185

"Onlar seni yalan sayarlarsa, senden evvel o apaçık mucizeleri, sahîfeleri ve nur verici kitabı getiren peygamberler de yalanlanmalardı. Her can ölümü tadıcıdır. Ücretleriniz kıyamet günü muhakkak tastamam verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa artık o, muhakkak kurtuluşa ermiş olur. Dünya hayatı bir aldanma metâından başka birşey değildir".

Âyette, "Onlar seni yalan sayarlarsa..." ifâdesi hakkında şu izahlar yapılmıştır:

1-Eğer onlar seni, "önceki peygamberler, bu yahudilere (gökten inen) bir ateşin yediği bir kurban getirmişti de, onlar o peygamberleri öldürmüşlerdi" sözünde yalanlarlarsa, bil ki senden önce Nuh, Hûd, Salih, İbrahim, Şuayfb ve benzeri nice peygamberler de yalanlanmalardı.

2- Bu ifâdeden murad şudur: "Eğer onlar, nübüvvetin ve şeriatın aslında (kendisinde) seni tekzib ederlerse, bil ki senden önce nice peygamberler aynı şekilde tekzîb edilmişlerdir." Belki de en münasib olan görüş budur. Çünkü Allahü teâlâ. hangi hususta yalanlandığını belirtmemiştir. Bir de onların, nübüvvetin kendisini yalanlamaları, tekzibin en büyüğüdür. Bir diğer husus da, onların nübüvveti tekzib etmelerine bu delil ve mu'cizeleri tekzib etmeleri de dahildir. Bu âyetin getirilmesinden maksad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli etmek ve bu tekzibin peygamberler içinde sadece ona has, mahsus olmadığını, aksine o peygamberlerin de, kendilerinde mucize zuhur etmesi ve kendilerine kitap indirilmesi hususlarında onun gibi olmalarına rağmen, bütün kâfirlerin durumunun, her peygamberi tekzib edip ta'n etmek şeklinde olduğunu beyân etmektir. Buna rağmen onlar peygamberliklerini yerine getirmede, o kavimlerinden kendilerine gelen şeylere sabredip, müşriklerin eziyetlerine katlanmışlardır. Binaenaleyh, "Ey Peygamber, böyle olmada onları örnek al ve onların yoluna gir." Bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir tesellidir. Çünkü bir belâ umûmî olduğunda, kolay ve hafif gelir.

Zebur Kelimesinin Mânası

Âyette geçen beyyinat, hüccetler ve mu'cizeler demektir. "Zübür" kelimesi ise, kitaplar demek olup, "Zebur" kelimesinin cem'îdir, "Mezbûr" (yazılmış) manasına olan Zebur, mektup (yazılmış) manasına gelen kitap manasınadır. Meselâ, "kitabı yazdım" manasında denilir. Buna göre her kitap, Zebur demektir. Zeccâc, "Zebûr"un, hikmetli kitap manasına geldiğini söylemiştir. Zeccâc'ın bu görüşüne göre, âyete uygun olan, buradaki "zebur" kelimesinin, "menetmek" manasına olan "zebr" kökünden olmasıdır. Meselâ birisini, batıl bir şeyden menettiğin zaman (......) dersin. Kitap da, hakkın hilafına hususlardan meneden şeyler Kendisinde bulunduğu için "Zebur" diye adlandırılmıştır. İşte Davûd (aleyhisselâm)'a verilen Zebur da, içinde men eden şeyler ve mev'izeler çok bulunduğu için bu ismi almıştır. İbn Abbas, te'kid gayesiyle bâ harf-i cerrini tekrarlayarak (......) şeklinde okumuştur. Âyetteki "münîr" kelimesi, "açıkladım, izah ettim" manasındaki (O şeyi aydınlattım) sökünden alınmıştır. Bu âyetle ilgili iki mesele vardır:

