70"Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler vermiş olduğu peygamberlerle, sıddîklerle, şehidlerle ve iyi kullarla beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar! Bu, Allah'tan bir lütuftur. Hakkıyla bilici olarak Allah kafidir". Bil ki Cenâb-ı Hak, "Ey İman edenler, Allah'a itaat edin.. Peygambere... de itaat edin..." (Nisa.59) ifadesiyle, Allah'a ve Hazret-i Peygambere itaat etmeyi emredip: sonra, Tağut'un yanında davalaşıp Hazret-i Peygamber'den yüz çevirenlerin yolunun yalan ve sahtekârlık olduğunu gösterip; daha sonra da, bir kez daha Hazret-i Peygamber'e itaat etmeyi emrederek, "Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik" (Nisa. 63) buyurup, "..bu kendileri için muhakkak hem daha hayırlı, hem de (imanlarını) daha kökleştirici olurdu" (Nisa. 66) ifadesiyle de bu itâat'ı tergîb ve teşvik edince, Allah'a itaat, Resulüne itaat emrini, bu âyette bir kez daha te'kîd etmiş ve "kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler vermiş olduğu peygamberlerle, sıddîklerle, şehidlerle ve iyi kullarla beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar..." buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır: Nisa, 70 Ayetinin Nüzül Sebebi Alimler bu âyet-i kerime'nin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç açıklama zikretmişlerdir: a) Bir grup müfessirin riyayet ettiğine göre, Hazret-i Peygamberin kölesi (mevlâ) olan Sevban, Hazret-i Peygamber'i çok seviyor ve O'ndan ayrılmaya hiç dayanamıyordu. Bir gün, yüzü değişmiş, bedeni incelmiş, zayıflamış ve yüzünü hüzün bürümüş olduğu halde Hazret-i Peygamberin yanına gelir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona halini sorunca, o şöyle der: "Ey Allah'ın Resulü, benim şundan başka hiçbir derdim yok: Seni görmediğim zaman özlüyor, seninle karşılaşıncaya kadar büyük bir yalnızlık duyuyorum... Derken âhireti hatırlıyor, bu sefer de seni orada görememekten korkuyorum... Çünkü ben, cennete girdirilsem bile, sen peygamberlerin derece ve makamlarında olacaksın, bense kulların derece ve makamlarında; binaenaleyh, seni göremiyeceğim. Eğer cennete girdirilmezsim, o zaman da seni asla göremiyeceğim..." Bunun üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu. b) Süddî şöyle demiştir: "Ensardan bir grup insan, "Ya Resûlellah, sen cennetin en üst (makamında) oturursun; biz ise seni özleriz... Ne yaparız o zaman?.." deyince, bu âyet-i kerime nazil olur. c) Mukâtil şöyle demiştir: "Bu âyet-i kerime, Hazret-i Peygamber'e "Ya Resûlellah, biz senin yanından ayrılıp çoluk-çocuğumuzun yanına varınca, seni özlüyoruz. Yanına dönünceye kadar hiçbir şey bize fayda vermiyor. Sonra, senin cennetteki derece ve makamını düşündük, binaenaleyh, şayet cennete girersek, biz seni nasıl görebileceğiz?" diyen Ensâr'dan bir kimse hakkında nazil olmuştur. Onun bu sorusu üzerine Cenâb-ı Hak, bu âyeti indirmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edince, O'nun, kendisine ait bir bahçede bulunduğu sırada, Ensar gelip Hazret-i Peygamberin vefat ettiğini ona haber verdi. Bunun üzerine o "Allah'ım, O'nunla tekrar karşılaşıncaya kadar ondan başka hiçbir şey görmemem için gözlerimi kör et!.." dedi ve olduğu yerde hemen kör oldu. Hazret-i Peygamber'i şiddetti bir sevgiyle sevdiği için, Cenâb-ı Hak onu, cennette Hazret-i Peygamberin yanına koyar." d) Hasan el-Basrî şöyle der: "Mü'minler, Hazret-i Peygamber'e şöyle dediler "Biz, seninle ancak dünyada müşerref oluyoruz. Âhiret hayatı başladığındaysa, sen ilk dereceye yükseltileceksin..." Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hüzünlendi; mü'minler de hüzünlendiler... Bundan dolayı bu âyet-i kerime nazil oldu. Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: "Bu rivayetlerin sahih olduğunu inkâr etmiyoruz. Fakat, âyetin sebeb-i nüzulünün, bundan daha büyük bir şey olması gerekir: Bu da, tâata teşvik ve ona isteklendirmedir. Çünkü sen biliyorsun ki, sebebin hususîliği, lafzın umumîliğini zedelemez. Binaenaleyh, bu âyet, bütün mükellefler hakkında şu umumî hükmü ifade eder: Allah'a itaat, Resulüne itaat eden herkes, hiç şüphesiz, Allah katında üstün dereceler ve çok şerefli mertebeler elde eder. Allah ve Resulüne İtaatın Sırrı Âyetteki, "kim Allah'a ve Peygam- bere İtaat ederse.." buyruğunun zahiri, tek bir itaat ile yetinmeyi gerektirir. Zira sübutî meselelerde, sıfata delâlet eden lâfızla amel etme hususunda, söz konusu şeyin sadece bir defa meydana gelmesi yeterlidir. Kâdî şöyle demiştir: "Bu âyetin, zahirinin dışında bir manaya hamledilmesi, yani buradaki taatin, emredilen şeyleri yapıp, yasaklanmış bütün şeyleri terketmek manasına alınması ve o mânaya hamledilmesi gerekir. Çünkü biz bunun manasını tek bir tâat anlamına hamledersek, bu hükmün içine fâsıklar ve kâfirler de dahil olur. Çünkü onlar da tek bir taat İşlemiş olurlar." Bu hususta bence, bir diğer vecih daha bulunup o da şudur: Usûl-ü fıkıhta sabittir ki: Bir sıfatın peşisıra zikredilen hüküm, bu hükmün o sıfat sebebiyle meydana geldiğini iş'âr eder. Bu sabit olunca, biz deriz ki: Âyetteki "Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse..." ifâdesi, "Kim, Allah'a ilah olduğu için itaat ederse..." demektir. Allah'a, ilah olduğu için itaat, Allah'ı bilmek ve O'nun celalini, izzetini, kibriyasını ve samediyyetini ikrar etmek demektir. Binaenaleyh bu âyet, iki büyük ve önemli âhiret haline işaret etmektedir: 1) Kıyamet günü, bütün saadetlerin kaynağı, ruhun, marifetullah nurları ile parlamasıdır. Kimin kalbinde bu nurlar daha çok, ve daha duru İse, cisimler aleminin sevgisi ile bulanmaktan uzak oluşu daha tam ise, saadete ve kurtuluşa ermeye daha yakındır. 2) Allahü teâlâ, bir önceki âyette, itaatkâr kullara büyük ecir, bol sevab ve sırat-ı müstakime hidayet va'adinde bulundu. Sonra bu âyette, onların, Allah'ın kendilerine in'amda bulunmuş olduğu peygamberler, sıddikler, şehidler ve salihlerle birlikte olacaklarını va'adetti. Bu, sonra gelen ve işi mühürleyen va'addir. Bunun öncekinden daha şerefli ve yüce olması gerekir. Malumdur ki bu kimselerin, o kimselerle birlikte olması, onlarla aynı derecede olmaları manasında değildir. Çünkü bu imkansızdır. Binaenaleyh bunun şu manada olması gerekir; Nakıs ruhlar, dünyada iken, kâmil ruhlarla olan alakalarını, şiddetli sevgi vasıtası ile artırdıklarında ve tam yaptıklarında, bu âlemden ayrılıp âhiret alemine ulaştıkları zaman, orada bu ruhanî alakalar devam eder. Sonra o sâf ve duru ruhlar, onların karşısında cilalı aynalar gibi olurlar. Adeta ışıklar bu aynaların birinden diğerine akseder ve aksedişler sebebiyle de onların nurları son derece güçlü olur. Bu ruhlar hakkında söylenecek söz de aynıdır. Çünkü bunlar, Allah'tan