159"Sen, Allah'tan bir rahmet sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandm. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar muhakkak ki etrafından dağılıp gitmişlerdi. Artık onları bağışla, onların günahlarının affedilmesini dile.. İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kerre azmettin mi artık Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah kendisine güvenip dayananları sever". Bil ki, müslümanlar Uhud gününde bozularak Hazret-i Peygamber'den uzaklaştıklarında, daha sonra geri döndükleri vakit Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara sert ve şiddetli davranmayıp, onlara yumuşak bir biçimde hitap etti, konuştu. Sonra Allahü Teâlâ, geçen âyetlerde onları dünyaları ve âhiretleri hususunda kendilerine faydalı olan şeylere irşâd edip onları affetmesi de bu şeyler cümlesinden olunca, Cenâb-ı Hak "Sen, Allah'tan bir rahmet sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandm" buyurarak, onları affettiğinden ve onlara karşı sert davranmadığından dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i övmek ve medhetmek suretiyle, onun fazl-u ihsanını arttırdı. İnsaflı olan kimse, bunun söz dizisinde güzel bir tertip olduğunu bilir. Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: Birinci mesele Bil ki, Hazret-i Peygamber'in müslümanlara karşı olan yumuşaklığı, O'nun müslümanlara karşı takındığı güzel hlâkından ibarettir. Allahü Teâlâ, "Sana tâbi olan mü'minlere kanadını indir" (Şuarâ. 215); "Sen kolaylık yolunu tut, iyiliği emret Cahillerden yüz çevir" (A'raf, 199); "Hiç şüphesiz sen, büyük bir ahlâk üzerindesin" (Kalem, 4) ve "Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız Ona çok ağır ve güç gelir; size çok düşkündür. Mü'minlere karşı pek şefkatli, bağışlayıcıdır" (Tevbe, 128) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de; Allah'a, bir önderin hilmi ve yumuşaklığından daha sevgili olan başka bir hilm yoktur. Yine, Allah'a, bir önderin cehalet ve ahmaklığından daha sevimsiz gelen başka bir cehalet yoktur" buyurmuştur. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün âlemlerin imamı olduğuna göre, onların en halimi ve en güzel ahlâklısı olması gerekir. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Osman'ın hanımı, Hazret-i Peygamber ile Hazret-i Ali, silahlarını temizlerken, Hazret-i Peygamber'in yanına geldi ve İbn Affân ne yaptı? İyi biliniz, Allah'a yemin olsun ki, siz onu ordunun önünde göremezsiniz..." dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ali ona, "Muhakkak ki Osman, zamanı utandırdı, (rezil etti)" dedi. Hazret-i Peygamber ise Hazret-i Ali'ye, "sus!" dedi. Yine rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o vakit, "Kız kardeşlerin kocaları, sevişmek hususunda beni yordular" demiştir. Hazret-i Osman iki arkadaşıyla beraber Hazret-i Peygamber'in yanına geldiğinde, "Çok uzağa gittiniz!" demekten başka bir şey söylememiştir. Sahabeden birisinin de, "Allahü Teâlâ bize olanca ihsanını verdi. Biz müşrikler idik.. Eğer Hazret-i Peygamber bu dini bize toptan getirseydi ve Kur'ân'ı bir defada indirseydi, bu mükellefiyetler bize ağır getir, bundan ötürü de İslâm'a girmezdik.. Fakat O, bizi bir tek kelimeye davet etti. Biz onu kabul edip, imanın tadını anlayınca, O'nun arkasındakileri de, din tamamlanıncaya, şeriat mükemmelleşinceye kadar, rıfk yoluyla kelime kelime (yavaş yavaş) kabul ettik" dediği rivayet edilmiştir. Yine rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben size karşı ancak, bir baba gibiyim. Sizden birisi def-i hacet için gittiği zaman, kıbleye yüzünü ve arkasını dönmesin" Benzeri hadis: Ebu Davud, Taharet, 4 (1/3); İbn Mâce, Taharet, 16 (1/114). buyurmuştur. Bil ki, güzel ahlâkın sırrı ikidir: Söyleyenin ve yapanın haline bakmak, itibar etmek... Söyleyenin haline bakmaya gelince, bu şundan dolayıdır: Nefislerin cevherleri, mahiyet bakımından farklıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ruhlar, nefisler silahlandırılmış ordulardır" Buhari, Enbiya, 2. İnsanlar, altın ve gümüş madenleri gibi, maden madendir" Buhâri, Enbiya. 