18

"(Yoksa makbul olan o tevbe), kötülükleri yapıp yapıp da, onlardan (yan! Böyle yapanlardan) her hangi birine ta ölüm gelince: "Ben şimdi hakikaten tevbe ettim" diyenlerin tevbesi değil... Kendileri kâfir olarak öleceklerin (tevbesi) de değil. Onlar (öyle işte), biz onlar için pek acıklı bir azâb hazırîamışızdır".

Bil ki Cenâb-ı Hak, makbul olan tevbenin şartlarını zikredince, bunun peşinden makbul olmayan tevbenin izahını yapmıştır. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Ölüm Gelip Çatınca Yapılan Tevbe Makbul Değildir

Âyet-i Kerime, kendisine ölüm gelip çatan ve ölümün dehşetini müşahede eden kimselerin tevbelerinin makbul olmayacağına delâlet etmektedir. Bu mesele şu iki konuyu ihtiva etmektedir:

Birinci konu: Durumunu belirttiğimiz kimselerin tevbelerinin makbul olmadığına şunlar delâlet etmektedir:

a) Bu âyet ki bu, bu neticeyi verme hususunda açık ve sarihtir.

b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Ama hışmımızı gördükleri zaman, imanları fayda verecek değildi." (Mû'min, 85) buyruğudur.

c) Cenâb-ı Hak, Firavun'un sıfatı hakkında "Nihayet su onu boğmaya başlayınca (şöyle) dedi: "İnandım. Hakikat İsrailoğullarının iman ettiğinden başka Tanrı yokmuş. Ben de müslümanlardanım." Şimdi mi (iman ediyorsun)? Halbuki sen bundan evvel (ömrün boyunca) isyan etmiştin..." (Yunus, 90-91) buyurmuş, Cenâb-ı Hakk'ın azabını müşahede ettiği sırada yapmış olduğu tevbeyi kabul etmemiştir. Şayet Firavun bu imanı, o andan bir lahza önce yapmış olsaydı, muhakkak ki makbul olurdu.

d) Hak teâlâ'nın, "Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca, (tekrar tekrar şöye) diyecektir: "Rabb'im, beni (dünyaya) geri gönder. Ta ki ben, zayi ettiğim (ömrüm) mukabilinde, iyi amelde bulunayım." Hayır, onun söylediği bu söz, boş lâftan ibarettir" (Mü'minun, 99-100) âyetidir.

e) Cenâb-ı Hak, "Herhangi birinize ölüm gelip de, "Ey Rabb'im, beni yakın bir müddete kadargeciktirseydin de, sadaka verip dursaydım, iyi kimselerden olsaydım" demesinden evvel size rızık olarak verdiğimizden harcayın. Halbuki Allah, hiçbir kimseyi, eceli gelince, asla geri bırakmaz..." (Münafikûn, 10-11) buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak bu âyetlerde, Ölüm gelip çattığı zaman yapılmış olan tevbenin kabul edilmeyeceğini beyân buyurmuştur.

f) Ebu Eyyûb, Hazret-i Peygamber, (sallallahü aleyhi ve sellem)'den "Muhakkak ki Cenâb-ı Hak, canı boğazına dayanmadıkça, kulunun tevbesini kabul eder" Tirmizi, Da'avât. 99 (5/548); İbn Mâce, Zühd, 30 (2/1420). dediğini rivayet etmiştir. Atâ'dan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ölümden iki deve sağımlığı bir zaman önce tevbe etmiş bile olsa.." dediği rivayet edilmiştir. Hasan el-Basrî'den de şu rivayet edilmiştir: "İblis yeryüzüne indirildiğinde, "Senin izzetine yemin ederim ki âdemoğlunun ruhu bedeninde olduğu müddetçe onun peşini bırakmam" deyince, Cenâb-ı Hak, "Ben de İzzetime yemin ederim ki, âdemoğlunun canı boğazına dayanmadığı müddetçe tevbe kapısını ona kapamayacağım" buyurdu.

Bil ki Hak teâlâ'nın, "Herhangi birine ta ölüm gelince..." ifâdesi, "ölümün inmesinin ve yaklaşmasının alâmetleri gelince" demektir. Bu tıpkı, "Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman, vasiyette bulun(manız) farz kılındı..." (Bakara, 180)âyeti gibidir.

