiş ve aralarında sözler geçmiş, ama Ebû Süfyan dağdan inip onların yanına varmaya cesaret edememişti. b) Kâfirler, Mekke'ye dönerlerken, yolun yarısında, "Biz, hiçbirşey yapmadık. Onların pekçoğunu öldürdük ve sonra tam galibken onları bıraktık. Haydi dönüp, bunların kökünü tamamen kazıyalım" dediler. Onlar tam bunu kararlaştırırlarken, Allahü teâlâ, kalplerine bir korku attı. Bu husustaki diğer görüşe göre, bu va'ad sadece Uhud günü ile ilgili olmayıp, umûmîdir. Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Sanki şöyle denilmek istenmektedir: Bu hadise, her nekadar sizin için Uhud gününde vuku bulmuş ise de, Allahü Teâlâ, kâfirleri ezmek ve dininizi diğer dinlere üstün getirmek için, bundan sonra da kâfirlerin kalplerine siz müslümanların korkusunu atacaktır. Allahü teâlâ, bunu yapmıştır. Böylece İslâm dini, bütün din ve milletlere üstün gelmiştir." Bu âyetin bir benzeri de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bir aylık mesafede iken, (Allah'ın, kâfirlere) korkumu vermesiyle yardım olundum " Buhârî, Teyemmüm 1; Müslim, Mesâcid, 3, 5 (1/371). hadis-i şerifidir. Bu kelimeyi, Kur'ân'ın her yerinde İbn Âmir ve Kisâî, ayn harfinin zammesiyle, şeklinde; diğer kıraat imamları ise, aynın sükûnu ile, (......) şeklinde okumuşlardır. Vahidî, her iki kıraatin de, kullanılan iki lügat (şekil) olduğunu söylemiştir. Nitekim (......) denilir (......) kelimesinin masdar, (......) kelimesinin de bu masdardan bir isim olması da mümkündür. (......) "Kalpte meydana gelen korku" manasınadır. Bunun asıl manası, "doldurmak'tır. Sel, vadileri ve nehirleri doldurduğunda (......) denilir. Korkuya da, kalbi korkuyla doldurduğu için, (......) denilmiştir. "İnkâr edenlerin kalplerine korku salacağız" tabirinin zahirî, bu korkunun bütün kâfirlerin kalplerine düşmüş olduğunu ifâde eder. İşte bundan dolayı, bazı âlimler bu âyeti zahiri manası ile almışlardır. Çünkü İslam'a karşı olan herkesin kalbinde, ya savaşırken veya müslümanlarla tartışırlarken, müslümanlara karşı bir tür korku bulunur. Hak teâlâ'nın, "İnkâr edenlerin kalplerine korku salacağız" ifâdesi, kâfirlerin kalbine hertürlü korkunun düştüğünü göstermez. Bu ifâde ancak, onların kalbine bazı bakımlardan bu korkunun düşmüş olmasını gerektirir. Müfessirlerden bir grup, bu korkunun o kâfirlere has olduğu kanaatindedirler. Hak teâlâ'nın, "Allah'a eş koştuklarından dolayı" buyruğuna gelince, bil ki buradaki (......) lâfzı, mâ-i masdariyye olup, manası, "Allah'a şirk koşmaları sebebiyle" şeklindedir. Bil ki bunun mâkûl bir şekilde izahı şöyledir: Dua, çaresiz kalma durumda iken kabule daha yakındır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yoksa çaresiz kalmışa kendisine dua ettiği zaman icabet eden (Allah mı)" (Neml, 62) buyurmuştur. Allah'ın, bir eşi ve benzeri bulunduğuna inanan kimse için, bir bunalma hali söz konusu değildir. Çünkü o "Eğer bu tanrı bana yardım etmezse, şu diğeri bana yardım eder" der. Eğer onun kalbinde böyle bir bunalma olmazsa, ne duası makbul olur, ne de yardım gerçekleşir. Bu olmayınca, onun kalbinde bir korku ve dehşetin olması gerekir. Binâenaleyh Allah'a ortak