170

"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanma. Bilakis onlar, Bableri katında diridirler, Allah'ın lütf-u inayetinden kendilerine verdiği şeyler ile sevinerek, rızıklanırlar. Arkalarından henüz onlara katılamayanları da: "Onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir" diye müjde vermek isterler".

Bil ki münafıklar, Uhud gününde cihada çıkanlar hakkında söyledikleri gibi, "Cihad öldürülmeye yol açar, öldürülmek ise hoş bir şey değildir. Binaenaleyh, cihaddan sakınmak gerekir" demek suretiyle, savaşa katılma hususunda arzulu olanları geri bırakınca, Allahü Teâlâ onların, "Cihâd, öldürülmeye yol açar" sözlerinin, ölümün Allah'ın kaza ve kaderiyle meydana geldiği gibi, öldürülmenin de ancak Allah'ın kaza ve kaderiyle meydana geleceğini bildirerek, bu sözlerinin bâtıl olduğunu beyan buyurmuştur. Binaenaleyh, Allah'ın öldürülmesini takdir ettiği kimsenin, ondan sakınması mümkün değildir. Öldürülmesini takdir etmediği kimselerin de, öldürülme endişeleri olmamalıdır.

Sonra Cenâb-ı Hak onların o şüphesine bu âyette, başka bir cevapla cevap vererek şöyle demiştir: "Biz Allah yolunda öldürülmenin istenmeyen bir şey olduğunu kabul etmiyoruz. Hem bu nasıl söylenebilir ki? Çünkü Allah, yolunda öldürülen kimseyi, ölümünü müteakip diriltir, ona hususî olarak bir yakınlık ve ikram dereceleri ihsan eder, yine ona çeşitli rızıkların en üstününü verip onu sevinç ve sürür derecelerinin en yücesine ulaştırır. Binaenaleyh, hangi akıllı bu şekilde öldürülmenin kötü olduğunu söyleyebilir? Âyetin, kendisinden önceki âyetlerle münasebeti, işte budur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu âyet, Bedir ve Uhud şehidleri hakkında nazil olmuştur. Çünkü bu âyet nazil olduğunda, bu iki meşhur günde öldürülenlerin dışında başka bir şehid yok idi. Münafıklar da, müslümanlardan bu iki günde öldürülenler gibi öldürülmesinler diye, mücahidleri cihaddan uzaklaştırmak, nefret ettirmek istiyorlardı. Halbuki Allahü Teâlâ, müslümanları bu iki günde cihad edip öldürülen kimselere benzemeye, onlar gibi olmaya davet etsin diye, bu iki günde öldürülenlerin fazilet ve mertebelerini beyan etmiştir. Sözün özü şudur: Cihadt terkeden kimse, dünya nimetlerine bazan ulaşır, bazan da ulaşamaz. Ulaştığının farzedilmesi halinde bile, bu dünya nimetleri önemsiz ve geçicidir. Savaşa yönelen kimseler ise, kesinlikle âhiret nimetlerine nail olur. Bu nimet büyük bir nimettir. Büyüklüğünün yanında da, devamlı ve ebedîdir. Durum böyle olunca, cihada katılmanın, onu bırakıp katılmamaktan daha efdal olduğu ortaya çıkmış olur.

İkinci Mesele

Bil ki âyetin zahiri, Allah yolunda öldürülenler o kimselerin diri olduklarına delâlet etmektedir. Bu "diri olma" ile, ya hakîki mana veya mecazî mana murad edilmiştir. Bundan hakiki mananın murad edilmesi halinde onlar ya âhirette diri olacaklar, yahut da şu anda diridirler. Şu anda diri olmalarının murad edilmesi halinde, bundan murad ya ruhani, yahut da cismani bir hayatı kabul (isbat) etmektir. İşte bu âyet hakkında zikredilmesi mümkün olan derli toplu mana bunlardır.

Mutezileye Göre Şehitlerin Diriliği Ahirettedir

Birinci ihtimal: Âyeti, "Onlar âhirette diri olacaklar" şeklinde tefsir etmektir ki, bu görüşü Mutezile kelâmcılarından bir grup benimsemiştir. Meselâ, Ebu Kasım el-Kabî bunlardandır. O, şöyle demektedir: "Çünkü Allah'ın kendilerinden bahsetmiş' olduğu o münafıklar, "Muhammed'in arkadaşları, kendilerini ölüme atıyorlar. Böylece de öldürülüyorlar, böylece de hayatlarını tam yaşayamayarak herhangi bir hayra da ulaşamıyorlar" diyorlardı. Onlar bunu, öldükten sonra dirilmeyi ve âhiret hallerini inkâr ettikleri için söylüyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak onları tekzib etmiş, bu âyeti ile de, Allah yolunda öldürülen o kimselerin diriltileceklerini, rızıklandınlacaklarım ve kendilerine çeşitli ferah, neşe ve mutlulukların ulaştırılacağını beyan buyurmuştur.

