87"Allah, kendisinden başka hiçbir tanrı olmayandır. Hakkında hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününe, elbette hepinizi toplayacaktır. Allah'dan daha doğru sözlü kimdir?". Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Nisa 87 Ayetinin, Daha Önceki Ayetlerle İrtibatı Bu âyetin, daha önceki âyetlerle münasebeti hususunda iki izah şekli vardır: 1) Biz, Hak teâlâ'nın "Bir selam ile selamlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı ata..." âyetinden maksadın, müslüman bir kimsenin (kâfir diye) öldürülmemesini temin etmek olduğunu; sonra Cenâb-ı Hakk'ın bunu, "Şüphesiz ki Allah herşeyin hesabını hakkıyla alandır" buyruğundaki va'id ile te'kid etmiş olduğunu açıklamıştık. Sonra Allahü teâlâ bu va'idi de, bu âyet ile iyice te'kid ederek, burada tevhid ile adaletin birbirinden ayrılmayan iki şey olduğunu beyan etmiştir. Buna göre âyetteki, "Kendinden başka hiçbir tanrı yoktur" sözü tevhide; "Kıyamet günü, elbette hepinizi toplayacaktır" sözü ise adalete işarettir. Bu, "Allah, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler ve ilim sahipleri de..." (Al-i İmran. 18) ve "Şüphe yok ki ben, (evet) ben Allah'ım; benden başka hiç bir tanrı yoktur. Öyleyse bana ibadet et. Beni hatırlamak ve anmak için namaz kıl" (Tahâ. 14) ayetleri gibidir. Bu ifadeler, tevhide işaret etmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü kıyamet şüphesiz gelecektir. Onun vaktini, herkes yaptığının karşılığını görsün diye, gizliyorum" (Tâhâ, 15) buyurmuştur. Bu, adalete işarettir. İşte aynı şekilde bu âyette de, Hak Teâla, kendi hükmüne ve hikmetine uygun düşenin, gelmiş geçmiş herkesi Kıyamet meydanında toplamak ve böylece mazlumun hakkını zalimden almak olduğunu beyan etmiştir. Şüphe yok ki bu, şiddetli bir tehdiddir. 2) Allahü teâlâ, burada sanki şöyle demektedir: "Kim size selam verir ve uzun ömürler dilerse, siz onun selamını kabul edin, ikramda bulunun ve ona zahire göre muamele edin. Çünkü batmda olan şeyleri, ancak kendisinden başka tanrı olmayan Allah bilebilir. Muhakkak ki insanların gönüllerinde, biribirlerine karşı taşıdıkları gerçek niyetler, Kıyamet günü ortaya çıkacaktır. İkinci Mesele Keşşaf sahibi şöyle demiştir, (......) sözü, ya mübtedanın haberidir, yahut da bir i'tirâziyye cümlesi olup, mübtedâ olan "Allah" lafzının haberi, (......) ifadesidir. Bunun başındaki, lâm-ı kasem olup, takdiri, "Allah'a yemin olsun ki elbette hepinizi toplayacaktır" şeklindedir. Üçüncü Mesele Bir kimse şöyle diyebilir "Hak teâlâ niçin, "Kıyamet gününde)" dememiştir? Buna iki şekilde cevap verilir: 1) Bundan murad, "O sizi, ölümde veya kabirlerinizde Kıyamet gününe kadar toplar" demektir. 2) "O sizi, Kıyamet gününe ulaştırıp toplayacak, sizi o günde bir araya getirmek suretiyle, sizinle o günü birbirinize kavuşturacaktır." Zeccâc, "Kıyametin, insanların kabirlerinden kalkmalarından dolayı "kıyamet" diye adlandırıldığı söylenebileceği gibi, insanların hesap vermek için kalkmış olmalarından ötürü, yine bu isimle adlandırılmış olabileceğinin caiz olduğunu" söylemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Alemlerin Rabbi (huzurunda hesap vermek) ipin insanların kalkacağı günde..." (Tatfif. 6) buyurmuştur. Keşşaf sahibi, (......) ve (......) lafızlarının, (matlub, maksut) lafızları gibi aynı manada olduğunu söylemiştir. Bil ki, âyetin zahiri, Allahü teâlâ'nın, kıyametin mutlaka olacağına, bunun başlıca delilinin ise kendisinin bunu bildirmesi olup onun hak olduğuna delâlet etmektedir. Bu böyledir, çünkü usule dair meseleler iki kısımdır: a) Nübüvvetin gerçekliğinin anlaşılması, kendisinin gerçekliğinin bilinmesine muhtaç olan kısım. b) Böyle olmayan bilgi... Birincisi, mesela bizim, âlemin, bütün malumatı bilen ve bütün mümkinata kadir olan bir yaratıcıya muhtaç olduğunu bilmemiz gibi. Zira biz bunu bilemediğimiz müddetçe, bizim, peygamberlerin doğruluğunu