19; buyurmuştur. Yine insanların ruhları, noksanlık hususunda ahmaklığın, hakirliğin, alçaklığın, kendilerini şehvet ve gazabın istila etmesi, mal ve lezzet sevgisinin kendisini bürümesi halinin zirvesine ulaştığı gibi kemâl cihetinden de, kudret ve celâlin, azametin zirvesine ulaşırlar.. Nazari kuvvet (tefekkür) bakımından olana gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın "Nur üstüne nurdur" (Nur.35) ve "Ve sana bilmediklerini öğretti. Allah'ın senin üzerindeki lüttu, keremi çok büyüktür" (Nisa, 113) buyruklarıyla anlattığı gibidir. Ameli kuvvet bakımından olan kemâle gelince bu da, Allah'ın, "Muhakkak ki sen, büyük bir ahlâk üzerindesin" (Kalem, 4) beyanıyla anlattığı gibidir. Hazret-i Peygamber'in ruhu, adeta meleklerin ruhu cinsindendir; bundan dolayı şehvetine uymaz, gazaba çağıran şeylere meyletmez, mal ve makam sevgisinden etkilenmez.. Çünkü herhangi bir şeyden etkilenen, müessir olandan daha zayıf demektir, Binaenaleyh nefis, bu maddi ve hissî olan şeylere meylettiği zaman, nefislerin ruhanî tarafı cismani taraflarından daha zayıf olmuş olur. Ama onlara meyletmeyip iltifat etmediği zaman, ruhanî tarafı cismani tarafına üstün olmuş olur. İşte bu hususiyetler nazarîdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mukaddes ve münezzeh nefsi, bu hususiyetler bakımından son derece mükemmel ve yüce idi. Failin haline bakma bakımından olan güzel ahlaka gelince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususta, "Kim, Allah'ın kader sırrını anlarsa, musibetler o kimseye kolay gelir " buyurmuştur. Çünkü o kimse, yeryüzünde meydana gelen hadiselerin, ilahî sebeplere dayandığını bilir. Bundan dolayı, sakınmanın kaderi savuşturmayacağını anlar. Artık arzu ettiği şeyi elinden kaçırdığı zaman gazaplanıp kızmaz ve sevdiği bir şeyi elde ettiği zaman da, ona fazla ünsiyet duyup sevinmez. Çünkü o, bu cismanî varlıklardan daha üstün olan ruhanî hakikatlere muttalidir. Binaenaleyh, bu dünyanın lezzet ve hoş şeylerinden herhangi birisini elde etme hususunda, bu dünyadaki hiç bir kimseyle çekişmeye girmez ve dünyanın arzulanan bu şeylerinden herhangi birisini elinden kaçırdığı için de, hiç kimseye kızmaz. İnsan böyle olduğu zaman güzel ahlâklı ve insanlarla güzel geçimli birisi olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), güzel ahlâkı gerektiren bu sıfatlar konusunda insanların en mükemmeli olunca, güzel ahlâkta da mahlûkatın en mükemmeli olmuştur. Allah'ın Lütfu Hakında Âlimlerimiz, "Sen, Allah'tan bir rahmet sayesindedir ki onlara yumuşak davrandm" buyruğunu kaza ve kader meselesinde bir hüccet olarak kabul etmişlerdir. Bununla istidlal edilme şekli şöyledir: Allahü teâlâ, Hazret-i Peygarnber'in insanlara karşı olan güzel ahlâkının, ancak Allah'ın rahmeti sebebiyle olduğunu açıklamıştır. Binaenaleyh biz diyoruz ki, Mutezile'ye göre Allah'ın rahmeti bütün mükellefler hakkında umumîdir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed'e yaptığı hidayet, da'vet, beyân ve irşadın bir benzerini O; İblis, Firavun, Hâmân, Ebû Cehil ve Ebû Leheb'e de yapmıştır. Bu görüşe göre, Allahü teâlâ'nın bu hususta mükelleflere yaptığı şeylerin hepsi, temiz kulların en temizi ile bedbaht kulların en bedbahtı arasında müşterek olunca, güzel ahlâkın ve mükemmel bir gidişatın onların bazılarına tahsis edilmesi, Allah'ın rahmeti sebebiyle olmamış olur. Bu görüşe göre, Hazret-i Peygamber'in güzel ahlâkının, Allah'ın rahmeti sebebiyle olduğunu söylemek bâtıl ve asılsız olur. Böyle bir izah ise bâtıl olacağına göre, kulların bütün fiillerinin, Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu anlamış oluruz. Mu'tezile bunu, daha fazla lütufta bulunmak manasına hamletmektedir. Bu, son derece uzak bir ihtimaldir. Çünkü, mümkün olan bütün lûtufları bütün mükellefler