Mutezilenin Bu Fikrinin Yanlışlığının Delilleri

Bil ki, Kabî'nin bu görüşü bize göre yanlıştır. Bunun böyle olduğunun delilleri ise şunlardır:

Birinci hüccet? Hak teâlâ'nın, "Bilâkis onlar, diridirler" ifâdesinin zahiri onların, bu âyet nazil olduğu zaman diri olduklarını gösterir. Binaenaleyh bundan sonra âyeti, onların "âhirette dirilecekleri" manasına hamletmek, âyetin zahirini terketmek demektir.

İkinci hüccet: Rahmet, fadl ve ihsan tarafının azâb ve ceza tarafından daha müreccah olduğu hususunda hiçbir şüphe yoktur. Allahü Teâlâ, azâb görecek kimseler hakkında, onlara azâb etmek için kıyametten önce onları dirilttiğini belirtmiştir. Çünkü O, "Suda boğuldular. Ardından da bir ateşe atıldılar" (Nûh, 25) buyurmuştur ki, ifâdesinin başındaki fâ harfi, takîbiyye harfidir. Onlara azâb etme, hayat şartına bağlanmıştır. Yine Cenâb-ı Hak, "Onlar, sabah aksam ateşe arzolunacaklar (ateşe karşı tutulacaklar)" (Gafir, 45) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak kıyametten önce, kendilerine azâb etmek için, azâb edeceği kimseleri diriltince, O'nun kendilerine ihsanda bulunup mükâfaat vermek için, mükâfaatı haketmiş kimseleri kıyametten önce diriltmesi daha evlâ olur.

Üçüncü hüccet: Şayet Cenâb-ı Hak, "Onları, cennette öldükten sonra dirilteceği zaman diri yapacağını" kastetmiş olsaydı, O, Hazret-i Peygamber'e, Hazret-i Peygamber'in bütün mü'minlerin böyle olacağını bilmesine rağmen, "sakın sar.ma" demezdi. Ama biz bunu, kabir mükâfaatı manasına hamlettiğimizde, Cenâb-ı Hakk'ın resulüne "sakın sanma" demesi güzel ve yerinde olur. Çünkü belki de Peygamber, Allahü Teâlâ'nın, kendisine itaat edip ihlaslı olanları böyle bir şerefle teşrif edeceğini bilmiyordu. Halbuki Allahü Teâlâ onları, kendilerine mükâfaatlarını ulaştırmak için, kıyametten önce diriltir.

Buna göre şayet, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her ne kadar onların, Öldükten sonra diriltilme sırasında Rableri katında diriltileceklerini bilse bile, ama ne var ki O, onların cennetliklerden olacaklarını bilmeyebilirdi. Binâenaleyh, Allahü Teâlâ'nın peygamberini, onların dirilecekleri ve mükâfaat ve sürûrlara gark olacaklarını belirtmek suretiyle müjdelemiş olması caizdir" denilirse, biz deriz ki:

Hak teâlâ'nın, "Sakın saramı" ifâdesi, ölümü içine almaktadır. Çünkü Hak teâlâ, "Allah yolunda öldürülenleri, sakın ölüler sanma" buyurmuştur. Binaenaleyh, böyle bir zannı ortadan kaldıracak şey, onların şu anda diri olmalarıdır. Çünkü burada, onların kıyamette diri olacakları hususunda bir şüphe yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sevinerek, rızıklanırlar...' ifâdesi mübtedânın haberidir. Bu, sanma ile uzaktan ve yakından herhangi bir alâkası yoktur. Böylece bu soru kendiliğinden ortadan kalkmış olur.

Dördüncü hüccet: Cenâb-ı Hak, "Arkalarından henüz kendilerine katılmayanları da., diye müjde vermek isterler" buyurmuştur. Onlara katılmayanların, mutlaka dünyada bulunmaları gerekir. Binâenaleyh, onların dünyada bulunan kimseleri müjdelemek istemelerinin, mutlaka kıyametin kopmasından önce olması gerekir. Müjdelemek işi ise, mutlaka bir hayat ve dirilikle mümkün olabilir. Binaenaleyh bu da, onların kıyametten önce diri olduklarına delâlet etmektedir. Bu istidlalimiz hakkında, ileride zikredilecek olan başka bir mesele gelecektir.

