63Allah öyle kimselerin kalblerinde olanı bilir. Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında çok etkili söz söyle". Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Nisa 62 Ayetinin Makabil İle Münasebeti Bil ki, bu âyetin kendisinden öncesiyle alâkası hususunda şu iki açıklama yapılmıştır: Birinci Açıklama: Hak teâlâ'nın "Daha önce yapmış oldukları (günahlar) yüzünden onlara bir belâ gelip çattığı zaman, (halleri) nice olur?" kısmı, araya girmiş bir ifadedir. Bu ifadeden önceki âyetin, bundan sonraki kısım ile münasebeti şu şekildedir: "Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin" denilince, münafıkların, senden çekindikçe çekindiklerini görürsün" sonra onlar, "Biz tyilikten ve ara bulmaktan başka bir şey arzu etmedik" diye, Allah'a andederek, sana geleceklerdir" (Nisa, 62) .Yani, "O münafıklar işin başında senden iyice yüz çevirir, sonra da sana gelerek, "Bu yüz çevirmekle ancak iyilik ve ara bulmayı murad ettiklerine dair, yalan yere Allah'a yemin ederler" demektir. İşte bu izaha göre, ifadeler arasında münasebet kurulmaktadır. "Daha önce yapmış olduktan (günahlar) yüzünden' ifadesi ise, araya girmiş başka bir söz gibidir ki buna, "cümle-i ttiraziyye" ismi verilir. Bu, şairin tıpkı: "Kendisine ulaşmış olduğum seksen yaş (seksen ki, ben ona ulaştım), kulağımı bir tercümana muhtaç hale getirdi" demesi gibidir. Şairin ifadesi, araya girmiş bir cümle-i İtiraziyyedir. Ancak ne var ki, bu cümle-i itiraziyyenin şartı, bu beytte de olduğu gibi, bazı yönlerden esas ifade ile alakalı olmasıdır. Çünkü (ki ben ona ulaştım) sözü, muhataba bir dua ve onunla konuşurken ona bir taltiftir. Âyet de böyledir. Çünkü âyetin başı ve sonu, münafıkların kötülüklerini, rüsvaylıklarını, her türlü hile ve tuzaklarını açıklamaktadır. Çünkü âyet, Allahü teâlâ'nın, âyetin başında kendisine küfretmeleri emrolunmuşken "tâğut'un huzurunda muhakeme olmayı istediklerini; kendisine itaat etmeleri emrolunmuşken, Allah'ın Resulünden yüz çevirdiklerini anlattığını haber vermektedir. Bundan sonra da, bu kötü amelleri sebebiyle, gerek dünya gerekse ahiret hususunda başlarına gelecek hallerin şiddetine delâlet eden şeyi zikrederek, "Daha önce yapmış oldukları (günahlar) yüzünden onlara bir belâ gelip çattığı zaman, (halleri) nice olur?" buyurmuştur. Yani, "Başlarına gelen o sıkıntı ve musibetin hali ve durumu.nice olur?" demektir. İşte; bu görüşün izahı budur ki, bu Hasan el-Basıi'nin görüşü olup, müleahhirûn ulemâsından da el-Vahidî'nin tercih ettiği görüştür. İkinci Açıklama: Bu ifade, kendinden önceki ifadeyle alâkalı olup (cümle-i itiraziyye değildir). Bu görüş şöyle izah edilebilir: Allahü teâlâ önceki âyette, o münafıkların "tâğut"un huzurunda muhakeme edilmeyi isteyip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den iyice kaçtıklarını nakledince, işte bu, o münafıkların, Resûlullah'ın huzurunda olmaktan ve O'na yaklaşmaktan ne denli nefret ettiklerine delalet etmiştir. İşte binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bu hususu zikredince, "Daha önce yapmış olduktan (günahlar) yüzünden onlara bir belâ gelip çattığı zaman, (halleri) nice olur?" buyurmuştur. Yani, "Emin oldukları zaman, o münafıkların Hazret-i Peygamberin huzurunda