3"Ölü, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan -(henüz canı üstünde İken yetişip) kestikleriniz müstesna olmak üzere - boğulmuş, vurulmuş, yukardan yuvarlanmış, susulmuş, canavar parçalamış olup da ölenler, dikili taşlar üzerinde boğazlananlar ve fal oklanyla kısmet aramanız size haram edilmiştir. Bunlar yoldan çıkıştır. Bugün kâfirler dininizden umudlarını kestiler. Artık onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı (verip ondan) hoşnud oldum. Kim son derece açlık halinde çaresiz kalırsa, günah meyil maksadı olmaksızın (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah gafur ve rahimdir". Bil ki, Cenâb-ı Hak, sûrenin baş kısmında, "... davarların etleri size helal edildi" buyurmuş, sonra da siz mü'minlere okunmakta olan, bazı şeylerin istisna tutulduğunu zikretmiştir. İşte burada ise Hak teâlâ, bu umûmi hükümde müstesna tutulan şekilleri zikretmiştir ki, bunlar onbir nevidir. Leş Eti Birincisi: "Meyte"dir. Müşrikler mü'minlere: "sizler, kendi öldürdüğünüzü yiyor, ama Allah'ın öldürdüğünü yemiyorsunuz" diyorlardı. Bil ki "meyte"nin haramlığı akla da uygundur. Çünkü kan pek latif bir cevherdir. Binâenaleyh hayvan kendi kendine öldüğünde, damarlarındaki kan tıkanır kalır ve kokuşup bozulur. Bundan dolayı onu yemek, büyük zararlara sebebiyet verir. Akan Kan İkincisi, "kan"dır. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Onlar bağırsakları kan ile dolduruyor ve onu kızartarak misafirlerine ikram ediyorlardı. İşte Allahü teâlâ, bunu onlara haram kıldı." Domuz Eti Üçüncüsü, domuz etidir. Ehl-i ilim şöyle der: "Gıda, onu yiyen kişinin özünden bir parça haline gelir. Binâenaleyh gıdayı alan kimse için gıdalandığı şeyde bulunan özelliklerden birtakım huy ve sıfatların meydana gelmiş olması gerekir. Domuz, şehevî şeylere karşı son derece istekli ve arzulu olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı, aynı özelliklen almasın diye, insana domuz etini yemek haram kılınmıştır. Koyun ise, son derece selim bir hayvandır. İşte bundan dolayı, sanki koyun bütün kötü huylardan uzak bir varlıktır. Binâenaleyh onun etini yeme sebebi ile insanda, insanî hallere uymayan yabancı bir özellik teşekkül etmez." Allah Adı İle Kesilmeyen Hayvan Etleri Dördüncüsü, Allah'dan başkası adına kesilen hayvanlardır. Âyette geçen "sesi yükselti" manasınadır. İnsan haccda telbiye yaptığında (Lebbeyk... dediğinde), denilişi de bu manadadır. Yine çocuk, doğarken ağladığı zaman, tabiri de bu köktendir. Müşrik araplar, bir hayvan keserken, "Lât ve Uzza'nın ismi ile..." deyip, kesiyorlardı. Cenâb-ı Allah bunu haram kıldı. Boğularak Ölen Hayvan Beşincisi, boğularak ölen hayvandır. Nitekim (O, onu boğdu, o da boğuldu) denilir. Binâenaleyh boğazı sıkmaktır. Bil ki hayvanın boğulması birkaç şekilde olur: a)Cahiliyye Arapları, koyunu boğup öldürüyor ve etini yiyorlardı. b) Hayvanın, avcının tuzağına düşüp boğulması... c) Hayvanın, bir ağacın iki dalı arasına başını sokup, orada boğularak ölmesidir. Velhasıl her ne şekilde boğulursa boğulsun, o hayvanı yemek haramdır. Bil ki boğulan hayvan, meyte sayılır. Çünkü hayvan ölüp, kanı akmaz ise, kendi kendine ölmüş meyte (İaşe) olmuş olur. Darbe İle Vurulup Öldürülen Hayvan Eti Altıncısı, birşey vurularak öldürülen hayvandır. Bu, ölünceye kadar dövülen hayvan demektir. Nitekim birisi, hayvana ölünceye kadar vurduğunda, (Onu vurup öldürdü) denilir. Bunduk ve benzeri birşeyle vurulup hemen ölen hayvan da, bu hükümdedir. Çünkü bu, meyte ve boğulan hayvan mesabesindedir. Zira bu da ölmüş ve kanı akmamış bir hayvandır. Yukarıdan Yuvarlanıp Ölen Hayvanın Eti Yedincisi, yukarıdan aşağı yuvarlanarak ölmüş hayvandır. "Mütereddi", neticesi ölüm olan bir yere düşmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O düştüğü, yani cehenneme yuvarlandığı zaman, malı ona fayda vermez" (Leyl, 11) buyurmuştur. Arapça'da da "Falanca tepeden (çatıdan) düştü" denilir. Binâenaleyh "mütereddî", dağ ve benzeri yüksek bir yerden düşüp ölen demektir. Bu hayvanlar da meyte sayılır, çünkü bundan da ölürken kanı akmamıştır. Bu ifadenin hükmüne, ok isabet edip de dağdan yuvarlanıp