başka varlıkların sevgi tozlarından, mücahede cilası ile temizlenir ve parlatılır ki Allah'a ve peygambere itaat ile kastedilen budur, ve sonra bedenin perdesi kalkar ise, onlar üzerine Allah'ın celâl nurları doğar. Sonra bu nurlar birinden diğerine akseder ve bu ruhanî alakalar sebebi ile eksik (nakıs) ruhlar, kâmil olur (olgunlaşır). İşte aklıma gelen ihtimal, budur. Kur'ân'ın sırlarını Allah daha iyi bilir. Dereceleri Farklı Olanların Cennette Beraberliği Allah'a ve peygambere itaat eden kimselerin, peygamberfer ve sıddîkler ile beraber olmalarından murad, hepsinin bir derecede bulunmaları değildir. Çünkü bu, fâzıl (üstün) olan ile mefdûl (daha az üstün olan) arasında, derece bakımından eşitliği gerektirir; bu da mümkün değildir. Aksine bundan murad onların, cennette yerleri uzak olsa da, birbirlerini görebilecekleri şekilde bulunmalarıdır. Çünkü perde kalktığı zaman, onlar birbirlerini görürler ve ziyaret veya karşılaşmayı istedikleri zaman, buna kadir olurlar. İşte bu beraberlikten murad, budur. Bil ki Allahü teâlâ önce peygamberleri, sonra üç vasfın sahiplerini zikretti: Sıddîkler, şehidler ve sâlihler. Alimler, peygamberlerin sıddîkler, şehidler ve sâlihlerden başka olduğu hususunda ittifak etmişler, ama bu üç sıfat hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, "bu sıfatların hepsi, tek bir mevsufa (ihsana) âid olur. Bunlar, birbirine girmiş (beraber bulunan) sıfatlardır. Bundan dolayı bir insanın hem sıddîk (tam tasdîk eden), hem şehîd, hem de sâlih olması imkansız değildir" demişler; diğer alimler ise, "Bu vasıflardan herbiri ile, bir kısım insan kastedilmiştir" demişlerdir. Bu ikinci görüş, doğruya daha yakındır. Çünkü ma'tûfun (atfedilenin), ma'tufun aleyhten ayrı bir şey oması gerekir. Nasıl "Peygamberler", ondan sonra zikredilenlerden başka ise, aynı şekilde "sıddîkler"in de, ondan sonra zikredilenlerden başka ve ayrı olması gerekir. Diğer sıfatlar (şehidler - salihler) hakkında söylenecek söz de aynıdır. Biz şimdi bu üç sıfatın manasını araştıralım: Birinci sıfat: Sıddîk, sıdkı (doğruluğu) âdet edinmiş olan kimsenin ismidir. Bir fiil bir insanın âdeti olur ve o insan bu fiili ifade eden kelimeyle tavsif edilir ise, o vasıf fiîl vezni üzere gelir. Mesela sikkîr (çok içen, sarhoş); şirrîb (çok içen); himmîr (çok şarap içen) denilir. Sıdk, mü'minin şerefli ve üstün sıfatlarından birisidir. Sıdk, (doğruluk) fazilet olarak yeter. Çünkü iman tasdikten (doğrulamaktan) ibarettir. Kizb (yalan) da, zemm (kötülenme) sebebi olarak yeter. Çünkü küfür de tekzîbten (yalanlamadan) başka birşey değildir. Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Müfessirlerin, "Sıddîk" hakkında çeşitli tarifleri vardır: 1) Her kim, şekke düşmeksizin herhangibir dini tasdik eder (doğrular) ise, o sıddîktir. Bunun delili, "Allah'a ve peyamberlerine iman edenler (yok mu!), onlar sıddîklerdir" (Hadîd, 19) âyetidir. 2) Bir topluluk şöyle demiştir: "Sıddîkler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabının efdal olanlarıdır." 3) Sıddîk, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ilk önce tasdik etmiş ve böylece, bu hususta diğer insanlara öncü olmuş kimsenin ismidir. Hazret-i Ebu Bekrin Sıddîkiyyeti Durum böyle olunca, Hazret-i Ebu Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh), insanlar içinde bu vasfa en layık kimse olur. Bunun izahı şöyledir: O, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tasdikte öncüdür. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "İslâm'ı her kime arzettiysem, mutlaka o duraklamıştır; Ebu Bekir müstesna, çünkü o, hiçtereddüt etmedi" dediği meşhurdur. Bu hadis, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebu Bekir'i İslam'ı davet ettiği zaman, onun hiç duraklamaksızın bunu kabul ettiğine delâlet etmektedir. Biz, onun müslüman oluşunun, başkalarından sonra olduğunu düşünür isek, "Hazret-i Peygamber, ona İslâm'ı arzetmekte gecikmek suretiyle, hata etmiştir" dememiz gerekir. Bu ise, Hazret-i Ebu Bekir için değil, aksine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir zemm sebebi olur. Bunu söylemek ise küfürdür. Bu kusuru Hazret-i Peygambere nisbet etmek yanlış olduğuna göre anlıyoruz ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ebu Bekir'e İslâm'ı arzetmede kusurlu davranmamıştır ve hadis-i şerif de, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in hiç duraksamadan İslâm'ı kabul ettiğine delâlet etmektedir. Binaenaleyh bu iki durumun toplamından, Hazret-i Ebu Bekr'in, ilk müslüman olan kimse olduğu neticesi ortaya çıkar. Onun, bu hususta diğer insanlara öncü ve örnek oluşunun izahı da şöyledir: Çünkü, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, Hazret-i Ebu Bekir'den daha önce müslüman olduğunu söylesek bile, hiçbir akıllı insan, Hazret-i Ali'nin müslüman olduğu yaşta, bir örnek teşkil etmeyeceği konusunda şüphe etmez. Çünkü Hazret-i Ali o zaman, henüz küçük bir çocuk idi ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in terbiyesi altında idi. Öte yandan o, Hazret-i Peygamber'in son derece yakın akrabası idi. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) ise, akrabalık bakımından, Hazret-i Peygambere fazla yakın değildi. Böyle olan bir kimsenin imanı, başka insanların İslâm'a yönelmelerine bir sebep olur. Çünkü alimlerimiz, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in iman etmesinden kısa bir zaman sonra, Hazret-i Osman (radıyallahü anh), Talha, Zübeyr, Sa'd İbn Ebî Vakkas ve Osman İbn Maz'ûn (radıyallahü anhnhüm)'u da İslâm'a getirdiği ve onların böylece müslüman oldukları hususunda ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh, Hazret-i Ebu Bekir'in müslüman olması, bu büyük zatların ona uymasına vesile olmuştur. Böylece, bütün bu anlattığımız şeylerle, Hazret-i Ebu Bekir'in İslâm'a ilk giren kimse olduğu sabit olmuştur. Yine, O'nun İslâm'a girişinin, sahabenin en önde gelen simalarının İslâm'a girme konusunda O'na tâbi olmalarına vesile ve sebep olduğu ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh, ümmet içinde bu sıfata en lâyık kimsenin, Hazret-i Ebu Bekir olduğu sübut bulmuş olur. Hazret-i Ebu Bekir'in Ümmetin Efdali Olması Sen bunları iyice anladığın zaman biz deriz ki: Zikrettiğimiz bu açıklamalar, Hazret-i Ebu Bekir'in, Hazret-i Peygamber'den sonra ümmetin en faziletlisi ve üstünü olmasını gerektirir. Bu iki yönden izah edilebilir: a) Hiç şüphesiz O'nun müslüman oluşu, başkasından daha önce olunca, sevabının da daha ileri olması gerekir. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Her kim güzel bir adet ihdas ederse, o kimseye onun ecriyle, kıyamete kadar onunla amel edecek kimselerin mükâfaatı da vardır" Müslim, İlim, 15 (IV/2059). buyurmuştur. O müslüman olduktan sonra, Allah yolunda cihad etmiştir. Onun bu cihadı, Hazret-i Osman, Talha, Zübeyr, Sa'd İbn Ebî Vakkas, Osman İbn Maz'un ve Hazret-i Ali (radıyallahü anh) gibi büyük sahabenin müslüman olmalarına vesile olmuştur. Hazret-i Ali ise, Uhud ve Hendek savaşlarında kâfirleri öldürmek için cihad etmişti; ama Hazret-i Ebu Bekr'in cihadı, sahabelerin gözdeleri olan böylesi kimselerin müslüman olmasına vesile olurken, Hazret-i Ali'nin cihadı kâfirleri öldürmeye sebep olmuştur. Şüphesiz birincisi daha faziletlidir. Ve yine Hazret-i Ebu Bekir, İslâm'ın başlangıcında, Hazret-i Peygamber'in son derece zayıf olduğu bir sırada cihad etmiştir. Hazret-i Ali ise, ancak Uhud ve Hendek savaşlarında cihada katılabilmiştir. Oysa ki İslâmiyet, bu günlerde güçlü idi. Malûmdur ki, zayıf olunan zamanda yapılan cihad, güçlü olunan zamanda yapılan cihaddan daha efdaldir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, 'İçinizde fetihten evvel harcayan ve muharebe eden kimseler, (diğerleriyle) bir olmaz. Onlar derece itibariyle (o fetihten) sonra harcayan ve muharebe edenlerden daha yüksektirler.." (Hadid, 10) buyurmuş, böylece de, zayıf olduğu sırada İslâm'a yapılan yardımın sevabının, güçlü olduğu sırada yapılan yardımın sevabından daha büyük olduğunu açıklamıştır. Böylece zikrettiğimiz şeylerin hepsinden, bu sıddîk vasfına en lâyık kimsenin Hazret-i Ebu Bekir olduğu ortaya çıkar. İşte bundan dolayı müslümanlar, bu lakabı Hazret-i Ebu Bekir'e verme konusunda icmâ etmişlerdir; ancak bu (lâkaba) itibar etmeyip onu kabul etmeyenler müstesna.. "Sıddîk" kelimesini, zikretmiş olduğumuz şeylerle tefsir etmek de, fazilet ve ilim bakımından nübüvvetten sonra, bu vasıftan, yani insanın sıddîk olmasından başka bir mertebenin olmadığına delâlet eder. Delil buna delâlet ettiği gibi, Kur'ân'ın lafzı da buna delâlet eder. Çünkü hangi âyette, sıddîk ismiyle "nebî" kelimesi beraber zikredilse, bu iki isim arasına herhangibir şey girmemiştir. Meselâ Cenâb-ı Hak, İsmail (aleyhisselâm)'i vasfederken, "Çünkü or va'adinde sadıktı" (Meryem, 54); İdris (aleyhisselâm)'i tavsif ederken, "Çünkü o, sıdkı bütün bir peygamberdi" (Meryem, 41) ve bu âyette de, . "..peygamberlerle, sıddiklerie.." buyurmuştur. Yani, "Sen, siddîkiyyet mertebesinden terakkî eder, yükselirsen nübüvvet mertebesine yükselirsin; nübüvvet mertebesinden inersen, sıddîkiyyeî mertebesine varırsın... Bu iki mertebe arasında başka bir mertebe bulunmamaktadır" demektir. Cenâb-ı Hak başka bir âyet-i kerimede, "Sıdkı getirene ve onu tasdik edenlere..." (zümer, 33) buyurmuş, bu iki vasfı birbirinden ayırmamıştır. Deliller, bu ikisi arasında başka bir kimsenin bulunmadığına delâlet ettiği gibi, Allahü teâlâ da en hayırlı ümmet olarak vasfedilmiş olan bu ümmeti, Hazret-i Peygamber'den sonra Hazret-i Ebu Bekir'i icmâ ile halife seçmeye; O (radıyallahü anh) vefat ettiği zaman, onu Hazret-i Peygamber'in hemen yanına defnetmeye muvaffak kılmıştır. Bu ancak şundandır: Allahü teâlâ bu âyette, peygamberler ile sıddîkler arasında hiçbir şeyi zikretmemiştir. Şüphesiz ki, bu ikisi arasındaki vasıta, daha önce zikretmiş olduğumuz hususlarda kaldırılmıştır. Şehîdler ve Şehidliğin Mahiyeti İkinci sıfat: Şehâdet... Şehidler hakkında söylenebilecek söz, bu kitabın muhtelif yerinde geçmiştir. Bu izahın