Semavi Kitaplar içinde Yalnız Kur'ân Mucizedir

Âyette yeralan, "beyyinât"tan murad, mu'cizelerdir. Allahü teâlâ, bunun peşine "zebûr" ve "kitap" kelimelerini de atfetmiştir ki bu, onların mucizelerinin kitaplarından başka olduğunu söylemeyi gerektirir ki bu da, diğer peygamberlerin getirdikleri kitapların kendileri için bir mu'cize olmadığına delâlet eder. Binâenaleyh, Tevrat, İncil, Zebûr ve diğer peygamberlerin sâhifelerinden hiçbiri mu'cize değildir. Fakat Kur'ân başlıbaşına bir kitap ve bir mu'cizedir ki, bu da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hususiyetlerindendir.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ, "Nur verici kitap" vasfını.böyle olan her kitap, "Zebur" (kitap) olmasına rağmen, "zübür" (sahifeler, kitaplar) kelimesi üzerine atfetmiştir. Bu, yerinde ve güzel bir atıftır. Çünkü nur verici kitap (Kitab-u Münir), kitapların en şereflisi ve en güzelidir. Binâenaleyh bu atıf yerindedir. Bu, tıpkı Hak teâlâ'nın, "Hatırla o zamanı ki biz peygamberlerden mîsaklanm almıştık. Senden de, Nuh'dan da.. ."(Ahzab, 7)ve "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e, Mîkail'e düşman olursa..."(Bakara, 98) âyetlerinde olduğu gibidir. Kitab-u Münir'in (Kur'ân'ın), daha şerefli oluşu ya bütün şeriatları ihtiva etmesinden veyahut da kıyamete kadar sürecek olmasındandır. Bu âyette geçen Zübûr (kitaplar) ifâdesi ile, diğer peygamberlere verilen sâhifelerin, "Kitab-u Münîr" ifâdesi ile, Tevrat, Zebur ve İncil'in kastedilmiş olması da muhtemeldir.

Hak teâlâı Her can ölümü tadındır" buyurmuştur. Bil ki bu âyetten maksad, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i daha fazla teselli edip, kalbindeki hüznü iyice silmektir. Bu, şu iki yönden böyledir:

a) Herşeyin neticesi ölümdür. Bu gam ve kederler de gidecek, onlardan hiçbirşey geriye kalmayacaktır. Hüzünlerin durumu bu olduğuna göre, akıllı olan ona iltifat etmez.

b) Bu dünya yurdundan sonra, iyilerin kötülerden ayrılacağı ve herkese, yaptığının karşılığının tastamam verileceği bir âhiret yurdu vardır. İşte bu iki hakikatten herbiri, insanların kalplerinde, hüzün ve kederleri silebilecek ileri bir kuvvettedir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"Her can (nefs) ölümü tadıcıdır" cümlesi ile ilgili şöyle bir soru vardır: Allahü teâlâ, kendisini "Nefs" diye adlandırmış ve "Benim nefsimde olan herşeyfsen bilirsin, ben (İsa) ise senin nefsinde olanı bilmem" (Mâide, 116) buyurmuştur. Hem nefis ile zât aynı şeydir. Buna göre, bütün cansızlara da "nefis" denir. Binâenaleyh ölümün, cansız varlıkları da içine alması gerekir. Yine Cenâb-ı Hak, "Allah'ın diledikleri müstesna, göklerde ve yerde kim varsa düşüp ölecektir" (Zümer. 68) buyurmuştur ki bu âyet de, müstesna olanların ölmeyeceklerini göstermektedir. Halbuki ölümün umumî oluşu, herkesin, hatta cennet ve cehennemde olanların ölmelerini gerektirir. Çünkü hepsi "her nefis" tabirine dahildir.

Buna şöyle cevap verilir: Bu âyetten maksad, Hak teâlâ'nın, bunun peşisıra gelen, "Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa artık o, muhakkak kurtulmuş olur" ifâdesinin de delil oluşu ile, bu dünyadaki mükellefler (insanlar)dır. Çünkü bu âyette ifâde edilen husus, onlar için söz konusudur. Bir de, umumî bir lâftz, tahsis edildikten (sınırlandırıldıktan) sonra da hüccet olur.