ölen hayvanlar da dahildir. Onların eti de haramdır. Çünkü onun, ok sebebi ile mi, yoksa yuvarlanma sebebi ile mi öldüğü bilinemez. Süsülerek ölen Hayvan Eti Sekizincisi, süsülerek ölen hayvanlardır. Bu, ölünceye kadar süsülmüş hayvan demektir. Bu, mesela iki davarın, ikisi de veyahut da sadece birisi ölünceye kadar boynuzlaşması ve toslaşmasıdır. Böyle ölen hayvanlar da meyte hükmündedir. Çünkü bunlar da kanları akmadan ölmüşlerdir. Bil ki bu dört kelimeye, yani "munhanika", "mevkûze", "mütereddiye" ve "natîha" kelimelerine, (mahzûf) müennes bir meysûtun sıfatı olmalarından dolayı, tâ-i te'ms dahil olmuştur. O müennes ise, (koyun) kelimesidir. Sanki bu âyette şöyle denilmektedir: "Size, boğulmuş, vurulmuş davar haram kılındı." Davar, insanların çoğunun yediği hayvan olduğu için, özellikle koyun zikredilmiştir. Çünkü sözler, genel duruma ve ekseriyete göre söylenir ve bununla umum (bütün) kastedilir. Faîle Veznindeki Sıfatların Özelliği Hakkında Buna göre şayet, "Aslı "mentûha" olduğu halde, niçin "natîha" şeklinde söylenmiş ve sonuna tâ getirilmiştir? Halbuki bu gibi yerlerde, tâ-i te'nis hazfedilir. Bu tıpkı Arapların, (Kınalanmış el), (Yağlanmış, kokulanmış sakal) ve (sürmelenmiş göz) sözleri gibidir?" denilir ise biz deriz ki: "Fa'ile" vezninde olan kelimelerden, tâ-i te'nis, kelime kendinden önce geçen bir mevsûfa sıfat olduğu zaman hazfedilir. Binâenaleyh eğer mevsuf zikredilmeksizin sıfat zikredilir ise, o zaman tâ-i te'nis, mevsufun yerine geçmek üzere getirilir. Mesela sen, tâ-i te'nis ile, "Falanca oğullarının katilesini gördüm" dersin. Çünkü sen, eğer "katile" kelimesine tâ-i te'nis getirmez isen, o katilin erkek mi, kadın mı olduğu bilinmez. İşte bu sebepten ötürü, "natiha" kelimesinin sonuna tâ-i te'nis getirilmiştir. Çünkü bu kelime, mahzuf olan müennes bir kelimenin, yani "eş-şâtü" kelimesinin sıfatıdır. Canavarın Parçaladığı Hayvanın Eti Dokuzuncusu :Âyetteki, "canavar parçalamış olup da ölenler... (henüz canı üstünde iken yetişip) kestikleriniz müstesna..." ifadesi ile anlatılanlardır. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele (......) kelimesi, azı dişi bulunan, insana ve hayvanlara saldırarak, onları parçalayan hayvanlara verilen addır. Meselâ aslan ve onun benzeri hayvanlar gibi... Âyetteki bu kelimeyi, sükun ile okumak da caizdir. Nitekim bu, (......) ve (......) şeklinde de kullanılır. Ebû Amr'dan gelen bir rivayette, bu kelime bâ harfinin sükûnu ile okunmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), âyeti "Canavarların yediği (parçaladığı)" şeklinde okumuştur. İkinci Mesele Katâde şöyle demiştir: "Cahilivye Arapları, yırtıcı hayvanlar birşeyi yaralayıp öldürüp, bir kısmını yediğinde, geriye kalanı yerlerdi. İşte Cenâb-ı Hak, bunu yasaklamıştır. Âyette bir hazif vardır ve takdiri şöyledir:"Yırtıcı hayvanın bir kısmını yediği hayvan..." Çünkü "yırtıcının yediği" tamamen bitmiş olur. Dolayısı ile o şeye bir hüküm taalluk etmez. Hüküm ancak, onun yemeyip geriye bıraktığı kısım için gereklidir. Tezkiye Kelimesinin Manası Arapça'da "zeka", birşeyi "tamamlamak" demektir. Anlayış manasında olan "zekâ" da, anlayışı tam olan demektir. (Yaştaki zeka) da böyledir (yani yaşın tamam olması manasındadır). Yine, "Yaşlı atların koşması, birbirinin ileri geçmesini istemek şeklinde olur" denilir. Yaşın tamam olmasının manası, gençliğin bitmesi (tamamlanması)" demektir. Yaş bundan az veya çok olduğu zaman, "O, yaşta kemale (zekaya) ermiştir" denilmez. Yine, ateşi iyice alevlendirdiğin zaman denilir. İstisnasının İzahı Sen bu temel kaideyi iyice kavradığın zaman biz deriz ki: ifadesindeki istisna hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür. Birinci görüş: Bu, Hak teâlâ'nın, "boğulmuş" sözünden "canavar parçalamış olan" sözüne kadar geçen ifadelerin tamamından istisnadır. Bu, Hazret-i Ali, İbn Abbas, Hasan el-Basrî ve Katade nın görüşüdür. Buna göre, sen o hayvanda hareket eden bir göz, veya hareket eden bir kuyruk veyahutta yere vuran bir ayak görür de onu kesmek için yetişebiürsen, kes onu. Çünkü o helaldir. Zira, onda hayattan bir nişane ve alâmet olmasaydı, bu