Beşinci hüccet: İbn Abbas (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şehidlerin sıfatı hakkında şöyle dediğini söylemiştir: "Şehidlerin ruhları, yeşil kuşların içlerindedir. Bu kuşlar cennet nehirlerinin kenarlarına konar, cennet meyvelerinden yer, istedikleri yerlerde gezer dolaşır ve arşın altında, altından kandillere sığınırlar. Şehidler, meskenlerinin, yiyecek ve içeceklerinin güzelliğini ve hoşluğunu görünce, şöyle derler: "Keşke kavmimiz, cihâd konusunda arzulu ve İstekli olmaları için, bizim içinde bulunduğumuz nimetleri ve Allah'ın bize nasıl muamele ettiğini bilseler!" Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Kardeşlerinize, ben sizin namınıza haber verir ve onlara arzunuzu ulaştırırım" deyince, onlar buna son derece sevinirler ve mutlu olurlar. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu âyeti indirdi."

Abdullah İbn Mesûd (radıyallahü anh)'a bu âyet hakkında sorulduğunda o şöyle dedi: Onu biz de sorduk, bunun üzerine bize şöyle denildi: "Şehidler, yeşil bir kubbe altında, cennet kapısında bir nehir kenanndadırlar." Başka bir rivayete göre ise, yeşil bir bahçe içindedirler.

Câbir İbn Abdullah'dan Hazret-i Peygamberin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İyi bil ki, Uhud gününde başına gelenden ötürü, Allah'ın, babanı dirilterek, "Ey Abdullah İbn Amr, sana ne yapmamı istersin?" dediğini, bunun üzerine Abdullah'ın da, "Ya Rabbi, beni dünyaya göndermeni ve senin uğrunda yeniden öldürülmeyi arzu ediyorum" dediğini sana müjdeliyorum..." Bu konudaki rivayetler, nerdeyse tevatür derecesine varmıştır. Binâenaleyh, bu nasıl inkâr edilebilir?

Kâbı, bu rivayetleri tenkid ederek şöyle demiştir: "Bu caiz değildir; çünkü ruhlar nimetlenmezler. Nimetlenecek olan, kendisinde ruh bulunduğu zaman, ancak bedendir, ruh değildir. Bedene nısbetle ruhun yeri, bedenin kuvveti durumundadır. Yine, rivayet edilen haberin zahiri, bu ruhların kuşların kursaklarında bulunmasını gerektirir. Yine bu haberin zahiri, o ruhların cennet nehirlerinin kenarında bulunmalarını., cennetin meyvelerinden yemelerini ve istedikleri yerlerde gezip dolaşmalarını gerektirir. Bu ise, onların kuşların kursaklarında bulunması keyfiyyetine ters düşer."

Buna şu şekilde cevap verilir: Birinci tenkidiniz, ruhun cisimle kaim olan bir araz olduğu görüşüne bina edilmiştir. Biz durumun böyle olmadığını beyân edeceğiz. İkinci tenkidinize gelince, bu da kabul edilemez. Çünkü, bu gibi kelimelerden maksad. çeşitti rahatlık ve sürürların bulunmasını; hiçbir korku ve âfetin mevcut olmamasını kinaye yoluyla anlatmaktır. Bu ihtimal hakkında sözün özü budur.

Şehidlerin Şimdi Diri Olmaları

İkinci ihtimal, bundan maksat, şehidlerin şu anda diri olmalarıdır. Bu görüşte olanlardan bazıları, bu hayat sahibi olmanın, ruh için olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da bu hayat sahibi olmanın, beden için olduğunu söylemişlerdir. Bu konuya girmeden önce, bir mukaddime yapmak gerekir. Bu mukaddime de şudur: İnsan şu bünyeden ibaret değildir. Bunun böyle olduğunun delili şu iki husustur:

a) Bu bünyenin cüzleri, bir erime, çözülme ve değişime uğrama içindedirler. Halbuki insan denince, ömrünün başından sonuna kadar aynı kalan bir varlık hatıra gelir. Devamlı kalan, değişime uğrayandan başkadır. Bizim bu söylediğimizi şu husus da te'kîd eder: İnsan bazan gürbüz olur, bazan da zayıflar. İşin başında bedeni küçüktür; sonraysa büyür ve gelişir. Şüphe yok ki her insan, ruhunda, kendisinin ömrünün başından sonuna kadar tek bir şey olduğunu hisseder. Böylece de, bizim söylediğimiz şey doğru olur.

