83"Onlara eminlik veya korku haberi geldiği zaman, onu her tarafa yayıverirler. Halbuki bunu, peygambere veya onlardan emir sahiplerine dönderip (iletmiş) olsalardı bunu onlardan "istinbat" edebilecek olanlar elbette bilirlerdi. Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı birazınız müstesna, muhakkak şeytana uymuş gitmiştiniz". Bil ki Allahü teâlâ bu âyette, münafıkların bir diğer kötü işlerini anlatmıştır. O da şudur: Münafıklara ister emniyeti, ister korkuyu gösteren herhangi bir şey ulaştığı zaman, onlar bunu yayıyor, ifşa ediyorlardı. Bu ise, şu yönlerden zarara sebebiyet veriyordu: 1) Böyle kargaşa uyandıran asılsız haberler, çok yalandan hâlî olmaz. 2) Gelen haber emniyetle ilgili olduğu zaman, onlar buna pek çok ilavelerde bulunuyorlardı. Bu ilaveler bulunmadığı zaman o haber, Hazret-i Peygamber'in doğruluğu hususunda, zayıf mü'minlerin kalplerinde bir şüphe uyandırıyordu. Çünkü münafıklar bu asılsız haberleri, Hazret-i Peygamber söyledi diye rivayet ediyorlardı. Bu haber korku ile alakalı olunca, bu sebeble zayıf mü'minlerin kalbinde karışıklıklar meydana geliyor, onlar o zaman şaşkınlık ve endişeye düşüyorlardı. Böylece bu asılsız haberler, bu bakımlardan karışıklıklara sebeb oluyordu. 3) Asılsız haberler vermek, iyi bir araştırma ve tam bir incelemeyi gerektiren durumların çoğalmasına sebebiyet veriyordu. Bu da birçok sırların ortaya dökülmesine yol açıyordu. Böyle bir hal ise, o zaman için Medine'nin yararına uygun olmayan bir şey idi. 4) Müslümanlar ile kâfirler arasında şiddetli bir düşmanlık bulunmakta idi. İki taraftan herbiri harb araç gereçleri hazırlıyor ve birbiri aleyhinde fırsat kolluyordu. İki taraftan birisi için emniyet vesilesi olan şey, diğer taraf için bir korku vesilesi idi. Müslümanlar için emniyet bulunduğu, ordusunun ve savaş teçhizatının yeterli bir şekilde bulunduğu haberi gelince, münafıklar bunu hemen yayıyor ve bu haber böylece kısa zamanda kâfirlere ulaşıyor. Onlar da, müslümanlara ve onların kendilerini istilâ tehlikesine karşı gerekli tedbirleri alıyorlardı. Eğer müslümanlar için korkuyu ifade eden bir haber söz konusu olunca, bu haberi abartıyorlar, ona birçok asılsız ilavelerde bulunarak zayıf ve yoksul müslümanların kalblerine korku düşürüyorlardı. İşte bu anlatılanlardan, bu haber yayma işinin, birçok bakımdan fitne ve belâların menşei ve kaynağı olduğu ortaya çıkmış olur. Durum böyle olduğu için de, Allahü teâlâ, bu gibi haberleri yaymayı ve onları ifşa etmeyi kınamış ve onları bundan men etmiştir. Bil ki, "Onu yaydı" manasında ifadeleri iki değişik kullanıştır. Sonra Cenâb-ı Allah, "Halbuki bunu, peygambere veya onlardan emir sahiplerine döndürüp (İletmiş) olsalardı, bunu onlardan "istinbat" edebilecek olanlar elbette bilirlerdi" buyurmuştur, Bu ifade ile ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: "Emir sahipleri" (ulü'l-emr) hakkında iki görüş vardır: a) İlim ve görüş sahiplen manasındadır. b) Ordu komutanları demektir. İkinci görüşte olanlar, kendi görüşlerini birinciye tercih edip şöyle demişlerdir: "Çünkü emir sahipleri, insanlara emretme yetkisi olanlardır. İlim ehli