haller meydana gelmezdi. Binâenaleyh, sen, o hayvanı bu haller üzere bulduğuna göre, bu onda hayatiyyetin tamamen bulunduğuna delâlet eder. İkinci görüş: Bu istisna, Cenâb-ı Hakk'ın sadece 'canavar parçalamış olan..." sözüne hastır. Üçüncü görüş: Bu istisna, istisnâ-i munkatı'dır. Buna göre sanki, "Fakat bu sayılanların dışında kestiklerinize gelince, onların etleri helaldir" denilmek istenmiştir. Dördüncü görüş: Bu, haram kılınan şeylerden değil, haram kılmaktan istisnadır. Yani, "Yukarıda sayılanlar size haram kılınmıştır. Ancak, sizin kesmeniz haram değildir. Zira bu, size helaldir" demektir. Bu taktire göre de İstisna, istisnâ-i munkatı' olur. Putlara Kesilen Hayvanların Etleri Bu âyette zikredilen, haramlardan onuncusu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "...ve, dikiti taşlar üzerinde boğazlananlar" ifadesidir. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Ayette yer alan (......) kelimesi hem cemi hem de müfred olmaya muhtemeldir. Eğer biz bunun cemi olduğunu söylersek, o takdirde bu kelimenin müfredi hakkında şu üç görüş zikredilebilir: a) Bu kelimenin müfredi, (......) kelimesidir. Buna göre, bizim şeklindeki sözümüz, (eşek, eşekler) sözümüz gibi olur. b) Bunun müfredi, (......) kelimesidir. Buna göre bizim (......) ve (......) dememiz, (......) ve (......) (tavan, tavanlar) (......) ve (......) (rehin, rehinler) sözümüz gibidir. Bu, İbnu'l-Enbarî'nin görüşüdür. c) Bu kelimenin müfredi, (alâmet, işaret) kelimesidir. Nitekim Leys, (......) kelimesi, (......) kelimesinin cem'idir ki, (......) kelimesi de, bir topluluk, bir kavm için dikilen alâmet demektir" demiştir. Ama, biz (......) kelimesinin müfred, cemisinin ise (......) kelimesi olduğunu söylersek, bu durumda bizim (......) şeklindeki sözümüz (çadır ipi, çadır ipleri...) dememiz gibi olur. Ezherî, "A'şâ" kelimesini müfred kabul ederek, "sakın, sonrasında elde edeceğin bir menfaatten dolayı, dikili taşa perestiş etme!.." Ancak, Rabb'in olan Allah'a İbâdet et..." demiştir" demektedir. “Nüsub” Tabirinden Maksad Putlar Değildir Bazı âlimler, bu Âyette geçen (......) kelimesinin putlar olduğunu söylemişlerdir ki, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu ifade, "Allah'tan başkası adına boğazlanan..." ifadesine atfedilmiştir ki, bu, putların adına kesmek demektir. Ma'tûf'un, matufun aleyhten başka olması gerekir. Ibn Cüreyc de şöyle demektedir:kelimesi, putlar demek değildir. Çünkü asnâm (putlar), şekillendirilmiş ve nakışlanmış taşlardır. Âyette bahsedilen cahiliyye çağı Araplarının, Kâ'be'nin etrafına dikmiş oldukları taşlardır. Araplar, o taşların yanında puttan için kurbanlar keser, kestikleri o hayvanın kanını o taşlara sürer ve o hayvanın etini o taşların üzerine koyarlardı. Bunun üzerine müslümanlar, "Ya Resûlallah, cahiliyyedekiler, Beyt'e, kan ile tazimde bulunuyorlardı. Binaenaleyh, o Beyt'e saygı göstermeye biz daha layık ve müstehakız" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)bunu yadırgamadı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onların ne etleri, ne kanlan hiçbir zaman Allah'a erişmez" (Hacc, 37) âyetini indirmiştir. Bil ki, gerek (......) ifadesinin başındaki edatı, (gerekse, (......) ifadesinin başındaki, (......) edatı), ref mahalfindedirler. Çünkü bunlar, "Ölü... size haram edilmiştir" cümlesindeki (......) kelimesine atfedilmişlerdir. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın "dikili taşlar üzerinde boğazlananlar..." tabiri hakkında şu iki İzah yapılmıştır: a) "Dikili taşlara" ta'zim inancıyla, ibadet hissiyle kesilenler..." b) "Dikili taşlardan ötürü kesilenler..." Çünkü lam ile ala harf-i cerleri (birbirleri yerine kullanılabilirler). Nitekim Cenâb-ı Hak, "Artık sağcılardan selam sana.. " (Vakıa, 91) buyurmuştur. Yani, "Ondan senin üzerine selam.." demektir. Yine o, "Eğer kötülük ederseniz, kendinize kötülük (etmiş olursunuz)" (isrâ. 7) buyurmuştur. Yani, (......) demektir. Fal Okları Çekip Şans Oyunu Oynamak Onbirincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, ..ve fal oklarıyla kısmet aramanız..." ifadesidir. Kaffâl (r.h) şöyle der: "Cenâb-ı Hak, bu işi de, yenilen şeyler arasında zikretmiştir. Çünkü bu, cahiliyyedekilerin icad ettiği ve yenilen şeyler hakkında yaptıkları şeye uygun düşen şeylerdendir. Bu böyledir, zira dikili taşlar için kesilen kurbanlar, kurbanlıklar, Beyt'in yanında kesiliyordu. Fal oklanyla kısmet talep etme işini de, Beyt'in yanında yapıyorlardı. Çünkü onlar da, Beyt'in yanında bulunuyorlardı. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Bu âyet hakkında iki görüş ileri sürülmüştür: a) Onlardan birisi yolculuğa çıkmak veya savaşmak yahut ticaret yapmak, ya da evlenmek veyahut da önemli herhangi bir iş yapmak istediklerinde, kısmet ve fal oku çekiyorlardı. Onlar, bu okların bir kısmına, "Bana, Rabbim emretti"; bazısına, "Beni, Rabbim nehyetti" diye yazmışlar, bir kısmını da boş bırakmışlardı. Emir yazılı ok çıkarsa, o kişi o işi yapar; nehiy yazılı ok çıkarsa yapmazdı... Eğer, boş ok çıkarsa, yeniden ok çekerdi... Fal okları çekmek suretiyle kısmet talep etmenin manası ise, o okları çekerek, o işin hayır mı şer mi olduğunu öğrenmeyi talep etmektir. b) Müerric ve dilcilerin çoğu şöyle demişlerdir: "Buradaki "kısmet arama", nehyedilmiş olan bir kumardır."Ezlam" da, kumar okları (fal okları) demektir." Birinci görüş, alimlerin çoğunun tercih ettiği görüştür. Ezlam Kelimesinin Anlamı "Ezlam", fal okları manasına gelir ve müfredi "zelem"dir. Bu, Ahfeş'in görüşüdür. Fal okları böyle isimlendirilmiştir. Çünkü bunlar birbiriyle denkleştirilmişlerdir. Yine zayıf ve az ilgili olduğu zaman, birisi için denilir. İnce ve yapılışı ile boyu çok güzel olduğu zaman, fal oku için denilir. Yine birisi oklarını birbirine denk yaptığı zaman, "Oklarını ne güzel düzenlemiş!" denilir. Sığırın ayaklarına da, güzellik ve incelik bakımından fal oklarına benzediği için, "ezlam" denilmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Bunlar fısktır" buyurmuştur. Bu tabir hakkında şu iki izah yapılmıştır: a) Bu, sadece "fal okları ile kısmet arama"ya işarettir. b) Bu, daha önce geçen, müşriklerin helat ve haram kılışlarının hepsine işarettir. "Binaenaleyh kim bu hususta, Allah'a karşı gelerek muhalefette bulunursa kâfir olur" demektir. Tefe'ülün Hükmü Eğer, "Birinci görüşe göre, niçin fal okları ile kısmet arama, fısk kabul edilmiştir? Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), tefe'ülü sevmez miydi? Bu da, bir çeşit tefe'ül (bir çeşit uğur sayma)dır. Binâenaleyh bu, niçin fasıklık sayılmıştır?" denilir ise, biz deriz ki: Vahidî: "Bu, gaybı öğrenmeyi istemek manasına geldiği için haram kılınmıştır. Bu ise, Hak teâlâ'nın, "Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez" (Lokman. 34) ve "Göklerde ve yerde gaybı, Allah'dan başka kimse bilmez" (Neml, 65) âyetlerinden dolayı haramdır" demiştir. Ebu'd-Derdâ (radıyallahü anh) da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:"Kim kehanette bulunur veya fal okları ile kısmet arar veya birşeyi kendisini yolculuktan alıkoyacak bir uğursuzluk sayarsa. Kıyamet günü cennetteki yüksek dereceleri göremez, "(86) Birisi şöyle diyebilir: "Eğer, bilinen emare ve ipuçlarına dayanarak, zann-ı galibe göre hareket etmek, gaybı bilmeyi isteme manasına gelseydi, rüyaları tabir etme ilmi de, gayb bilme isteği veyahut küfür sayılırdı. Çünkü bu da, gaybı bilmeyi istemek demektir. Yine tefe'üle tutunmak (iyi ve güzel bir şeyi uğurlu saymak) da, bir küfür olurdu. Çünkü bu da, gaybı bilmeyi istemek demektir. Yine kendisine ilham geldiğini iddia eden ehl-i kerametin de kâfir sayılmaları gerekirdi." Malumdur ki bunların böyle olduğunu söylemek yanlıştır. Yine geçen iki âyet (Lokman, 34) ve (Neml. 65), ilim (bilme) hakandadırlar. Halbuki fal okları ile kısmet arayanların bunu yapmakla kesin bir bilgi değil, zayıf bir zan elde ettiklerini kabul ediyoruz. Binâenaleyh fal okları ile kısmet arayanlar, bu iki âyetin hükmüne girmezler. Birkısım diğer alimler de şöyle demişlerdir: "Onlar o fal oklarını, putlarının yanında bulunduruyorlar ve çektikleri okların üzerinde çıkan "yap" veya "yapma" emrinin, putlarının irşadı ve yardımı ile olduğuna inanıyorlardı. İşte bundan dolayı, fal oku