b) İnsan, bazan, bütün uzuv ve cüzlerinden gafil, bihaber olduğu halde, kendi varlığını hisseder, bilir. Bilinen bilinmeyenden başkadır. Binaenaleyh, bu iki izahla da, ruhun hissedilen bu bedenden başka bir şey olduğu ortaya çıkar. Daha sonra bunun, ateşin kömüre, yağın susama ve gülsuyunun da güle sirayet etmesi gibi, bu bedene sirayet etmesi gibi hususî bir madde olması da muhtemeldir. Yine ruhun, kendi kendine kaim bir cevher olması, ne cisim, ne de cisime dahil bulunmaması da muhtemeldir. Bu her iki görüşe göre de, beden öldüğü zaman bu şeyin ondan diri olarak ayrılması uzak bir ihtimal olmaz. Biz, onu Allah'ın öldürdüğünü söylesek de Cenâb-ı Hak ona yeniden hayat verir.

Bu izaha göre de, bu âyette olduğu gibi, kabirdeki mükâfaat hakkındaki şüpheler tamamen zail olur. Keza, "Suda boğuldular. Ardından da bir ateşe atıldılar" ınüh, 25) buyruğunda da belirtildiği gibi, kabir azabı ile ilgili bütün şüpheler de ortadan kalkmış olur. Böylece de, bizim anlattıklarımızla, bu meselede bir imkânsızlığın olmadığı ortaya çıkmış oldu. Âyetin zahiri de buna delâlet etmektedir. Binâenaleyh, bu kanâate varmak gerekir. Bizim söylediğimiz bu hususu Kur'ân, hadis ve akıl da teyid etmektedir.

Ölümden Sonra Ruh Hayatının Devamına Dair Âyetler

Kur'ân'dan delillere gelince, bunlar pekçok âyettir;

a) "Ey itminâne ermiş olan ruh! Dön Rabb'ine, sen O'ndan razı, O da senden razı olarak.. Haydi git kullarımın içine, gir cennetime..." (Fecr. 27-30) âyetidir. Cenâb-ı Hakk'ın "Dön Rabb'ine" emrinden maksadın ölüm olduğunda şüphe yoktur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Haydi gir kullarımın içine" buyurmuştur ki, bu kelimenin başındaki fâ harfi, böyle bir hayatın, ölümün akabinde olacağına delâlet etmektedir ki, bu da bizim söylediğimize delâlet eder.

b) "Nihayet herhangi birinize ölüm geldi mi, elçilerimiz hiçbir şeyi eksik yapmaksızın onun ruhunu alırlar" (Enam. 61) buyurmuştur ki, bu da bedenin ölümüdür. Bu ifâdenin peşinden Cenâb-ı Hak, "Sonra bunlar, Hak olan mevlâlarına, Allah'a döndürülmüşlerdir" (Enam, 62) buyurmuştur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "döndürülmüşlerdir" buyruğundaki vâv harfinin (zamirin) mercii, ruhlardır. Bu, ancak kendine ve zâtına mahsus bir hayat ile olabilir. Böylece bu, onun (ruhun) bedenin ölümünden sonra da devam ettiğine delâlet etmiştir.

c) Hak teâlâ'nın, "Şimdi, eğer o, mukarreblerden ise, (onun nasibi) artık rahatlık, güzel rızık ve Nâim cennetidir" âyetidir, "Artık rahatlık" kelimesinin başındaki takibiyye fası, rahatlığın, güzel rızkın ve Naîm cennetinin ölümün peşinden tahakkuk edeceğine delâlet eder.

Ölümden Sonra Ruh Hayatının Devamına Dair Hadisler

Bu hususun hadisten delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kim ölürse, onun kıyameti kopmuştur" şeklindeki hadisidir. Bu ifâdenin, başındaki fâ da, takibiyye fası olup, herkesin kıyametinin ölümünden sonra olacağına delâlet etmektedir. Büyük kıyamete gelince bu, Allah'ın katında malum olan bir zamanda vuku bulacaktır. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kabir, cennet bahçelerinden bir bahçe; veyahut da cehennem çukurlarından bir çukurdur" Tirmizî, Kıyame, 26 (4/640). buyurmuştur.

Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Bedir gününde, şehid edilen kimselere seslenerek, "Siz de Rabb'inizin va'adettiginigerçek olarak buldunuz mu?" (A'raf, 44) dediği; bunun üzerine de kendisine, "Ya Resûlallah, onlar ölüdürler. Binâenaleyh sen onlara nasıl seslenebiliyorsun?" denildiğinde O'nun, "Onlar, sizden daha iyi duyarlar" dediği, veyahut da bu anlamda bazı ifâdeler söylediği rivayet edilmiştir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ın velileri ölmezler; ama onlar, bir evden (dünya) başka bir eve (âhiret) nakledilirler" buyurmuştur. Bütün bunlar, nefislerin (ruhların), bedenlerin ölümünden sonra da devam ettiklerine, yaşadıklarına delâlet eder.