İkinci Mesele

"Zâikatun" kelimesi "zevk" masdarından ism-i faildir. İsm-i fail, bir isme muzâf olup, kendisi ile mazi manası murad edildiğinde, muzafun ileyhin ancak mecrur olması caiz olur. Bu senin tıpkı, "Zeyd, dün Amr'i dövdü" demen gibidir. Eğer ism-i fail ile şimdiki zaman veya istikbal manası murad edilir ise, muzâfun ileyhin hem mecrur, hem de mansub olması caizdir. Meselâ sen, "O, yarın Zeyd'i dövecek" ve "O, yarın Zeyd'i dövecek" dersin. Nitekim Allahü teâlâ, 'Onlar, O'nun zararını giderebiliri midirler?" (Zümer, 38) buyurmuştur. Buradaki (......) kelimesi, ""Kâşifât" kelimesi istikbal manasında olduğu için, fethalı ve kesreli olarak iki şekilde okunmuştur. Rivayet edildiğine göre Hasan el-Basri bu âyeti, tenvin ile ve "mevt" kelimesini mansub olarak (......) şeklinde okumuştur ki aslolan budur. A'meş ise, tenvinşiz ve nasb ile (......) şeklinde okumuştur. Bu, onun şu sözü gibidir: "Allah'ı ancak çok az zikreder." Bu hususta, daha uzun izah Nisa süresindeki (Nisa, 97) âyetinin tefsirinde inşaallah gelecek.

Ölüm Hakkında Feylosofların İzahı

Feylesoflar, ölümün, bu cismânî hayatta vacip olduğunu (mutlaka meydana geleceğini) iddia etmişlerdir. Çünkü bu cismânî hayat, ancak tabiî rutubet ve tabiî hararetle olur. Sonra bu tabiî (garîzi) hararet, tabiî rutubetin çözülmesine tesir eder. Bu durum, asıl rutubet yok oluncaya kadar devam eder. Neticede tabiî hararet de söner ve böylece ölüm meydana gelir. İşte bu izaha göre, ölüm, bu cismânî hayatta mecburî olarak bulunur. Onlar sözlerine devamla şöyle demişlerdir: "Hak teâlâ'nın, "Her nefs ölümü tadıcıdır" âyeti, bedenlerin ölmesi ile nefislerin ölmeyeceğine delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, nefisleri "ölümü tadıcı" kılmıştır. Tadanın, tadma esnasında, mutlaka baki olması gerekir. Buna göre âyetin manası,

Her nefis (ruh), bedeninin ölümünü tadacaktır" şeklinde olur. Bu da, nefsin, bedenden başka birşey olduğuna ve bedenle birlikte ölmeyeceğine delâlet eder. Yine nefis" kelimesi, bütün cisimler için kullanılan bir tabirdir. Bu ifâdede, ölüm zaruretinin cismâni hayata mahsus olduğuna bir dikkat çekiş vardır. Fakat sırf ruhî olan varlıklar, böyle değillerdir." Rivayetlerde bunun aksi vârid olmuştur. Çünkü İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, Yeryüzünde bulunan herşey fânidir" (Rahman, 26) âyeti nazil olunca, meleklerin, Yeryüzündekiler öldü" dediklerini; "Her nefis ölümü tadıcıdır" âyeti nazil olunca da, "Biz de öldük" dedikleri" dediği rivayet edilmiştir.

Tam Ücret ve Sırf Azap Ancak Âhirettedir

Hak teâlâ'nın, "Her nefis ölümü tadıcıdır" buyruğu, öldürülen kimseye de "meyyit" denilebileceğine delâlet eder. Fakat besmele ile kesilen hayvana, örfün (ona başka isim) tahsis etmesi sebebi ile, "meyyit" denmez.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Ücretleriniz kıyamet günü mtaüaka tastamam verilecektir" demiştir ve mükellefe tam ecir ve sevabın ancak .amet günü ulaşacağını beyan etmiştir. Çünkü mükellefe dünyada iken ulaşan her menfaat ve fayda gamlarla, kederlerle sona erme ve elden çıkma korkuları ile ruianmıştır. Tam ecir ve mükemmel sevap, mükellefe ancak kıyamet günü ulaşır. Zra orada gamsız sevinçler, korkusuz emniyetler, elemsiz lezzetler, sona erme endişesi bulunmayan mutluluklar vardır. Azab için de bu durum aynıdır. Çünkü dünyada, hiç lezzet tarafı olmayan bir keder yoktur. Aksine azaplar ve kederler, aratlar ve hafiflemelerle içicedir, karışıktır. Katıksız ve devamlı elem ve azab da ancak vamette olacaktır. Biz ondan Allah'a sığınırız.