Ölümün Yaklaşması Tevbenin Kabulünü önlemez

İkinci konu: Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: "Ölümün yaklaşması, tevbenin kabulüne manî değildir. Aksine tevbenin kabulüne manı olan, meydana geldiklerinde, zarurî olarak Allah'ın bilinmesinin tahakkuk ettiği hallerin bizzat görülmesidir. Biz ölümün yaklaşmasının, tevbenin kabulüne manî olmadığını şu sebeplerden ötürü söyledik:

a) Meselâ, İsrâiloğulları ve Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'un çocukları gibi toplulukları Hak teâlâ öldürüp sonra diriltmiş; bu diriltmeden sonra da onları mükellef tutmuştur. Bu durum, Ölümü müşahede etmenin, mükellef kılmaya zarar vermediğine delâlet etmektedir.

b) Ölmek üzere olan kimsenin karşılaştığı sıkıntılar, "kulunç" girdiğinde meydana gelen zorluklar ile kadınların doğum sırasında çektiği sancılar esnasında çekilen sıkıntılar gibidir veya bundan biraz daha ileridir. Binâenaleyh bu sıkıntılar, mükellefiyetin devamına manî olmadığına göre, ölüm esnasındaki sıkıntılar da aynı hükümde olur.

c) Ölmek üzere olan kimsenin ızdırabı arttığında, kulun bunalması çok şiddetli olur ki bu, Hak teâlâ'nın, "Darda kalana kendisine duâ ettiği zaman icabet eden mi...?" (Neml, 62)âyetinde beyân ettiği husustur. Binâenaleyh o esnada elemlerin artmasının tevbenin kabulüne bir sebep olması, kabul edilmemesine bir sebep olmasından daha evladır.

Böylece bu izahlar ile, ölümün yaklaşmasının ve ölümün elemleri ile sıkıntılarının artmasının, tevbenin kabulüne manî olamayacağı sabit olmaktadır. Biz deriz ki: Tevbenin kabulüne mâni olan şudur: ölmek üzere olan insan, birtakım haller ve dehşetler müşahede ettiğinde, bunları müşahede ederken, zarurî (kesin) olarak Allah'ı tanıyıp inanır. Her nezaman insan zarurî olarak Allah'ı tanırsa, ondan mükellefiyet sakıt olur. Baksana, âhirettekilerin bilgileri zarurî olduğu için, her nekadar orada bir ölüm ve bir ceza olmasa da, onlardan teklif sakıt olmuştur. Çünkü haşr ve hesâb esnasında ve cehenneme girmezden önce onların yaptıkları tevbeter makbul olmaz.

Bil ki burada derin bir usûl meselesi vardır: Çünkü kıyamettekiler, kendilerinin ölümlerinden sonra diri olduklarını görürler. Yine onlar, büyük bir ateşi (cehennemi) ve çeşitli dehşetengiz şeyleri müşahede ederler. Bütün bunlar, Allah'ı bilmenin, zarurî bir ilim olmasını gerektirmez. Çünkü yokluktan sonra hayatın meydana geldiğini bilmek ve bunun bir faile muhtaç olduğuna inanmak, çoğu Mu'tezilî âlime göre nazarî (teorik) bir ilimdir. Bu ilmin, zarurî bir ilim sayılmasına göre, bu diriltmenin Allah'tan başkası tarafından olmadığını bilmek, hiç şüphesiz nazarî bir ilimdir. O büyük ateşi yaratanın ancak Allahü teâlâ olduğunu bilme ise istidlali bir ilimdir. Binâenaleyh âhirettekilerin, âhiretin dehşetli hallerini görmelerinden dolayı, Allah'ı ilm-i zarurî ile tanıdıkları nasıl iddia edilebilir? Sonra farzet ki durum böyledir. Binâenaleyh daha niçin, "Allah'ı bilme zarurî olduğu zaman bu, mükellefiyetin sıhhatine manî olur" dediniz? Zira kul, mükâfaat veren ve cezalandıran bir tanrının varlığını zarurî olarak bilmesine rağmen, O tanrının kerîm olduğunu ve insanların taatının O'na bir faydası, günahlarının da bir zararı olmayacağını bildiği için, bazan günaha yönelebilir. Durum böyle olunca, siz niçin "Bu, teklîfin sakıt olmasını gerektirir" dediniz? Hem sonra şu Mu'tezile'nin dediği, "Teklif (mükellefiyet) yurdu dünyada Allah'ı bilmenin nazarî bir bilgi olması gerekir. Eğer bu ilim zarurî olursa, mükellefiyet sakıt olur" şeklindeki sözleri, zayıf bir sözdür. Çünkü kalbinde Allah'ı bilme hususunda bir bilgi bulunan kimsenin, kalbinde bu bilginin zıddı başka birşeyi de bulundurabileceği söylenir ise, bu bir ilim değil "zan" olur. Eğer o kimsenin kalbinde, bunun zıddını bulundurması mümkün görülmez ise, başka bir ilmin bundan daha güçlü ve kuvvetli olması imkânsız olur. Bu takdire göre, geriye ilm-i zarurî ile ilm-i nazarî arasında hiçbir fark kalmaz. Böylece, Mu'tezile'nin söylediği bütün bu görüşlerin zayıf ve güçsüz ifâdeler olduğu, Hak teâlâ'nın istediğini yaptığı ve istediği şeye hükmettiği sabit olmuş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah, bazan fazlı ile tevbeleri kabul edeceğini va'adetmiş, bazan ise adaleti ile tevbeleri kabul etmeyeceğini haber vermiştir. İşleri yönetme O'nun hakkıdır. Bundan dolayı O, makbul olanı merdûd, merdûd olanı da makbul kılar. Zira O, "Yapacağından mesul olmaz, fakat onlar (insanlar) mes'ûl olurlar" (Enbiya, 23) buyurmuştur.