Öldükten Sonra Rûh Hayatının Devamına Dair Aklî Deliller

Aklî delillere gelince, bunlar birkaç tanedir:

a) Uyku zamanı beden zayıflar. Bedenin zayıflaması ise ruhun zayıflamasını gerektirmez. Bilâkis uyku esnasında ruh kuvvetlenir ve çeşitli halleri müşahade edip bazı gayblara muttali olur. Bedenin zayıflaması ruhun zayıflamasını gerektirmeyince, bu durum beden öldükten sonra ruhun ölmediği şeklindeki zannımızı kuvvetlendirir.

b) Fikirlerin çokluğu, dimağın kurumasına bir sebeptir. O'nun kuruması ise, ölüme sebebiyet verir. Bu fikirler, nefsin ilâhi bilgilerle kemâle ermesinin sebebidir. Bu, ruhun son derece kemâle ermesidir. Binâenaleyh ruhun kemâle ermesine vesile olan şey, , ıynı zamanda bedenin noksanlaşmasına bir sebeb teşkil etmektedir. Bu da, ruhun bedenin ölümü ile ölmediği şeklindeki zannımızı kuvvetlendirmektedir.

c) Ruhun halleri, bedenin hallerinden farklıdır. Çünkü ruh, ilâhi marifet ile sevinir ve güzelleşir. Bunun böyle olduğunun delili, "Haberiniz olsun ki kalpler ancak zikrullah ile yatışır, rahatlar" (Rad, 28) âyetidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Ben Rabb'imin yanında geceliyorum. O, bana yedirip İçirir" Buhâri, Temenni, 9; Müslim, Sıyâm, 57-58 (2/774-775). buyurmuştur. Bu yiyip içmenin, marifetullah, muhabbetullah ve gayb âlemlerinin nurları ile nurlanmaktan ibaret olduğunda bir şüphe yoktur. Biz de insanların, bir hükümdara hizmet ettiği, bir makamı ele geçirdiği, veyahut da sevgilisine kavuştuğu için ileri derecede bir sevinç hissettiklerinde, yemeyi içmeyi unutup, yemeye içmeye davet edildiklerinde, kalplerinde ona karşı aşın bir nefret duyduklarını görüyoruz. Marifetutlaha iyice dalmış olan arifler, kendilerinde böyle bir nurun parıldadığını ve böyle bir sırrın kendilerine açıldığını hissettiklerinde, açlık ve susuzluğu kesinlikle duymazlar. Velhasıl ruhanî saadetler, bedenî saadetlere âdeta zıttır. Bütün bu hususlar, ruhun bağımsız olup bedenle bir alakası olmadığına galib bir zan ile hükmetmeyi gerektirir. Bu böyle olunca, bedenin ölümü ile ruhun da ölmemesi gerekir. Bu noktada, ikna edici bu deliller kifayet etsin.

Bil ki bu kaide iyice yerleştiğinde, kabir mükâfaatı ve azabı hakkında Kur'ân'da bulunan âyetlerin delâletine dair şüphe ve müşkilatlar ortadan kalkar. Bu kaideyi böylece kavradığın zaman biz deriz ki: Bazı müfessirler, şehidlerin ruhlarının, kıyamete kadar Arş'ın altında her gece rükû ve secde ederek, diri olarak kalacaklarını söylemişlerdir. Bunun delili, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadis-i şerifidir:

"Kul, şeddede iken uyuyup kaldığı zaman, Allahü teâlâ onunla meleklerine karşı övünür ve "Şu kuluma bakınız. Onun ruhu benim yanımda, bedeni de benim hizmetimde.. "der.'

Bil ki Hak teâlâ, ' Bilâkis onlar, Rableri katında diridirler" âyeti de, bu gerçeğe delâlet etmektedir. "katında" lafzı bu âyette zikredildiği gibi, "O'nun katındaki (melekler). Ona ibâdet etmekten asla kibirlenmezler ve yorulmazlar" (Enbiya. 19) âyetinde de meleklerden bahsedilirken zikredilmiştir. Allah katında bulunmalarından dolayı melekler için hasıl olan saadeti anladığın zaman, yine Allah katında bulunmalarından dolayı şehidler için de böyle bir saadetin olacağını anlarsın. İşte bütün bunlar, akla âhiret marifetinin kapılarını açan izahlardır.