hakkında yapmıştır. Mükellefin, tâatından dolayı hak kazanacağı daha fazla lütuf ise, gerçekte Allah'tan değildir; mükellef onu kendisi kesbetmiştir. Çünkü o taat yaptığı zaman, bu fazla lütfü hak etmiş olur. Bu fazlalığın ona verilmesi vacip olur. Tâat yapmadığı zaman ise bu fazlalığın ona verilmesi imkânsız olur. Binaenaleyh bu, kulun kendisinden olup Allah'tan olmamış olur. (......) deki Ma'nın Zaid Olması Meselesi Âlimlerden çoğu, buyruğundaki lâfzının, zâid bir ism-i mevsul olduğunu düşünürler. Nitekim . Cenâb-ı Hak, "Az sonra..." (Mü'minun, 40) "Bir ordudur ki, işte şurada" (Sâd, 11) "Muhalefetleri sebebiyle.." (Nisa, 155) ve "O günahlarından ötürü..." (Nün, 25) buyurmuştur. Bu görüşte olan âlimler şöyle demişlerdir: "Araplar bazan tekid için, gerekli olmayan şeyi söze ilâve etmektedirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Fakat müjdeci gelip de..." (Yusuf, 96) buyurmuş, bununla "geldiğinde" manasını kastederek, bunu edâtıyla tekid etmiştir. Muhakkik âlimler ise şöyle demişlerdir: "Ahkemu'l-Hâkimin olan Allah'ın kelâmında mânâsız ve zâid bir lafzın bulunması caiz değildir. Buradaki (......) edatının, teaccüb ifade eden bir istifham mâ'sı olması mümkündür. Bunun takdiri, "Allah'tan hangi rahmetle onlara yumuşak davrandm!" şeklindedir. Çünkü, onların suçları çok büyük olup, sonra da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sözünde bir katılık ve sertlik izhar etmeyince, onlar bunun ancak rabbanî bir teyid ve ilahî bir tevfik ile olduğunu anladılar. Binaenaleyh bu, bu teyid ve tevfikin mükemmelliğine hayret etme makamı olmuş ve "Allah'tan hangi rahmetle onlara yumuşak davrandın?" Bence en doğru olanı bu görüştür. Bütün Rahmetler Gerçekte Allah'tandır Bil ki, bu âyet-i kerime, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetine karşı rahîm olmasında, Allah'ın rahmetinin âmil olduğuna delâlet etmektedir. Bu âyetin hakikatini düşündüğün zaman onun, bütün rahmetlerin, ancak Allah'a ait olduğuna delâlet ettiğini anlarsın.. Bunun izahı birkaç yöndendir: a) Eğer Allahü teâlâ, kulunun kalbine hayra, rahmete ve lütfa davet eden bir his ve istidâd yerleştirmemiş olsaydı, kul bu hususlarda hiçbir şey yapamazdı. Allahü teâlâ insanın kalbine davet edici bu sebepleri, duyguları atınca, şüphesiz ki kul bu fiilleri yapar. Bu takdire göre, rahmet ancak Allah'tandır. b) Allah'ın dışındaki bütün merhametli varlıklar, rahmetine mukabil, ya bir cezadan kurtulma şeklinde, veya bir sevabı ve mükâfaatı elde etme şeklinde veyahut da güzel bir isim yapma gayesiyle bir karşılık bekler. Böylesi beklentilerden uzak bir durum farzetsek bile, bu durumda ondaki sebep de, kendi cinsinden olan varlıklara karşı duyulan bir rikkat, acıma ve şefkat duygusu olmuş olur. Binaenaleyh, acı içinde kıvranan bir canlı mahlûku gören kimsenin kalbi rikkate getir, üzülür; onu elem içinde müşahede etmesinden dolayı acı duyar, bundan dolayı da kalbindeki bu rikkati, acıma hissini uzaklaştırmak için, o canlıyı bu elemden kurtarır. Eğer onda, bu maksatlardan herhangi bir şey bulunmamış olsaydı, ona kesin olarak merhamet etmeyecekti. Ama Cenâb-ı Hakk'a gelince, O'nun merhameti hiçbir gayeden ötürü değildir. Binaenaleyh, rahmet ancak Allah'a aittir. c) Allah'ın dışında merhamet eden her varlık ancak, merhamet ettiği o kimseye ya bir mal vermek suretiyle, veyahut da, belâ ve sıkıntı veren şeylerden herhangi birisini ondan uzaklaştırmak suretiyle merhamet edebilir. Ama ne var ki, merhamet edilen kimse bu maldan, ancak uzuvları salim ve sıhhatli olduğu takdirde istifade edebilir. Uzuvların sıhhatli olması ise, ancak Allah'tandır. Binaenaleyh, gerçekte rahmet ancak Allah'a aittir. Ama görünürde, Allah'ın rahmet etmesine yardım ettiği herkes "rahîm" diye isimlendirilmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), 'Merhamet edenlere. Rahman olan Allah merhamet eder..." Allahü Teâlâ da, Hazret-i Peygamber'i vasfederken, "Mü'm'mlere karşı çok şefkatli, çok merhamet edicidir (rahimdir)" (Tevbe. 128) buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, 'Eğerkaba, kah yürekli olsaydın, onlar muhakkak ki etrafından dağılıp gitmişlerdi" buyurmuştur. Bil ki Allah'ın Hazret-i Muhammed hakkındaki rahmetinin kemâli, Hazret-i Peygamber'e Kabalık ve katılığın kötülüklerini öğretmiş olmasıdır. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Kabalık ve katılık, kötü ahlakın bir tarafıdır. Arapçada, "Kaba oldun - kaba oluyorsun - kaba olmak, kabalaşmak- Sen, kaba ve katısın" denilir. Bu kelimenin aslı; "korktun" kelimesinden (......), "sakındın" kelimesinden de, (sakınan) ismi gibi (......)dür. Fakat bu vezinde olan muzaaf kelime, (inen adam) tabirinde olduğu gibi idğam olunur. Bu kelimenin aslı (......)dür. Dâd harfi ile olan (......) kelimesi, birşeyi ayırmak manasınadır. (......) tabiri de, "Kavim birbirinden ayrıldı" manasınadır. Allahü teâlâ, "Onlar bir ticâret yahut bir oyun gördükleri zaman, ona yönelip dağıldılar.." (Cuma, 11) buyurmuştur, "Kitabı açtım" ve, "Allah, ağzım (ağzındaki dişleri) dağıtmasın" tabiri de bu köktendir. Buna göre eğer, "fazz (kaba) ve katı yürekli arasında ne fark var?" denirse, biz deriz ki, fazz, kötü huylu demektir. "Katı yürekli" ise, kalbi hiçbir şeyden müteessir olmayan demektir. İnsan bazan kötü huylu ve hiçbir kimseye eziyet verici olmadığı halde, diğer insanlar için rikkat ve rahmet de duymayabilir. Binaenaleyh bu ikisi arasındaki fark meydandadır. Peygamber İnsanları Toplayıcıdır Peygamber gönderilmesinden maksad, peygamberin Allah'ın yüklediği mükellefiyetleri insanlara tebliğ etmesidir. Bu maksad ise, ancak insanların kalpleri o peygambere meylettiği ve gönülleri o peygamberin yanında huzur ve sükûnet bulduğu zaman tamam olur. Yine bu maksad ancak o peygamber merhametli ve kerim olup, onların kusurlarını ve hatalarını bağışlayıp affettiği ve onlara herçeşit iyilik, ikram ve şefkati gösterdiği zaman tamam olur. Bu sebeplerden dolayı peygamberin, kötü ahlaktan uzak olması gerekir. Böyle olan kimsenin de katı yürekli olmaması, aksine zayıflara yardıma meyli, fakirlere yardıma yönelişi, insanların kötülüklerini affı ve hatalara karşı müsamahası çok olan bir kimse olması gerekir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar muhakkak ki etrafından dağılıp gitmişlerdi" buyurmuştur. Eğer onlar etrafından dağılsalardı, bi'set ve risâletten (peygamberlikten) gözetilen maksad elde edilememiş olurdu. Kaffal (r.h) bu âyetin Uhud gazvesi ile ilgili olduğunu ileri sürmüş ve bu âyetin, "Sen, Uhud günü hezimete uğrayıp dağıldıktan sonra sana geri döndükleri zaman, Allah'tan olan bir rahmet sayesinde, o müslümanlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın ve bu bozgundan dolayı onlara ağır konuşsaydın, senden çekinecekleri ve uğradıkları hezimetten dolayı utanacakları için, etrafından dağılıp giderlerdi. Bu ise, düşmanının, senin ve müslümanlar hakkında hiç beklemediği birşey olurdu" manasında olduğunu söylemiştir. Allah'ın Şefkatinden Fazla Şefkat Olmaz Yumuşaklık ve rıfk ancak, Allah'a ait haklardan bir hakkı ihmâle götürmediği zaman caizdir. Fakat böyle bir ihmâle götürür ise caiz değildir. Cenâb-ı Allah, "Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş, onlara karşı çetin ol" (Tevbe. 73) buyurmuş ve zina haddini (cezasını) uygulama hususunda mü'minlere, "Allah'ın dini hususunda (o zina eden erkek ve kadına) acıyacağınız tutmasın" (Nur. 2) diye emretmiştir. Burada bir diğer incelik daha bulunmaktadır, o da şudur Allahü teâlâ, bu âyette Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i sertlikten men ederken, "Onlara karşı çetin ol" (Tevbe, 73) âyetinde ona sertliği emretmiştir. Buradaki âyette mü'minlere karşı sert davranmaktan onu nehyetmiş, diğerinde ise kâfirlere karşı sert olmasını emretmiştir. Bu, "Mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve çetin" (Mâide, 54) ve "Kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında ise merhametlidirler" (Fetih, 29) âyetlerinde ifade edildiği gibidir. Bu sözün izahı şöyledir: İfrat da tefrit de (yani aşırılıklar) zemmolunmuştur, fazilet bu ikisi ortasında olandadır. Bundan dolayı sert davranma bazan emredilmiş, bazan nehyedilmiştir. Bu ancak, ifrat ve tefritten uzaklaşmak için olur ve geriye sırat-ı müstakim olan orta yol kalır, İşte bu sıradan dolayı Hak teâlâ, "Böylece siz (Ümmet-i Muhammed'i) vasat (mutedil) bir ümmet yaptık" (Bakara, 143) buyurarak, orta yolu medhetmiştir. Allahü teâlâ daha sonra, "Artık onları bağışla, günahlarının mağfiretini dile... İş hususunda onlarla müşavere et" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, bu âyette üç şeyi emretmiştir: Birincisi: "Onları bağışla (affet)" emridir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Kulun halinin kemali, ancak Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmasındadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ın ahlâkı ileahlaklanm" demiştir.Sonra Allahü teâlâ, önceki âyetlerde müslümanları affettiğini bildirince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanma faziletini elde etsin diye, onları affetmesini emretmiştir. İkinci Mesele Keşşaf sahibi, âyetin manasının "Senin hakkınla ilgili hususlarda onları affet, Allah'ın hakkıyla ilgili hususlarda ise, onların günahlarının mağfiretini dile" şeklinde olduğunu söylemiştir. Üçüncü Mesele Emrin zahiri vücûb (farz oluşu) ifâde eder, "Artık onları bağışla..." buyruğunun başındaki fâ harfi, ta'kîb (hemen) manasına delâlet eder. Binaenaleyh bu Allah'ın Hazret-i Peygambere derhal affetmesini vacip kıldığını gösterir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin kemâline delâlet eder. Çünkü O, o müslümanları affetmiş ve sonra peygamberine de onları derhat affetmesini vacip kılmıştır. Bil ki, "Artık onları bağışla" âyeti, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e affı vacip kılmaktadır. Bu emir ümmete döndüğünde, bu onlara vacip olmaz, ancak mendub olur. Nitekim Allahü teâlâ, mukarreb (Allah'a çok yakın) insanların günah sayılan işlerinin, ebrâr (iyi insanlar)ın hasenatı gibi olduğunu bildirmek için, "İnsanların kusurlarını affedenler..." (Al-i imran, 134) buyurmuştur. İkincisi: "(Onların) günahlarının mağfiretini dile" emridir. Bu hususta da birkaç mesele vardır: Bu Âyet Büyük Günahların Affedilebileceğine Delildir Bu âyette, Allah'ın, büyük günah sahiplerini de affedebileceği ne kuvvetli bir delâlet vardır. Çünkü muharebe esnasında bozulup kaçmak, "Kim böyle bir günde o (düşmana) arka çevirirse, muhakkak ki Allah'ın gazabına uğramıştır" (Enfal, 16) âyetinden dolayı, bir büyük günahtır. Binâenaleyh Uhud'da müslümanların hezimete düşmelerinin büyük günahlardan olduğu sabit olmaktadır. Hem sonra Allahü teâlâ geçen âyette onları affettiğini beyân etmiş, bu âyette de Peygamberine onları affetmesini, sonra da onlar için istiğfarda bulunmasını emretmiştir. Bu husus, bizim söylediğimiz şeye delâlet eden delillerin en güçlülerindendir. İkinci Mesele Âyetteki, "(Onların) günahlarının mağfiretini dile.." emri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, büyük günah sahipleri için mağfiret talep etmesini emretmektedir. Allahü teâlâ, ona mağfiret istemesini emrettiği zaman, onun bu duasıra icabet etmemesi caiz olmaz. Bu böyledir, çünkü, kerîm olana bu yakışmaz. Bundan dolayı bu âyet, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygamberi bu dünyada büyük günah sahiplerine şefaatçi kıldığına delâlet etmektedir. Binaenaleyh Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara kıyamette şefaat etmesi daha evlâdır. Üçüncü Mesele Allahü teâlâ, "Andolsun Allah onları affetti" (Âl-i İmran, 155) âyetinde beyân ettiği gibi, önce onları affetti, sonra da bu âyette, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onlar için ve onlardan dolayı istiğfar etmesini emretti. Sanki ona şöyle denilmekte idi: "Ey Muhammed, onlar için istiğfar et, çünkü ben onları sen onlara istiğfar etmeden önce bağışladım. Onları bağışla, çünkü ben, sen onları bağışlamadan önce, onları bağışladım." Bu Cenâb-ı Allah'ın bu ümmete olan rahmetinin kemâline delâlet etmektedir. Şûra Kelimesi Hakkında Üçüncüsü, "İş hususunda onlarla müşavere et" emridir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Arapçada, (Onlarla müşavere et, İstişare et), "müşavere", "şivâr" (istişare etmek), "meşvere" denilir. "Meşvere eden topluluk" manasında da denilir. "Şûra" kelimesi masdardırve "Onlar gizli konuşurlarken" (isrâ, 47) âyetinde olduğu gibi, topluluk bu kelime ile tavsif edilmiştir. "Müşavere" kelimesinin, balı yerinden aldığın ve çıkarttığın zaman söylediğin sözünden alındığı veya Arapların, bir hayvanı teşhir ettiklerinde söyledikleri sözlerinden alındığı söylenmiştir. Bundan dolayı hayvanların teşhir edildiği yere de "mişvâr" denir. Sanki teşhir ile onun iyisi kötüsü bilinmektedir. Aynı şekilde müşavere ile de, işlerin hayırları ve serleri bilinmektedir. Şûrânın Faydaları Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müslümanlarla müşavere etmesini emretmesinde birçok faydalar bulun- maktadır: 1- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlarla müşaveresi, , onlara değer verme ve derecelerini yükseltme mânasına gelir. Bu ise, müslümanların Hazret-i Peygamberi çok sevmelerini ve ona ihlasla itaat etmeleri neticesini doğurur. Eğer O, bu müşavereyi yapmamış olsaydı, bu onları küçümseme anlamına gelir, böylece kötü ahlak ve kabalık olmuş olurdu. 2- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), akılca insanların en mükemmeli o ise de, insanların bilgileri sonsuzdur. Binâenaleyh bilhassa dünyevi meselelerde maslahat (menfaat) yönlerinden Hazret-i Peygamber'in aklına gelmeyen bir hususun başka bir insanın aklına gelmesi uzak bir ihtimal değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz, ben de dinişlerinizi daha iyi bilirim" Müslim, Fezâil. 141 (4/1836); İbn Mâce, Rühûn, 15(2/825). buyurmuştur. İşte bundan dolayı, Hazret-i Peygamber şöyle demiştir: 3- Hasan el-Basrî ve Süfyan İbn Uyeyne, "Allahü teâlâ bunu ona, sırf başka insanlar müşavere yapma hususunda onun yolunca gitsinler ve ümmet-i Muhammed için bir sünnet olsun diye emretmiştir" dediler. 4- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud hadisesinde onlarla müşavere etti, onlar da Medine'den çıkma tarafına işaret ettiler. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çıkma taraftarı değildi. Çıktıkları zaman olan oldu. Binâenaleyh eğer Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bundan sonra onlarla müşavere yapmayı bıraksaydı, bu durum, onun kalbinde onlarla müşavere ettiğinden dolayı bir iz kalmış olduğuna delâlet ederdi. Bu sebeple Hak teâlâ, onun kalbinde bu hadiseden dolayı bir iz kalmış olduğuna delâlet etsin diye, bundan sonra ona, onlarla müşavere etmesini emretmiştir. 5- Bu, "İş hususunda, onların re'yinden ve ilminden istifâde etmek için değil, fakat akıllarını, anlayışlarını, sana olan sevgilerinin derecesini ve sana itaattaki ihlâslarını aniayasın, böylece daha faziletli olan az faziletli olandan senin yanında ayırdedilsin ve onlara makamlarının kadr-ü kıymeti açıkça görünsün diye, onlarla müşavere et" manasındadır. 6- Bu, "İş hususunda onlarla müşavere et. Fakat bu, sen onlara muhtaç olduğun için değil, aksine iş hususunda onlarla müşavere ettiğin zaman, onlardan herbiri, o hadise ve işteki en uygun yönü bulmaya gayret edeceği ve böylece, temiz ruhların meydana gelmesinde yardımlaştıkları bir şeyde biribirlerine uygun gelişi gibi, onların ruhları da o işteki en uygun şeyin meydana gelmesi hususunda biribirlerine mutabık ve muvafık olacağı içindir. Namazlarda cemaat oluştaki ve cemaatla namazın tek başına kılınan namazdan daha faziletli oluşundaki sır, işte budur. 