çekmek bir küfür ve fâsıklık sayılmıştır." Bence bu, daha evlâ ve doğruya daha yakın olan görüştür. Cenâb-ı Hak, "Bugün kâfirler dininizden umudlarını kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, geçen kısımda helal ve haram kıldığı hayvanları sayınca, o sözü "Bunlar, yoldan çıkmıştır" diyerek bitirmiştir ki bundan maksad, mükellefleri böyle amellerden sakındırmaktır. Sonra Allahü teâlâ, mü'minleri koyduğu hükümlere sımsıkı ve mümkün olduğu kadar tam bir şekilde sarılmaya teşvik etmiş ve "Bugün kâfirler dininizden umudlarını kestiler. Artık onlardan korkmayın" buyurmuştur. Bu, "Müşriklerin, şeriat ve dininiz hususunda size muhalefet etmelerinden korkmayınız. Çünkü ben size kahir bir devlet ve büyük bir kuvvet nasip ettim. Binâenaleyh onlar, sizin yanınızda zelil ve mağlupturlar. Onlar, sizi ezme ve size hükümran olma hususunda ümitsizliğe düşmüşlerdir. Durum böyle olunca onlara iltifat etmeyip, Allah'a itaata yönelmeniz ve O'nun kanunları ile amel etmeniz gerekir" demektir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Âyetteki, "Bugün kâfirler dininizden umudlarını kestiler" ifadesi hakkında şu iki görüş vardır: 1) Bundan maksad, (bu âyetin nazil olduğu) o aynı gün değildir. Binâenaleyh "Onlar o günden bir-iki gün önce ümidsiz değillerdir" denilemez. Bu, dilcilerin örfüne göre söylenmiş bir sözdür. Bunun manası şöyledir: "Şu anda sizin, artık kâfirlerin yağcılığına ihtiyacınız yoktur. Çünkü artık siz, hiçbir düşmanınızın, işinizi zayıflatacak bir ümid ve arzuya düşemeyeceği bir durumdasınız. Bunun bir benzeri de insanın, "Ben dün genç idim, ama bugün ihtiyarım" demesi gibidir. Bunu söyleyen kimse, "dün" ifadesi ile, içinde bulunduğu günden bir önceki günü; "bugün" ifadesi ile de içinde bulunduğu günü kastetmemiştir. 2) Bundan maksad, âyetin nazil olduğu gündür. Âyet bir cum'a günü nazil olmuştur. Âyet hicrî onuncu yıl, Veda haccının arefe günü ikindi sonrasında nazil olmuştu. O esnada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kulağı yarık devesi üzerinde Arafat'da vakfe yapıyordu. Hak teâlâ'nın "kâfirler dininizden umudlarını kestiler" buyruğu ile ilgili olarak da iki görüş vardır: 1) Onlar, Cenâb-ı Hak bu şeyleri haram kıldıktan sonra, artık bu habis ve pis şeyleri helal kılmanızdan ümidlerini kesmişlerdir. 2) Onlar, dininizde size galip gelme hususunda ümidsizliğe düşmüşlerdir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, bu dini diğer dinlere üstün getireceğini vaadetmiştir. Bu da Cenâb-ı Allah'ın, "Çünkü o, bunu diğer bütün dinlerden üstün kılacaktır" (saf, 9) âyeti ile beyan ettiği husustur. Böylece Allah o vaad ve yardımını gerçekleştirmiş, korkuyu tamamen gidermiş ve kâfirleri, daha önce galip iken mağlup, kahir iken makhûr duruma sokmuştur. İşte evlâ olan bu görüştür. Takiyye Yapmak Gerekir mi? Bazı alimler şöyle demişlerdir: "Bu âyet, korku duyulduğunda "takiyye" yapılabileceğine delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu dinin kanunlarını ve onunla açıkça amel etmeyi emretmiş, ama bunu kâfirlere karşı bir korkunun bulunmaması şartına bağlamıştır ki, bu korku bulunduğu zaman, açıktan amel edilmeyeceğini gösterir." Şûra ve Meşveret Üzerinde İzahlar Sonra Cenâb-ı Hak "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı (verip ondan) hoşnud oldum" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: Dinin Bugün Tamamlanması, Öncekine Zarar Verir mi? Bu âyetle ilgili bir soru vardır. O da şudur: Âyetteki, "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim" ifadesi, dinin bundan önce, noksan olması manasına gelir ki bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ömrünün çoğunu üzerinde geçirdiği dinin, nakıs bir din olduğunu ve mükemmel dini ancak ömrünün sonunda kısa bir zaman için yaşadığı manasına gelir. Bil ki müfessirler, böyle bir müşkilden kurtulmak için âyeti şu şekillerde izah etmişlerdir: a) "Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizin dininizi kemale erdirdim" buyruğundan maksat, müslümanlardan korkularını izale etmek ve onların düşmanlarına kadir olduğunu göstermektir. Bu tıpkı bir padişahın, düşmanını