koşmanın, bir korkuyu gerektirdiği sabit olmuş olur. Hak teâlâ'nın, "Hakkında Allah'ın hiç bir hüccet indirmediği şeyleri..." buyruğu hakkında birkaç mesele vardır: Âyette geçen "sultân" kelimesinin manası, hüccet ve delil demektir. Bu kelimenin izahı hususunda şu görüşler ileri sürülmüştür: a) Bu kelime, kendisiyle kandilin tutuşturulup yandığı "susam yağı" kelimesinden türemiştir. Kendileri sayesinde insanlar haklarını elde edebildikleri için hükümdarlara ve ümerâya "sultanlar" denilmiştir. b) Arapçada "sultan" kelimesi hüccet demektir. Hüccet ve burhan sahibi olduğu için hükümdara da "sultân" denilmiştir. c) Leys şöyle demiştir: "Sultan" kudret demektir. Çünkü bu kelime binası (......) kelimesindendir. Bu izaha göre (......) ifâdesinin mânası, "Hükümdarın kuvvet ve kudreti" demektir. Bâtılı defedip savaştırmaya kudreti olduğu için "burhân"a (aklî delile) de "sultân" ismi verilmiştir. d) İbn Dureyd şöyle demektedir: "Her şeyin sultanı, o şeyin keskinliği demektir. Bu kelime "keskin dil, tenkit edici dil" ifadesinden alınmıştır. (......) kelimesi de keskinlik ve hiddet anlamındadır. Hak teâlâ'nın, "Hakkında Allah'ın hiç bir hüccet indirmediği şeyleri..." buyruğu, bu hususta bir hüccetin bulunduğunu, ama ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın onu indirip izhâr etmediği zannını uyandırırsa buna şöyle cevap verilir: Eğer bu böyle olsaydı, Allahü Teâlâ onunla ilgili bir hüccet indirirdi. Allah onunla ilgili bir hüccet indirmediğine göre, onun bulunmadığı sabit olur. Bu husustaki netice-i kelâm, kelâmcıların söylemiş olduğu şu sözlerdir: Bu, delili olmayan şeylerdendir. Binâenaleyh isbâtı caiz değildir. Bazı kelâmcılar biraz daha ileri giderek, "Bunun delili yoktur; binâenaleyh yokluğu gerekir" demişlerdir. Bazı kelâmcılar da bu yolla, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine istidlal edip şöyle demişlerdir: "Yaratıcı ancak, "muhdes" varlıkların kendisine muhtaç olmasıyla isbat edilir. Bu ihtiyacın giderilmesi, bir yaratıcının isbâî edilmesi için kâfidir. Binaenaleyh birden fazla olanı isbât etmenin imkânı yoktur; bu sebeple de onu isbâta kalkışmak caiz değildir." Bu âyet, taklîd'in bozukluğuna delâlet etmektedir. Bu böyledir, çünkü âyet, şirkin bir hüccet ve delilinin bulunmadığına delâlet eder. Binâenaleyh onun varlığına hükmetmenin bâtıl olması gerekir. Bu, ancak, varlığına dair delil bulunmayan şeyin isbât edilmesinin bâtıl olduğu söylendiği zaman doğru olur. Binâenaleyh taklidin geçerli olduğunu söylemenin fasid olması gerekir. Sonra Cenâb-ı Hak, 'Onların yurttan cehennemdir" buyurmuştur. Bil ki Cenâb-ı Hak, müşriklerin dünyadaki hallerini beyân etmiştir; ki bu halleri de onların kalplerine korku düşmesidir. Yine onların âhiretteki hallerini de beyan etmiştir ki bu da, onların varacakları yerin ve meskenlerinin cehennem olduğudur. Sonra Cenâb-ı Hak, 'Zâlimlerin dönüp varacağı yer ne kötüdür!" buyurmuştur. Mesva kelimesi, insanın karar kılıp varacağı, yerleşeceği yer, mekân demektir. Bu kelime, Arapların tabirlerinden alınmıştır. Mesva kelimesinin çoğulu mesâvî "meskenler, barınaklar" şeklinde gelir. |
﴾ 151 ﴿