ise, böyle değildir. Binâenaleyh insanlara emretme yetkisi bulunanlar ise ancak komutanlardır." Bu görüşe şöyle cevap verilir: Alimler, Allah'ın emir ve yasaklarını bildikleri ve başkalarının da onların görüşlerini kabul etmeleri gerektiği için, bu bakımdan, "ulü'l-emr" diye isimlendirilmeleri garip karşılanmamalıdır. Buna delâlet eden bir başka şey de, Hak teâlâ'nın "Mü'minlerin hepsinin (topyekün) savaşa çıkmaları uygun değildir. O halde (mü'minlerden) kimi, din ve şeriat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavmleri savaştan dönüp kendilerine geldikleri zaman, sakınsınlar diye onları Allah'ın azabıyla korkutmaları için, (savaşa gitmeyip kalmalıdırlar)" âyetidir. Böylece Cenâb-ı Hak, onların korkutmaları ile sakınmayı gerekli kılmış ve uyarılan kimselerin, o alimlerin sözlerini kabul etmelerini vacib kılmıştır. İşte bundan dolayı "emir sahipleri" (ulü'l-emr) tabirinin, alimler hakkında kullanılması caizdir. Arapça'da "istinbat", çıkarıp elde etmek demektir. Nitekim bir fakîh, kendi içtihad ve anlayışı ile, ifadede kapalı olan bir manayı ortaya çıkardığında, denilir. Bunun aslı, eşildiğinde ilk defa kuyudan çıkan su demek olan (......) kelimesine dayanır. Nabatlılar da, yeryüzünden su çıkaran bir millet oldukları için, böyle isimlendirilmişlerdir. Âyetteki, "Onlardan istinbat edebilecek olanlar" ifadesi ile ilgili iki görüş vardır 1) Bunlar, haber yayan o münafıklardır. Buna göre âyetin takdiri şu şekildedir: "Şayet, asılsız haber yayan bu münafıklar, emniyyet ve korkuya dair hususu, peygambere ve emir sahiplerine havale edip, bu husustaki bilgiyi onlardan almak istemiş olsalardı, elbette bu asılsız haberi yayan münafıklar, onu peygamber ve emir sahiplerinden öğrenmiş olurlardı." 2) Bunlar, "emir sahipleri"nden bir gruptur. Buna göre kelamın takdiri, "şayet münafıklar bu işi Resül'e ve emir sahiplerine bırakmış olsalardı, hiç şüphesiz bunu, emir sahiplerinden istinbatta bulunabilecek olan kimseler bilirlerdi" şeklinde olur. Bu böyledir, zira emir sahipleri de iki kısımdır: Bunlardan bir kısmı istinbatta bulunma gücüne sahiptir, bir kısmıysa böyle değildir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın (onlardan) sözü, "emir sahiplerinden, gizli, kapalı husustan bilip ortaya çıkaran kimselerden onu öğrenmiş olurdu" anlamını ihtiva etmiş olur. İmdi şayet, "Allah'ın, haberleri Hazret-i Peygamber'e ve emir sahiplerine bırakmalarını emrettiği o kimseler, münafıklardır. O halde Cenâb-ı Hak, buyruğunda nasıl olmuş da o münafıkları "emir sahipleri" saymıştır?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, emir sahiplerini, zahire göre o münafıklardan saymıştır. Çünkü münafıklar, kendilerinin iman ettiklerini söylüyorlardı. Bunun benzeri olan bir başka ifade de, Cenâb-ı Hakk'ın "(Zahiren) sizden öylesi vardır ki, muhakkak ağır davranacaktır" (Nisa, 72) ve "(Zahiren) onlardan birazı müstesna olmak üzere, bunu yapmazlardı" (Nisa. 66) âyetleridir. Allah en iyi bilendir. Bu Ayet Kıyası'ın Şer'i Delil Olduğu Gösterir Âyet, kıyasın şer'î bir hüccet olduğunu göstermektedir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hakk'ın "...bunu onlardan "istinbat"... elbette bilirlerdi" ifadesi, emir sahiplerinin sıfatıdır. Allahü teâlâ, emniyyet ve korku hususunda kendilerine bir haber ulaşan kimselere, onun gerçek mahiyetini öğrenmeleri hususunda, emir sahiplerine müracaat etmelerini vacip kılmıştır. Müracaat eden bu kimseler, ya o hadise hakkında bir nass bulunduğu veyahut da böyle bir nass bulunmadığı halde, onu öğrenmek için emir sahiplerine başvururlar. Birinci ihtimal bâtıldır, çünkü bu durumda istinbata mahal kalmaz. Çünkü, bir hadise hakkında nass gören bir kimse için, "O, o hükmü istinbat etti, çıkardı" denilmez. Böylece, Allahü teâlâ'nın mükellef kimseye, bir hadiseyi, o hadise hakkında.hüküm çıkarabilecek kimselere havale etmesini emretmiş olduğu sabit olmuş olur. "İstinbat" etmek bir hüccet olmasaydı, Cenâb-ı Hak, mükellef kimseye bunu emretmezdi. Binâenaleyh, istinbatın bir hüccet ve delil olduğu sabit olmuş olur. Kıyas da, ya bir istinbattır veya ona dahil olan bir şeydir. Binâenaleyh, kıyasın da bir hüccet olması gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki, âyet şu hususlara delalet etmektedir: a) Hadiselerle ilgili hükümlerde, nass ile değil de istinbat ile bilinebilecek olan hususlar bulunmaktadır. b) İstinbat bir hüccettir. c) Avamın, hâdiselerin hükümleri hususunda alimleri izlemeleri vaciptir. d) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), istinbat etmekle yani hüküm çıkarmakla mükellefdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, hükümlerin Resul ve emir sahiplerine bırakılmasını emretmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "bunu onlardan "istinbat" edebilecek olanlar elbette bilirlerdi" buyurmuş, böylece istinbat işini, Hazret-i Peygamber'i hariç tutarak, emir sahiplerine mahsus kılmamıştır. Bu da, hem Hazret-i Peygamber'in hem de emir sahiplerinin istinbat ile mükellef kılınmış olmalarını gerektirir. Kıyasa Delil Olmadığını Söyleyenler Eğer, "Biz, Cenâb-ı Hakk'ın "onlardan istinbat edebilecek olanlar" tabirinden kastedilenlerin, "emir sahiplen" olduğunu kabul etmiyoruz; bilakis bundan murad, âyetin tefsirinde de rivayet ettiğimiz görüş üzere, haber yayan münafıklardır. "Onlardan istinbat edebilecek olanlar" ile kastedilenin "emir sahipleri" olduğunu kabul etsek bile, ne var ki bu âyet-i kerime, harb ve cihad ile ilgili hâdiseler hakkında nazil olmuştur. Farzet ki, bu hususta "istinbat"a müracaat etmek caiz olsun. O halde, siz niçin, "istinbata müracaat etmenin şer'î meselelerde de caiz olması gerekir" diyorsunuz? Eğer, iki konudan birisi diğerine kıyas edilmişse, bu, şer'İ bir kıyası yine şer'î bir kıyasla İsbat etmek olur ki, böyle bir şey caiz değildir. Şer'î hükümlerde istinbatın, bu âyetin hükmüne dahil olduğunu kabul etsek bile, sen niçin, "kıyasın hüccet olması gerekir" diyorsun? Bunun izahı şöyledir: "İstinbat"dan muradın, manası kapalı nasslardan veya nasslar topluluğundan hüküm çıkarma olması veyahut da bundan muradın, beraet-i asliyye veya çoğu alimin dediği gibi, "Menfaatlarda aslolan mübahlık, zararlı şeylerde aslolan ise haramlıktır" şeklindeki aklî hükümlerle sabit olan