bir kısmını burada tekrarlamamızda da bir mahzur yoktur. İşte bundan dolayı diyoruz ki: Şehâdetin, insanın kâfir bir kimse tarafından öldürülmesi şeklinde tarif edilmesi caiz değildir. Buna birçok şey delâlet etmektedir: 1) Bu âyet, şehâdet mertebesinin, dinde büyük bir mertebe olduğunu gösterir. Halbuki, insanın kâfir tarafından öldürülmesinde, öyfe pek fazla bir şeref bulunmamaktadır. Çünkü böyle bir öldürülme, bazan günahkâr ve Allah katında bir mertebesi olmayan bir kimse için de söz konusu olabilir. 2) Mü'minler bazan, "Allah'ım, bize şehâdeti nasib et!" diye dua ederler. Eğer şehâdet, sadece kâfir tarafından öldürülmekten ibaret olsaydı, onlar, Allah'tan bu öldürülmeyi istemiş olurlardı. Oysa ki bu caiz değildir. Çünkü, kâfirin onu öldürmesini istemek küfürdür., 3) Allah'dan, küfür olan bir şeyi taleb etmek nasıl caiz olabilir? Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, "Karın ağrısından ölen şehiddir; boğularak ölen şehiddir" Müslim, İmare, 164, 165 (III/1521) buyurmuştur. Binaenaleyh, şehâdetin öldürülmekten ibaret olmadığını anlamış oluyoruz. Daha doğrusu biz, şöyle diyoruz: "Şehîd kelimesi, ism-i fail mânasında, "fail" vezninde bir kelimedir. "Şehîd", Allah'ın dininin doğruluğuna bazan hüccet ve beyân, bazan da kılıç ve mızrak ile şehâdet eden kimsedir. Binaenaleyh şehidler, adaletle kaim olup hükmedenlerdir. Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah şu hakikati kendinden başka hiçbir Tanrı olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler ve ilim sahipleri de.." (Al-i İmran. 18) ayetinde zikretmiş olduğu kimselerdir. Canını, Allah'ın dinine yardım, O'nun dininin hak, onun dışındakilerin ise bâtıl olduğuna şehâdet etmek uğruna feda ettiği için, Allah yolunda öldürülenlere "şehid" denilir. Bir kimse, bu mânada Allah'ın şehidlerinden olursa, âhirette de Allah'ın şehidlerinden (şahitlerinden) olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Böylece, insanlara karşı (hakikatin) şahidleri olasınız diyet sizi örnek bir ümmet yaptık" (Bakara, 143) buyurmuştur. Üçüncü sıfat: Salih, itikadında ve amelinde iyi, dürüst olan kimsedir. Çünkü, cehalet itikadda bir bozukluk, günah ise amelde bir bozukluktur. Sen sıddîk, şehîd ve salih kelimelerinin tefsirini iyice anladığında, bu sıfatlar arasındaki fark anlaşılır. Bu böyledir, çünkü itikadı doğru, işi de mâsiyet değil taat olan herkes sâlihtir. Sonra salih bazan, Allah'ın dininin hak, onun dışındaki dinlerin bâtıl olduğuna şehâdet ettiği için sâlih olur. Bu şehâdet bazan hüccet ve delil ile bazan da kıtıç ile olur. Bazan salih, bu şehadeti yerine getirmiş olma sıfatı ile vasfedilmiş olmaz. Böylece şehid olan herkesin sâlih olduğu, ama her salihin şehid olmadığı sabit olmuş olur. Buna göre şehid, sâlih insanların en şereflisidir. Hem sonra şehîd, bazan sıddîk olur, bazan olmaz. Sıddîk'in manası, iman etmede başkalarından daha önce olan ve imanı başkalarına bir örnek olan kimse demektir. Binaenaleyh her sıddîk olanın şehid de olacağı, ama her şehidin sıddîk olamayacağı sabit olur. Böylece mahlukatın en efdallerinin peygamberler, onlardan sonra sıddîklar, onlardan sonra sadece şehâdet derecesine sahip bulunanlar, onlardan sonra sadece salah derecesine sahip bulunanlar olduğu sabit olur. Velhasıl meleklerin büyükleri, hak dini Allah'tan alırlar, peygamberler de