7- Cenâb-ı Allah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ümmeti ile müşavere etmesini emredince, bu, Allah katında ümmet-i Muhammed'in kadr-ü kıymetinin olduğuna delâlet eder. Bu, onların hem Allah katında, hem Hazret-i Peygamber katında, hem de bütün insanlar katında bir değerleri olduğunu gösterir. 8- Büyük padişah, önemli ve mühim işlerde ancak yanındaki has ve yakın adamları ile istişare eder. İşte bunlar bir günah işledikleri zaman, Allah onları affetti. Bundan dolayı bazan onların aklına, "Her ne kadar Allah bizi fazlı ile affetti ise de, bu günahtan dolayı bizim o büyük derecemiz artık kalmamıştır" fikri gelebilir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, tevbe ettikten sonra o dereceyi noksanlaştırmayıp, aksine daha da artıracağını beyân etmiştir. Bu şöyledir: "Bu hadiseden önce Ben (Allah), Resulüme sizinle müşavere etmesini emretmem iştim. Bu hadiseden sonra ise, kendinizin şimdi öncekinden daha yüce bir makamda olduğunuzu anlayasınız diye, ona sizinle müşavere etmesini emrettim. Bunun sebebi şudur: Siz, bu hadiseden önce amellerinize ve taallarınıza güveniyordunuz. Şimdi ise benim fazlıma ve affıma güveniyorsunuz. Bundan dolayı affımtn, amellerinizden daha büyük; keremimin, taatlarınızdan daha çok olduğunu anlayasınız diye, şu andaki derecenizin ve makamınızın öncekinden daha büyük olması gerekir"Zikredilen ilk üç vecih, daha önce zikredilmiş olan izahlardır. Sonrakiler ise, bu mevzuyu yazarken benim aklıma gelen şeylerdendir. Murâdını ve kitabının sırlarını en iyi bilen Allahü teâlâ'dır. Nass Varid Olmayan Her Hususta Istişare Caiz midir? Alimler, hakkında Allah'tan bir vahiy nazil olmuş olan herhangi bir mesele hakkında, peygamberin ümmetiyle istişare etmesinin caiz olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü nass varid olduğunda, re'y ve kıyas geçersiz olur. Ama, hakkında nass olmayan bütün şeyler hakkında istişare etmek caiz midir değil midir? meselesine gelince, Kelbî ve pekçok ulemâ, bu emrin, harblerde müşavere etmeye mahsus olduğunu söylemişlerdir. Bunların delili şudur: Âyet-i Kerîme'deki ifâdesindeki elif-lâm istiğrak için değildir. Çünkü hakkında vahiy inmiş olan hususta müşavere etmenin caiz olamayacağını açıklamıştık. Binâenaleyh buradaki elif-lâmı daha önce geçen ve bilinen bir şeye hamletmek gerekir. Bu âyette daha önce geçen ve bilinen iş ise, harp ve düşmanla karşı karşıya kalma hususundaki işlerdir. Bundan dolayı âyetteki, "Onlarla iş hususunda müşavere et" emri bu hususla ilgili olmuş olur. Sonra bu görüşte olanlar şöyle dediler: "Bedir günü Habbâb İbn el-Münzir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, orduyu suyun yanında konaklatma hususunda istişare etmiş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onun bu re'yini kabul etmişti. Yine iki Sa'd, yani Sa'd İbn Mu'âz (radıyallahü anh) ile Sa'd İbn Ubâde, Hendek muharebesinde, savaşa katılmamalarına Karşılık Medine'nin meyvelerinin bir kısmını vererek Gatafan Kabilesi ile yapılmak istenen anlaşmayı bırakma görüşünde olduklarını Hazret-i Peygamber'e arzetmişler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onların bu görüşlerini kabul etmiş, anlaşma sahifesini yırtınıştır." Yine âlimlerden bazıları, bu lâfzın umûmi olduğunu, hakkında vahiy gelmiş hususların bu umûmun dışında kaldığını, vahiy gelmemiş konularda âyetin hüccet olmaya devam ettiğini söylemişlerdir. Sözün özü şudur; Allahü teâlâ, akıl sahiplerine, kıyas yapmalarını emrederek "Ey akıl ve basiret sahipleri ibret alsın"(Haşr, 2) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), akıl sahiplerinin efendisidir. Yine Cenâb-ı Hak, kıyasla hüküm çıkaranları medhederek, "(Onlar), bunu hüküm çıkaranlardan öğrenirlerdi" (Nisa. 83) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların en akıllısı ve en zekisi idi. Bu da, onun kendisine vahiy gelmediği zaman ictihad etmekle emrolunduğuna delâlet eder. İctihad ise, meseleyi tartışmak ve görüşmekle kuvvetlenir. İşte bu sebepten ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de istişare etmekle emrolunmuştu. O, Bedir günü ashabı ile, esirler hakkında istişare etmiştir ki, bu dinî bir mesele idi. Nassın, kıyas ile tahsis edilemeyeceğinin delili şudur: Nass, Hazret-i Âdem'e secde etme hususunda, bütün melekleri içine almıştır. Daha sonra iblis, kıyas yaparak tahsîste bulunmuş ve kendisini bunların dışında saymış, "Ben o (Âdem')den hayırlıyım. (Çünkü) beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın" (Araf, 12) demiş ve böylece lânetlenenlerden olmuştur. Eğer nassı kıyas ile tahsis etmek caiz olsaydı, iblis bundan dolayı lanete müstehak olmazdı. Müşavere Emrinden Maksad Farziyyet midir? Emrin zahiri vücub ifâde eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın "iş hususunda onlarla müşavere et" emri farziyeti gösterir. Şafiî (r.h) bu emri nedb (mendub oluş) manasında alarak, "Bu, tıpkı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bakire kız evlendirilirken kendisinin görüşü de alınır" Ebu Davud, Nikah, 25 (2/232); Tirmizî, Nikah, 18 (4/415). hadîs-i şerifi gibidir. Fakat babası bakire kızı evlenmeye zorladığında bu da caiz olur. Ancak kızın gönlünü hoş etmek için onunla istişare etmek daha evlâdır. İşte bu âyette de böyledir" demiştir. Beşinci Mesele Vahidî, "el-Vâsit" adlı tefsirinde Amr İbn Dinar'dan, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu âyette, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, müşavere etmekle emrolunduğu kimseler, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) ile Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'dir." Bana göre bu hususta bir müşkil vardır. Çünkü bu âyette Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, kendileriyle istişare etmesini emrettiği kimseler, kendilerini affedip kendileri için mağfiret istemesini emrettiği kimselerdir ki bunlar da bozguna uğrayan müslümanlardır. Düşün ki Hazret-i Ömer de bunlardan birisidir. Bu sebeple âyetin muhtevasına girmektedir. Fakat Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) onlardan değildir. Öyle ise o, nasıl âyetin muhtevasına girebilir. Allah en iyi bilendir. Şûradan Sonra Karar ve Tevekkül Sonra Cenâb-ı Allah, "Bir kere azmettin mi artık Allah'a güvenip dayan" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu ifâdenin manası şöyledir: İstişare ile kuvvetlenen bir görüş ortaya çıktığında, buna itimad etmek vacip değildir; aksine Allah'ın yardımına, tevfikine ve korumasına itimad edip dayanmak vacip olur. Bunun maksadı da, kulun bütün işlerinde sadece Allah'a itimad edip güvenmesinin şart olduğunu ortaya koymaktır. İkinci Mesele Âyet, tevekkülün, bazı cahillerin söylediği gibi, insanın kendisini ihmal etmesi olmadığına delâlet etmektedir. Aksi halde, müşavereyi emretmek, tevekkülü emretmeye zıd olurdu. Bilâkis tevekkül, insanın zahirî sebepleri görüp gözetmesi; ve fakat bununla beraber o sebeplere kalbiyle istinâd etmeyip, aksine Hakk'ın hıfz u emânına, himayesine dayanmasıdır. Üçüncü Mesele Cabir İbn Zeyd'in, tâ harfinin ötresiyte, "Azmettiğim zaman..." şeklinde okuduğu nakledilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki Resulüne, "Ben azmettim mi, sen tevekkül et!..." demiştir. Bu, şu iki sebepten dolayı zayıftır: a) Allah'ı "azmetmekle" vasfetmek caiz değildir. Bu azmin, îcâb ve ilzam manasında olduğu söylenebilir. Buna göre mâna, "Onlarla, iş hususunda müşavere et... Ben seni bir şeye mecbur edip, seni ona irşâd ettiğimde bana güven.. Artık, bundan sonra hiç kimseyle müşavere etme" şeklinde olur. b) Bu kıraati, sahabeden hiç kimse okumamıştır. Dolayısıyla, bu kıraati Kur'ân'a ilhak etmek caiz değildir. Allah en iyi bilendir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü Allah, kendisine güvenip dayananları sever" buyurmuştur. Bu tabirden maksad, mükellefleri Allah'a yönelme ve Allah'ın dışında bulunan bütün şeylerden yüz çevirmeye teşviktir. Allah Size Yardım Ederse Sizi Kimse Yenemez |
﴾ 159 ﴿