kaidelerden hüküm çıkarma olması mümkündür. Kıyas Zan İfade Ettiğinden, Delil Olmaz Diyenler Biz şer'î kıyasın, âyetin hükmüne dahil olduğunu kabul etsek bile, ne var ki bu kıyasın, Allahü teâlâ'nın "Bunu, onlardan istinbat edebilecek olanlar bilirdi" âyetinin de delalet ettiği gibi, kesin ilim ifade etmesi şarttır. Bundan dolayı Cenab-ı Hak bu âyette, bu istinbattan ilim elde edileceğini haber vermiştir. Böyle bir kıyas hususunda münakaşa yoktur' Münakaşa, zan ifade eden kıyasın şeriatta bir hüccet sayılıp sayılmayacağı hususundadır denilir ise bunlara şu şekilde cevap veririz: Kıyas Hakkındaki Bazı Suallere Cevaplar Birinci sorunuz, kabul edilemez. Çünkü âyetteki, "İstinbat edebilecek olanlar" tabirinden murad, münafıklar olsaydı, şöyle denilmesi daha uygun olurdu: "Şayet o münafıklar, o şeyi, Allah'ın Resulüne ve onlardan emir sahiplerine havale etselerdi, elbette onu bilirlerdi." Çünkü bu takdirde ifadesinde sarih ismin zamire atfedildiği kabul edilmiş olur ki bu da nahoş ve çirkin bir şeydir. İkinci sorunuz da, şu iki bakımdan kabul edilemez: a) Hak teâlâ'nın, "Onlara eminlik veya korku haberi geldiği zaman..." buyruğu hem harblerle, hem de diğer şer'î hadiselerle ilgili umumi bir ifadedir. Çünkü emniyet ve korku, mükellef olunan her hususla söz konusudur. Binâenaleyh âyette, emniyet ve korkuyu harb işlerine tahsis etmeyi gerektiren herhangi bir şeyin bulunmadığı sabit olur. b) Farzet ki iş sizin dediğiniz gibidir. Fakat harb ile ilgili hükümler de şer'î kıyasla bilinebilir. Bu caiz olunca, diğer hadiseler hakkında da şer'î kıyasa sarılmanın caiz olması gerekir. Zira bu ikisinin arasında bir fark olduğunu söyleyen hiç kimse yoktur. Baksana, bir kimse, "Kıyas, alış-veriş meselelerinde bir hüccet olup, nikahta bir hüccet değildir" dese, onun bu sözüne itibar edilmez. İşte burada da böyledir. Âyetteki istinbatı, manası kapalı nasslara veya nass terkiblerine mahsus kılan üçüncü suale ise şöyle cevap verilir: Bütün bunlar birer nasstır. Nassa sarılmaya ise, istinbat denilemez. Bu soruyu soranın, "Âyetteki istinbatı, beraat-i asliyye'den hüküm çıkarma manasına hamletmek niçin caiz olmasın?" şeklindeki sorusuna cevaben deriz ki: Bu, bir istinbat değil, birşeyi olduğu hal üzere bırakmak demektir. Buna kesinlikle "istinbat" denilemez. "İstinbat ancak kendisi ile kesin ilim elde edilir ise caiz olur. Halbuki şer'î kıyas kesin ilim ifade etmez?" şeklindeki dördüncü sorunuza da şu iki bakımdan cevap veririz: a) Bize göre, şer'î kıyas ilim ifade eder. Çünkü kıyasın bir hüccet olduğu sabit olduktan sonra, biz kesinlikle şu hükmü veririz: Her ne zaman, Allah'ın hükmünün asıl olan şeyde illetinin ne olduğu bizce zann-ı galib ile bilinir, sonra yine zann-ı galib ile aynı illetin fer' olan şeyde (kıyas edilecek meselede) de bulunduğu bilinir ise, bu durumda, Allah'ın o fer'î meseledeki hükmünün, aslolan meseledeki hükmü ile aynı olduğu zannı hasıl olur. İşte böyle bir zan meydana gelince de, biz mükellefin bu zannına uygun olarak amel edebileceğine kesin karar veririz. Netice olarak diyebiliriz ki: Buradaki zan, hükmün elde edildiği metoddadır, fakat