iyice yenip kahrettiği zaman, "işte bugün mülkümüz (devletimiz) mükemmel hale geldi" demesi gibidir." Bu izah zayıftır. Çünkü o padişahın mülkü, zaten düşmanını yenmeden önce eksik idi. b) "Bugün, helal ve haramı öğrenme hususunda mükellef olduğunuz şeylerden, ihtiyaç hissettiklerinizi size tamamladım." Bu izah da zayıftır. Çünkü Hak teâlâ, o günden önce, müslümanların muhtaç oldukları şer'î kanunları onlara tamamen vermemiş ise, bu açıklamanın, ona ihtiyaç duyulduğu zamandan sonra yapılması demektir ki caiz olmaz. c) Bu, Kartal'ın söylediği ve tercihe şayan olan şu görüştür: "Din, kesinlikle nakıs (eksik) olmaz. Aksine o, her zaman kâmil (tam)dır. Yani Allah katından inen kanunlar her zaman, o vakit için yeterlidir. Fakat Cenâb-ı Hak, dini göndermeye başladığı ilk vakitlerde, o gün için mükemmel olan şeyin, sonrası için mükemmel olmayacağını ve onda bir uygunluğun kalmayacağını biliyordu. İşte bu sebeple, bir hüküm geldikten sonra neshedilmiş veya yok iken gelip dine ilave edilmiş. Ama peygamberliğin son zamanlarında Allahü teâlâ şeriatı tam ve kâmil hale getirmiş ve onun kıyamete kadar devam etmesine hükmetmiştir. Binâenaleyh şeriat-ı İslam, her zaman kâmil olmuş demektir. Ancak başlangıçtaki mükemmellik, belli bir zamana kadar olan mükemmelliktir, son zamanındaki ise Kıyamete kadar sürecek bir mükemmelliktir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak, "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim" buyurmuştur. Kıyası Kabul Etmeyenler ve Edenler Kıyası kabul etmeyenler, "Âyet, kıyas yapmanın bâtıl olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü âyet, Allah'ın, bütün hâdiseler hakkında hüküm vermek için nass koymuş olduğunu gösterir. Zira eğer, bazı şeylerin hükmü açıklanmamış olsaydı, din kemâle ermemiş olurdu. Herşey hakkında nass bulunduğuna göre, kıyas eğer o nassa uygun bir şekilde yapılacak ise, bu abes ve manasız bir iş olurdu. Eğer nassın hilâfına kıyas yapılacak olursa, bu da bâtıl olur" demişlerdir. Kıyası kabul edenler buna şöyle cevap vermişlerdir: "Âyette bahsedilen, dinin kemâle erdirilmesinin manası şudur: Allahü teâlâ, herşeyin hükmünü beyan etmiştir. Fakat bunların bir kısmını nass ile, bir kısmını da, hükmünün bilinmesinin yolunun kıyas yapmak olduğunu belirterek beyan etmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, hadiseleri iki kısma ayırmıştır: Birincisi, hükümlerini nass ile belirttiği hadiseler; ikincisi ise, hükümleri, birinci kısma kıyas edilerek elde edilebilecek hadiselerdir. Hak teâlâ, kıyas yapmayı ve mükelleflerin kıyasa göre amel etmelerini emredince, bu bir nevi bütün hükümleri açıklamak gibi olmuştur. Durum böyle olunca, işte bu dini kemale erdirme almuş olur." Kıyası kabul etmeyenler, buna karşı şöyle demişlerdir: "Hakkında nass olmayan bir hadisenin hükmünü, hakkında nass bulunan bir hadisenin hükmüne benzetmeyi gerektiren yol, ya kesin delillere dayanır, ya da dayanmaz. Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, onun doğruluğunda münakaşa edilmez. Çünkü biz, yakîni (kesin) mukaddimelere (öncüllere) dayandırılan kıyasın, bir hüccet olduğunu kabul ediyoruz. Ancak ne var ki böylesi kıyasta isabet eden, bir kişi olur, isabet edemeyen ise, ikâba müstehak olur ve kâdînin o husustaki hükmünü nakzetmiş olur. Siz ise bunu söylemiyorsunuz. Eğer ikinci ihtimal söz konusu ise, bu herkesi, onun Allah'ın dini olup olmadığını tam bilmeksizin, zann-ı galibe göre birşeye hükmetmeye muktedir ve yetkili kılmak olur. Malumdur ki böyle birşey, dini kemale erdirmek olmaz. Aksine bu insanları, zanlar ve bilgisizlikler tehlikesine atmak olur." Kıyası kabul edenler de şöyle demişlerdir: "Her müçtehid, zann-ı (galibine) göre amel etmekle mükellef kılınınca ve her mükellef de, kendisinin kat'î olarak Allah'ın hükmü ile amel ettiğine inanınca, işte o zaman, böyle bir soru ortadan kalkar." Üçüncü Mesele Alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bu âyet, Râfizîlerin görüşünün bâtıl olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, kâfirlerin, dini değiştirmekten artık ümid kestiklerini açıklamış ve bunu da, "Artık onlardan