meleklerden alırlar. Nitekim Allahü teâlâ, "O (Allah), kendi emri ile, kullarından kimi dilerse ona vahy ile melekleri indirir" (Nahl, 2) buyurmuştur. Sıddîklar dini, peygamberlerden; şehidler de sıddîklardan alır, öğrenirler. Çünkü biz, sıddîkların başlangıçta dini, peygamberlerden aldığını ve kendinden sonraki kimseler için bir örnek olduğunu beyan etmiştik. Salihler de hak dini şehidlerden alır, öğrenirler. İşte bu sıralamanın izahı böyledir. Bunu kavradığın zaman, cennete girecek her insanın, mutlaka bu sıfat ye vasıflardan birine dâhil olduğunu görürsün. Sonra Allahü teâlâ, "Onlar ne iyi arkadaştırlar! "buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili bazı meseleler bulunmaktadır; Keşşaf sahibi, "Bu ifadede bir hayret ettirme manası vardır. Sanki, "Bunlar ne güzel arkadaş!" denilmektedir" demiştir. İkinci Mesele "Rıfk" Arapça'da yumuşak huylutuk ve lütufkâr davranış manasındadır. Böyle davranan kimseye "refîk" denilir. İşte kelimenin dildeki manası budur. Daha sonra biribirlerine dayanıp destek oldukları için, arkadaşa "refîk" denilmiştir. Vahidî şöyle der: "Refîk kelimesi âyette, çoğul bir kelimenin sıfatı olduğu halde müfred getirilmiştir. Çünkü Araplar (peygamber), (postacı) ve (arkadaş) kelimelerini, hem müfred, hem de çoğul manada kullanıyorlardı. Nitekim Hak teâlâ, "Biz, Alemlerin Rabb'inin Resulüyüz" (Şu'ara, 16) buyurmuştur. Bu sebeple, bu âyette, "Bunlar ne güzel adam!" denilemez. Kısaca bu, ancak bir sıfat olan isim hakkında caiz olur. Fakat bu, (erkek-kadın) gibi sarih bir isim olursa caiz olmaz. Zeccâc bunu sarih isimde de caiz görmüş ve bunun Sîbeveyh'in görüşü olduğunu iddia etmiştir. Yine Hak teâlâ'nın bu beyanının manasının, "Sizi bir çocuk olarak çıkarır" (Mü'min. 67) âyetinde olduğu gibi, "Onların her biri, ne güzel bir arkadaştır!" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Âyetteki "refîk" kelimesi, temyiz olduğu için mansubtur. Bunun, hal olmak üzere mansub olduğu da söylenmiştir. Yani "Arkadaş olarak, onlardan herbiri iyıdir" demektir. Bil ki Cenâb-ı Hak, Allah'a ve Resulüne itaat eden kimsenin peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerle beraber olduğunu açıklamış, sonra bunlardan hangisi olduğuna pek önem vermeyip, sadece onlarla beraber refîk bir arkadaş olmanın kâfi geldiğini bildirmiştir, Biz daha önce, "refik" kelimesinin, hazarda ve seferde kendisinden istifade edilen kimse manasına olduğunu zikretmiştik. Böylece Cenâb-ı Hak, bu itaatkâr kullardan fayda sağlanacağını açıklamıştır. Muhakkak ki bunlar onlara, ancak onlardan bir şefkat ve hayır gördükleri zaman yaslanır ve güvenirler. Biz defalarca bu arkadaşlığın nasıl olacağını açıklamıştık. Fakat meselenin zahirî izahı şöyledir: İnsan bazan başkası ile beraber bulunabilir ama onun refîki olmaz. Fakat birisi, yanındaki insana büyük bir şefkat ve ilgi gösterirse, o zaman onun refîki olur. Bu izaha göre Cenâb-ı Hak peygamberlerin, sıddîkların, şehidlerin ve salihlerin, o itaatkâr insana olan şiddetli şefkatleri ve onu görmeden dolayı duyacakları sevinçten dolayı, onun refikleri ve dostları gibi olduklarını beyan etmiştir. Allahü teâlâ daha sonra, "Bu, Allah'tan bir lütuftur" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili meseleleler vardır: Taat Allahın Lütfu Olup Cenneti Vecip Kılmaz Şüphe yok ki âyetteki (bu) kelimesi, daha