Dünya ve Âhiret Mukayesesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa artık o, muhakkak muradına ermiş olur" buyurmuştur. fiili, uzaklaşmak, bir tarafa çekilmek manasınadır. Bu fiil lâfzının iki kere söylenmesiyle meydana gelmiştir ki, birşeyi süratlice yerinden bir tarafa çekmek demektir. Bu da insanın dünyada olduğu müddetçe, sanki ateş içinde İmiş gibi olduğuna bir dikkat çekmedir. Çünkü dünyanın âfetleri çok, belâları şiddetlidir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Dünya, mü'minin hapishanesidir" Müslim, Zühd, 1 (4/2272); Tirmizi, Zühd, 16 (4/562); İbn Mâce, Zühd, 3 (2/1378). demiştir. Bil ki insanın, ilâhi azabtan kurtulması ile ilâhi mükafaatı elde etmeden öte hiçbir maksad ve gayesi yoktur. Böylece Cenâb-ı Hak bu iki maksada ulaşan kimsenin, en büyük maksadı ve kendisinden sonra başka bir matlubun söz konusu olmadığı bir gayeyi elde etmiş olacağını beyân etmiştir. Yine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Cennette bir kırbaçtık yer, dünyâ ve dünyadaki herşeyen daha hayırlıdır" Buharî, Cihad, 73; Tirmizi, Fezâilü'l-Cihâd, 17(4/180). buyurduğu ve peşine "Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa artık o, muhakkak muradına ermiş olur" âyetini okuduğu rivayet edilmiştir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kim cehennemden uzaklaştırılıp, cennete konulmayı arzu ederse, Allah'a ve âhiret gününe imân etmiş olarak ölüm ona gelsin ve insanların kendisine vermesini arzu ettiği şeyleri insanlara versin" Müslim, imâre, 46 (3/1473). buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Dünya hayatı bir aldanma metâmdan başka birşey değildir" buyurmuştur. "Gurur" (aldanma) kefimesi, senin "Falancayı iyice aldattım" sözünden masdardır. Allahü teâlâ dünyayı, müşterinin alması için, süslenerek güzel gösterilen, bozukluğu ve adiliği sonradan ortaya çıkan mala benzetmiştir. Aldatan ve garûr olan, şeytandır. Sâ'id İbn Cübeyr'den bu âyetin, dünyayı âhirete tercih edenler hakkında olduğu, fakat bu meta ile âhireti isteyen (onu Allah yolunda sarfeden) kimseler için ise, "Bu ne güzel bir mal" dediği rivayet edilmiştir. Allah en iyisini bilendir.

Dünyanın Aldatıcılığı

Bil ki dünyanın aldatıcılığı ve fesadı pek çok yöndendir:

a) İnsanın bütün arzulan yerine gelse bile, ömrü kısa olduğu, dünyaya itimad az olduğu ve ondan istifade edip edemeyeceğini tam bilemediği için, onun keder ve üzüntüleri, sevincinden daha fazladır.

b) İnsan, dünyevî isteklerini ne kadar elde ederse, o nisbette dünyaya olan arzusu artar. Dünyaya olan hırsı ve arzusu çoğaldıkça da, bu hırstan dolayı, kalbinde duyacağı üzüntü ve elemi daha şiddetli olur. Çünkü insan, maksadını elde edince, nefsinin teskin olacağını sanır. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Aksine onun arzu ve hırsı gittikçe artar.

c) İnsan, dünyada elde ettiği mal nisbetinde, mutlulukların ve hayırların en büyüğü olan âhiret mutluluğundan mahrum kalır. Bu üç hususu iyice anladığında dünyanın bir aldanma metâı olduğunu ve mü'minlerin emiri Hazret-i Ali İbn Ebi Talib (radıyallahü anh)'in tavsif ettiği gibi olduğunu anlamış olursun. Çünkü O, "Dünyanın dokunması yumuşak, fakat zehiri öldürücüdür" demiştir. Birisi de, "Dünyanın dış görünüşü, sevinçlerin bineği, içi ise serlerin bineğidir" demiştir.

Mal ve Can Hususunda İmtihan

185 ﴿