korkmayın, benden korkun" beyanı ile te'kid etmiştir. Binâenaleyh Hazret-i Ali İbn Ebû Talib (radıyallahü anh)'in imamlığı (halifeliği) hususunda, itaat edilmesi vacip olacak şekilde gerek Allah'dan, gerek Resûlullah tarafından kesin bir nass bulunsaydı, bu nassı gizlemek veya değiştirmek isteyen, bu âyete göre, artık bu işten ümidini kesmiş olurdu. O zaman da sahabeden hiçbirinin, öyle bir nassı inkâra, değiştirmeye veya gizlemeye güç yetirememesi gerekirdi. Ama durum böyle olmayıp, aksine böyle bir nassın zikri dahi geçmediğine ve kendisinden ne bir eser, ne bir. haber olmadığına göre, biz böyle bir nassın mevcudiyetini iddia etmenin bir yalan olduğunu ve de Hazret-i Ali'nin hilafetine dair bir nassın bulunmadığını anlamış oluruz." Dördüncü Mesele Ashab-ı Âsâr (hadisciler) şöyle demişlerdir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyetin nüzulünden sonra, ancak seksenbir veya sekseniki gün yaşadı ve İslâm dininin ahkâmında bu âyetten sonra kesinlikle ne bir ziyade, ne bir nesih, ne de bir değişiklik vaki olmamıştır. Böylece bu âyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, adetâ vefatının yaklaştığını haber verme gibi olmuştur ve bu bir gayptan haber vermedir. Bu da, bir mucizedir. Bunu te'kid eden bir husus da rivayet edilen şu husustur! Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti ashaba okuduğu zaman, onlar, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) hariç, son derece sevinmiş ve büyük bir sevinç göstermişlerdir. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) ise ağlamış. Ona, niçin ağladığı sorutunca, "Bu âyet, Resûlullah'ın vefatının yakın olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü kemâlden sonra zeval bulunur" demiştir. Binâenaleyh bu hâdise, bu âyet vesilesi ile, kendisinden başkasının vâkıf olmadığı bir sırra (manaya) vâkıf olduğu için, Hazret-i Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'in ilminin mükemmelliğine bir delil olur. Dinin Mahiyeti Alimlerimiz şöyle derler: "Bu âyet, dinin ancak Allah'ın yaratması ve var etmesi ile olduğunu göstermektedir.Bunun delili Allah'ın, dinin kemale erdirilmesi işini kendisine nisbet ederek, "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim" buyurmasıdır. Dinin Allah tarafından kemâle erdirilmesi ancak, dinin aslı (kendisi) de Allah'dan olursa, söz konusudur." Bil ki biz, "Din, amel etmekten ibarettir" veya, "Din, ma'rifetten (Allah'ı tanımaktan) ibarettir" veyahut da, "Din, inanç, ikrar ve amelin toplamından ibarettir" dediğimizde, bunların hepsi aynı manaya gelir. Binâenaleyh, bu konudaki istidlal açık ve zahirdir. Mu'tezileye gelince, onlar bunu, dinin beyan edilmesinin ve hükümlerinin açıklanmasının kemale erdirilmesi (iyice yapılması) manasına hamletmişlerdir. Şüphe yok ki onların bu manaları, hakikatten mecaza sapmadır. Sonra Hak teâlâ, "Üzerinizdeki nimetimi tamamladım" buyurmuştur ki bu, "Din ve şeriatı kemale erdirmek suretiyle, size olan nimetimi tamamladım" demektir. Sanki o, şöyle buyurmaktadır: "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim ve bu kemale erdirme vesilesi ile de size olan nimetimi tamamladım. Çünkü İslam nimetinden daha tam ve mükemmel başka bir nimet daha yoktur." Bil ki bu âyet-i kerime, imanın yaratıcısının da Allah olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü biz, İslâm dininin bir nimet olduğunu söylüyoruz. Her nimet, ancak Allah'dandır. Binâenaleyh, İslâm dininin de Allah'dan olması gerekir. Biz ancak, şu iki sebepten ötürü İslam'ın bir nimet olduğunu söyledik: a) Ümmet-i Muhammed'in dilinde meşhur olan şu sözleridir: "İslam nimetinden dolayı Allah'a hamdolsun." b) Allahü teâlâ bu âyette, "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım" buyurmuş, böylece buradaki nimeti müphem olarak zikretmiştir (hangi nimet olduğunu belirtmemiştir). Bu nimet ile, daha önce zikredilen dinin kastedilmiş olduğu açıktır. Eğer, "Nimeti tamamlama" ifadesi ile, müslümanlan, düşmanlarına üstün ve kahir bir duruma getirmiş olma, ya da bu şeriatı kendisine hiçbir neshin yol bulamayacağı bir hale getirmiş olmanın murad edilmiş olması