bulunmaktan nefret etmeleri bu şekilde olunca, onlar kendisi sebebiyle senden çekinip korkacakları bir suç işleyip, sonra da, ister istemez sana gelerek, "Biz bu kabahatimizle, ancak bir hayır ve bir maslahatı kastetmiştik" deyip, yalan yere Allah'a and ettikleri zaman, o gam ve kederin doruğuna ulaştıkları andaki halleri ya nice olur?" demektir. Bu ifadenin maksadı ise, "onlar ister yüzyüze ister gıyabında, ister uzak ister yakın olsunlar, Hazret-i Peygamber'e karşı kalblerindeki nefretin had noktaya vardığını" beyan etmektir. Sonra Cenâb-ı Hak bu manayı, "İşte bunlar... Allah öyle kimselerin kalplerinde olanı bilir" buyruğuyla da te'kid etmiştir. Bu şu demektir: Bir kimse, bir şey hususunda mübalağa etmek istediğinde, "Bu, ancak Allah'ın bilebileceği bir şeydir. Yani, o şey çok ve güçlü olduğu için, onu ancak Allah bilir" der. Sonra Cenâb-ı Hak, Resulüne, o münafıkların ne denli bir buğzu olduğunu ve kendisine karşı da sınırsız bir düşmanlık ve nefretlerinin bulunduğunu bildirince, O'na, o münafıklara karşı nasıl davranacağını öğreterek, "Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında çok etkileyici söz söyle" buyurmuştur. İşte bu ifade, bizim açıkladığımız gibi, kendinden önceki ifadeyle, bu hususta herhangi bir hazf ve takdire ihtiyaç olmaksızın, güzel bir münasebet içinde bulunmuş olur. Tefsir kitaplarını mütâlâa eden herkes, gerek öncekilerin gerekse sonrakilerin, bu münasebeti kurabilmek için nasıl çırpındıklarını görür ve anlar. Allah en iyi bilendir. Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlara bir belâ gelip çattığında" buyruğunun tefsiri hususunda şunları zikretmişlerdir: a) Bundan murad, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, onların, Resulün hükmüne razı olmadığını söyleyen arkadaşlarını öldürmesidir. İşte bunun üzerine o münafığın arkadaşları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, Hazret-i Ömer'den onun kanını talep etmişler ve Hazret-i Peygamber'den başkasının hükmüne müracaat etmekle ancak iyilik ve maslahat diledikleri hususunda yemin etmişlerdir. Bu, Zeccac'ın tercih ettiği görüştür. b) Ebu Ali el-Cübbaî ise şöyle demektedir: Burada bahsedilen bu "musibet, belâ"dan maksat, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygamber'e o münafıkları savaşlarda yanına almamasını ve onları elinden geldiğince zelîl kılarak huzurundan kovmasını emretmesidir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun, eğer münafıklar ve kâlblerinde bir hastalık bulunanlar, şehirde kötü haber yayanlar vazgeçmezlerse, mutlaka seni onlara musallat ederiz. Sonra orada seninle ancak az bir zaman komşuluk edebilirler. Hepsi de Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak... nerede ele geçirilirlerse yakalanırlar; onlar ve öldürüldükçe öldürülürler" (Ahzab, 60-61) ve "...de ki, "Bundan sonra benimle birlikte kat'iyyen ve ebedi olarak çıkamazsınız" (Tevbe, 83) âyetlerinin ifade etmiş olduğu husustur. Özet olarak diyebiliriz ki bu gibi âyetler, onlar için çok büyük bir zillet ve tahkiri gerektirir. Bu sebeple de âyetlerde zikredilen hususlar, onların başına gelen musibetler arasında sayılmıştır. Bu musibetler onlara, münafık oldukları için gelip çatmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra sana geldiler (gelecekler)" buyruğu ile de, "O musibet gelip çattığında, onlar yemin eder ve "Kâfirlerle dönüp dolaşmakla ancak bir iyilik ve maslahat kastetmiştik" diyerek mazerette bulunurlar. Halbuki onlar, bu konuda yalan söylüyorlardı... Zira onlar, içlerinde, açıkladıklarının aksini gizliyorlardı... Onlar bununla, bir salah olan ihsan ve iyiliği kastetmernişlerdi... c) Ebu Müslim el-isfehanî de şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hak, o münafıkların "tâğut"un hükmüne rağbet edip, Resûl'ün hükmünden hoşlanmadıklarını haber verince, başlarına pek yakında, onları O'na sığınmaya, O'na iman ettiklerini açıklamaya ve maksatlarının sadece iyilik edip ara bulmak olduğuna yemin etmeye zorlayacak birtakım musibetlerin gelip çatacağı haberini, Peygamberine müjdelemiştir." Ebu Müslim sözüne devamla şöyle der. "Bir kimseyi bir şey ile korkutup ya da müjdelediklerinde, "şu şu şu olduğunda, ya senin halin nasıl olur?" demek, Arapların örflerinden birisidir." Bunun misali, Cenâb-ı Hakk'ın, "Her ünimetten birer şahid getirdiğimiz zaman (onların halleri) nice olur?" (Nisa, 41) ve "Onları hiçbir şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman, artık halleri nice olur?" (âl-i imran, 25) âyetleridir. Sonra Cenâb-ı Hak, Resulüne, o münafıklardan böyle şeyler sâdır olduğunda, onlardan yüz çevirip onlara vaa'z u nasihat etmesini emretmiştir. Ayette Geçen İhsan ve Tevfik'in Tevsiri Âyet-i kerimedeki "ihsan (iyilik)" ve tevfîk (ara bulma)nın tefsiri hususunda da şu açıklamalar yapılmıştır: a) Bu tabirlerin manası, "Biz, Peygamberden başkasının hükmüne başvurmakla ancak, hasımlarımıza iyilik ve aramızdaki uyum ve ittifakın devam etmesini dilemiştik. Peygamberden başkasının hükmüne müracaat etmemiz, hasımlarımız için bir iyilik olmuştur. Zira, onlar Hazret-i Peygamber'in huzurunda olsalardı, meramlarını anlatabilmek için seslerini yükseltmeye ve O'nun hükmüne karşı diretmeye güç yetiremezlerdi. İşte, binâenaleyh, Peygamber'den başka birinin hükmüne .başvurmamız, hasımlarımız için bir İyilik olmuştur" şeklindedir. b) Bunun manası şöyledir: "Biz, Hazret-i Ömer'in hükmüne müracaat ederken, onun ancak adaletle hükmedip, onunla hasmının arasını bularak, arkadaşımıza iyilikte bulunacağını düşünmüştük. Aklımıza, O'nun da Resûlullah'ın hükmettiği gibi hükmedeceği gelmemişti." c) Mana şöyledir: "Ey Allah'ın Resulü, biz senden başkasının hükmüne ancak şunun için müracaat ettik: Sen, acı da olsa, kesin ve gerçek hükmü verirsin. Halbuki senden başkaları, hasımların aralarını bulmaya çalışır; aralarında bir uyuşma ve uzlaşma meydana gelinceye kadar, taraflardan her birine, diğerine iyilik etmesini ve isteklerini, asgarî müşterek bir noktada birleştirmelerini emreder..." . Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Bunun manası, "Onların kalblerindeki ntfâkı, kfn ve gayzı, düşmanlığı ancak Allah bilir" şeklindedir. Sonra Cenâb-ı Hak. "Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında çok etkili söz söyle" buyurmuştur. Bil ki Cenâb-ı Hak, Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara şu üç şekilde muamele etmesini emretmiştir: a) Hak teâlâ'nın, "Artık onlardan yüz çevir" buyruğudur ki, bu da şu iki şeyi anlatmaktadır: 1) Hazret-i Peygamber'in, onların mazeretlerini kabul etmeyip onların bu özür beyan etmelerine aldanmamasıdir. Çünkü, başkasının özrünü kabul etmeyerek, ona kızmaya devam eden bir kimse, "O, ondan yüz çevirdi, ona iltifat etmedi" şeklinde vasfedilir. 