Tevbesi Kabul Veya Reddedildiği Bildirilmeyen Kısım

Allahü teâlâ, iki kısım tevbeden bahsetmiştir. Birinci kısım hakkında "Allah katında (makbul olan) tevbe, kötülüğü ancak cehalet sebebiyle yapacakların tevbesidir..." (Nisa, 17) buyurmuştur. Bu ifâde, bunların tevbelerinin kabulünün gerekli olduğunu iş'âr etmektedir. Hak teâlâ ikinci kısım tevbe hakkında ise, "(Yoksa makbul olan o tevbe), kötülükleri yapanların (tevbesi) değildir..." (Nisa, 18) buyurmuştur ki bu ifâde de, Allah'ın böylesi kimselerin tevbesini kabul etmeyeceğini kesin olarak göstermektedir. Binâenaleyh geriye, aklî taksimata göre, bu iki kısım arasında üçüncü bir kısmın daha bulunması kalmaktadır ki bu üçüncü kısım, Allahü teâlâ'nın, tevbelerini ne kabul edeceğini, ne de reddedeceğini kesin olarak belirtmediği kimselerdir. Bu sebeple birinci kısım, bilmeden bir kötülük (günah) işleyenler; ikinci kısım da, ancak dehşetengiz şeyleri müşahede ettiklerinde tevbe edenler olunca, bu iki kısım arasında kalan, ortadaki kısmın, bir günahı bilerek işleyip, ama sonra tevbe eden kimseler olması gerekir. Allahü teâlâ, işte bu kimselerin tevbelerini kabul veya reddedeceğini bildirmemiş, aksine onları meşîetine (dilemesine) bırakmıştır. Nitekim O. bunları bağışlamayı da meşîet-i ilâhîyesine bırakarak, "(Allah), (şirkten) başka günahı dilediği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Allahü Teâlâ, ölüm emare ve alâmetlerinin göründüğü sırada tevbe edenlerin tevbesinin makbul olmayacağını beyân buyurunca, "Kendileri kâfir olarak öleceklerin (tevbesi) de değil..." demiştir. Bu hususta şu iki izah vardır:

a) Bu, "ölümleri yaklaşan kimseler..." manasına'dır ki bu da, işlenilen günahlardan dolayı ölüm esnasında yapılan tevbelerin kabul edilemiyeceği gibi, aynı esnadaki imanın da makbul olmayacağı manasına gelir.

b) Bundan murad şudur: Kâfirler küfürleri üzere öldüklerinde, âhirette tevbe ederlerse, tevbeleri kabul olunmaz.

Vaidiyye Fırkasının İddiası Ve Onlara Verilen Cevap

Bkz. Bakara, 81. âyetin tefsiri.

Va'idiyye fırkası, kendi inançlarının doğruluğuna, bu âyeti şu iki bakımdan delil getirmişlerdir:

1- Onlar şöyle derler: "Allahü teâlâ, "(Yoksa makbul olan tevbe), kötülükleri yapıp yapıp da, onlardan (yani böyle yapanlardan) herhangi birine tâ ölüm gelince: "Ben şimdi hakîkaten tevbe ettim" diyenlerin tevbesi değil. Kendisi kâfir olarak öleceklerin (tevbesi de) değil" buyurup, "kötülük yapanlar"ı, "kâfir olarak ölenler"e atfetmiştir. Ma'tuf (atfedilen), ma'tufun aleyhten (üzerine atfedilenden) başkadır. Binaenaleyh birinci grubun kâfir olmadıkları sabit olmuş olur. Hak teâlâ, daha sonra bunların hepsi hakkında, "Biz onlar için pek acıklı bir azab hazırlamışızdır" buyurmuştur. Bu da, bu va'tdin hem kâfirleri hem de fâsıklart (günahkâr mü'minleri) içine almasını gerektirir.