bilmemiz mümkün olmaz. Binâenaleyh, durumu böyle olan her meselenin, Kur'an ve peygamberlerin haberleriyle isbat edilmesi imkânsız olur. Aksi halde "devir" gerekir. İkinci kısım ki bu, nübüvvetin sıhhatini bilmenin, kendisinin sıhhatini bilmeye dayanmadığı diğer bütün meselelerdir. Binâenaleyh, bütün bunlar Allah'ın kelamı ve haberleriyle isbat edilmesi mümkün olan hususlardandır. Kıyametin kopmasının bu ikinci kısımdan olduğu malumdur. Binâenaleyh hiç şüphesiz, kıyametin vukûunun Kur'an ve kelamullah ile isbat edilmesi mümkündür. Böylece, kıyametin vukuuna dair Allah'ın haberleriyle istidlal etmenin, sahih bir istidlal olduğu sabit olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?" buyruğu, bir istifham-ı inkârî olup, bu ifadeden maksat, Cenâb-ı Hakk'ın doğru sözlü olmasının ve O'nun sözlerinde bir yalan ile sözden dönmenin bulunmasının imkânsızlığını beyandır. Mu'tezile bunu, kendi usûl ve kaidelerine bina ederek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, yalanın çirkin olduğunu ve kendisinin de bundan müstağni olduğunu bilen bir zattır. Böyle olan kimsenin yalan söylemesi imkânsızdır. Biz, "Allahü teâlâ'nın, yalanın çirkinliğini ve kendisinin bundan müstağni olduğunu bildiğini" söyledik... Çünkü yalan, yalan olduğu için kabihtir. Ve, Allahü teâlâ kesinlikle herhangi bir şeye muhtaç değildir. Allahü teâlâ'nın bütün malumatı bildiği ise sabittir. Binâenaleyh, O'nun bu iki şeyi de bildiğine kesin olarak hükmetmek gerekir. "Böyle olan herkesin yalan söylemesi imkansız olur..." hususuna gelince, bu da gayet aşikârdır. Çünkü yalan, bir men etme (sarf) ciheti olup, bir çağrı (dua) ciheti değildir. Binâenaleyh bu yalan, bir ihtiyacı karşılamaktan uzak olursa, sırf zarar olarak kalır. Bu sebeple, bunun böyle olduğunu bilen herkesten yalanın sadır olması imkânsız olur." Bizim alimlerimizin delili de şudur: "Allah eğer yalancı olsaydı, O'nun yalanı da kadim olurdu. Eğer O'nun yalanı kadim olsaydı, kadim için yokluk söz konusu olmadığından, O'nun yalanının zeval bulması imkansız olurdu. Eğer O'nun yalanının kadim olmasının zevali imkansız olsaydı, o zaman O'nun sadık olması imkansız oturdu. Zira, iki zıt şeyden birinin bulunması, diğerinin bulunmasına mani olur. Binâenaleyh, eğer Cenâb-ı Hak yalancı olsaydı, o takdirde O'nun doğru olması imkansız olurdu. Ancak ne var ki, O, yalancı olsaydı, doğru söylemesi imkansız olurdu, lakin doğru söylemesi mümteni değildir. Çünkü biz, bir şeyi bilen kimsenin, o şey hakkında ona uygun bir hüküm vermesinin imkanksız olmadığını zaruri olarak bilmekteyiz. Halbuki bu şeyin doğruluğu hakkındaki bilgi, zaruri bir bilgidir. Binâenaleyh, doğru olmak daima mümkün olunca, hiç şüphesiz yalanın imkansız olduğu meydana çıkmış olur. Binâenaleyh, Allahü teâlâ'nın doğru olduğuna kesinlikle hükmetmenin gerekliliği sabit olmuş olur." Mu'tezile bu âyet ile, Allah'ın kelamının muhdes olduğuna istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü Allahü Teâlâ kendi sözünü, hem bu âyette hem de "Allah, kelamının en güzelini indirmiştir ki..." (Zümer, 23) âyetinde, olmakla vasfetmiştir. -ise, ya hadis (sonradan olan) veya "muhdes" (sonradan meydana gelen) anlamındadır." Buna mukabil bizim cevabımız şudur: "Sizler, ancak, harfler ve sesten müteşekkil olan kelamın hadis olduğunu söylüyorsunuz. Bunun hadis olduğunda bizim de bir ihtilafımız yok. Bizim kadim olduğunu iddia ettiğimiz, bu harfler ve seslerin dışında olan bir şeydir. Âyet, hem bizim hem de sizin tarafınızdan meydana gelmiş olan bir ittifak ile, işte bu şeyin (böyle olan kelamın), hadis olduğuna kat'î olarak delalet etmez. Bunun böyle olduğu, bizce açık ve zahirdir. Ama size gelince, sizler harfler ve seslerin dışında kalan bir kelamın varlığını kabul etmiyorsunuz. O halde, daha nasıl bu âyetin, Cenâb-ı Hakk'ın kelamının hadis olduğuna delalet ettiğini söyleyebiliyorsunuz?" |
﴾ 87 ﴿