2) Bu söz, Hazret-i Peygamber'e şöyle denilmiş olması yerine geçmektedir: "Onlardan yüz çevirmekle yetin, onların gizliliklerini ortaya dökme. Onların içlerinde bulunan şeylerin künhünü bildiğini onlara gösterme. Çünkü bir kimse, düşmanının sırlarını ortaya koyup, ona, kalbinde bulunan her şeyi bildiğini izhar ederse, bu durum çoğu kez o kimseyi, onun düşmanlığını izhar etmesine aldırmamaya teşvik eder ve cesaretlendirir; böylece de o kimsenin şerri artar. Ancak ne var ki o kimseyi bulunduğu hal üzere bırakırsa, o kimse bir korku ve endişe içinde kalakalır, böylece de şerri ve kötülüğü azalır. b) Hak teâlâ "onlara öğüt ver" buyurmuştur. Bu ifadeden maksat, Hazret-i Peygamber'in onları nifak, hile, tuzak, hased, yalan vb. şeylerden men etmesi ve onlan ahiret cezasıyla korkutmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et..." (Nahl, 125) buyurmuştur. c) Hak teâlâ, "ve onlara, kendileri hakkında çok etkili söz söyle" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak da iki mesele vardır: Hak teâlâ'nın, (......) ifâdesi hakkındu şu izahlar yapılmıştır: 1) Âyette bir takdim-tehir bulunmaktadır. Bunun takdiri ise, "onlara, nefislerinde etkili olan, kalblerinde de müessir olan, kendisi sebebiyle devamlı gamlanıp kederlenecekleri ve kendisinden alabildiğine korku duyup hissedecekleri bir söz söyle" şeklindedir. 2) Takdirin şöyle olmasıdır: "Onların kötü nefisleri ve nifaka bürünmüş kalplerinin vasfı ve sıfatı hususunda, beliğ ve etkili bir söz söyle ve şöyle de: "Allah, kalplerinizdekini bilir. Onu gizlemeye çalışmanız size hiçbir fayda vermez. Binaenaleyh, kalbinizi nifaktan temizleyiniz. Aksi halde Cenâb-ı Hak, açıktan açığa müşrik olanların başına getirmiş olduğu belâ ve musibetlerin daha katı ve daha ağırını sizin başınıza getirir.." 3) "Onlara, onlarla başbaşa kaldığında, yanlarında başka kimse yok iken nasihat et. Çünkü, herkesin yanında yapılan nasihat bir ta'n ve ayıplama olup, gizlice yapılan nasihat ise mahzâ nasihat olur. İkinci Mesele Bu âyet hakkında iki görüş bulunmaktadır: a) Öğüt vermeden murad, ahiret cezasıyla korkutmaktır. Beliğ sözden murad ise, dünya cezasıyla korkutarak, onlara şöyle denümesidir: Kalblerinizdeki nifak ve hilekârlıklar, Allah katında malumdur. Sizinle diğer kâfirler arasında herhangi bir fark yoktur; Allah, imanı izhar ettiğiniz için, kılıcı (öldürülme hükmünü) sizden kaldırmıştır. Binâenaleyh, bu kötü fiillerinize devam ederseniz, hepinizin küfürde devam ettiği ortaya çıkmış olur. Bu durumda da size kılıç gerekir. b) Buradaki "belîğ söz", "öğüt"ün sıfatıdır. Böylece Cenâb-ı Hak önce öğüt vermeyi, sonra da bu öğüdün beliğ bir söz ile olmasını emretmiştir. Beliğ söz ise, sözün beliğ, uzun, lafızları ve manaları güzel; terğîb, terhîb, sakındırıp korkutma, mükâfaat ve ceza...'yi ihtiva eden bir söz olmasıdır. Söz, böyle olduğu zaman kalbe oturur; ama kısa, lafızları bozuk, manaları da az olursa, kalbe asla tesir etmez. |
﴾ 63 ﴿