Şehidlerin Bedenleriyle Mükâfaatlandırılmalarında Mevcut Müşkilat

Üçüncü İhtimal, bu âyetin tefsiri hususundaki bu ihtimal, bu hayatın bedenler için söz konusu olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. Bu görüşü benimseyenler de kendi aralarında ihtilaf etmişler ve bazıları şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, şehidlerin bedenlerini göklere, Arş'ın altındaki kandillere doğru yükseltip onlara çeşitli ikram ve saadetler vermiştir." Bazıları da, "Cenâb-ı Hak, bu bedenleri yeryüzünde bırakmış ve onları orada dirilterek bu saadetleri onlara vermiştir" demişlerdir.

Bazı âlimler bu görüşü tenkid ederek şöyle demişlerdir: "Biz bu şehidlerin bedenlerini kurtların kuşların yediğini görüyoruz. Bu durumda, yâ Hak teâlâ'nın, o bedenleri o yırtıcı hayvanların karınlarında diriltip, onlara oralarda bu mükafaatları ulaştırdığı söylenir; yahut da yırtıcı hayvanların karınlarındaki bu parçaların, oralardan ayrıldıktan sonra Allahü teâlâ'nın onları yeniden biraraya getirip birleştirerek hayat verip mükafaatlarını verdiği söylenebilir ki bütün bunlar uzak ihtimallerdir. Bir de biz, bazan öldürülen bir insanın cesedinin bozulup çürüyünceye ve ondan cerahat ve irin akıncaya kadar günlerce öyle kaldığını görüyoruz. Binâenaleyh biz onun canlı, çeşitli nimetlerden istifade eden, akıllı ve bilgili bir varlık olduğunu mümkin görürsek, saçma sapan konuşmuş oluruz.

Dördüncü İhtimal: Âyetin tefsirinde bir izah da şöyle dememizdir: Onların diri olmalarından maksad, onlarda hayatın bizzat bulunması değildir. Aksine bundan maksad, bazı mecazi manalardır. Bunu şu şekillerde açıklayabiliriz;

1- Esâmm el-Belhî şöyle demiştir: "Ölen, dinî bakımdan çok önemli bir kişi olup, kıyamet günü akıbeti de sevinç, mutluluk ve izzet-u ikram olunca, onun için, "O diridir, ölmemiştir" denilebilir. Nitekim kendisine hiç faydası olmayan ve kendisinden hiç kimsenin istifâde edemediği câhil bir kimse hakkında da, "O ölüdür, diri değildir" denilir. Yine bu, ahmak kimse için "O bir eşektir"; eziyet veren kimse hakkında da "O bir canavar" denilmesi gibidir. Rivayet olunduğuna göre Abdulmelik İbn Mervan, Zührî ile tanışıp, onun anlayışını ve ilmî seviyesini farkedince ona, "Senin gibilerini halef bırakan kimseler ölmez" demiştir. Özet olarak, insan ölüp geride güzel bir övgü ve güzel bir nam bıraktığı zaman, onun hakkında mecazî olarak, şüphe yok ki "O ölmedi, diridir" denilir."

2- Bazıları, bu mecazi mananın "Onların bedenleri kabirlerinde bozulmadan kalır ve toprağın altında kesinlikle çürümez" şeklinde olduğunu söylemiş ve rivayet olunan şu hadiseyi buna delil getirmişlerdir: Muaviye (radıyallahü anh), şehidlerin kabirlerinin bulunduğu yerde bir su kaynağı bulmak istedi ve "Kimin bu yerde bir ölüsü varsa, onu buradan çıkarsın" diye ilân edilmesini emretti. Câbir der ki: "Bunun üzerine, biz oraya gidip ölülerimizi, bedenleri hala ter-ü taze olduğu halde çıkardık. Hatta onlardan birinin parmağına toprağı eşeleyen bel takılınca parmaktan kan damladı."

3- Onların diri olmalarından maksad, ölenlerin yıkandığı şekilde onların yıkanılmamalarıdır. Bu âyet hakkında söylenilenlerin tamamı işte budur. Mahlükatın sırlarını en iyi bilen Allah'tır.

Üçüncü Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Âyetteki "Sakın sanma" ifâdesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e veya herkese bir hitaptır. Bu ifâde (......) şeklinde de okunmuştur ki, bu okuyuşa göre şu manalar verilmiştir: a) Allah'ın Resulü sanmasın..."; b) "Hiçbir sanan sanmasın.."; c) "Allah yolunda canlarını verenler, kendilerini ölüler sanmasınlar." Bu kelime sin harfinin fethasıyla okunmuştur. İbn Âmir, şeddeli olarak (......) şeklinde okurken; diğer kıraat imamları, şeddesiz olarak (......) şeklinde okumuşlardır.