2- Allahü teâlâ, âhiretin korkunç halleri müşahede edildiği zaman, onların yapacağı tövbelerin kabul edilmeyeceğini haber vermiştir. Bundan dolayı tevbenin hiç yapılmaması durumunda onları bağışlar ise, bu haber verişin bir manası kalmaz."

Bunlara şöyle cevap verilir: Biz, Bakara sûresinde "kim bir kötülük (günah) kazanır da suçu kendisini çepeçevre kuşatırsa, onlar cehennemliktirler..." (Bakara, 81) âyetini tefsir ederken, Va'îdiyye'nin bütün umûmî inançlarını birlikte zikretmiş ve tutundukları bu şeylere birçok yönden cevap vermiştik. Bu umûmî inançları ile ilgili cevaplan yeniden zikretmeye gerek yok.

Hem sonra biz diyoruz ki: Zamirin, daha önce zikredilen şeylerden, kendisine en yakın olanına râcî olması gerekir. Hak teâlâ'nın, "Onlar ifin.. İşte biz onlar için pek acıklı bir azâb hazırlamışızdır" buyruğuna en yakın olan, "Kendileri kâfir olarak ölenler..." buyruğudur. Binâenaleyh, âyetteki "Biz onlar için pek acıklı bir azab hazırlamışızdır" ifâdesinin, sırf kâfirler hakkında olması niçin caiz olmasın?

Bu hususta sözün özü şudur: Allahü teâlâ, ancak âhiretin dehşetengiz hallerini müşahede ettiklerinde, tevbeye yönelenlerin tevbelerinin kabul edilmeyeceğini haber verip, daha sonra kâfirlerden bahsetmiştir. Binâenaleyh bu gibi kimselerin ölürken iman edişlerinin de makbul olmadığını beyân buyurmuştur. Hiç şüphesiz kâfir, Allah katında, fiil bakımından daha kabîh (çirkin) ve derece bakımından daha düşüktür. Bundan dolayı en fazla hor ve hakir kılınışın, kâfire has kılınması gerekir. Binâenaleyh âyetteki, "Biz onlar için pek acıktı bir azap hazırlamışadır" buyruğunun, onlara kâfir oluşları sebebi ile daha fazla ceza ve zilletin verildiğini beyân etmek için, kâfirlerle ilgili bir ifâde olması caizdir.

Va'îdiyye'nin dayandığı ikinci yöne gelince bunun cevabı şöyledir: Allahü teâlâ, kıyametin korkunç halleri göründüğünde tevbelerin kabul olmayacağını haber vermiştir. Tevbe olmayınca, orada hem cezalandırma, hem de affetme söz konusu olabilir. Bu ise, bir çeşit korkutmadır. Bu, Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz ki Allah, kendisine eş tanınmasını affetmez. Ondan başkasını dileyeceği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) âyetinde olduğu gibidir. Bu "hitap deliline" tutunmadır. Mu'tezile ise bunu kabul etmemektedir. Allah en iyi bilendir.

Beşinci Mesele

Allahü teâlâ, ölüm esnasında görülen dehşetli hallere binâen "tevbe edenler"e, "kâfirler"i atfetmiştir. Ma'tuf, ma'tûfun aleyhten başkadır. Bu da ehl-i salattan olan fâsıkların (günahkârların) kâfir olmamalarını gerektirir. Yine bununla, Haricîlerin "Fâsık, kâfirdir" şeklindeki sözleri bâtıl olmuş olur. Bununla münafıkların murad edilmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira doğru olan görüş, münafığın kâfir sayılmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah şehâdet eder ki münafıklar hiç şüphesiz yalancıdırlar" (Münafikun, 1) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir.

Altıncı Mesele

Âyetteki (......) kelimesi, "biz hazırladık ve âmâde kıldık" manasına gelir. Bunun bir benzeri de, cehennem ateşi hakkındaki, "O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır" (Bakara.24) âyetidir. Alimlerimiz bu âyeti, cehennemin şu anda yaratılmış bulunduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü "acıklı (elim) bir azab", ancak cehennemin ateşi ve soğuğudur. Âyetteki "Hazırlamışızdır" ifâdesi, geçmişten haber vermektedir. Bu da cehennemin yaratılmış olduğuna, bu bakımdan da delâlet eder. Allah en iyi bilendir.

Kadınlara Zorla Mirasçı Olmayınız

18 ﴿