önce zikredilmiş olan, sevab vesilesi sıfatlara işarettir. O vasıfların her birinin, Allah'tan bir lütuf olduğuna hükmedilince, bu, sevab vermenin Allah'a vacib olmadığına delâlet eder. Birçok şey, aklî bakımdan da buna delâlet eder: a) Taata yapmaya kudret, eğer ancak taatı yapmaya elverişli ise, bu durumda kudretin yaratıcısı, taati yerine getirenin kendisidir. Binaenaleyh kendisinin yaptığı fiil, kendisi için bir sevabı gerektirmez. Yine eğer o kudret, günah işlemeye de elverişli ise, taat cihetinin günah cihetine üstün gelmesi, ancak, taata götüren bir sebebin yaratılması ile olur. Böylece kudret ve o sebebin toplamı, fiilin (taatın) meydana gelmesini sağlar. Böylece de bu ikisinin yaratıcısı, bu taatı aslında yerine getiren kimse olur. Binaenaleyh onun bu fiili, kendisi için bir sevabı gerektirmez. b) Allah'ın, kullarına olan nimeti sayılamayacak kadar çoktur. Bu nimet ise, Allah'a itaat edip şükretmeyi gerektirir. Allah rızası için yapılan taatlar, önceden geçmiş olan nimetler karşılığında olunca, o taatların gelecekte herhangi bir sevabı gerektirmeleri imkânsız olur. c) Vücub, terkedildiği zaman günah işlemiş olmayı, onu istihkakı gerektirir. Bu günaha hak kazanma işi ise, Allah'ın ulûhiyyetine aykırı bir durumdur. Binaenaleyh bu vücubun Allah hakkında düşünülmesi imkânsız olur. Böylece, âyetin zahirinin, bütün mükâfaattarın Allah'ın bir fazlı, lütfü olduğuna delâlet ettiği gibi, kesin aklî delillerin de buna delâlet ettiği sabit olmuş olur. Mu'tezile şöyle demektedir: Allah'ın mükâfaat vermesi gerçi vaciptir. Fakat buna "fazl" vasfını vermek imkânsız değildir. Zira kulun bu mükâfaata hak kazanması da Allahü teâlâ'nın onu yükümlü kılması sebebiyledir. Mükellef kılmak ise, başlıbaşma bir lütuftur. Bir de Cenâb-ı Hak, mükellefin tâat olan fiilleri yapabilmesi için, o mükellefe akıl ve kudret veren; bütün engel ve maniaları ortadan kaldıran, götüren Zât'tır. Böylece bu durum, kendisiyle faydalansın diye, başkasına bir elbise hibe eden bir kimsenin durumuna benzer. Bu kimse, o elbiseyi satıp, onun parasından faydalandığında, o paranın, "hibe eden kimsenin bir lütfü, bir ihsanı" diye nitelendirilmesi caizdir. İşte burada da böyledir. İkinci Mesele Hak teâlâ'nın, "Bu, Allah'tan birlütuttur" ifâdesi hakkında şu iki ihtimal vardır: a) Kelamın takdirinin, "Bu mükâfat yok mu, o Allah'ın bir lütfudur" şeklinde olmasıdır. Buna göre âyet-i kerimenin manası, "Bu mükâfaat, son derece mükemmel olduğu için, âdeta Allah'ın bir lütfü olup, bunun dışında kalanların hiçbir değeri yoktur" şeklinde olur. b) İfâdenin takdirinin, "Bu lütuf, sadece Allah'tandır" olmasıdır. Yani, "Şu âyet-i kerimede bahsedilen lütuf ile mükâfaat, sadece Allah'tan olup, başkasından değildir" demektir. Birinci ihtimalin daha belîğ olduğunda herhangi bir şüphe yoktur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hakkıyla bilici olarak Allah kafidir" buyurmuştur. Bu ifâdenin, Allah'a taat hususunda daha önce geçmiş olan açıklamaları te'kîd etme hususunda, son derece müessir bir yeri vardır, zira Cenâb-ı Hak bu sözüyle kendisine, insanların nasıl tâatta bulunduklarını ve mükâfaat ve lütfün ne şekilde olacağını bildiğine dikkat çekmiştir ki, bu da, mükellefi, en mükemmel şekilde itaatta bulunup bu hususta kusur etmekten kaçınmaya teşvik eden şeyler cümlesindendir. |
﴾ 70 ﴿