Dördüncü Mesele

Âyetteki "Bilakis onlar... diridirler buyruğu hakkında Vahidî, "Bu kelâmın takdiri, 'Bilâkis onlar diridirler" şeklindedir" demiştir. Keşşaf sahibi "Aksine onları diriler san" manasında olmak üzere bu kelimenin mansub olarak şeklinde de okunduğunu söylemiştir. Ben derim ki, Zeccâc şöyle diyor: "Eğer bu kelime mansub olarak (......) şeklinde okunacak olsaydı, o zaman, "aksine onları diriler san, zannet!" manasında olması caiz olurdu." Ebû Ali el-Farisî, bu hususu tenkid ederek şöyle der: "Bu caiz değildir, çünkü bu, şüpheye düşmeyi emretmektir. Şüpheyi emretmek ise, Allah için caiz değildir. "Hisbân" masdarını ilim manasına almak, onunla tefsir etmek caiz değildir. Çünkü, dilcilerden hiçbiri bunu söylememiştir." Zeccâc, el-Farisî'ye cevap vererek şöyle diyebilir: "Hîsbân" şekk değil, zan demektir. O halde daha niçin, "Allah'ın zannı emretmesi caiz değildir" demediniz? İçtihad edilen bütün hususlarda Allah'ın mükellef tutması da, ancak zan ile değil midir?"

Ben derim ki, Zeccâc ile Ebû Ali el-Farisî arasında cereyan eden bu münazara, bu ifâdenin nasb ile (......) şeklinde okunmayacağına delâlet eder. Hatta Zeccâc, bunun Arapçada bir izah tarzının bulunduğunu iddia ederken, el-Farisî bu hususta ona karşı gelmektedir. İ'rabda bir izah şekli, bir vechi bulunan her bir tarzda okumak (kıraat etmek) caiz değildir.

"Allah İndinde" Tabirinin Manası

Hak teâlâ'nın, "Rableri katında" buyruğu hakkında da şu izahlar bulunmaktadır:

a) "Onlara, Allah'tan başka hiç kimsenin ne bir fayda, ne de bir zarar veremiyeceği bir yerdedir.." demektir.

b) "Onlar, Rableri katında dindirler..." Yani "Onlar, Rablerinin ilmine ve hükmüne göre diridirler." Bu, "Bu mesele Şafiî nezdinde, ona göre böyledir. Ebû Hanife nezdinde, ona göre ise, bunun aksinedir" denilmesi gibidir.

c)kelimesi, yakınlık ve ikramda bulunma manasındadır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun katındaki (melekler), O'na ibâdet etmekten asla kibirlenmezler.." (Enbiya, 19)ve "Rabb'in katında olanlar..." (Fussilet, 38) âyetlerinde olduğu gibidir.

Şehidlerin Rızıklandırılmaları

Hak teâlâ'nın, "Allah'ın lütf-u inayetinden kendilerine verdiği şeyler ile sevinerek rızıklanırlar" cümlesine gelince, bil ki kelamcılar şöyle demişlerdir: "Sevap, saygt ile beraber bulunan katıksız ve devamlı olan bir menfaattir. Buna göre âyetteki, "rızıklamrlar" kelimesi, bu menfaata işarettir; "sevinerek" ifâdesi, bu saygı sebebi ile meydana gelen sevince işarettir." Hökemâ (feylosoflar) ise şöyle demişlerdir: "Kutsî ruhların cevherleri, ilâhi nurlar ile aydınlandığı zaman iki bakımdan sevinç duyarlar:

a) Bu ruhların zatlarının, kutsî cilalar ve ilâhî marifetler ile parlaması, aydınlanması ve ışık saçar hale gelmesi bakımından;

b) Onların, nur pınarına ve rahmet ile azamet kaynağına bakar hale gelmeleri bakımından..." Onlar şöyle devam etmişlerdir: "Ruhların, bu ikinci bakımdan duydukları neş'e ve sevinç, birincisinden duyduklarından daha ileri ve mükemmeldir. Binâenaleyh âyetteki "rızıklamrlar" kelimesi birinci dereceye, "sevinerek" kelimesi de ikinci dereceye işarettir. İşte Cenâb-ı Hak bundan dolayı, "Allah'ın lütf-u inayetinden kendilerine verdiği şeyler ile sevinerek..." buyurmuştur. Yani onların bu sevinçleri rızık sebebi ile değil, rızkın kendilerine verilmesi sebebiyledir. Çünkü rızık ile meşgul olan, kendisi ile meşgul olmuş olur. Fakat kendisine rızık verilmesine bakan kimse, rızkı veren ile meşgul olmuş olur. Hakkı, başka bir sebepten ötürü isteyen kimse, Hak'tan mahrum olur."