hükmün kendisi kesindir ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın "herhangi bir hadisede, bu şekilde hasıl olan galib zannın ne olursa, bil ki o iş hakkında benim hükmüm odur" demesi yerine geçer. Zann-ı galib meydana geldiğinde, biz o hükmün o hadisede de var olduğuna kesin olarak karar veririz. b) Bazan ilim sözü zikredilir, fakat kendisi ile "zan" manası kastedilir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bir şeyi güneş gibi (aşikâr) bildiğin zaman, o hususta şahidlik et" buyurmuş, şahadetin yapılabilmesi için bilmeyi şart koşmuştur. Halbuki biz, ilim değil zann söz konusu olduğu zaman da, o hususta şahidlik yapılabileceğinde ittifak ettik. Böylece zanna da bazan "ilim" denebileceği sabit olur. Allah en iyi bilendir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın üzerinizdeki lütuf ve merhameti olmasaydı, birazınız müstesna, muhakkak şeytana uymuş gitmiştiniz" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Şeytana Uymayan Azınlık Hakkında İhtimaller Âyetteki istisnanın zahiri, bu azlığın ne Allah'ın fazlı, ne de rahmeti ile meydana gelmediği zannını uyandırmaktadır. Halbuki bunun imkansız olduğu malumdur. İşte bundan dolayı müfessirler ihtilaf ederek şu görüşleri ileri sürmüşlerdir: Onlardan bir kısmı bu istisnanın, Allahü teâlâ'nın, "Onu her tarafa yayıverirler" sözünden; bir kısmı, "Bunu onlardan istinbat edebilecek olanlar elbette bilirlerdi" ifadesinden; bir kısmı da, "Allah'ın üzerinizdeki lütuf ve merhameti olmasaydı..." ifadesinden olduğunu söylemişlerdir. Bil ki bu hususta, bu üçünün dışında başka bir izah yoktur. Çünkü âyet, bu üç hükmün haberini ihtiva etmektedir. Binâenaleyh istisnayı bunlardan herhangi birinden yapmak doğru olur. Böylece bu görüşlerden herbirinin ihtimal dahilinde olduğu sabit olur. Birinci görüşe göre kelamın takdiri, "Onlara eminlik veya korku haberi geldiğinde, onların pek azı müstesna onlar bunu her tarafa yayıverirler" şeklinde olur. Böylece Cenâb-ı Hak, "Onlardan bir güruh, geceleyin senin söylediğinden başkasını kurarlar" (Nisa, 81) ifadesinde de, bir kısım münafıkları istisna edip, bunun dışında tuttuğu gibi, bu âyette de haber yayma işinden, bazı münafıkların müstesna olduğunu bildirmiştir. İkinci görüşe göre istisna, "Bunu onlardan istinbat edebilecek olanlar elbette bilirlerdi" ifadesindendir. Yani, "Onlardan pek azı müstesna, bunu istinbat edebilecek olanlardan öğrenirlerdi" demektir. Ferra ve Müberred, "Birinci görüş daha evlâdır. Zira istinbat yolu ile bilinebilecek şeyi, onlardan ancak pek azı bilebilir. Onların çoğu bunu bilemez. Halbuki istisnayı bu ikinci görüşe göre vermek, bunun tersini gerektirir" demişlerdir. Zeccâc ise, "Bu, bir yanlıştır. Çünkü buradaki istisnadan murad, ince bir tefekkür ve derin bir anlayışla çıkarılan bir şey değildir. Bu, bir haber istinbat etmektir. Durum böyle olunca, onların pek çoğu da bunu bilebilir. Ancak, son derece ahmak ve cahil olan kimselerdir ki, bunu bilemez" demiştir. Zeccâc'ın bu görüşüne şu şekilde cevap vermek mümkündür: "Biz, âyetteki istinbat meselesini, sırf, haberleri ve asılsız şeyleri öğrenmek manasına