niçin caiz olmasın?" denilir ise, biz deriz ki: "Bunlardan birinci ihtimal, zaten Cenâb-ı Hakk'ın, 'Bugün kâfirler dininizden umudlarını kestiler" ifadesi ile anlaşılmaktadır. Âyetteki bu ifadeyi, aynı manaya hamletmek bir tekrar olmuş olur. İkinci ihtimale gelince, İslam dinini ayakta tutma, bir nevi nimetin tamamlanması olunca, dinin aslının da muhakkak olarak bir nimet olması gerekir. Binâenaleyh İslam dininin bir nimet olduğu sabit olmaktadır. Bu sabit olunca biz deriz ki: "Her nimet Allah'dandır. Bunun delili, "Size ulaşan her nimet Allah'dandır" (Nahl, 53) âyetidir. Bu iki mukaddime sabit olunca, İslam dininin de Allah'ın yaratması ve var etmesi ile meydana geldiğine kesin olarak hükmetmek gerekir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Size din olarak islâm'ı (verip ondan) hoşnud oldum" buyurmuştur ki bu, "İslam dini, Allah katında beğenilen ve râzî olunan dindir" demektir. Bunun böyle olduğunu, "Kim İslam'dan başka bir din ararsa, (bu dîn) ondan asla kabul edilmeyecektir" (Al-i İmran, 85) âyeti de desteklemektedir. Sonra Cenâb-ı Hak, "Kim son derece açlık halinde çaresiz kalırsa, günaha meyil maksadı olmaksızın (haram olan etlerden yiyebilir). Çünkü Allah, çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir" buyurmuştur. Bu ifadeler, daha önce zikredilmiş bulunan, Allah'ın haram kıldığı yiyeceklerle ilgili ifadelerdendir. Yani, "Bu sayılan şeyler, her ne kadar haram kılınmışlarsa da, zaruret halinde helal olurlar" demektir. Cenâb-ı Allah'ın "Bunlar yoldan çıkıştır" sözünden buraya kadar geçen sözler ise, bu arada bulunmuş olan itiraziyye ifadeleridir. Bundan maksat ise, zikredilmiş olan haram kılmanın manasını te'kid etmektir. Çünkü, bu pis şeyleri (habâis) haram kılmak, kâmil olan dinin, tam olan nimetin ve Allah katında razı olunan İslam'ın cümlesindendir. Âyette geçen (......) kelimesinin manası, "Kendisi bulunduğunda leş yemekten kaçınılması mümkün olmayan bir zarar, sıkıntı isabet ettiği zaman" demektir. (......) kelimesi ise, "açlık" anlamındadır. Dilciler şöyle demişlerdir: ve kelimeleri, açlık esnasında karında hiçbir yemeğin bulunmamasıdır. Kelimenin aslı, karnın çekilip büzülmesi anlamına gelen, (......) kelimesidir. Bu manada olmak üzere "Aç, karnı içeri çekilmiş adam" ve "Aç, karnı içeri çekilmiş karı" denilmektedir. Bu kelimelerin çoğulu (karnı aç erkekler ve karnı aç kadınlar) şeklinde gelir. Mütecanif Kelimesinin İzahı Âyette geçen (......) tabiri, "günaha kastetmeksizin, âmden günah işlemeyi istemeksizin" demektir. (......) kelimesinin aslı ise meyletmek anlamına gelen (......) kelimesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bununla beraber, kim vasiyyet edenin haksızlığa meylinden, yahud günaha gireceğinden endişe edip de.." (Bakara, 152) buyurmuştur. Buradaki (......) kelimesi, işte (meylederek) anlamındadır. Buna göre ifadesi, "günaha meyletmeksizin, "ona sapmaksızın.." demektir. Buradaki (......) kelimesinin, "Ve de, meyletmeksizin (o haram kılınmış şeylerden) alırsa.." manasında olmak üzere, mahzuf mukadder bir fiilden hâl olarak nasbedilmesi caiz olabileceği gibi, buradaki (......) fiili ile de nasbedilmiş olması da caizdir. Bu durumda, yukarıda takdir edilmiş olan fiil, "Her kim, bir günaha meyletmeksizin çaresiz kalır da (haram kılınmış o şeylerden) alırsa..." şeklinde sonraya bırakılmış olur. Burada geçen, (günah) kelimesinin manası, Iraklılara göre, o kimsenin açlığını gidermenin üzerinde olarak, haz ve lezzet duymak için o şeylerden yemesi; Hicazlılara göreyse, o kimsenin, o yolculuğuyla âsî ve günahkâr olmasıdır. Biz, bu husustaki izahı Bakara sûresinde (Bakara. 173) âyetinin tefsirinde iyiden iyiye yapmıştık. Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki Allah çok affeden ve ihsanı bol olandır" ifadesi, "Muhakkak ki Allah onları, onların, çaresiz kalıp yemeleri halinde, haram olanı yemelerinden dolayı hasıl olan günahlarını bağışlar ve yemeye ihtiyaç duydukları bir sırada bu haram kılınmış olan şeyleri, onlara helal kılmış olması bakımından da kullarına karşı çok merhametlidir" demektir. Temiz Yiyecekler Helal Kılındı |
﴾ 3 ﴿