Şehidlerin, Mücahidleri Müjdelemeleri

Sonra Cenâb-ı Allah, "Arkalarından henüz onlara katılmayanlar hakkında da, "Onlara hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir" diye müjde vermek isterler" buyurmuştur.

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi, O'nun sözünden bedel olmak üzere, mahallen mecrurdur. Kelâmın takdiri ise, "Arkalarından henüz onlara katılmayan kimselere de, bir korku ve bir hüzün olmadığı müjdesini verirler" şeklindedir. Âyette birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İstibşâr, müjdeleme ile tahakkuk eden sürür ve sevinç demektir. "İstif âl" babının aslı, fiili talep etmek ifâde eder. Binâenaleyh, müjde veren kimse, sürürü talep edip de, müjde ve beşaret ile onu bulan kimse demektir.

İkinci Mesele

Bil ki şehidlerin kıyamet gününden önce diri olduklarım kabul eden kimseler, bu âyeti başka şekillerde de açıklamışlardır:

a) Şöyle denilmesidir: "Şehidler birbirlerine, "Biz falanca falanca kardeşlerimizi kâfirlerle savaşanlar safında bıraktık.. Binaenaleyh, eğer Allah dilerse onlar şehid edilirler, böylece de bizim elde ettiğimiz rızık ve ikramı onlar da elde etmiş olurlar" derler. İşte bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Arkalarından henüz onlara katılmayanlara da... müjde vermek isterler" âyetinden kastedilen de budur.

b) Şöyle de denilebilir: "Kıyamet koptuktan sonra şehidler, cennete girdiklerinde, Allah'ın fazlından, kendilerine verdiği şeylerle sevinir, ve rızıklanırlar. Hak teâlâ'nın, "Arkalarından henüz katılmayanlar" sözüyle kastedilen de, şehidlerin derecesinde olmayan mü'min kardeşleridir. Çünkü, şehidler diğer mü'minlerden önce cennete girerler. Bunun delili ise, "Allah, savaşanlara oturanların üstünde daha büyük bir ecir vermiştir. Kendinden dereceler, mağfiret ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayın ve çok merhametlidir" (Nisa. 95-96) âyetidir. Böylece onlar, mü'minlerin varacakları yeri, onlar için hazırlanmış olan nimetleri görmeleri ve kendileriyle bir araya gelmeyi umdukları için sevinirler ve bu sebeple de gözleri aydın olur, gönülleri hoş olur." Bu, Ebû Müslim el-İsfehanî ile ez-Zeccâc'ın tercihidir.

Bil ki birinci te'vil, ikincisinden daha kuvvetlidir. Çünkü ikincisinin neticesi, cennette bir araya gelmeleri sebebiyle, mü'minlerin birbirleriyle sevinç duymalarına dayanır. Bu ise, bütün mü'minleri içine alan bir husustur. Binaenaleyh, bunu şehidlere tahsis etmenin manası yoktur. Hem yine o şehidler, arkalarından henüz kendilerine katılmamış kimselerle sevinç duyup neşelenecekleri gibi, kendilerinden önce cennete giren kimseler vesilesiyle de, aynı şekilde sevinç duyarlar. Çünkü peygamberlerin ve sıddîklerin dereceleri, şehidlerin derecelerinin üzerindedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İşte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddîklerle, şehidlerle, iyi kullarla beraberdirler" (Nisa, 69) buyurmuştur. Bu takdire göre, tahsis yapmada herhangi bir fayda yoktur. Ama, âyeti birinci anlayışa göre tefsir edersek, bu takdirde, bu özelliği mücahidlere tahsis etmede en büyük fayda elde edilmiş olur. Binaenaleyh, bu daha evlâdır. Allah en iyisini bilendir.

Üçüncü Mesele

(......) (korku), gelecekte vaki olabilecek bir kötülüğün beklenmesinden ötürü hissedilir. Hüzün ise, geçmişte mevcut olan birtakım menfaatların elden kaçırılması sebebiyle hissedilir. Böylece, Hak Subhânehu ve Teâlâ, ilerde kıyametin hallerine dair gelecek şeyler hususunda onlar için bir korkunun söz konusu olmadığını ve dünya nimetlerinden kaçırıp elde edemedikleri şeyler hususunda da onlar için bir hüznün ve kederin söz konusu olmadığını beyan etmiştir.

Şehidlerin İlahî Lütuf Sebebiyle Sevinmeleri

170 ﴿