hamlettiğimiz zaman Zeccâc'ın bu sözü doğru olur. Ama biz bunu, delillerle de ortaya koyduğumuz gibi, bütün hükümler konusunda istinbat manasına hamledersek, hak ve gerçek olan şey, Ferrâ ve Müberred'in zikrettiği husus olur. Üçüncü görüşe göre bunun, Allah'ın "Allah'ın üzerinizdeki lütuf ve merhameti olmasaydı ...ilh." buyruğu ile ilgili olmasıdır. İstisnayı, hemen kendisini takib eden ve ona bitişen şeye vermek, onu ondan uzak olan şeylere vermekten daha evlâ olduğu, bilinen bir husustur. Bil ki bu görüş, biz ancak lütuf ve rahmeti, hususi bir mana ile tefsir ettiğimiz zaman mümkün ve uygun olur. Bu hususta şu iki izah bulunmaktadır: a) Bu, bir grup müfessirin görüşüdür. Buna göre, âyetteki "Allah'ın fazlı ve rahmeti" mefhumundan murad, Kur'ân'ı indirip Hazret-i Muhammed'i peygamber olarak göndermektir. Buna göre kelamın takdiri, "Şayet, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmeyip, Kur'an da inzal buyurulmasaydı, sizden pek azınız müstesna şeytana uyar ve Allah'ı inkâr ederdiniz..." şeklinde olur. Çünkü Hazret-i Muhammed'in peygamber olarak gönderilmemiş olması, Kur'ân'ın da tndirilmediğinin farzedilmesi halinde bile, bu az olan kimseler ne şeytana uyar, -ne de Allah'ı inkâr ederlerdi. Bunlar, mesela Kus İbn Saide, Varaka İbn Nevfel ve Zeyd İbn Amr, İbn Nufeyl gibi kimselerdir ki, bunlar Hazret-i Muhammed peygamber olarak görevlendirilmeden önce Allah'a inanmışlardı . b) Ebu Müslim'in zikretmiş olduğu şu husustur: "Buna göre bu âyetteki, Allah'ın lütuf ve merhametiyle, rahmetiyle kastedilen, münafıkların 'büyük bir murada (ganimete) ereydim" (Nisa. 73) sözleriyle kastetmiş oldukları Allah'ın nusreti ve yardımıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, peşipeşine zafer ve yardım tahakkuk etmemiş olsaydı, sizden pek azı müstesna, bu durumda şeytana tabi olup dininizi terkedeceğinizi beyan etmiştir. Bu kimseler, bunun hak olabilmesi için dünyada devletin teessüs etmesinin şart olmadığını bilen, mü'min kimselerin faziletlilerinden ileri görüş sahibi, kuvvetli niyyet ve sağlam iradeye sahip olan kimselerdir. Ard arda fetih ve zafer gerçekleştiği için bu onun hak olduğuna; ard arda yenilgi ve hezimetler geldiği için de, onun bâtıl olduğuna inanmayıp, aksine işin hak veya bâtıl olmasının bir delile dayanmış olduğuna inanan kimselerdir. İşte bu, izahların en sahihi ve hakikata da en yakın olanıdır. Âyet, Cenâb-ı Hakk'ın, şeytana tabi olan kimselerden fazlını ve rahmetini esirgediğine delâlet etmektedir. Eğer böyle olmasaydı, o şeytana tâbi olunmazdı. Bu "Cenâb-ı Hakk'ın din hususunda aslah (yani kulların menfaatlarına en uygun) olana uyması vaciptir" diyen Mu'tezile'nin yanlışlığına delâlet eder. Ka'bî buna şöyle cevap vermiştir: "Allah'ın fazlı ve rahmeti, herkesi içine alan umumi bir ifadediradıyallahü anhncak ne var ki bundan mü'minler istifade etmiş, kâfirler edememiştir. Böylece "Dinî meselelerde Allah tarafından kâfirler için bir fazl ve rahmet tahakkuk etmemiştir" denemesi, saöece mecazi olarak doğrudur." Buna, "Sözü, mecazî manaya hamletmek, aslolanın hilafına bir harekettir" diyerek cevap veririz. |
﴾ 83 ﴿